Her şeyimi kaybettiğimi sandığım karanlık geceyi hatırlıyorum. O gece, daha da kötüye gidecek olan geleceğimin sadece başlangıcıymış.
Birinin gelip beni benden kurtarmasını beklediğim zamanlar olmuştu. Hiç var olmamayı da diledim, içinde silik durduğum hayatın ortasında var olmak için de çabaladım. Tüm bu parçalanmış yirmi bir yıla, parçalanmış binlerce Lavin ve anı sığdırdım.
Lavin. Benim ismim Lavin.
Bu ismi kaderime dokunduranın babam olduğunu biliyorum. Anlamı çığ, heyelan. Beyaz bir ölüm.
Kulağa, dünyaya iyilik sarmaşıklarının ördüğü sevgi dolu penceresinden bakan bir adamın seçmeyeceği türden karamsar bir isim gibi gelebilir ama babam için ölüm demek, aslında her şeyin yeniden başlaması demekti. Ölümden sonraki hayata inanırdı, ölüme yakın deneyimler yaşayan insanlar ile ilgili araştırmaları ve o insanlarla yaptığı kayda geçmiş röportajları vardı. Babam bir Nöropsikoloji uzmanıydı. Evet, ölüme yakın deneyimlerle ilgili makaleler yazmış bir Nöropsikolog.
Zihnin ve ruhun aynı anda gökyüzünde süzülen farklı renklerdeki iki balon olduğunu düşünürdüm. Babam, bu balonların ikisini de elinde tutan bir kahramandı benim için.
Di’li geçmiş zamandan gelen yaramı yeterince açık ettiğime göre, artık onun ve saçlarıma masallar ören annemin yokluğundan bahsedebilirim.
Bir tır, buzlu yolda ilerler, içinde olduğunuz üçte biri büyüklüğüne bile sahip olmayan araca çarpar, sonra da küçük yetim kızın hikâyesi başlar. Bu çoğunlukla duymaya alışkanlık kazandığın hazin bir hayat hikâyesi gibi geliyor, biliyorum. Yine de söylemeliyim, deneyimlemesi oldukça zor.
Zihninde işlediği suçlara kelepçe takan ve onları ruhundaki hapishaneye gönderen o kız benim. Ayaklarımın üstüne basıp, tabanlarımda soğuğu hissettiğimden bu yana tek başımayım. Ailemi o kazada kaybettikten ve o kazadan ölmem gerekirken sağ çıktığım geceden beri, ben bu dünyadaki en yalnız ölümüm.
Gerçekleşmesi gerekirken gerçekleşmeyen, o geceye zincirlenmiş bir ölüm.
On sekizime girdiğim gün, kalabileceğim tüm yetiştirme yurtlarının kapıları da yüzüme kapandı. On sekizime kadar bir yetiştirme yurdunda değil, benden pek de hazzetmeyen halamın yanında kaldım. Halam, vicdana geldiği ya da abisinin emanetine sahip çıkmak istediği için değil, iyi maaş alan nöropsikolog abisi ve yine aynı şekilde ani ölümüyle emekliye ayrılan öğretmen yengesinin paralarının yetiştirme yurtlarına yatırılmasına izin veremedi, hepsi bu. Yoksa beni gönül rahatlığıyla verirdi yani.
Ben vazgeçilmesi en kolay olandım çünkü benden asla vazgeçmeyecek olan iki insanı kaybetmiştim. Gözden çıkarılmak benim için yürek burkan bir şey değildi.
Dünyada tutunacak tek bir dalı dahi olmayan birinden kökleri olmasını da bekleyemezsin.
Hoş, annemin emeklilik parası da yengemin borçlarına gidiyordu. Annem sağlığında çok yanlış bir kadına kefil olmuştu.
Yaşım dolduğunda ve kendimi her daim fazlalık hissettiğim o evin kapısından çıkıp karanlıkta meşale gibi parlayan özgürlüğüme koştuğumda, artık kabul edileceğim hiçbir yer olmadığını biliyordum.
Zaten meşalenin önüne geldiğimde de ucunda yananın alev olmadığını, soğuk bir sokak lambası olduğunu anladım.
Artık hiç kimsem yoktu.
O siktiğimin karısına da geri dönmeye hiç niyetim yoktu.
Yıllarımın büyük bir kısmını günlere bölerek eski bir ranzanın üstünde, tozu burnumdan içeri, ciğerlerime çekip rutubetin küflü tadına vararak büyüdüm. O kadının bana verdiği sikik ranza için ona minnettar olacak değildim.
Çocuk yaşlardayken beni okula göndermez, filmlerdeki kötü karakterlerin gerçekte de olduğuna inanmama neden olan aşağılayıcı sözleri ve soğuk bakan gözleriyle beni çırak olarak verdiği kuaförün önünde bırakırdı ve kaçmamam için de kapıda beklerdi. İnsanlar ona bakınca abisinin emanetine sahip çıkan iyi kalpli, güzel yüzlü bir kadın görürdü ama ben ona baktığımda hiçbir çocuğun yatağının altında olamayacak kadar korkunç olan bir canavar görürdüm.
