🎧: Yedinci Ev, Sarhoşum
Zirveye varmak gibiydi ve yine o zirvedeyken, saçlarını uçuşturan rüzgâra meydan okuyarak yere serilmiş betonu izlemek gibiydi; düşmek gibiydi bir de, o betona, yere serilen beton değilmişçesine serilmek gibiydi.
Çok uzun süre yalnızlığı kalp içine alıp, yanına adımı yazarak yaşamıştım.
Bakışlarım dipsiz bir kuyu gibiydi. Bazen o kuyunun dibinde çiçekler yetiştirdiğime ben bile inanırdım ama işin aslı, o kuyunun dibinde yaşayan bendim ve nefessiz kalmaktan korkarak ektiğim her çiçeğin dikeni kalbime batmıştı.
Evet, o kuyunun duvarlarını pembeye boyamıştım ama kuyunun duvarlarının pembe olması, içinden dışarı fışkıran yosunlardan rutubet kokusu yayıldığı gerçeğini değiştirmezdi. Ben kendi kuyumda, kendi rutubetimle, var ettiğim renklerin ortasına oturmuş, aslında evcilik oynar gibi görünen bir cesettim.
Beni bir oyunun içine, içimde ruhum yokken yerleştirmişlerdi.
Gözlerim çenesindeki dikiş izinden ayrıldığında, zamandan geriye doğru düşmeye başladık. Tüm yaşananlar zihnime bir gemi enkazı gibi oturmuştu ve şimdi zihnim, bir okyanustan daha derin, esrarengizdi.
Bakışlarını yüzümde hissettim ama onu görememek içime ağır bir yük oldu. Tek bir dokunuştu. Bir tülün ardından dudakları dudaklarıma yaslandığında, zaman orada, dudaklarımda ters yöne akan bir nehirde boğulmaya başlamıştı. Tek bir dokunuştu ama benim dünyamda çok şeyin yerini değiştirebilecek bir dokunuştu. Belki onun için kısaca bir dokunuştu ama o dokunuş, benim yaşadığım on dokuz yıldı.
Bakışlarını yüzümde hissetsem de o bakışları net olarak görememek bana kendimi kör gibi hissettirdi.
Elim yavaşça yüzüne yönlendi. Normalde asla cesaret edemeyeceğim bir şeydi belki de bu ama o an, onun yüzünü görmeye karşı duyduğum ihtiyaç, her şeye ağır bastı. Bana bile ağır bastı. Olduğum kişiye bile ağır bastı.
Parmaklarım maskesini sardığında, geri çekilmeden bunu yapmamı bekledi. Maskeyi yavaşça yukarı kaldırdım, başı boyunca sıyrılan maskenin yokluğuyla birlikte yüzü önüme serildi. Gözleri karanlığın esiri olmuştu, bu yüzden daha koyu bir yeşildi ama her şeye rağmen zehrini bana hissettiriyordu. Gözlerim gözlerinde tutsak kaldı, birden ondan başka bir yere bakabilmek, zihnime sığdıramayacağım kadar büyük bir düşünceye dönüştü ve ben bu düşüncenin sınırlarına dahi yaklaşamadım.
“Gülçehre katilin maskesini indirmiş!” diye bağırdı Kıvılcım az ileriden. Bize doğru koşan topluluğu fark ettiğimde ellerimi yavaşça geri çekip, gözlerimi Evren’den ayırmadan, konuşmadan ve yalnızca hissettiklerimin göğsümde bir hortum gibi dönerek büyüyüşünü hissederek öylece bekledim.
Dudaklarım dudaklarına bir tülün ardından dokunduğunda bile, dünya benim için bir atın yelesi gibi uçuşarak beni içinde oradan oraya savurup farklı diyarlara götürmüştü. Bakışlarının yüzümde yoğunlaştığını hissettim ama gözleri gözlerimde değildi; sadece yüzümün sınırlarında dolaşıyor ve belki de hissettiklerimin ölçümünü yapmaya çalışıyordu. Kalbim garip bir acıyla dolduğunda, bu acının çıkış noktasının kederden değil de adlandıramadığım başka bir duygunun özünden sızdığını fark ettim.
“Katil, hain Kostok, hepimizi öldürdün!” Yavuz, Evren’in ensesine vurdu ama bu darbe, Evren’i biraz olsun harekete geçiremedi. Hatta öyle ki Yavuz ona değil de hareket ettirilmesi güç bir buz kütlesine vurmuş gibiydi. Bir gemi ona temas etse, gemi su almaya başlardı ama Evren sanki aynı bu şekilde dikilmeye devam ederdi. Hiçbir şey yokmuş ve onu hiçbir şey yıkamazmış gibi…
Evren, Yavuz’a doğru dönünce, Yavuz irkilerek geri çekilip, “Şu cübbenin içindeyken maske takmana gerek yok, maske varken bile bu kadar korkunç değildin,” dedi tırsmış gözlerle Evren’e bakarak. “Hiç de belli etmedi. Sessiz, sinsi…”
“Oyunun kazananı Gülçehre,” dedi eko yapan korkutucu ses. “Aferin tırtıl, herkes katile yakalanıp öldürüldü ama sen katilin kim olduğunu ifşa ettin. Seni kutluyorum. Gerçek bir süper kızsın sen.” Bir höpürdetme sesi duyuldu, bir şeyden yudum aldığı çok belli oluyordu. “Ihım, evet, nerede kalmıştık? Evet, kazanan Gülçehre, kaybeden de yıkık Evren. Yani tam kaybetmiş diyebilir miyiz? Pek sanmamakla birlikte, bu boncuk gözler neler gördü bir bilseniz…”
“Bu salak ne diyor?” diye sordu Yavuz kafasını kaldırıp etrafa bakınarak. “Evdeki yatır gibi zaten. Bir yerde konuşuyor, sesi her yere yayılıyor ama nerede olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz.”
“Ne konuşuyorsun, Yavuz?” diye sordu dış ses. “Sesin çok çıkmaya başladı, unutma ki hâlâ benim kâbuslar evimdesin…”
“Artistlik yapma bana,” dedi Yavuz homurdanarak. “Buranın çıkışı da var, senin kâbusun olacağım…”
“Geceleri rüyanda benim sesimi duyup yatağını ıslatmayacağına eminsin yani?”
“Niye ıslatayım ulan yatağımı senin sesini duyduğum için?” Yavuz kollarını bedenine sarıp, kendini korumak istiyormuş gibi güvene alarak, “Senden mi korkacakmışım?” diye sordu abartılı bir sesle.
Evren, Yavuz’a sakin ama uyarıcı bir bakış attığında, Yavuz kollarını çözdü. “Sen de bana öyle aniden dönüp Aynalı Tahir Alişan gibi bakma, anlamadım ki sevgilim olmasını mı sorun ediyorsun, yıllardır içinde yaşadığın bana karşı dizginlenemez bir aşk mı var?”
“Yavuz,” dedi Evren sakince. Dudaklarının kısa hareketi zihnimde bir güneş gibi doğduğunda, bakışlarım usulca dudaklarından kayarak ellerime düştü. Sakinlik tenime yayıldığı gibi zihnime de yayıldı ve an tutuştu; zaman alev aldı.
“Söyle katilim…”
“Öf, amma vızıldadı şu vızırık,” dedi dış ses, esnedi, ardından ekledi: “Sizi çıkışa alabilir miyim beceriksizler? Senden bahsetmiyorum tırtıl, sen gayet becerikliymişsin…”
Yavuz kaşlarını kaldırıp, “Ne konu bakımından?” diye sordu, yüzünde beliren şüpheyi izlemeye başladığımda kalbimin atışları ağırlaşmıştı.
Evren’in bakışlarının ağırlığını üzerimde hissetsem de ona bakamadım. Kalbim sanki durmadan boğazıma doğru tırmanıyor, her defasında onu kusacakmışım gibi büyük bir hisle doluyor olsam da kalbim bir sabun gibi kayarak göğsüme geri dönüyordu. Bu anlatırken garipti belki ama hissederken olduğu kadar garip olmadığına emindim.
“Sor canım tırtıla,” dedi dış ses, ardından kötü bir kahkaha attı. “Ya da sorma, bu konunun seni hiç alakadar ettiğini düşünmüyorum.”
“Bu benim niye aklımı karıştırıyor ya?”
“Son yarım saattir ben senin bir aklın olduğuna dair olan inancımı kaybettim,” dedi korkutucu ses, iç çektiğini duydum ve Yavuz’a baktım. Etrafa kötü bir enerji yayarak baksa da hâlâ içinde olduğumuz yerden korktuğunu fark etmek mümkündü.
“Hadi artık şuradan çıkalım,” dedi Kıvılcım. “Şu ses sevgilime giydirip duruyor, biraz sinirlenmeye başladım. Çok değil, az…”
“Her neyse, kaybettiğin için hırçınlığını anlayamıyorum Kıvılcımcığım. Çünkü ben hayatım boyunca hiç kaybetmediğim için anlamam biraz zor… Kazanan tırtılın ise duygularını anlıyorum çünkü ben de hep kazanırım…” Dış ses güldü. “Şimdi oyuna başladığınız noktaya dönebilirsiniz.”
Ayaklarım tutmuyormuş gibi hissederken diğerlerini takip ettim ama o kadar arkada kalmıştım ki, Evren hemen önümdeyken bile aramızda sanki yıllar vardı.
Bakışlarımı yere indirip, yaşanan o küçük temasın büyük etkilerini ruhumda yalnız başıma yaşadım. O benim kadar sarsılmış mıydı yoksa hiçbir şey hissetmemiş miydi hiç bilmiyordum ama bir şeyler hissediyorsa bile benden daha iyi saklıyordu. Bir ara tüm kalabalığın arkasında kalan uzun bedeninin duraksadığını fark eder gibi oldum. Korkunun bir gölge gibi çöktüğü koridorda, yıldırımı anımsatan ışıklar bedeninde yanıp sönerken omzunun üzerinden bana bakacağını hissedip nefesimi tuttum ve adımlarım da nefesim gibi akmayı keserek durdu.
Ne hissediyordu?
Bakışları hafifçe yan tarafına kaydı, bana bakmadı ama şimdi profilini görebiliyordum. Bana göre kusursuz olan burnunu, hatta siyah kirpiklerinin kıvrımını bile görebiliyordum. Öyle kısa bir andı ki sanki hiç durmamış, hiç yana dönüp boşluğu izlerken profilini bana sunmamıştı. Birden önüne dönüp yürümeye başladığında sanki o bir cambazdı ve yürüdüğü ip kalbimdi. Adımlarım tekrar yere düşmeye başladı ama omuzlarımda adını koyamadığım bir ağrı vardı.
İlk girdiğimiz odaya hep birlikte döndüğümüzde, bizi orada karşılayan kişi, temiz gülümsemesi yüzüne yayılmış olan Uğur’du. Bir an durup ona kuşkulu gözlerle bakmayı istesem de hislerim ağır bastığından bu şüpheci tavrı Kıvılcım’a devretmiştim. Kıvılcım, Uğur’a dikkatle bakarken, Uğur kibar bir sesle, “Eğlendiniz mi?” diye sordu, kibar sesinin tınısı o korkutucu sesin kabalığından uzaktı.
“Ya, çok eğlendik, Uğur,” dedi Yavuz, şimdi Yavuz da Uğur’a şüpheci gözlerle bakıyordu ama Uğur, kibarlığından ve temiz gülümsemesinden ödün vermediği için sanırım şu an kimse ona karşı suçlayıcı konuşamıyordu.
“Sizin adınıza çok sevindim, her ay yeni bir konsept belirliyoruz. İsterseniz diğer ay da sizi misafir etmek isteriz.” Uğur’un parlak gözleri bana dokunduğunda, ışıklı ortamda gözlerinin aslında mavi olduğunu fark edip bir an şaşkınlıkla gözlerini izlemeye başladım. Bana dudaklarında derin bir gülümsemeyle karşılık verdiğinde, gözlerine yayılan duyguyu görmek beni duraksatmıştı. Birden onun gözlerinde bir sırla karşılaştım; kalbimin atışları göğsümün içine bir bataklığa gömülen beden gibi gömülerek sessizliği doğurdu. Gözlerimi mavi gözlerinden aceleci bir tavırla kaçırdığımda, Uğur derin bir nefes alarak bakışlarını benden uzağa taşıdı.
“Hiç sanmıyoruz,” dedi Yavuz, çok ciddiydi sesi. “Bu zımbırtıyı yapacağıma biraz kültürlü ve sanatsal biri olarak gidip Vadideki Zımbırtı’yı okurum.”
