Çaresizliği tanıyordum, çünkü geceleri başımı üzerine koyduğum yastığın adıydı bu.
Perinin gözlerinde gördüğüm çaresizlik, henüz bir insan kızıyken kız kardeşime baktığımda hissettiğim çaresizlikle hemen hemen aynıydı. Hemera bir yatağa mahkûm olduğunda ve hafızası içindekileri dışına kusmaktan vazgeçerek bir köşede kaybolduğunda, ben de tıpkı bu peri gibi çaresiz hissediyordum.
“Gitmeniz gerek,” dedi peri. “Gelemeyeceğimi anlamışsınızdır.”
“Neyi var?” Bakışlarım hızla perinin yüzüne kaydı. Kızın zayıf kalp atışları her yana dağılıyordu. Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi. Küçük yüzünün ortasında duran gözleri yorgun bakıyor, göz altları kararmış görünüyordu.
“Buradan gidin, lütfen,” dedi peri, ona daha dikkatli bakıp söylediklerini umursamadan, “Sen bir perisin, onun da peri olması gerekmez mi?” diye sordum ve perinin yüzündeki kanın çekildiğini gördüm. “O bir insan.”
“Hayır.” Peri yelkenleri birdenbire suya indirmişti. “Onun da benim gibi kanatları var.” Bir an şaşkınlığın koca bir sessizliğe dönüştüğüne şahit oldum. Kapıyı ardına kadar açtı. “İçeri gelin.”
Araf’ın arkamda duraksadığını hissettim, ardından elini yavaşça belime yerleştirdi ve koca bir elektrik akımı tenimden akıp giderken arkamızda yanan bina lambası hızla kapanıp güçsüzce geri açıldı. Perinin gözleri lambaya, ardından da ikimize kaydı ama yorum yapmadı. İçeri girmemizi bekliyordu.
Küçük kızın gözlerinde sorguyu gördüm. Bizim kim olduğumuzu merak ettiği apaçık ortadaydı, bunu bizden saklamıyordu.
Annesinin arkasına gizlenmiş bizi izlediği sırada artık evin salonundaydık. Salon, masallar diyarındaki perilerin yuvalarına benzemeyecek kadar kasvetliydi. Duvarlar soyulmuş, salonun kuzey cephesindeki duvar yosun bağlamıştı, evin ne kadar rutubetli olduğu gün gibi ortadaydı. Araf’ın da benim gibi evin rutubetli, yeşile dönmüş duvarına baktığını fark ettim.
“Kızım bir peri,” dediğinde bakışlarım hızla ona çevrildi. Araf, duvar kenarındaki süs bitkinin yapraklarıyla oynarken bizi dinlemiyor gibiydi. “Ama onu benden ayıran, babasının bir insan olması.”
Araf’ın bakışları hızla omzunun üzerinden periye yöneldi. Ben de duyduklarım karşısında kaşlarımı kaldırmıştım.
Babasının bir insan olması neyi değiştiriyordu? Bir an kafamın içinde koca bir düşünce obruğu oluştu. Hermes, Hemera ve ben normal değildik, bunu artık biliyordum. Peki ya bizi normallikten uzaklaştıran kan annemden mi yoksa babamdan mı geliyordu? Kafamda koca bir soru işaretiyle periyi izlemeye başladım.
“Bir insan kalbi, peri için yeterli değildir.” Perinin parmakları kızının sırtına dokundu, kızı korkuyla ona sokulup kollarının arasına saklanırken perinin mavi gözlerinin bana doğru geldiğini hissettim. “Kanatlarımız için bir doğaüstü kalbine ihtiyacımız var. İnsan kalbi, perilerin kanatlarını taşıyabilecek enerjiye sahip değil. Çünkü tüm gücümüz kanatlarımıza bağlı, kanatlarımız bizim pilimiz gibidir. İnsanların ise pili kalbidir. Kızımın kalbi ile kanatları arasındaki dengesizlik onun insan formunu etkiliyor.”
“Peki bunun çaresi yok mu?”
“Var, o yüzden çalışıyorum. Kanı üç ayda bir temizleniyor, temiz kan kalbinin ömrünü uzatıyor, kanatlarını da kullanmadığı için hayati tehlikesini bir anlığına da olsa durdurabiliyorum.” Parmakları kızının sarı saçlarına kaydı, saçlarını okşarken bana bakmaya devam ediyordu. “Gittiği yere kadar.”
“Başka bir çaresi yok mu?” diye fısıldadım, sesimde umut istediğime dair bir yakarış vardı. Perinin gözlerindeki çaresizliğin koyu bir karanlığa dönüştüğünü gördüm.
“Bir doğaüstü kalbi. Tek çare bu.”
Bir doğaüstü kalbi… Kafamda binlerce ihtimal, binlerce soru ve binlerce yol doğdu. Peri gözlerimde ihtimallerden birini görmüş gibi, “Birinin kalbini söküp ona takamam yoksa saldırgan doğaüstülerden birinin kalbini çoktan söküp almıştım,” dedi. “Ameliyatla alınmalı, karşı taraf sağlıklı olmalı. Hangi doğaüstü kendi kalbini bir başkasına verir? İntihar etmeyi düşünmüyorsa vermez.”
Haklılığı canımı yaktı. Gözlerimi kızına indirdim. Kızının da mavi gözleri bana çevrilmişti, annesinin kucağından bana doğru kaçamak bakışlar atıyordu.
“Merhaba,” dedim yüzümdeki sert ifade gölgelerin arasında kaybolurken. Yavaşça yere çöktüğümde Araf’ın beni izlediğini hissedebiliyordum. “Ben Hera, annenin bir arkadaşıyım. Tedirgin olmana gerek yok.”
Kız çocuğu bir anlığına tedirginliğinden arınmış gibi baktı bana ama daha sonra yeniden annesine sokularak periden bir onay bekler gibi yutkundu.
“Nixie,” dedi annesi. “İsmi Nixie.”
Gözlerimdeki şefkat kırılmadı, kız çocuğu annesini onaylar gibi başını salladığında ona yavaşça gülümsedim.
“Memnun oldum, Nixie. İsminin anlamını çok merak ettim. Benimle paylaşır mısın?”
“Su perisi,” dedi Nixie, gözlerindeki meydan okuma bir anda var olmuştu. Dudaklarımdaki kıvrım daha da genişledi, gülümsememi izlerken onun da dudaklarında hafif bir tebessüm cereyan etmişti.
“Ben de Mahru,” dedi peri, gözlerimi kaldırıp ona baktım. Ciddi bir ifadeyle bana baksa da gözlerinde büyük bir hüzün vardı. “Başka şartlarda tanışmak isterdim, Hera. Bu şartlar altında ne sana yardım edebilirim ne de seninle gelebilirim. Babası benim peşimde olan bir ruh yiyen tarafından öldürüldü. Benden başka kimsesi yok, benim de ondan başka kimsem yok. Kızımı gözden çıkaramam. O benim her şeyim.”
Ne olursa olsun Mahru’dan böyle bir şeyi istemezdim, kimse istemezdi; eminim Noyan da istemeyecekti. Gözlerinin içine uzun uzun baktıktan sonra yavaşça doğrulup, “Pekâlâ,” dedim. “Seni zorlayamam. Seni buna mecbur edemem. Üstelik haklısın. En başında bilseydim seni buna zorlamazdım.” Gözlerimi Araf’a çevirdiğim anda, o su yeşili gözlerde derin bir sorgulamayla karşılaştım. Ekipten biri daha elenmişti, sayıca azdık ve Noyan’ın bahsettiği güçlü orduyu kuramayacakmışız gibi hissediyordum. Gözlerinde gördüğüm buydu, o da benimle aynı şeyleri hissediyor olmalıydı.
“Gidelim,” dedim Araf’a başımla kapıyı işaret ederek. Araf bir an duraksasa da başka bir çare olmadığını fark ettiği için başını salladı. Gözlerini küçük kıza dokundurdu, hissettikleri kapalı bir kutunun içinde gibi dursa da kıza gülümsediğini gördüm.
“Seni tanımak güzeldi, Nixie,” diye mırıldandı ve kapıya yöneldi.
“Nixie’yi bu tehlikeden korumak için gelemeyeceğini biliyorum ama yine de Nixie için bir şeyler yapmaya çalışacağım,” dedim, Mahru duraksadı, yardımı reddedecek gibi baksa da bu yardıma ihtiyacı olduğu düpedüz ortadaydı. “Seninle yeniden iletişim kuracağım. Umarım o güne kadar iyi olursunuz.”
“Teşekkürler.”
Kapıya doğru yürüdüm, yüzümde istediğimi alamamanın sakinliği değil, gördüklerimin getirdiği bir durgunluk vardı. Ev rezalet hâldeydi, Nixie bu evde daha da hasta olabilirdi, üstelik Mahru da her an tehlikede olmalıydı. Binanın dışına çıktığımızda zihnime hapsolan başkasına ait sesleri duymazdan gelerek merdivenlere oturdum. Araf duraksayarak bana doğru baktı.
“Noyan’ı aramam gerek,” dedim bir çırpıda. “Nixie için başka bir çözüm yolu olmalı.”
“Yere oturuyorsun, yer buz gibidir, kalk,” dedi Araf elini uzatırken. “Kız için yardım yapabiliriz. Başka ne gelir elden bilmiyorum. Hiçbir doğaüstü kalbini veremez, bu tekini verebileceğin bir böbrek ya da ciğer değil, Hera. Tek çare para.”