Tüm bunlara rağmen bir şekilde liseyi bitirebildiğimde ve kuytu köşelerde dirseklerim mosmor olana dek çalışabildiğimde, hukuk fakültesinin kapıları benim için açılmıştı. Yeterince zorunda kalmamış birinin beni anlayamayacağını biliyordum çünkü bu hayattan kurtulabilmek için dirseklerimin mosmor olması, yeşile dönmesi, gecelerce ağrıması gerekiyordu. Hem fiziksel olarak çalışıp hem de zihinsel olarak kendini çalışmaya vermek zor da olsa hayata köklerimi bırakmak zorunda olduğumun bilincindeydim.
O evden çıkıp yeni bir esarete sürüklendiğim, yani kendimi bu küçük apartman dairesine tıktığım günden beri yanımda sadece tek bir insan vardı. O, artık yok. Ve ben acıyı tüm hücrelerimde değil, tüm moleküllerimde hissediyorum. Toz parçasından bile küçük olan yapıtaşlarım ağrıyor. Parçalanıyorum.
Ruhumun kıvrımlarından yükselen yanık kokuyu alabiliyordum. Altları gri gölgelerle damgalanmış bal rengi, iri gözlerimin ahşap çerçevesi kavlamış aynaya düşürdüğü yansımaya bakıyordum. Açık kahverengi, sarı olmayan ama kahverengiye de bir türlü sadık kalamayan kumral saçlarım yağlanmıştı.
Her soluk alıp verişimde boğazımdan aşağı yayılan tozun yakıcılığı tenimi kemiren soğukla da birleşince göğsümü yarar gibi ağrıtıyordu. Bu evde üç günün iki günü ağrı çekerdim çünkü soğuk, hem kas hem karın hem de göğüs ağrısı yapıyordu.
Acıyı damarlarında dolaşan kanın akışında, ruhunun kıvrımlarında ve kelimelere sırtını yaslamış bir şekilde parmaklarında hisseden her insan, bir roman sayfasıydı ve o roman sayfasını dolduran yazardı aslında. Ben bir roman sayfasıydım ama parmaklarımda kendimi var edebilecek kelimeler yoktu. Bazen zihnimde beni sağır edecek kadar güçlü bir sessizlik oluşurdu.
Yüzeyi çatlayan dudaklarımı araladığımda aynadaki yansımam da beni taklit etti. Üst dudağım, alt dudağımın dolgunluğunu göz önünde bulundurarak söyleyecek olacaksam eğer, inceydi. Dudağımın üst sol köşesinde bir bene sahiptim, ben de tıpkı saçlarım gibi açık renkteydi. Parmaklarımı tozlu masanın üzerine bastırdım. Son günlerde kirpiklerimi oynatacak hâlim bile olmadığı için her şeyi salmıştım. Boş vermiştim. Avuçlarımı da parmaklarım gibi masaya yaslandığımda aynaya biraz daha yaklaşarak tüm ağırlığımı eski, ikinci, belki de üçüncü el olarak satın aldığım ucuz masaya verdim.
Beş yıldır tanıdığım, beş yıl içinde birçok kalıba sığdırdığım insanın yokluğu, tozlu bir aynanın arkasından beni izliyordu sanki. Hayatıma yön veren tüm fikirlerle inatlaşıyordu onun yokluğunun varlığı. Saçlarımın aksine koyu renk olan kirpiklerimi kısınca, eski bir anıyla beraber onun sesi de zihnime yavaşça dağıldı.
Kardelen, insanlara güvenmenin koca bir çarpı işareti olduğu bir dönemde girmişti hayatıma.
Yaşadığım hayatın ağırlığıyla liseyi bıraktığım için günlerce okula gitmemiş, benim yüzümden disiplin cezası almıştı. Onun sayesinde okula geri dönmüştüm. Onun sayesinde değildi aslında, onun içindi. Onun için geri dönmüştüm.
Onunla lisenin ikinci yılında, en arka sıranın cam kenarında otururken tanışmıştım. Tahtada hiç de hazzetmediğim o dersin ismi yazıyordu. Geometri. Benim aksime o, bu dersi çok severdi. Ama anlamıyordum. Hangi geri zekâlı okulun ilk günü, daha birinci yılı hafızasındaki kara tahtadan silmeyi başarabilmiş zavallı bir ergene Geometri dersiyle eziyet etmeyi düşünecek kadar cani olabilirdi ki?
Kardelen’i kaybetmemin üzerinden geçen birkaç günlük süre zarfında delirmenin hiç de uzak olmadığı kafamın içinde, hayatımın yönünü değiştirip duran ihtimaller sürükleniyordu. İkinci kez kimsesiz kalmıştım. Kardelen, kollarımdaydı ve ruhu bedenini terk edip beni geride bıraktığında, sanki artık benim ruhum da orada değildi. İçimde koca bir boşlukla tek başıma kalmıştım.
Cenazesi bugündü.
