Yalnız olmamayı, yatakta kendi yanıma uzandığımda ve ağlarken kendi saçlarıma dokunduğumda öğrenmiştim. Bunlar basit düşünceler için güç, benim için ise yalnızlığın kaybolması demek. Genişleyip daralan çoğu hafızanın sahibi, gözyaşlarını kendi başına sildiğinde yalnız ama güçlü olduğunu düşünür. Güç gözyaşlarını kendi başına silmekten geçiyorsa, herkes güçlüdür ama yalnızlığı siler gibi gözyaşını silersen, sen yalnız olanların arasındaki en kalabalık insansın demektir.
Güç var olduğu gibi yok olabilir, yalnızlığı yok etmeyi öğrendiğindeyse hep kalabalıksındır; yalnızlık kendini kaybettiğinde başlar.
Güç. Şu an karşımda dönüşmüş hâlde duran kadının bedeninden oluk oluk fışkıran şeyin ismi buydu.
Kızdıklarında bize kasırgalar yağdıran tanrıların gücü sanki tüm bedenimi tavaf ediyormuş gibi hissederken, “Senin düşmanın değilim,” dedim, kızın çatık kaşlarının altındaki su mavisi gözleri öfkeyle parlamaya devam ediyordu. Onu tatmin eden bir cevap olmadığını atak yapacağını fark ettiğimde anladım. “Dövüşmek mi istiyorsun? Peki. Madem öyle.”
“Oluk oluk karanlıksın,” diye hırıldadı, sesi hem narin ve inceydi hem de bir dalga gibi şiddetli ve ıslak.
Ay yavaş yavaş devinirken yıldızların önünden geçiyordu.
“Cennet’i temsil eden bir periyi baz aldığımda, sen de bayağı agresifsin,” dedim kuru bir sesle. “Seninle dövüşmek için gelmedim. Seni bulmak için geldim.”
“Neden beni arıyorsun?” diye sordu çift gelen sesiyle, ona sabrımın son demlerinde olduğunu belirten bir bakış attığımda, bakışlarıma aynı sertlikle karşılık verdi.
Araf arkamdan, “Onu kışkırtma Taş Bebek,” deyince boynumu çıtlatarak ona doğru döndüm. Cennet Perisi şimdi bir bana bir de ikimizi dikizleyen insan kılığındaki Kar Leoparı’na bakıyordu. “Kar Leoparı,” dedi peri ters bir sesle. “Benden ne istiyorsunuz?”
“Biz dostuz,” dedi Araf. “Yani sanıyorum öyleyizdir hayatım. Şimdi su sıçratmayı bırakıp yere iner misin, inan bana hiç havamda değilim.”
Cennet Perisi Araf’a aldırış etmeden beni hedef alarak avucunun içinde büyüttüğü suyu havaya kaldırdı, gözlerimi kısarak kıza baktım, pasif bir karakter olmadığı kesindi ve benden aldığı enerji onu saldırganlaştırmıştı.
“O suyu bana fırlatıp bana muhtemelen kalıcı bir hasar vermeden önce iki kez düşün,” dedim ve omurgamdan yükselerek tüm bedenime eşit paydada dağılan gücü hissettim. Elimi havaya kaldırdığımda, tırnak diplerimdeki acı çoğalarak birdenbire arttı, uzun pençelerim çıkmaya başladı. Cennet Perisi duraksadı. “Çünkü iç oyan katil ben olmasam da senin cennete ait ıslak organlarını dışarı çıkaracak kadar keskin pençelerim var gibi duruyor.”
“Sen tam anlamıyla karanlıksın,” dedi Cennet Perisi, avucunun içinde dalgalanan suyun yatıştığını gördüm. Gözlerime inanamayacağım bu manzara artık bana çok normal gelmeye başlamıştı. “Neyin peşindesiniz?” Sesi hâlâ düşmanca yükselse de gözleri artık biraz öncekine nazaran daha sakin bakıyordu. Yine de tetikteydi, dönüşmüş hâldeydi ve isterse bana saldırabileceğini açıkça gösteren bir kudretle parlıyordu. “Neden buradasınız ve benden ne istiyorsunuz?”
Cevap bekleyen mint yeşili gözlerinin içinde mavi parıltıları görebiliyordum. Dudaklarımı sabırsızlıkla birbirine bastırdım, elimi saklama gereği duymadan korkusuzca havaya kaldırıp, uzun ve tıpkı bir yırtıcıyı anımsatan tırnaklarımla onu işaret ettim.
“Seni istiyoruz.”
Araf bir anda, “Bu kadar erotik bir şekilde söylemen beni azdırabilir ama onu sadece sinirlendirir,” deyince Cennet Perisi kafası karışmış gibi bana dik dik baktı. “Kafası karıştı gibi. Tüh, keşke bir çuval getirseydim, hazır sen onun kafasını karıştırıyorken kafasından aşağı geçirirdim ve zorla götürürdük.”
“Dene de seni haşlanmış suda pişen ahtapota çevireyim,” dedi Cennet Perisi çenesini dikerek. “Sizi kim gönderdi?”
“Ona bakma, o sadece yavşak,” dediğimde Araf küçük, üzgün bir köpek yavrusu sesi çıkardı ama aldırış etmedim. “Bizi buraya Noyan gönderdi. Kızıl Yaka’nın göbeğinden, merkezinden geliyoruz. Noyan’ı tanıyor musun?”
“Tanımıyorum.” Sesi kıyıyı döven dalga gibiydi. Bana hâlâ güvenmediği için yere inmiyordu. Herhangi bir insanın onu bu şekilde görmesi, o insana aklını kaybettirebilir ya da en basitinden kalbine inmesine neden olabilirdi ama Cennet Perisi ifşa olmaktan pek de korkuyor gibi durmuyordu.
“Sana ihtiyaç var.” Bu cümlem düzgün kaşlarını kaldırarak bana alay ve öfkeyle bakmasına neden oldu. “Sana çeşme ve kan desem, anlar mısın beni?” diye sordum bu kez sertçe ve o an, Cennet Perisi’nin yüzündeki kan hızla çekildi.
“Ne dedin sen?” diye sorarken hızla yere kondu, ayaklarının etrafında sular dalgalandı ve zeminde küçük su birikintileri ilerlemeye başladı. Sırtında kıpırdayan sudan kanatlarla bana doğru yürümeye başladı. Araf ne olduğunu anlayamasa da beni koruma isteğiyle önüme geçmeye çalıştığında, peri elini kaldırarak onu sudan bir duvarla durdurdu. Sudan, şeffaf görünen fakat yüzeyinde hafif dalga akisleri gezinen duvarın arkasında kalan Araf’ın boğazının derinliklerinden gelen hırıltıyı dinledim.
Sakindim çünkü perinin bana zarar vermeyeceğini biliyordum, atakta bulunmuyordum çünkü onun dikkatini çektiğimin farkındaydım.
“Yıkımın habercisi misin?” diye sordu dikkatlice beni incelerken. Yüzünde sim gibi parlayan şeritler şeklinde dövmeler olduğunu fark ettim, bu geçirdiği değişimden dolayı olmalıydı; muhtemelen onun doğaüstü kostümünün bir parçasıydı.
“Beni buraya Noyan yolladı. Sana ekip içinde ihtiyaç var.” Gözlerinin içine tüm gerçekliğimle baktım. Bakışlarını ellerime indirdi, parmaklarımdan fırlayan tırnaklarıma ve elimi bileğime dek is karasına boyayan doğaüstü gücüme bakarken kaşlarını çatıldı.
“Bir doğaüstü ekibi kurulduğunu mu söylüyorsun?”
“Öyle de denebilir,” dedim.
“Sen nesin?”
Sesi buz ya da soğuk su buharı gibi dondurucu bir şekilde yüzüme çarpıyordu.
“Bunu henüz bilmiyorum.”
Kaşlarının ortasında derin bir düşünce yarığı var oldu. “Ne olduğunu bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum,” dedim dürüstçe.
“Ne yani? Henüz uykusundan yeni uyanmış bir çömezi mi beni ikna etmek için yolladılar?”
“Yeteneklerini bilseydin onun için ıslanırdın,” dedi Araf şeffaf, sudan duvarın arkasından. Sıkılmış gibi bir hâli vardı, yanaklarının içini şişirmişti, öfkesi geri çekilse de gözleri tüm muzipliğine rağmen tetikte parlıyordu.
“Bu zevzek Kar Leoparı seninle çiftleşmek istiyor olmalı,” dedi Cennet Perisi ağır bakışlarını Araf’a dokundurarak. “Gidip kendi dengin birini bulsana, şu pençeleri görüyor musun? Bu kız seni deşer.”
“Keşke,” dedi Araf, duvara dokunduğunu fark edince ona baktım. Parmaklarının altındaki sudan duvar dalgalandı. “Sırtımı ve istediği birçok noktamı deştirebilirim.”
“Benimle gelecek misin?” diye sordum periye. Peri bir müddet durdu, yüzüme baktı, gözlerime, siyah gözlerimde ne gördü bilmiyordum ama kaşlarını çattı. Gözleri bu defa soğuk akan bir su gibi ellerime aktı.
“Bir doğaüstü ekibine ihtiyacım yok ve bu yüzden o ekibin bana ihtiyacı olup olmaması da umurumda değil.” Gülümsedi, gülümsemesi soğuktu, cennetten esen bir rüzgâr gibiydi; hem ferah hissettiriyor hem de üşütüyordu.