“Ayevi bir şifacı değil mi?” diye sorduğumda Araf duraksayarak bana baktı. “Bu konuda senden, Mahru’dan, hatta Noyan’dan bile daha fazla bilgisi vardır.”
“Gittiğimizde onunla da konuşuruz.”
“Şimdi konuşmak istiyorum.”
“Telefondan ne gibi bir sonuç alabilirsin ki? Hem vaktimiz de yok, Taş Bebek,” dedi. “Birilerini bulmak zorundayız.”
“Mahru ve kızını bu evde mi bırakacağız? Üstelik bir doğaüstü öldürdük, ya Mahru’nun peşine yenileri düşerse?” Araf bu düşünce çok da saçma değilmiş, hatta olasılığı yüksek bir şeymiş gibi bana sıkıntıyla bakınca, “Ayevi’ni aramanı istiyorum,” dedim. “Telefon kullanıyor, değil mi?”
“Elbette kullanıyor, düne kadar insan hayatı yaşadığın için bizi ucube gibi görmeyi bırak istersen… Sosyal medya hesaplarım bile var.” Bozulmuş gibi homurdanarak cebinden bir telefon çıkardı. Rehberde bir süre dolaştıktan sonra telefonu kulağına götürüp basamakları indi ve gözleri binalarda dolaşırken beklemeye başladı.
“Merhaba, Ayevi,” dedi Araf boynunu esnetmeden hemen önce. “Evet, sanırım her şey yolunda. Yani öyle olmasını umuyorum. Tamam bir doğaüstü götü tekmelemek zorunda kaldım ama sorun değildi, benim için çerez gibi bir şeydi.” Başımı iki yana sallayarak gözlerimi devirdim. “Hera seninle Cennet Perisi hakkında konuşmak istiyor. Sana soracağı şeyler varmış. Evet evet, periyi bulduk.” Durdu. “Hayır, bizle gelmeyi reddetti. Onu görmeliydin, cennete ait değil bence, oldukça pasif agresifti çünkü.”
“Geveze herif. Şu telefonu ver,” diyerek oturduğum basamaktan kalkıp hızla ona doğru yürüdüm.
“Açıkçası Ayevi, bence siz doğaüstü kadınların ciddi bir agresiflik probleminiz var. Hera üzerime bir ateş topu gibi geliyor şu an. Görüşürüz Ayevi, see you later.” Telefonu elinden aldığımda bana kısık bakan yeşil gözlerini çevirdi, dikkatli bakışları beni eleğinden geçirirken telefonu kulağıma yasladım.
“Ayevi, insan kalbi taşıyan periler hakkında bilgin var mı?” diye sordum ve sonra konuya birdenbire daldığım için, “Pardon, nasıl olduğunu bile sormadım ama gerçekten acil durum,” dedim.
Ayevi’nin, “İnsan kalbi taşıyan periler mi?” diye sorduğunu duydum, ardından kısa süren bir sessizlik yaşandı. “Evet, genelde hasta oluyorlar.”
“Mahru’nun bir kızı var.”
“Gerçekten mi? Çok genç bir peri olması gerekiyordu, bir çocuğu olmasına şaşırdım. Peki kızı bir insandan mı?”
“Evet,” dediğimde tekrar sustu.
“Nakil gerekli ya da insan bedenine uygun bir tedavi. Tedavi sadece yaşamasını sağlar, yaşamını kolaylaştırmaz ya da sağlıklı olmasına yetmez.” Bunları zaten biliyor gibi bir mırıltı çıkardığımda, “Peri bu yüzden mi gelmeyi reddediyor?” dedi ikilemde kalmış gibi.
“Evet.”
Ayevi, “Cennet Perisi çok önemli,” diye fısıldadığında gözlerimi yolun ilerisinde parlayan sokak lambasına dikerek derin bir nefes aldım. Ayevi bir şeyler düşünüyormuş gibi sessizleşti, hattın öteki ucunda olduğunu biliyordum ama ikimiz de konuşmuyorduk. Sonunda, “Periyi buraya gelmeye ikna ederseniz, bir şeyler yapabilirim,” dedi. “Küçük periyi kurtarmak için bir çaremiz var gibi. Ama bunun teminatını şu an veremem. Kesin değil.”
“Onu getirmek için yalan söylemediğini nereden bileceğim?” diye sordum kuşkuyla. Ayevi hattın diğer ucunda keyifsizce güldü.
Araf sadece dudaklarını oynatarak, “Ayevi asla yalan söylemez,” dedi.
“Konu bir çocuk ve benim yalan söyleyecek kadar gaddar olduğumu düşünüyorsun. Ben bir şifacıyım, Hera. Hayatta tutmak, iyileştirmek, bunlar benim görevim değil, benliğimi var eden yapıtaşlarım.”
“Peri yalan söylediğimizi düşünürse?”
“Ona benim bir şifacı olduğumdan bahset. Teminat verme ama ihtimallerden söz et, o her şeyden önce bir anne. Seninle gelecektir.”
“Bu işe yarar umarım, Ayevi. Teşekkür ederim, döndüğümde görüşürüz.” Ayevi’nin cevap vermesine izin vermeden telefonu kapatarak Araf’a doğru fırlattım, Araf telefonu havada yakalayıp dehşet içinde bana bakarken çoktan basamakları geri tırmanmaya başlamıştım.
“Bu telefonun taksitlerini henüz ödeyebildim. Ya yere düşseydi?” diye soruyordu arkamdan gelirken. “Taksiti yeni bitmiş telefonum düşeceğine ben düşeyim parçalanayım yerlerde ya.”
“Cimri.”
“Savurgana tutumlu cimri gelirmiş,” diye homurdandı Araf.
Kapıya geldiğimizde, “Ayevi konusunda benden daha bilgilisin, Mahru’ya bir şeyler söyle. Gidip süs bitkisiyle oynama misafirliğe gelen sinir bozucu veletler gibi,” dedim kısık sesle.
“O süs bitkisi değildi ki. Bir tür koruma büyüsüydü, nasıl yapıldığını anlamaya çalışıyordum. Sen misafirliğe gelen insanların küçük çocuklarını köşeye sıkıştırıp cimcikleyen kişisin bence. Senden öyle bir his aldım.”
“Umarım çenen içerideyken de düşer. Eğer Nixie için bir çare varsa onu gerçekten bu delikten kurtarabiliriz.” Kapı zilini çalıp duruşumu dikleştirdim. Muhtemelen Mahru bizi bir defa daha gördüğünde öfkelenecekti, laftan anlamadığımızı düşünecekti. Haklı olmadığını söyleyemezdim, kesinlikle haklıydı ama Nixie’nin bir şansı olduğunu duyduğunda bizi dinleyeceğinden emindim. Kapı açıldığında Mahru yüzünde bir sorguyla kapının diğer ucundan bize bakakaldı. “Sen tekrar cinlenmeden söyleyeyim, Nixie hakkında konuşmak için geri döndüm, seni götürmeye çalışmak için değil.”
“Kızımı bu işe bulaştırmayın,” dedi, birdenbire öfkeyle dolmuştu, gözlerinin derinlerine baktığımda orada hiç de cennete ait gibi durmayan alevleri gördüm.
“Kızını bu işe bulaştırdığımız yok, Cennet Perisi,” dedi Araf ciddiyetle. “Konuşmamız gerekiyor. Hem Nixie’nin hem de tüm şehrin iyiliği için.”
“Hâlâ şehrin iyiliği diyorsunuz, benim kızımdan başka hiçbir şey umurumda değil. Anladığınızı sanmıştım. İyi insanlar olduğunuzu ve anladığınız için çekip gitmeye karar verdiğinizi düşünmüştüm. Neden güvendiğim herkes beni buna pişman etmek zorunda ki?”
Araf tam öfkeyle dudaklarını aralıyordu ki elimi kaldırıp onu susturdum ve kapıya doğru bir adım atıp Mahru’nun burnunun dibine kadar girdim. “Beni dinle, peri,” dedim üstüne basa basa. “Geri döndüysem, kızın için bir ihtimal olduğunu öğrendiğim için döndüm. Şimdi beni dinleyecek misin yoksa aptal güvensizlik deneyimlerinle kafamı ütülemeye devam mı edeceksin?”
Gözlerinden taşan şaşkınlık hızla tüm suretine yayıldı. Bir umut gördüğünde, o umut başının üstünde paramparça olacak bile olsa, o umuda doğru koşardın. O an, Mahru’nun da umut başının üstünde un ufak bile edilecek olsa, o umuda doğru koşabileceğini gördüm.
“Neyden söz ediyorsun?” diye sorarken gözlerindeki parıltı kaybolmadı, kapıyı ardına kadar açıp, “İçeri girin,” dedi.
Salonun sol köşesindeki masanın önüne geldiğimizde Nixie salon duvarının kenarında durmuş, görünmediğini düşünerek bizi izliyordu. Mahru masanın başındaki sandalyeyi çekip oturdu, ardından eliyle diğer iki sandalyeyi işaret etti. Sandalyeler yan yanaydı, Araf’ın kolunun koluma temas ettiğini hissediyordum ve üstümüzdeki kıyafetlerin kalın kumaşlarına rağmen bedeninden geçen elektriği tenimde hissediyordum. Muhtemelen o da aynı hisleri deneyimliyordu.