Bugündü çünkü babası Kayhan Alaşan, çıktığı iş seyahati sırasında kızının ölüm haberini alınca kalp krizi geçirmişti. Babası Kayhan Alaşan, ünlü bir kardiyoloji uzmanıydı, tıp dünyasında onu tanımayan yoktu. Tıpkı babası gibi abisi de başarılı bir cerrah olma yolunda kararlı adımlarla ilerliyordu. Abisi, Kardelen’in yeryüzünde hayranlık beslediği tek insandı.
O gecenin içimde kopardığı vaveylanın kesik nefesleri ensemdeydi sanki.
Altımda kalçamdan sıyrılıp düşecekmiş gibi duran eski, siyah bir eşofman, üstümde ise sadece spor bir sütyenle kendi etrafımda bir defa dönüp odamı inceledim. Çok kısa bir süre önce onun kahkahalarına yankı veren duvarlarım, şimdi onun yokluğunu fısıldıyordu. Koyu renk ahşaptan gardırobuma baktım, o gardırobun içinde ona ait birkaç parça kıyafet olduğunu hatırladım, sonra tek kişilik yatağıma doğru döndüm ve bir süre hareketsizce yatağı izledim. Birlikte bu yatağa sığabiliyorduk. Kollarımı açıyordum, kollarımın arasına giriyordu ve soğuk kış geceleri daha az üşütüyordu.
Yatağın kenarında duran çiziklerle kaplı komodine baktığım anda bedenimden buz gibi bir ürperti geçip gitti. Komodinin üzerinde Kardelen’in bana veda etmeden iki hafta önce hediye ettiği çerçevenin içinde ikimize ait bir fotoğraf duruyor, anılar kafasını uzatmış bir camın ardından beni izliyordu.
Her zaman olduğu gibi sıcacık, şefkatli olan o, buz gibi bakan ben olmama rağmen birbirimize sımsıkı sarılmış, kameranın merceğine mutluluk saçan gözlerle bakmıştık. Deklanşörün patladığı ânı hatırladım, o deklanşörün sesi geleceğime yayıldı ve geçmişi ne zaman hatırlasam tıpkı şu an olduğu gibi kötürüm hissedeceğimi anladım.
Benim aksime onun koyu renk saçları daha hacimli, gür ve dalgalıydı. İri kahverengi gözleri badem şeklindeydi, büyük, kalp şeklinde dudakları vardı. Boynunda, omuzlarında, gerdanında ve hatta ellerinin bileklerinde bile olan benlere ne zaman baksam gülümserdim. O bağrında gökyüzünü taşıyordu. Sayısız yıldız onun teninde asılı duruyordu.
O, tıpkı bir yıldıza benziyordu.
Giyinirken aceleci davranmadım çünkü onu görmeye değil, ona veda etmeye gideceğimi biliyordum. Bu vedaya hazır hissetmiyordum. Ona veda etmek, kalbime veda etmek demekti. Siyah kot pantolon ve siyah boğazlı kazağımı giydikten sonra karşı dairede oturan Gülnihal teyzeden aldığım siyah şalı yavaşça saçlarıma doladım. Uykusuzluktan çökmüş gözlerimi saklamak için siyah bir güneş gözlüğü taktıktan sonra çantamı alıp evden çıktım. Otobüs yolculuğu yüzümde kimsenin nedenini tahmin edemeyeceği, merak bile etmeyeceği bir boşlukla sürdü.
Yalnızlığın güzel olduğuna dair okuduğum her roman, zihnimde büyük delikler açmıştı. Şimdiyse o delikleri doldurmayı başaran tek insanı toprağa gömme sırasıydı. Bir çiçeği toprağa gömerdiniz ama bir insanı toprağa gömmek çok saçmaydı. İsmi Kardelen’di, evet, o benim çiçeğimdi ama neden onu toprağa gömmek zorundaydık ki?
Olmak zorunda olduğum ama kesinlikle olmak istemediğim yere geldiğimde saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Hava çok bulutluydu. Güneş, toprağa ekeceğimiz çiçeği izleyemeyecek kadar darılmıştı yeryüzüne. Saçlarımdan kayan şalı düzeltirken boğazımda bir bıçak varmış gibi zar zor yutkunup mezarlığın kapısındaki kalabalığa baktım.
İşte buradaydım ve onsuzdum.
Kardelen ve ben, ölüm ve yaşamın iki bedene sinsice sızan tezahürünün verdiği o kolpa mücadeleydik.
Boynumda bir zincirin ucundan aşağıya sarkıtılmış bir sandık asılıydı sanki. Ağırlık beni yere çekiyordu. Yerin yedi kat altına. Ateşin özüne. Cehenneme.
Ruhsuz bakışlarım usulca kalabalığı taradı. Mezarlığın demir kapısından içeri girerken dikkatimi çeken ilk şey bir grup takım elbiseli adamın başına toplandığı adam olmuştu. Bu darmadağın görünen adam ünlü kalp cerrahı Kayhan Alaşan’dan başkası değildi. Perişandı, onu her zaman gördüğüm hâlinden çok uzaktı, sanki başka biriydi. Gücünü savaş meydanına gelmeden hemen önce kör bir noktada bırakıp savaş meydanına yenilgisini ilan etmek için gelen bir askere benziyordu.