“Vadideki ne?” Uğur, Yavuz’a garip garip baktı.
“Betimlemenin kralı olan kitabı da bilirsin ya…” Yavuz, son derece ciddi bir ifadeyle Uğur’a baktıktan sonra başını iki yana salladı. “Nasıl cahil insanlarsınız… Hiç mi kitap okumuyorsunuz siz? Hiç kitap okumamış gibi kötüsünüz!”
“Sevgilim, senin korkudan kafandan yine ufaktan yanık kokusu gelmeye başladı. Bence sen beni daha fazla germek yerine sus şu an,” dedi Kıvılcım, Yavuz’u kolunun altına çekerek. “Bu arada fena hâlde karnım acıktı. Bir şeyler yemeye gitsek iyi olur.” Bakışlarını Uğur’a çevirdi. “Bize katılmak ister misin korkunç s… Uğur?”
Uğur, başını nazik bir şekilde iki yana salladı. “Maalesef, gelecek iki grup daha var, burada kalıp arkadaşlarıma yardım etmem gerekiyor ama kibar teklifiniz için çok teşekkür ederim.”
Gözlerim Evren’e kaydığında, Evren’in bakışlarının sabit bir şekilde Uğur’da olduğunu gördüm. Gözlerim ona değer değmez elleri üzerindeki cübbenin boyun kısmındaki bağa gitti. Bağı çözüp cübbeyi çıkardı, kafasındaki maskeyi de sıyırdıktan sonra her ikisini de Uğur’a uzattı. Yüzüme düşen saç telini kulağımın arkasına ittim ve sonra her şey hızlandırılmış gibi gerçeğe resmedildi. Korku evinden çıkışımız, hep birlikte bir kafeye gidişimiz, hepsi aynı saniyede gerçekleşen bir film kesiti gibiydi.
Camdan duvarları olan, tavanında siyaha boyalı metal kirişlerin olduğu, tüm mobilyaların ahşaptan yapıldığı kafeye girdiğimizde dikkatimi ilk çeken, hemen köşedeki bar tezgâhı ve tezgâhı arkasına alan içki reyonuydu. Birkaç kattan oluşan raflarda rengârenk şişeler vardı ve çoğunun alkol barındıran sıvılardan oluştuğunu biliyordum.
Bakışlarımı özenli bir şekilde etrafta gezdirdim. Aynı renk önlükler giymiş olan genç kadınlar ve adamlar, gayet samimi yüz ifadeleriyle insanlarla iletişim halindeydiler. Evren ve diğerleri, Barlas ile aynı ortamda olmaktan pek de mutlu görünmüyorlardı ama diğerlerine nazaran Evren’in duyguları daha gizliydi, erişilmesi güç duruyordu. Artık dışarıda yakıcı bir güneş değil, akşamın çökmeye başlayan ağırlığı vardı ve güneşin rengi kızılın tonlarındaydı. Tavanda dönen vantilatörün uzun kollarının sesi, zihnime çökmeye başlamıştı.
“Genelde öğle yemeklerini burada yerim,” dedi Barlas, sesi arkadaş canlısıydı, bu Hazal’ın gözlerini devirmesine neden olmuştu. “Müthiş sandviçler yaparlar, özellikle barbekülü sandviçini mutlaka tatmalısınız.”
Barlas bara doğru yöneldiğinde, bakışlarımı yavaşça Evren’e dokundurdum. Benim önümde durduğu için yüzü zihnimden silinmişti, ensesini izlediğim süreçteyse sızlayan dudaklarım kafamı karıştırıyordu. Sanki kafamın karıştığını fark etmiş gibi bana bakmamak konusunda ısrarcıydı.
“Bu sevimsizle birkaç dakika daha geçirmek zorunda kalırsam elimden bir kaza çıkacak,” dedi Kıvılcım, sesindeki sakinliğe bulaşmış tehdit, beni ürpertti ama bu söylediğini yalnızca Yavuz ve ben duyabilmiştik. Aralarındaki problem bir gölge gibi üzerime çöktü ama Barlas’ın normal davranışları kafamı ciddi manada karıştırıyordu. Barlas, onların aksine onları gerçekten tanımıyor gibiydi.
Evren, dirseğini ahşap bar tezgâhına yasladı ve bakışları bize doğru çevrildi. Sarmaşık yeşili gözleri gözlerime çarptığı an kalbim, bir beklenti dalgasıyla çarptı. Nabzımın sesi, bir uğultu gibi kulaklarımı dolduruyordu. Evren’in sarmaşık yeşili gözlerindeki yansımamı izledim. Korkuyordum ama yine de ona bakıyordum. Gözleri, boş bir arazide hızla koşan bir atın savrulan yeleleri gibi yüzüme savrulduğunda, aceleci bakışları kalbimin derinliklerine sızarak beni irkiltti. Gözlerini ilk kaçıran ben olsam da onun gözleri bende uzun süre daha asılı kalmıştı.
Oysa gözlerinde görmem gereken duygular vardı.
Neden dudakları dudaklarıma bir perdenin arkasından güneş gibi doğmuştu? Neden dudakları bir güneş gibi o perdenin arkasındaki eve, yani benim dudaklarıma doğduğunda, yüreğim güneşin ışınlarında parmaklarım dolaşıyormuş gibi ısınmıştı?
“Bir şeyler yiyecek misin?” diye sordu Hazal, elini belime koyup kısaca dokunduktan sonra geri çekilerek. “Hâlâ oyunun etkisinde falan mısın? Yüzünün rengi atmış. Bembeyazsın.”
Kulağımın arkasına ittiğim saç, yeniden yüzüme düştü. Saçı geriye alıp tekrar kulağımın arkasına sıkıştırdığım sırada, “Evet,” dedim, sesim kuru çıkmıştı, dudaklarımdaki uyuşmanın arttığını hissettiğimde bir şeyler içme ihtiyacıyla yutkundum. “İyiyim. Bir şeyler içmek istiyorum. Soğuk su, belki buzlu portakal suyu? Olur mu?” Ona dikkatle bakarak sorduğum soru, Hazal’ı genişçe gülümsetti.
“Tabii ki olur,” dedi, bana karşı şefkatle dolan gözlerini sakin bir tebessümle karşıladım. “Küçük bir kız çocuğu olmak senin üzerindeyken hiç sırıtmıyor, biliyor musun?”
Başta algılayamasam da yanaklarım birden kanla doldu. Yanaklarımın içini ısırarak, “Bu kötü mü?” diye sordum kısık sesle, sadece onun duyabilmesi için alçalttığım sesim, onun yüzündeki şefkatli tebessümü daha da büyütüp neşeli bir gülücüğe çevirdiğinde, Evren’in bizi izlemeye devam ettiğini biliyordum.
“Bu neden kötü olsun ki? Bu senin kalbinden geliyor, yapmacık değilsin. Olduğun gibisin.” Hazal, kıvırcık saçlarını geriye doğru atıp, kolları ağır ağır dönen tavan vantilatörüne iç çekerek baktı. “Bana birini hatırlatıyorsun.”
“Kimi?”
“Boş ver.” Dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı. “Onun da senin gibi iyiliklerle dolu bir kalbi vardı.” O kişiyi hatırlamış ve bu hatıra onun canını hem yakmış hem de onu bir o kadar huzurla doldurmuş gibi bir süre daha tavandaki vantilatörü izledi. Bir soru sormadım, o da devamında gelecek her soruya kapalı gibi duruyordu. “Senin için buzlu bir portakal suyu alayım.”
“Şey, benim param var.” Aceleyle göğsümden aşağı sarkan çantanın içini açmaya çalıştım. “Ben kendim alırım.”
“Sakin olur musun?” Ellerini ellerimin üzerine kapatarak beni durdurduğunda, kafamı kaldırdım ve onun iri, siyah gözlerine baktım. “Her şey yolunda. Sakin olabilirsin. Alt tarafı bir portakal suyu, bu kadar takılmasana.”
Heyecanla parıldayan gözlerimi kaldırıp ona bakmamla, birden kıkırdayarak gülmesi bir oldu. Hazal’ı böyle görmeye alışkın değildim, her ne kadar onu yeni tanıyor olsam da onun huysuz, genç bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Omzumu yavaşça sıkarak, “Bu kadar heyecanlanmana sebep olan şey portakal suyu mu gerçekten?” diye sordu ciddiyetle, sesindeki ciddiyet, zehirli bir sarmaşık gibi boynuma dolanıp nefesimi kesene dek boğazımı sıktı.
“Evet,” dedim birden çat diye, Hazal bana garip bir bakış attı. “Portakal suları beni her zaman heyecanlandırmıştır!”
“Ha?” Hazal, kaşlarını çatarak gülerken, “Sen fazla korkmuş olabilir misin?” diye sordu, sesinde alay vardı ama bu alay bana karşı kötü niyetle var olmuş bir alay değildi; daha çok eğleniyor gibi bir hâli vardı.
Hazal ile aramıza bir el girdiğinde, panik geri çekildi ve bir an yerini şaşkınlık aldı. Gözlerimi elin sahibinin parmaklarını sardığı meyve suyu bardağına indirdim. İçinde yeşil bir şemsiye ve rengârenk bir pipet bulunan meyve suyunun yüzeyinde buz parçaları yüzüyordu ve o kadar soğuk olmalıydı ki, tutan elin sahibinin parmaklarının etrafından gözyaşı gibi su damlaları akıyordu. Beyaz, mavi damarlı parmakların güçlü baskısını öyle net izleme şansı bulmuştum ki, damarlarda atan yaşamı görebilmiştim. Şaşkınlık büyüyerek tüm ifademe yayılmaya başladığında kafamı kaldırıp ona baktım. Evren, elinde büyük bir meyve suyu bardağı tutarken bana bakıyordu.
“Portakal suyu istemiyor muydun?” diye sordu bir buza dokunuyormuşum gibi hissettiren güçlü sesiyle, başımı salladım ama dudaklarım hafifçe aralık durmaya devam ediyordu. Evren, bardağa baktı, ardından yeniden gözlerini gözlerime çevirdi. “Öyleyse alsana, Gülçehre.”
“Vay canına, ya senin ne sevdiğini iyi biliyor ya da gerçekten iyi duyan kulakları var,” dedi Hazal hayretler içinde ama o an ona dönüp bakamadım bile. Sadece Evren’e bakarken düşündüklerim, zihnime ait olamayacak kadar yabancı olduğum şeylerdi. “Her neyse, gidip bir bira içeceğim ve o salağın bahsettiği sandviçlerden yiyeceğim.” Hazal’ın uzaklaştığını hissettim ama algılarım tam anlamıyla bir çift yeşil göze saplı kalmıştı.
“Gülçehre,” dedi boğazından kopan derin sesiyle. “Alacak mısın artık?”
Meyve suyu bardağını elinden alıp, “Ben teşekkür ederim,” diyebildim, gözlerimi buzların yüzdüğü meyve suyuna indirdiğim sırada o, beni izliyordu, bunu hissedebiliyordum. İçimde hâlâ Evren’in bunu neden yaptığını algılayamadığı için yönünü kaybetmiş gibi etrafa çarpan bir duygu vardı.
“Rica ederim,” dedi yavaşça. “Yemek yemeyecek misin?”
Yutkundum. “Meyve suyu yeterli.”
“O zaman yüzüme bakmayacak mısın?”
Sorusu bir anda beni gafil avladı. Hızlıca kafamı kaldırıp, göğsümde bir arbede varken ona irileşmiş kahverengi gözlerimle baktım. “Ne? Neden bakmayayım?”
“Bilmem, sadece sordum.” Bana doğru bir adım attığı anda aramızdaki bariz boy farkı iliklerime kadar işledi. Gözlerini başını eğmeden indirerek yüzüme mıhladığında, aramızda kalbimi ağrıtan bir enerji akımı olduğunu hissetmiştim. Meyve suyu bardağını iki elimle sıkıca kavradım ve kalbimi avuçlarımın arasında tutuyormuşum gibi kafamı kaldırıp, Evren’in zehirli sarmaşık yeşili gözlerine daldım. “Sonuçta bana bakmaman için bir neden yok, değil mi?”
Etrafımızdan geçip giden insanların varlığı bir an için buğulandı, sanki bir tablonun içindeki ayrıntı değildik de o tablonun esas objeleriydik. Başımı ağır ağır aşağı yukarı sallayıp, “Evet, yok,” dedim kısık bir sesle, sesimin ayaklarına dolanmış paniği gizlemiştim ama görmüş müydü görmemiş miydi bu meçhuldü.