“Cennet ne zamandan beri çıkar güdüyor?” diye sorduğumda öfkelendiğini hissettim.
“Buradan gidin. Sizle kavga etmeyeceğim.”
Kanatları usulca yere akıyor gibi içeri doğru gitti, bir saniye sonra artık kanatları yoktu ve yüzündeki sim gibi parlayan dövmeler kaybolmuştu. Sudan kıyafetleri hâlâ üstündeydi, beni süzmeye devam ediyordu. Duvar ortadan kalkınca Araf öne doğru sendeledi ve omzu sırtıma çarptı. Aldırış etmeden periye bakmaya devam ediyordum.
“Bizimle gelmeyeceksin, öyle mi?”
“Daha net nasıl söylememi istersin?” diye sordu bana. “Sendeki karanlık boğucu. Varlığın üzerime çöküyor.” Gözlerini kısarak beni baştan aşağıya süzdü. “Sizle gelmiyorum. Zorluk çıkaracak olursanız külahları değişiriz.” Sırtını bize döndü, karanlık koridora doğru yürümeye başladı.
“Çeşme hikâyesini biliyorsun,” dedim sertçe. Duraksadı ama bana doğru dönmedi. “Senden yardım istediğim yok, sana yardım etmek için geldim. Çünkü bu kaosa yalnız yakalanırsan sudan kanatlarını buhara çevirecekler.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sorarken bana doğru dönmese de omzunun üstünden bana bakmıştı.
“Gelen her neyse, arkasından kaosu da getiriyor. Bu öylece kendini savunabileceğin bir şey değil.”
Bir şey diyecek gibi oldu. Dudakları aralandı ama hemen sonra geri kapandı. Kafasını tekrar önüne çevirip, “Yoluma çıkma Belirsiz,” dedi bana. “Bir dahaki sefere dövüşmek zorunda kalırız.”
Öylece gitmesine izin verecek değildim. Bir adım öne atıldığımda, Araf bileğimi yakalayarak, “Onunla kavga değil ateşkes yapmamız gerek,” dedi uyarıcı bir mırıltıyla. Gözlerimi kaldırıp onun yeşil gözlerinin içine baktım, cam gibi parlayan yeşil gözleri beni ikna etmek için âdeta yanıp kavruluyordu.
Bileğimi sertçe geri çekerken, “Elimiz boş mu döneceğiz?” diye sordum. “Bu kızın geleceği yok.”
“İkna edeceğiz. Zorbalar olarak değil, nazik insanlar olarak,” dedi. Ona tek kaşımı kaldırarak baktığımda gülümsedi. “Bazen nazik olmak gerekir. Her şeyi söküp kopartmaya çalışamayız. Bazen okşarız ve düşmesini bekleriz.”
“Sen beklemeye alışkın olabilirsin ama ben değilim.”
“Öğretebilirim,” dedi. Gözlerimiz birbirine bir süre mıhlı kaldı. “Sana beklemeyi öğretirim. Çünkü beklemek nedir, çok iyi bilirim.”
Bir an, çok kısa bir an ona hayatımın ortasına düşmüş yıldırımın yarattığı yangın değilmiş de, gözlerinin arkasında acı hatıraların olduğunu hissettiğim bir adammış gibi baktım. Yeşil gözlerindeki ciddiyet çok hızlı kayboldu. Dudaklarına muzip bir gülümseme yayıldı, alay yeniden çehresini aydınlattı ama o adam hâlâ orada, o gözlerin ardındaydı ve hissediyordum, beni izliyordu.
“Onu nasıl ikna edeceğiz?” diye sordum sakince.
“Artık burada bir dansçı olduğunu biliyoruz.” Ellerini ceplerine koyarak koridora doğru baktı, peri çoktan gitmişti. “Demek ki bu işe ihtiyacı var. Yoksa bir Cennet Perisi fanilere dans etmez. İnanılmaz kendilerini beğenmiş olurlar, bu onlar için, yani uyanmış periler için gururu yere seren bir harekettir. O gayet uyanık görünüyor. O hâlde bu işe ihtiyacı var demektir.”
“Bu kadar iyi bir analizci olduğunu bilmiyordum.”
“Yatakta da çok iyiyimdir ve henüz deneyimlemediğin için bilmiyorsun,” dedi bana sevimli bir sırıtış göndererek.
“Benim kadar olmadığın kesin,” dediğimde birden elini kalbine götürdü.
“Aman Allah’ım, kalbime ne yaptığına bir bak, sanırım fazla azgınlıktan kalp krizi geçireceğim.”
“Zevzekliği bırak. Periyi nasıl ikna edeceğimizi düşün.”
“Çuvalı kafasına geçirelim.”
“Hani nazik olacaktık?”
“O da bir yere kadar.”
Ayaklarımı yere vurarak ellerime baktım, siyahlık sanki derimin altına gömülmüştü ve tenim tekrar kendi rengini almıştı. Tırnak diplerimdeki ağrının sebebi de büyük pençelerimin içeri çekilmesinden olsa gerekti.
“Şimdi ne yapacağız peki?” diye sordum ona doğru dönerek. Tüm dikkatini vermiş beni izliyordu ve dudaklarında dalgınlıkla çizilmiş bir gülümseme vardı. Bu gülümsemeyi görmek beni şaşırttı ama renk vermedim.
“Pansiyona dönelim,” dedi. “Biraz dinleniriz. Yarın akşam yine geliriz, ben bir çuval da bulurum.”
“Çuval olayını unut. Kadının sırtından büyük bir fıskiyeden çıkıyormuş gibi sular çıktı, o sular kanat oldu. Sana neler yapar biliyor musun?” Gözlerimi devirdim. “Onu ikna etmemiz lazım. Noyan’ı arayalım, bakalım ne yapmamızı önerecek.”
“Unutma ki ben de bir Kar Leoparı’yım. Hem…” Bir şey daha söyleyecekti ama birdenbire susup gözlerimin içine baktı. Tek kaşımı kaldırdığımda omuz silkerek farklı yöne baktı. “Periyi takip edelim,” dedi. “Evinin yerini de öğrenelim. Bir ihtimal bizi atlatana kadar işe gelmemeyi seçerse göt gibi kalırız.”
Başımı salladım. Mantıklıydı. “Çoktan gitmiştir,” dediğimde, “Kokusunu aldım,” diyerek yürümeye başladı. “Çok uzaklaşmadığı sürece onu bulabilirim. Hadi gidelim.”
Dışarı çıktığımızda havanın soğuduğunu fark etmiştim. Soğuktan etkilenmiyordum ama arttığını hissedebiliyordum. Araf’ın cipi sokaktan daha soğuktu, sanırım o da soğuktan etkilenmediği için ısıtıcıyı açmadı. Emniyet kemerimi bağladığım esnada araç çoktan harekete geçmişti. Önce kumarhanenin arka tarafına doğru sürdü, sonra dar bir yola girdi ve karanlık geldi. Az önce rengin ve yaşamın olduğu sokağın aksine bu sokak çok tenhaydı, birini kesseler kesilen insanı tüm kanı bedenini terk ettiğinde anca fark ederlerdi. Yüksek binaların damlarından sular akıyordu, büyük köpekler havlıyor, köşe başlarında madde bağımlıları kafayı çekiyordu. Önümüzde ilerleyen gri küçük arabayı fark ettiğimde Araf’a doğru döndüm.
“Perinin arabası,” dedi gözlerini yoldan ayırmadan.
“Bizi fark edecek.”
“Kar Leoparları hakkında bilmediğin bir şey var sanırım. Biz bizi arayan insanların arkasında ilerler, o insanın ayak izlerine basarak gideriz. Bir peri de olsa, benim bir Kar Leoparı olduğumu unutma. Arkasından gitmeyeceğimizi düşünüyor.” Arabayı biraz daha yavaş kullanmaya başladı. Önümüzdeki gri araba normal hızda ilerliyordu, biz ise bir gölge gibi onu takipteydik.
Sonunda taşra bir mahalleye girdi. Evler eski püskü ama taştandı, balkonları küçüktü, çoğu balkonda geneli beyaz olan çarşaflar asılı duruyordu. Tekir bir kedi çöp kovasının içinden aniden zıplayarak atladı ve binalardan birinin yangın merdivenlerine girip hızlıca basamakları tırmanmaya başladı. Sonunda peri eski bir binanın önünde durdu, aracından indi, etrafa kısaca göz gezdirdi ve ne zaman giydiğini bilmediğim paltosunun ipini sıkıca bağlayarak binanın girişine uzanan eski merdivenleri tırmandı. Binanın kapısını iterek içeri girdiğinde Araf tuttuğu nefesi dışarı bıraktı.
“Bir peri için oldukça kötü bir hayat yaşıyor olmalı,” dedi, ona doğru döndüm. “Taşrada yaşıyor, eski ve küçük bir arabası var, modeline bakacak olursam en az yirmi yıllık bir araba, buradan yola çıkarsak ikinci ya da üçüncü el olması olası. Evin de kirası epey ucuz olmalı.” Boynunu esnetti. “Maddi sıkıntılar çekiyor. Bu da burnu yere düşse eğilip almayacak birinin neden insanlara dans ettiğini açıklıyor.”