Herkesin yakasında Kardelen’e ait bir fotoğraf vardı. Bir kadın beni fark ettiğinde elindeki toplu iğneyi ve Kardelen’in gülümsediği fotoğrafı avucuma iliştirip benden uzaklaştı.
Avucuma yanan bir demir parçası bırakmaktan farksızdı bu yaptığı. Bunun farkında mıydı?
Gömüleceği çukurun önüne gelene dek tüm bunların bir kâbus olmasını dilemeye devam ettim. Gözyaşları içinde uyanıp onu arayacağım, sesini duyunca rahatlayacağım bir kâbus olmasını istediğim bu şeyin gerçekliği, ruhumu ezdi geçti.
Meryem teyze ağlıyordu. Durmadan ağlamış olmasına rağmen işte buradaydı ve hâlâ tükenmemiş bir sürü gözyaşı varmış gibi onları akıtıyordu. Perçemi şalından süzülüp alnına düşmüştü ve koyu kahverengi perçemi bana onun saçlarını hatırlatmıştı.
Defin başlayana dek kimse benim farkıma varmadı çünkü bir annenin haykırışları mezarlığın içinde fırtına gibi esti durdu.
“Yapmayın!” diye çığlık attı Meryem teyze, görüş alanım puslandı, gözyaşlarının gözlerime batıp taşarak kirpiklerimi dağladığını hissettim. “Koymayın kuzumu oraya! Kayhan!”
Birileri onu tuttu ama acı insana güç veriyor olsa gerek, onu tutan üç kadını aynı anda savurup dizlerinin üzerine çökerek dizlerine vurdu.
“Kayhan bir şey yap, ne olursun. Ne olursun, Kayhan! Ne olursun…”
Bacaklarımdaki dermanı çekip alan bu çığlıklar mıydı yoksa düştüğümüz durum muydu bilmiyordum. Gözlerim çukurun içine yerleştirilen bedenine dokunduğu anda nefesim göğsümü deldi geçti, omuzlarım titredi ve aldığım içli nefesi duyan bir kadın omzunun üzerinden bana acıyarak baktı.
“Kayhan!” diye çığlık attı Meryem teyze. “Kayhan ne olursun, ne olursun bir şey yap!”
Onu beyaz kefenin içinde bir kukla gibi o çukura yerleştirirlerken herkes sessizce ağlıyordu ama Meryem teyze öyle çok ağıt yakıyordu ki, ondan başka kimsenin çıtı duyulmuyordu. Tırnaklarımı avuçlarımın içine sapladım. Avuçlarımı yakan bir acıdan fazlasıydı. Avuçlarımda yanan bir yaradan fazlasıydı.
“Oğlum!” diye ağlayarak kafasını kaldıran Meryem teyzenin baktığı yöne bakamadım.
Yağmur sonrası toprağı andıran o koku genzime dolduğunda ise gözlerimi ahşap bir tahtaya yazılmış ismine indirdim. Sanki şu an bir göz daha o yazının üzerindeydi ve harflerin üzerinde göz göze gelmiştik.
“Kartal!” diye yalvardı Meryem teyze. “Ne olursun kardeşini oradan çıkart!”
İşte o buradaydı. Kardelen’in bu dünyadaki kalp atışları. Hâlâ o kalp atışlarını duyuyorsam sebebi bu adam mıydı?
Kartal Alaşan.
Bakışlarım ağır ağır ona doğru çevrildiğinde bu kadar yakınımda olmasını beklemiyordum. Bir metre ötemde durmuştu, altın tozu dökülmüş gibi parlayan çekik gözleri kısık bakmasına rağmen iri irislere sahipti. Altın kahve gözlerindeki cansız bakışlar doğrudan Kardelen Alaşan yazısına saplanmıştı. Bir bıçak gibi orada saplı duruyor ama kan, bıçak onun gözleri olmasına rağmen yazıdan değil, gözlerinden akıyordu.
Dudakları düz bir çizgi şeklinde gerilmişti. Uzun boyu yüzünden kirpiklerini indirerek bakmak zorunda olduğu yazıda sabit duran bakışları öyle ruhsuzdu ki, bir an için asıl cenazenin karşımdaki adam olduğunu düşündüm.
Uzun kirpikleri yavaşça yukarı kalktı, içi iri olan çekik gözleri yavaşça yukarı tırmandı ve o an onunla göz göze geldik. O vahşi acı hissi daha o an göğüs kafesimi tutup, kemikten parmaklıkları bükerek kafasını içeri soktu.