“Güzel.” Yüzünü yavaşça yüzüme doğru yaklaştırmasını hiç beklemediğim için kalbim birden hızlandı. Zincirlere vurduğum bir yanım vardı sanki ve Evren bana yaklaştığında zincirlerin yerde sürünürken çıkardığı sesi duyuyordum. Sonra o yanım, Evren’e doğru atılmak için zincirleri geriyor ve kendini ileri doğru savuruyordu ama her defasında Evren’e yaklaşamadan geri çekilmek zorunda kalıyordu çünkü zincirleri kırabilmesi mümkün değil gibiydi. Yüzü yüzümün sınırlarındayken, “Bir şeyler yiyecek misin, Gülçehre?” diye sordu yeniden. Sesinin tınısı iliklerime kadar ürpertirken sadece yutkunabildim.
“Ben…” İki elimle tuttuğum meyve suyu bardağını kaldırıp ona baktım. “Meyve suyumu içeceğim.”
Bir an bakışlarından öyle bir fırtına geçti ki, duyguları birer bina olsaydı eğer, o fırtınanın gücüne dayanamaz, temellerinden sökülürlerdi. Dudaklarındaki düz çizgiye ve yüzünü saran buzdan güzelliğe rağmen gözleri, o an gerçekten mahşer yeri gibi bakmıştı.
“Ben yiyeceğim,” dedi birden, bakışlarım kısaca dudaklarına indi, sonra hızla gözlerine baktım. Bunu fark etmiş gibi bakışları daha da sertleşti. “Yavuz,” dedi sertçe. “Su al bana.”
“Alayım kanka,” dedi Yavuz az ileriden. Barlas’ın bakışlarının merkezinde olduğumuzu fark ettiğim an, gözlerim yeniden Evren’e çevrildi ve gözlerinin bende değil, ileride bir noktada sabit durduğunu fark etmiştim.
“Barlas bize bakıyor,” dedim kısık bir sesle ve Barlas dudaklarımı oynatışımı fark edemesin diye Evren’in önüne geçerek iyice gizlenmiştim. “Çok dikkatli bakıyor.”
“Bana ne?” Evren’in sesindeki sakinliğe bulaşan bir öfke vardı, bunu hissetmiştim. Gözlerini yüzüme indirip, “Onunla arkadaş olman kâfi,” dedi, bir an afallayarak baktım ona. “Fazlasına gerek yok.”
“Ama sen…”
“Ben diye bir şey yok, sen varsın,” dedi sertçe, bunu beklemediğimden duraksadım. “Seni, bir başkasının duygularını yönetebileceğim bir kumanda olarak kullanmayacağım.”
“Ama sen demiştin ki-”
Birden lafımı böldü.
“Şimdi de bunu söylüyorum, Gülçehre,” dedi, sesi her ne kadar ölçülü olsa da bakışlarındaki sertlik beni ürkütmüştü. Gözlerime yayılan endişeyi görünce, gözlerine işlediği o cehennem ateşi gibi öfkeyi, yine kendisine ait olan cennet sularıyla söndürdü. “Eğer sana asıldığını hissedersen, ki bence bunu zaten yapıyor, istersen benimle aranda bir şeyler olduğundan bahsedersin.”
“Ne?”
“Senden uzak dursun diye diyorum, belki istemezsin onun senin hakkında böyle düşünmesini.” Bana dikkatle baktı. “İstemezsin, değil mi?”
“İstemem,” dedim dürüstçe.
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Bakışlarını portakal suyu dolu bardağıma indirdi. “İçsene.”
“Bir şey sorabilir miyim?”
Derin bir nefes aldı. “Bana soru soracağın zaman izin almana gerek yok, Gülçehre.”
Tam dudaklarımı aralayacaktım ki, çantamın fermuarı açık olduğundan içindeki telefon olması gerektiğinden daha büyük bir gürültüyle çalmaya başladı. Oysa cesaret, bir kalp gibi ağzıma yaslanmış, dudaklarının dudaklarıma uyguladığı o küçük baskının sebebini sormak için hazırlanmıştı. Bakışlarım Evren’in yeşil gözlerinden bir yıldız gibi kayarak aceleyle çantama indi ve elimdeki bardağı hiçbir şey söylemeden onun eline tutuşturdum. Bana şaşkınlıkla baktığını hissetmiştim ama o an bunu önemseyememiştim. Birkaç kişinin dönüp bana baktığını hissedebiliyordum. Telefonu çantamdan çıkarıp ekrana baktığım an babamın aradığını görmek, birden kalp atışlarımın, kalbim bir duvarın arkasına gizlenmiş gibi yavaşlayıp sessizleşmesine neden olmuştu.
Evren’in gözlerinin telefonun ekranına indiğini fark ettiğim an, birden telefonumun ekranını kalbime bastırıp arayan kişiyi ondan saklamak istedim. Gizlemek… Nasıl cümlelere maruz kalacağımı tahmin etmesini istemedim o an. Belki bundan utandım, belki gerçekten bana acımasından korktum, belki de sadece bilmesin istedim. Bilmiyordum. Sırtımı Evren’e dönüp, telefonun sesi azalsın diye parmaklarımı hoparlöre bastırarak kafenin çıkışına yönelirken kalbim her atışında bir damla kan kaybediyordu.
Kafenin önündeki kısa boylu ağaçlara doğru ilerlerken derin bir nefesi ciğerlerime doldurduktan sonra telefonu açıp kulağıma götürdüm. “Efendim?”
Kısa bir sessizlik yaşandı, hemen ardından babam öksürerek, “Neredesin?” diye sordu, sesi soğuk bir meltem gibiydi. Sesinin ayazı elimi ayağımı dondururken gözlerimi az ileride fotoğraf çeken iki kişiye sabitledim.
“Dışarıdayım,” dedim.
“Bu dışarısının bir adı yok mu?”
“Arkadaşlarımla kafedeyim.”
Babam, burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Arkadaşların mı?”
Gururumu inciteceğini bile bile, “Evet,” dedim. “Arkadaşlarım.”
Babam, sinirleri bozulmuş gibi gülüyordu şimdi. Benimse onun her gülüşünde kalbim bir damla daha kan kaybediyordu.
“Mustafa Kemal Kuran’ın oğlu ve onun yanındaki iki zibidi mi arkadaşların?”
Birden öfke büyüyerek kanıma öyle çok karıştı ki, kendimi, “Onlar zibidi değil,” derken buldum. “Evren’e sırf Mustafa Kemal Bey’in oğlu diye iyi davranırken, onun arkadaşlarına nasıl zibidi dersin? Onlar zibidi değil, onlar benim arkadaşlarım.”
“Gülçehre,” dedi babam aşağılayıcı bir tonla. “Geri döndüğünde seninle bir daha görüşmek bile istemeyecek insanları mı savunuyorsun bana? Çok safsın, çocuğum.” Babam, derin bir nefes aldı. “Şu an onların başına sadece bela oluyorsun. Mutlu bir şekilde tatil yapıyor olabilirlerdi ama bir çocuğa bakar gibi sana bakmak zorundalar. Bu arkadaşlık mı sanıyorsun?”
“Baba,” diye fısıldadım, o kadar uzun süre sessiz kalmıştım ki, babam bir ara telefonu kapattığımı düşünmüş olmalıydı. “Sadece soruyorum, neden herkesin senin beni gördüğün gibi gördüğünü sanıyorsun?”
“Ne?”
“Kendi başarılarınla ilgilenebilirdin ama bir çocuğa bakar gibi bana bakmak zorundasın, senin kadar başarılı olmak zorundayım çünkü benim için bunu sağlamaya çalışıyorsun. Beni bahsettiğin her şey olarak görüyorsun.” Babam, duydukları karşısında şoka girmiş olmalıydı. Sakince fısıldadım: “Baba, sen bu aramızdakini baba-kız ilişkisi mi sanıyorsun?”
Fotoğraf çeken ikili yavaşça birbirlerinden ayrıldığında, çok küçükken babamın elini tutan elimin yavaşça onunkinden ayrıldığı ânı hatırladım. Ellerimin boşluğa düşüşünü, büyük adımları benden uzağa taşınırken diğer elimde tuttuğum bebekle onun gidişini izleyişimi… Yutkundum.
“Baba, sen harika bir adamsın,” dediğimde duraksadığını hissettim, sorum onu şoka uğratmışken bu söylediğim daha da kafasını karıştırmıştı. “Bu yüzden senin gibi olmayacağım.”
“Bu da ne demek oluyor?”
“Mustafa Kemal Bey, bana bir şans verdi,” dediğimde kendimden emindim ama aslında ruhumun ayaklarına bağlanmış zincirlerin soğukluğunu hâlâ hissediyordum. “Ben bu şansı kullanacağım.” Anlayamadığını net bir şekilde algılayabiliyordum. Bu yüzden ona karşı daha açık olmaya karar verdim. “Ben kendi yolumu çizeceğim. Benim yolumda Gülçehre Karaisaoğlu olmak var. Tek başına Gülçehre Karaisaoğlu.” Yutkundum. “Ben Ertuğrul Karaisaoğlu’nun kızı Gülçehre Karaisaoğlu olarak anılmak istemiyorum. Ben Gülçehre Karaisaoğlu olarak anılmak istiyorum ve ikisinin aynı şey olmadığını seninleyken öğrendim.”
“Sen bu haddi-”
“Kendimde buluyorum, evet baba, ben bu haddi kendimde buluyorum çünkü ben herhangi birinden değil, kendimden bahsediyorum.”
“Senin beynini yıkayan da kim?”
“Sana kendini bulduran kim diye sorman daha doğru olmaz mıydı?” Yorgun gözlerle boşluğa baktım. “Bir kız çocuğunun veya erkek çocuğunun, cinsiyeti hiç önemli değil ama eğer o çocuğun saçını hiç okşamazsan ne olur, biliyor musun?” Sustu, duydukları onu şoka uğratmış gibiydi, konuşmadı. “O çocuk kaybolur. Ben kendimi bulmaya başladım, tekrar kaybetmek istemiyorum ve artık saçlarımı okşamana da ihtiyacım yok. Ki bunu zaten hiç yapmadın.”
“Hemen geri dönüyorsun. Hem de hemen,” dedi sadece, sesi öfkeden arınmıştı, sadece algılayamıyor gibiydi. Şu an aramızda geçen konuşmayı, şu an benden duyduklarını, şu an ona karşı kalbimi bu denli ortaya serişimi kesinlikle anlayamıyor gibiydi. Bir taksi önümden geçip giderken açık duran camından fırlatılan izmarit, birkaç metre ileriye düştü, ucu yanan izmariti izlemeye devam ettim ama ona cevap vermedim. “Sen beni duyuyor musun?” diye gürledi birden. “Hemen eve dönüyorsun! Senin beynini kimler yıkıyor böyle?”
“Baba,” dedim yorgun argın bir sesle. “Geri dönmeyeceğim.”
“Döneceksin, hem de hemen! Beni duydun mu? Bana nasıl karşı gelebilirsin? Çıldırmamı istemiyorsan telefonu kapat ve bir bilet alıp hemen eve dön. Paran yoksa hesabına havale yapacağım şimdi.”
“Param var,” dedim çatık kaşlarla. “Sen benim para çektiğim bir banka değilsin, babamsın, neden her seferinde sen bir kurummuşsun ve ben de müşterinmişim, daha da acısı çalışanınmışım gibi davranıyorsun?”
“Eğer eve dönmezsen!”
“Ne yaparsın? Lavaboyu tıkayıp, ağzına kadar suyla doldurup kafamı içine mi sokarsın?” Kalbim, sorduğum soruyla eş zamanlı olarak korku ve adrenalinle çarpmaya başladı. “Ne yaparsın?” diye sordum tekrardan. “Parmaklarıma mandallar takıp, çok acıdığını söylememe rağmen bu yöntemle beynimin bilmem kaçıncı odasını çalıştırabileceğini söyleyerek dakika mı tutarsın başımda? Ne yaparsın?”
Sustu.
“Hadi şimdi beni geri getirmeleri için Mustafa Kemal Bey’i ara baba. Benim de anlatacaklarım var ona.”
“Sen beni tehdit mi ediyorsun?”
“Bunları tehdit unsuru olarak gördüğüne göre, sen de yaptıklarının akıl dışı şeyler olduğunun farkındasın demektir.”
“Sana neler oluyor böyle?”
