Artık benim dünyamda güneş siyah doğuyor, gece gökyüzünü beyaza boyuyordu.
Yüzüm boynundaydı. Parmaklarım güçsüz bir ayrıntı olarak omuzlarında asılı duruyordu. Sessizdim. Burnumu çektim, tırnaklarım omuzlarını saran derinin yüzeyinde hilal izleri bırakmaya başlamıştı. Kartal’ın aldığı nefeslerin sıcak baskısını ıslak saçlarımın içinde hissedebiliyordum. Elleri çıplak belimdeydi, avuçlarını bel boşluğuma bastırıp beni kendine yaslamıştı. Eğer şu an ona yaslanıyor olmasaydım, dizlerimin üzerine düşerdim, tüm ağırlığımı ona emanet etmiştim.
Dışarıda yağmaya devam eden yağmurun sesini duyuyordum. Banyonun içinde de suyun sesi hâkimdi ama bu ses bir fısıltı, bir sır gibiydi. Banyonun küçük penceresinden içeri şimşeğin ışığı dolduğunda banyo bir anlığına terk edilmiş bir cennet gibi aydınlandı, ardından söndü ve arkasında meleklerin ağıtlarını bırakarak banyoyu karanlığın topraklarına gömdü. Göğün gürültüsü sanki kaburga kemiklerimin içindeymiş gibi yüksekti. Yutkundum, boğazım acıyordu.
“Belimdeki izin sebebini merak ettin mi hiç?” diye sordu.
Başımı yavaşça sallarken yüzümü boynundan çıkarmadan, “Evet,” diye mırıldandım. Oysa bir süre öncesine kadar onun başı benim boynumdaydı, şimdiyse ben onun boynuna saklanmış, dakikalardır bu hâlde öylece duruyordum. “Ama sormanın saygısızlık olacağını düşündüm. O bir yanık izi, öyle değil mi?”
Kartal parmaklarını belimde yavaşça hareket ettirdiği anda ürperdim.
“Evet. Bir yanık izi.”
Omzunda duran elimi bir an için onun beline indirmek, yanık izine dokunmak istedim ama bunu yapacak gücü kendimde bulamadım. Tepkisini kestiremiyordum.
“Sebebini sormamın senin için bir sakıncası var mı?”
Çenesini saçlarımın içine sürtünce ürperdim.
“Sen, benim için sakıncası olan şeyleri yapmaktan kaçınmazsın, Lavinia,” dedi, sesinde saf bir alay hissi alsam da aslında o da çok yorgundu; belki de farkında olmadan birbirimize tutunuyorduk.
Kaşlarımın arasında oluşan çizgiye gömülmüş itirazları zihnimin derinliklerine iterek, “Neden oldu?” diye sordum.
“Bu iz, Kardelen’in bana bıraktığı bir hatıra,” dediğinde parmaklarım tenine saplandı, gözlerim boynundaki benlerden birinde takılı kalırken duraksamıştım. Onun adını, onun ağzından duymak, cesedimin üzerine yağan bembeyaz toprak gibiydi.
Benimle bir şeyleri paylaşıyordu, bunu fark ettiğimde bu paylaştığı anının içinde beni izleyen kahverengi gözleri, dalgalı koyu renk saçları görebiliyordum ama yüzü bir türlü oluşmuyordu; yalnızca oradaydı, o anının içinde beni izliyordu.
“Nasıl oldu?”
Kartal belimi hafif hafif okşarken, “Çok küçüktük,” dedi, burnundan aniden verdiği o nefes bir an için beni onun gülümsediğine inandırmıştı. “Kendimi abisi olduğuna inandıramadığım bir dönemdi, bazen onu fazlalık olarak görüyordum. Sanırım onu kıskanıyordum. Tüm ilginin merkezinde o varmış gibi hissediyordum.” Güldü. “Sadece üç ya da dört yaşındaydı, ben de çok büyük sayılmazdım ama ondan büyüktüm.” Sakinleşmeye başlamıştım, yanağımı onun boynunun altına yasladım ve şimşeğin belli aralıklarla aydınlattığı banyo duvarını izlemeye başladım. “Annemin bir atölyesi vardı, annemin öğrencileri orada dağlama dersleri alıyordu.”
“Dağlama dersleri mi?”
“Kızgın bir demirle herhangi bir şeye damga vurmak, şekil vermek.” Durdu. “Yüzüklere, değerli vazolara, taşlara falan damga vuruyorlardı işte. Annemi bilirsin, güzel hobileri vardır.”
“Bu olay orada mı oldu?”
“Dinle.” Parmaklarını belime bastırınca dudaklarımı yavaşça ısırdım. “İkimizi atölyesine götürmüştü annem. O çok ufaktı, annemin bakımına ihtiyacı vardı ve benim de o gün okulum yoktu, evde tek bırakmak istememişti beni. O daha yeni yeni sağlam adımlar atıyordu. Annemin beni tembihleyip öğrencilerle ilgilenmek için diğer tarafa geçtiğini hatırlıyorum. Ona göz kulak olmamı, onun abisi olduğumu ve onun benim korumama muhtaç olduğunu söylemişti annem.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp onun anlattığı anıyı dinlemeye devam ettim ama sanki bu anıyı oluşturan kelimeler birer kazma kürekti ve her cümle, kelimelerin kazmaya başladığı kuyuyu daha derin hâle getiriyordu; ben o kuyunun önünde durmuş, o kuyuya düşeceğim ânı bekliyordum.
“Çok oyunbazdı, hareketliydi; her zaman öyleydi. Onunla oyun oynamaya başladık. Oyuna o kadar çok dalmıştım ki zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. İçeri annemin öğrencilerinden biri girdi, elinde kızmış demirin kulpu vardı, kulpun ucundakinin kızmış demir olduğunu biliyordum.” Gözlerini yumduğunu hissettim, anlattıkları bir ölünün üzerini örten toprak kadar ağırdı. “Demiri annemin masasına bıraktı, bana da ona dokunmamam gerektiğini, ucundaki mührün anneme lazım olduğunu söyledi. Sessizce onu onayladım ve o odadan çıktı.”
Anlattığı her şey kafamdaki sahnede can buluyordu.
“Bir süre sonra öğretmenin hafta sonu için ödev verdiğini hatırladım ve onu orada bırakıp sırtımı döndüm, kapının arkasında çantam vardı. Çantama eğildiğimde bana seslendi, kelimeleri zar zor telaffuz ediyordu. Bana ilk kez orada, duyabileceğim kadar gür bir sesle, abi, dedi. Ona dönüp baktığımda kızgın demirin kulpunu tuttuğunu gördüm, o masaya nasıl yetişmişti bilmiyordum ama kızgın demiri değil, kulpu tuttuğu için bir anlığına rahatladım ama yine de paniği o kadar derinde hissetmiştim ki. Bunu anlatamıyorum, bu anlatılması çok güç. Bu, hissedilmesi bile çok zor bir şeyken, anlatılması nasıl mümkün olsun?”
Gözlerimi sıkıca yumdum, görüntüyü reddetmeye çalıştım ama görüntü oradaydı, zihnimdeki sahnenin perdeleri havada duruyordu; Kartal ve Kardelen orada, o sahnenin ortasında öylece duruyordu.
“Onun panik yapmasına neden olursam kendini yakabilirdi. Elindeki şey çok tehlikeliydi ve o çok küçük… Minicikti.” Yutkunduğunu duydum, bir şeyler boğazıma dizildi sanki. “Ona bağırırsam korkardı, ona telaşımı belli edersem yine korkardı, ona doğru aniden koşsam yine korkardı.” Güldüğünü hissettim. “Ve ben onun abisiydim, ben varken korkmamalıydı. O an ona bir oyun oynamayı teklif ettim,” dediğinde kalbimin atış sesleri tüm banyoyu doldurmaya başladı. “Bunu kabul etti.”
“Ne oyunu?”
“Elindeki şeyi biraz olsun kıpırdatmadan bana doğru getirirse, onun belime oturmasına izin verip o belimde otururken emekleyerek onu taşıyacaktım.”
Gözlerime batan yaşlar hâlâ oradaydılar.
“Bana doğru attığı adımları izlerken kalbim ağzımdaydı. Demiri düşürmesinden, küçük ayaklarının yanmasından öyle çok korkuyordum ki. Demir ağırdı ama o inatla demiri bana doğru getirmeye çalışırken demirin kulpunu sıkıca tutuyordu.” Kirpiklerimdeki sızıyla gözlerimi sıkıca yumdum, Kartal’a tutunmanın ne kadar doğru bir karar olduğunu tam şu anda anlamıştım. “Dengesini kaybettiğinde telaşlandı. Elindeki şeyi tutamıyordu. Ona doğru yürürsem dikkati dağılır mı diye hesap yaparken onun sendelediğini gördüm ve dayanamadım, aramızda az kalan o mesafeyi ışık hızında aşmıştım sanki. Tam elindeki demiri ayaklarına düşürecekti ki ayaklarına kapandığımı hatırlıyorum.”
Kalbim acıyla dolup taştı.
“Elindeki kızgın demirin belime düştüğünü, tenimin dağlandığını hatırlıyorum.”
“Kartal…”
“Onun ayakları yanmadığı için o kadar mutluydum ki tenime yayılan o acıyı hissedememiştim bile. O gün ilk kez onun abisi olduğumu kabullendim.” Yutkundu. “Abisi olduğumu anladım.”
“Kızgın demirin ucu çok mu genişti?” diye sordum. “Yanık izin geniş duruyor.”
“Evet,” dedi. “Ucundaki mühür taş bir tabloya aitti.”
“Anladım.”
“Öyle işte.” Parmaklarını belime sürterek omuzlarıma çıkardı, dövmeme dokununca ürperdim. “Anlatmak istedim.”
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.
Alnım âdem elmasına dokunduğunda artık bedenim üşümeye başlamıştı.
“Neden teşekkür ettin şimdi?”
“Benimle paylaştığın için.”
“Teşekküre gerek yok. Sadece… Bir şeyler duymaya ihtiyacın varmış gibi hissettim.”
“Öyle mi?” Başımı yavaşça salladığımda âdem elması alnımı dürttü. “Belki.”
“Basbayağı ihtiyacın vardı. Şimdi daha iyi misin?”
“Zaten iyiydim.”
“Çok kötü bir yalancısın, Ölüm Çiçeği.”
“Yalan söylemiyorum,” diye mırıldandım yorgun bir hâlde.
“Yalan söylemiyorum diyerek bile yalan söylüyorsun şu an.”
“Çok biliyorsun.” Yutkunduğumda boğazımın acıdığını fark ettim. “O adam…”
“O adamdan bahsederek tüm tadımı kaçırmak üzeresin,” diye böldü beni. “Yapma bunu.”
“O ölmedi, değil mi?”
“Hayır. Ölümü hak edecek kadar değerli değil.”
“Söylediklerin…” Alnımı onun omzuna doğru kaydırıp kaşlarımı çattım. “O adam hakkındaki sarf ettiğin cümleler… Doğruluk payı var mıydı?”
“Doğruydu,” dedi sadece.
“Yani o-”
“Sapık pezevengin teki.”
“Şu an nerede?”
“Titriyorsun. Üşüyor musun?”
“Geçiştiriyorsun. Sen de bunu yapma.”
Kartal derin bir nefes alırken, “Gerçekten titriyorsun, Lavin,” dedi uykulu bir sesle. “Geçiştirdiğim falan yok.”
“O hâlde neden bana bir cevap vermiyorsun?” diye sordum ısrarla.
Elini enseme bastırınca alnım omzuna tamamen yaslandı ve bu yakınlık nefesimi tutmama neden oldu. “Şu an için senin üşüyor olman daha önemli,” dedi kuru bir sesle. “Sesin çok çıkıyor. Üstelik konuşurken dişlerin birbirine vuruyor, bunu duyabiliyorum. Çok üşümüşsün. Seni buradan çıkaralım.”
Kendimi ondan uzaklaştırmaya çalıştım. Buna izin vermedi. “Üstünlük taslamandan nefret ediyorum!” diye tısladım.
“Biliyorum,” dedi sakince.
“O zaman yapma.”
“Biliyorum dedim, bununla ilgileniyorum demedim.”
Elimi çıplak göğsüne koyup onu itmeye çalıştığımda parmakları bileğimi yılandan bir bilezik gibi sardı. Kafamı kaldırıp ona baktım, karanlıkta parlayan gözleri dışında yüzünün her bir ayrıntısı sırlarla dolu perdelerin arkasına saklanmış gibi duruyordu.
Gözlerini gözlerime doğru indirip, “Yine kıpır kıpırsın,” diye fısıldadı. “Sakin duracak mısın?”
“Niyeymiş?”
“Çok asabisin,” dedi, gözleri gözlerimden ayrılmıyordu ve bakışları cehennemin dibinde kıvam kazanan ateş gibiydi; göz bebeklerinin kayalıklarından lavlar sızıyordu.
“Böyle olmamın nedeninin senin bazı tavırların olduğunu biliyorsun.”
Burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Dikkafalı olduğunu kabul ediyorsun yani?”
Kaşlarımı çattım. Soğuyan parmağını iki kaşımın ortasına bastırınca durup ona bakakaldım. Diğer eli bileğimi serbest bırakıp tekrar belime dolanmış ve güçlü bir şekilde bedenimi sarmıştı.
“Kaşlarını çatmanı gerektirecek bir şey söylemedim,” dedi. “Buna gerek yok.”
Kafamı biraz geri yatırarak parmağını iki kaşımın ortasından çekmesini sağladıktan sonra, “Her şeye sen yön vermek istiyorsun, farkında mısın?” diye bir soru attım ortaya. Bana dikkatle baktı, kan lekeleri artık yoktu; su onları alıp götürmüştü. “Birlikte hareket etmeye karşısın, tüm ipler senin elinde olsun istiyorsun. Her şey senin isteğine göre şekillensin…” Gözlerinin içine bakarken kendimden emindim. “Yönetilmeden, yönetemezsin.”
Kaşlarını kaldırdığını fark ettim.
“Beni yönetmek mi istiyorsun, Sönmez?” diye sordu, sesinde ima yoktu, öfke ya da bambaşka duygular yoktu; belirsizlik vardı.
“Duygularını kaybetmiş birinin en büyük silahı kalbidir. Senin silahının boş şarjörünü doldurmaya çalışıyorum.” Başımı yavaşça omzuma doğru eğdim. “Bu yönetmek istemek mi?”
Duraksadı, bunu beklemiyor gibi görünüyordu.
“Duygularını kaybetmiş birinin en büyük silahı aklı değil midir?” diye sordu bana bu kez.
Güldüm. “En büyük dedim,” diye fısıldadım. “En güçlü değil.”
“Seni tanıdıkça, sana yabancılaşıyorum sanki,” dedi. Bunu söylemesini beklemiyordum, gözlerim gözlerinde asılı kaldı.
Onun kelimeleri bileğime bağlanmış bir serum gibiydi, her bir damla bir harfe aitti ve serumun damlaları yavaş yavaş bileğimden içeri akarak bana karışıyordu.
“Bir şey söylemeyecek misin?” diye sordu.
Kirpiklerim gözlerimi ondan esirgedi. Kalbimin serbest bıraktığı o acı tekrar beni ele geçirmeye başladığında artık ona değil, göğsüne sıralanmış benlere bakıyordum.
“Söyleyecek bir şeyim yok,” dedim sessizce.
“Sessiz kalmak tercih edeceğin bir şey değil,” dedi. “Sende gözlemlediğim şeylerden biri de bu.”
“Haklısın,” dediğimde bana baktığını biliyordum ama ona bakmıyordum, yalnızca bedenen ona çok yakındım; zihnim çok uzaklardaydı. “Beni tanıdıkça bana yabancılaşıyorsun.”
“Bu sadece benim için mi geçerli?”
Gözlerim iki göğsünün ortasında duran bende takılı kaldı. “Hayır,” dedim yorgun bir sesle. “Bu yalnızca senin için değil, ikimiz için de geçerli. Önceden birbirimizi tanısak da yabancıymışız gibi hissederdim. Şimdiyse birbirimizi geçmişte olduğundan daha çok tanıyoruz ama geçmişte olduğumuzdan daha yabancıyız.”
Buna bir cevap vermekten kaçınıyormuş gibi, “O adama ne olduğunu merak ediyorsun,” dedi.
“Normal olarak.”
“Anlattığım zaman için rahatlamayacak,” dediğinde gözlerimi gözlerine çevirdim.
“Anlatırsan çok daha kolay olacağını düşünüyorum.”
Kısık bakan, içi iri gözleri gözlerimdeki duvarda bir çerçeve misali asılı kaldı. Beni yerle bir eden varlığına rağmen onun karşısında, onun gözlerinin içine bu şekilde bakabildiğim için kendime minnettardım. Beni diğerlerinden ayırdığını bildiğim bu özelliğimin bir gün çürüyüp yok olmasından, beni terk edip onu asla bulamayacağım yerlere taşınmasından korkuyordum.
“Onu seni götürdüğüm o eve götüreceğim,” dedi. “Ama önce kendisine gelmesi gerekiyor.”
“Kolu…” Durdum, görüntüler gözümün önüne sıralanınca yüzümü buruşturdum.
“Acı çekmeyi hak etti. Daha fazlasını hak ediyor.”
“Onu o eve götürmen ne kadar doğru?”
Beni yavaşça serbest bırakıp, “Bunları sen ısındıktan sonra konuşalım,” dedi mesafeli bir sesle.
Başımı salladım, onu onayladığımı gördüğü anda ağır adımlarla benden uzaklaşarak banyodan çıktı. Sıcak suyu tekrar açıp altında bir süre bekledikten sonra, bedenimden akıp giden kirin zihnimdekileri de götürmüş olmasını dileyerek Sahra’nın benim için kapıya bıraktığı kıyafetleri giydim ve banyodan çıktım. Salonun kapısı kapalıydı, ıslak saçlarımla öylece koridorda dikilip karanlığı izlemeye başladım. Mutfağın kapısı açıldığında, mutfakta yanan ışığın rengi koridoru boydan boya aydınlattı. Neslihan görüş alanıma girdi.
“Güzelim?” dedi sorar gibi. “Saçlarını kurutsana.” Sanki bir şey olmamış gibi davranıyordu, oysa bu gece çok fazla şey olmuştu.
“Sorun değil. Kendi hâline bıraktım.”
“Başın ağrıyacak.”
“Hep ağrıyor. Sıkıntı değil.”
Neslihan derin bir nefes alarak yanıma doğru yürüdü. Omzuma dokunup omzumu yavaşça sıktıktan sonra, “Bu tür şeyler yaşamak zorunda olduğun için üzgünüm,” diye fısıldadı.
Başımı iki yana sallayıp, “Bunu seçen benim,” dedim kesin bir dille. “Yaşadıklarımdan ya da yaşayacaklarımdan dolayı kimseyi sorumlu tutmadım, tutmayacağım.”
Neslihan boşta duran eliyle turuncu saçlarını karıştırdıktan sonra başını sallayıp bana onay verdi. “Kartal’dan korkuyor musun?” diye sordu tereddütle.
“Hayır.”
“Buna sevindim. Çünkü ne kadar öfkeyle dolu olsa da o kötü bir adam değil.” Elini yavaşça benden uzaklaştırıp koridorun diğer ucuna baktı. “Bir şey sorabilir miyim?”
“Evet?”
Neslihan tedirgin gözlerini gözlerime sabitlediğinde, mutfaktan sızan ışık, yüzünün belli bir kısmını aydınlatıyordu. “Kartal ve sen önceden de bu kadar yakın mıydınız?” Neslihan’ın sorusu bir bıçak gibi karnıma saplandı ve zamanın yavaşladığını hissettim. Yakın gibi mi görünüyorduk? Kartal ve ben yakın mıydık?
“Yani söylemeye çalıştığım şey, sen banyodaydın ve o seninle birlikte oradaydı. Sana karşı çok ilgili davranıyor. Gördüğüm kadarıyla didişseniz de aranız oldukça iyi aslında.”
“Kartal banyoda yanımdaydı çünkü muhtemelen iyi hissetmediğimi düşündü,” diye mırıldandım. “Öfkeliydi. Ağlayıp zırlamamı istemediği için yanıma gelmiştir.”
“Sorduğum tek soru bu değildi aslında.”
“O ve ben yakın değiliz.”
“Öyle görünmediğinizi mi düşünüyorsun?”