Elimi ön konsola koyup, “Bekle,” diye fısıldadım, Araf’ın şaşırarak bana baktığını hissettim.
Damarlarımdaki kanın sesini bile duyabileceğim kadar net bir sessizliğe ulaştığımda önce nefesim sıklaştı, sonra zihnimin içine insanların düşünceleri dolmaya başladı. Yan binada yaşlı, astım krizi geçirip durduğu için her gece uykusunu onu almaya gelecek olan Azrail’i düşünerek kendini korkutan bir kadın vardı, aynı anda faturalarını da düşünüyordu ve çocukları uzun zamandır onu ziyaret etmediği için dertliydi.
Bir üst binada küçük bir çocuk önündeki masal kitabının kapağını çevirirken hayallere dalmıştı, pespembe bir dünyaya çekti beni, bu beni neredeyse gülümsetecekti. Bir diğer binaya geçtiğimde koca bir sessizlikle karşılaştım. Beni karşılayan sessizliği uzun süre çözemedim. Perinin zihnine giremeyeceğimi biliyordum, sonuçta o bir doğaüstüydü ve kendini kapatıyordu ama yine de bir şeyleri duyabilme ihtiyacı içimi kazımaya başlamıştı.
Araf, seslere odaklandığımı fark etmiş olacak ki sessizdi. Bir şey söylemedi ve benim zihinsel taramamı devam ettirmeme izin verdi. Bir şeyler duymak için kendimi son derece zorladım ve sonunda küçük, zayıf bir kalbin çarparken çıkardığı sesi duydum. Zihin sesleri yoktu. Kalbin sesinin sahibi beni zihnine davet edip hafızasının kapılarını benim için aralamadı. O hâlde bu zayıf kalp atışlarının yükseldiği beden bir doğaüstüne aitti ama içimden bir ses bu doğaüstünün Cennet Perisi olmadığını söyledi.
“Yalnız yaşamıyor,” diye mırıldandım, Araf’ın bakışları bana doğru kaydı, yüzüme o kadar dikkatli baktı ki ben de ona bakmak zorunda kaldım. “Yanında bir doğaüstü daha var.”
“Aile üyelerinden birisidir,” dedi. “Neden bu kadar şaşırdın ki?”
“Kalp atışlarını duydum.” Araf kaşlarını havaya kaldırdı. “Zayıf kalp atışları vardı. Normalde sadece hafızanın sesini duyduğumu sanıyordum.”
“Çözülmeyi bekleyen bir bilmece gibisin Hera Günse.” Araf, arabanın motorunu yeniden çalıştırırken gözlerini benden ayırdı. “Seni önüme alıp, hakkında kafa patlatmak istiyorum,” diye mırıldandı. “Şimdi gidelim. Artık perimizin yuvasının nerede olduğunu biliyoruz. Yarın tekrar zorba iki haydut olarak onun peşine düşeriz.”
“Nazik olma kuralı yattı sanırım?”
“Valla tatlım, bir daha önüme sudan bir duvar örecek olursa, ki örecek gibi duruyor, maalesef bir çuvala ihtiyaç duymak zorunda kalacağım.”
Kaldığımız pansiyonun olduğu karanlık sokakta yine ilk gün olduğu gibi in cin top oynuyordu. Cipten inerken yüzümde sakin bir ifade vardı ama kafam allak bullaktı. Yolda Noyan’ı aramıştım, Peri’nin hiç de kolay bir karakteri olmadığından bahsettiğimde sinir bozucu bir şekilde gülmüş ve bana güvendiğini söylemişti. Aslında bunu söyleyerek ikinci bir şansım olmadığını, o periyi ikna etmem gerektiğini söylemeye çalıştığını anlamıştım. Muhtemelen Araf da anlamıştı ama yorum yapmamıştı.
Alberta gişedeydi, bizi gördüğünde parlak esmer teninin zıttı olarak ışıldayan inci dişlerini göstererek gülümsedi ama bu gülümseme Araf’a değil, banaydı. Oda havalandırılmıştı, birkaç saat içinde bu kadar ferahlamasını beklemediğimden şaşkındım. Çarşaflar yenilenmişti, çok yeni olmasa da ilk geldiğimizde üzerinde yattığım kazık gibi çarşafların aksine daha yeniydi ve ucuz yumuşatıcı kokuyordu.
Araf üstündekileri çıkarmaya başladığında yatağıma oturup ona doğru baktım. Altında sadece pantolonu kalınca onun gerçekten zayıf ama zarif bir vücuda sahip olduğunu fark ettim. Kolundaki akrep dövmesi bedenini daha çekici gösteriyordu. Omuz başları şişkin ve belirgin olsa da çok kalın kolları yoktu, beli oldukça inceydi, kasıklarındaki çizgiler iç çektirecek kadar derin ve kavisliydi ama iç çekmedim.
Üstüne kolları kesik bol bir tişört geçirdi, pantolonunu çıkarmadan yatağa oturdu ve “Sana iş atıyor değilim ama daha seksi bir gösteri istersen yeniden soyunup daha uzun süre çıplak kalabilirim,” diye alay etti.
“Gerçekten sevimsizsin.” Saçlarımı sol omzumun üstüne aldım. Yeşil gözleri muzip bir parıltıyla üzerimde dolaşıyordu.
“Sen soyunmayacak mısın?” diye sorunca soğuk bir gülümseme çehreme yayıldı.
“Eminim ki bunun olması için ölürdün.”
“Elbette ölürdüm. Onurlu ve şanlı bir ölüm olurdu.”
“O kadar iyi kalpli bir kadınım ki senin yaşamanı istediğim için önünde soyunmayacağım.”
“Acımasız bir kadın olup beni ezerek öldürmeni isterdim.” Dudaklarını büktü. “Ne zaman seveceksin beni? Bana bir süre ver.”
Güldüm. Daha çok sinirlerim bozulmuş gibi güldüğümden kaşlarını kaldırdı. “Ne süresi?”
“Bana ne zaman âşık olacağının süresi?”
“Şansını zorlama kedicik.” Bacaklarımı yatağın üstüne çektim, yavaşça yana doğru devrildiğimde beni izliyordu. “Şu gözlerini bana dikmesen nasıl olur?”
“Odada ve hatta kâinatta senden daha izlenesi bir şey olsaydı, çekebilirdim.”
Ellerimi başımın altına koyup, bir cenin şeklinde onu izlemeye başladım. Bakışları ölümcüldü, sadece yüzüne baktığımda onun içinde bir psikopat gizlendiğini düşünürdüm, hatta eğer o erebos kapanını aşabilip hafızasına sızsam, kanlı düşüncelerle karşılaşırım gibi geliyordu ama o görüntüsünün aksine eğlenceli ve alaycıydı.
“Bu peri Rose’dan daha mı güçlü?” diye sordum düşüncelerimden kurtulmak istiyor gibi konuyu başka bir yöne çevirerek.
“Bilmiyorum. Rose’dan daha önce uyandıysa, ki öyle görünüyor, olası. Cennet hafife alınacak bir yer değil. Tüm günahkârlar cennetten korkar ve cenneti arzular. Cennet Perisi hem korkulan hem de arzulanan kadındır. Bu açıdan bakarsan, evet, güçlü.”
“Ama Rose da bir Cehennem Perisi, değil mi?”
“Evet. Ama unutma, en iyi insan bile bir defa da olsa cehennemi görür. Ve gördüğün şeylerden daha az korkarsın.”
“Cenneti görmeyen biri neden cennetten korksun?”
“Çünkü bazen bir iyilik yaparız ve hayatımız mahvolur ama bu bir iyiliktir. Peki ya iyiliklerinle girdiğin yer sandığın kadar iyi değilse? Ödediğin bedellere benziyorsa?” Duraksadım, kaşlarımın çatıldığını gördüğünde gülümsedi. “Boş ver. Kafanı karıştırdım.”
“Cennetten korkuyor musun?”
“Bu sorunun cevabına karşılık olarak üstündeki bir parçayı çıkaracaksan, yanıtlarım,” dedi ve sırıtışı genişledi. Konuyu saptırmaya çalışıyordu. Yeşil gözlerini bir süre daha izledikten sonra, “Yapsana,” dedim, şaşkınlığını hissettim. “Eğer yorulmayacaksan yine duvara dokunup o ışıkları göstersene.”
“Kuzey ışıklarımı mı?”
“Evet.”
Dudağının kenarı yukarı kalktı. “Yeter ki iste hayatımın kadını,” diye fısıldadı, gözlerim yavaşça dokunduğu duvara kaydı. Büyük ellerindeki ince parmakları ayırarak duvara temasını arttırdı ve ışık çağladı. Duvarda kayan beyaz ışık yavaşça genişledi, bir akarsu gibi görünüyordu, çağladı ve çağladı… Gözlerimin yavaşça kapanmaya başladığını hissettim.
“Bu kadar yeter,” dedim uykuya çok yakın olduğum bir noktada. “Yorulmanı istemem.”
“Hiç sorun değil,” dediğini duyar gibi oldum ve gözlerim kapandı; ışığı öyle gürdü ki, kapalı gözlerimin önündeki karanlıktan kuyruğu uzun bir yıldız kaydı.
🦂
Alberta’nın içinde oturduğu gişenin tezgâhından çaldığı haritayı sonuna kadar açmış anlamsız şekilleri incelerken yüzünde çok aptal bir ifade vardı. “Diyelim ki bu kuzey, kuzey pusulada böyle çizilmez.” Sola döndü. “Üstelik bu taraf kıble. Kıble kuzeyde mi?”