“Baba, uyandığımı düşünüyorsan, ben sen bana daha fazla ruhsal zarar verme diye uyuma numarası yapıyordum, hiç uyumadım.” Yutkundum. “Gözlerim hep açıktı. Bırak yolumu bulayım. Karanlıkta kaybolursam da bu kez senin değil, benim yüzümden olsun.”
“Geri döndüğünde…”
“Bu söylediklerimin faturasını keseceksin,” dedim sadece.
“Ağzından çıkanları kulağın duymuyor.”
“Sen de neler yaptığını biliyorsun.”
“Ben hiçbir şeyi senin kötülüğün için yapmadım. Nasıl bu kadar dikbaşlı davranırsın bana?” Yutkundu. “Sana kötülük yapmayı istermişim gibi konuşuyorsun.”
“İstermişsin değil,” dedim yavaşça. “Sen bana zaten kötülük yaptın.”
“Benim kızım gibi konuşmuyorsun.”
“Senin kızınım. Tam şu an o kadar senin kızınım ki,” dedim birden, sonra durup yavaşça gülümsedim. “Burada kimseye yük olmak istemiyorum. Ayın belirli günlerinde paramı yatırırsan sevinirim.” Nefes sesleri durgunlaşmıştı, acı bir gülümseme dudaklarıma çizildi. “Mustafa Kemal Bey beni aradığında, beni aradığını ve bana şans dilediğini, beni desteklediğini söylerim, merak etme baba.” Hattın diğer ucunda yutkundu, bu beni de yutkundurdu. “Ve sadece şunu söylemek istiyorum, geri döndüğümde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
“Söylediğin her şey adına pişman olacaksın, Gülçehre!” diye bağırdı babam, sesi tehditten uzak olsa da öfke bedeninde usulca dolaşıyor olmalıydı.
“Bu olursa, şu âna dek sustuklarıma sayarsın.” Telefonu yüzümden uzaklaştırdım, topladığım derin bir kuvvetle kapatıp çantama geri koyduktan sonra kafamı kaldırdım, akşamı üzerinde taşıyan lacivert bulut parçalarını izlemeye başladım. “Neden daha önce sesimi hiç duymamış gibi, konuştuğumda ses tonumu bir yabancıya ait sandın ki baba?”
Parmaklarımı fark etmeden dudaklarıma bastırdığımda, bakışlarım gökyüzündeyken gözlerim usulca kısıldılar.
Birinin varlığını hemen arkamda hissettiğimde omzumun üzerinden arkama doğru baktım. Gri saçları kulaklarının hemen altında biten, büyük, yuvarlak gözlüklerinden aşağı boncuklu bir ip sarkan, pembe pantolon ve beyaz gömlek giymiş çocuğu gördüğümde kaşlarım havaya kalktı. Elinde, üzerine keçeli kalemle gökkuşağı çizilmiş bir kahve bardağı tutuyordu. Bana değil, elinde tuttuğu telefonun ekranına bakıyordu ve tıpkı bir animenin içinden fırlamış gibi görünüyordu. Sanırım benden beş, bilemedin altı santim kadar uzun olmalıydı ve muhtemelen plastik olan Elf kulaklarına sahipti.
Renkli pipeti dudaklarına yaslayıp, telefonunun ekranına bakarak içeceğini içtikten sonra gözlüklerinin üstünden bana doğru baktı. Onu izlediğimi görünce bir an bakışlarında bir ilgi fark ettim ama çok geçmeden bu bakışlara alışkınmış gibi gözlerini devirerek tekrar telefon ekranına baktı. Yavaşça ona doğru döndüm, kafenin önünde dikiliyordu ve çevresinden gelip geçen herkesin delici bakışlarına maruz kalıyordu ama bu hiç de umurundaymış gibi değildi. Ona doğru yürümeye başladığımda, gözleri bende olmasa da ona yaklaştığımı fark etmişe benziyordu.
Tam yanından geçip gidecektim ki, “Sana erik yeşili çok yakışır,” dedi ilgisiz bir sesle. Bir an duraksadım, bakışlarımı omzumun üzerinden ona doğru çevirdiğimde gözlerinin hâlâ telefonda olduğunu gördüm. “Erik yeşili ya da cam mavisi bir elbise dene, dizlerinin üzerinde olsun, boyun daha uzun görünür.” Bakışlarını bana dokundurmasa da sanki benimle konuşuyordu. “Sallantılı küpeler de yakışır sana.” Pipetinin içinden geçen içeceği höpürdetti. “Sadece öneriydi, yaparsın ya da yapmazsın, bu hiç umurumda değil.”
İşaret parmağımla kendimi işaret ederek, “Şey, benimle mi konuşuyorsunuz?” diye sordum yavaşça.
“Evet,” dedi ve ekledi: “Lütfen ben konuştuktan sonra soru yöneltme bana, Hande tam yarım saattir story güncellemiyor. Gerginim biraz. Dümdüz ilerlesen ne iyi olacak… Bir de cam mavisi veya erik yeşili elbise mutlaka giy, sana yakışır.”
“Ha?”
Pipetinden yukarı höpürdeterek çektiği içeceği yutup telefona bakmaya devam etti. “Yürü hadi yürü.”
Başımı salladım. “Teşekkür ederim.”
“Haha,” dedi dümdüz bir sesle. “Wattpad erkekleri gibi bana teşekkür etme demek isterdim ama Hande’nin story atmayışı beni hâlâ gerdiği için o uygulamadaki mafya katilim kitaplarıyla alay edemeyeceğim şu an.” Burnundan sert bir nefes verdi. “Hâlâ burada mısın sen ya?”
Tam uzaklaşacaktım ki, “Dursana,” dedi birden ve durup tekrar omzumun üzerinden ona baktım. Hâlâ telefona bakıyordu.
“Hım?”
“Bir fotoğrafımı çeksene. Çekmezsen de sorun değil, bunu umursamam, sadece bir ricaydı.”
“Şey, tabii çekerim.”
“Tamam.” Bana bakmadan telefonu elime tutuşturup karşıma geçti, kısa boylu ağaçların önünde çöktükten sonra bir ayağını öne doğru uzattı ve ayakkabılarında da keçeli kalemle çizilmiş gökkuşakları olduğunu gördüm. Bu beni az daha gülümsetecekti. Telefonun kamerasını açıp onu kadraja alırken bana gözlüklerinin üzerinden mavi gözleriyle derin bir bakış attı.
“Eğer güzel bir açı yakalayamazsan fotoğrafı silerim, o yüzden kasma, hiç sorun değil.” Ona tuhaf tuhaf bakarak başımı salladım. “Güzel, çek şimdi.”
“Çekiyorum.”
“Haber verme, habersiz çekimlerde haber verilmez.”
“Habersiz çekimlerde kimse böyle poz vermez ki?”
“Doğru söyledin. Ama bu da hiç umurumda değil. Çek şimdi.”
“Şey, tamam…”
“Bir kere daha şey dersen sinir krizi gelecek bana.”
“Çekiyorum.”
“Çekmedin mi hâlâ yavaş kanlı?”
Bir fotoğraf çektikten sonra, “Çektim bir tane,” dedim yavaşça.
“Bir tane mi? Adriana Lima bile Merve Boluğur’un yanında harcanıyorsa, benim tek bir fotoğrafta istediğim görüntüyü elde etmem ne kadar mümkün tam olarak? Tabii bu seni hiç ilgilendirmez, birkaç tane daha çek, çekmezsen bu hiç umurumda değil, bu sadece bir ricaydı.”
“Tabii tabii, çekerim.”
“Çekerim diyene kadar çekseydin keşke, bacaklarım ağrıdı biraz.” Gözlüğü burnunun ucuna indirip bir poz daha verdi. Birkaç kez deklanşöre bastım, her basışımda yayılan sesle birlikte pozunu değiştiriyordu.
“Özür dilerim, güzel oldular bence.”
“Kadrajına girdiğim bir şeyin kötü olma ihtimali, senin şey dememe ihtimalin kadar zor ve imkânsız.” Derin bir nefes alarak oturduğu yerden kalktı. “Teşekkür ederim, mecbur değildin ama çektin.” Telefonu bana bakmadan elimden aldı, galeriye girerken yine bana bakmadan sırtını döndü ve höpürdeterek içeceğini içerken kalabalığa karışıp gözden kayboldu.
Kafamı kaşıyarak bir süre boşluğu izledim. “Bu neydi şimdi?” diyebildim kendi kendime.
“Gülçehre?” Sesin sahibine doğru döndüğümde, Barlas’ın kapıda beni izleyen gözleriyle karşılaştım. Ona kaba bir dikkatle baktığımda yüzündeki anlayış usul usul silindi ve kaşlarını çattı. “Her şey yolunda mı?”
“Evet,” dedim sadece.
“Neden içeri gelmiyorsun?”
“Telefonla konuşuyordum?” dedim kaba bir sesle, sorgu dolu sesim onu şaşırtmışa benziyordu ve birkaç saniye sonunda ben de yaptığımın kabalık olduğunu fark ederek gözlerimi yere indirdim. Barlas’ın bakışlarını hâlâ yüzümün sınırlarında hissedebiliyordum ama kafamı kaldırıp ona bakamadım. Neden aniden öfkeyle parladığımdan kendim bile tam olarak emin değildim.
Dudaklarımdaki sızının varlığı kendini hatırlatmak istiyormuş gibi zihnime yığılarak arttığında, gözlerimi kaldırdım ve Barlas’a nihayet bakabildim. Beni büyük bir dikkatle izlemek dışında yaptığı bir şey yoktu; duygular yüzünde renksizdi ve anlaşılması güçtü.
Dışarı çıkıp bana doğru yürüdüğünü fark ettiğim an gözlerim artık onda değildi. “Kusura bakma,” dedi, sesi nazikti, beklenmedik bir anlayış sarmaşığı tarafından sarılmıştı. Bakışlarımı ona doğru çevirdim, omzumun üzerinden ona sakin gözlerle baktım.
“Ne konuda?”
“Seni rahatsız ettim.” Bakışlarındaki anlayıştan bir an için öyle çok nefret ettim ki… Onun arkasından iş çevirdiğimi düşünmek ve ben kendi içimde bunun farkındayken bana karşı bu denli nazik olması kalbimi kırıyordu. Boğazımda bir yumruyla yutkundum.
“Beni rahatsız etmedin,” dedim yavaşça, bu onun bende duran bakışlarını çok daha derinleştirdi. Zihnimde insanları üst üste koyarak istiflediğim bir kuyu vardı, her insan bana verdiği duygu olarak o istifin içindeki yerini alırdı ve orada anılarıma dönüşürdü.
“Bana karşı garipsin.” Ellerini kot pantolonunun ceplerine sokup bana bakmayı sürdürdü. Akşamın renkleri koyu bir cümbüşe dönüşerek yeryüzüne gölge misali düşüyordu.
“Nasıl yani?”
“Diğerleri gibi değilsin,” dedi, sonra bunu açma gereği duyarak, “Söylemeye çalıştığım şey şu, bana karşı hem naziksin hem de sanki içinde bir yerde bana öfke duyuyorsun,” diye tamamladı. “Doğru mu?”
“Hayır,” diye fısıldadım, o bunu söyleyene dek, ben bunun böyle olduğundan bile bihaberdim doğrusu. Barlas bir süre daha yüzümü izledi ve bu süre zarfında bana biraz daha yaklaştı ama göze batacak herhangi bir hareketi olmamıştı, bu yüzden bana yaklaşmasından rahatsızlık duymadım.
“Daha açık olabilir miyim?” diye sordu, benden ne konuda müsaade istediğini anlamadığım için açık renk kaşlarım usulca yukarı doğru kalktı. Ona sorgulayıcı bir bakış attığımda bu onu yamuk bir şekilde gülümsetmişti.
“Ne konuda?”
“Sen ne konuda olmasını isterdin?” Dudaklarındaki serseri kıvrım varlığını korumayı sürdürürken bana göz kırptı.