“Bana anlat, o ihtimal nedir?”
“Bir şifacımız var,” dediğimde başını salladı. “Ayevi. Onu tanıyor musun?”
“Şifacılarla ilgili birçok şeyi biliyorum. Onları tanıyorum ama sadece ismen.” Ellerini masanın üzerine koydu. “Bana bir şifacının kızımı iyileştirebileceğini söyleyeceksen buna gerek yok. Şifacılar onu iyileştiremez.”
“Onu iyileştireceğini söylemedi, bir ihtimalin olduğunu söyledi,” dedi Araf. “Ayevi asla insanlara umut tacirliği yapmaz. Bir ihtimal var diyorsa, bu ihtimal onunla ilgili değildir, onun yapabilecekleriyle de ilgili değildir. Sadece ve sadece kızınla ilgilidir.”
“Kızımı savaşın ortasına mı götüreceğim?”
Mahru’ya yaklaşmak için masanın üzerine doğru eğildim ve Nixie’nin duyamayacağı kadar alçak bir sesle, “Kızını burada ölüme mi terk edeceksin?” diye sordum, sesimde tüm gerçekliğim uğulduyordu. Mahru, teninden ölümcül bir ürperti geçmiş gibi titreyerek bana baktı ve gözlerimdeki gerçekliği gördü. Aslında o da biliyordu, böyle bir evde, bu şartlar altında hasta bir çocuğu iyileştirmesinin imkânsız olduğunun farkındaydı. Nixie yarı insandı ve bedeninin daha iyi muhafaza edilmesi gerekiyordu. Burada onu bekleyen sadece kalp rahatsızlığı olmazdı, daha büyük hastalıklara da yakalanabilirdi.
“Sadece bir ihtimal mi?” diye sordu sessizce.
“Burada bir ihtimal bile yok, Mahru. Ben sana bir ihtimal vadediyorum.”
“O ihtimali duymadan nasıl gelirim?”
“Hiçbir ihtimal yokken burada nasıl kalırsın?” diye sorusuna soruyla sert bir karşılık verdim.
Mahru dirseklerini masaya koyup, başını avuçlarının arasına alarak bir süre gözlerini yumdu. Kendisine zaman tanıdığını fark ettiğim anda bakışlarım Araf’a çevrildi. Su yeşili gözler bendeydi, doğrudan, rahatsız edici bir dikkatle beni izliyordu. Bakışlarının yoğunluğu damarlarımın sıkışmasına neden olunca gözlerimi hızla Mahru’ya doğru çevirdim.
“Orada ne yaparım? Danstan kazandığım da direkt doktora gidiyor,” dedi düşünceli bir sesle. “Sizin için kolay olabilir ama benim için pek kolay olmaz.”
“Seni buradan bir beklentiyle götürmüyoruz. Orduya dâhil olman için götürmek istiyoruz. Bir doğaüstü grubu kuracağız, sen aramızda olursan daha güçlü oluruz,” dedi Araf. “Bu süreçte barınmanız, beslenmeniz, hayatınızı idame ettirmeniz tamamı bizim sorumluluğumuzda.” Mahru bunu reddedecek gibi baktığında, “Dur da dinle,” diye homurdandı Araf sertçe. “Sadece sana çifte standart sunuyor değiliz, yanımıza çağırdığımız herkes için geçerli bu.”
Bir süre düşündükten sonra, “Peki ne zaman gideceğiz?” diye sordu Mahru.
“Hemen,” dedik Araf ile aynı anda. Ve yine aynı anda devam ettik: “Şimdi.”
🦂
Güneş tepelerin ardından kömür gibi yükselip, simsiyah bir halenin ortasında parlamaya başladığında artık Kızıl Yaka’nın merkezindeydik. Nixie iki saate yakındır annesinin kucağında derin bir uykudaydı. Mahru’nun yüzündeki tedirginlik soğuk bir maskenin arkasına gizlenmiş olsa da doğaüstü kalbinin endişeyle vuran sesini duyabiliyordum. Sadece birkaç parça eşya almıştı yanına. O evi öylece bırakıp çıkıp giderken Nixie’den başka kimsesi olmadığını anlamıştım. Birkaç parça kıyafeti ve biricik kızından başka kimsesi yoktu.
Noyan’ın dev kanatlarının oluşturduğu gölge aracın üstünde süzüldüğünde ve aracı içine aldığında, alışılagelmişin dışındaki bu görüntü bu defa beni şaşırtmadı. Gözlerimi ön camdan ileriye diktim ve Noyan’ın üzerimizde çırptığı dev kanatların gölgesini izledim.
“Bu da ne?” diye sordu Mahru sessizce, bir eliyle kızının yüzünü gizlerken kaşları sertçe çatılmıştı. Gölgenin neye ait olduğunu merak ediyor gibi huzursuzca kıpırdandı.
“Bu Noyan,” dedi Araf sakince. “Grubun kurucusu.” Aracı biraz daha hızlandırdığında Noyan’ın gölgesi de bizle beraber hızlandı. “Güvenli bir şekilde seni taşımamıza yardım ediyor.”
Mahru bu cevaptan tatmin olmuş gibi elini kızının uyuyan yüzünden uzaklaştırarak gölgeyi izlemeye başladı. Gölge gökyüzünde süzüldü, ardından birden bizden yaklaşık yüz metre ileride yeryüzüne indi. Noyan kanatlarını katlayıp sırtına gizlerken Araf frene bastı ve aracın tekerlekleri hızla döndü; cip gürültüsüz bir şekilde durduğunda Nixie sarsıntıya rağmen uykusuna devam ediyordu.
“Bu herif çıldırdı mı?” diye sordu Mahru öne doğru eğilip kızını daha sıkı sararken. “Gökyüzünde süzüldü, sonra da yere inip öylece kanatlarını kapadı. Ya bir insan onu görseydi? Faciaya sebep olmak istiyor herhâlde.”
“Bu civarda pek insana rastlamazsın,” dedi Araf rahat bir tavırla. “Tabii ki altımda bu kadar iyi, canavardan hallice bir bebek olmasaydı kesinlikle ona çarpardım o da koca vücuduyla sekiz yüz metre sürüklenirdi.”
“Sonra da kanatlarındaki kozalakları birer birer götüne sokardı,” dedim ve sonra hızla dudaklarımı birbirine bastırıp Nixie’ye baktım, hâlâ uyuduğu için şanslıydım çünkü bu yaşta küfürlerle tanışmasına gerek yoktu.
Araf’ın bana diktiği bakışlarına aldırış etmeden kemerimi çözdüm. Az ileride, muhtemelen bizden hemen hemen iki yüz metre ileride Noyan’a ait olduğunu düşündüğüm zırhlı bir araç vardı. Noyan, Cennet Perisi’ni ve kızını korumak için hazırlıklı gelmişti.
“Mahru, burada yollarımız gittiğimiz yöne varana dek ayrılıyor,” dedim.
“Neden?”
“Zırhlı bir araca geçeceksiniz,” dediğimde Mahru kaşlarını kaldırdı. “Kızın ve senin kendini güvende hissetmen için.”
“Ayrıca bu araç saf zırhtan da değil, ciddi metallerden. Yani doğaüstü saldırılarında her zaman bir sıfır önde olursun,” diye ekledi Araf. “Noyan sizi Ayevi’ne götürecektir. Biz de hemen arkanızdan orada olacağız.”
“O herifi tanımıyorum bile.” Mahru bir süre tedirginlikle kapıya baksa da Noyan aracın önüne gelince derin bir nefes alarak kapıyı açtı ve Nixie’yi kucaklayarak araçtan indi. Noyan, Nixie’yi Mahru’nun kucağından almak için hamlede bulunduğunda, Mahru ona yırtıcı bir anne gibi baktı ve Noyan bir adım gerilerek ellerini havaya kaldırdı.
“Bir karmagetirenim,” dedi Noyan panikle. “Aynı zamanda da dedektifim. Kötü biri değilim, sicilim de cennetten bile temizdir.”
“Çocuğumu kendim taşıyabilirim, karmagetiren,” dedi Mahru ifadesizce.
“Pekâlâ, o hâlde lütfen beni takip et.” Noyan’ın gözleri kısaca bana ve hemen arkamdaki Araf’a dokundu. “Orada görüşürüz.”
Araf ile sessizce bizden uzaklaştıkları ânı izledik. Yeniden araca bindiğimizde Mahru ve Nixie’nin yokluğu belirgin bir şekilde hissediliyordu. Araf emniyet kemerini bağlarken göz ucuyla bana bakıp, “Ayevi’nin taş evine gitmeden önce uğramak istediğin bir yer var mı?” diye sordu.
Emniyet kemerinin tokasını tırnağımla çizerken başımı iki yana salladım. “Hayır, gidelim.”
“Birdenbire sessizleştin.” Aracı çalıştırmadan hemen önce kurduğu bu cümle, kaşlarımın ortasındaki çukuru derinleştirdi. Nixie’nin varlığı bende sorgulamam gereken bir şeyi uyandırmış gibi hissediyordum. İçimde yavaşça dolaşan, geçtiği her yere ayak izini bırakan şüphenin gölgeleri yüzüme dağıldı.
“Doğaüstü olabilmem için bu geni annemden ya da babamdan, yani mutlak suretle atalarımdan almam gerek, değil mi?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Eh, tabii ki öyle.”