“Ne bileyim ben?”
“Müslüman bir doğaüstü arkadaşımız olsaydı bilirdik sarışın kadın.” Birden bana çok uyuz oluyormuş gibi dik dik baktıktan sonra yeniden haritaya baktı. Kömür gibi kara olan güneşin etrafındaki kızıl ışınlar cildimi kavuruyordu. Olduğum yerde söylendiğim için, “Kolaysa al kendin bir bak,” diye homurdandı. “Uyandığında bile yapılmış gibi görünen düzgün bukleli saçları toplarsan en azından ensen yanmaz.”
“Tersinden kalktın herhâlde? Ama bana yükselip durma, çünkü sen de benim tersimdesin Araf Murat.”
“Çift ismimi öyle bir söyledin ki titreşimlerini yumurtalıklarımda hissettim.” Gözlerini haritaya çevirdi. “Kıble güneşin doğdu yön olmalıydı sanırım. Birkaç yıl önce ormanda tanıştığım Müslüman bir kedigillerden öyle demişti. İbadet zamanı geldiğinde insana dönüşüyordu.”
“Umarım dalga geçmiyorsundur.”
Yüzüme düşen dalgalı saçlarıma garip garip baktı ve kaşlarını çattı. “Dinlerle dalga geçmem. Dönüştüğünde bile haç ile koşturan hakiki bir Hristiyan arkadaşım var. Ben ciddiydim. Bu taraf kuzey değil doğu.” Harita hafif yırtılınca homurdandı. “Bu haritayı da Alberta kıçını silmek için satın aldığı su geçirmeyen tuvalet kâğıtlarından yaptırmış.”
“O haritayı çaldın.”
“Ödünç aldım.”
“Alberta’nın bundan haberi yoktu.”
“Döndüğümüzde o karadul örümceğinden tüm hislerimle özür dileyeceğim ki kocasını yediği gibi beni de yemesin.”
Haritayı dürüp kotunun arka cebine tıkıştırdıktan sonra, “Gel buraya Taş Bebek, sana bakarken kürkümle güneşin altında su arıyormuşum gibi hissediyorum,” diyerek saçlarıma dokundu. Bir an şaşırıp kafamı kaldırarak ona baktım. Boy farkımız çok değildi, ben uzun bir kadındım, o da uzun bir adamdı ama ayağımda topuklu botlarım vardı. Yine de kafasını eğerek yüzümü incelediğinde kendimi küçük hissettim. Büyük parmaklarının kemikli eklemleri boynuma sürtününce gözlerimiz birbirine kenetlendi. Yavaşça boynumdan yukarı çıkan kemikli parmakları saçlarımı da beraberinde yukarı götürdü ve saçlarımı avucunun içinde toplayıp arkama doğru geçti. Dolayarak topladığı saçlarımın arasında dolaşan parmaklarının verdiği hissi durdurmaya çalışıyordum ama o, durdurulamayacak bir başka hissi de beraberinde üzerime bıraktığında, bedenim kaskatı olmuştu; nefesini enseme sertçe verip enseme üflemeye başlamıştı.
“Yandın bu sıcakta,” diye fısıldadı enseme yeni bir nefes vererek içimdeki her şeyi yıkmaya başlayarak.
Tüm duyularımı harekete geçiren ses tonu ve nefesi anlık bir sarsıntıyla bana çarptığında, tüm ışıkların söndüğünü hissettim. Karanlık öyle hızlı ve kaçınılmaz bir şekilde geldi ki ondan kaçamadım.
Bana hissettirdiği o karanlık duyguyla ona doğru döndüm. Onu arzulayacak değildim, problemim neydi benim? Normal şartlarda karşılaşsak ve hiç konuşmasa, sadece sevişmeye başlasak evet, onunla uzun süre yatakta kalabilirdim ama onunla tanışmıştım, daha da fenası bir geveze olduğunu anlayacak kadar uzun zaman yanında kalmıştım. Şimdi nasıl olurdu da sadece ses tonu ve ılık nefesiyle kasıklarımda beni bana düşman edecek türden bir fırtına çıkarırdı? Kaşlarımı çatarak ona döndüğümde bir adım geri çekilip gözlerini yüzüme indirdi.
Gözlerimde her ne gördüyse artık o da ciddi bakıyordu. Hatta o yeşil gözlerin su kadar berrak olduğunu zamanların aksine şimdi gözleri bataklık kadar koyu bir yeşildi.
O gözlerde alay aradım, kelimelerine muzip mırıltılar eklemesini bekledim ama olmadı. Aramıza düşmüş yıldırım gibi sessizliğin içinden birbirine uzanan gözlerimizde önlenemez duygular karşılıklı durmuş birbirlerini izliyordu. Şehvet miydi? Anlık bir şeydi. Belki şehvetten bile farklıydı, çok kısa sürse de gözlerimizdeki yankısı bir süre daha bizle kaldı.
Birden boynunu çıtlatarak gözlerini arabaların ilerlediği işlek caddeye doğru çevirdi. “Perinin bu gece başka bir mekânda dans edecek olması iyi olmadı,” dedi.
Kumarhanede karşılaştığı doğaüstü arkadaşından peri ile ilgili bilgiler almıştı. Hoş, adam Araf ondan periyle ilgili bilgiler alana dek striptiz direklerinden birinde bir perinin sarktığını bile bilmiyordu. Araf kızı tarif ettiği an adam onun ismini söyledi ve bu gece başka bir mekânın direklerini renklendireceğinden bahsetti.
Alberta’nın haritasını çalmasının en büyük nedenlerinden biri de buydu. Perinin başka bir yerde dans edecek olması. Ve Araf’ın burayı böbürlendiği kadar iyi bilmemesi.
“En azından mekânın nerede olduğunu birilerine sorabiliriz,” dedim. “Bu anlamsız harita hırsızlığına gerek yoktu.”
Gözlerini bana dokundurmadan, “Şu an burayla ilgili hiçbir şey bilmediğimi düşünüyor olabilirsin ama her gün biraz daha değişen dünyaya ayak uydurması zordur. Hiçbir şey dünküyle aynı değil. O mekân yeni açılmış olmalı,” diye kendini savundu. “Yoksa orayı kesinlikle bilirdim.”
“Aynen, bilirdin. Şimdi birinden yardım isteyebilir miyiz?”
“Hayır, kendim bulabilirim.”
“Buraya kendini ispatlamaya değil bir periyi bizle gelmesi için ikna etmeye geldin.”
“Geldik,” diye düzeltti bana pis pis bakarak. “İşine gelmeyen şeyleri üzerime yıkmayı alışkanlık hâline getirmezsin umarım şekerim.”
“Bırak cipin burada kalsın, bir taksiye atlayalım. Şehirdeki taksiciler her yerin adresini bilir.”
“Ben de bilirim.”
“Ama bahsedilen Paradise Kiss’in nerede olduğunu bilmiyorsun.”
“O mekânın nerede olduğunu bilmediğim doğru, çünkü orası yeni açılmış. Ama sana cennetin öpücüğünü çok iyi bildiğimi göstermek isterim. Tabii sen de istersen. Rıza önemli.”
Gözlerimi devirerek yanından geçip kaldırımda hızlı adımlarla yürümeye başladım. Kömür gibi kara bir şekilde yanan güneş, kendisine ait kızıl benliğiyle etrafı aydınlatıyordu. Çok sıcaktı. Soğuktan etkilenmeyen bedenim sıcaktan etkileniyordu. Büyük, kalın gövdeli direkteki taksi çağırma butonuna basıp Araf’a doğru döndüm. Dibime kadar gelmiş butona dik dik bakıyordu.
“Duyduğum kadarıyla o mekâna kadınlar giremiyormuş,” diye fısıldayınca ona doğru döndüm.
“Bunu sana söyleyen hödük arkadaşındı. O sırada ben de yanındaydım ve bu cinsiyetçi mekânı mekân sahiplerinin başına yıkmamı istemiyorlarsa içeri girmeme izin verirler.”
“Evet, sen mekânı başlarına yıkarken peri de sıvışıp kaçar,” dedi gözlerini devirerek. “Deli olma.”
“İçeri gireceğim. O gıcık periyi tek başına ikna edemezsin.”
“İçeri girmen için ya dansçı olmalısın ya da benim kıyafetlerimden giyip adını Hekrem olarak değiştirmelisin,” dedi ciddiyetle.
Taksi tam önümüzde durduğunda, “Tamam o zaman,” dedim. “O zaman ben de dansçı olurum.”
Taksinin kapısına doğru uzandığım sırada, “Vay canına!” diye heyecanlandı. “İşte şimdi kulağa çok eğlenceli gelmeye başladı.”
Taksici mekânın nerede olduğunu biliyordu ama mekâna gitmeden önce ya bir erkek kılığına girmeliydim ya da dansçı. Mekâna en yakın alışveriş merkezi mekândan yaklaşık on beş dakika uzaklıktaydı, bu uzaklık arabayla iki, üç dakikaya kadar düşüyordu. Taksiciden beklemesini rica ettim çünkü civarda taksi yok gibiydi, üstelik belli bir saatten sonra taksilere nasıl ulaşırdık hiç bilmiyordum.