“Senin bu tarz konuşmalarına anlam yükleyebilecek biri değilim,” dediğimde, bu cevabım onu hazırlıksız yakalamış olacak ki bana gözlerini kırpıştırarak, şaşkınlık yüklü gözlerle baktı. Derin bir nefes aldığımda artık ona değil, şehre sinen akşamın renklerine bakıyordum. Omuz silktim. “Sen belki bana bir kadının duyduğunda hoşuna gidebilecek şeyler söylüyorsundur, belki tam aksi bir kadını kızdırabilecek şeyler söylüyorsundur, açıkçası pek bir fikrim yok.” Yutkundum. “Hayatı okuduğum romanlar kadarıyla biliyorum. Mesela izlediğim filmlerdeki gibi bir aşkın yaşandığına çevremdeki insanları izlerken bile şahit olmadım. Yani işlerin o şekilde gelişmediğini biliyorum. Bazen bir roman karakterine benzetiyorum seni, o romandaki yakışıklı ve her istediğini elde edebileceğini düşünen karakter. Biliyor musun, onlar hiç ilgimi çekmezdi, okurken de hayalini kurarken de veya izlerken de…” Derin bir nefes daha aldım. “Sana bunları anlatıyorum çünkü senin arkadaşın olmak istiyorum.” Omzumun üzerinden ona baktığımda, şaşkınlığı iliklerinde bile taşıdığını gördüm. “Senin altındaki spor araba,” gözlerimi üzerinde gezdirdim, “abartılı derecede pahalı olduğunu düşündüğüm markalı kıyafetlerin,” gözlerinin içine baktım, “bazen anladığım bazense anlamadığım gizemli ama özgüvenli cümlelerin, bunlar benim için fazla.”
“Senin hayalindeki ne?” Yutkundu.
“Kibar biri,” dediğimde kaşlarını kaldırdı. “Sana kibar değilsin demiyorum ama kadınları oyuncak bebek gibi gördüğün gerçeğini yok sayamam, bunu gözlerimle gördüm. Kadınlar sizin hikâyenizi süsleyen bebekler olmamalı, kadın başlı başına bir hikâyedir.” Şimdi bakışları durgundu. “Sonra… Kibar ve sanırım kadınları değil, sanatın dallarındaki eserlerden bahsederken bir objeden bahsediyormuş gibi bahsedip, o objeyi süsleyebilecek cümleler kuran biri…” Gözlerim boşluğa daldı. “Bir kadının güzelliğinden, seksiliğinden, o gece o kadınla yaşadıklarından değil de… Bir tablonun içindeki kadından, o kadını var eden renklerden, o tablonun hissettirdiklerinden bahseden biri…” Yeşil gözler, bembeyaz çarşafların arasında beni izliyordu sanki. Bazen çarşaf dalgalanıyor ve dalgalanan çarşafın altından bu defa onun çenesindeki izi görüyordum. Yutkundum. “Mesela benim okuduğum kitaplarda erkek karakterler hep sigara içerler, içki içerler ama hiç sarhoş olmazlar. Ben içince sarhoş olabilecek, yerlerde yuvarlanıp, ertesi gün bunu hiç hatırlamayacak birinden bahsediyorum.” Gülümsedim ve birden esen rüzgâr yüzünden kollarımı bedenime sardım. “Okuduğum karakterler hep kaslı ama hiç spor salonuna gitmeyen karakterler, kimse kaslı doğmaz ki, değil mi? Spor yaptığı için kasları olan ama çok yemek yediğinde karnı çıkan birinden bahsediyorum.” Bir gece yediği patates kızartmasının kutusunun içindeki sosu parmağıyla toplayışını hatırladım, hafifçe şişen karnını, yağlı parmaklarını… Duraksadım.
Barlas, burnundan sert bir nefes vererek gülümsedi. “Sen basit birini istiyorsun o zaman?” Bu sorusunda kesinlikle alay ya da küçümseme sezmemiştim. Daha başka bir şey vardı… Sanki gördüğü farklılık, duydukları onu ciddi manada şaşkına çevirmişti.
“Sanırım,” dedim genişçe gülümseyerek. “Çünkü bu dünyada romanlardaki kadar harika insanlar varsa eğer, eminim ki o insanlar çok can acıtırlar.”
“Hani ben öyleydim?”
“O gece gördüğüm kadarıyla, aslında birçok kadının canını acıtıyordun.”
“Ama onların rızasıyla,” dedi anlayışla başını sallarken.
“Benim rızam yok,” diye fısıldadığımda hâlâ gülümsüyordum, o an ona karşı açık olmak beni korkutmadı.
“Senin canını acıtmazdım.” Duraksadım, bakışlarımı ondan kaçırdım çünkü utanmak bir kenara dursun, hazırlıksız yakalandığım için ne diyeceğimi bilmiyordum. “Seni kazanmak için sıradan olmak mı gerekiyor?” Bu sorusunu beklemediğim için göğsüm bir belirsizlikle sıkıştı.
Bugün yediğim kaçıncı vurgundu? Barlas’ın bana karşı böyle bir tutumda olması beni geriyordu ama bunu ona gösterirsem onu kıracak olmaktan korkuyordum.
Cevap vermedim.
“Sorun yok,” dedi rahat bir nefesi içine çektikten hemen sonra. “Madem bu dünyada senin gibi bir kadın var, benim gibi bir adam da sıradan olmayı öğrenebilir.” Eli yavaşça bedenimi saran kollarımdan birine uzanınca, ürpertiyle çatışan dik bakışlarım ona çevrildi. Barlas elini yavaşça koluma dokundurup, gözlerimde gördüklerinin hemen ardından benden uzaklaştırdı. “Sadece şunu merak ediyorum.”
“Evet?” Şimdi sesim soğuktu, bu benim elimde olmadan olan bir durumdu.
“Evren, şu yanındaki adam,” dedi ve başını salladı, ben de başımı sallayarak devam etmesini istedim. “Onunla aranda bir şey mi var?”
Gözlerim bir boşluğa mürekkep gibi yayılmış, düşüncelerim bir romanın ilk sayfasındaki belirsizlik kokan kelimeler gibi kirpik diplerimden düşerek yüzüme dökülmeye başlamıştı.
Onu tanıdığım günü hatırladım.
Simsiyah kıyafetlerinin içinde düşmüş bir meleğe benziyordu.
Beyaz teninin altında kan dolu damarlar dolaştığını görmesem belki de onun bir vampir, kalbi çoktan durmuş güzel bir ölü olduğunu düşünürdüm.
“Bunun cevabını senden şu an almak istemiyorum,” dedi Barlas düşünmeme fırsat vermeden. Belki de bunu uzun uzadıya düşünmemi istemiyordu, bilmiyordum. Dudaklarımdaki sızının arttığını hissettim ve sonra Evren’in söylediklerini hatırladım. Belki öylesine de olsa ona Evren ile aramızda bir şeylerin var olduğunu söylesem sorun olmazdı ama yine de bir yanım onu kendimden uzaklaştırırsam, Evren’in istediğini elde edemeyeceğini söylüyordu. Bu yüzden sustum.
“Seni kazanmak istemem bencillik mi?”
Sorusu, hiç beklemediğim bir anda içime işleyince, ona şaşkınlıkla baktım ve bu bakış onu da şaşırtmış olsa da ifadeleri pek değişmedi. Cevapsızlığım ona bir şeyler hissettirmiş miydi bilmiyordum ama sadece gülümseyerek elleri ceplerinde bir şekilde gözlerini benden ayırıp uzaklarda far ışıkları parıldayan arabalara baktı.
“Öylesine sorduğum bir soruydu, şimdilik bunu dikkate alma.”
🥀
Küvette yalnızca diz kapaklarım ve omuzlarım kuru kalacak şekilde suyun içinde oturduğum saniyelerde, suya düşerek bir dalga çemberi oluşturan su damlasının sesini dinliyordum. Bakışlarım bir ölünün gözleri gibi cansızdı, damarlarımda akan kana rağmen sanki nabzım dışarıdaki gece kadar sessizdi. Kollarımı bacaklarımın etrafına daha sıkı sarıp, derin bir iç çekerek çenemi dizlerimin üzerine bastırdım ve saçlarım suyun içinde dalgalanmaya başladı.
Kirpiklerimdeki ağırlık, uykusuzluktan değil, hissettiklerimin zihnimden akarak gözlerime yayılıp durmadan bana aynı ânı hatırlatmasındandı. O kadar çok aynı ânı hayal etmiştim ki, artık gözlerim açıkken bile bir rüyanın içindeymişim gibi hissediyordum. Saat on ikiyi çoktan geçtiğinden, yaşanan her şey dünde kalmıştı ama ben hâlâ dudaklarımdaki o sızıyı, o an birkaç saniye önce yaşanmış gibi net bir şekilde hissedebiliyordum.
Derin bir nefes alıp gözlerimi banyonun içine çevirdiğimde yükselen buharı fark ettim. Sanki bulutların arasında oturuyormuşum gibi görünüyordu. Nefes almak buharın da yoğunluğuyla güçtü ama zaten dünü hatırladıkça nefes almak buhar olmasa da zor olurdu.
Evren, eve döndüğümüzde duş almış, sonra hiç konuşmadan odasına çekilmişti. Dışarıda yemek yediği için tekrar yememesi herkese normal gelse de onun iştahını bildiğimden bu durumu bir miktar garipsemiş, hatta bu garipliği kendime yorup kendimi daha da büyük bir düşünce kuyusuna itmiştim. Düşünceler, çatallı dillerinin ucundaki zehri damarlarıma yaymak isteyen yılanlar gibiydiler ve tümü, beni o kuyunun dibinde sokmak için bekliyorlardı.
O maskenin önünü saran tülün dokusunu bile dudaklarıma sürtünüyormuş gibi net bir şekilde hâlâ hissediyor olmam garip miydi? Asıl garip olan, onun dudaklarını hiç beklemediğim bir anda, bir sır gibi dudaklarıma bastırması değil miydi? Islak parmaklarımı kaldırıp dudaklarıma bastırdığımda birkaç su damlası, tıpkı bir zamanlar gözlerimden kayan gözyaşları gibi parmaklarımdan geriye doğru düşüp bileğime ve oradan da dirseğime kadar aktılar.
Ben mi abartıyordum? Bu bir öpücük sayılmaz mıydı? Dudakları dudaklarıma belki bir tülün ardından temas etmişti ama bu da öpmek olmaz mıydı? Kaşlarımın ortasındaki yarık gitgide derinleşince sancısını şakaklarımda hissettim. Homurdanarak parmaklarımı dudaklarımdan uzaklaştırıp suya vurduktan sonra geriye doğru uzandım ve önce saçlarım suya esir oldu, ardından tüm bedenim usul usul suyun içine gömülerek küvetin üzerinden silinip dibini buldu.
Duştan çıktığımda benimle birlikte düşüncelerim de çıkmışlardı. Bol, tek omzu aşağıya düşen beyaz bir kazak giymiştim çünkü bu gece hava her zaman olduğundan daha serindi ama altımda dengeyi kurabilmek için giydiğim penye, kısa bir şort vardı. Islak saçlarımı taramış ama kurutmamıştım, bu yüzden saçlarım normalde olduğundan daha koyu renk görünüyordu ve kâküllerim de ıslak bir şekilde alnıma yapışmıştı.
Odamda el ve ayak tırnaklarıma iki farklı renk oje sürüp, sonra onları silip, sonunda gül kurusu renginde bir oje sürerek vakit öldürmeye çalışmıştım ama her ne kadar bunlarla uğraşıyor olsam da sanki vakit bir türlü geçmek bilmiyordu. Sanki hep aynı saatte, aynı dakikada, aynı saniyede ve aynı andaydık.
Sanki dudakları dudaklarıma çeyrek vardı.
Gül kurusu rengindeki ojelerim kurusun diye parmaklarımı dudaklarıma yaklaştırıp onlara üflerken gözlerim yatağımın diğer ucundaki Piglet’e kaydı. Bir süre yan yatmış şekilde sanki beni izliyormuş gibi duran Piglet’e baktım ve bu sırada ojelerime üflemeye devam ettim.
“Sence bunu neden yaptığını sormalı mıyım ona?” Sorum kısık bir yakarış gibiydi, Piglet ise duyduklarından pek de bir şey anlamıyormuş gibi bana bakmayı sürdürüyordu; boş bakışlarından anladığım kadarıyla bana verebileceği bir akıl yoktu. Gözlerimi gül kurusu rengindeki ojelerime indirdim, kurudukça rengi daha da açık görünmeye başlamıştı. “Bir kat daha mı sürsem?” Tekrar Piglet’e baktım, bana sakin gözlerle bakmaya devam ediyordu. “Sen de hiç konuşmuyorsun.” Kendi kendime söylenerek yatağa devrildim ve kafam yatağın yan tarafından aşağıya sarkarken gözlerimi pencereden dışarıya çevirdim. Dışarıda büyük bir dolunay vardı, etrafında yürüyen bulutların teni beyaz ile mavi rengi arasında kalmıştı ve bulutların kervanına rağmen yıldız yanmaya devam ediyordu. “Onun için bunun anlamı ne bilmek isterdim.”