“Önceden nasılsak, şimdi de öyleyizdir diye düşünüyorum. Değişen bir şey yok,” diye yalan söyledim ama değişimin damarlarımda aceleyle çağladığını hissedebiliyordum. Bunu Neslihan’a itiraf edemedim. Onun kapılacağı düşüncelerden korktuğumdan değil, kendi kapılacağım düşüncelerden korktuğum için sustum belki de.
Neslihan bir süre sustu. Dilinin ucuna sakladığı başka bir soru olduğunu gözlerine yansıyanlardan anlamak mümkündü. Sonunda, “Kartal ile aranızda bir şeyler mi geçiyor?” diye sorunca, tek kaşım havaya kalktı.
“Nasıl yani?”
“Sen ve o, aranızdaki sadece bir anlaşma mı yoksa daha fazlası mı var?”
Damarlarımın bileklerime sarılan halatlar olduğunu hissettim ve kanımı taşımak değil, durdurmak için orada oldukları düşüncesi bir sancı doğurdu. Neslihan çekinerek sorduğu bu sorudan aldığı cevapla ne yapacaktı bilmiyordum ama ben sorduğu soru yüzünden uyku uyuyamayacaktım, buna emindim.
“Bu elbette beni ilgilendirmez ama istemediğin bir şeyin içinde olmandan da korkuyorum,” deyince bir an bakışlarım Neslihan’ın yüzüne saplanıp kaldı. “Kartal ile gerçekten aranızda bir şey mi var yoksa seni istemediğin bir şeyin içine mi sürüklüyor?”
“Ne söylemeye çalışıyorsan dosdoğru söylesene.”
“Ona karşı tensel bir çekim hissediyor musun yoksa bu çekimi yalnızca Kartal mı hissediyor?”
Soruyla beraber yüzüm bembeyaz kesildi ve bu sorunun neden bana yöneltildiğini anlayamamanın getirdiği gerginlikle kaşlarım çatıldı. Bir an için soruyu bir kenara itmeme neden olan şey, Kartal ile ilgili bir soruya dönüştürerek verdiği ayrıntı oldu. Yalnızca Kartal mı hissediyor diyerek neyi kastediyordu? Kartal’ın bana tensel çekim hissettiğini mi söylüyordu?
Neslihan’ın gözlerinin içine bakarken bir an kendimi ve Kartal’ı bir yatağın içinde uyurken değil de bambaşka hâllerdeyken düşündüm, bu düşünce bir is lekesi gibi önce kalbime, devamında da ruhuma sinerek beni zehirledi. Tırnaklarım bilincim dışında avuçlarımın içine saplandığında sadece garip bir kalp ağrısı hissediyordum, bu rahatsızlık hissi değildi; bu düpedüz ağrıydı.
“Bana böyle özel bir soruyu sorarken ne düşünüyordun?” Sesimdeki gerginlik Neslihan’ı burukça gülümsetti. Sanki benden alması gereken cevabı çoktan almıştı. “Öyle bir şey olsa bile bu kimseyi ilgilendirmez. Ama çok merak ediyorsan cevap vereceğim. Ne Kartal bana karşı tensel bir çekim hissediyor ne de ben. Aramızda da bir şey yok. Bir anlaşma yaptık. Hepsi bu.”
“Kartal’ın şefkati seni dişi bir kaplanken, küçük, savunmasız bir kedi yavrusuna dönüştürmüyor mu yani?”
“Ne?”
“Her neyse,” dedi Neslihan bu kez içtenlikle gülümseyerek. “İstersen biraz uyu.”
“Hayır. Teşekkür ederim ama uykum yok,” dedim buz gibi bir sesle.
Kartal, üzerinde ona ait olmadığını bildiğim bir tişörtle mutfaktan çıkınca, olduğum yerde öylece kalakaldım ve gözlerim onun gözleriyle çarpıştı. Neslihan irkilerek Kartal’a doğru baktı. Kartal’ın konuştuklarımızı duymadığı her hâlinden belliydi. Islak saçlarını karıştırıp, “Lavin,” dedi mesafenin duvar gibi dikildiği sesiyle. “Gidiyoruz.”
Neslihan kaşlarını çatarak, “Nereye?” diye sordu.
Kartal gözlerini Neslihan’a dokundurmadan, “Hawaii’ye tatile,” dedi.
“Kes alayı. Bu gece burada kalın, dinlenin.”
Yunus Emre, Kartal’ın arkasında belirdi. O adamı geçici olarak nereye götürmüştü bilmiyordum ama geri dönmüştü. Ender’in yanında kalmamış mıydı? “Ne dersen de kafasının dikine gideceğini biliyorsun, Nes,” dedi ifadesizce. “Rahat bırak.”
“Evet, taksiciyi dinle,” dedi Kartal sinir bozucu bir ifadesizlikle.
Yunus Emre, Kartal’a yan yan bakıp, “İlkel insan,” diye homurdandı.
Kartal çıkışa doğru yürürken, “İnek,” dedi Yunus Emre’ye. Sonra bana bakmadan, “Hadi, Lavin,” diyerek kapıya uzandı.
“Evet, okuduğum kitaplarda da aynı senin gibi ilkel karakterler oluyor bazen,” dedi Yunus Emre düz düz bakarken. “Sen arada açıp kitap okuyor musun acaba?”
“Sana bakınca senin bir inek olduğunu anlayacak kadar var işte bizim de okumuşluğumuz,” dedi Kartal yamuk bir şekilde gülerek. Yunus Emre başını iki yana sallayarak güldü.
Evden ayrılıp araca binene kadar hiç konuşmadık. Eve geldiğimizde de bu sessizlik kendini tekrara düşürdü ve ben Ender’in şu an nerede olduğunu merak etmeme rağmen bu konu hakkında soru sormadan kendimi salona attım. Kartal üzerindeki tişörtü sıyırıp tişörte top şeklini verdi, öylece kenara fırlattıktan sonra içki şişelerinden birini çıkardı. Şişenin kapağını ağır ağır döndürerek açarken gözleri bendeydi, benim gözlerim de ondaydı.
“Şu Gökçe var ya,” dedikten sonra şişeyi ağzına dayadı. İçkiden birkaç yudum aldığında âdem elması aldığı yudumları takip ederek bir aşağı bir yukarı kayıyordu. Elinin tersiyle dudaklarındaki ıslaklığı kuruladıktan sonra, “Burak ve Yunus Emre, onunla iletişime geçti. O pezevengin bu gece uyanmasının imkânı yok, ona verdiğim ilaç onu en az yarın akşama kadar acılar içinde geçireceği bir uykuya daldırdı,” dedi. Ona ilaç mı vermişti? “Gökçe onu bizim için evinde saklayacak.”
“Ne? O kıza nasıl güvenebilirsin?”
“Ona güvendiğim falan yok ama emin ol, vefa borcu en kötü insanın bile kabuklarının çatlamasına neden olur. Bana bir vefa borcu var, bunu ödüyor.” İçkisinden bir yudum daha aldı. “Ender’in telefonu hâlâ kendisinde, o uyurken onu arayan olursa telefonu Gökçe’nin açması çok abes kaçmaz. Herif zaten neredeyse her gece biriyle düşüp kalkıyor.”
“Peki ya uyandıktan sonra?”
“Diyelim ki benim verdiğim ilaç işe yaramadı ve Ender uyandı.” Kartal güldü, gülüşü tehlikeliydi. “Sence gidip bizi bir yere şikâyet edebilir mi sanıyorsun? Onun kolunu koparsam bile gidip hiçbir yerde tek bir kelime konuşamaz. Bildiklerimin ona söylediklerimden çok daha fazlası olduğunu biliyor. Kendini böyle bir tehlikeye atmaktansa, adını böyle bir lekenin altına yazdırmaktansa ellerimde ölmeyi tercih eder.”
“Ender’in yokluğu fark edilecek olursa?”
“Dediğim gibi, orada Gökçe devreye giriyor. Telefonunu açıp Ender’in meşgul olduğunu söylemesi bile yeterli,” dedi Kartal. “Gerisini de o götün evladı uyandıktan sonra halledeceğim.”
“Aklında neler dönüyor böyle?”
İçki şişesini bana doğru uzatarak şişenin ucuyla beni işaret etti. “Emin ol, yavrum,” dedi, yanaklarıma mızrak gibi saplanan şaşkınlık tenimi ânında kızarttı. “Aklımda dönenleri gördüğünde, aslında varlığından bile haberdar olmaman gereken bir adamın yeryüzündeki gölgesinin seni içine çektiğini anlayacaksın.”
“Kendinden çok eminsin,” diye fısıldadım.
Güldü, gülüşü yine ölümcül vaatlerle doluydu.
“Kendimden emin olmamam için hiçbir sebep yok.”
Bir sigara yaktı. Bir süre sessizce sigarayı içerken camdan dışarıyı, şehrin ışıklarını izledi. Aralık duran dudaklarından dışarı sızan dumanların çizdiği şekillere baktım, sonra da onun gözlerine…
Gözleri karanlığın içinde batmaya başlayan bir güneş gibiydi.
“Yorgun görünüyorsun, Ölüm Çiçeği. Gidip uyu.”
Çenemi diz kapağıma bastırıp, “Hayır, uykum yok,” diye mırıldandım.
“Gözlerin öyle söylemiyor ama yavrum.”
“Ne söylüyormuş gözlerim?”
Kartal, uzun uzun yüzüme baktı. Bir şey söylemedi. Sonunda onu izleyerek bir yere varamayacağımı anladım ve oturduğum yerden kalkıp salonun çıkışına yöneldim. Elinde içki şişesiyle öylece beni izlediği sırada sessizdi.
Tam salondan çıkacakken, “Merak ediyorum,” diye mırıldandı.
Durdum. Bir süre karanlık koridoru izledikten sonra, “Neyi?” diye sordum.
“Birini öldürecek olsaydın, onu nasıl öldürürdün?”
Beklemediğim bu soru, kalbimin tekrar hızlı çarpmasına neden olmuştu. Ölümün bendeki kalıntıları tenimde hareket ederek ruhuma doğru ilerlemeye başladığında başımı diktim.
“Onu, onu sevdiğime inandırırdım.”
Sessizliği etrafa yayıldı. Yüzüne dağılan o ifadenin bana ne hissettireceğini merak ediyordum ama dönüp ona bakmıyordum, gözlerim hâlâ karanlıktaydı.
“Yani sen birini öldürmek için önce o kişinin duygularını yaralarsın, doğru mu?” Güldüğünü hissettim. “Senden acımasız bir katil olur.”
“Peki sen?” diye sordum. “Birini öldürdün, evet,” diyerek yüzüne bir anlığına bu gerçeği vurdum. “Peki şimdi birini öldürecek olsan, onu nasıl öldürürdün?”
“Bıçaklardım.”
“Neden?”
“Gözlerine uzun uzun bakabilmek için.”
“Gözlerine bakmak isteyeceğin bir insanı neden öldüresin ki?”
Bana doğru bir adım attığını hissettim ama ona doğru dönemedim. Donup kalmıştım sanki. Sabah ezanının okunmaya başladığını duydum, şafak sökmeye başlıyordu.
“Çünkü bilinci hemen kapansın istemezdim. Beni görsün, gözlerimin içine baksın, onu göreyim, aldığı nefesleri sayabileyim isterdim. Sonu olduğunu hissedeyim ve o da sonu olduğumu bilsin.”
“Anladım,” dedim kireç gibi bir yüzle.
“Boynun acıyor mu?”
Yavaşça başımı iki yana salladım.
Sessizlik ikimizi de içine aldığında o sessizlikten kendimi koparmak istercesine ondan uzaklaşmaya başladım. Kendimi odaya attığımda aldığım her nefes boğazımı yakıyordu sanki. Sonunda kendimi yatağa bıraktım, tenim yorgunluğu bir mürekkep gibi dışarı sızdırarak yataktaki beyaz çarşaflara akıtmaya başladı. Ağarmaya başlayan günün yarattığı o matem mavisi renk, odayı aydınlatmaya başlamıştı. Perdenin aralığından içeri sızan ışığı izlerken gözlerim artık acıyordu. Bir süre sonra bilincim yavaşça kaybolmaya başladı.
Kartal, gelmemişti.
💫
Kartal yumruğunu aniden Ender’in yüzüne geçirince Gökçe geri çekilerek kocaman gözlerle Kartal’a baktı. Gökçe’nin evindeydik. Kartal, Ender’in uyanması için onu yumruklamıştı. Ender’in burnundan şarıl şarıl akan kanı fark edince yüzümü buruşturdum. Üzerimdeki montun kumaşını avuçlayıp gözlerimi Gökçe’ye çevirdim, kız şoka girmiş gibi bizi izliyordu.
“Uyan lan!” diye bağırdı Kartal. Ender gözlerini aralamaya çalışıyor, bir şeyler fısıldıyordu. Dikkatim koluna kayınca midem allak bullak oldu. Kolundaki kan kurumuş, kolu gelişigüzel sargı beziyle sarılmıştı ama o kadar iğrenç hâldeydi ki bir an için olduğum yere çömelip kusmaya başlayacağımı sandım.
“Uyan diyorum sana, şerefsiz!”
Ender, inleyerek gözlerini araladı. Karşısında Kartal’ı görünce gözleri, kaşlarına değecek kadar irileşti. Korku, göz bebeklerindeki kuyudan yukarı tırmanan bir canavarın pençeleri misali parçalamıştı ifadesini. Gözleri koluna kaydı, ardından diğer elini burnuna kapattı ve kanayan burnunu saklayarak inledi.
“Uyandın mı, Uyuyan Güzel?” diye sordu Kartal alayla. Gözleri Gökçe’ye kaydı. “Arayan oldu mu?”
“Evet. Sekreteri aradı, açtım, duşta olduğunu söyledim ve kadın özür dileyerek telefonu kapattı.” Gökçe, yüzünü buruşturdu. “Sanırım gerçekten hep yaptığı bir şey bu herifin.”
Ender’in gözleri Gökçe’ye kaydı, olduğu yerde acıyla kıvranıyordu. Kartal başını sallayarak, “Eyvallah,” dedikten sonra Ender’i boynundan kavrayıp ayağa kaldırdı. Ender ne yapacağını bilmez şekilde Kartal’a bakarken titriyordu.
“Bak şimdi, göt lalesi. Eğer yaşamak istiyorsan, hadi yaşamayı da geçtim o harflerini siktiğim isminin yanına tecavüzcü, istismarcı, kara paracı, hırsız gibi bir sürü unvan eklensin istemiyorsan dediklerimi harfiyen uygulayacaksın, anladın mı?”
“Ne istiyorsun?” diye sordu Ender boğuk bir sesle.
“Önce uysal olmayı öğren.” Kartal aniden tekmesini Ender’in dizine geçirince, Ender dengesini kaybedip yere düştü. Yere düşerken yanındaki sehpayı devirmiş, sehpanın üstündeki su bardağı da içindeki suyla birlikte Ender’in üzerine düşmüştü.
“Yerinde olsam beni sinirlendirmezdim, anlıyor musun?”
Ender nefret bürümüş ama korkunun da kol gezdiği gözlerini kaldırıp Kartal’a baktı. “Ne istediğini söylemezsen, istediğin şeyi yapamam,” dedi, burnundan akan kanlar parmaklarının boğumlarını ıslatıyordu.
“Şimdi her zamanki ben pezevengim ses tonunu takın ve sekreterini ara, kendini beğenmiş bir göt olduğunu belli edercesine konuşarak ona bir kadınla tatile çıkacağını kendi dilinde anlatmaya çalış. Seni bir süre asla aramaması gerektiğini altyazı geç.”
Ender yüzünü buruşturdu. “Bu benim yaptığım bir şey değil. Şüphelenirler,” dedi.
Kartal pis pis sırıttı. “Hadi lan oradan. Kaldığın otellerin, gittiğin kulüplerin, birlikte olduğun tüm kadınlarla yaptığın alışverişlerin faturaları, ekstreleri elimde. Sen kimi kandırıyorsun? Sekreterin senin bu tür şerefsizliklerini örten kuklan değil mi zaten? Beni kandıracak bir de…” Kartal eğildi. “Senin aklını alırım, beyninin bundan haberi olmaz.”
“Ses tonumdan bir şeylerin yolunda gitmediğini anlar,” dedi Ender. “Bunu istemiyorum. Bu benim de başımı belaya sokar. Bildiğin her şeyi öteceğini biliyorum.”
Kartal aniden kükreyerek bir tekme daha geçirdi yerde yatan adama. Ender kıvranarak inledi. “Benimle nasıl konuştuğuna dikkat edeceksin,” dedi tehlikeli bir sesle. “Duydun mu? Öttürürüm seni.”
Ender inleyerek, “Ben doğru olanı söyledim!” dedi. “Sesimden bir şeylerin yolunda gitmediğini anlar.”
“Anlamayacak. Kuş beyinlinin tekiyle çalışıyorsun, tek bildiği şey senin bir ova kadın düzdüğün.” Gözlerini adama dikti. “Yorgunmuş gibi yap. Hünerlerini sergile, yoksa ben sana çok daha acı veren hünerlerimi sergilerim ve sen söylediklerimi yapmadığına çok pişman olursun.”
Gökçe, kollarını göğsünde toplayıp gözlerini bana çevirdi. Bana baktığını fark edince ben de ona baktım. Kaşlarını çatarak boynuma baktı, boynuma baktığını fark edince boynumu montun yakalarına saklamaya çalıştım.
“Boynuna ne oldu? İyi misin?”
“Sorun yok,” dedim. Kartal bu yarayı hatırladıkça daha da çıldıracaktı, bunu biliyordum. Kartal’ın dişlerini sıkarak bana baktığını görünce, “Küçük bir yara,” diye geçiştirmeye çalıştım. Gökçe bana yaklaşınca geri adım attım. “Küçük bir yara, dedim.”
Kartal tekrar Ender’e doğru eğilip, “Su iç ve sekreterini ara,” dedi tehditkâr bir sesle. “Sonra seninle ne yapacağıma karar vereceğim.”
Gökçe, Ender’e bir bardak su getirdi. Ender suyu içerken tetikte görünüyordu. Korkusu gözlerinden okunan bir metin misali sayfalara ayrılmıştı. Bir süre nefes nefese etrafını inceledikten sonra yutkundu. Telefonuna uzandı. Kartal tekli koltuğa oturmuş, bir bacağının bileğini diğer bacağının dizine koymuş, Ender’i izliyordu. Ender’in herhangi bir hamle yapma şansı yoktu; zaten şansı olsa bile artık yapamayacağı kesindi.
Korku, insana bir ağaç diktirir, diktiği ağacın dalında kendini astırırdı.
Ender derin bir nefes alıp sekreterini aradı ve telefonu kulağına yasladı, beklemeye başladı. Bir süre sonra, “Bana bak,” dedi kendini beğenmiş bir sesle. Kartal’ın dediklerini harfiyen uyguladığını fark etmiştim. “Evet, telefonu onun açtığını biliyorum. Evet evet, duştaydım. Bugünkü görüşmeleri iptal et, tamam mı? Birkaç günlüğüne kaçıyoruz, önemli bir şey olmadığı sürece beni arayıp rahatsız etme. Soranlara bir şeyler uydurursun.” Bir süre karşı tarafı dinledi. “Tamam. Telefonum kapalı olursa mesaj bırakman yeterli, açınca okurum. Hoşça kal.”
“Telefonunu hemen kapatma,” dedi Kartal gözlerini kısarak. “Evden çıktığımızda bir yere gideceğiz, söylediğim yerde kapatacaksın.” Gözlerini kısıp bakışlarını Gökçe’ye çevirdi. “Konumu şu an açık mı?”
“Hayır,” dedi Gökçe.
Kartal, yeniden Ender’e baktı. “Gittiğimiz yerdeyken konumunu açacaksın, sonra telefonu kökten kapatacaksın.”
Ender başını sallarken, “Tamam,” diye fısıldadı.
Bir an anlam veremesem de onun bu kadar ince detaylara girerek düşünmesi beni ürpertti; şeytanın kolu gibiydi. Her yere uzanabilen ölümcül bir kol. Evden çıkmadan hemen önce çıkış kapısının önünde durdurdu Ender’i. Bilinçli olarak Ender’den uzak yürüyordum. Kartal aniden Ender’i kendine doğru çevirip ona kafa atınca, Gökçe çığlık atarak geri çekildi. Ben ifadesiz gözlerle ikisine bakıyordum. Ender ne olduğunu anlayamadı. Duvara yaslanarak düşmemek için duvarın kenarına tutunmaya çalıştı ama Kartal, Ender’in elini bileğinden yakalayarak ters döndürdü.