“O hâlde beni doğaüstü yapan taraf annem mi yoksa babam mı?” Kaşlarım çatıldı. “Hemera ve Hermes ile güçlerimiz birbirlerine benzemiyor. Bu demek oluyor ki ailede birden fazla ırk var. Ama babamın yüzde yüz bir insan erkeği olduğuna eminim.” Düşünceler beni boğmaya başladığında başımı cama yaslayıp dışarıya baktım. “Annem de bir insan gibi göçüp gitti.”
“Babaannen olabilir, büyükbaban olabilir, belki annenin tüm ailesinde bu tür ırklar vardı. Belki bilmese de babanın ailesinde de bu tür ırklar vardı. Yine de sen bir safkan kadar güçlüsün. Yarı insan melezi olduğuna inanasım gelmiyor.” Bu kadar uzun açıklama yapmasına şaşırarak ona doğru baktım. “Diyeceğim o ki, bence iki ebeveynin de sizden sakladığı bir şeyler var. En kötü ihtimal baban ya da annen Gümüş Kordon ile doğmuştur, Gümüş Kordon ile doğan doğaüstüler tüm hayatlarını fani gibi geçirirler ve biri onların Gümüş Kordonu’nu kesene dek asla bir doğaüstü olduklarını bilmezler. Hatta bir insanoğlu gibi hastalanır, yaşlanır ve erkenden ölürler. Tabii senin bir safkan olduğun doğruysa, muhtemelen ya ikisinde de Gümüş Kordon vardı ya da kordonsuz olan sizden kim olduğunu profesyonellik içerisinde sakladı.”
“Peki ya ben bir safkan değilsem?” diye sordum. “Ya bir insan meleziysem?”
“Hepimizde yüzde birlik bile olsa insan geni var, Hera. Ama anne ya da babanın tamamen insan olması demek, bu genin baskınlığını yüzde elliye, belki de yetmiş beşe çıkarır. Bu seni Nixie’yi hasta ettiği gibi hasta etmez belki ama bazı şeylerden bir insan kadar etkilenirsin.”
“Yavşak yavşak konuşmadığın zamanlarda oldukça mantıklı birisin ve insan seninle sohbet etmekten hoşlanıyor.”
Omzunun üstünden bana tutunan bakışları beni baştan aşağı süzdü. “Onore oldum, Taş Bebek.”
Araf başka bir şey söylemedi çünkü zihnimin bu konuyla ne kadar meşgul olduğunu anlamış gibiydi. Yol boyunca kafamda sayısız düşünce doğdu, sayısız düşünce öldü ve sayısız bana ait olmayan ses dolaştı. Cip taş evin olduğu araziye ulaştığında usulca yavaşladı, Ayevi’nin büyük malikanesinin hemen önünde Noyan’a ait zırhlı araç duruyordu. Verandadaki hareketliliği fark ettiğimde emniyet kemerimi çözüyordum. Noyan’ı gördüm, Mahru hemen önünde duruyordu ve kucağında Nixie vardı. Ayevi görünürlerde yoktu ama Hermes’in, yani abimin taş evin kapısında durmuş Noyan ile Mahru’yu izliyor olması beni şoka sokmuştu. Neden buradaydı? Araf benim aksime Hermes’in varlığını normal karşılamış gibi derin bir soluk vererek araçtan indi ve araca kum kokusu ile birlikte Ayevi’ne ait olan ortancaların kokusu doldu; kum kokusu bana çölleri anımsatıyordu, ortanca ise annemin biz henüz bir çocukken balkonda suladığı ve sevdiği çiçeklerdendi.
İçimde durduramadığım bir özlem, o özlemin altını eşeleyen bir kuşkuyla araçtan indim.
Verandanın taş basamaklarını çıktığım sırada, “Hermes?” dedim sorar gibi, abimin gözleri doğrudan bana saplıydı, çatık kaşlarının altındaki kara gözleri sorguyla yüklüydü.
“Bir şeyler gördüm,” dedi, burnundan soluyordu, ne gördüğünü merak ettiğimi belli eder gibi başımı omzuma yatırdığımda, “Çok çirkin bir şey sana saldırıyordu, daha çirkin bir şey de yanındaydı ve seninle savaşıyordu,” diye devam ettirdi cümlesini.
“O daha çirkin şey bendim, dostum,” dedi Araf alınmış gibi abime bakarak. “Ayrıca ömrümün üç senesini postumun peşindeki avcılardan kaçarak geçirdim,” parmağıyla bileğindeki deriyi işaret etti, “bu post için milyonlar harcıyor kadınlar.”
Araf’ı tiye alarak, “Senin gibi birini nasıl hâlâ kendini satmadı hiç anlamıyorum,” diye mırıldandım.
“İnan bunu ben de çok düşündüm, hâlâ ara sıra acaba postsuz da devam edebilir miyim hayatıma diye düşünüyorum. İyi para var bu işte.”
“Zevzek,” dedim gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırarak.
Hermes şaşkınlığını atabilmiş gibi değildi, hâlâ gördüğü sanrıların birer halüsinasyon olduğunu düşünmek istiyor gibiydi. Abimin zihnindeki düşünceleri duyamıyordum, diğer insanların aksine onun zihni koca bir sessizlik içindeydi ama dehşet yüzüne yağlı boyayla işlenmiş gibi net ve parlaktı.
“Geleceği mi görüyorsun?” diye sordu Mahru, kucağında kızıyla abime doğru dönerken. Abim bu sorudan çok etkilenmiş gibi sarsılarak Mahru’ya doğru baktı. “Verandaya çıktığım anda beni gördüğünü söylemen bundan mıydı? Basit bir kur yapma taktiği sanmıştım.”
“Seni gördüm,” dedi abim kaşlarını çatarak. Tekrar bana doğru döndü. “Sen iyi misin?”
“Evet, tek parçayım.”
Noyan, “Gençler, sizi bölmek istemem ama Ayevi nerede?” diye sordu sonunda elini kaldırarak. “Çünkü bu insanlara güvenmeyen Cennet Perisi’ni burada kalmaya ikna edebilecek tek kişi Ayevi.”
“Sen herkese güvenecek kadar enayiysen ben ne yapayım?” diye sordu Mahru, sözleri bıçak gibi sivri, sesi soğuk ve gözleri düşmanca bakıyordu.
“Ayevi az önce o boynuzları olan şeyi pataklıyordu,” dedi abim yüzünde kireç gibi bir ifadeyle. “Başta oldukça yakışıklı bir genç adamdı, sonra onun tüm suratının kırmızıya döndüğünü gördüm. Tıpkı komşumuz Charlotte’un yaptığı domates salçaları gibi kızardı, Hera. Ve kafasının üzerinde eşini üç farklı erkekle aynı yatakta basmış bir adamınki gibi uzayan boynuzlar gördüm.”
“Cehennem Prensi’ni diyor ya,” dedi Araf, Mahru’ya açıklayıcı bir bakış atarak.
Mahru, Hermes’in anormal tepkilerine aldırış etmeden, “Cehennem Lordu da mı burada?” diye sordu kaşlarını kaldırarak. “Eliniz bu kadar sıkıysa,” gözleri abime çevrildi, “bu yeni uyanışa geçmiş Haberci’den bahsetmiyorum, genel olarak sizden bahsediyorum,” tekrar Araf’a baktı, “o zaman burada bana pek de ihtiyaç yok. Lord oldukça güçlü biri olmalı.”
“Lütfen içeri geçelim, Nixie üşüyecek,” dedim Mahru’ya kapıyı işaret ederek. Mahru başta ikilemde kalsa da kızının bir insan bağışıklığı taşıdığını bildiğinden sessizce söylediğim şeyi kabul etti.
Ayevi’nin büyük salonunda her şey antikaydı, ilk geldiğimde gördüğüm birçok şeyin yeri şimdi değişmişti. Tavandan aşağı sarkan sarmaşıklar şeklindeki avizedeki her bir sarmaşıkta bir mum yanıyordu. Mum ışığı içerideki karanlığı tamamen bastırmıyordu ama göz gözü seçebilir hâldeydi. Sağ köşede şömine vardı, şöminede yanan taze ateşin içindeki çıraların çatırtıları taş evin duvarlarında yankılanıyordu. Mahru, Noyan’ın yönlendirmesi doğrultusunda Nixie’yi şöminenin önündeki Nixie’nin küçük bedeni için oldukça konforlu olan tekli, sallanan sandalyeye yatırdı. Sandalyenin üzerinde posta benzer, beyaz keçeden bir örtü vardı ve Nixie örtünün içine gömülmüştü.
Noyan, köşedeki işlemeli battaniyeyi alarak Nixie’nin üzerini örttükten sonra Mahru’ya, “Ayevi, Asil’in götünü güzelce tekmeledikten hemen sonra gelecektir,” dedi.
Bu cümlenin tamamlanmasıyla, birinin basamaklardan hızla indiğini duydum. Bu açıdan taş merdivenler görünmüyordu ama çok geçmeden Asil’in sesi de duyuldu ve basamakları kimin koşarak indiğini anladım.
“Ne olursun, Ayevi,” diye sızlanıyordu koşarken. “İki boynuzum önüme düşsün ki bir daha asla Noyan ve seninle ilgili erotik hikâyeler yazmayacağım.”