Telefonum komodinin üzerinde cızırtılı bir ses çıkararak titreyince, sanki biri düşüncelerime sızmış gibi ürkerek uzandığım yerden hızla kalktım. Telefona uzanıp, ojelerimi bozma riskine aldırış etmeden ekran kilidini kaldırdım ve dün Hazal’ın telefon numarasını kaydettiğimi hatırladım. Hazal’dan gelen bir mesaj vardı. Başta sakin olan bakışlarım, mesaja tıkladığım an sakinliğinden arınarak ciddileşti. Yatağın üzerinde bağdaş kurarak oturup attığı mesajı okumaya başladım.
Hazal Veronika Onur: Uyudun mu? Şey soracaktım, yarınki havuz partisine gitmek zorunda mıyız?
Gülçehre Karaisaoğlu: Uyumadım. Öyle gibi duruyor…
Hazal Veronika Onur: Dedeme her şeyin yolunda olduğunu, artık onunla iyi anlaştığımızı söylesen bence buna gerek bile kalmazdı :/
Gülçehre Karaisaoğlu: Bunu yapmam, bana güveniyor. -,-
Hazal Veronika Onur: O herifin düzenlediği partilerin hepsi illegal oluyor, bunu biliyorsundur umarım, ki bence bilmiyorsun
Gülçehre Karaisaoğlu: Bu da ne demek oluyor
Hazal Veronika Onur: İllegal işte, polislerle başımız belaya girsin mi istiyorsun? Bence gitmeyelim…
Gülçehre Karaisaoğlu: Sadece beni kandırıyorsun. -.-
Hazal Veronika Onur: Emin ol kandırmıyorum, çok garip arkadaşları olduğunu biliyorum. Tuhaf tiplerle mi uğraşacağız orada?
Gülçehre Karaisaoğlu: Belki de çok eğlenirsin? ^^
Hazal Veronika Onur: Alo, Pollyanna’yla mı görüşüyorum? Gülçehre, ciddiyim, buna inanıyor musun?
Gülçehre Karaisaoğlu: Hagios bana güveniyor, bunu boşa çıkaramam.
Hazal Veronika Onur: Peki, en azından göz alıcı bir bikini giy çünkü yarın sosyetenin bütün güzelleri orada bikini yarıştıracak…
Gülçehre Karaisaoğlu: Benim sadece mayom var.
Hazal Veronika Onur: Mayonun fotoğrafını çekip atar mısın?
Kararsız kalsam da Hazal’ın bir bildiği olduğunu düşünerek ayaklanıp kıyafetlerimi yerleştirdiğim ahşap elbise dolabının kapaklarından birini açtım. Rengârenk kıyafetlerimin arasında dolaşan parmaklarım en nihayetinde mayomu yakaladığında, buruşan mayomu düzelterek yatağa serdim ve birkaç farklı açıdan fotoğrafını çektiğim açık mavi, üzerinde sarı renkte yazılar olan mayomun fotoğraflarını Hazal’a gönderdim.
Vereceği tepkiyi bana göstermesi yaklaşık iki dakikaya mâl olmuştu.
Hazal Veronika Onur: Umarım şaka falandır. Tamam, sen genel olarak çok cici görünüyorsun ama bu kadar cicilik fazla değil mi ya…
Gülçehre Karaisaoğlu: Nesi varmış ki?
Hazal Veronika Onur: Nasıl söylenir bilmiyorum ama bu mayoyla gidersen yarın birçok aptalın alay konusu olursun. Biliyorum, hiçbirinin söylediği umurunda olmayacak ama ben seninle alay etmelerini istemiyorum. Boş beyinliler işte.
Gülçehre Karaisaoğlu: Bu demek oluyor ki mayom kötü görünüyor…
Hazal Veronika Onur: Üzgünüm ama evet…
Gülçehre Karaisaoğlu: Ne yapmam gerek?
Hazal Veronika Onur: Kıvılcım’dan isteyemez misin?
Gülçehre Karaisaoğlu: Onun bikinilerinin bana olacağına inanıyor musun? Onun müthiş bir fiziği var.
Hazal Veronika Onur: Birincisi senin fiziğin kötü değil, sadece Kıvılcım’ın fiziği bayağı ateşli… İkincisi de evet, ondan daha çelimsizsin, bu yüzden olmayacaktır. Ben sana birkaç parça getirebilirim eğer istersen? Her ne kadar eğlence insanı olmasam da güzel parçalarım vardır…
Gülçehre Karaisaoğlu: Zahmet etmeseydin?
Hazal Veronika Onur: Saçmalama. Benimkiler de sana biraz bol gelebilir ama bence ayarlarız bir şekilde.
Gülçehre Karaisaoğlu: Yeni bir şeyler de alabilirim aslında.
Hazal Veronika Onur: Ne gerek var ki? Boşuna para harcama.
Gülçehre Karaisaoğlu: Sanırım biraz heveslendim *-*
Hazal Veronika Onur: Neden bu kadar tatlı olmak zorundaaasıın?
Gülçehre Karaisaoğlu: Ehehe… Peeeekii, yeni bir şeyler alabilir miyiz?
Hazal Veronika Onur: Pek vaktimiz yok… Erken gideceğiz.
Gülçehre Karaisaoğlu: Daha erken çıkarsak olur mu? Olmaz mı yoksa…
Hazal Veronika Onur: Beni gerçekten kandırıyorsun, peki, konum at ve sabah gelip seni alayım.
Gülçehre Karaisaoğlu: Şu küçük dükkânların olduğu sokağa çok yakınım.
Hazal Veronika Onur: Ben de öyle. O zaman sabah görüşürüz.
Bir anda kalbim heyecanla çarpmaya başlamıştı. Hep aynı model, aynı tonlardaki şeyleri sevdiğim ve deneyimlediğim için yeniliklere pek açık değildim ama farklı modellerin, başka renklerin de üzerimde nasıl duracağını merak etmiyor sayılmazdım. Telefonumu kenara bırakıp yumuşak yorganın içine girerken ellerimi kaldırıp gül kurusu rengindeki ojelerimi izlemeye başladım ve sonra bakışlarım hemen yanımdaki yastığa yaslanmış duran Piglet’e çevrildi.
Dudaklarım ağrıyan bir kemik gibi zonklamaya başladığında yutkundum. Bu gece uyuyup uyuyamayacağım konusunda derin şüphelerim vardı. Sonunda uykunun bana bu gece hiç uğramayacağını fark edip, yorganı ayaklarımla iterek yana doğru devrildim ve bir süre boşluğu seyrettim. Sonrasında ayağa kalkıp odanın çıkışına doğru ilerlemeye başladım.
Yere düşen her adımımda düşünceler zihnimde biraz daha ağrılı kıvama geliyordu. Tam odanın kapısını açacaktım ki, birinin varlığını hissetmek beni durdurdu. Hemen kapının arkasında biri varmış gibi hissettim, bu hisse anlam yüklemek başta zordu ama elim kapının yüzeyine kaydığında, kalbimin atışları göğsümü zonklatır gibi güçlendi.
Nefesim, boğazımda çözülmesi güç gemici düğümleri gibi dolanarak beni boğmaya başlamıştı. Parmaklarım kapının yüzeyinde kaydı, yavaşça yere indi ve bakışlarımı kapıdan ayırmadan çatık kaşlarla kapıya bakmayı sürdürdüm. Bir ayak sesi duydum, çok geçmeden ayak sesleri gücünü kaybettiğinde kapıda gerçekten birinin durduğunu, şimdiyse kapıdan uzaklaşmaya başladığını anlamıştım.
Kalbimde bir telaş dalgasıyla gözlerimin irileşmesi ve hemen sonrasında kapının kolunu indirmem bir oldu. Kapıyı açıp telaşla dışarı çıktım ve karanlık antrede onu gördüm. Sırtı bana dönüktü, kapıyı açmamla eş zamanlı olarak adımları kör bir bıçak gibi kesilmişti. Bakışlarım bir süre sırtında kaldı, bana bakıp bakmayacağı konusunda endişelerim vardı çünkü başını çevirip bana omzunun üzerinden bile bakmıyordu.
“Uyku tutmadı mı, Gül Kuyusu?” diye sordu sessizce. Sesinin büyüsüne kapılan kalbim, anlamsız bir bozuklukla çarpmaya başladı. “Uyuduğunu düşünmüştüm.”
“Uyumadım,” dedim sadece.
Omzunun üzerinden başını yavaşça çevirdi, şimdi yüzü bana dönük olmasa da profilini görebiliyordum. “Eğer uyumayacaksan gel dondurma yiyelim,” dedi, sakin sesine bulaşan bir şeyler daha vardı ama kalbim bunu algılamak istemedi.
Başımı sallayarak parmak uçlarımda üst katın holünde ilerleyip ona doğru yaklaştım. “Uyumayacağım,” dedim, bunu dememle birlikte Evren merdivenlere yöneldi ve alt kata uzanan merdivenleri yavaşça inmeye başladı.
Saçlarımı kulağımın arkasına iterek onu takip ettim. Salonda yalnızca açık olan televizyonun ışığı parlıyor, etrafı büyük ölçüde aydınlatıyordu. Tamamen camdan olan duvara baktığımda bahçeyi görebiliyordum, bahçede fıskiyeler dönüyor ve çimleri sulayarak serinletiyordu. Dışarıda olmamama rağmen taze ve ıslak çim kokusunu alabilmiştim. Evren kapıya yöneldi, kapıyı açtığında taş ve ahşaptan oluşan evin içine taze biçilmiş ıslak çimin kokusu yayıldı. Parmak uçlarımda merdivenlerin sonunda durup Evren’in verandaya çıkışını izledim. Yalın ayak çimlerde ilerledi, ardından bahçedeki büyük salıncağa oturdu.
Ben de onu takip ettim. Yalın ayak dışarı çıktığımda tenime yayılan o his öyle muhteşemdi ki, anında gevşemiş hissetmiştim. Dışarısı belli ölçüde serindi, gökyüzündeki yıldızlar her ne kadar mevsimin yaz olduğunu haykırsa da soğuğu derimde, tüm hücrelerimde hissedebiliyordum. Evren’in yanındaki boşluğa oturup kafamı kaldırarak gökyüzüne baktım. Ne konuşulur, ne söylenir bilmiyordum; durum kafamın içinde çok karışıktı ve aynı durumun onun kafasının içinde ne şekilde ilerlediğini merak ediyordum.
Onun ayakları doğrudan çimlerin içinde olsa da benim ayaklarım yere değmiyordu, bu da onunla aramızdaki boy farkının altını çizen bir detay gibi gelmişti. Sonunda, “Dondurma?” diye sordum ona bakmadan.
“Sipariş verdim, birazdan getirirler.” Bakışlarının tıpkı benim gözlerim gibi yıldızlarda olduğunu hissettim ama ona bakmamak konusunda inatçıydım.
Ayaklarımı yavaşça salladığım esnada bakışlarının bana çevrildiğini hissettim. Bunu hissediyor olmama rağmen gözlerimi kısarak ayaklarımı izlemeyi sürdürdüm. “Bugün,” dediği an, sesine bulaşan pus beni yutkundurdu ve devam etti ama duyduklarım, duymayı beklediklerim değildi, “Kestiren’le ne konuşuyordunuz? Kafenin önünde.”
“Bir şey konuşmadık.”
“Ağzınızı mı kıpırdatıyordunuz?”
Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ne?”
“Konuşmadığınıza göre birbirinize bakarak ağızlarınızı mı kıpırdatıyordunuz?” Bana dik dik baktığını hissettim ve bakışlarım yavaşça omzumun üzerinden ona kaydı. O da omzunun üzerinden bana bakıyordu ama ayın gümüş renkteki ışığı siyah, uzamaya başladığı için kıvırcıklaşan saçlarına çarparak saçlarını öyle çok parlatıyordu ki gözlerim yüzüne değil, saçlarına kayıyordu. “Bir cevap vermeyecek misin?” Ona dikkatle baktığımı, o bu soruyu bir anda sorunca fark ederek yutkundum. Gözlerim gözlerine bir su gibi aktı. Yeşil gözlerinin içine gömülmüş soru işaretleriyle karşılaşınca ellerimi çıplak bacaklarımın üzerine bastırdım.
“Öyle havadan sudan konuşuyorduk.”
“Arkadaş mısınız?” Bana çok ciddi baktığı için sorusunun da ciddi olduğunu fark ettim.
“Yani, öyleyiz sanırım. Bir sonraki aşamada ne yapmam gerekecek peki? Yani artık onunla arkadaşsam?”