“İz bırakma,” dedi zehirli bir sesle. “Şu kızı görüyor musun?” Beni işaret etti. Ender bana bakınca, Ender’in boğazını tutup acımasızca kavrayıp sıktı. “Bakamazsın ona. Bakmayacaksın.”
“Onu görüyorum,” dedi Ender acıyla. “Üzgünüm, her şey için çok üzgünüm.”
“Üzgünsün, öyle mi?” Adamın gözlerinin içine bir yırtıcı gibi bakıyordu. “Ona zarar verdin, biliyorsun değil mi? Biliyorsun.”
“Lütfen,” diye inledi Ender. “Lütfen…”
“Biliyorsun.” Kartal, artık hırlıyordu. “Ona zarar verdin, bunu biliyorsun değil mi?”
“Lütfen!”
“Bana cevap ver!”
“Biliyorum,” dedi Ender, artık titremiyor resmen bayılacak gibi dizlerinin üzerine düşüyordu. “Üzgünüm, lütfen!”
Elini cebine atınca gözlerim oraya kaydı. Parmaklarının arasında tuttuğu damlayı gördüğümde kaşlarımı kaldırdım. Dirseğini kırarak kolunu Ender’in boğazına yasladı, damlayı açtı. Ender dehşet içinde ona bakarken ne olacağını anlamaya çalışıyordu.
“Gözünü tavana dik,” dedi Kartal tehditkâr bir sesle.
“Lütfen…”
“Sesini kes ve tavana bak lan!”
Ender gözlerini tavana çevirdi, gözleri gözyaşlarıyla parlıyordu ama içim zerre sızlamıyordu. Gökçe, bir köşede sadece izliyor, Ender’e tiksinen gözlerle bakıyordu. Kartal damlayı Ender’in iki gözüne de tam üçer defa damlattıktan sonra damlanın ağzını kapatıp cebine koydu.
“Yüzündeki kanı temizleyebileceği bir şey getir şuna,” dedi Gökçe’ye dönerek. “Araç evin önünde. Önce ben ve Lavin çıkacağız, sen yüzünü temizledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi evin arka bahçesine dolanacaksın ve seni oradan alacağız. Kaçmaya kalkarsan?”
“Öyle bir şey olmayacak.” Ender ellerini gözlerine bastırmıştı, gözleri yanıyor olmalıydı. “Yemin ederim. Bunu kendime yapmam, yapamam.”
“Ben de öyle tahmin etmiştim.”
Evden ayrıldık, araca binip kemerimi bağladım ve gözlerimi yavaşça Kartal’a çevirdim. Aracı arka bahçenin olduğu yere doğru sürüyordu.
“O damla neyin nesiydi?”
“Göz bebeğini büyüten bir damla,” dediğinde gözleri kısaca dikiz aynasına kaydı, arkayı kontrol edip aracı yavaşça ilerletmeye devam etti. “Bulanık görmesini sağlayacak. Böylelikle onu götürdüğümüz yeri asla seçemeyecek.”
“Gözünü bağlamak daha iyi olmaz mı?”
“Yolda çevirme olabilir, çevirmeye takılmayacağımızı biliyoruz ama öylesine bir trafik polisi bile arka koltukta gözü bağlı bir adam görürse ne düşünür sence?”
“Şeytanisin.” Boynumu tekrar montun yakalarına gömdüm, görmesini istemiyordum.
“Öyle miyim?”
“Evet.”
Elini dikiz aynasına attı, güneşliği kaldırdı ve ayna aniden parlamaya başladı. “Onu arka koltuğa, en ortaya oturtacağım. Bu ayna durmadan gözünü hedef alacak. Böylelikle bulanık gören gözleri tamamen görme kaybı yaşayacak. Dışarıdan bakan kimse onun bir şey göremediğini anlamayacak ama o hiçbir şey göremiyor olacak.” Yan gözle bana baktı. “Şimdi daha şeytaniyim, değil mi?”
“Onu Bursa’ya mı götürecektin?” diye sorarak konuyu değiştirmeye çalıştım çünkü kahrolasıca gerçekten şimdi çok daha şeytaniydi.
Aracı evin arka kapısına yakın bir yerde durdurup başını salladı ve bana bakmadan, “Evet,” dedi.
“Neden orası, Doktor?”
“Ona vermem gereken bir ders var.”
“İşimize yaramayacak bir adam için başını belaya sokacaksın.”
“Başımı belaya falan sokmayacağım.”
“Onu birkaç günden fazla orada tutarsan neler olabileceğini düşünebiliyor musun?” Ona inanamayan gözlerle baktım. “Sekreteri ve ailesi peşine düşecek, ortalık karışacak. Sanki başımızda onca şey yokmuş gibi bir de bununla mı uğraşacağız?”
“Neden arkana yaslanıp izlemiyorsun?”
“Bu işin sonunda boka batmanı istemiyorum,” diye tersledim onu. “Neden anlamıyorsun?”
“Boka batarsam kendim batarım.” Direksiyonu sertçe kavradı. “Seni batırmayacağım, rahat ol.”
“Saçmalıyorsun. Yine. Her zamanki gibi.”
“Falan filan,” diye homurdandı.
Ender’i gördüm. Aksayarak da olsa bahçeden yavaşça çıktı. Kartal etrafı kolaçan ediyordu, görünürlerde hiç kimse yoktu. Ender aracın arka kapısını açtı, bulanık gördüğü için sarsaklayarak hareket ediyordu. İçeri girerken korkusunun artık bir kokusu vardı ve bu kan kokusuna benziyordu.
“Ortaya kadar kay,” dedi Kartal. “Tam ortaya otur.”
“Neden?”
“Soru sorma, dediğimi yap.”
Ender hiçbir şey söylemeden Kartal’ın dediğini yaptı. Dikiz aynasının parıltısı gözlerine çarptığı an, “Bulanık görüyorum zaten, şimdi hiç göremiyorum!” diye inledi.
“Geber pezevenk,” diye söylendi Kartal.
Ender’in gözleri açık duruyordu, dışarıdan bakan biri onun göremediğine asla inanmazdı ama sık sık yutkunup gözlerini açıp kapatıyordu; görmediği ortadaydı. Kartal tekrar aracı çalıştırdı, araç bomboş yolda dökülen su gibi ilerlemeye başladı. Yarım saatten kısa süren yolculuğun ilk varış noktası lüks binaların olduğu bir yerdi. Kartal aracı durdurdu.
“Şimdi telefonunu bana veriyorsun,” dedi. “Sen görmezsin.”
Ender elini cebine attı. Kolu yaralı olduğu için güç bela çıkarmayı başardığı telefonunu Kartal’a uzattı. Kartal telefonu aldı, birkaç tuşa basıp konumu açtıktan sonra birkaç dakika öylece bekledi. Ardından konum açık hâldeyken, “Sekreterine WhatsApp’tan çıplak fotoğraflarını mı atıyorsun?” diye sordu yüzünü buruşturarak. “İğrençsin ulan puşt. Her ne sikimse. Telefonu kapattığını yazıyorum kadına.”
Ender, hiçbir şey söylemedi. Kartal konum açık hâldeyken son kez sekretere mesaj attıktan sonra cevap gelmesini bekledi; cevap çok geçmeden gelmişti. Kartal konumu ve telefonu kapatıp Ender’in kucağına fırlattı.
“Şu an neredeyiz?” diye fısıldadım. “Neden son göründüğü adresin burası olmasını istedin?”
“Burası bu götleğin birlikte olduğu seks işçilerinin birçoğunun oturduğu site.” Gözlerini yavaşça Ender’e dokundurdu. “Anladın mı lan nerede olduğumuzu, sikik?”
Ender başını önüne eğdi, hiçbir şey söyleyemedi. Tekrar yola çıktığımızda artık gideceğimiz adresin neresi olduğunu biliyordum. Akşam olmadan oraya varamazdık, trafik çok sıkışıktı. Ender sık sık uyuyakalıyor, ayıldığında da göremediği için sadece yüzünü buruşturarak aynadan yansıyan parıltıyı izliyordu. Yaklaşık beş saat kadar uzamıştı yolculuğumuz. Sonunda tekrar o korku evinin etrafını saran dikenli telleri gördüğümde gözlerimi Kartal’a çevirdim. Hava artık lacivertti. Gece, gökyüzünün zeminine serileceği ânı gözleyen gösterişli bir halı gibiydi.
Ender yavaşça gözlerini araladı, aracın karanlık içine gözlerini kırpıştırarak baktı. Birkaç kez başına dokundu; başında pervasız bir ağrı dolanıyor olmalıydı. Kartal aracın kapısını âdeta sökerek açtı. Soğuk hava içeri doluşurken gevşeyen bedenim tekrar çarmıha bağlanmış gibi gerildi. Yavaşça araçtan indim. Kartal aracın arka tarafına dolaştı, kapıyı açıp, “Çık dışarı,” dedi dişlerinin arasından. Etraf bomboş olduğu için sesi yankılar uyandırmıştı.
Ender’i kolundan tutarak dışarı çekmesiyle, Ender yere, karların ve çamurların birbirine karışarak tutunduğu zemine düştü. Öksürerek doğruldu, etrafa baktı ama bulanık gördüğü için nerede olduğumuzu tam olarak kavrayamıyordu.
“Burası…” Durdu. “Neresi?”
“Ebenin amı,” dedi Kartal. “Nasıl, beğendin mi?”
Ender öksürmekle yetindi. Kartal, Ender’i yakasından tutarak çekti, ayağa kalkmasını sağladı. “Yürü!” diye hırladı. “Hemen gevşeme ipi çözülmüş manda gibi.”
Ender artık gerçekten aksıyordu. Kartal onu içeri kadar sürükledi. Geçen seferki adam acaba hâlâ burada mıydı? Tenimden buz gibi bir ürperti geçti. Burada olmaktan hiç hoşlanmıyordum. Ender’i beyaz, bir hastane odasını anımsatan odaya soktuğumuzda, Kartal onu sedyeye oturttu. Dolaba doğru yürüdü. Sırtımı beyaz duvara yaslayıp sessizce acılar içinde kıvranan Ender’i seyretmeye başladım. Kartal dolaptan bir şeyler çıkardı, ardından beyaz paravanın arkasına geçti. Paravanın arkasında lavabo olduğunu, Kartal’ın orada ellerini yıkadığını biliyordum.
“Ne yapacaksın?” diye sordum.
“Sağlık taraması diyelim.”
“Ne?”
Ender irkilerek, “Ne?” diye sordu benim gibi. Ona düz düz baktım.
“Sen sus, Uyuyan Güzel,” diye dalga geçti tekrardan Kartal. “Sağlamlığını test edeceğim.”
“Ne sağlamlığı?”
Ender bir anda kalkmaya çalışınca, Kartal, “Otur oturduğun yere!” diye hırladı.
“Bana ne yapacaksın?”
“Gazozuna ilaç atılmış film artisti gibi sorular sorma, yatırıp sikecek değilim,” diye homurdandı Kartal.
Elinde bir şırıngayla paravanın arkasından çıktı. Şırınganın içindeki ilacı görebiliyordum, gözlerimi farklı bir yöne çevirdim; o âna şahitlik istemiyordum. İğneyi Ender’e nasıl sapladıysa, adam feryat ediyordu. Acının sızdığı bedenden yükselen çığlıkları dinlerken kılımı kıpırdatmamak beni daha vicdansız bir insan yapar mıydı? Bilmiyordum. Gözlerimi boşluktan çekmedim, Ender’in bağırtıları dinene kadar boşluğu izlemeye devam ettim.
Ender bir süre sonra tıpkı canı alınmış bir av gibi sedyenin üzerine yığıldı, artık hareketsizdi, gözleri tavandaydı ama ruhu burada değildi; bilinci kapalı gibi duruyordu. Ağır adımlarla içeride yürümeye başladım. Kartal iğneyi çöpe fırlattı, dirseklerine kadar sıvadığı kazağını indirmeden ellerini saçlarının arasına daldırıp derin bir nefes aldı.
“Ona ne yaptın?” diye sordum sadece.
“Bir şey yapmadım. Bilincini kapattım.” Omuz silkti. “Onu aşağıya taşıyacağım. Gözünü açtığında en büyük kâbusunun içinde bulacak kendini.”
“Neden bunu yapıyorsun, Kartal?”
“Belki de en büyük kâbusunu yaşaması gerekiyordur,” dedi sadece.
“Ondan kopartacak hiçbir bilgi olduğuna inanmıyorum,” dedim.
“Ben de öyle.” Derin bir nefes aldı. “Ama bu ona yapmak istediklerime engel olacak kadar yeterli bir sebep değil. Senin de anlamadığın bu.”
“Yaptığın şey yasal olarak suç.”
“Yaptığım her şey yasal olarak suç?” dedi sorar gibi.
Başımı iki yana sallayarak, “O adam hâlâ burada mı?” diye sordum.
Kafasını sallayarak buna onay verdiğinde o sakinliğim bir toz bulutunun içine yerleşerek gidebileceği en uzak noktaya gitti. Şok olmuş gözlerle Kartal’a bakarken, “Ne?” diye bağırdım dehşet içinde. “Şaka mı yapıyorsun?”
“Hayır?” dedi sorar gibi. “Sana bunu söylememiş miydim?”
“Hayır.” Yüzümü buruşturdum. “O adam… Öldü mü?”
“Öldüğü falan yok,” dedi. “Turp gibidir.”
“Onu burada öylece bırakmak, diri diri toprağın altına gömmekten farksız!”
“Turp toprağın altında yaşar.”
Sahte bir kahkaha atıp, “Cidden çok komiksin!” diye bağırdım. “O adam aç mı?”
“Evet.”
“Susuz?”
“Hey, o kadar gaddar değilim.” Bana boş boş baktı. “Suyu var.”
“Açlıktan ölmüştür,” dedim inanamaz hâlde. “Sen…”
“İşime karışma.” Yanımdan kayıp geçti. Elimdeki her şeyi almış gibi hissediyordum. Artık onun arkasında öylece ilerleyen bir gölgeydim, gölgem kendimi kaybetmişti. Kartal, Ender’i sedyenin üzerinde taşıyarak odadan çıkardı. O bomboş koridorda sedyenin çıkardığı sesleri dinlerken olduğum yere çöktüm, kollarımı dizlerime sardım ve alnımı dizime bastırıp derin bir nefes aldım.
“Bu kadar kötü biri değilsin,” diye fısıldadım, beni kimse duymuyordu, beni ben bile duymuyordum. “Neden bunu kendine yapıyorsun?”
Ender’i o mahzene benzeyen yere kapattığını biliyordum. Merak edip gidip bakmadım, olduğum yerde öylece onu bekledim. Geldiğinde gideceğimizi sanmıştım ama öyle olmadı. Çoktan gece yarısı olmuştu, biz yine burada, evin dışındaki divanın üzerinde oturuyorduk.
Sigarasını yaktı, bir bacağını divanın üzerine çekti ama diğer bacağı yere sarkıyor, ayağı zemine basıyordu. Hava soğuktu, ikimizin de dudaklarından bembeyaz buharlar süzülüyordu.
“Sabah döneceğiz,” dedi kuru bir sesle.
Nedenini sormadım, hiçbir şey söylemedim. Bana sigara paketini uzatınca gözlerim önce ona, ardından sigara paketine dokundu. Paketin açık ağzından bir dal sigara çektim, dudaklarımın arasına yerleştirdim ve ona baktım. Çakmağı cebinden çıkardı, bana doğru yaklaşınca duraksadım; elimi uzatıp çakmağı vermesini bekledim ama yapmadı. Ateş ikimizin arasında bir dağ gibi yükseldiğinde gözlerim gözlerine dokundu, dudaklarımın arasında duran sigarayla hafifçe eğildim ve ateş, dudaklarımın arasındaki sigaranın ucuyla birbirine dokundu.
Sigaranın ince gövdesini iki parmağımın arasına alarak sigaradan derin bir nefes aldım.
“Dünden beri içmiyorsun,” dedi, nasıl fark etmişti bilmiyordum ama başımı sallayarak onayladım. Sigaranın dumanı yavaşça dudaklarımdan dışarı süzüldü. “Aslında içmemen iyi, yaşın daha çok küçük. Ciğerlerine yazık.”
Güldüm. “Kırk yaşındaki emekliler gibi konuşuyorsun.”
Kaşlarını kaldırdı, gözleri gülüşüme dokundu ama çok kısa bir temastı bu, ânında gözlerime tırmandı o keskin bakışları. Sigaradan bir duman daha alıp, “Ender’in telefonunu aldın, değil mi?” diye sordum.
Bana düz düz bakıp, “Herhalde yani,” dedi. “Aptala mı benziyorum?”
“Benzemediğini söyleyemeyeceğim,” diye homurdandım.
“Ne?”
“Hiç.”
“Söyle söyle,” dedi kaşlarını çatarak. “Bir şey dedin.”
“Yaş ilerledikçe duymakta da güçlük çekiyorsun galiba sen?”
Aniden bana doğru dönünce ürperip divanın diğer ucuna doğru kaydım, bakışlarımı etrafa çevirip yutkundum. “Sen benimle kafa mı buluyorsun?” diye sordu zehirli bir sesle.
“Buluyorsam ne olmuş?”
Kartal kaşlarını çattı. “Bu cesaret nereden geliyor?”
Ona doğru döndüm. “Gelmesin mi?” diye sordum.
Kartal aniden ayağa kalktı, ben de farkında olmadan ayağa kalkmıştım. “Cesursun yani?” diye sorup üzerime yürüyünce, geri adımlar atarak, “Evet,” diye kafa tuttum. “Öyleyim.”
“Yaşlı mıyım yani ben?”
“Bunamaya başladığına göre?” diye bir soru attım ortaya ve o soru, benim ecelime salladığım elim gibiydi. Dudaklarım yavaşça aralanınca nefesim bana yaklaşan tenine döküldü. Kartal gözlerini kıstı, sanki etrafımız bir ateş çemberi tarafından sarılıydı.
“Bunadım?”
“Bunamış gibi görünüyorsun,” dedim. Ruhunun gölgesi sanki üzerimde duruyordu, kelimelerin kanatları ikimizi altında bırakan gökyüzü gibi tenine geriliyor; kelimeler onun gölgesinin altındaki bana dokunamıyordu.
“Yerinde olsam koşmaya başlardım,” dedi alaycı bir sesle ama o sesin etrafına mayın gibi yerleştirilmiş bir de tehlike vardı ki o tehlikeyi hissettiğim an ona sırtımı dönmek ve arkama bile bakmadan koşmaya başlamak istedim.
“Neden koşacakmışım?”
“Koşmaya hazırlanan bir av gibi bakıyorsun,” dedi gözlerini kısarak.
Ona düz düz baktım. “Kabul et,” diye homurdandım. “Aptalın önde gidenisin. Balıklama sazansın.”
“Balıklama sazan?” Kartal daha olayın şokunu atlatamamıştı. Öylece bana bakıyordu. Aniden sırtımı ona döndüm ve evin ters yönüne doğru koşmaya başladım. Bir süre arkamdan gelmedi ama sonunda peşime takılıp beni koşturmaya başladığında botlarım durmadan karlara saplanıyordu ve bu yüzden hızımı kaybediyordum.
“Yalnız yakalarsam gösteririm sana sazanı!” diye bağırdı arkamdan. Karların içinde yankılanan sesi yüreğimi garip bir duyguyla besledi, o duygu göğsümün içinde kanat çırpmaya başladı. Durmadım, koşmaya devam ettim.
“Sadece sazanı değil, balıklama sazanı göster!” diye bağırdım, tüm yaşananlara rağmen tam şu an eğlendiğimi hissediyordum. Korku yoktu, bambaşka duygular yoktu, sadece yanaklarım pancara dönene kadar koşmak ve sonunda kendimi karların içine yüzüstü atıp yanan yanaklarımı karlara bastırmak istiyordum.
Kartal arkamdaydı, aramızdaki mesafe tamamen kapandığında, “İstesem seni yakalarım,” diye bağırdı. “Kaçman hoşuma gitti.”
“Ondan mı koşturuyorsun?” diye bağırdım, arkama bakamıyordum, bakacak olursam onu görecektim ve muhtemelen yavaşlayacaktım.
“Seni yakalayamayacağımı sanacak kadar aptal olamazsın!”