Noyan’ın yüzündeki kan çekildi. Araf dudaklarından aniden fırlayan kahkahayı tutamamıştı, Mahru ise ne olduğunu anlayamadığı için tıpkı Hermes gibi garip garip sesin geldiği yöne bakıyordu. Kadrajımıza ilk Asil girdi, bir şeytan formunda değildi, bir insan erkeğinin bedeni içindeydi ve gözlerinde katıksız bir korku parlıyordu. Ayevi de hemen arkasından koşarak görüş alanımıza girdiğinde aniden salona yıldırım gibi düşen sessizlik, Ayevi’nin duraksayarak bize bakakalmasına neden oldu. Asil suçlu bir erkek çocuğu gibi sırıtıyor, Ayevi ise donmuş bir hâlde sadece bize bakıyordu.
“Yine seks hikâyesi yazarken mi yakalandın?” diye sordu Araf, ardından ekledi: “Bu kez konulu yazdın herhâlde…”
“Tek boynuzum kopuyordu az daha.”
“Dua et bir dahakine başka bir yerin kopmasın,” dedi Ayevi sakince. Asil’in yanından geçerken dirseğiyle Asil’in boşluğuna sertçe geçirince, Asil inleyerek boşluğunu tuttu. Mahru’ya doğru ilerlemeye başladı. Gök mavisi eteğinin ucu yerde sürünüyor, Ayevi’nin mor gözlerinin içindeki ışık girdapları büyüyordu. Hermes tetikteydi, bir adım geri çekilirken gözlerini Ayevi’den bir an olsun ayırmadı.
“Merhaba, Mahru. Mahru’ydu, değil mi?”
“Evet.”
“Ben Şifagetiren Ayevi, bana Ay Dokunuşu da derler.” Elbisesinin eteğini toparlayarak kısa bir reveransın ardından, “Bir Cennet Perisi’ni tanımak benim için onurdur. Geldiğin için teşekkür ederim. Küçük kızın bir insan kalbiyle yaşıyor, değil mi?”
Mahru ona yapılan reveransa aldırış etmeden, “Evet,” dedi. “Bunun için yapabileceğin bir şey var mı?”
“Buraya kadar geldiğine göre, bir yolu olduğunun sen de farkındasın.” Ayevi eteklerini yerde sürükleyerek ateşe doğru döndü, turuncu alevlerin ışığı çehresini aydınlatırken bir süre sustu. Mor gözlerinin içinde köz gibi parlayan ışık bu defa gözlerinin derinliklerindeki ışık girdaplarından değil, ateşten geliyordu. Düşünceliydi, kafasında dolanan fikir muhtemelen zehirliydi ve bunun bilincindeydi. Vereceği ihtimalin kabul edilir olup olmadığını merak ediyordum.
Araf’ın bedeninden bedenime akan sıcaklığı hissettiğimde omzumun üzerinden leopara doğru baktım, bana değil, Ayevi’ne bakıyordu ve bedenlerimiz arasında uğuldayan ateş girdaplarının farkında değil gibi görünüyordu. İkimiz arasındaki bu garip statik enerjinin neden açığa çıktığını anlayamıyordum, olayın ortasında bile birdenbire ondan bana doğru esen sert, şiddetli ve oldukça sıcak olan rüzgârı hissediyordum; o rüzgâr bir girdap gibi bedenlerimiz arasında genişliyor, düşünceleri de içine çekerek koca bir karmaşa yaratıyordu.
Sonunda Ayevi, “Tulpar’dan bahsetmiştim, hatırlıyor musunuz?” diye sorduğunda, Noyan olumlu bir mırıltı çıkardı. Zeyna’nın bulmakla görevlendirdiği doğaüstü olan Tulpar’ın esas adı neydi bilmiyordum, tek bildiğim türünden dolayı ona Tulpar denmesiydi. “Tulparların türlerinin doğasında yenilenmek ve yeniden doğum vardır,” diye fısıldayan Ayevi, ortama düşen kaosun birdenbire parçalara ayrılmasına neden oldu. Dağılan parçalar keskin birer düşünce olarak hepimize saplandı.
Konuşmaya devam etti.
“Tulparların uzuvları da organları da kendisini yeniler.” Bu ortamdaki sessizliğin yükselmesine neden oldu; ateşin çatırtıları beslendiği sessizlik sayesinde artık daha da güçlüydü. “Her iki saatte bir, organı kendini yenilemeyi tamamlar. Onun tek böbreğini alırsanız, iki saat sonra baktığınızda o böbreği tekrar yerinde görürsünüz. Onun gözünü çıkarırsanız, iki saat içinde gözü yeniden kendini var eder. Tıpkı kertenkelenin kuyruğu gibi, Tulpar da sonsuz döngüde belli bir zamana dayalı şekilde kendini yeniden yaratır.”
“Zeyna Tulpar’ın kimliğini öğrendi mi?” diye sordu Noyan, Ayevi başını olumlu manada salladı. “O hâlde Tulpar, Cennet Perisi’nin kızına yardım edebilir. Bu, bu demek değil mi, Ayevi?”
“Bir saniye,” dedi birden Araf elini kaldırıp, kaşlarını ret dolu bir sertlikle çatarak. “Siz ne söylediğinizin farkında mısınız? İki saatte bir yenilenen organ diyorsunuz. Tulpar kim bilmiyorum, açıkçası gerçek isminin de sikimde olduğu söylenemez ama bu cinayet. Onun kalbini aldığınızda iki saat boyunca nasıl hayatta kalacak? Bunu düşündün mü, Ayevi? Yeni bir kalbi çıkana kadar ölü kalan vücudu, iki saat sonunda yeniden hayata dönecek mi sanıyorsun? Sen bir hekim olabilirsin ama şu an bir hekim gibi değil, bir deli gibi konuşuyorsun.”
Araf’ın haklılığı alevlerin arasında çatırdayan çıraların bile sessizliğe gömülmesine neden oldu. Bakışlarım önce Araf’ın ateşin ışıltılarıyla parlayan su yeşili gözlerine, ardından da sallanan sandalyede uyuyan Nixie’nin her şeyden bihaber uyku hâlindeki masum yüzüne tutundu.
“Bunun için ondan gerekli izinleri alırız,” dedi Ayevi donuk bir suratla.
“Adamdan intiharı için izin mi isteyeceksiniz?” Araf’ın haklılığı damağımda bir yarık varmış da o yarık sızlıyormuş gibi hissettirdi. “Evet, küçük perinin kurtulmasını ben de istiyorum ama bunu yapmak için birinin intiharının altına imza atamam. Çıldırdınız mı? İki saat, Ayevi. Diyelim ki herif delinin teki ve bunu kabul etti, iki saat sonunda çürümeye başlayan cesedini ne yapmayı düşünüyorsun? Bu bizi doğrudan insanlara da bizim gibilere de zararı olmayan bir doğaüstüyü öldüreceğimiz için ‘katil’ yapar. Bu cinayet.”
“Araf haklı,” dediğimde herkes sessizdi, Araf’ın cümlelerini sindirmek için gözlerini yuman Ayevi de öyle. “İki saat kalbi olmadan hayatta tutabilecek misiniz?”
“Buz dolu bir küvette beden asla çürümez.” Bu ses, ikizime aitti. Şaşkınlıkla sesin geldiği yöne doğru baktığımda, Hemera’yı gördüm, üstünde siyah bir kot pantolon, siyah kazakla tamamen karanlığa ait gibi görünüyordu. O da mı buradaydı? Ramon Velencoso onu güvende tutacağını söylemişti, o zaman Velencosolar da buralarda olmalıydı. “Adamı dikersiniz ve buzla dolu bir küvette bekletirsiniz. Kalbi kendini yeniler. Bedeni de çürümez. İşte bu kadar. Ah, evet, ben de seni özledim sarı kukulum.”
“Bu nereden bakarsan bak, tehlikeli,” dedi Noyan. “Evet, bedenini buzun içinde bekletiriz, peki ya hipotermi?”
“Bir yandan da kalp atışlarını ölçersiniz. Suyun içindeyken. Kalbi yeniden var olduğu anda kalp atışları devreye girer. Sonra da onu küvetten çıkarırız ve memelerimin arasında ısıtırım,” dedi Hemera iki eliyle göğüslerini sıkıştırarak. Kimse gülmeyince, “Ya da sadece ısıtıcı battaniyeye sararız,” dedi göğüslerini serbest bırakıp sırıtırken.
“Kabul edilebilir,” diye fısıldadı Mahru, “yani bu, eğer mümkünse ve Tulpar da bunu kabul ederse…” Gözlerindeki çaresizlik daha da büyümüş gibiydi, eğer çaresizliğin bu denli büyük bir yer kaplayacağını bilseydim onu buraya getirmezdim. Nixie için bir şans olduğuna o kadar inanıyordu ki artık, eğer o şans elinden alınırsa geriye Mahru’nun toza dönmüş parçaları kalacaktı.
Tek çare Tulpar’ı getirmek, onun bunu kabul etmesini sağlamak, ardından da bu olduktan sonra onu hayatta tutmaktı.
“Farah bir doğaüstünün kalbini profesyonellikle çıkarabilir ve durumu kontrol altında tutabilir,” dedi Noyan, Araf karşı çıkan gözlerle Noyan’a baksa da Noyan ondan yana bakmıyordu bile. Çünkü Araf’ın inatla aksini savunacağını Noyan da biliyordu. “Nixie’ye gelince, o yarı insan yarı peri, yani Farah’ın gerçekleştireceği operasyonu kaldırabilir. Kalp ona doğrudan uyum sağlayacaktır çünkü bir doğaüstünün kalbi herkesle uyum yakalar.”