“Bir sonraki aşamadan değil, senden ve ondan bahsediyoruz.” Birden bu cümle onu sinirlendirmiş gibi gözlerini ellerine indirdi, bana değil, uzun ve beyaz parmaklarını izledi. Elleri, avuçları birbirine yaslanacak şekilde birleşmiş bir yumruk şeklinde duruyordu. Yeşil gözlerini takip eden kahverengi gözlerim, ellerinin üzerindeki bir damara sabit kaldı. “Sana ne dedi?”
“Önemli olan onun yakınında olmam değil mi? Yakınındayım işte.”
“Bu bir cevap değildi.”
“Bu bir cevaptı,” diye fısıldadım.
Tek kaşını kaldırıp, omzunun üzerinden bana uyarıcı bir bakış attı. “Ben ciddiyim, Gülçehre.”
“Ben de,” diye fısıldadım, birden yanaklarımdaki baskıyla dişlerimi yanaklarımın iç kısmına bastırma ihtiyacı duydum. “Önemli olan onun etrafında olmam değil miydi? En başından beri.”
“Hayır,” dedi Evren, “bu değildi.”
Gözlerimi kaçırmak istesem de o an yeşil gözlerinden öteye gidemedim. “Seni pek anlamıyorum,” diye itiraf ettim sonunda. Bu onu şaşırtmış gibi görünüyordu. Tek kaşı daha da havaya kalktı ve alnında mavi bir damar belirgin şekilde atmaya başladı.
“Anlamadığın ne?”
“Ne söylemek istediğini yani,” dedim kuru bir sesle.
“Daha açık olmamı mı isterdin?” Bakışları yüzümde yoğunlaşmaya başlayınca kalbimin atışları da göğsümün altında yoğunlaştı. Omzu omzuma çok yakın mesafede durduğundan, yüzü de sanki nefesi içimi dolduruyormuş gibi yakındı bana. Dudaklarımı ıslatma ihtiyacı kurak bir çöldeymişim gibi beni sarsa da bunu yapamadım o an. Başını omzuna doğru eğdi ve yüzü birden gökyüzünde kayan bir yıldız gibi iz bırakarak yüzüme yaklaştı. “Söyle.” Gözlerim yeşil gözlerinden ayrılmadı ama sesi yüzüme çarptığında tüm duygular içimi ateşe verdi. “Daha açık olmamı mı isterdin?”
“Hayır,” dediğimde, dudaklarının iki yana doğru kıvrılışı bir hayal gibi var oldu ve ardından yok oldu. “Anlayabileceğim kadarını söylemen yeterli. Ne eksik ne de fazla.”
“Başta Kestiren’in senden pek etkilenmeyeceğini düşünmüştüm, onun tarzı değildin,” dediğinde yüzü hâlâ yüzüme yakındı ama bu nabzımı durduracak kadar büyük bir yakınlık değildi. “Ama sonra onun gözlerindeki bakışı gördüm, bence herhangi biri olarak görmüyordu seni. Başta bunu kullanabileceğimi düşündüm,” deyince, kalbim kırılır gibi oldu ama kısa sürede topladım. “Ama sonra bu düşünceden hiç hoşlanmadım.”
“Başta söylediklerin kalbimi kırar gibi oldu ama son söylediğin kalbimin kırılmasına engel oldu,” dedim açıkça, yüzümde beliren yumuşak gülümseme onu şaşırtmışa benziyordu. Yeşil gözleri yavaşça dudaklarıma dokundu, gülümsememi içine hapseden zihnindeki karmaşa büyümüş gibi kaşları çatıldı.
“Sadece bunu söylemem bile seni mutlu mu ediyor?” Kafasının karıştığını ses tonundan bile anlamak mümkündü. Onun güzel bir porseleni anımsatan yüzüne yerleşen her detayı aynı gülümsemeyle izlerken başımı salladım.
“Bunlar sana göre küçük şeyler belki ama benim için büyük bir şey. Önemsendiğimi hissetmek.”
“Seni önemsediğimi mi hissettin?”
“Önemsemedin mi?” Ona dikkatli gözlerle baktım. “Ben mi yanlış anladım?”
“Hayır, doğru anlamışsın.” Bu beklenmedik itiraf karşısında kalbimin vuruşları sertleşti. Gözlerini yüzümde dolaştırdı, bir kolunu salıncağın arkasına atarak sırtıma kaydırmış oldu. Sakince onu izlemeye devam ediyordum. “Başta benim için anlamsızdın, yardımıma ihtiyaç duyan küçük bir kız çocuğu gibiydin,” dediğinde, ruhum burkulsa da başımı sallayıp onu onaylamakla yetindim. “Bu sadece her şeyin başındaydı,” dedi yüz ifademden ruhumun burkulduğunu anlamış gibi. “Bana o gözlerle bakma, şu an böyle olmadığını sen de hissediyorsun.”
Başımı tekrar olumlu manada salladım. “Değersiz hissetmiyorum. On dokuz yaşındayım ve bu yaşıma kadar hep değersiz hissettim.” Başını salladı, beni anladığını bilmek beni güçlendiriyordu. Şaka değildi, öylesine değildi, numaradan da değildi, oyun hiç değildi; o beni gerçekten anlayan ilk kişiydi. “Ama çok kısa süredir sizlerleyim ve bu kısa sürede aslında ne kadar değerli olduğumu anladım.”
“Bu iyi.”
Başımı sallayarak ona onay verdim. “Benim için ne kadar iyi olduğunu tahmin bile edemezsin.”
“Kestiren’in sana âşık olmasını istemiyorum,” dedi, bu kez sesi ciddiydi, bakışlarım gözlerine mıh gibi kazındı ve bir süre hiç konuşmadan birbirimizin gözlerinin içine baktık. Ağustos böceklerinin sesleri ağaçların içinden bir ninni gibi yayılıyor, gecenin ıssızlığında kendilerine yankılar yaratarak her yanı sarıyordu. Yutkundu, âdemelmasının aşağı doğru kayışını derisi ince, beyaz boynundan çok net bir şekilde gördüm, yeşil gözlerini kısıp o içi kuyu gibi derin gözleriyle beni uzun uzun izledi. “Gözümün önünde seni sevmesini istemiyorum.”
Uzun süre bana çocukluğuma ait karanlık anılara ışık tutmama neden olan yeşil gözlerle baktı. Suskunluğum onun da üzerine bir ıssızlık sermiş, serilen ıssızlığın altında sakladığı kelimeler dilinin arkasındaki bataklığa saplanmıştı. Kalbim birinin sıkıca kavramasıyla tuzla buz olabilecek kadar narindi; yine kalbim, ateşle dolu bir ocağa tutulup kömür rengini aldığında bile atmaya devam edebilecek kadar güçlüydü. Onun gözlerinin içine baktığımda kalbim güçlüydü. Onun gözlerinin içine baktığımda kalbim parça parçaydı, dağınıktı.
Dudaklarının bir tülün arkasından dudaklarıma dokunuşunu hatırlayınca, yutkunmak boğazıma bir bıçak dayalıyken konuşmaya çalışmak kadar zor geldi.
“Biri seni sevecekse, bu onun gibi biri olmamalı,” diye itiraf etti, boğuk sesinin dolandığı her kelime zihnimde büyük depremler yaratmıştı.
Yutkundum. “Nasıl biri olmalı?”
“Aynaya bak.”
“Ne?”
“Hiç.”
Gözleri bir süre bende kalsa da sonra benden uzaklaştı. Bahçenin diğer ucuna doğru baktığını gördüğümde, gözlerini takip edip baktığı yöne baktım. Bahçenin kısa duvarına yaslı duran eski ayna, epey uzağımızda olsa da yansımamız küçücük bir pencerenin içinde bizi izleyen ikizlerimiz gibiydi.
Bir an gözlerim irileşti, bakışlarım birden ona doğru döndüğünde, dudaklarında kimsenin göremeyeceği, belki tanrının bile seçemeyeceği bir gülümsemeyle ilerideki yansımamızı izliyordu.
Bir korna sesiyle eş zamanlı olarak irkilerek gözlerimi ondan kaçırdım. Evren oturduğu yerden yavaşça kalktı, bahçenin çıkışına yürümeye başladığında onu izliyordum.
Avuçlarımı yanaklarıma bastırarak birkaç saniye bekledim. Söylemeye çalıştığı şey, benim hayal ürünüm değilse eğer evet, anlamıştım; hayal ürünümse ve o şekilde değilse… Bunu düşünmek bile beni üzmüştü.
Elinde dondurma kabıyla döndüğünde ellerim yanaklarımdan uzaklaşmıştı ama zihnim hâlâ ona saplı duruyordu. Bu hissettiğimin adı bende olmasa da okuduğum kitaplardan, sayfalarını çevirdiğim mangalardan iyi bildiğim bir şeydi aslında. Anlatılanlara tam olarak benzemese de garip bir duygunun içimde ilerlemesi beni bir uyanışa zorluyordu.
Yanıma tekrar oturup plastik kaşıklardan birini bana uzatana dek konuşmadık. Sonra, “Vişneli sever misin? Vişne ve kakao?” diye sordu, sesi herhangi bir şeyden bahsediyor gibiydi, ilgisizdi. Başımı sallayarak kaşığı dondurmanın içine batırdım ve vişne rengindeki dondurmayı kaşığın içine toplarken kafamı kaldırıp ona baktım.
“Hep böyle çok mu yersin?” diye sordum ilgili bir sesle.
Kaşlarını çatarak, “Çok mu yiyorum ki?” diye sordu bana.
Başımı hafifçe aşağı yukarı sallarken, “Evet,” dedim, “aşırı.” Dondurmayı ağzıma götürdüm, soğuğu dilimi uyuştururken gülümsedim. “Ama bu seni sevimli yapıyor.”
“Sevimli mi?” Bana garip garip bakarken dondurmadan büyük bir kaşık aldı, kaşığı ağzının içine götürüp bekletirken bana bakmaya devam ediyordu.
“Evet. Genelde okuduğum romanlardaki, izlediğim anime ve filmlerdeki karakterler hiç yemek yemiyor da… Yerlerse de lüks restoranlarda. Seninle ilgili bilmediğim çok şey var aslında.”
Bir eliyle dondurmayı içine aldığı kaşığı tutarken dili kaşığın üzerinde gezindi. Bakışlarımı dondurma kaşığından uzaklaştırıp çimlere indirdiğimde o, beni izliyordu. Yanaklarımda biri arka arkaya tokat atmış gibi bir yanma hissi dolaşıyordu.
“Hep animelerden falan bahsediyorsun, odanda da manga görmüştüm, şu geçenlerde korktuğunda.”
“Seviyorum mangaları,” dedim.
“Çizgi roman seviyorsun o zaman.”
“Mangalar çizgi roman değil ki, manga daha duygulu geliyor bana.” Kaşığımı dondurmanın içine batırıp kafamı kaldırarak ona baktım. “Sen çizgi romanları sever misin?”
“Lisedeyken severdim,” dedi donuk bir sesle. Dondurmadan büyük bir kaşık daha alıp kaşığı ağzına götürmeden hemen öncesinde konuştu. “Çizgi romanlarım için ayrı bir kitaplığım vardı, babam cevizden yapmıştı.”
“Baban çizgi roman okumana kızmıyor muydu?” Şaşkınlığım onun dikkatini çekmiş gibi bana garip garip baktı.
“Neden kızsın ki?”
“Benimki manga okumamdan nefret ediyordu, hâlâ ediyor.”
“Seninkini gebertsem keşke,” dedi birden çat diye, ardından kelimeleri ağzının içinde geveleyerek kaşıktaki dondurmayı emdi. “Hıyar ağası.”
Birden neşeyle gülmeye başladım. Evren irkilerek bana doğru döndü, bu tepkiyi beklemediğini biliyordum ama elimde değildi. Babam hakkında böyle konuşması beni üzeceğine, ciddi anlamda beni çok güldürmüş, hatta eğlendirmişti.
Bana ne olduğunu algılayamıyormuş gibi baktığında, gülmekten gözlerimin kenarları parlak yaşlarla dolmuştu. “Senin böyle konuştuğunu duymak çok affedersin ama epey komiğime gitti. Sanki her an kibar konuşurmuşsun gibi geliyor bana,” dedim kahkahalarımın arasından.
Çenesindeki dikiş izi gerilene kadar gülümseyince, bu onun porselen kadar gergin ve pürüzsüz suratındaki birkaç çizginin açığa çıkmasına neden oldu. Kalp atışlarım göğsümün içinde pusuya çekildi; damarlarımda akıp giden zamanı hissettim ve geçmişim bir yel değirmeninin döndüğü arazide kayıplara karıştı. Gülüşü içimde bambaşka bir boyuta ulaştı.