“Bal gibi de yakalayamıyorsun!”
Biraz daha hızlandım. Ayaklarımdaki botların gitgide daha da ağırlaşmaya başladığını hissediyordum. Umurumda değildi. Ona meydan okumak hoşuma gitmişti, ilk kez kavga etmiyorduk, sadece birbirimizle uğraşıyorduk ve bu bende yabancı hislerin doğmaya başlamasına neden oluyordu. Belki de o hisler her zaman benimleydi ama derin bir uykuda oldukları için onları görmezden geliyordum.
“Biliyor musun, balıklama sazanlarla ilgili bir efsane var!” diye bağırdı, sesi bir an için çok yakından geldi. Biri bileğimi yakaladığında sendeledim, olduğum yerde dizlerimin üzerine düşecektim ki bileğimi yakalayan o elin diğer eşi belime dolandı ve beni yana çekerek karlara yanlamasına çakılmama neden oldu. Elin sahibi, yani Kartal da benimle birlikte karların içine düşmüştü. “Balıklama sazanlar çok hızlı koşar,” dedi karların içindeyken.
Belimde duran eline aldırış etmeden karların içinde doğrulmaya çalıştım ama Kartal buna mani olarak beni aniden çevirip altına aldı. Kollarımı iki yana açtı, gererek yere bastırdı, karnımın üzerine oturdu ve gözlerini yüzüme indirip bana üstten üstten baktı. Dudaklarımdan dökülen nefesler buhar olup onun tenine dokunuyordu. Gece yarısı böceklerinin sesi her yerdeydi ama biz sessizdik, sadece birbirimize bakıyorduk.
Gözlerimi kapatmak istedim, göğsümün kafesinin içinde bir sürü kuş sivri gagasını kalbime batırıp çıkarıyordu sanki.
“Neymişim ben?” diye sordu, nefesi tenime dökülüyordu. Karnıma bıçak gibi saplanan ağırlığı tüm algılarımın devre dışı kalmasına neden oldu.
“İn üstümden,” diye fısıldadım, saçlarım karların arasına yayılmıştı ve öylece altında yatıyordum.
“İnmezsem?”
“Sana yumruk atarım,” dedim.
Kartal’ın kasıldığını hissettim, sonra kaşları alayla kalktı. “Öyle mi yaparsın?” diye sordu alayla.
Göğsümün altında öylece çırpınan, dalgalanarak kabaran kalbimin atışları beni şaşırtıyordu. Parmaklarını bileğime tamamen bastırarak yüzüme doğru biraz daha eğildi, kokusu çok yakından gelmeye başladı ve tenime düşen nefesi bir bıçak gibi göğsüme saplanarak acıya dönüşmüştü.
Emin olduğum bir şey vardı ki Kartal kitaplardan çok daha farklı ve karmaşıktı. Kitaplar okunmak, sayfalarının arasında gezinerek bir şeyler öğrenmek için yapılmıştı ama Kartal öyle değildi; onu okuyamıyordum, okumanın aksine onu gözlemliyordum. Kendimi teleskobunun önüne oturmuş, yıldızları gözleyen bir gök bilimci gibi hissediyordum. Buradaydı ama uzaktı, görüyordum ama dokunmak uzun zaman alacaktı; belki de imkânsızdı.
Gözleri gereğinden çok daha uzun süre gözlerimde esir kalınca, gözlerini kaçıran ilk ben oldum. Karnımdaki baskısını hissedebiliyordum, ağırlığı garip bir şekilde sanki karnıma aitmiş gibi hissettiriyordu. Yabancılık çekmemiştim. Duyguların gözlerime sızmaya başladığını hissediyordum.
Kartal, “Seni bir kafes gibi boğuyor muyum?” diye sordu, hâlâ yüzümü izliyordu.
“Ne?”
“Sadece sordum,” dedi. “Balıklama sazanlar soru sormayı sever.”
“Beni değil, kendini boğuyorsun.” Yanağımı kara bastırdım, yanan yanağım sanki bir ateş gibi söndü. Gözlerimi ilerideki eve diktim. “O ev seni boğuyor. Bu hava seni boğuyor. İnsanlar seni boğuyor. En önemlisi de sen kendin kendini boğup duruyorsun.”
“İnsanlar beni boğamaz,” dedi, bileklerimi daha sıkı kavradı. “Ben onları yok sayıyorum.”
“Neden?”
“Kalbim kimseyi umursamayacak kadar karanlığa battı.”
Ruhu bir bataklık gibi görünse de o bataklığın dibinde okyanusu taşıyordu; insanlar onun okyanusuna ulaşmak için bataklığa batmayı göze alamıyordu ve ben şimdi orada, o bataklığın içinde yavaşça dibe doğru çekiliyordum. Bir gün o okyanusun içine düşüp, ciğerlerim patlayana kadar derinlere doğru yüzmeye başlayacaktım.
Yüzümü izledi, uzunca bir süre izledi. Sonunda ona bakmam gerektiğini fark ettiğimde gözlerimiz belli bir noktada kesişti. Tam dudaklarım aralanacaktı Kartal elini tuttuğu bileğimin bir tanesinden ayırdı, ben daha ne olduğunu anlamadan avucuna doldurduğu karı yüzüme boca edince yattığım yerde kısık bir çığlık kopardım.
Yüzümdeki karları elimle geri iterken, “Ne yapıyorsun?” diye bağırdım sinirle. “Yüzüm dondu ya!”
“Ne yapıyor gibi duruyorum?” Eğlendiği sesinden belliydi. Kirpiklerimi zar zor araladığımda üstümde duran adama baktım. İri gözleri karların arasında parlayan bir yırtıcının avını gözleyen gözleri gibi bakıyordu.
“Kalk üstümden!” Boşa düşen elimi karların arasına daldırdım. Parmaklarım soğuğu emince bir an tırnaklarımın diplerinden söküleceğini düşündüm. Avuçladığım karı aniden yüzüne çarptığımda, Kartal yalpaladı. Onu üzerimden iterek altından kalktım, yan tarafa doğru yuvarlandım. “Hayvan!” Avuçlarıma tekrar doldurduğum karı onun kafasına atarken homurdanıyordum. “Dondum be dondum!”
Kartal kafasını iki yana sallayarak kafasında patlayan karların dağılmasını sağladı. Bana ağır ağır çevirdiği bakışları, ecelimin yazdığı sayfanın sonuna attığım imzamın gölgesiyle şekillenmişti. Sertçe yutkundum ama göğsüme sinen korkuyu ona bir an olsun göstermeden, bu korkunun tadını ona vermeden hemen önce tekrar karları avuçladım ve yüzüne fırlattım.
“Sen çok oluyorsun ama!” diye kükredi, sesi boş arazide yankı uyandırarak dört bir yana yayıldı.
Kartal yavaşça ayağa kalkınca, ben de kalkmam gerektiğini düşündüm ama karlara öyle bir batmıştım ki bir türlü kalkamıyordum. Bana doğru yaklaşmaya başladı. Kafamı kaldırıp ona dik dik baktım.
“Düşündüğüm şeyi yaparsan…” diye homurdandım.
Bana üstten üstten baktı. “Ee?”
“Çocuk musun sen ya?” diye bağırdım ellerimi karlara vurarak. “Götüm dondu benim burada! Senin yaptığına bak!”
“Götün mü?” Kartal aniden başını iki yana sallayıp, gözlerinin kenarlarının kırışmasına neden olacak şekilde gülmeye başladı. “Götüm dedi ya…”
“Ne diyeyim?” Karları tekrar onun suratına fırlattım. “Gülme!”
“Ulan karları bana fırlatıp duruyorsun, sonra da çocuk musun götüm dondu falan diyorsun ha!”
“Sen başlattın!”
“Yalancıya bak… İlk karı sen fırlattın!”
“Hayır sen!” Ona alttan alttan sinir bozucu bir ifadeyle baktım. “Konumuz bu değil, Doktor.”
Yavaşça eğilip avuçlarını dizlerine bastırdı, tek kaşını kaldırarak, “Neymiş konumuz?” diye sordu, dudaklarından dökülen nefesin oluşturduğu beyaz sis tabakası yüzüme dokundu.
Olduğum yerde yavaşça doğrulup kalktım. “Üşüdüm,” diye mırıldandım avuçlarımı kısmen ıslanan kotuma sürtüp ısıtmaya çalışarak.
“Soğuğu sevdiğini düşünmüştüm.”
“O kadar fazla soğukta yaşadım ki artık soğuğa en yakın benim ama en uzağında olmak isteyen de benim,” diye mırıldandım üzerimdeki karları silkelerken.
Kartal sessiz kaldı. Birlikte eve doğru yürürken ikimiz de konu hakkında tek kelime etmedik ve ben gerçekten üşüyordum. Tekrar divana oturduğumuzda yorgunluk iyiden iyiye bedenime çökmeye başlamıştı. Kafamı kaldırıp gözlerimi yıldızların tıpkı yanan meşaleler gibi göründüğü gökyüzüne diktim. Kirpik diplerim uyku uğruna sızlıyordu.
Kartal’ın omzu omzuma dokunuyordu, divanda birbirimize en yakın uzaklardık. Bir süre sonra kafamın ağırlığını taşıyamayacak kadar bitkin düştüğümde ve soğuk gözlerimi uyku için dürterek yoklamaya başladığında, kafam Kartal’ın omzuna düştü. Bedeninin gerildiğini hissettim. Parmaklarının arasında bir sigara yanıyordu, külü yavaşça uzuyor, her defasında silkmediği o ölü kül, divanın yüzeyine düşerek parçalara ayrılıyordu.
Hiç tepki vermedi. Onun omzuna yatarak öylece belli bir noktayı izlemeye başladım. Gözlerimin derinliklerinde bir endişe çukuru açılmıştı. Kirpik diplerimi yakan uykudan kaçamadım.
Uyandığımda divanda değildim, içeri taşınmıştım ve güneş, gökyüzünün göğsünde tıpkı altın bir bronş gibi parlıyordu. Kirpik diplerimi sızlatan güneş ışığı kaşlarımı çatmama neden oldu. Elimi yüzüme örterek kendimi güneşin yakıcı ışığından korumaya çalışırken nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Burası bir odaydı, bembeyaz çarşafların serili olduğu bir yatakta yatıyordum. Ayağımdaki botlar çıkarılmıştı. Üzerimde kalın, beyaz bir yorgan vardı. Etrafıma baktım, bir duvar saati ve beyaz bir dolaptan başka hiçbir şey yoktu odada. Tek kişilik bir yataktaydım, pencereden içeri sızan güneş, doğrudan yatağın üzerindeki bedenimi hedefi hâline getirmişti.
Yavaşça doğrulup gerindim. Yerde duran botlarımı fark edince yorganın içinden çıktım ve botlarımı giyip odanın içinde hayalet gibi ilerlemeye başladım. Pencerenin önüne geçtiğimde, evin arka tarafına bakan odalarından birinde olduğumu fark ettim. Pencere eskiydi, etrafında demir parmaklıklar vardı. Yanağımı soğuk cama yaslayıp gözlerimi karların üzerinde sim gibi parlayan güneş ışığında gezdirdim. Kartal’ı arayan gözlerim onun yokluğunu buldu. Neredeydi?
Odadan çıktım, uzun bir koridorda ilerlemeye başladım. Bu ev dışarıya verdiği o izbe görüntüye rağmen büyük ve ferah sayılırdı. Koridoru bir hastanenin koridorundan farksız gibi görünse de onu hastaneden ayıran belli özelliklere sahipti.
Alt kata, o korkunç mahzene inen merdivenlerin olduğu kapıyı gördüğümde duraksadım. Aşağıda olabilir miydi? Elim kapının kulpunu kavradı, kapıyı yavaşça açtığımda önüme serilen karanlık merdivenlerin dik bir yokuştan farkı yoktu. Derin bir nefes alıp alt kata inmeye başladım.
Aşağıda bir zincir sesi duyunca irkildim. Geri dönmek istesem de bunu yapmadım, adımlarımı sağlamlaştırdım ve çamurlu zeminde ilerleyerek içeriye kadar yürüdüm. Orada, parmaklıkların arkasında duran adamı gördüğüm anda tanımıştım. Açlıktan yorgun düşmüş, kuruyan dudaklarını sık sık yalarken düzensiz nefesler alıyordu. Önündeki su kabı dikkatimi çekti, etrafı leş gibi olan su kabından mı su içiyordu?
Adam gözlerini aralayamadı, sadece kesik iniltiler koparıyordu. Ona acıyamadım, biraz bile üzülemedim. Yüzünde girdiği günahların tamamını görüyordum. Yine de o bir suçlu olsa da bunun canilik olduğunun farkındaydım. Belki de ben de artık bir caniydim. Adamdan geldiğini düşündüğüm koku midemi allak bullak etmişti. Muhtemelen tuvaletini olduğu yere yapıyordu, bu kokuya açlıktan ağırlaşan nefesinin kokusu da eklenince olduğum yer durulması imkânsız bir havaya bürünmüştü.
İleride bir başka zincir sesi duyunca irkilerek sesin geldiği yöne dikkat kesildim. Zihnime bir sustalıyla çizilmiş resimler beni takip ediyordu; ilerledim, sesin geldiği yöne, mahzenin içine doğru yürüdüm. Sesin geldiği yere kadar gelmeyi başardığımda olduğum yerde donakaldım. Kartal, demir parmaklıkların önündeydi, gözlerini Ender’e dikmişti; Ender demir parmaklıkların arkasındaydı, iki kolundan ve bacaklarından zincirlenmiş hâlde öylece duruyordu.
“Uyuyan Güzel?” dedi Kartal karanlık bir sesle. “Hadi ama artık uyanman gerekiyor.”
Ender’in kirpikleri titredi, dudaklarından iniltiler döküldü. İki yana gerilmiş kollarından biri yaralıydı, yarasından hafif de olsa kan sızıyordu. Yüzümü buruşturdum. Rezil hâldeydi. Belki de hak ettiği gerçekten buydu. Yaptıkları aklıma gelince onun daha beterine layık olduğu gerçeğiyle yüzleşip o gerçeğin altına imzamı atmak istiyordum.
Ender gözlerini araladığında, kâbusunun ilk sahnesinin içinde olduğunun farkına varamadı bir süre. Oysa şeytan bir köşede ateşten şarabını yudumlarken gözlerini kısarak onun cehennemindeki ilk gününü kutluyordu. Şeytan, kendine yeni bir kukla satın almıştı ve bu kuklanın ahşap bedeni ateşlerin içinde yanmaya mahkûmdu.
“Neler oluyor?” diye fısıldadı korkuyla. Kollarını sallayıp zincirlerden kurtulmaya çalıştı, göz bebekleri genişlerken bağırmaya başladı. “Siktir! Bu da ne? Neler oluyor? Bir şey söylesene be adam!”
“Günaydın,” dedi Kartal iğne gibi bir sesle.
Ender gözlerinden yaşlar akarken Kartal’a en büyük korkusuna bakıyormuş gibi endişeyle baktı.
“Sen…” dedi dehşet içinde. “Sen nasıl bir insansın?”
Kartal parmaklıklara doğru eğildiğinde, şeytanın gölgesi Ender’in üzerine devrildi.
“Sen…” dedi Kartal, sesi buzdan bir nehir gibiydi. “Bana bunu sorabilecek kadar insan mısın?”
“Bana bunu neden yapıyorsun? Ben sana ne yaptım?” Ender dehşet içinde başını iki yana salladı. “Burası neresi? Lanet olsun, sen bana ne yapacaksın?”
“Hiçbir şey,” dedi Kartal omuz silkerek.
“Bana bunu neden yapıyorsun? Ben sana hiçbir şey yapmadım!”
“Yaptın.”
“Ne yaptım? Seni tanımıyorum bile! Sen cani misin?” diye bağırdı Ender korkuyla. “Sana hiçbir zararı dokunmamış bir insanı bu şekilde alıkoyamazsın!”
“Bana hiçbir zararın dokunmamış olabilir ama benim gibilere çok zararın dokundu senin. Kim bilir, belki bana da zararın dokunmuştur.” Başını omzuna yatırdığını gördüm. “Üstelik sen benim yanımdaki kadına o iğrenç zihniyetinle dokundun,” dediğinde bildiğim bir yolun içinde ilerlerken kaybolmuş gibi hissediyordum kendimi.
Ender, “O kadın…” dedi. “Senin gerçekten sevgilin miydi?”
Kartal tepki vermeden Ender’e bakıyordu. Gözünü nefretin bürüdüğünü profilinden bile görebilmek mümkündü. Ender nefreti, öfkeyi, kini hak eden bir adamdı, bu bir gerçekti ama yine de burada dönen şeylerin ne kadar korkunç olduğu gerçeğini değiştirmiyordu bu. Kartal aniden bana doğru dönünce ikimiz de irkildik. Ender zincirleri sallayarak aklınca oradan kurtulmaya çalışıyordu. Dudaklarımı yavaşça yalayıp rahatsız edici kokuyu yok sayarak onun gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm.
“Uyanmışsın.”
“Senin yüzünden!” diye bağırdı Ender zincirlere aldırış etmeden kendini oradan oraya savururken. “Lanet kadın! Adın Lara bile değilmiş! Sahtekâr seni!”
Kartal dişlerini gıcırdatarak, “Bana bak,” dedi uyaran bir sesle. “Benim sabrımı sınayacak hareketler yapma.”
“Allah kahretsin!” diye bağırdı Ender. “Beni burada bırakmayacaksınız, değil mi? Bu kadar kafayı yemiş olamazsınız!”
“Tam olarak bu kadar kafayı yedim, biliyor musun?”
“Ben sana hiçbir şey yapmadım!” diye bağırdı Ender. “Yaptıklarımın hiçbiri seni ilgilendiren şeyler değildi, anlıyor musun beni? Yokluğum fark edilince beni aramazlar mı sanıyorsun? Benim hayatımı mahvetmek istiyor gibisin ama benimkini mahvederken seninki de mahvolacak!”
“Benim hayatım zaten mahvoldu,” dedi Kartal ona bakmadan. “Boşuna nefesini yoruyorsun.”
“Beni sonsuza dek burada bırakamazsın!”
“Şimdilik sana güzel rüyalar, Uyuyan Güzel. Tabii burada bu mümkünse.”
Benim yanımdan geçerken kolu koluma sürttü. Ona baktım. “Yürü,” dedi sakince. “Gidiyoruz.”
Ender artık bas bas bağırıyor, zincirleri çekiştirerek, “Beni burada bırakmayın!” diye yalvarıyordu. Oradan çıktığımızda sonunda dayanamadım, Kartal’dan yerini öğrendiğim lavaboya doğru koştum, kapıyı arkamdan sertçe kapatırken klozete doğru eğildim ve temiz olduğuna şükrettiğim klozetin önünde diz çökerek kusmaya başladım. Yaşananlar üst üste binmişti ve o koku sanki zihnimde benden bir parça hâline gelmişti. İğrençti. İçimdekileri dışarı attığımı sansam da aslında tam tersi oluyordu; kapının önüne koyduğum her şey bir odanın içinde benimle kalmaya devam ediyordu.
Elimi yüzümü yıkayarak çıktığım lavabonun kapısının önünde başını arkaya atmış şekilde bekleyen Kartal’ı görünce irkildim ama bozuntuya vermedim. Gözleri yüzüme döndü, beni inceledi; yüzümde duygu kalıntısı bulamayınca kaşları hafifçe çatıldı.
Onun yanından geçip giderken, “Artık buradan gidelim,” dedim tüm görüntüleri reddederek. “Burada kalmak istemiyorum.”
“Hayret.”
“Ne var?”
“O adamı gördün, değil mi?”
“Bana bunu hatırlatma.”
“O adamın karnını doyurmam için benim kafamı sikeceğini düşünmüştüm. Sanırım yavaşça öğreniyorsun, Bal Arısı.”
Başımı iki yana sallayarak, “O adamla ilgili bildiğin daha karanlık sırlar var,” dedim. “Bu yüzden ona da bunu yapıyorsun. Değil mi? Ona karşı biraz bile insani duygularının olmamasının sebebi bu.”
Sadece gözlerimin içine baktı.
“Adaleti böyle sağlayamazsın, Alaşan.”
“Adaleti sağlamaya çalıştığımı kim söyledi?” Yanımdan sıyrılıp geçti. “Hadi, gidiyoruz.”