Gözlerimiz kısa süreliğine birbiri üzerinde asılı dururken altın kahve gözlerindeki ruhsuz ifade silinmemişti. Tıpkı soğuk, buzdan bir duvara bakıyormuşum gibi hissettirmişti. Zayıf ve uzun yüzünün keskin hatlarına karanlık çökmüştü. Çıkık elmacık kemikleri, zayıf yüzünün daha içe dönük durmasına neden oluyordu evet ama bugün yüzündeki gölgelerin sebebi kemikleri değildi. Uzun inen ama ucu hafif kalkık olan burnu Kardelen’in top şeklindeki kalkık burnundan farklı olsa da ona baktığımda Kardelen’le olan benzerliği kalbimi parçalamaya yetiyordu.
Bakışları anıları da beraberinde koparıp alarak benden ayrıldı. Şimdi annesine bakıyordu. Annesine bakarken, o ağıtları dinlerken, tüm bu yıkımı izlerken bile yüzü hâlâ ruhsuz, gözleri cansızdı.
Kartal Alaşan, ruhsuz falan değildi. Kartal Alaşan’ın ruhu kan kaybından ölüyordu.
Siyah takımının içinde bir ölüm meleğine benziyordu ama o ölüm meleğinin kalbi vardı. Tam sol göğsünün üzerinde, takımının ceketine iliştirilmiş Kardelen’e ait fotoğrafa bakınca o kalbi gördüm. Ölüm meleğinin kalbini…
Ölüm meleğinin kalbine verdiğim sözü hatırladım.
Ölüm meleğinin dişlerini sıktığını gördüm. Ardından ruhsuz bakışları tek bir an olsun annesinden ayrılmadan bana doğru bir adım attı ve yanımdan geçip giderken ardında yağmur sonrası toprak kokusunu bıraktı. Meryem teyzenin ağıtlarını sonlandıran, bilincini kaybedip bayılması olmuştu. İnsanlar onun üzerini toprakla örtmeye başladığında, Meryem teyze artık burada değildi.
Kartal Alaşan’ın etrafını çevreleyen bir grup genç erkek topluluğu sırayla küreklere toprak doldurdu ve toprağa ektiğimiz çiçeğin üzerini örtmeye başladı. Hiçbirini inceleyemedim, hissettikleri acıya bakamadım, mimiklerine, yüzlerine dikkat kesilemedim. Sadece bir tanesinin sık sık Kartal’ın omzuna dokunduğunu gördüm. Boynunda bıçak dövmesi olan genç bir adamdı. Kartal dokunuşlara tepkisiz kalsa da o adam elini daima onun omzuna koymaya devam etti.
Herkes dağılmaya başladığında insanlar fısır fısır konuşuyordu. Kimisi onun çok genç olduğundan, kimisi bu olayın nasıl gerçekleştiğinden, kimisi bunun büyük bir aile dramı olduğundan bahsediyordu. Mezarlığın dışına çıkıp akıp giden kalabalığın ortasında öylece dikilirken nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Bir adım sonrası benim için uçurum gibiydi. Adımımı ne yöne atarsam atayım, ben çoktan o uçurumdan aşağı düşmeye başlamıştım bile.
Dakikalar aktı, insanlar kaybolmaya başladı, geriye rüzgârın ıslıkları kaldı. Yeniden mezarlığın içine girmek için demir kapıya doğru döndüğüm an uzun sarı saçlarını sıkıca bağlamış bir adamın o kapıdan kızarmış yüzünde paramparça bir ifade, gözlerinden boşalan yaşlarla çıktığını gördüm. Adam bana bakmadı ama benim gözlerim onun yüzünde asılı kaldı. Tanıdıklık hissi birdenbire kor alevlere dönüşerek damarlarımı yaka yaka ilerlemeye başlamıştı. Onu daha önce gördüğüm düşüncesine kapılmış hâlde yanımdan geçip gidişini izledim. Çok geçmeden, adamın kim olduğunu hatırladım ve dudaklarımda buruk bir tebessüm şekillendi.
İçeri girerken arkama bir kez daha bakmak, onun perişan yüzünü incelemek istedim ama buna hâlimin olmadığını fark ettim. Ağır adımlarla mezarlığın içinde ilerlemeye başladığımda akşam karanlığı mezarlığın içine tıpkı ruhuma çöken sancı gibi çökmeye başlamıştı. Birden adımlarım bıçak gibi kesildi, Kartal Alaşan’ın hâlâ orada olduğunu gördüm. Hiç kimse yoktu. Bir o vardı bir de ben vardım. Bir süre sadece onu izledim.
Kartal Alaşan, kardeşinin mezarının önünde oturuyordu. Sırtı bana dönüktü. Bakışlarını göremiyor olsam da onları mıh gibi zihnime kazımıştım. O ruhsuz bakışlarda gördüğüm şey yalnızca acı değildi.
Bu karanlık bir güzelliği bedenine ikinci bir deri gibi geçirmiş olan adamın altın kahve gözlerinde başka bir şey daha vardı.
İntikam.
Sert bir rüzgâr, düşüncelerime eşlik edercesine ıslık çalarak şalımı geriye doğru uçurdu ve saçlarım şalın kenarından dışarı döküldü. Kartal, büyük ellerinden bir tanesinin uzun parmaklarını toprağa gömdüğünde, elini toprağa değil, kalbime gömmüş gibi ağrıyla sendeledim. Parmakları toprağı kavradı, sanki çiçeğini oradan çıkarmak istiyormuş gibi avuçladığı toprakla birlikte elini havaya kaldırdı. Sonra toprağın üzerine vurup başını geriye atarak gökyüzüne baktı.