Güneş çok hızlı söndü, gece sanılandan erken geldi ama eğlence için hâlâ erken bir saatti. Alışveriş merkezindeki mağazaların vitrinlerinden içeri bakarak işime yarayacak parçaları bulmaya çalışırken Araf sakince yanımda yürüyordu. Sonunda ışıltılı parçaların olduğu bir mağaza bulup Araf’ı arkamda bırakarak mağazaya girdim ama Araf bıraktığım yerde kalmadı, o da benimle birlikte içeri girdi.
Askılarından yakaladığım ve rengine, modeline hiç bakmadan kolumun içine koyarak doğrudan kabinlere yöneldiğim elbiseleri denemeye başladım. Araf, kalın kumaş perdeden kapısı olan kabinin dışında durmuş telefonla konuşuyor, benim dahiyane fikrimi Noyan’a anlatıyordu ve Noyan bu fikri sesli dile getirmiş olacak ki Hemera’nın kahkahaları kabine kadar sızıyordu.
İlk giydiğim elbise istediğim kadar kısa değildi, kırmızı payetli bir elbiseydi, ince askıları vardı ve kumaş dökümlü duruyordu ama ondan istediğim verimi alamamıştım. Üstümden çıkarırken gözüm gümüş rengi elbiseye takıldı.
Kırık cam parçaları vardı üzerinde, parlıyorlardı, tehlikeli ve kesinlikle son derece keskin görünüyordu. Elbiseyi üzerime giyerken hiç zorlanmadım, içindeki kumaş zarf gibi inceydi ve o zar kadar ince olan kumaşın üzeri gerçekten de keskin cam parçalarıyla doluydu. Elbise istediğim kadar kısaydı, kalçalarımın belli bir kısmını örtüyordu, ip gibi ince askıları vardı, askıları gümüş bir zincirden oluşuyordu. Göğüs kısmındaki dekolteyi düzelttikten sonra bir iki adım geri gidip aynadaki görüntüme baktım. Onlarca cam kırığının içinde aynadaki yansımam oynaşıyordu.
“Bu tamamdır,” diyerek kabin perdesini açmamla, Araf’ın göğsüne çarpmam bir oldu. “Seni salak!” diye bağırdım öfkeyle ve o an, gözlerimiz tekrar birbirine dokundu. “Aradığımı buldum.”
Gözleri gözlerimden kaydı, aramızda sadece beş santimlik bir mesafe yarattıktan sonra gözlerini göğüs dekolteme, oradan da cam parçalarından oluşan süper mini elbiseme indirdi. Bir an, o yeşil gözlerin derinliklerinde bir canavarın hırıltılı nefesini duydum, sonra o gözlerin içinden bana doğru yavaş adımlarla gelen canavarı gördüm. Gözleri hem tenime saplanıp beni kanatan pençeler gibiydi hem de beğeniyle parlarken bir çocuğun gözleri gibi muzipti. Bir adım daha geri çekilip beni ayak bileklerimden göğüs dekolteme kadar izledikten sonra burnundan sert bir nefes verdi. Dudağının kenarına şeklini veren şeytani kıvrımı izlerken sıcaklığın birkaç derece daha arttığını hissettim.
Neler oluyordu bana böyle? Regl dönemime az kalmış olabilir miydi? Çiftleşmek için kalçalarını dikip sallayan bir kedi gibi hissetmeye başlamıştım.
Çiftleşeceğim kişi asla bu geveze aptal olmayacaktı.
“Bir şey söylemeyi düşünüyor musun? Yoksa o gıcık sırıtışınla cinlerimi tepeme toplamaya devam mı edeceksin?”
Dudağının kenarındaki şeytani kıvrım yerini korurken, “Sadece her zerreni ezberlemeye çalışıyorum muhteşem kadınım,” dedi abartılı bir sesle. Gözlerimi devirip anlık da olsa kimden etkilendiğimi kendime hatırlattım. Elini bana doğru uzattığında geri çekilmedim, parmak ucuyla çenemi kaldırdı ve sivri çenemi parmağıyla hafifçe ezdi. Kaşlarımın çatılma anını izlerken eğleniyor gibi bir hâli vardı. “Benden ne kadar seksi olduğunu duymak istiyor olabilirsin ama şu an konuşursam, bu konuşmanın her bir kelimesi bu güzelliğin beni ne denli tahrik ettiğini belirtmek ister gibi argo olacak.”
Zaman onun kelimeleriyle beraber ağırlaştı. Tüm bedenimi, içinde olduğumuz ânı, hissettiklerimi kapladı. Yıllar önce evlerinin havuzunun önünde oturmuş, havuzdaki yansımasını izleyen o küçük sarı saçlı kız kafasını kaldırdı ve geçmişin içinden bana baktı.
Nabız sesleri duymaya başladım.
Mağazadaki insanların, mağazanın dışındaki insanların, alışveriş merkezindekilerin, daha da dışarıdakilerin, takside bekleyen yaşlı adamın, yavaş yavaş tüm sokağın… Herkesin nabız sesi güçlü vuruşlarla zihnimi doldurdu.
Hafızam genişleyip daraldı ve ardından kör edici bir sessizlik yaşandı; insanların gürültücü hafızalarıyla beraber nabızları da sustu. Şimdi duyduğum ses, kalbimden yükseliyordu.
Arkamızda perdesi açık duran kabindeki cam bir anda patladı.
Baskımızı hissetmiş gibi, güçlü bir kalbin atış sesi gibi, bir bomba gibi patladı.
Araf’ın eli öyle hızlı bir şekilde elbisenin dekoltesinden dolayı açık kalan sırtıma kaydı ki ben bile hızına anlam yükleyemedim. Beni aniden kendisine doğru çekti, bedenimizi yapıştırdı ve yana doğru hızlı bir manevrayla döndü. Dönmesiyle eş zamanlı olarak cam kırıkları tıpkı yağmur gibi az önce olduğumuz yere doğru savrularak dökülmeye başladı.
Orta yaşlarda satış danışmanı, “İyi misiniz?” diye bağırdı ikimize doğru telaşla koşarken. “Çok şükür ki hiçbir şeyiniz yok. Ah…” Araf’ın yavaşça serbest bıraktığı bedenimi kendisine doğru çeviren kadına bakakaldım. “İlk kez böyle bir şey yaşanıyor. Nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. Yaralanmadınız değil mi?” Bedenimi kontrol ederken oldukça korkmuş görünüyordu ama ben ne korkmuştum ne de paniğe kapılmıştım; sadece şaşkındım.
“Hanımefendi?” Kadın bana korkan gözlerle baktı. “İyi misiniz?” Kadının zihninde de korku dolu kelimeler uçuşuyordu. Mağazadan şikâyetçi olmamdan, bu konunun uzamasından, zarar görüş olmamdan korkuyordu. Gözlerim kadından ayrılırken, “Lütfen sakinleşin,” dedim kibarca. “Her şey yolunda.”
“Size su getireyim,” dedi kadın. “Hatta kahve de ısmarlamak isterim. Lütfen benimle gelin.”
“Buna gerek yok, teşekkür ederim.” Birkaç çalışanın patlayan camın önünde konuştuğunu fark ettim, zihinleri oldukça yoğundu, hepsi bunun nedenini merak ediyor, bazıları batıl inançlarını çalıştırıyordu.
Kadın ısrarla, “Lütfen,” diye diretti. “Bu arada üstünüzdeki çok yakışmış. Gerçekten.” Bana tekrar endişeli gözlerle baktı. “Yaşanan bu aksilik adına çok üzgünüm. İzninizle bu elbiseyi size hediye etmek isterim.”
“Ah hayır lütfen, gerçekten gerek yok.”
“Lütfen,” dedi kadın, gözleri neredeyse dolacaktı. “Bunu sadece bir özür hediyesi olarak kabul edin.”
Her ne kadar istemesem de konunun uzayıp gideceğini bildiğimden, “Bunu kabul edersem iyi hissedecek misiniz?” diye sordum.
“Daha iyi hissedeceğim.”
“O hâlde kabul edeceğim.”
Derin bir nefes aldım ve kadın gülümseyerek bana su getirmek üzere yanımızdan ayrıldı. Kısa süren sessizlik, Araf’ın çıplak omzuma dokunmasıyla dağıldı ve ben yine etkileşime giren bedenlerimizin bir şeyleri patlatmasından korkarak ona doğru döndüm. Yeşil gözlerinde bana dair yansımalar vardı ama hisleri göremedim. Ne alay ne de başka bir duygu yoktu.
Gözleri sonsuz, karanlık bir boşluk gibi bakıyordu.
“Sen iyi misin?” diye sordu otomatik bakışlarını ruhsuz bir şekilde bedenime indirirken. Bileğimi tutup kaldırdı, beni kendi etrafında döndürdü ve hiç yara almadığımı görünce derin, içli bir nefesi dışarı bıraktı. “Evet, iyisin.”
“Zamanında el attın,” dedim sadece.
“Her zaman zamanında el atarım,” diye fısıldadı ama bu defa alay etmiyordu, sakindi. Gözlerimiz tekrar buluştu. Bir süre sustuktan sonra, “Senin için bir palto satın alayım,” dedi. “Bir dansçının doğrudan dans kıyafetleriyle sokakta gezmeyeceğini her müessese sahibi bilir.”