Onun arkasında gölgesi gibi ilerlerken, “Vicdanını mı rahatlatıyorsun?” diye sordum, dilim keskin bir bıçak gibiydi ama o bıçağı ne zaman ona uzatsam hiç düşünmeden kendisine saplamama göz yumuyordu.
“Vicdanımı rahatlatmak için yaptığımı mı düşünüyorsun?”
Cevap veremedim. Bana bakmadan çıkışa kadar yürüdü.
Araca binip oradan uzaklaşmaya başladığımızda artık sessizlik kanıma karışmış bir zehir gibiydi; beni öldürmüyordu ama yaşamasına izin verdiği ruhumu çoktan sakat bırakmıştı.
💫
Bir yel değirmeni ağır ağır dönüyordu zihnimde. Kuşlar yel değirmeninin pervanesine doğru hızla uçuyor, yel değirmeninin indirdiği ağır darbeyle ölerek yeryüzüne dökülmeye başlıyorlardı.
Beli açık dar bir kazak giymiştim, dar pantolonum bacaklarımı ikinci bir deri gibi sarıyordu. Botlarımın topukları yüksekti ama topuklu sayılmazlardı. Saçlarım omuzlarıma doğru dökülmüştü, uçlarında doğal bukleler oluşmuştu. Tenime yayılan o solgun rengi biraz olsun yok etmek için yüzüme biraz fondöten sürmek zorunda kalmıştım. Kirpiklerimi rimelle kıvırıp hacim kazanmasını sağladım ve dudaklarıma hafif, renksiz bir gloss sürerek odadan çıktım. Dün gece neredeyse hiç uyumamıştım ama yaptığım makyaj sayesinde daha sağlıklı görünüyordum.
İçinde dans ederken giyeceğim spor tayt ve büstiyer, bir de havlu olan sırt çantasını omzuma atıp odadan çıktım. Yunus Emre ve Burak evdeydi, onların seslerini duymuştum ama yanlarına gitmemiştim. Tüm geceyi düşünerek geçirdiğim için başım hâlâ inanılmaz derecede şiddetli ağrıyordu.
“O şerefsizin telefonunu güvenli bir yere bırakmıştın, değil mi?” diye sordu Kartal, sesi salondan geliyordu. Koridorda öylece durdum ve dün sabahın izlerinin zihnimden silineceği ânı bekledim ama öyle bir şey olmadı; her şey yerli yerinde öylece duruyordu.
“Hallettim o konuyu,” dedi Yunus Emre.
Küçük adımlar atarak salona doğru ilerlemeye başladım. Evin içinde ağır bir hava vardı ama nedenini sorgulamıyordum. Bu ev zaten her zaman bir cenaze evi gibiydi. Tepemizdeki tavanın bir tabut kapağından farkı yoktu.
“Sahra çok etkilendi geçen seferki olaydan,” dedi Burak düşünceli bir sesle. “O adama bunu yapacaksan bile ev ortamında yapmamalıydın.”
“Olaylar ani gelişti,” dedi Kartal, sesi umursamaz gibiydi.
“Ani gelişmemeli işte. Sen böyle bir adam değilsin. Kontrolünü kaybetmiş gibiydin.”
“Evet,” dedi Kartal beklemediğim bir itirafta bulunarak. “Kontrolümü kaybettim.”
“Neden?” Yunus Emre’nin sorusu denize düşen cemre gibiydi, toprağa da dokunmuştu ve artık yazın sıcağından çok daha kavurucu bir sıcak, ortamı ateş hattına çevirmişti.
Kartal’ın cevabını beklemeden doğrudan içeri girdim. Kartal sabahın körü olmasına rağmen elinde kadehiyle pencere kenarında dikiliyordu. Burak koltuktayken, Yunus Emre kalçasını duvara yaslamış, kollarını göğsünün üzerinde bağlamıştı. Tüm bakışların bir anda bana doğru çevrildiğini hissettiğimde saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım.
Burak bana göz kırparak, “Günaydın,” dedi sıcak bir sesle.
Başımı yavaşça salladım. “Günaydın.” Gözlerim Yunus Emre’ye kaydı, bana bakıyordu ama sessizdi, sadece yüzümü izliyordu. “Sana da.”
“Günaydın,” dedi, sesi kısıktı.
Burak kaşlarını kaldırarak Kartal’a baktı. “Akademiye mi gidecektiniz?”
“Aynen,” dedi Kartal, kadehinin dibinde duran içkiyi de tek seferde kafasına dikip elindeki kadehi eğilerek köşede duran sehpaya bıraktı. Gözleri beni buldu. Uykusuz olduğu her hâlinden belliydi. Gözlerinin beyazını saran kırmızı damarları görebiliyordum, gözlerinin altı da mordu.
“İyi o zaman, biz de çıkalım,” dedi Burak oturduğu yerden kalkarken. “Halletmem gereken işler var.”
“Aynen.” Yunus Emre doğruldu. “Gidelim.”
Birlikte evden çıktık. Yunus Emre ve Burak, Burak’ın aracına binerken ben her zaman olduğu gibi Kartal’ın aracının ön koltuğundaki yerimi almıştım. Akademiye gidene kadar aramızda herhangi bir konu hakkında bir konuşma geçmedi.
İkimizin de katılacağı ders aynı derslikte olduğu için koridorda da birlikte ilerledik ama koridorda yan yana duran iki yabancıdan farkımız yoktu. Omzumdan kayan çantanın kulpunu tutarak onu yukarı doğru çekip sınıfın önünde durdum. Emir de sınıfın önündeydi, üzerinde lacivert sporcu atletiyle kapıda duruyordu.
“Günaydın,” dedim Emir’e sokularak. Kartal’ın gözleri ikimizin üzerinde dolaşıyordu.
“Günaydın. Dün yoktun.”
“Başımdaki ağrıdan dolayı bütün gün uyudum,” diye yalan attım.
“Geçmiş olsun, kuzu. Yapabileceğim bir şey var mı?”
Kartal alaycı bir sesle, “Sen doktor musun?” diye sordu.
Emir’in gözleri hemen arkamda dikilen Kartal’a kaydı, bir süre kaşlarını kaldırarak Kartal’a baktıktan sonra güldü.
“Sen de gelmedin, baş ağrısı bulaşıcı galiba?” diye sordu alayla.
“Benim keyfim gelmek istemedi. Herkes senin gibi inek değil, Doldurulmuş Tavşan,” dedi Kartal aniden.
Emir’in yüzündeki ifade dondu. “Ne?”
Kartal’a kaydı gözlerim. Yamuk bir şekilde gülüp yanımdan sıyrılarak geçti ve sınıfa girdi. Emir’le kapının önünde birbirimize bakarken yanağımın iç kısmını dişliyordum. Gülmemeliydim, gülmeyecektim, gülersem çok ayıp olacaktı…
Emir kaşlarını çatarak, “Kendini sıktığını görebiliyorum,” diye homurdandı. “Gülecek misin? Güleceksen gül artık, patlayacaksın.”
“Ama…”
“Adam bana Doldurulmuş Tavşan dedi…”
Aniden gülmeye başladım. Gülüşümün kabalığını görmemesi için avucumu ağzıma bastırmıştım ama kendimi durduramıyordum, Emir’in ifadesi gözüme öyle komik görünmüştü ki…
“Cidden.” Emir gözlerini devirdi. “Nerem doldurulmuş bir tavşana benziyor benim?” Gözleri gülüşüme takıldı. “Neyse, tamam, izin veriyorum, gül…”
Diğer elimi kaldırıp yavaşça sallayarak gülmeye devam ettim. “Sen gülebiliyor muydun?” diyen kişinin sesi tanıdıktı. Avucumu ağzımdan çekmeden gözlerimi sesin geldiği yöne çevirdim, İrem orada duruyordu. Altında bir sporcu taytı, üzerinde sporcu büstiyeri vardı. Sarı saçlarını sıkı bir şekilde atkuyruğu yapmıştı. Buz mavisi gözlerini yüzümde gezdirdi, dudakları yukarı kıvrıldı. “Eğleniyor gibi görünüyorsunuz.”
Emir gözlerini devirerek, “Ya, ne demezsin!” diye homurdandı. “Aşırı eğleniyoruz.”
İrem gözlerini yüzümden çekmeden, “Derse gireceksin,” deyip kaşlarını kaldırdı. “Neden üzerini değiştirmedin?”
Duraksadım. Elimi ağzımdan çekip alnıma yasladım. “Unuttum,” dedim yüzümü buruşturarak.
“Şimdi de ben güleyim mi sana, Bayan Bunak?” Emir sırıttı. “Git giyin, bu hâlde ısınamazsın.”
Yanaklarımın içini havayla doldurup başımı salladım ve soyunma kabinlerine doğru yürümeye başladım. İrem de benimle birlikte yürüyordu. O benimle yürüdüğü için biraz gergin hissetsem de bunu ona yansıtmamaya özen gösterdim. Kabinlerden birine girdiğimde o da hemen kabinin dışında beni bekliyordu.
“Parmağın nasıl oldu?” diye sordu.
Üzerimdekileri çıkarıp spor büstiyeri ve taytı giydim. Saçlarımı omuzlarımın üzerine atarken ayağımdaki botların yerine spor ayakkabıları giyiyordum. “Basit bir şeydi, hissetmiyorum bile.”
“Sevindim.”
Kabinden çıkınca bir an yüz yüze geldik. Bana sıcak bir tebessüm sergileyince duraksadım. Çantayı tekrar omzuma atarken, İrem’in gözleri boynuma kaydı. Donup kaldı.
“Lavin?”
“Hım?”
“Boynuna ne oldu?” diye sordu panikle.
Boynumdaki yarayı hatırlayınca elimi yaraya bastırıp, ne diyeceğimi bilmez hâlde, “Küçük bir kaza,” diye geçiştirmeye çalıştım. “Çizildi.”
“Çizildi mi?” İrem kaşlarını çattı. “Derin görünüyor. Kabuk bile bağlayamamış.”
“Sanırım sakar bir ânıma denk geldi. Önemli bir şey değil.”
“Emin misin?”
“Evet. Acımıyor bile.”
Başını ağır ağır salladı. Kabinlerden birinden aniden Ceyda çıkınca ikimiz de irkildik. “Ne oldu?” diye sordu kaşlarını kaldırıp indirerek. “Bastım mı sizi, ha?”
Gözlerimi devirdim, İrem de yüzünü buruşturmuştu. Ceyda ilk bakışta Asyalılara gerçekten çok benziyordu, giyim tarzı da onların kültürlerini yansıtan türdendi. Garip bir çekiciliği, hoş bir havası vardı. İrem’in yanağından makas alarak, “Derse geç kalma, hocayı biliyorsun,” diye söylendi. “Yakar çıramızı.”
“Ben de derse gidiyordum zaten,” dedi İrem gülerek. “Lavin?”
“Ben de,” dedim yanaklarımın içini şişirerek. Hiç istemiyordum ki ya.
Kızlarla birlikte soyunma kabinlerinin olduğu odadan çıkıp birbirimizden ayrılarak derslerimizin olduğu dersliklere girdik. Kartal ve Emir yan yanaydı, ısınma hareketleri yapıyorlardı. İkisinin de gözleri bana doğru kayınca ağır adımlarla onlara doğru ilerledim. Aynanın önüne şerit gibi çekilmiş demir çubuğa tutundum, esneme hareketlerimi yapmaya başladım.
Dersten çıktığımızda bedenim kan ter içindeydi. Havluyu enseme bastırarak koridorda soluklanırken Kartal çaprazımdaki duvara yaslanmış etrafı gözlüyordu. O kadar işin arasında bir de bedensel olarak yoruluyordum, bir köşeye yığılıp kalmama az kalmıştı.
“Duman konserine geleceksiniz, değil mi?” diye sordu Emir yüzündeki teri küçük havluya silerken. Bana baktı. “Sever misin Duman grubunu?”
“Şarkılarını biliyorum.”
“Ee? Gelecek misin yani?”
“Bilmem.” Gözlerim Kartal’a kaydı. Şu an Emir’i reddedip yeni bir yorgunluğun daha bedenimde çukur açmasına engel olabilirdim ama emir komuta her zamanki gibi karşımda duvara yaslanan hayvanda olduğundan ses etmedim. Yine bir planı vardı kesin.
“Neden Kartal’a bakıyorsun?” Emir yüzünü buruşturdu. “O gelmezse gelmesin.”
“Benim gelmediğim bir yerde onun da işi olmaz,” dedi Kartal tek seferde.
Emir gözlerini devirdi. “Evet, kısıtlama makinesi konuştu.”
“Bunun kısıtlamakla ne alakası var? Biz her şeyi beraber yapmaya alışkınız,” dedi Kartal ilk kez ona sinirlenmeden. “Lavin yalnız başına dışarı çıkmayı sevmiyor.”
“Yalnız olmayacak ki, biz varız.”
“Sana göre yalnız olmayacak,” dedi sadece ama Emir, Kartal’ın ne demek istediğini anlamadı. Ben anlamıştım. “Hem gelmeyeceğimi söylemedim.”
“Geliyorsunuz yani?”
Kartal sırtını yasladığı yerden doğrularak koridorda ilerlemeye başladı. “Bakarız,” dedi Emir’e bakmadan.
Terimi havluyla kurulamaya devam ederken yavaş adımlarla Kartal’ın arkasından yürümeye başladım. Emir de benim yanımda yürüyordu. Sırt çantasından çıkardığı küçük su şişesinin kapağını açıp sudan birkaç yudum aldıktan sonra bana baktı. “Başka ders yok bugün,” dedi. “Direkt eve mi döneceksiniz?”
Omuz silktim. “Bilmiyorum. Öyle olur muhtemelen.”
“Bir şeyler yapardık?”
Derin bir nefes aldım. “Yorgun hissediyorum.”
“Kızlar dersten çıkınca doğrudan buz pateni pistine gideceklerdi,” dedi Emir. Duraksadım. Burada bir buz pateni pisti mi vardı? “Ben de onların yanına giderim o zaman,” diye söylendi.
“Burada buz pateni pisti mi var?”
Emir, “Bilmiyor muydun?” diye sordu. “Okulun ne kadar büyük olduğunu görmedin mi?”
“Evet, büyük ama bir buz pateni pisti olduğunu bilmiyordum.”
Kartal önden ilerlese de konuşmaları duyuyordu kesin. Bir an Emir’e katılıp buz pistinin olduğu yere gitmek istedim ama dudaklarım bu istek için aralanamadı nedense. Emir sanki içimi okumuş gibi, “Görmek ister misin?” diye sordu.
“Şey…”
“Ben de göreceğim,” dedi Kartal aniden. “Merak ettim.”
Tepki vermedim. Bazen böyleydi işte. Ben bir ormanın içinde elimde gaz lambasıyla ilerliyordum, gaz lambasının içinde yanan ateş zayıftı ve ilerledikçe daha da karanlığa gömülüyordum. Sonra onu görüyordum. Bedenine yayılmış yıldızlar, gecenin karanlığına meydan okurcasına yanarak bana yolu gösteriyordu.
Emir, bizi buz pistinin olduğu yere kadar götürdü. Pist inanılmaz derecede büyüktü, izleyiciler için ayrılmış bölüm yukarı doğru bir yokuş oluşturarak uzanıyordu ve yüzlerce boş sandalye vardı. Buzun kokusunu aldığımda pistin girişinde duruyordum. Ceyda ve Berra seyirciler için ayrılmış sandalyelerde, en önde oturuyorlardı. İkisi de terliydi. İrem’i görememiştim. Ceyda bizi görünce elini kaldırıp sallayarak güldü ve Berra’yı dirseğiyle dürterek ona bizi gösterdi. Ağır adımlarla tribünlere doğru yürüdüm. Kartal ve Emir de beni takip ediyorlardı.
“Siz dersten daha geç çıktınız sanki,” dedi Ceyda perişan hâlde. “Ama bizden daha enerjik göründüğünüz kesin.”
Emir, Ceyda’nın yanındaki boş yere oturup, “Herif bir iki hareket gösterdi, sonra serbest bıraktı ama ders bitene kadar çıkmamıza izin vermedi. Sanırsın ilkokuldayız,” diye homurdandı. İrem artık yanımızdaydı, dönen muhabbeti dinlerken sessizdi.
Ceyda kollarını arkaya atarak bedenini esnetti, burnundan soluyordu. “Parmak uçlarım acıyor,” diye mızmızlandı. “Bölümümü değiştireceğim için mutluydum ama kendimi yine bu kahrolası bölümde buldum.”
“Sen hani hiphop yapacaktın?” Emir gülerek ona baktı, sonra gözleri hemen Ceyda’nın yan tarafında olan Berra’ya kaydı. “Sen de çok yoruldun mu, cüce?”
Berra, Emir’e yan yan bakıp, “Seni görene kadar kendimi hiç yorgun hissetmiyordum,” dedi.
“Beni görünce duygularını daha yoğun yaşıyorsun, bu seni yoruyor bence.”
“Evet, mesela nefret duygusu. Uğraşma benimle, aygır.”
“Benden nefret ediyorsun, öyle mi?”
“Aynen.” Berra etrafına bakarken, Emir’i umursamıyor gibi görünüyordu.
“Ondan mı elinde sandalyeyle adama saldırdın?”
“Konu bu değil,” diye homurdandı Berra rahatsız bir sesle. “Şunu kafama kakıp durmasana!”
Ceyda gülerek, “Ben biraz kayacağım,” dedi, yerinden kalktığında gözlerim onu takip ediyordu.
“İyi de ne zaman kaymaya çalışsan düşüyorsun,” diye dalga geçti Emir. “Beceremiyorsun.”
“Bir kere ben bunu spor olarak yapıyorum, profesyonel değilim zaten!”
“Spor mu? Yeni doğmuş ceylan gibi titriyorsun kayarken…” Emir güldü. “Çok inatçısın.”
Ceyda, Emir’e kötü bir bakış attıktan sonra buz pateni için kullanacağı beyaz ayakkabıları sandalyenin altından çıkardı. Elinde ayakkabılarla piste doğru ilerlemeye başladı.
“Ceyda, cidden bir yerini kıracaksın. Yeterince denge sahibi değilsin,” diye homurdandı İrem. “Canını yakacaksın yine. Yorgunsun da hem.”
“Karışmasanıza bana. Hiçbiriniz mi sevmiyorsunuz buz patenini?”
“Ben seviyorum,” dedim aniden.
Ceyda durdu, bana doğru döndü. “Gerçekten mi?”
“Evet.” Babamın buzların ortasında bana bakan yüzünü hatırladım, gülümsemesini anımsamak anıların göğsümü sızlatmasına neden oldu.
“Hiç kaydın mı?” diye sordu Ceyda gözlerini büyüterek. Kartal’ın bakışlarını profilimde hissediyordum.
“Evet.”
“Bana eşlik etmek ister misin?” Gözlerime âdeta ışıldayan gözlerle bakıyordu. “Ben pek iyi değilim, hatta sık sık düşüyorum ve kaygan buzun üzerinde dengeyi sağlamak sanıldığı kadar kolay değil ama çok eğlenceli buluyorum.”
“Evet,” dedi İrem gülerek. “Çok eğlenceli buluyor. Her hafta bir yerini kırıyor, acilde acayip eğleniyoruz.”
İrem’in yanıtı bir an tebessüm etmeme neden olsa da gözlerim hâlâ Ceyda’daydı. “Uzun zaman oldu. Denemesem daha iyi olacak. Yoksa yine acile gitmek zorunda kalabilirsiniz ama bu kez sedyedeki ben olurum.”
“Lütfen bize acı,” dedi Emir gülerek.
“Hadi ama şunların ağzını kapatalım.” Ceyda ısrar ederek bana doğru ilerledi. Eğilip sandalyelerin altında duran diğer çift ayakkabıyı da aldı. Beyaz buz pateni ayakkabısını elime uzatırken, “Çok zorlamazsın,” diyerek beni kandırmaya çalıştı.
Nasıl yapacağımı biliyordum ama oraya çıktığımda, buza ayak bastığımda olayların ne şekilde gelişeceği konusunda pek fikrim yoktu. Sadece tek bir an için kendime güvenmem gerektiğini düşünerek bana uzatılan beyaz ayakkabıları aldım. Arkamda bıraktığım insanlara bakmadan Ceyda ile birlikte buz pistine doğru ilerlemeye başladık.