“Henüz Tulpar’la ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Kimlik bilgilerini, nasıl biri olduğunu.” Araf öfkeyle konuşuyordu. “Adam daha bunu kabul bile etmemişken, nasıl olur da bu kadına umut tacirliği yapmaya devam edersiniz?” Mahru’ya doğru döndü. “Adamın bunu kabul etmeme imkânı var, Cennet Perisi. Bunun intihar olacağının o da farkında olacaktır. Hemen umutlanma. Umutlanmanın ne demek olduğunu bilirim. Umudunu elinden alırlarsa tutunamazsın.”
“Umut etmekten başka çarem yoksa?”
Araf sustu, Mahru usulca gülümsedi.
“Gerekirse Tulpar’a tüm kalbimle yalvaracağım, Kar Leoparı.”
🦂
ZEYNA WALKER & TULPAR
Stresini durdurmanın tek yolu, önündeki tekila bardağının üzerindeki tuz birikintisini yalamak, ardından da tekilayı tek dikişte yutmaktı. Çekik, koyu gözleri kalabalığın içinde dolaşırken tek düşündüğü Tulpar’ı nasıl götüreceği olmuştu. Tulpar’ın ismi Aytuğ olmalıydı, tabii kendi ismini kullanıyorsa. Zeyna kaşlarını sıkıntıyla çattığında, birazdan sahneye çıkacak olan grubun solistinin aradığı kan olduğunu bilse de kendini hiç rahat hissetmiyordu.
Bir adam ona içki ısmarlamak istemişti, normal şartlarda o adamla flörtleşir, kafasını dağıtmak için o adamın dudaklarını vakum gibi emebilirdi ama yapmadı. Ayevi’nin meydan okumasını severek kabul etmişti, kendini Noyan’a borçlu hissediyordu ve küçük perinin kurtarılması için de ata ihtiyacı vardı. Evet, Zeyna ona Tulpar değil, ‘at’ diyordu. Çünkü o, kısmen bir attı.
“Ne zaman sahneye çıkıp kişneyecek bu?” diye sordu kendi kendine, ince bileğindeki zarif gümüş saate baktıktan sonra bakışlarını yan masadaki çifte çevirdi. Yanında kız arkadaşı olmasına rağmen ona hayvani bir içgüdü ve cinsel açlıkla bakan genç adama kaşlarını çatarak sert bir karşılık verdiğinde, adam gözlerini hızla önündeki içkiye indirdi. “Ezik,” dedi ağzının içinde harfleri yuvarlayarak. “Hadi ama at, seni mi bekleyeceğim tüm gece?”
Müziğin sesi, Aytuğ’un görüntüsünden önce geldi. Bas gitar, davul ve zillerin sesini işitti; gözlerini kaldırıp sahneyi saran dumanlara kaşlarını kaldırarak baktı. Şov konusunda sınıfta kalmışlardı, en son dumanlı şovu lisede müsamerelerinden birinde görmüştü. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıp, kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi.
Duman dağıldığında, Tulpar oradaydı.
Pekâlâ, fotoğraflarda göründüğünden daha uzundu. Pekâlâ, mavi gözleri fotoğraflarda göründüğünden daha parlaktı. Pekâlâ, dövmeleri de bedenindeki ikinci bir deriden farksız ve ilgi çekiciydi. Zeyna’nın dolgun dudakları usulca aralandığında, tüm bu düşüncelerin nereden çıkıp geldiğini sorgulayacak vakti yoktu. Onu canlı ilk görüşüydü; fotoğrafta olduğundan daha seksi, daha uzun, daha vahşi olmasını beklemiyordu. Üstünde bir tişörtü bile yoktu, hayvani bakışları kalabalığın içinde ruhsuzca dolaşıyor, dudakları mikrofonla bir bütün olmuş gibi mikrofona yakın duruyordu. Sesi, Zeyna’nın şu ana dek duyduğu en mucizevi sesti.
Zeyna şarkılarda ruh aramazdı, onun için müzik sadece kılıcıyla oyun oynarken arkada bir gürültü oluşsun diye vardı. Sadece kılıcıyla alıştırma yapacağı zamanlar müziğin sesi odasına dolardı, yarattığı su yaratıklarını oynatırken de bazen klasik müzik dinlediği oluyordu. Peki bu adamın ilk kez duyduğu sesi, ilk defa kulak kesildiği müziği nasıl oluyordu da ruhunu zonklatıyordu?
Yoksa zonklayan kadınlığı mıydı?
“Vajinam vajinam, ahmak vajinam,” diye mırıldandı adamın büyüleyici görüntüsünden gözlerini bir an olsun çekmeden. “Az daha seni ruhum zannediyordum, canım vajinam.”
Tulpar’ın ruhunun gizlendiği erkek bedeni sahnede usul bir açıyla ona doğru döndü, mavi gözler sanki ona seslenen kadının farkındaymış gibi kalabalığı oyarak bir bıçak gibi Zeyna’ya doğru gitti ve ona saplandı.
“Pek tabii o gözlerle beni izlerken sana muamele çekmek zevkli olabilirdi at çocuk,” diye fısıldadı ama bunu yaparken dudaklarını oynatmadı.
Mavi gözler bir anlığına ondan ayrıldıysa da, bir an sonra yeniden ondaydı işte. Aytuğ, dudaklarını mikrofona biraz daha bastırınca, Zeyna içinde oynaşıp duran arsız hislere yenik düşerek oturduğu yerde bacaklarını birbirine yaklaştırdı.
“Salak olma,” diye söylendi. “Dudaklarına ya da mavi gözlerine, sıkı uzun bacaklarına, yalanası temizlikteki kaslı göğsüne bakma. Zaten zayıf. Ben aygırlardan hoşlanırım. Ama kasları güzelmiş. Konuşan vajinam sanırım.”
Kadınlığından yavaşça süzülen ıslaklığın sebebine alıcı gözüyle bakmaya başladı. Buradan bakıldığında, uzun boylu olmasının yanında onu seksi kılan bir diğer özelliği kesinlikle tüm bedeninin ağız sulandıracak çizimlerle dolu olmasıydı. İnsan erkeklerinin dövmeli vücutları pek tabii ilgi çekiciydi ama yeleleri boşta duran bir kısrağın dövmeleri, Zeyna için kesinlikle kasık zonklatan bir tablo gibiydi. Kılıcını o ince ama kaslı vücutta dolaştırdığını hayal edince kadınlığındaki amansız sızı daha da arttı.
“Tanrım,” diye mırladı içinden bir kedi gibi. “Hadi ama… Bu bir görev olmamalıydı. Onu içimde istiyorum.”
Ama o gece, bu gece değildi. Sahnede mikrofona dudaklarını yaslayan adamı izlerken her ne kadar mikrofonun yerinde sızlayan klitorisinin olmasını istese de buraya görev için gelmişti. Tulpar’ı al, yelelerinden kavra ve kişneterek Noyan’a götür. İşte bu kadar!
Ama o dudaklar tüm salyalarını mikrofona değil de küçük deliğime akıtmalı, diye sızlandı zihnindeki arsız savaşçı. Ellerini deri ceketinin ceplerine koydu. Mucizevi bir melodi her yanı sardığında, Tulpar’ın karın kaslarından hızla akan ter damlaları zamanın yavaşlamasına neden oldu.
Yeniden göz göze geldikleri o an, işte tam da o anda, tüm dinleyicilerin uğultulu sesleri kesildi. Hatta, Zeyna’nın sızlayan kadınlığı bile sustu. Şimdi gördüğü ve duyduğu tek şey, ona saplanmış mavi gözlerin çığlık çığlığa bağıran güzelliğiydi.
“Noyan, lanet olsun sana,” diye fısıldadı gözleri izlerken. “Lanet olsun benim arsız vajinama ve lanet olsun mavi gözlere. Al başına belayı.”
Mavi gözlerin sahibi, kadının dudaklarına, ardından da gece kadar siyah gözlerine baktı. Arsız fısıltıları duyamamıştı belki ama kadının bedeninden ona doğru savrulan rüzgârı hissediyordu. İşte oradaydı. Tüm güzelliğiyle, farklılığıyla ve onu istediğini adeta haykıran kara bakışlarıyla.
Son melodi döküldü, şarkıdaki son kelime dudaklarından koptu ve kalabalığa karıştı. Gitarını boynundan çıkarıp kenara bıraktığında, açık mavi kotunun daha da belirgin hale getirdiği ince bacakları tüm kızların ıslık çalmasına neden oldu. Adam sahneden atlayıp kalabalığa doğru yürümeye başladığında, Zeyna gözünü bile kırpmadan onu izliyordu. Tıpkı diğer kadınlar gibi.
Fark vardıysa, bu da adamın diğer kadınlara değil, ona bakıyor olmasıydı ki bu da Zeyna’ya kendini ağır tahrik altında hissettirmişti.
“Aytuğ,” dedi adamın arkasından yaklaşan uzun boylu, sarışın kadın. “Bu gecelik bu kadar mı?”
Mavi gözler Zeyna’ya çevrilirken, “Evet,” dedi. “Bu gecelik bu kadar.”