“Tamam.” Gözlerimi pahalı oldukları her hâllerinden belli, büyük ve parlak, hareketli şekilde dönen standın üzerindeki ayakkabılara çevirdim. Çoğu sahne ayakkabısı gibiydi, dans için uygundular. Yüksek platformlar, abartılı taşlar ve rahatsız bir görüntüleri vardı. Ayakkabılara doğru yürüdüğüm sırada Araf da palto bulmak için benden uzaklaşmıştı. Çalışanlardan iki kişi cam kırıklarını dikkatle topluyorlar, hafızalarında beliren kelimeler bana doğru geliyordu. Ellerini kesmekten korkarak iş yapan sarışının aksine, kıvırcık saçlı olan esmer kadının düşündüğü bu ayki ödeyeceği taksitlerdi.
Taşlı, oldukça yüksek platform, bantlı ayakkabının her yeri açıktı, parlıyordu, rengi gümüştü ve kesinlikle direk dansına uygun bir ayakkabıya benziyordu. Ayakkabıyı incelediğim esnada beni izleyen kadınlardan birinin hakkımda düşündüğü ahlaksız şeyler kaşlarımı çatmama neden oldu ama dönüp kadına doğru bakmadım. İnsanlar ne zaman başkalarının fantezileri hakkında düşünüp, kafalarında onları yargılamaktan vazgeçecekti? Üstelik fantezi falan yaptığım da yoktu.
Gözlerimi devirerek ayakkabının numarasına baktım, ayağıma uygun olmadığı için bakışlarımı satıcı kızlardan birine çevirdim ve saniyeler yaşananları usulca mağazanın duvarlarından silerken ben çoktan ayak numarama uygun ayakkabıyı ayaklarıma geçirmiş, botlarımı mağazaya ait bir torbaya koymuştum.
Kasada elbise dışındaki her şeyin parasını kendim ödedim, Araf bir defalığına ödeme teklifinde bulunsa da plan benim planımdı, kıyafetleri de o değil ben giyecektim, o yüzden hepsini kendim ödemiştim. Hoş, pek de rahatsız görünmüyordu. Cebinden para çıkmadığı için gevşemiş gibi bir hâli bile vardı.
Paltonun iplerini tam karnımın üzerinden bağlarken hâlâ bizi bekleyen taksiye doğru yürüyorduk. Kısa boylu sokak lambaları yanmaya, alışveriş merkezinin karşısındaki diskotekten ışıklar süzülmeye başlamıştı. Taksiye binerken Araf, “Gördün mü?” diye sordu aramızda uzayan garip sessizliği bölmek ister gibi. “Aşkımızın baskısı sayesinde elbiseyi bedavaya getirdik.”
“Geri zekâlı,” diye söylendim ağzımın içinden.
Mekân köhne bir yerdeydi, ilk bakışta in cin top oynamıyormuş gibi hissettiren bir sokağa girdik ama sokağın kalbinde sıcak bir ışık yanıyordu. Çok geçmeden bu ışığın bahsi geçen mekândan geldiğini fark ettim. Araf taksiciyle ücret hakkında tartışırken çoktan araçtan inmiş, paltomun gevşeyen kuşaklarını sıkıca bağlayarak tek kat ve düz bir tavandan oluşan mekâna doğru yürümeye başlamıştım. Araf’ın arkamdan geldiğini duydum, taksinin uzaklaşırken çıkardığı motor sesi de Araf’ın adım seslerini takip etti.
Girişteki badigartlara bakarken, “Şimdi bu heriflere içeride dansçı olduğunu nasıl ispat edeceğiz biz?” diye sordu, sesi gergindi ama onun aksine ben hiç gergin hissetmiyordum. Onu duymazdan gelerek heriflere doğru yürümeye devam ettim, Araf şaşkınlıkla dolsa da arkamdan geldi.
Adamlardan iri ama kısa boylu, tıknaz olanı bana doğru döndü. Gözleri topuklu ayakkabılarıma kaydı, gecenin içinde bile parıltısıyla kendini gösteren ayakkabılarım onda kimliğimi göstermişim gibi bir etki yarattı. Sorgudan uzak bakışları yüzüme taşındı. Paltomun kuşağını çözdüm, keskin camların parıltıları adamın gözünü aldı, paltoyu adama uzatıp saçlarımdaki dalgaları ellerimle karıştırarak hacim kazanmalarını sağladım.
“Bu herif,” diyerek Araf’ı işaret ettiğimde tıknaz adam kaşlarını kaldırdı. “Ön locadan yer istiyormuş. Ücretini girişte alın bence.”
“Ön loca mı?” diye sordu Araf, muhtemelen gözünün önünde bir sürü para birimi belirmişti, bana doğru bir adım atarak, “Ben bu dansçı kızla birlikteyim,” dedi. “Benden ücret alacak değilsiniz herhâlde.”
“Seninle mi?” diye sordu uzun boylu adam.
“Hayır,” dedim ve sırıtışım yüzüme zehir gibi yayılırken gözlerimi Araf’a çevirdim. Sadece onun görebileceği bir şekilde dudaklarımı oynattım. “O fare deliği pansiyonun bedelini sana ödetmeyeceğimi mi sandın?” Göz ucuyla adamın kolundaki paltoma baktım ve tekrar başımı Araf’a doğru çevirdim. “Ve parasını bana ödettiğin şu çirkin paltonun.”
“Hayatımın kadını dedim dolandırıcı çıktın sen,” dedi dehşetten iri iri olmuş yeşil gözlerini yüzüme dikerek. “Kızım burada bir loca kaç paradır senin haberin var mı, ben kenarda durup periye bakacaktım ne locası? Bir de en ön loca?”
“Bu hıyar seni rahatsız mı ediyor?” diye sordu tıknaz adam.
“Hayır,” diyerek sırıttım. “Sadece biraz geveze.”
Uzun boylu adam, “Sen yeni dansçılardansın, değil mi?” diye sordu bana, elinde büyük fişler tutuyordu, biraz sonra bu fişlerin üzerinde yazan büyük sayıların localara ait olduğunu anladım. Gözlerim küçük yazıları kolayca seçti, locaların numaralarının altında yazan ismi okudum ve bu isim hafıza çarklarımı döndürdü; uluslararası dansçıların menajerliğini yapan o adamı tanıyordum.
“Evet,” dedim hiç düşünmeden. “Güneyden geldim. Beni Poyraz Karasu getirdi.”
“Çok memnun oldum. Seni şöyle içeri alalım.” Gözlerini Araf’a çevirdi, Araf cüzdanından çıkardığı paraları sayıyordu ve bu görüntü beni güldürdü. Adam ona umutsuz vakaya bakıyor gibi baktıktan sonra, “Sen de ödemeni yapacaksan yap,” dedi sertçe.
Ben mekâna sızdım ve gevezeyi bir an olsun umursamadım. Pırlanta gibi parlayan koca disko topunun üzerindeki parçalar tıpkı elbisemin üzerindeki cam parçaları gibi yansımalar yaratıyordu. İçerisi inanılmaz derecede boğucu sigara dumanı, naneli sakız ve tıraş kolonyası kokuyordu. Gırtlağımı yakan kokudan rahatsız olsam da kendimden emin adımlarla kalabalığa daldım.
Köşedeki altın varaklı koltuk dikkatimi çekti, tıpkı bir tahtta benziyordu. Üzerinde oturan adam ellilerinin başında gibiydi, kısa tombul parmaklarının arasında pahalı bir puro tutuyor, ince uzun bacaklı yarı çıplak güzel bir kadın kalçalarını onun ağzına doğru uzatarak sallıyordu. Yaşlı adam altın köpek dişlerini göstererek sırıtınca yüzümü buruşturarak gözlerimi direklere çevirdim.
Bar bankosunun üzerinde dört uzun direk vardı, direklerden biri boştu, üçünse ise biri perimiz olmak üzere dört dansçı dans ediyordu, evet dört taneydi çünkü iki tanesi tek bir direğin üzerinde sevişerek dans ediyordu ve bankonun önünde köpek eniği gibi oturan adam elindeki banknotu sallayarak alttan alttan onları izlerken âdeta azgınlıktan uluyordu.
Yanımdan geçen iri yarı bir kadın kalçama şaplak atarak, “Direk mi taht mı?” diye sordu ve kadına öfkeyle dönmemle olduğum yerde donup kalmam bir oldu. Yüzünde alnından başlayıp burnunun üzerinden geçerek çenesine dek inen yamuk, inanılmaz derin ve çukurlu görünen bir dikiş izi vardı. Sanki biri yüzünü ikiye ayırmış sonra da yüzünü yeniden dikmişti. Esmer teni, çikolata rengi gözleri, sıcak bir gülümsemesi vardı ama dansçı gibi giyinmemişti. Diline yeşil bir çiklet koydu ve “Ben Alexandra,” dedi. “Eski dansçı, yeni patroniçe.” Zihni bana kolayca içini açtı ve bu yaranın nasıl olduğuna dair görüntüler hafızamı doldurdu. Alexandra’yı bir dansçıyken bıçakla kesen adam bir evsizdi, parası yoktu ve yaşlıydı, mekâna bir dansçı için gelmişti ama parası kısıtlıydı, onu içeri almamalıydılar. O adam, Alexandra’nın güzelliğini yırtıp içeride saklanan ruhu açığa çıkarmıştı. O ruh, çok yaralıydı. Kadın sanki hafızasında gezindiğimi hissetmiş gibi gözlerini benden uzağa, arkamdaki dans eden topluluğa çevirdi. “Dikkatli ol kızım, merak etme, buraları parasız keşleri almayız.”