Ceyda, buz pistinin demir kapısını araladıktan sonra eğilip ayakkabıları ayağına geçirdi. Birkaç saniye sonra bedeni buzların içinde kayarak ilerlemeye başladı. Gözleri bana dokundu, göz göze geldiğimizde elimde ayakkabılarla öylece orada durduğumu yeni fark ediyordum.
“Hadi!” dedi heyecanla. “Ben düşmeden yanıma gel!”
Yavaşça eğildim, ayağımdaki spor ayakkabıları çıkarıp bana biraz büyük olan buz pateni ayakkabılarını ayağıma geçirdim. Bağcıklarını bağlarken tribünlerde oturan tanıdık gözlerin üzerimdeki ağırlığını hissedebiliyordum. Bir patırtı yaşanınca kafamı kaldırıp piste baktım, Ceyda pistin ortasında öylece otururken dudaklarını aşağı doğru sarkıtmıştı.
“Hâlbuki çok iyi başlamıştım!” diye mızmızlandı. “Oldu mu şimdi bu?”
Emir’in kahkahası pisti saran duvarlarda çınladı. Kartal’ın bakışları hâlâ bendeymiş gibi hissediyordum. Başımı yavaşça o tarafa çevirdiğimde hislerimde yanılmadığımı gördüm. Bana bakıyordu. Tüm gözler Ceyda’daydı, yanındaki herkes gülerek Ceyda’ya bakıyordu ama o yüzünde her zamanki o tehlikeli sakinlikle yalnızca beni izliyordu. Konuşsam dudaklarımın arasından yere gökyüzü dökülecekti, sussam gözlerim onun yüzünü bulup sadece onun gözlerini izleyecekti.
Paten ayakkabısıyla küçük bir adım atınca ayakkabının ne kadar farklı hissettirdiğini hatırladım; bir an için bu his beni çok uzak noktalarda bıraktığım anılarımın içine sürükledi. Zamanın içinde öylece uçan beyaz bir poşet gibi bir sürü sokaktan geçtim, çok kaldırımda dinlendim, birçok caddenin ortasında arabalar tarafından çiğnendim; sonunda o anının içine düştüğümde artık paramparçaydım.
Buz pistine doğru bir adım attığımda başta dengeyi kuramayacağımı sandım. Buzun üstünde birkaç adım attım, ayakkabının altındaki demirler buza saplanıyordu. Altımdaki zemini kaplayan buz, attığım her bir adımın etkisiyle çizilerek sanki ben bir zamanmışım, onun üzerinden geçerek onu hırpalayıp eskitiyormuşum gibi öylece altıma serildi. Kafamı kaldırıp etrafıma baktım. Sanki sadece buzlarla kaplı bir alandaydım ve kimse beni görmüyordu; yapayalnızdım. Derin bir nefes aldım.
“Uyu bal gözlüm, ninni.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp zihnimde ninni söyleyen adamın sesini kalbime çağırdım. Dudaklarım ben farkında olmadan yukarı kıvrıldı. Elimi kalbime bastırdığımı fark ettiğimde artık buzdan zeminin üzerinde kayıyordum.
Sanki bir kar küresinin içinde ölmüş o balerindim. Üzerime yağmaya başlayan kar, durmuş kalbimin tekrar atmaya başlamasına neden olurken, ben yaralı parmaklarımın üzerinde buzların içinde ilerleyerek dansımı sergiliyordum.
Olduğum yerde yavaşça döndüm, dipleri nemli saçlarım uçuşarak çıplak omuzlarıma çarptı. Kayarak bir yokuşu tırmanıyormuş gibi eğildim, bir ayağımı dizimden kırarak yukarı çektim ve diğer ayağımdan aldığım güçle buzların içinde kendi etrafımda ağır ağır döndüm. Altımda tayt olduğu için bedenim daha rahattı ve dans ederken ısındığımdan, bazı hareketleri sergilemek sandığımdan daha kolay olmuştu. Sanki bedenim, buzun üzerinde kaybettiği geçmişinin içinde oturmuş takvim yapraklarını desteler hâline getiriyordu.
Ceyda’nın ayağa kalkıp benden uzaklaştığını gördüğümde kaç dakikadır bu buz pistinin tozunu attırıyordum bilmiyordum ama kendimi durduramamıştım. Dışarıdan gelen tüm sesler, içimde susuyordu.
Buzun üzerinde dururken yavaşça ayaklarımın üzerinde yükseldim, hafif bir kıvrımla zıplayıp dizlerimi kırarak buzun içinde ilerledim ve tekrar döndüğüm sırada buz pistinin diğer ucunda beni izleyen altın kahverengi gözlerinin mızrağı dizlerime saplandı. Yüzüne oturan duyguların rengi bulanıktı, ne hissettiğini anlayamıyordum ama ona bakarken hareketlerim ağırlaşmıştı. Kartal gözlerini gözlerimden ayırmadı, benim gözlerimi geri çekmemi bekledi ama ben bunu yapmadım. Pistin diğer ucuna doğru kayarak ilerlerken hâlâ onun gözlerinin içine bakıyordum.
Aramızdaki mesafeye rağmen bir irileşip bir küçülen göz bebeklerinin kara uçurumunu seçebiliyordum. Ne zaman ona doğru ilerlesem sanki o uçuruma yaklaşıyordum.
Kollarımı yavaşça serbest bırakıp ağır ağır pistin çıkışına doğru kaymaya başladım. Artık onun gözlerinin içine bakmıyordum, sanki gözlerinin yanından sıyrılıp geçmiştim. Derin bir nefes alarak pistten çıktım. Ayağımdaki ayakkabıları çıkarmak için eğildiğim sırada bir alkış sesi duymamla kafamı tekrar kaldırmam bir oldu. Ogün giriş kapısında dikiliyor, iki avucunu birbirine çarparken beni izliyordu ve onun alkışlamasını fırsat bilen Emir de ayağa kalkıp alkışlamaya başlamıştı.
“Vay be,” dedi Ogün içeri girerken. “İşte bu kesinlikle beklenmedikti.”
İrem, Ogün’e bakıp, “Yeni öğretmenimiz de gelmiş,” dedi alayla.
“Hâlâ öğretmeniniz sayılmam, sarı kafa,” dedi Ogün, İrem’e göz kırparak. Bakışları yeniden bana çevrildi. “Ne zamandan beri kayıyorsun?”
“Çocukluğumdan beri. Gerçi uzun zamandır kaymıyordum.”
“Hamsın o hâlde. Yine de oldukça iyi performanstı.” Ogün, gözlerini İrem’e, ardından da sırasıyla Ceyda, Berra ve Emir’e çevirdi. “Müdire Hanım’la yemeğe çıkacağım. Uzakdoğu mutfağından hoşlanıyor mu sizce?”
İrem yüzünü buruşturarak, “Milflerden hoşlandığını bilmiyordum,” deyince Ogün gözlerini abartılı bir şekilde devirdi.
“Milf deme, anısı var,” dedi Emir yüzünde pis bir gülümsemeyle Ogün’e bakarak.
“Unut oğlum artık şu meseleyi,” diye homurdandı Ogün.
“Konu ne ki?” diye sordu Ceyda, yüzünde eğlendiğini belli eden bir gülümsemeyle.
“Yurt dışında olduğu süre boyunca her perşembe oradaki sanat okulunun profesörüyle yemeğe çıkıyordu. Profesör ondan yaklaşık on yaş büyük, son derece bakımlı ve seksi bir kadın,” dedi Emir ima dolu gözlerle Ogün’e bakarak. “Yani doğal olarak, şu an senin müdiremize yanlıyor olma ihtimalini düşünmeden edemiyoruz.”
“Teması eğitim olan önemli görüşmeler yapıyorduk, hepsi bu,” dedi Ogün bana bakarak. “Sadece abartıyorlar.”
Kartal’ın ölümcül bakışları, açıklamayı özellikle gözlerini bana dikerek yapan Ogün’ün profilinde saplı duruyordu. Dilinin ucuna kadar gelen kaç küfrü yuttu bilmiyordum ama sonunda gözleri bana çevrildiğinde, Ogün’e cevap vermemenin daha iyi bir fikir olduğunu düşündüm.
Ogün, “Bu akademi İstanbul’un en iyi dans akademisi,” dedi. “Bence burada buzda dansla ilgili çalışmalar yapabilirsin.”
“Ben almayayım,” dedim sadece.
“O zaman neden buradasın?” Ogün’ün mantıklı sorusu duraksayıp çatık kaşlarla ona bakmama neden oldu. “Dans etmek için buradasın, değil mi?”
“Evet.”
Hayır, o yüzden burada değildim. Tek bir amacım vardı. Geçmişimin içinde beni izleyen anıların uyanması umurumda bile değildi. Yalnızca tek bir kişi için buradaydım ve o kişi burada değildi. Yoktu. Hiçbir yerde yoktu.
“E o zaman kendini yeteneklerinden sakınmayı bırak,” dedi Ogün anlayışla gülümseyerek. Ardından herkese, ona öldürmek istiyor gibi bakan Kartal’a bile gülümsedikten sonra yanımızdan ayrıldı.
Ceyda, “Ogün haklı bu arada. Neden buzu da değerlendirmiyorsun?” diye sorduğunda cevap vermek yerine ayağımdaki ayakkabıları çıkardım, spor ayakkabılarımı giydim. Ayağa kalkıp yürümeye başladığımda içimdeki boşluk uludu. Yürüyen bir cenaze gibiydim; kollarım ve bacaklarım bu cenazenin tabutundan sarkan ahşap tahtalardı.
İrem tam yanımda yürümeye başlamadan önce, “Akşam ne yapıyoruz?” diye sordu. “Belki Ogün yemekten erken ayrılıp bize katılır. Biraz kafa dağıtmayalım mı?”
İrem’in Kartal’a hiç bakmadığını, onunla konuşmaya çalışmadığını görmek beni şaşırtmıştı. Yine de bu konunun üzerinde durmadım. Akşam bir şeyler yapmak… Arkadaşlarla bir şeyler yapmak. Ben bu ortama girmeden öncesinde akşamları yalnızca Kardelen’le bir şeyler yapardım. Şimdi tanımadığım insanlar, hayatımın ortasına çekilmiş bir ipin üzerine mandalla tutturulmuş fotoğraflar gibiydi.
Ceyda, “Kartal ve sen de gelir misiniz akşam? Bir şeyler içer, dans ederiz,” dedi.
“Aslında ben-”
“Geliriz,” dedi Kartal.
Gözlerimi yumup dişlerimi sıkmak istesem de yapmadım. “Evet,” diye onayladım. “Zaten yapacak bir şey de olmuyor evdeyken.”
“Yapacak çok şey var aslında ama zamanı olmadığı için yapmıyoruz,” dedi bir anda Kartal. Cümlesi bir anlığına duraksamama neden oldu.
Emir’in gözleri usul usul Kartal’a doğru kaydı. Gözlerim Emir’in gözlerini takip ediyordu. Yanaklarım demir bir sobanın yüzeyi gibi yanmaya başladığında, “Seninle aptal saptal oyunlar oynamayı sevmiyorum. Tüm günü televizyonun başında oyun oynayarak geçiriyorsun,” diyerek toparlamaya çalıştım. “Koskoca adamsın.”
İrem gülerek, “Cidden mi?” dedi inanamaz gibi.
“Evet,” dedim başımı sallayarak. “Emekli yaşlı amcalar gibi yakında online bilgisayar oyunları oynamaya da başlar.”
Kartal bana tip tip baktı ama cevap vermedi.
Oradan ayrıldığımızda Kartal ile tek başımızaydık, duş almak için ondan ayrıldığımda da yanımda kimse yoktu, bahçede onunla buluştuğumda da. Üzerimde yine beli açık kazak vardı, artık temiz olduğum için kendimi daha rahat hissediyordum. Araca binerken gözleri kısaca gözlerime dokundu ama bu dokunuş o kadar kısa sürdü ki belki de bana bakmamıştı bile.
Ön koltuğa oturup emniyet kemerini bağlarken sırt çantasını arka koltuğa atmıştım. Kartal aracı çalıştırdı. Araç park alanından ayrılıp yolda tıpkı bir su gibi akmaya başladığında gözlerini profilimde hissedince ben de ona baktım.
“Neden buz gibi olduğunu anladım ben senin,” dedi. “Bayağı benziyorsunuz.”
“Ne?”
“Buz ve sen,” dedi gözlerini yola çevirerek. “Seninle ilgili her şeyi bildiğimi sanıyordum. Buz pateninde bu kadar iyi olduğunu bilmiyormuşum.”
“Benimle ilgili bilmediğin birçok şey var.”
Direksiyonu ağır ağır çevirip farklı bir sokağa saparken, “İyi görünüyordun,” dedi, söylediği şeyin samimi olduğunu sesinin renginden anlayabilmiştim.
“Teşekkür ederim.”
Başını yavaşça salladı. Telefonunun melodisi aracın içinde dağılarak çalmaya başladığında bir elini cebine attı, diğer eliyle direksiyona hükmetmeye devam ediyordu. Telefonu çıkarıp açtı ve omzuyla kulağı arasına sıkıştırarak, “Söyle birader,” dedi.
O karşı tarafı dinlerken parmaklarım kotumun bağlarında dolaşıyordu.
“Ben işin o kısmını düşündüm zaten. Siz eve geçin ama biz akşam çıkacağız.” Durdu, dinledi. “Aynen, o veletlerle.” Direksiyonu daha sıkı kavradı. “Tamam, eyvallah.”
Eve kadar sessiz kaldım. Eve geldiğimizde evde Sahra, Neslihan, Sibelay, Yunus Emre ve Burak’ı bulmayı beklemiyordum. Sahra salonun ortasında oturmuş bir moda dergisi okuyordu, Yunus Emre pencerenin önünde telefonuyla oynuyor, Burak ve Neslihan masada bir konu hakkında konuşuyorlardı ve Sibelay, Neslihan’ın dizinde oturuyordu.
Burak kafasını kaldırıp, “Benden istediğin o şeyi sahibine ulaştırdın mı sen?” diye sordu, içki şişesine doğru ilerleyen Kartal’a. İkisini izlerken tekli koltuğa oturmuş, ayağımdaki botları çıkarıyordum.
“Henüz bende,” dedi Kartal. “Ben bir göz atmadan kimseye vermem.”
Kaşlarımı kaldırdım, neyden bahsettiklerini merak ettiğimi fark ettim. Kartal şişelerden bir tanesini çıkarınca, Yunus Emre, “Bu saatte mi?” diye homurdandı. “Seni ne zaman ayık bulacağım ben?”
“Senden çok iyi bir anne olur, biliyor musun?”
“Ciğerlerini görmek istemezdim,” dedi Yunus Emre alaydan uzak, buz gibi bir sesle. Kartal’ı önemsediğini anlayabiliyordum. Buz gibi sesinin döküldüğü dudakları öfkeyle gerilmişti.
“Yaşamdan tasarruf yapmak istiyorsan susmayı da öğrenmen gerekiyor ve sen bu aralar çok gevezesin, kardeşim,” dedi Kartal, yorgundu ama yorgunken sarıldığı şey bir yastık değil, içki şişesi oluyordu.
Kartal içki şişesini dudaklarına yasladığı anda Yunus Emre gözlerini devirerek bakışlarını Kartal’dan uzaklaştırıp bana çevirdi. Başıyla hafifçe selam verince, ben de başımı sallayarak ona karşılık verdim.
“Akademi nasıldı?” diye sordu bana. Benimle ya da bir başkasıyla pek konuşmazdı, konuştuğu zamanlarda da bunlar birkaç kelimelik cümleler olurdu.
“İyiydi.”
Neslihan, kollarını Sibelay’ın ince beline sararken, “Dışarı çıkacakmışsınız,” dedi Kartal’a.
“Öyle.”
“Göze batmamak için her zaman onlarla dışarı çıkmanıza gerek yok ki,” dedi Sibelay yüzünü buruşturarak. “O yaşlardaki gençleri bilirim, eğlenmeyi çok severler ve enerjik olurlar.”
“Kırk yaşındaymışsın gibi konuşuyorsun, bebeğim,” diyerek güldü Neslihan. “Taş çatlasın en fazla üç dört yaş küçüktürler bizden.”
“Gece hayatını eskisi kadar sevmiyorum,” dedi Sibelay dudaklarını büzüp, kollarını Neslihan’ın boynuna sararak.
Kartal, neredeyse bir şişeyi tek başına içtikten sonra arkasında bıraktığı kalabalığa aldırış etmeden salondan çıkıp kendi odasına geçti. Neslihan ve Sibelay’ı izlemek güzeldi, beni gülümsetecek kadar şirinlerdi. Sahra’nın modaya olan aşkını şimdi daha net görüyordum, laf arasında onun moda tasarım okuduğunu öğrenmiştim zaten ama onun bu işe gerçekten aşkla bağlı olduğunu daha net görme şansım olmuştu. Yunus Emre soğuktu, ifadesizdi ama aramızdaki buzlar biraz olsun erimeye başlamış gibiydi, artık beni görmezden gelmek yerine küçük diyaloglar şeklinde de olsa benimle iletişime geçiyordu.
Zaman, saatin üzerinde soyunmaya hazır bir beden gibi dolaşırken artık gitme zamanları gelmişti. Çoktan akşam olmuş, Kartal hiç odasından çıkmamıştı. Acaba uyumuş muydu? Onlar evden ayrılırken Burak, Ender hakkında birtakım bilgileri bana verdi ama bunu neden yapmıştı bilmiyordum. Ender konusunda beni rahatlatmaya çalışıyor gibiydi. Ne kadar örtmeye çalışırsam çalışayım endişelerle dolu olduğumu anlamış mıydı?
Herkes gittiğinde artık yapayalnızdım. Kartal sanki evde yokmuş, bu ev bir mezarlıkmış ve ben de mezarlık bekçisiymişim gibi hissediyordum. Bir süre olduğum yerde, sokakta bir bir yanmaya başlayan sokak lambalarının başlarından yayılan küçük turuncu ışıkları izledim. Pencere açıktı, soğuk salona doluyordu ama ben oturduğum koltuktan kalkmıyordum.
Cep telefonumun titrediğini fark ettiğimde elim kotumun cebine gitti. Cep telefonunu çıkarıp ekrana düşen bildirime baktım, tanımadığım bir numaraya aitti.
0537xxxxxxx: Selam! Ben İrem, numaranı Berra’dan aldım ama sorun olmaz umarım. Size mekânın adresini atayım mı?
Lavin: Selam. Çok iyi olur.
Mesajı attıktan hemen birkaç dakika sonra İrem adresi yolladı. Ağır adımlarla koridorda ilerlerken Kartal’ın içeride ne yaptığını düşünüyordum. Odasının kapısına geldiğimde bir süre sessizce kapıyı izledim, sonunda kapıyı yavaşça tıklattım.
“Kartal,” diye seslendim. “İrem mesaj attı. Gideceğimiz yerin adresini yolladı.”
Sessizlik. Kapıya tekrar yavaşça vurdum.
“Beni duyuyor musun?”
“Seni duydum,” dedi içeriden donuk sesiyle. “Gidip hazırlan.”
Sesine duvar gibi dikilmiş mesafe anlık bir duraksama yaşamama neden oldu. Kaşlarımı çatarak kapıya baktım, kapıdan uzaklaşırken içten içe acaba bana mı öyle geldi diye düşünüyordum ama sesi mermer gibiydi. Odaya girdim. Duş alamayacak kadar yorgundum, zaten okuldan çıkarken duş aldığım için vücudum ve saçlarım temizdi.
Elbise dolabının kapağını aralayıp yatağın ucuna oturduktan sonra kıyafetlerle dolu dolabın içini izlemeye başladım. Ne giymem gerektiğini bilmiyordum. İrem her zaman iddialıydı, kadınsı ve güzeldi. Kaşlarım çatıldı. Bunu neden düşünmek zorundaydım ki? Onu kıskanmıyordum, bunu içten içe biliyordum ama bazen ona karşı olan hislerim garip, karanlık bir bulut tarafından örtülüyordu. Bu elimde değildi, elimde olsaydı belki bir şekilde buna mani olabilirdim. Her şey benden bağımsız gelişiyordu sanki.