Birden dondurma doldurduğu kaşığı dilinin üzerine yapıştırıp bana dikkatli gözlerle baktı, gözlerim diline, sonra da sarmaşık yeşili gözlerine kaydı ve yutkundum. Yutkunuşum gözlerindeki parıltıların artmasına neden oldu. Nefesimi hızlandıran görüntüsünden kopmak üzereyken, dilini dondurma boyunca kaydırıp dondurmayı yaladıktan sonra, “Ne yani? Sen benim hiç açık saçık konuşmayacağımı da mı düşünüyorsun yoksa?” diye sordu, erkeksi sesi iliklerime bir zincir gibi dolanırken sadece ona bakakaldım.
Ruhuma ufak ufak sızan bakışları gitgide güç kazanarak beni derinden sarsmaya başladığında, kirpik diplerimde bir ağırlıkla öylece gözlerinin içindeki yangını izledim. Evren’in gözlerindeki yangını… Buna, onun gözlerine düşen yansımam o alevlerin içinde yanana dek inanmamıştım. Ama evet, onun zehir zemberek yeşil gözlerinde olan buydu; onun gözlerinde yeşil alevlerin yükseldiği bir yangın vardı ve bu gece ben o yangının içinden sağ çıkmaya çalışıyordum.
“Bence sen hiç öyle konuşmazsın,” dedim yutkunmamak için kendimi sıkarak.
Burnundan sert bir nefes verdi, alay kokan bakışları yüzümde uzun süre bekledi. Dili dondurmanın üzerinden geçti, kaşıktan uzaklaştı ve bakışlarını benden çekerek ileriye dikti.
“Benimle ilgili merak ettiklerin vardı, neydi onlar?” diye sordu beni değil, ileriyi izlerken.
“Önce kafamdaki tüm soruları toparlamam gerek,” dedim. “Bir dahaki soruşumda yanıtlayacak mısın?”
Dudakları düz bir çizgi şeklindeyken bir an kıvrılır gibi oldu. “Bilmem.”
“Mızıkçılık etme.”
“Etmem,” dedi, parlayan gözleri beni buldu. “Hadi dondurmanı ye de gidip uyu, saat epey geç oldu.”
“Doğru,” dedim başımı sallayarak. “Sabah erkenden Hazal ile çarşıya gideceğiz.”
“Neden?”
“Mayo almaya.”
“Mayon yok muydu?”
“Var da o partiye uygun değilmiş.”
“Ne alaka?” Bana tuhaf tuhaf baktı. “Ne istersen onu giyersin, defileye çıkacak değilsin.”
“Dalga geçerlermiş benimle.” Üzgün bir şekilde yere baktığımda, dondurmanın soğuttuğu parmaklarını çeneme bastırıp kafamı kaldırdı. Dokunduğu yer uyuşurken ona yavaşça baktım.
“Eğer seninle dalga geçenler olursa, işte o zaman sadece açık saçık konuşmam, davranırım da,” dedi, soğuk sesi yüzüme bir buzun buharı gibi yayıldı, bakışları içime alevlerin sıcaklığı gibi işledi. “Tamam mı?”
Ona beni ondan başka kurtaracak kimse yokmuş gibi baktım.
Çünkü biliyordum ki, beni gerçekten ondan başka kurtaracak kimse yoktu.
“Tamam,” diye fısıldadığımda, sesimden akan duygular onun da farkına varacağı kadar içseldi. Bir an dudakları bir şey söyleyecekmiş gibi aralandı ama çok geçmeden dudakları yeniden birbirine dokunarak onun sessizlik yeminini imzaladı.
“Gidip uyumayacak mısın?”
Yeşil gözlerine bakma isteğiyle dolu olsam da sadece başımı salladım. “Gidip uyumayı deneyeceğim.”
“Deneyeceğim derken?” Sesindeki sorgu birden boğazıma kadar suyun içindeymişim ve dev bir dalga da gitgide yükselerek bana doğru yaklaşıyormuş gibi hissettirmişti. “Uyuyamayacağını mı düşünüyorsun?”
“Öyle söylemedim.”
Dondurma kaşığını dondurmanın içine sapladım. Ellerimi dizlerimin üzerinde kaydırıp gözlerimi parmaklarıma indirdim. Ellerimi izlemeye başladığım o kısa süre zarfında, biliyordum ki Evren de beni izliyordu.
“Neden hep böyle düşüncelisin?” Sorusunu algılayamayınca kaşlarımı çatarak ellerime bakmayı sürdürdüm. Anlamadığımı fark etmiş olacak ki, “Ne zaman sana baksam, düşüncelerle dolu gibi görünüyorsun,” diye açıklamada bulundu. “Bazen neyi bu kadar düşünüyorsun diye merak ediyorum.”
“Bu garip mi? İnsanlar hep düşünmez mi zaten?”
“Ben insanların değil, senin ne düşündüğünü merak ediyorum.”
Kalbimin atışları usul usul hızlansa da bunu ona pek belli etmedim. Konuşmak istesem de kelimeler dilimin ucunu bıçak gibi yaracaktı sanki, bundan korkuyordum. Evren’in ısrarcı bakışları ruhuma batıyor, battığı yerden kanla karışık duygular akıyordu.
“Bugün babamla konuştum,” dedim, bunu biliyormuş gibi başını salladığını hissettim, ona bakmasam da hareketleri gözlerime yerleşiyordu, yansıması önümdeymiş gibi ellerimi izlemeyi sürdürdüm; sanki ellerimde gözleri vardı. “Hayatımda ilk kez kendimi güçlü hissettim, biliyor musun? Her zaman güçlü olduğumu biliyordum ama gücümü nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Bugün gücümü ilk kez kullandım. Onun üstünde.” Kaşlarım çatıldı, parmaklarımı birbirine sürterek ovuşturdum. “Belki yanlıştı, belki en başından beri yapmam gereken, doğru olan buydu, bilmiyorum ama yaptım işte.”
Gözlerindeki anlayışı hayal ettim. Yeşil gözleri bana her zaman büyük bir anlayışla bakıyordu. Ondan korktuğum, onu kafamda şekillendirirken yanına muhteşem, görkemli her şeyi koymama rağmen ve ürkütücü yanını da sık sık hissetmeme rağmen gözlerinde hep o anlayış vardı. Benim için olduğunu bildiğim anlayış…
Benim için her zaman gözlerinde olacağını bildiğim anlayış…
“Seni dinliyorum,” dedi akıcı bir sesle, “devam et, Gülçehre.”
“Ben…” Kelimeler toplansa bile bir arada tutması zor, dağınık bir insan topluluğu gibiydi. “Sanırım onu biraz tehdit ettim. Bu doğru değil, biliyorum ama beni geri çağırmıştı.” Omuzlarım gerildiği için geriye doğru itmek zorunda kaldım, bedenim öne meyletti, sakin gözlerimi ellerimden çekmedim ve parmaklarımdaki deriyi soymak istiyormuş gibi tırnaklarımı derimin üzerinde gezdirdim; hatta orayı kazıdım. Ellerime baktığını hissettim. Bu beni daha da heyecanlandırdı, kelimeler bir süreliğine geri çekildi; ruhum ağrıyordu ve en acısı, o benim ruhumun ağrıdığını biliyordu. “Evren,” diye fısıldadım, “belki sana yük oluyorum, belki bazen beni buraya getirdiğin için pişmanlık duyuyorsun, belki de ben büyük bir sorumluluğum ama,” gözlerim ona çevrildiğinde tırnaklarımı derime bastırdım, “gitmek istemiyorum. Kendimi bulmaya ihtiyacım var. Bunun için burada kalmam gerek. Ben, kendim olabilmek istiyorum. Ertuğrul Karaisaoğlu’nun kızı değil, Gülçehre Karaisaoğlu olmak istiyorum. Başında başkasının adı olan biri değil, yalnızca kendi ismine sahip biri olmak istiyorum.”
Bakışları yanıyordu. Çoğu kez ruhumu kaybettiğim yerlere, ruhum bir daha dönmesin ve onu tekrar aynı yerde aramak zorunda kalmayayım diye yanan bir kibrit fırlatır, köşeye geçip oranın yanışını izlerdim. Ruhum onun gözlerindeydi de tam ruhumu kollarımın arasına çekip mengene altına alacakken tekrar kaçırmıştım sanki; şimdi parmaklarımın arasında duran, ucu ateşle süslü kibriti onun gözlerine bırakmıştım ve gözlerinin yanışını izliyordum.
Elleri ellerime yaklaştı, bu sırada gözleri gözlerimde olduğu için başta hareketlerini gözlemleyip kafamda ne yönde olduğunu oturtabilmek epeyce zor gelmişti bana. Ama parmakları parmaklarıma temas ettiği an, dondurma kutusundan ellerine bulaşmış soğuk tüm ellerime yayıldı ve parmaklarımı sarmaşıklar gibi saran damarlar kasıldı.
Hem ellerindeki soğuğu hissettim hem de gözlerindeki ateşleri…
Dokunuşu, dün yaşadığımız o kısıtlı temastan daha derin bir şekilde ruhuma yayıldığında, ürpersem de ellerimi ellerinin altından geriye çekmedim. Bana dokunmasına, parmaklarının parmaklarıma derisine hapsolmuş o soğuğu bırakmasına izin verdim. Gözlerinin dibindeki alevler yükseliyor, kirpiklerindeki karanlığa ışık tutuyordu. Gözlerinde bir yer vardı, tüm çocukluğum orada alevler içinde kalmış ağlıyordu ve yine gözlerinde bir yer vardı, tüm çocukluğumu alevlerden kurtarıp oraya saklıyor, alevler onu yaksa da çocukluğumu koruyordu.
O benim koruyucumdu, kurtarıcımdı.
“Sana söz veriyorum,” dediğinde, elleri ellerimde kaydı, parmakları parmaklarımda alev aldı ve sonra serçe parmağı benim serçe parmağımı bir kanca gibi kavrayarak içine aldı. “Sen seni korumamı istemeyene ve ben senin korunmaya ihtiyacın olmadığına inanana dek, seni koruyacağım.”
Serçe parmağım, serçe parmağını içine alarak büküldüğünde, şimdi iki çengeldik ve birbirimize geçmiştik.
“Söz mü?”
“Söz,” dedi yavaşça.
“Söz,” diye fısıldadım sadece.
“Sana söz,” dedi, “yalnızca sana söz.”
“Yalnızca bana,” diyebildim, devamında kuracağım her cümle, söyleyeceğim her kelime bu ânı sadece bir enkaza çevirirdi. Bu an, konuşmak değil de hissetmek için vardı.
Ve ben öyle çok hissediyordum ki, parmak uçlarım kalbimdi.
“Yalnızca sana,” diyerek onayladı beni, ellerimiz bir bütün oldu, birleşip bir kalbin şeklini aldı, damarları birbirlerine karıştı. Yaşam onun damarlarında parladığında, artık el ele tutuşuyorduk ve ellerine bakmasam da biliyordum, hayal edebiliyordum; damarları ışıkla, hayatla, umutla parlıyordu.
Gözlerime ağır bir şekilde çökmeye başlayan uykunun mimarı Evren’di. Başım, benim isteğim dışında ya da belki isteğimle, usulca onun omzuna doğru düştü ve saçlarım omuzlarına serilirken, gözlerim uykuyla kısıldı. Başta bu hareketim onun tüm bedeninden güçlü bir elektrik akımının bedenime doğru geçip beni sarsmasına neden olmuştu ama sonra gevşedi ve omzunu başıma göre ayarlayarak rahat etmemi sağladı.
Bir süre sonra zihnim öyle derin bir yerdeydi ki, başıma bastırılan çenesi miydi yoksa dudakları mıydı ayırt edemeyecek kadar ondan uzaktaydım. Ben bir masal diyarında, elinde kibritle masal sayfalarını yakmak için gezen, saçlarına kurumuş çiçeklerden ölü bir taç takmış o kızdım. O parmak uçlarında kurşun askerlerle masalın sayfalarını önüme bırakan, teninde ayın gümüşünü taşıyan o adamdı.
Bir süre sonra bedenimin havaya kaldırıldığını hissettim, ıslak saçlarım aşağıya doğru bir masal prensesinin saçlarının kuleden aşağıya döküldüğü gibi döküldü. Beni taşıdığını hissettim. Masallar diyarında, çiçek tarlalarından geçerek, inci dolu bir odaya…
🎧: Thurisaz, Past Perfect