Orada görmeyi dilediği kişiye rastlayamadığında ise başı yeniden önüne düşmüştü.
Olduğum yerde titreyen bir nefes aldığımda toprağa vurduğu yumruğu birden buz kesti. Varlığımı yeni fark ettiğini fark ettim. Dikkatli görünen bu adamın üzerinde şu an ona eğreti duran bir dikkatsizlik vardı. Bana bakmadı ama omuzlarının gerildiğini fark ettim.
“Neden hâlâ buradasın?” diye sordu mekanik bir sesle.
“Çünkü başka gidecek bir yerim yok.”
Birbirine sırt vermiş iki buzdağı gibiydik. Duyduğu cümle onun için ne ifade ediyordu bilmiyordum ama omuzlarını dikleştirdiğini gördüm. Bakışları omzunun üzerinden bana dönerken eli hâlâ topraktaydı.
Altın kahve gözleri beni odağına aldığında rüzgâr sert bir vaveyla kopararak esti ve siyah şalım, yüzüm boyunca kayıp uçarak saçlarımdan sıyrıldı. Aynı rüzgâr bu defa açık renk saçlarımın arasından süzüldüğünde dağılmış saçlarım yüzümün bir kısmını örtüyordu.
Sessizlik.
Bu sessizlik, bir bebeğin ana rahminden söküldüğü ilk anda boğazına akan nefesle beraber kopardığı çığlıklara benziyordu. Ruhuma devrilen altın kahve gözler, aldığı cevaptan fazlasını istiyormuş gibi pençelerini bana geçirmişti. Ona doğru bir adım attığımda saçlarım uçuşmaya devam ediyordu.
“Tıpkı şu an senin de gidecek başka bir yerinin olmadığı gibi,” diye fısıldadım.
Kartal’ı tanırdım ama çok değil. Şimdi onu tanıyor olmama rağmen bir yabancıya bakıyormuşum gibi hissediyordum. Anılarımız geçmişin içinde süzülürken onunla aramızda her zaman aşılması güç bir duvar olduğunu hissettiğimi hatırladım. O benim için aynı evin içine girip çıktığım bir yabancıydı bir dönem, bu doğruydu ama şimdi gördüğüm adam o yabancıdan bile daha el gibi hissettiriyordu. Gözlerinde ara sıra denk geldiğim muzip ifadeler yoktu, tüm duyguları silinip gitmiş gibiydi. Bana her zaman soğuk ve temkinli baktığını görürdüm ama hiçbiri bu kadar üşütmemişti.
Kartal aniden kalktı ve o ruhsuz ifade vahşi bir ifadeyle yer değiştirdi.
“O gece onunlaydın,” dedi mermer gibi bir sesle. Dudaklarından dökülen kelimelerin sırt sırta vererek oluşturduğu bu cümle, ruhumun gerçekle burun buruna gelmesine neden oldu. Bir adım geriye atıp başımı salladım. Onayladım. Bakışlarım mesafeliydi ama onunkiler kadar zalim değildi.
“Her zaman onunlaydın,” dediğinde sesi hâlâ mekanik geliyordu. Kaskatı bir çeneyle, “Onunla ilgili her şeyi biliyorsun,” diye fısıldadı. Bakışları ölümü vadeden bir meleğe ait gibiydi.
“Kimse kimseyle ilgili her şeyi bilmez.”
“Ama sen her zaman onun yanındaydın. Tıpkı o gece de olduğu gibi.”
Suçlayıcı mı konuşuyordu yoksa sadece kelimeleri mi keskindi anlamıyordum ama o bir şeyler söyledikçe ruhumda kesikler oluşuyor gibi hissediyordum.
Sorgu gecesine ait anılar esen rüzgâra takılarak mezarlığın içine savrulduğunda gözlerimi yumdum. Gözlerimi açtığımda bir sorgu masasında oturuyordum. Karşımdaki memur bana yaşımı soruyordu, bu dünyadaki yerimi, alışkanlıklarımı, o gecenin nasıl başladığını, o gecenin nasıl sonlandığını, onunla ilgili cevabını kimsenin bilmeyeceği soruları… Hepsini bedenimin dışına çıkmış, boş kalan bedenimi izleyerek yanıtlıyordum sanki. Şokta olduğumun farkında olan memurun yanına gelen kadın bir şişe su uzatıyordu ve kapağı bile açamayacak hâlde olduğumu gören memur, benim için kapağı açıp şişeyi bana uzatıyordu. Elim öyle çok titriyordu ki şişedeki suyun yarısı üzerime, yarısı masaya dökülüyordu. Memurun bana acıdığını hissediyordum. Kadının elini omzuma koyup iyi olup olmadığımı sorduğu ânı hatırlıyordum.
Her şey hem çok yakın bir zamanda olmuş gibiydi hem de çok uzak.