Bir bedel ödemişti, güzelliğiyle beraber ruhunu da i”iye yaran bir bedeldi; yüzü hâlâ güzeldi ama ruhu deşifre olmuştu, tüm çıplaklığıyla orada, yara izinin boşluğundan insanları izliyordu. Hafızasında çok fazla hatıra vardı, her hatıra benim hafızama geldi, onları reddedemedim, kadının yaşadıkları bir rüzgâr gibi esip zihnimi yıktı geçti.
Kadın benden uzaklaşırken gözlerimi kadından ayıramadım. Onun gidişini izledim. Araf içeri girmiş, kadının yanından geçerek bana doğru yürümeye başlamıştı. Yüzünde pek de memnun olmayan bir ifadeyle bana bakarken bu ifadenin esas nedeninin ona harcattığım para olduğunu biliyordum; bu arabamın aküsünü sökmesinin bedeli de olabilirdi. Bar bankosuna doğru döndüm. Peri beni fark ettiyse bile bir şey yapmadı, önündeki genç adamın uzattığı paraları dizlerinin üzerine çöküp bir kedi gibi emekleyerek aldıktan sonra tekrar kalktı ve direğe tırmandı, bu sırada paraları sutyeninin içine sıkıştırmıştı.
Bar bankosuna çıkıp onun hemen yanındaki boş direğe dokunduğumda, bankonun önünde duran avcılardan birinin dikkatini çektiğimi fark ettim ama umursamadım. Peri bana doğru bakmadı, beni hissettiğine adımın Hera olduğu kadar emindim ama umursamadı. Tek umursadığı bu gece kazanacağı para gibi duruyordu.
Daha önce direkle yakın münasebetimiz olmamıştı, bir süre soğuk direğe, ardından bacaklarımı dikizleyen avcıya baktım. Sarışındı, kibar bir beyefendi gibi giyinmişti, kolunda Rolex’i vardı, sigara tabakasının beyaz altından olduğuna emindim. Adama soğuk bakışlar atarak direğe dokundum ve dövüşmekten daha zor olmayacağını düşünerek direğin etrafında bir tur attım.
Bu sırada Araf, sarışın avcının yanında durmuş, dirseklerini bar bankosuna koyarak beni izlemeye başlamıştı. Bakışlarındaki beğeni çok net olsa da bana uyuz olduğunu da görebiliyordum. Sağlam para kaybettiğini anlamak için kâhin olmama gerek yoktu, burnundan soluyordu.
Perinin mavi yeşil yansımaları olan güzel gözlerinin bana dokunduğunu hissedince gözlerimi Araf’tan ayırarak periye baktım. İnce bacaklarını direğe sarmış, bedenini bir yay gibi geriye doğru gererek arkaya uzatmıştı. Düzgün kaşlarını çatarak bana kötü kötü baktıktan sonra bedenini biraz daha geriye doğru gerdi ve ellerini bankoya bastırarak bacakları direğe sarılıyken köprü yapmış oldu. Yaşlı adam nasırlı elleriyle onun göğüslerinin arasına paraları sıkıştırırken kaşlarım çatılmıştı.
Sarışın, bankoya doğru yaklaşarak, “Tahtta geçelim mi?” diye sorunca bakışlarım ona kaydı, sorunun muhatabı bendim ama soru sanki Araf’a sorulmuş gibi o da sarışın adama doğru dönmüş, dirseğini bankoya yaslamıştı. Kızıl ışık hatlı çenesini, kemikli yüzünü aydınlatıyordu; dağınık siyah saçları, sarışın adamın düzgün bir şekilde taranmış saçlarından oldukça farklıydı. Sarışın adam ona doğru dönen Araf’a aldırış etmeden, “Milyonlar değerinde görünüyorsun,” dedi. “Nadide bir parça. Bu eşsiz sanat eserinin dansını izlemek benim için büyük zevk olacak doğrusu.”
Tek kaşımı kaldırarak adama öyle bir baktım ki, adam yanlış anladığımı düşünerek gülümseyip bankoya doğru biraz daha eğildi ama Araf birden elini adamın önüne koyunca, adam şaşkınlığını gizleyemeden bu defa Araf’a doğru baktı.
“Yavşama sanatından hiç anlamıyorsun bro,” dedi yüzünde kemik kadar sert, buz kadar soğuk bir ifadeyle. “Üstelik rolümün çalınmasından da hiç hoşlanmam.”
Sarışın adam kaşlarını kaldırıp, “Pardon, anlayamadım?” dedi.
“Cüzdanımdan üç aylık yeme, içme, barınma ihtiyacımı karşılayabileceğim kadar çok para çalındı,” dedi Araf. “Ve yemin ederim bu mekândaki her erkeği dövsem bile içim soğumayacak. Sen de kalkmışsın ensenden tutup yüzünü bankoya vurmamı istiyor gibi taş bebeğimle ilgileniyorsun. Zaten üzerimde yersiz harcama yapmış olmanın gerginliği var, bir çek yazıp sonuna istediğim kadar sıfır koymamı teklif bile etsen seni dövmeye devam ederim.”
“Beyefendi, siz ne saçma-“
“Ya güzel kardeşim, bak bir dinle, ben çok sakin adamım. Dışarıda beni bildiğin gasp ettiler, varıma yoğuma çöktüler, bu yaptığın hoş mu? Girip içeriye bir nefes alayım, şu şaheseri, şu dünya güzeli kadını, tırnak içinde söylüyorum hayatımın kadınını göreyim toparlanayım diye içeri giriyorum. Bir bakıyorum oturmuşsun buraya, gözün de şu sütun gibi şu kafamı duvarlara vurmak istememe neden olacak kadar güzel olan şahane bacaklara indirmişsin, bir yavşak yavşak konuşmalar. Bak gerçekten çirkinleşirim ya.”
“Hasbinallah manyak mı ne ya?” diye soran sarışın adam beklenmedik bir şekilde bankonun önünden kalkınca Araf başını salladı.
“Ha şöyle. Bak gördün mü? Güzellikle konuşunca ne güzel mis gibi. Bak ben istemem kavga etmek. Yani hoş mu hır gür? Değil.” Önüne döndü, bankoya baktı. “Yoksa neden tutayım kafanı vurayım bankoya? Kafana yazık kardeşim. Demek ki zenginsin, bir şeyleri başarmışsın, e zengin olmak için bir beyin gerek, kafanı vurdurup o beyne yazık ettirtme bana.” Kollarını göğsünün üzerinde toplayıp bankoya bakmaya devam etti. “Bu kadar yani. Kalkar gidersin. Yani sonuçta ben de uyardım, efendi gibi konuştum ya. Efendi gibi ya.”
“Adam gitti geri zekâlı.”
“Yani sen de şu anda sus bence Hera gerçekten,” dedi bana dik dik bakarak. “Dışarıda çıkışmayan param yüzünden az daha Varta dağlarına kaldıracaklardı beni. Gerçekten susar mısın? Çok güzelsin zaten, düzgün kızamıyorum da. Önüne dön ya. Bin direğine hadi.”
“Salak mısın değil misin, çok mu akıllısın da bizi kekliyorsun, inan hiç anlamıyorum.” Direğin etrafında dönerken göz ucuyla yan tarafımda dans eden periye baktım. “Kaçmaya kalkışmıyor bu hiç.”
Araf göz ucuyla yan direkteki periye baktıktan sonra, “İyi para kazanıyor ha,” dedi, bir an göz göze geldik.
“Konumuz bu mu?”
“Param bitti.”
“Ne yapayım?”
“O kadar param bitti ki, her an üstündeki elbiseyi üzerinden güzel vücuduna dokunmak suretiyle çıkarıp üstüme geçirmek ve şu peri gibi direğin üstünden geriye doğru köprü yapıp olmayan memelerime para taktırmak üzereyim.”
Yüksek topuklu ayakkabıların olduğu ayağımı ona tekme atacak gibi öne doğru uzatınca gözleri bacaklarıma, oradan da yukarıya, bedenimde ayna gibi parlayan elbiseye, göğüs dekolteme ve yüzüme tırmandı. Bu kez, gözlerinin ardındaki ruhu gördüm. Ağzının içinde açlığı resmeden keskin dişler parlıyordu ve uzun pençeleri kanımı içine gömmek istiyor gibi bana uzanıyordu. Şehvetin yeşil gözlerinin içinde tıpkı bir denizi anımsatırcasına dalgalandığını görebiliyordum.
Kendimi hızla bu düşünceden uzaklaştırıp periye doğru baktım, Araf’ın hâlâ beni izlediğini hissedebiliyordum.
Peri beni umursamadan paraları toplayıp dans etmeye devam etti, bir adam tarafından tahtta davet edildi ama kabul etmedi. Sonunda çok göze batan hareketsiz bir dansçı olduğumu fark edince direk ile daha yakın durmam gerektiğini anlayıp avuç içlerimi direğe yasladım. Bedenimi kaldırabilirdim, istediğim her yere kolayca tırmanabilirdim, esnektim ve güçlü bir iskelete sahiptim ama bu beni ne kadar idare ederdi bilmiyordum. Sonunda ayaklarım yerden kesildi.