Zeyna’nın dudaklarındaki ciğerci gülümsemesi birkaç kadının dikkatini çekmişti. Aytuğ’un dikkatini çektiği apaçık ortadaydı, bu ona keyif verse de ileri gidemeyeceğini bilmek canını sıkıyordu. Sıkıcı kalabalığın içinde birbirlerinden üç masa kadar uzaklıktaki mesafeden kalabalığı yararak birbirine dokunan bakışları davetkardı. Her ikisi de aynı şeyleri arzuluyor gibiydiler, her ikisinin de aklında birbirine çarpınca şakıyacak olan tenlerin sesi vardı; tabii ki daha arsız düşünceler de oradaydı.
Sonunda Aytuğ doğrudan ona doğru yürümeye başladı ve bu, can sıkıcı olacağını düşündüğü bekleyişin birden alev hattına dönmesine neden oldu. Cehennemden yükselen bir dalga birdenbire onun sıkıcı dünyasına çarparak her yanı ateşe mi vermişti?
Bacaklarını birbirine bastırmak istemesine neden olan güçlü adımlar ona doğru düşerken kendini telkin etme şekli epey komikti: Onunla seks yapmayacaksın, Zeyna. Yularını tutup onu doğrudan Noyan’a götüreceksin. E şey, götürürken üstüne binsem? Sürsem biraz onu? Atları her zaman sevmişimdir. Kaltak. Neyim var benim?
Aytuğ’un önünde duracağını sanmıştı ama bu olmadı, kendini beğenmiş piç hemen yanından sıyrılıp geçiyordu ki o sıcak, baş döndürücü nefes boynuna, omuriliğine, ruhuna çarptı.
“Beni gözlerinle sikiyorsun, çekik kız.”
İşte tam da bunu söylemişti.
Muhteşem bir uğultuyla kalbini, tüm bedenini, aklını ve mantığını yerle yeksan eden cümle. Zeyna birden ona doğru döndü ama Aytuğ çoktan hızlı adımlarla ondan uzaklaşmaya başlamıştı bile. Sanırım ilkel bir tanışma yöntemi kullanmak zorundaydı. Tetiklenen vücudunun istediği de tam olarak buydu ama Noyan bunu bilmese de olurdu. Hızlanan adımlarını taşıyan topuklu çizmesinin sivri topuğu kalabalığın uğultusuna rağmen tıkırtısını etrafa duyurmayı başarıyordu.
Zihninde en berrak düşünceler çoktan puslu bir isteğin arkasına gizlenmişti. Aytuğ’un arkasından o karanlık koridora girdiğinde, ardında kalan müziğin sesi sanki hiç var olmamış gibi kesildi. Şimdi yere damlayan suyun sesini bile duyuyordu.
Bir el hızla beline dolanınca dudaklarından şaşkınlığın değil öfkenin hırıltısı döküldü ama o el onu sıcak bedenine bastırdığında, hırıltı birdenbire kesildi. Aytuğ’un vücut ısısı teninin altına is gibi sindi, onu titretti ve bedeni savunmasızca bu dokunuşa karşılık verdiğinde Aytuğ onu aralık duran kapının arkasına çekerek kapıyı kapattı. Kapı kapandığı anda, birbirine yabancı iki insanın dudakları birbirine yaslanmış ve o kirli, geceye zehirli bir sarmaşık gibi dolanan öpüşme başlamıştı.
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Sahneyi okumamak akışı bozmayacaktır.)
Aytuğ’un uzun kolları bedenine bir yılan gibi dolandı. Adamın geriye düşen adımlarına ayak uydurdu, onun üzerine yürüdü ve nihayet durduklarında artık Aytuğ onu kollarına almaya hazırdı. Kalçasını açlıkla kavradı, boğazının derinlerinden büyüleyici sesinde konaklayan arsız bir inilti yükseldi. Zeyna bu iniltiye diliyle cevap verdi.
Dilleri birbirine dolandığında, artık Aytuğ’un dövmelerle kaplı parmakları Zeyna’nın kalçalarında, mütemadiyen de eteğinin altındaki küçük kumaş parçasındaydı. Maharetli parmaklar hızla kumaş parçasının içine süzüldü, tek eliyle kalçayı tamamen kavradı ve Zeyna onun ellerinin büyüklüğüne hayret ederek bedenini bir yılan gibi ona doğru itti.
“Kucağıma gel,” dedi Aytuğ, bu bir merhaba değildi, bu tanışmak için ortaya serilmiş bir cümle de değildi; bu bir emirdi ve Zeyna emirlerden nefret etmesine rağmen kalçasını yoğuran koca elin sahibine itaat etti.
Aytuğ onu kucakladığında artık iki eli de eteğin içindeydi, iki eli de kumaş parçasını çekiştirerek kalçalarını avuçluyordu.
“İşte buradayım,” diye inledi Zeyna çenesinde dolaşan dilin sahibine. Dil hızla boynuna indi, boynundaki deriyi aşındırır gibi turlarken parmaklar da kalçaların arasında valsine başlamıştı.
Zeyna yabancı bir duyguyla inlerken narin elleri dağılmış yoğun saçlara doğru gitti, kumral saçların arasında hızla ilerleyen siyah ojeli tırnaklar zamana bir leke gibi siniyordu.
“Geceden beri beni gözlerinle sikiyorsun,” diye tekrarladı Aytuğ, dili boynunda dolaşırken parmakları kızın sıkı kalçalarında nöbetteydi. “Rövanşı bana bıraktın. Eminim çoktan sırılsıklam olmuşsundur.” Parmaklarını eklemlerinden kırarak iç çamaşırının içine kaydırdı ve nemli kadınlığını parmak boğumlarında hissedip delirmiş gibi inledi. “Çoktan vıcık vıcıksın çekik kız, fena hâlde acıkmışsın.”
“Evet,” dedi Zeyna soluk soluğa. “Doyuracak mısın?”
“Bir bakalım, doyurabilecek miyim?” Aytuğ, Zeyna’nın sırtını duvara yasladığı anda Zeyna kadınlığının üzerinde kayan parmakların baskısını klitorisinde hissedip tıslar gibi inledi. “Küçük külotunu yana çek, çekik kız,” dedi Aytuğ nefes nefese. “Çünkü içini deşmeye çoktan hazırım.”
Tüm hisler yağmur gibi üzerlerine yağıyordu, ikisi de bu çarpışmaya çoktan hazırdı.
Zeyna kasılıp gevşeyen deliğini Aytuğ’un sıcak, zonklamaları oldukça hissedilir damarlı aletine doğru itmeye çalıştı. Doğaüstü erkeği sabırsız genç kadının ıslak deliğini doldurmak yerine, delikten her kasılma esnasında usulca süzülen su birikintilerini aletinin başıyla alıyor, vajinasına dağıtıyordu. Zeyna, klitorisindeki basınca bir de adamın sert penisinin başının baskısı eklenince gözlerinin geriye doğru kaymasına engel olamadı. Şişip sivrileşmiş tepeciğin üzerinde hızla kayıp o tepeciği daha da şişiren alet boydan boya Zeyna’nın zevk sularıyla ıslanmıştı.
Evet, kılıç ustasının istediği tam da buydu!
Peki ya görev? Siktir et görevi, diye iç geçirdi Zeyna. Şimdi değil, Noyan, dedi içinden. Şimdi çok başka işlerim var benim.
“Aman Tanrım,” diye inledi gözleri odağını tam anlamıyla kaybetmişken. “Ver içime, hadi. Doldur beni, koca çocuk.”
“Gözleriyle beni siken çekik bebek şimdi aynısını ona sikimin yapmasını mı istiyor?” diye sordu Aytuğ kaba ama oldukça seksi bir şekilde.
Aygırları siktir et, Zeyna. Bu kirli ağız tam sana göre, diye iç geçiren Zeyna kadınlığının açlıkla kasıldığını hissetti, öyle ki uzun zamandır seks yapmadığı için daralan deliği birdenbire içi dolsun istiyor gibi adeta ağzını aralamıştı.
“Evet,” diye mırladı Zeyna. “Lütfen onu içime sok.”
Aytuğ’un burnundan sert bir nefes döküldü, sıcak nefes Zeyna’nın yanağına dağıldı ve genç kadın ihtiyaçla başını duvara yaslayarak inledi. Aytuğ’un zonklayan aletinin geniş başı, genç kadının kasılıp gevşeyen deliğine yerleştiğinde, Zeyna’nın duvarları öyle çok kasıldı ki Aytuğ küfürler eşliğinde Zeyna’nın dudaklarına yapıştı. İşte oradaydı, sadece başıyla içindeydi ama bu sıkı, ıslak vajina onu adeta vakumluyor, içine emiyordu. Hareket edemedi, bir santim bile ilerleyemedi; durdu ve vajinanın onu aç bir ağız gibi emmesine izin verdi.
“İlk kez içine alıyor gibi darsın, lanet olsun,” diye tısladı adam, dizlerinin bu denli titrediğini ilk kez hissediyordu. Kucağındaki kadın hafifti ama ona verdiği zevk, güçlü bacaklarının bile taşıyamayacağı kadar ağırdı. “İzin ver, deliğini gevşet de içine biraz daha verebileyim, çekik kız. Lütfen.”