Memur bana, “Uyuşturucu kullanıyor muydu?” diye sorduğunda, ıslak ellerimi üzerime silerek, “Hayır!” diye bağırmıştım, sonra histeri krizi mi yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamadığım bir duygu değişimi tarafından ele geçirilmiş, titreyerek deliler gibi ağlamaya başlamıştım.
“Hayır,” demiştim. “O, ağzına sigara bile koymazdı. Hayır.”
Sorgu odasından çıkıp karanlık koridorda ilerlerken Meryem teyzeyi görüyordum, ona sarılıyordum, neden özür dilediğimi bilmiyordum ama durmadan özür diliyordum. Sonrası karanlıktı. Hatırlamıyordum. Algım kapalıydı ve bir annenin çığlıklarıyla birlikte polis otolarından yükselen sesleri duyabiliyordum ama hiçbir şeyi göremiyordum. Sadece her yer o kadar karanlıktı ki sanki kör doğmuştum ve ışık nedir bilmiyordum.
Mezarlığın içinde dolaşan anılardan gözlerimi açarak kurtuldum ama en büyük anı karşımda duruyordu. Benzerlikleri can yakıcıydı. Kartal yırtıcı, yaralı bir hayvan gibi bana yaklaştığında içgüdüsel olarak bir adım geri atıp kaşlarımı çattım.
Bakışları yüzümde, ardından saçlarımda dolaştı ve “O, uyuşturucu kullanmazdı. Hiçbir zaman,” dedi, sesi toktu. “O, kısacık hayatında bir kez olsun sigara bile içmemişti.” Sesindeki sakinlik gözlerindeki çılgınlığı örtbas etmiyordu.
“Söylesene!” diye bağırınca tok sesi mezarlığın içinde yankı uyandırdı ve gözlerindeki çılgınlık, sesindeki sakinliği parçaladı. Onun masumiyetini bana öyle sert hatırlattı ki temeli çürük bir bina gibi kendi içime çökmeye başladım. “Bana hak versene. Evet, kullanmazdı desene.”
Dudaklarımda kuru bir sancı tomurcuklandı. “Bunu sorguda da söyledim,” diyebildim. “Üzgünüm.”
“Üzgünsün, öyle mi?” Sorusu beni afallattı. “Ne kadar üzgünsün?”
“Ne söylemeye çalışıyorsun?”
Bana doğru bir adım daha attı ve pahalı rugan ayakkabılarının ucu botlarımın ucuna değdi. Uzun boylu bir kadın olsam da Alaşan benden bir kafa boyu kadar uzundu ve ona bakmak için kafamı kaldırdığımda bir an için bu yakınlık beni kör edici bir rahatsızlıkla dürttü.
“O gece onunlaydın. O gece onunlaydın ve hiçbir şey bilmiyorsun, öyle mi?”
“Bildiğimi mi düşünüyorsun?”
Kartal’ın gözlerindeki öfke, bıçağın keskin yüzeyi gibi parladı.
“Git buradan.”
“Beni suçluyorsun,” dediğimde bana bakmadı bile.
“Seni suçluyor olsaydım şu an karşımda bu kadar rahat dikiliyor olamazdın.”
Yanımdan sıyrılıp geçmeden önce söylediği son söz bu olmuştu. Onun gidişini izlerken mezarın önünde öylece dikiliyordum. Şu an tek istediğim kaçmak olmasına rağmen buradaydım.
Onun isminin harflerine bakarken, “Sözüm söz,” diye fısıldadım. “Ben sana verdiğim sözü, sana kavuşana dek tutacağım.”
Büyük bir acıdan kurtulmanın tek yolu, daha büyük bir acıydı. Acıyı acının üzerine basacak, hissizleşerek ruhumun vaveylasını susturacaktım. Hızla arkamı döndüm, şalı yerden aldım ve mezarlığın çıkışına yürümeye başladım. Geride bıraktığım benim çocukluğumdu ve ben ona sırtımı dönerken, bir gün geri dönüp onu bıraktığım yerden alacağıma dair bir söz vermiştim kendime.
Ya onu almak için dönecek ya da onun yanında kendime de bir çukur kazdıracaktım.
Mezarlıktan çıktığımda Kartal, siyah bir Land Rover Defender’ın önündeydi. Mezarlığın demir kapısını çarparak çıktığım an buz kırağı bakışları beni odağına aldı. Hiçliği ve karanlığı harelerine parlak bir bıçakla kazımış, ruhu uluyan adam bana bakarken o kadar zalim görünüyordu ki, Kardelen’e verdiğim söz bir kez daha kulaklarımda çınladı.
“Orada dur!” diyerek ona doğru ilerlemeye başladım.
“Ne var?”
“Bu konuşma burada bitmedi, Doktor.”
Ona doktor dememi yadırgamamıştı. Oysa bu ona ilk kez böyle seslenişimdi. Bizim kurduğumuz anlık göz kontakları dışında onunla kurduğumuz iletişim sayısı çok azdı, o beni ben de onu yok saymayı tercih ederdik.