Sonunda kırık beyaz, saten kumaştan bir elbise dikkatimi çekince oturduğum yerden kalkıp elbiseye uzandım. Boyundan bağlamalı, sırtı açıkta bırakan, dizin üzerinde biten mini bir elbiseydi ve ilk bakışta kumaşı bir geceliğe benzese de üzerime giydiğimde şık görüneceğine emindim. Üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp bir köşeye attım. İç çamaşırlarımı değiştirip elbiseye uygun bir çamaşır giydikten sonra elbiseyi üzerime geçirdim. Siyah bantlı ayakkabıları giydiğimde sıkıldığım sırada ayaklarıma sürdüğüm siyah ojeleri görünce kaşlarım çatıldı. Ojeler hiç bozulmamıştı. Elbiseye bulaştırmamaya dikkat ederek ellerime de siyah ojeleri sürdüm. Kurumasını beklerken aynaya düşen yansımamla göz göze geldim.
Toprağı hazmedemeyen bir ölü gibi bakıyordum.
Ojelerin kuruması sandığımdan daha kısa zaman aldı. Dikkatli bir şekilde saçlarımı yavaşça tarayıp ensemin altına gelecek şekilde küçük bir topuz yaptım. Üzerime ince bir deri ceket alıp telefonum ve cüzdanımı küçük, zincirli bir çantaya koydum. Bacaklarımın buz tutacağından emindim ama mekânın içi sıcak olacağından şimdilik bunu önemsemiyordum. Dudaklarıma dokundurduğum bordo rujun üzerinden birkaç kez geçtim, ruj ânında matlaştı. Gözlerimin altını hafifçe kapattıktan sonra kirpiklerimi rimelle kaldırıp dolgunlaştırdım. Dudağımın biraz üzerinde duran açık renkli ben, tam şu an çok daha belirgin bir görüntü kazanmıştı. Aynadaki görüntüden hoşlandığımı fark ettim.
Odadan çıktığım sırada, Kartal da odasının kapısını açtı ve tam da o an ikimiz de aynı anda gözlerimizi birbirimize çevirdik. Arkasındaki kapıyı sertçe çarparak kapatırken gözleri gözlerimden ayrıldı; bu ayrılık sert bir rüzgâr gibiydi, iliklerime kadar üşüdüğümü hissettim. Altın kahve bakışlar hızla bedenimi taradı, beni eleğinden geçirerek âdeta baştan aşağı süzdü.
“Sonunda biri seni itmeden kendi çabanla özenli giyinmişsin,” dedi buzdan bir sesle. Anlam veremeyen gözlerle simsiyah giyinmiş Kartal’a bakarken gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Bu tavrın sebebi neydi?
“Senin neyin var?” diye sordum ama bana bakmadan kapıya yöneldi.
“Uyuşukluğunla uğraşamam,” dedi sertçe. “Hadi.”
“Neyin var senin be?”
Bana buz gibi bir bakış attığında olduğum yerde küçücük kalmışım gibi hissettim. “Bir şeyim olması mı gerekiyor?” diye sordu, sesinin içinde bir kömür yanıyor, o kömür asla elmas olamadan köze dönüşüp ardından kül oluyordu.
Kaşlarım çatıldı, dudaklarımı tam aralayacakken gözlerini gözlerimden koparıp kapıyı açtı. Ayakkabılarını düzeltip kapıdan dışarı çıktı ve “Hadi,” dedi düz bir sesle.
Dişlerimi sıktığım anda yanaklarım içeri gömüldü, onun mezarlarının aynısından benim yanaklarımda da oluştu. Buza dönmüş bakışlarımı ona dokundurmadan evden çıkıp asansöre bindim ve asansör alt kata inene kadar onunla tek kelime konuşmadım. Beni ne sanıyordu? Bana böyle davranmaya hakkı yoktu. Eğer böyle davranırsa, daha ağır bir şekilde karşılığını alacağını bilmesi gerekiyordu.
Araca bindiğimizde sadece adresi ona vermek için araladım dudaklarımı. Dudaklarımı tekrar birbirine bastırdığım o süre içerisinde adresini söylediğim mekâna varmıştık. Araçtan inip barın girişine doğru yürümeye başladığımızda aramızda gözle görülmez bir uçurum vardı; o uçurumun yüksek kayalıklarına, uçurumun dibinde yanan ateşlerin lavdan dalgaları çarpıyordu. Ona yavaşça sokulduğumda bir an bana baktı ama ben ona bakmadığım için bana bakarken yüzüne nasıl bir ifade yerleştirdiğini bilmiyordum. Barın kırmızı demir kapısının önünde üç adam dikiliyordu, iki tanesi çok iriydi ama bir tanesi cılız, uzun boylu bir adamdı.
Adamlardan biri bana, diğeri Kartal’a baktığında, Kartal’ın avucundan süzülen buz, benim avucumdan süzülen buz ile birbirine yapıştı; artık el eleydik. Bir an bu tavrına ayak uyduramadım. Hisler kalbime bir kamçı gibi vurmuş, ardından darbeyi indirdikleri kalbime, sarmaşık şeklinde bir iz bırakmışlardı.
“İyi eğlenceler,” dedi adamlardan biri kapıyı açarken.
İçeri girdiğimiz anda Kartal’ın parmaklarıma bir kalıp gibi oturan parmakları, oturdukları yerden kalkarak elimden uzaklaştı. Durdum. Parkta eli bırakılmış bir çocuk gibi hissediyordum; hemen karşımda oyuncaklar duruyordu, özgürdüm ama sanki babamın bakışları üzerimdeydi ve elimi tutmamasına rağmen beni gözleriyle tutsak ediyordu.
Barın içinde ilerlemeye başladık. Attığım her bir adım, bir mezarlığın bahçesine düşüyordu sanki. Kartal’ın teninden pahalı parfüm ve içki kokusu yayılıyordu; yağmur sonrası toprağın kokusu oradaydı ama sanki o bir mezardı ve o yağmur, onun mezarındaki toprağa yağmıştı. Mezar gibi kokuyordu.
“Özgürsün,” dedi Kartal bana yandan bir bakış atarak. “Gidip arkadaşlarını bul.”
Arkadaşlarım… Ona sadece baktım.
“Hadi.” Çenesiyle dans pistini işaret etti ve dans pistinin aksi yönünde ilerlemeye başladı. Orada bir süre öylece durup onun gidişini izledim. Masalardan birine yerleştiğinde aramıza neden böyle bir duvar ördüğünü düşünüyordum. Belki de olması gereken buydu. Yabancı bedenler bedenime çarparak yanımdan geçip giderken üzerlerine sinen alkolün kokusunu da bana emanet ediyorlardı.
Bedenlerin arasına dalıp ondan uzaklaşmak adına yürümeye başladım. Masasına şimdiden içki kadehleri taşınmaya başlamıştı bile. Gözlerim Emir’i aradı, Emir’i göremeyince İrem’e de bakındım ama sanırım gereğinden fazla erken gelmiştik. Henüz ortada yoklardı. İrem’in bana adresi atarken belirttiği saati hatırlayınca omuzlarım farkında olmadan aşağı çöktü. Bar bölümüne doğru yürüdüm, yüksek taburelerden birine oturup kalabalığı izlemeye başladım.
Barmenin elindeki bezi kadehe sokup, kadehin içini kurulayarak bana yaklaştığını fark edince gözlerimi tezgâhın arkasındaki genç barmene döndü. “İyi geceler,” dedi çapkın bir tebessümle. “Ne içersin?”
“Şimdilik sadece su.”
Başını salladı. Bana cam şişedeki suyu uzattıktan sonra tekrar bezi eline aldı ve kadehleri kurulamaya kaldığı yerden devam etti. Kartal’ın masasına devamlı olarak uğrayan garson her seferinde ona yeni bir içki kadehi bırakıyordu. Parmaklarımın arasındaki cam şişenin içinde duran durgun suyu o kadar ağır yudumluyordum ki, Kartal ben o suyu bitirene kadar çoktan üç beş kadehi yuvarlamıştı bile.
“Burada sigara içiliyor mu?” diye sordum barmene doğru dönerek.
“Keyfine bak,” dedi genç barmen.
Derin bir nefes alıp göz ucuyla Kartal’ın olduğu masaya baktım, gözlerim tekrar barmen çocuğa kaydı.
“Peki sigaran var mı?”
Barmen çocuk gülerek elini cebine attı, cebinden çıkardığı Marlboro paketini açıp yavaşça salladı, öne doğru çıkan sigara dallarına baktım. “Çek bir tane, güzellik,” dedi samimi bir sesle. Kötü niyeti olmadığını hissedebildiğim için söylediği şeye takılmadan sigaralardan birini çektim. Ona beklentiyle baktığımda başını iki yana sallayarak güldü. Paketi cebine atıp, çakmağını uzattı. “Hazırlıksız çıkmışsın,” dedi dalga geçer gibi. Sigaramı yaktı.
Sigaradan bir duman aldıktan sonra, “Aceleye geldi,” dedim.
“Birini mi bekliyorsun?”
“Evet,” dedim, sonra durdum. Ne demem gerekiyordu? “Arkadaşlarımı bekliyorum.”
“Saat daha erken,” dedi barmen çocuk. Gözleri sık sık gözlerimin uğradığı masaya kayınca durdum. O kalabalığa rağmen Kartal’ı tanıyormuş gibi çenesiyle onu işaret etti. “Neden sevgilinin yanında beklemiyorsun?”
“Sevgilim mi?”
“Evet? Bana ayrıldığınızı söyleme, inanmam.” Güldü. “Az önce birbirinize bozuk atıyordunuz sanırım. Ben buranın dürbünü gibiyim, her şeyi görüyorum.”
“Öyle bir şey değil,” diye mırıldandım sigaranın dumanı dudaklarımdan dışarı süzülürken. Dalgın bakışlarım barın tezgâhının parlayan fayansına takılı kaldı.
“Sen gözlerini ondan ayırdığın anda, onun gözleri seni buluyor,” dedi barmen, ona baktığımda bana göz kırptı. “Bu senin açından iyi. Adama ne yaptın da böyle sinirlenip seni burada tek bıraktı bilmiyorum ama ne kadar kızmış olursa olsun gözünü senden alamıyor. Kontrolü altındasın.”
Parmaklarımın arasında yanan sigaranın külü yavaşça yere döküldü, dudaklarım aralandı, tekrar kapandı ve tekrar aralandı. “Aptalın teki,” diye fısıldadım.
“Siz güzel kadınlar hep aptal adamlara âşık olursunuz zaten,” dedi barmen çocuk hüzünlü bir gülümsemeyle. “Bence daha fazla yalnız bırakma.” Gözleri Kartal’a kaydı. “Çok fazla içiyor. Bizim diğer eleman ona kadeh yetiştiremiyor gibi görünüyor. Sonra geceniz zehir olmasın.”
Parmaklarımın arasında duran sigarayı tekrar dudaklarımla buluştururken adamın söylediklerine karşı koymadım ya da koyamadım, bilmiyordum. Son nefesi de ciğerlerimle buluşturduktan sonra sigarayı tezgâhın köşesinde duran kül tablasına bastırdım, ucunda yanan turuncu ateş, elektriği kesilmiş bir sokak lambası gibi söndü ve geriye izmaritin ağır kokusunu bıraktı.
“Sigara için teşekkürler.”
Barmen çocuk göz kırptıktan sonra işine kaldığı yerden devam etmeye başladı. Bar taburesinden inip dans eden bedenlere doğru ilerlemeye başladım. Yabancı bedenler dans ediyor, kelimelerin sarhoşluğa sarılarak döküldüğü dudaklara içki dokunuyordu. Oradaydı, barın ortasında öylece duruyordu. Dolu kadehi parmaklarının arasında bir silah gibiydi ve o, o silahı ağzına dayarken ben onu izliyordum. İçtiği her bir yudum, ağzına sıktığı bir el ateşti; zihnini dağıtan kurşunun kovanları gözlerinden dökülüyordu.
Üzerimdeki ceketi çıkarıp koluma astım. Ayağımdaki ayakkabının tabanı ayağımın altına çivi gibi batıyordu. Tenime sürtünen elbisenin kumaşı bedenimi ürpertiyordu. Geçen sürenin ardından ağır adımlarla ona doğru ilerlemeye başladığımda o kadar dalgındı ki beni fark etmemişti bile. İçkisinden büyük bir yudum aldı, parmaklarının arasındaki kadehi sertçe önündeki masaya bıraktı; gözleri gözlerime tam da bu anda dokunmuştu.
Müziği içinde taşıyan baslar sanki kalbimin içindeydi. Masanın önüne gelip onun karşısında dikildim, masaya bıraktığı kadehi tekrar eline alıyordu ki o an dayanamadım ve elimi onun bileğine sararak, “Yeter,” diye fısıldadım. Bu sesin içinde beni duymasının imkânı yoktu ama gözleri gözlerimden sıyrılarak dudaklarıma dokunduğunda, dudaklarımdan döküleni duymasına gerek olmadığını anlamıştım.
Kahverengi gözlerini kıstı, gözleri yavaşça bileğine sardığım parmaklarıma kaydı. Durdu. O an ona söyleyebilecek bir şeylerimin olmasını diledim ama yoktu, olmadığını biliyordum. Bunu o da biliyordu.
Dudaklarını yavaşça yalarken alaycı bir tebessüm kondurdu yüzüne. O alaycı tebessümün arkasında taşıdığı depremin artçı sarsıntılarını, bileğine dokunan parmaklarımın uçlarında hissedebiliyordum.
“Ne zamandan beri annelik yapıyorsun bana?”
“Sana annelik yaptığım yok,” diyerek bileğini serbest bıraktım.
Masaya doğru yaklaşınca gözlerim yüzünden ayrıldı, kalabalığa kaydı; ona bakmamam gerektiğini biliyordum, ona bakmamam gerektiğinin farkındaydım.
Aramızdaki mesafe yerle bir olduğunda dudakları kulağıma yakın bir yerdeydi.
“Ben içerken bana karışılmasından hiç hoşlanmam. Yersiz yere bana dokunulmasından da hoşlanmam.”
Son söylediği bir an öyle ağır geldi ki tam yüzünün ortasına tokadı geçirip ondan uzaklaşmak, bir daha da yakınına uğramamak istedim. Su beklediği avuçlarıma ateşi uzatarak ne yapmaya çalışıyordu? Ona sinirle baktım, bunu fark ettiği sırada yüzlerimiz birbirine son derece yakındı. Geri çekilip kaşlarımı çattım.
“Dengesizliklerine ayak uydurabilecek başka birini bul, Kartal.”
Duraksadı, gözleri gözlerime dokununca, gözlerimi onun gözlerinden âdeta söküp kopardım. Sırtımı ona dönüp kalabalığa karışmaya başladım. Attığım her bir adımı onun pençeleriyle çevrelenmiş avucunun içinde atıyor gibiydim, nereye gidersem gideyim aslında gittiğim, yani kendim için yarattığım tüm alanları bana sunan oydu.
Dans eden bedenlere çarparak ilerlerken tuvaletin yerini arayan gözlerim, yabancı bedenlere bir dokunup bir uzaklaşıyordu. İrem kalabalığın içinde bana el sallıyordu, onu fark ettiğim an başımı yavaşça sallayarak ona karşılık verdim. Derin bir şekilde gülümsedi, kalabalığı yararak bana doğru ilerlemeye başladı. Onu beklerken pistin ortasında öylece durmaya başlamıştım.
Terli omuzları ışıkların altında elmasın yüzeyi gibi parlıyordu. Sarı saçlarını arkaya iterek, “Geldiğimden beri sizi arıyorum!” dedi sesini duyurmak için bağırarak.
“Yeni geldik,” dedim yüzüne doğru eğilerek.
Parmaklarını kaldırarak onay işareti yaptıktan sonra, “Neden yalnızsın?” diye sordu.
“Kartal, masada,” dedim umursamazca. “İçiyor.”
İrem, yüzünü buruşturdu. “Şimdiden mi?”
“Evet.” Başımı iki yana salladım, güldü ama buna karşılık vermedim. “Ne zıkkım içerse içsin, bana ne?”
“Hey, ona kızgın mısın?”
“Umurumda değil,” dedim omuz silkerek. “İrem, tuvalet nerede?”
Birkaç kişi dans ederken İrem’e çarpınca onun bileğini tutup kendime çektim, irkilerek ona çarpan bedenlerin sahiplerine cins cins baktıktan sonra bana doğru döndü.
“Kum arayan kedi yavrusu gibi bakmanın nedeni bu muydu gerçekten?” diye sordu sırıtarak.
Ona düz düz baktım.
“Şaka yapıyorum. Hadi gel!”
İrem beni tuvalete götürene kadar konuşmadık. Tuvaletin kapısı kapandığı an müzik kapının dışında kaldı ve sessizlik zihnime bir sis bulutu gibi hızla yayıldı. Boş kabinlere doğru ilerledim, kapılar kapalıydı ama tüm kabinler bomboştu. İrem lavabo tezgâhının önünde durmuş, aynadaki yansımasını izliyordu. Kabinlerden birine girdiğimde, “Diğerlerini gördün mü?” diye seslendi.
“Hayır. Daha gelmediler.”
“Dövmeni gördüm. Sırtındaki kanatlar. Güzel görünüyor. Ayrıca sırt dekoltesi de çok yakışmış.”
“Teşekkür ederim,” dedim yalnızca.
Suyun açılıp kapandığını duydum. İç çekti. “Başım inanılmaz ağrıyor, her gece bu tür şeyleri kafam götürmez oldu ya.”
“Her gece mi?” İşimi halledip kabinden çıktığımda ona göz ucuyla baktım. “Buna mecbur değilsin.”
“Evde kimse olmayınca…” Güldü. Ellerimi suyun altında köpüklerken aynadaki yansımasına bakıyordum. “Babam işi gereği geceleri evin yolunu bulamaz. Ben de tipik şımarık zengin kızı oynuyorum,” dedi, keyifsiz bir şekilde yüzünü buruşturdu. “Küçük yaşlarımı bile böyle ortamlarda geçirmek zorunda kaldım, Lavin. Bir süre sonra burası evine dönüşüyor.”
“Annen evde olmuyor mu?”
İrem yavaşça yutkunup, “Annemi ben çok küçükken kaybettik,” dedi. Sorduğum sorunun pişmanlığı kalbime sis gibi çökerken yutkunamadım. Parmaklarım suyun içinde öylece asılı duruyordu. Onu dinlemeye devam ettim. Ruhuna, ağacın kökleri gibi yayılan yaralar vardı ve bu yaralar onun ruhunu bir ağ gibi örerek asıl İrem’i o yaralardan ağın arkasına saklamıştı.
“Peki sen?” diye sordu, uzun tırnağıyla dudağının kenarına taşan ruju silerken. “Sen böyle yerlerden hoşlanan birisine benzemiyorsun, neden burada vakit öldürüyorsun?”
“Öylesine.”
“Öylesine mi?” Kavisli kaşlarını kaldırarak güldü. “Öylesine bir şeyler yapacak birine benzemiyorsun. Sen daha çok kütüphanede vakit geçirdikten sonra bir kahve dükkânına uğrayıp, kahvesini alıp bankta insanları izleyen biri gibisin. Gece kulüplerinin içinde, terli bedenlerin arasında yerin yokmuş gibi hissediyorum. Sanki bir müzede ya da sergide olmalıymışsın gibi.”
“Ya da oldukça ucuz bir kafenin cam kenarındaki masaya oturup sıcak bir şeyler içerken dışarıda yağan yağmuru izleyebilirim,” dedim durgun bir sesle.
“Evet, tam olarak öyle. Kulağa huzurlu geliyor.”
“Sanırım sorumluluklarım var,” dediğimde bana baktığını fark ettim ama ben ona bakmadım; parmaklarımı suyun içinden uzaklaştırdığım anda su kesildi. “Ve bu sorumluluklardan bir tanesi de burada olmak.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Gayet açık konuşmuştum.” Ona baktım. “Sorumluluk.”
“Sorumluluğun ne?”
“Sorumluluğum Kartal.”
Uzun uzun yüzümü izledi. Kelimeler, depremin arkasında bıraktığı çökmüş bir binanın temelinde uyuyan cesetlerden farksızdı. Bir süre ikimiz de konuşmadık. İrem’in mavi gözleri aynayı buldu, kendi yüzüne bakarken buruk bir tebessüm dudaklarını şekillendirdi. “Keşke beni de senin onu düşündüğün gibi düşünen birileri olsaydı,” diye fısıldadı, sesinin rengi hüznün hissettirdiği tüm duygularla aynı renkmiş gibi gelmişti.
“Babanın seni çok sevdiğini duydum,” dedim kuru bir sesle.
“Babam beni çok sever,” dedi İrem başını yavaşça sallayıp beni onaylarken. “Ben de onu çok seviyorum.”