Işıklar tenimi çizerek geçerken avuç içlerimle sıkıca kavradığım direğin üstüne kıvrak sayılacak hareketlerle tırmandım, tıpkı diğer striptizciler gibi bacaklarımı direğe sardım, müziğe uyacak bir şekilde direk ile dans etmeye başladım ama Araf’ın dikkatli gözleri üzerimdeyken bu, olduğundan çok daha zor hissettiriyordu.
Araf’ın bakışları o kadar yoğundu ki avuç içlerim terlemeye başlamıştı. Gözlerimi ona indirdim. Bankonun önünde oturmuş, kafasını kaldırmış, dikkatli ve ruhsuz bakan yeşil gözlerini bedenime dikmişti. Her bir hareketim onun için hayati önem taşıyor gibi pürdikkat beni izliyordu. Normal şartlarda aslında ne kadar soğuk, ruhsuz, sert göründüğünü bir defa daha fark ettim; bakışları her zaman ölümün yankılarını taşıyan bir kuyu gibi derin ve karanlıktı, oysa gözleri o kadar açık bir yeşildi ki sanki biraz ışığın altında beyaza dönecekti.
Bu kadar açık renk gözler nasıl bu kadar karanlık bakardı?
Öyle bir aurayla bakıyordu ki hiç kimse bankonun benim olduğum tarafına yaklaşmıyordu.
Sessizdi. Ruhundaki kanın kokusuysa her yana yayılmış gibiydi. Onu anlamanın en zor geldiğini düşündüğüm anlardan birindeydik. Yere düşen zaman çoğaldıkça, dansın bedenime emanet ettiği ter birikintisi ışıkların altında parlamaya başladı. Vücudumu saran mini elbisemdeki ayna parçalarının tenime battığını hissediyordum ama acıtmıyordu, yine de biri bana dokunacak olursa, canı yanabilirdi.
Periden bir hareket görene kadar dansa devam ettim. Artık ellerim kayıyor, bedenim bu alışkın olmadığı dans türüne tepki gösteriyordu. Üç, dört adamla aynı anda dövüşebilir, büyük ihtimalle hepsini yere serebilirdim ama bu direğin beni yere sermesine çok az kalmış gibi bir his vardı içimde.
Sonunda peri direkten indi, bankonun üzerinde sinsi bir kedi gibi yürümeye başladı. Büyük topukluların üzerinde bu kadar güzel yürümesini yıllardır bu işi yapıyor olmasına borçlu olma ihtimali epey yüksekti. Direkten inip bankonun üzerinde yürüyerek onu takip etmeye başladım. Araf da çaprazımda, yerde yürüyordu. Peri bankonun üzerinden yere atladı, büyük topuklularının topuklarının kırılmamasına şaşırdım.
Tam yere atlayacaktım ki Araf beklenmedik bir anda ellerini bana doğru uzattı ve beni tek koluyla sararak bankonun üzerinden bir kuşu kaldırıyormuş gibi kolayca kaldırarak yere indirdi. Ayaklarım yere bastığı anda şaşkınlığımı gizleyemeden ona baktım. Üstümdeki ayna kırıkları tenine batmamış mıydı? Yüzünde acıya dair hiçbir emare yoktu.
Perinin kalabalığın içine karıştığını görünce bedenim bedeninden ayrıldı, Araf’ın davetkar gözlerinden kaçınarak perinin arkasından kalabalığa doğru yürüdüm. Aklı hâlâ başında, kasıklarındaki şişlik tarafından yönetilmeye henüz başlamayan uyanık moruklar elbisemdeki kırık parçalardan korkarak geri çekilip bana yol açarlarken ekmeğime yağ sürüyorlardı.
Peri birden koşmaya başlayınca, “Başlayacağım ama sana ya!” diye bağırarak arkasından koşmaya başladım. “Şu saçlarının tamamı ellerimde kalacak, gerçekten!” Omzumun üstünden arkama doğru bakmaya çalıştım ama peri çok hızlıydı, onu gözden kaçırmamam gerekiyordu. Araf orada değildi, kalabalık artmış, birbirine sürtünerek dans eden dansçı ve kodamanların sayısı çoğalmıştı.
“Hay sikeyim böyle işi,” diye homurdanarak önümde duran adamlardan birini ittim ve perinin duvara çarpıp kendini geri iterek hızla daldığı araya ben de daldım. Karanlık koridorda ayağımızdaki büyük topuklu ayakkabılarının topuklarının yere çarptıkça çıkardığı dehşet verici sesler yankılanıyordu.
“Bekle beni!” diye bağırdım arkasından.
“Siktir git! Hemen kaçın buradan!” Bir an neden böyle söylediğini anlayamadım, hâlâ koşuyordu ve ben de hemen arkasından koşuyordum. “Aptallar!” diye çığlık attı öfkeyle. “Yerimi açık ettiniz!”
“Manyak ruh hastası, neden ve kimden kaçıyorsun? Dur!”
“Gelme peşimden!” diye bağırdı. “Kaçmayı dene aptal sürtük.”
Bir şeyden kaçıyor, korkuyor, beni de uyarıyordu. Bir an arkama dönüp koşmaya başlamak, her neredeyse Murat’ı bulmak istedim. Konuyu hâlâ anlayamadığım için ne yapmam gerektiğini de kestiremiyordum. Periyi gözden kaçıracak olursam artık tamamen kaybederdim, her nasılsa yakalandığını düşünüyordu; bize değil, başka bir şeye. Bu da demek oluyordu ki izini tamamen kaybettirecekti.
Çıkış kapısı olduğunu anladığım büyük demir kapıyı iterek açınca yolu bir ormana çıktı, büyük kapı üzerime kapanmak üzereyken kapıyı geriye iterek dışarı çıktım ve ormana doğru koşmaya başlamak üzere olan periyi omzundan tutup kendime çevirdim. Bana dehşetle irileşmiş, içi su gibi dalgalanan büyük gözleriyle baktı.
Sırtını mekânın duvarına yaslayıp, “Sakin ol,” diye hırladım. “Neden bu kadar panikledin sen?”
Gözlerini benden bir süre hiç ayırmadı. Bakışları kavgaya hazır gibiydi ama bana saldırmadı. Onu omuzlarından tutup duvara iyice bastırdığımda dudaklarından yırtıcı bir hırıltı döküldü ama bedeni dönüşüme geçmedi.
“Yoluma çıkarak hata etmiştiniz,” dedi. “O gece bizi fark etti. Eray ve benim enerjimiz bir aradayken bu kadar güçlü değildi çünkü Eray mekânda olduğumu bilmiyordu ama sayımız arttı. Mekâna iki doğaüstü daha geldi. Sen ve yanındaki o asalak. Çıkan enerjiyle de tıpkı üzerimize yanan bir floresan bağlamışsınız gibi yerimizi deşifre ettirdiniz. Dün geceden sonra sizden kurtuldum sandım ama şimdi buradasınız. O da burada!”
Şaşkınlık damarımın içindeki durgun kanın içine düşmüş bir damla zehir gibiydi.
Gökyüzündeki karanlığı ortadan ikiye bölen bir şimşek sesi duyuldu. Bu ses ile beraber, gökyüzü birdenbire beyaza, ardından da kızıla boyandı; kızıllık kaybolmadı, tüm karanlığı altında bırakarak örttü ve gökyüzünün damarını yarmış gibi her yanı kana boyadı. Perinin omuzlarında duran ellerimi geri çekerken kafamı kaldırıp göğe baktım.
“Asperitas Bulutları,” dedik peri ile aynı anda.
Tıpkı büyük okyanusları çalkalayan dalgalar gibi görünen bulutlar o kadar muazzam ve korkunçtu ki, hem dehşeti hem de hayranlığı aynı anda hissettim.
“Bu bulutlar kıyametten bile daha büyük bir kötülüğün habercisi,” diye fısıldadı peri.
Zaman bir damla gibi yere düştü, içinde bulunduğumuz yere yayılarak ekilen dehşetin tohumlarının büyümeye başlamasına neden oldu. Ormana doğru dönerken periyi serbest bırakmıştım. Sık ladin ağaçlarının içinde bir karartı gördüm, hızlı ve atikti, üç büyük ağaca çarparak sıvılaşıyor gibi kaybolmuş, sonunda ormandaki patika yolun tam ortasında durmuştu. Sıvı bir madde gibi akışkan olan madde yavaşça bir şekil almaya başladı. Önce beni izleyen Asperas Bulutları’nı anımsatan dalgalı, tuhaf şekilli, bir beyzbol topu kadar büyük olan gözleri gördüm.
Sonrasındaysa o gözlerin sadece iki delik şeklindeki çökük burnu, iki kulağına doğru kadar uzanan yarık şeklindeki ağzını ve dal biçimindeki kanatlarını gördüm; o dallardan zift damlıyordu.
Gözleri göz çukurlarının içinde iki kez döndü, Asperas Bulutlarına benzer şekilleri olan gözlerini bize dikti ve kulaklarına varan yarık aşağıya doğru genişleyerek bir gülümsemeye benzedi.
“Sen de nesin böyle?” diye fısıldadım yavaşça.
Ve hemen ardından bir kükreme sesi duydum.
Tam arkamdan geliyordu.
Bu, bir Kar Leoparı’nın kükremesiydi.
🎧: Harry Styles, Falling