“Seninle konuşacak bir şeyim yok benim,” dedi sert bir sesle. “Sen onun arkadaşıydın ve artık o yok. Alışsan iyi olur, ufaklık.”
Bana bir yumruk atsa bu kadar sarsılır mıydım merak ediyordum. Onun yakasına yapışmak, nasıl onun artık olmadığını bu kadar rahatça dile getirdiğini sorup ona bağırıp çağırmak istiyordum.
“O artık yok demek bu kadar kolay mı?” diye sordum dehşet içinde. “Onu bu kadar kolay mı yok sayacağız? Hepimiz öylece hayatlarımıza devam mı edeceğiz?”
Dişlerini sıkarak, “Defol git başımdan!” dedi sertçe.
Elimi cipinin ön kaputuna vururken öfke kanımın ters akmaya başlamasına neden olmuştu. “Sen onun nasıl can verdiğini biliyor musun?” diye bağırdım, yoldan geçen insanlar dönüp bize bakmıştı. “Ben biliyorum.”
Uslu durmayacaktı, biliyordum. Kardelen’in onu neden bana emanet ettiğini şimdi daha iyi biliyordum. O gözlerde gördüğüm öfkenin hayra alamet olmadığını daha ilk andan anlamıştım.
Kartal’ın o sert ifadesi, ifadesinden daha da sert bir şeyle vurulmuş gibi sarsılırken, “Sus,” diye hırladı.
“Durmayacaksın, değil mi?” dediğimde gözlerinden vahşi bir ifadenin geçip gittiğini gördüm. “Durmayacaksın. Uslu durmayacağını biliyorum. Bu işin peşini bırakmayacaksın, değil mi? Sen de benim gibi ona birinin kıydığını biliyorsun çünkü.”
Yumruğunu sertçe ön kaputa vurarak ön kaputun içe göçmesine neden olduğunda hiç hareket etmeden ona baktım. Korkmamıştım, bunu fark etmişti, dişlerini birbirine bastırarak, “Cevabını bildiğin soruları sorma o zaman,” dedi, nefesindeki öfkenin yüzüme sertçe çarptığını hissettim.
“Bana ihtiyacın var,” diye fısıldadım onun takımının gömleğinin yakasına bakarken.
Bir adım geri atıp, “Ne?” diye sordu. Gözlerimi yüzüne çevirdim ve öfkeyle çatılmış kaşlarının altındaki keskin bakışlarının jilet gibi parladığını gördüm.
“O gece ben de oradaydım. Kimin yaptığını bilmiyorum ama birinin yaptığını biliyorum. Kasten ya da istemeyerek, ona bunu biri yaptı. O kişiyi bulabilmen için bana ihtiyacın var. Orada olan tüm yüzler…” İşaret parmağımı yavaşça kaldırıp şakağıma götürdüm. “Burada.”
Göz bebeklerinin içinde bana ait korkusuz yansımayı görüyordum. Dudaklarını aralayacağı anda onu kendi canımı parçalara ayıran cümlelerimle susturdum.
“O benim kimsesizliğimin kimsesiydi, Alaşan.” Elimi ona uzattım. Bakışlarımdaki keskin kararlılık, karşımdaki adamın tehlikeli güzelliğini yansıtan bir aynaydı. “Sakin durmayacağını biliyorum ve bunu tek başına yapmana izin vermeyeceğim.”
Gözleri anlık elime, sonra tekrar gözlerime çevrildi. Akşam usul usul yerini geceye terk ederken buradaydık ve uzun zamandır birbirimizi tanıyan iki yabancı olmamıza rağmen birbirimizi yeniden tanımak üzereydik.
Bir uçurum önünde durmuş, kayalıklara çarpan çivit mavisi dalgaların benim ölüm beyazıma çalan köpüklerini yukarı kabartışını izliyordum. Bu uğurda gerekirse canımı verecektim ya da birçok canı kurban edecektim. Gözlerine baktığım adamın öfkesine yaslanıp bizi götürdüğü yere gitmekten çekinmeyecektim.
Ben bir söz vermiştim. Hem bu adamın yanında olacaktım hem de onun intikamını bunu yapan kişiden kalbi de dâhil olmak üzere her şeyini sökerek alacaktım.
“Başa saralım,” diye fısıldadım. “Gün geceye dönerken seninle burada yeniden tanışalım.”
Kartal gözlerini gözlerimden çekmeden elini uzatırken hiçbir şey söylemeden bana bakıyordu. Parmaklarımız birbirine temas edip ellerimiz birbirine dokunduğu an ikimizin de gözleri bilinçsizce irileşti. Nedenini sorgulamayacağım ve asla merak etmeyeceğim baskı avucumun içinde zonklarken sertçe yutkundum.
“Lavin Sönmez.”
Zaten bildiği ismimi ilk kez duymuş gibi gözlerini kıstı ve bana ismini söyledi.
“Kartal Alaşan.”
Sesinde anlaşmamızı imzalayan kalemin mürekkebi vardı.
🎧: Michael McQuaid & Harris Owens, Blood On My Hands