“O hâlde seni düşünen, önemseyen biri var.”
“Babam beni yalnızca sever,” dedi İrem, gözleri hâlâ aynadaki yansımasındaydı.
“Bu da ne demek?”
“Beni sever, işini önemser.”
Ona söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Yalnızca profiline baktım. Gözleri dalgındı, bir müddet boyunca hiç konuşmadı. Tuvaletten çıktığımızda tekrar o gürültünün içine girdiğim için kendimi huzursuz hissettim.
Yanıp sönen ışığın altında tekrar bambaşka bir İrem’e dönüşmüştü işte. Kollarını havaya kaldırmış, olduğu yerde pervasızca hareketler sergileyerek dans ediyordu. Olduğum yerde, dans eden bedenlerin ortasında öylece durup onu izledim. Gerçek İrem, lavabodaki aynaya hüzünlü gözlerle bakan o kadın mıydı yoksa şu an ışıkların altında kendinden geçmişçesine dans eden bu kadın mıydı bir türlü anlayamasam da aslında onun düşündüğüm gibi bir insan olmadığını yavaş yavaş çözmeye başlıyordum. Garsonun yuvarlak tepsisinin içindeki kokteyllerden birine uzandı, garson gözlerini İrem’e doğru indirip çapkın bir gülümsemeyle ona karşılık verirken İrem kokteylden bir yudum alıp, kokteyli tekrar tepsinin içine koyup kahkaha atarak dans etmeye devam etti.
Parmakları beni hedef alırcasına bana doğruldu, bir silahın namlusu gibi beni gösteriyordu. Dans ederek, “Hadi, madem buradasın tadını çıkar!” diye bağırdı.
İrem’in sapsarı saçlarının uçları aniden kahverengileşti, renk usul usul saçlarının tamamına mürekkep gibi yayılarak saçlarını koyu kahverengiye boyadı; pürüzsüz, elmas gibi parlayan teninin üzerindeki ter damlacıkları benlere dönüşmeye başladığında olduğum yerde donakaldım. Kardelen, oradaydı. Üzerinde İrem’e ait bir elbiseyle, nemden ıslanmaya başlamış saçları tenine yapışıyor, kahkahalar atarak dans ediyordu.
“Hadi, Canım Bal!” diye bağırdı zihnimin içinde. Her şey birbirinin üzerine yıkılmaya başladı. Kelimeler bir cümle oluşturmak için değil, bir depreme zemin hazırlamak için yan yana duruyordu. Farkında olmadan İrem’in elbisesinin içindeki Kardelen’e doğru yürürken buldum kendimi. Ellerim onun saçlarına dokundu. Karşımda duran güzel yüzünü sarıp sarmalayan o ifadedeki duraksamayı gördüm. Gözlerime batmaya başlayan yaşlar kirpik diplerimi sızlatıyordu.
Kardelen, içi iri gözlerini gözlerimden çekmedi, hüzünlü bakıyordu.
Nemli saçlarını kulağının arkasına sıkıştırırken, “Terletme kendini bu kadar,” diye fısıldadım. “Hasta olacaksın.”
Kardelen bana bakakaldı, etrafımızdaki kalabalık bizi önemsemiyordu. Kopkoyu kahverengi saçlarının rengi zayıflamaya, açılmaya başladığında parmaklarım kulağının arkasına sıkıştırdığım saç tellerinin arasında donup kaldı. Gözlerinin topraklarından dışarı masmavi sular yükseldi, kirpikleri artık daha açık renkliydi, burnu daha dar duruyordu ve dudaklarındaki rujun rengi değişmişti, artık kan kırmızısıydı.
İrem’e baktım, Kardelen orada değildi.
Kalbim kendi ateşiyle kendini yakarken, parmaklarımı hızla saçlarından uzaklaştırıp şoka uğramış gözlerle İrem’e bakakaldım. O da şaşkına dönmüş görünüyordu, bu hareketimi beklemediği her hâlinden anlaşılıyordu. Birkaç dakika öylece birbirimize baktık, şarkı değişirken yaşanan o birkaç saniyelik boşlukta gözlerimi onun gözlerinden koparıp pistin diğer ucuna çevirmiştim. Nasıl bir açıklama yapacaktım? Kıza resmen aniden yaklaşıp, hiç beklemediği bir samimiyet sergilemiştim.
“Lavin,” diye fısıldadı İrem, aniden mekânı saran yüksek sesli müziğe rağmen onu duydum. Ona baktım. “Teşekkür ederim.”
Neden teşekkür ediyordu? Yıldızları göğsüne dikmiş gece gibi parlayan gözlerle bana baktığı sırada, “Önemi yok,” dedim. Neyin önemi olmadığını ise ben de bilmiyordum.
Gözlerimde parlayan gözyaşlarını görüyor muydu? Görmesini istemiyordum.
Onun yanından geçip giderken bana bir şey söylemesini beklemedim, o da söylemedi zaten. Kalabalığın içinde bir ölü gibi ilerlerken zihnimden durmadan aynı şeyi tekrarlıyordum.
“Zaman seni benden silmeye yetecek kadar güçlü bir silgi değil, üstelik o kadar çok dokundu ki bana, seni yazdığım sayfa artık paramparça.”
Buradan çıkıp gitmek istiyordum. Artık onu göremeyeceğimi bilmenin sancısını taşıyordum. Onu durmadan bana gösteren zihnim, kalbimin yaralarla kaplı sırtına sapladığı bıçaklar yüzünden sancımı daha da çekilmez seviyeye ulaştırarak beni yok ediyordu.
Koridora çıktım. Eski posterlerle dolu koridorun tavanından yayılan cılız ışığın rengi, tenimin üzerine gerilmiş kırmızı tül bir elbise gibiydi. Gözlerime batan yaşlara aldırış etmeden koridorun sonuna doğru yürürken, arka kapı olduğunu düşündüğüm kapı açılınca duraksadım. Koridor dardı, kırmızı ışık bedenimi ışıklar altında bırakıyordu ama kapıyı açan kişinin bedeni sırtına karanlığı almıştı.
Bir süre sonra kapıyı kapattı, bana doğru ilerlemeye başladığında bir an için gerilsem de adamın benim yanıma gelmediğini bildiğimden ifademi toparlamaya çalışıp tekrar adımlarımı güçlendirdim. Attığım her adım adama yaklaşmama neden olurken, yayılan ışık adamın çehresini aydınlattı; olduğum yerde donup kaldım. Toprak. Koyu renk gözleri gözlerime tutunduğunda ikimizin de arasında duran zamanın köprüsü yıkıldı, yorgun parmakların tuttuğu kalemin mürekkebi taşarak sayfayı koyu renklere boyadı. Gömleğinin ön düğmeleri açıktı, göğsünü kaplayan o kardelen dövmesini görebiliyordum.
“Dışarı mı çıkacaksın?” diye sordu hiç beklemediğim bir anda. Adımları tam dibimdeyken bıçak gibi durmuş, benim adımlarım da onu takip ederek durmuştu. Bakışlarım gömleğinin altında belirgin bir şekilde kendini gösteren dövmede takılı kalsa da başımı salladım. Birbirimizi tanımıyormuş gibi mi davranacaktık?
“Evet,” diye yalan söyledim. Nereye gittiğimi bilmiyordum.
“Arka kapının burada olduğunu bile bilmediğini düşünüyorum.”
Gözlerimi dövmesinden ayırmayı başardığım için yoğun kirpiklerinin dizilerek gölgelendirdiği kara gözlerini görebildim. O gözlerde tanıdık anılar çağlıyordu. İki yabancı gibi birbirimizi izledik. Anıları olan iki yabancı.
Sonunda, “Nasılsın?” diye sordum. Aslında yabancı gibi davranmaya devam etmeliydim çünkü onun buradaki varlığı, bizim oynadığımız oyunu tehlikeye atabilirdi ama ona karşı duyduğum merakı durduramadım.
Gerçekten nasıldı?
Tek cevabı, “Yaşıyorum,” oldu.
Bir şeyler söyleyemedim ona. Belki de konuşmak, o günden sonra ilk kez bu kadar zor geliyordu. Toprak’a bakarken, hayat damarlarıyla kendini asmış ölü bir adama bakıyor gibiydim.
O kısacık zaman onun göğsüne bir kardelen dövmesi yerleştirmiş, o kısacık zaman kendi damarlarını onun boynuna dolayarak onu idam etmişti.
Neden burada olduğumu sormadı. Gözlerinin içine sessizce baktım. Sessizliğim ona birçok şey anlattı. Gözlerimi koridorun diğer ucuna çevirirken boğazıma dizilen kelimelerin hepsinden haberdardı.
“İyi geceler.”
“İyi geceler, Lavin,” dedi yanımdan sıyrılıp geçerken.
Arka kapıdan dışarı çıkıp bir süre hava aldım ama düşünceler yine birbirine karıştığı için dışarıda çok kalmadım. İçeri girdiğimde Toprak tekrar orada mıydı bilmiyordum, gözlerim onu bilerek aramıyordu sanki. Bir gölge gibiydi, dokunduğu yerde büyük bir iz bırakıyordu ve hemen ardından silinip gidiyordu yeryüzünden. Bunun için ona kızamazdınız.
Emir ve diğerleri gelmişti, eğleniyorlardı ama o kadar dalgındım ki onlara selam verip direkt olarak Kartal’ın oturduğu masaya geçmiştim. Körkütük sarhoş olması gerekirken ifadesiz bir şekilde, kaskatı bir yüzle kalabalığı izliyordu. Kaçıncı kadehini bitirmişti, bunu yalnızca Allah bilirdi.
Emir birkaç kez dans etmek için beni kaldırmaya gelmiş ama yorgun olduğumu fark edince sonunda bu istekten vazgeçip kendi dalgasına bakmaya başlamıştı. Kartal benimle konuşmuyor, bomboş gözlerle sadece insanları izliyordu. Kardelen’in göğsüme bıraktığı o enkazın temelini sarsan bir başka deprem daha yeryüzüne doğru tırmanıyordu; birazdan göğsüm ikiye ayrılacak ve deprem tüm kaburgalarımı tuzla buz edecekmiş gibi hissediyordum. Toprak’ı yeniden görmek, Kardelen’in yokluğunu bir çığ gibi düşürmüştü göğsüme. Yere düşen kadehin sesiyle irkildim. Kadehin patlamasıyla birlikte tüm gözler kısaca bizim masamıza çevrildi, cam kırıkları hızla etrafa saçıldı.
Kartal yavaşça ayağa kalkınca ben de onunla birlikte ayağa kalktım. Emir’in gözleri masaya döndü, hareketleri duraksadı ve az önce delice dans eden Emir öylece durup bizi izlemeye başladı. Kartal’a doğru ilerledim. Kartal yalpalıyordu ama yine de kendinde olduğu belliydi. Ona yaklaşacağım sırada elini kaldırarak beni durdurdu. Gözleri gözlerime kasvetli dumanların yükseldiği bir orman yangınına aitmiş gibi baktı.
“Çok içtin. Gitsek iyi olacak.”
“Bana karışma,” dedi soğuk bir sesle. “Bana kafana göre yaklaşma.”
Ona bakakaldım. Herkes eğlencesine bakıyordu ama Emir’in gözleri hâlâ bizdeydi. Derin bir nefes alıp, “Eve gidelim,” dedim yorgun bir sesle.
Bir avcının ağaçların arasına gizlendiği gibi gizlenmişti benden. Ben onun avı mıydım? Beni yakalayacağı ânı bekliyormuş gibi baktı gözlerime. Onda bir tuhaflık sezmiştim, bana karşı bir anda böyle bir insana dönüşmesinin imkânı yoktu. Nedenini merak ediyordum. Bu hâlde araç kullanmasının da imkânı yoktu üstelik.
“Bir taksiye atlayalım ya da anahtarları bana ver, ben süreyim,” dedim onun buz gibi bakışlarına aldırış etmeden onun bileğini tutarak. “Bu hâlde araç kullanma.”
“Sana ne?” Kolunu aniden çekince elim boşluğa düştü. “Annem gibi davranmayı kes. Karşında çocuk yok senin. Ben kaç yaşındayım biliyor musun sen?”
“Eve döndüğümüzde ne hâlin varsa görürsün.”
“Eve dönene kadar göreceğim tüm hallerimi senin de görmen gerekiyor, öyle mi?”
Onu kolundan tutup çekiştirirken Emir’e küçük bir işaret yaptım. Başını yavaşça salladı. Sırtımı dans pistine dönüp onu çeke çeke çıkışa sürüklemeye çalışıyordum. Umursamazca yürüyordu ama sanki bana karşı da koyuyordu. Attığı her adım sert ve başkaldırılarla doluydu.
Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda, gözlerinin bende değil de belli bir noktada sabitli kalmış hâlde olduğunu görünce kaşlarımı çattım. Bar kapısından çıktık. Kartal benden uzaklaşınca bu kez ona yaklaşmak için bahanelerin arkasına sığınmadım, ona bir adım dahi atmadım. Aracına gitti ve ben de onu takip ettim. Ne yaparsa yapsın, diye düşündüm. Umurumda olmasının bir gereği yoktu. Umurumda dahi değildi.
Yan gözle ona baktım.
“Bin,” dedi sürücü koltuğunun kapısını söker gibi açarken.
Binerken aracın kapısını çarparak kapattım ve kapıda dikilenlerin bize bakmasını umursamadım. Kartal aracı çalıştırdığı esnada dişlerini gıcırdatıyordu.
“Ne olduğunu söyleyecek misin artık? Saçma sapan kaprislerini mi çekeceğim ben senin?” diye sordum araç yolun ortasında hızla ilerlerken. Artık beni kızdırmak için hız yapması beni korkutmuyor, sinirlendirmiyordu. O kadar bomboştum ki, anılar seyir defterime uğramıyordu.
“Papağan gibi aynı şeyleri sorup durma.”
Önümüzden ilerleyen aracın arkasındaki far ışıkları yanınca yüzümü buruşturdum. “Yavaş kullan şu arabayı. Ecele doğru ilerlemeye amma meraklısın!” diye homurdandım. “Madem böyle yapacaktın, ne diye gittik o mekâna?” Gözüm göstergedeki saate kaydı, saat gece yarısını çoktan geçmişti, gecenin ikisiydi. “Böyle davranarak daha fazla dikkat çekmekten başka hiçbir şey yapmıyorsun!”
“Senin yüzünden,” dedi sadece.
Ona inanamayan gözlerle baktım. “Ne? Şimdi de ben mi suçlu oldum?”
“Bu gece her şey normal gidebilirdi,” dedi dişlerinin arasından. Bana değil, yola bakıyordu. “Ama senin yüzünden öyle gitmedi.”
“Ben ne yaptım?”
“Soru sormayı kes,” dedi, sesi çatallı çıkıyordu. Haddinden fazla alkolün kanında dolaştığını anladığımda onu daha da çılgına çevirmemek için sessizliği dudaklarıma saplayarak önüme döndüm.
Eve girdiğimizde ayağımdaki topuklu ayakkabıları ayaklarımdan söker gibi çıkararak koridora fırlattım. Kartal odasının kapısını açtı, çarparak kapatıp gözden kayboldu. Karanlık tenime ateş gibi düşmüştü. Koridorda durup kapısına şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Sanki biri çakmağın ucundan ağır ağır göğe yükselen ateşin ucuna sigarayı değil de beni tutmuştu.
“Sen regl falan mı oluyorsun acaba ya?” diye bağırdım kapısına avucumla sertçe geçirip. “Ne bu tavırların senin?”
Cevap vermedi.
Kapıya tekrar vurdum. “Ayyaş!” diye bağırdım. “Emir’in nasıl baktığından haberin var mı senin? Senin yüzünden bir kere! Benim yüzümden değil!”
Tıpkı bir çocuk gibi hissediyordum kendimi. Bir süre düşmüş omuzlar, buruşmuş bir suratla kapısının önünde dikilmeye devam ettim. Ne sesi çıkıyordu ne de soluğu.
Duş alıp üzerime bol bir kazak, kısa bir şort giydiğimde ıslak saçlarımla odamda oturuyordum. Çıplak ayaklarımı sallayarak ojeli parmaklarımı izlerken sessizdim. Kartal’ın odasının kapısının açılıp kapandığını duyunca olduğum yerden aniden kalktım. Kartal’ın sesini duyabiliyordum. Sanırım telefonla konuşuyordu. Odanın kapısına doğru ilerledim, tam kapımı açıp koridora çıkacaktım ki Kartal’ın odasının kapısı tekrar çarpıldı.
Sonunda sinirlerime hâkim olamayıp, kapıyı çarparak odadan çıkıp onun kapısına dayandım. Çatık kaşlarımın altında öfkeyle parlayan gözlerim ateş gibi yanıyordu, sanki ateşler kapıya sıçrayacak ve kapı yanmaya başlayacaktı.
Sıktığım yumruğu ağır bir darbeyle kapısına indirip, “Şu kapıyı açar mısın?” diye bağırdım. “Aç şu kapıyı!”
Bir kez daha kapıya yumruk atacaktım ki kapı açıldı.
Sırtına karanlığı alarak bana bakan altın kahve gözlere kafamı kaldırıp bakmak zorunda kaldım. Dişlerimi sıkarak yüzüne bakarken, “Bana böyle davranman hiç hoşuma gitmedi, Doktor,” dedim.
“Şu herif,” dediğinde durup ona bön bön baktım. “Sana dokunduğunda ne hissediyordun da öyle gülümsüyordun?”
“Ne?”
Beni bileğimden yakalayıp odasının içine çekti. Gözlerim bir süre karanlığa alışsın diye beklemek istesem de Kartal bunu beklemedi, aniden kollarını bedenime sardı ve bana sıkı sıkı sarıldı.
Durdum, nefesim kesilmiş, kalbim yerinden çıkacakmış gibi hızla çarpmaya başlamıştı. Bu neydi?
Neden böyleydi?
Kollarını bana tıpkı bir turnike gibi sarmasının aslında beni boğmadığını, bana nefes aldırdığını hissettim.
Kartal’ın kalbi göğsümün boş duran kemiğinin altında sanki bir kalp daha varmış gibi tenimin üzerinde çarpıyordu. Acaba benim kalbim de ona mı böyle hissettiriyordu? Gözlerimi karanlık bir noktaya diktim. Beni saran kollarının arasında sessizdim. Sanki ben onun dudaklarına sıkıştırılmış bir sigaraydım.
İki dudağının arasında eziyordu sanki beni.
“Gülümsedin mi?” diye sordu karanlık bir sesle.
Cevap veremedim.
“Gülümsedin mi?” diye sordu tekrar, artık sesi karanlık değildi, anlam veremediğim bir şekilde kırgındı.
Kollarının beni serbest bırakmasıyla birlikte ondan yavaşça uzaklaştım. Karanlık gölgesi odanın içinde kaybolan ruhumun üzerini örtüyordu. Bir süre sessizce birbirimizin karanlık gölgesini izledik. Sonunda benden uzaklaşmaya başladığında ben hâlâ olduğum yerde duruyordum.
Komodinin çekmecesinden bir şey aldığını fark ettim ama aldığı şeyin ne olduğunu göremedim. Aldığı şeyle yavaşça odanın diğer köşesine ilerledi, ayaklı lambayı yaktığında oda zayıf, kızıl bir ışıkla aydınlandı. Gözlerim ışığa alışmaya çalışırken, Kartal’ın parmaklarının arasında fotoğraf destesi tuttuğunu fark etmiştim. Kartal’ın altın kahve gözlerini yüzümde hissettiğimde gözlerim fotoğraf destesinden uzaklaşarak onun gözlerine tırmandı.
“Sen,” dedi fotoğraf destesini havaya kaldırırken. Gözlerim gözlerinden ayrılmıyordu, ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. Fotoğraf destesini havaya fırlattığı anda, fotoğraflar birbirinden ayrılarak tıpkı kar taneleri gibi üzerimize dökülmeye başladı.
“Bu kadar güzel mi gülümsüyordun?”
Gözlerim yağan fotoğraf karelerine dokunmadı. Hâlâ onun gözlerinin içine bakıyordum ama yere düşen fotoğraflardan bir tanesi dikkatimi çekmişti.
O fotoğraf, Özay’ın bana sarıldığı, benim gerçekten içten gülümsediğim fotoğraflardan yalnızca bir tanesiydi.
🎧: Belzifer & Emi Evans, Designed To End