Fısıltıyla karışık iniltiler birbirlerinin yüzüne çarparken Zeyna bilinçsizce tırnaklarını adamın boynuna geçirip vajinasını gevşetmeye çalıştı. Aytuğ içine birkaç santim daha girdiğinde, Zeyna’nın komutlarını şiddetle reddeden vajinası yeniden kasıldı ve içine aldığı aleti tamamen sararak emmeye başladı. İkisi de aynı anda inliyor, Aytuğ titreyen bacaklarıyla aletini deliğe biraz daha itmeye çalışıyordu. Sonunda ıslaklığın da etkisiyle içine daha rahat girdi, çarpışma başladığında çıkan erotik sesler duvarlara siniyordu.
“Ahh, çok büyüksün. Evet, evet becer beni. İşte böyle,” diye inledi adamın koca bedeninin yanında küçücük kalan bedenin sahibi. “Evet, evet içimi böyle doldur! Siktir, evet!”
“Ağzını da doldurmam için mi bu kadar azdırıcı konuşuyorsun?” Aleti içinde arka arkaya üç kez seğirdiğinde Zeyna kendinden geçmiş gibi inledi. “Adını söyle bana, çekik kız.”
“Zeyna,” diye inledi son vuruşların ardından Zeyna. “Benim adım, Zeyna. Yularından tutup seni götürmeye gelen binicinim.”
Tulpar’ın ruhu huzursuzca şaha kalkarken, Aytuğ son bir vuruşla birlikte kadının içine bıraktı spermlerini. Zeyna başını duvara vurarak aletin etrafında kasılarak gelirken, “Sorun değil sorun değil!” diye bağırdı, “korunuyorum seni lanet at!”
Boşalmanın etkisine rağmen güçlü bir şekilde geri çekilen Aytuğ, kızın gözlerine az önceki hayranlıktan eser kalmamış gibi düşmanca baktı.
(+18 Sahne sonu.)
“Sen de kimsin lan?” diye hırladı dişlerinin arasından.
“Ah koca çocuk, çok iyiydi.” Zeyna titreyen dizleriyle sırıtarak Aytuğ’a bakarken tek eliyle de iç çamaşırını yukarı çekmeye çalışıyordu. “Söyledim ya, atlar erkenden bunuyor sanırım. Ben Zeyna. Seni götürmeye geldim. Gelmezsen kılıcımla keseceğim yer belli. Gerçi iki saat içinde yenisi çıkıyormuş sende. Hem belki bakarsın daha büyük çıkar. Gerçi daha ne kadar büyüyecekse…”
Aytuğ’un öfkeli gözlerine yüzünde sinir bozucu bir gülümsemeyle bakan Zeyna, karşıdan bir atak geleceğini anladığı anda parmağını havaya kaldırarak iki yana salladı.
“Düşünme bile.”
“Diyelim ki düşündüm?” diye fısıldadı Aytuğ sinsi mavi gözleri doğrudan az önce seviştiği kadına saplı dururken. “Ne yaparsın?”
“Hım… Ne yaparım?.. Düşünelim…” Zeyna birden bacaklarını hafif bir açıyla araladı, elleri büyük bir hızla sırtına gittiğinde, az önce orada ne varlığı ne de soğukluğu olmayan am adaima sırtında bir kanat gibi hüküm süren kılıcı keskin bir ses çıkarak kınından çıktı. Zeyna, parlak kılıcı Tulpar’ın çenesinin altına yerleştirdiğinde, gözlerinin içinde dev dalgalar büyüyordu. Aytuğ ruhsuzca onun gözlerine baktı; sanki çenesinin altında keskin bir kılıç yokmuş gibi… “Kelleni omuzlarından ayırırım ve emin ol, kopan uzuvlarının iki saat içinde büyüdüğünü var sayarsak, kellesiz iki saat yaşayamazsın.”
🦂
HERA GÜNSE
Kızıl Yaka’nın üzerine çöken kızıl sisin içinde parlayan ışıklar yüksek binalara aitti. Üzerimde son iki günden kalma, beni mental olarak yere sermiş bir yorgunlukla, kollarımı göğsüme bağlamış vaziyette boydan cama yaslanmış ayaklarımın altında kalan sisli şehri izliyordum. Güneş bulutların içinde kaybolmuştu, kızıl sisler yeryüzüne kan gibi inmişti. Belli aralıklarla yanıp sönen ışıklardan biri de yüksek binalardan birinin tavanındaki helikopter pistinden geliyordu.
Zeyna, ilk seferde Tulpar’ın yerini bulmuştu ama onunla bir türlü denk gelememişti. Ayevi’nin taş evine gelip kılıcını sinirle taş zemine sapladığı ve zeminde yirmi santimden uzun bir yarık bıraktığı ânı hatırlıyorum. Ayevi ne kadar sakin görünse de evinin ortasındaki yarığa bakarken Zeyna’yı birkaç farklı şekilde öldürmüş olmalıydı.
Zeyna olup biteni öğrendikten hemen sonra tekrar gideceğini, bu kez onun deyimiyle ‘at bozuntusunu’ yularından tutup sürüyerek bize getireceğini söylemişti. Muhtemelen çoktan gitmiş olmalıydı, Tulpar ile ilgili bilgim yoktu. Belki de çoktan bize katılmıştı. Zeyna’nın itaat ettiği kişi Ayevi değildi aslında, Noyan’dı, Noyan’ı kurucumuz, başkanımız olarak görüyordu ve Tulpar’ın artık bizim açımızdan çok daha önemli olduğunu anlamıştı.
Burnuma tanıdık bir şampuan kokusu geldi, yasemin ve paçuliyi anımsatan koku Hemera ile beraber odaya süzüldüğünde bakışlarımı manzaradan çekerek kız kardeşime doğru sürükledim. Siyah saçlarını küçük bir havluyla kurularken, “Sabah söylediğimi yaptın mı?” diye sordu, bir an sorusu beni afallattı.
“Anlamadım?”
“Hermes’ten şans oyunlarındaki kazanan numaraları istedin mi? Biraz odaklanırsa numaraları görür, biz de voleyi vurmuş oluruz. Nasıl fikir?”
Gözlerimi devirirken, “Hiç havamda değilim, Hemera,” diye homurdandım.
“Ben de havamda değilim, keşke kozalak adam Noyan ya da boynuz lordu Asil tarafından bir güzel havaya sokulsam…”
“Seni duyan grup istediğini düşünecek.”
“İstemediğimi ne zaman söyledim?”
Gözlerimi devirdim, Hemera onun muzip oyununa dâhil olmayacağımı anlayınca televizyonun uzaktan kumandasını alıp koltuğa yayıldı. Televizyon açıldığı anda, kanaldaki sunucu kadının sesi salona doldu. Sarışın, resmi kıyafetler içindeki sunucunun başının sol üst kısmındaki kutucukta karmaşık bir video kaydı oynuyordu. Kadın, “Kan dondurucu cinayetin perde arkasını sizlere aktarmak için araştırmalarımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz,” dedi ve Hemera ile aynı anda aynı sesi çıkararak televizyona odaklandık. Telefonum kötü bir haber taşıdığını belli edercesine uğuldayarak çalmaya başladığında Hemera yılgın bir sesle, “Açmasan olmaz mı?” diye inledi. “Hiç yeni kaos havamda değilim.”
“İnan bana kardeşim, ben de değilim,” derken gözlerim telefon ekranında beliren isimdeydi. Noyan. Birkaç saniye isme, ardından da bana yalvaran gözlerle bana ikizime baktım. “Açmak zorundayım. Sorunumuz hâlâ çözülmedi.” Telefonu açıp kulağıma götürdüğüm anda Hemera homurdanarak kırlente sarılıp koltuğa devrildi.
“Noyan?”
“Hera, iyi akşamlar. Rahatsız ediyorum ama bir sorunumuz var.”
“Biliyorum,” dedim direkt. “Yine birini oymuş, değil mi?”
“Bu kez durum daha da korkutucu ve çoktan medyaya yansıdı bile. Gelebilir misin?”
Noyan’ın sesinde profesyonel bir tını olsa da endişesi hattın öteki ucundan bile hissedilirdi. Hemera da tedirgin olmuş gibi doğrulup beni izlemeye başlamıştı. Noyan, “Konumu telefonuna gönderiyorum, Araf arabanı tamir etmiş, gecikme lütfen,” diyerek telefonu kapattığında bir süre düşen hattın geride bıraktığı senkronize sinyal sesini dinledim.
“Neler olduğunu söyleyecek misin yoksa internete girip müneccimlik kursları araştırmaya başlayayım mı?” diye sordu Hemera, sesinde alay olsa da onun da tedirgin olduğunu görebiliyordum; ciddiyetin farkındaydı.
“Gitmem gerek.”
“Bak, sen bir doğaüstü polisi değilsin tamam mı? Her seferinde seni böyle çağıramazlar.” Hemera aniden ayağa kalkıp kırlenti koltuğun üzerine fırlattı, kara gözleri koruyucu bir güdüyle daha da koyulaşmıştı. “Bir sonraki seferde karnı deşilen kişi sen ol istemiyorum. Deneyimledim, inan bana zevkli değildi.”
“Ben de deneyimledim, düşüyordun, sırtımdan iki tane kemik çıkıyormuş gibi hissetmiştim, onların kanat olduğunun son âna dek farkında bile değildim, Hemera. Ölüyordun ve kollarımdaydın.” Hemera donmuş bir ifadeyle, ne diyeceğini bilemiyor gibi bana bakakaldı. “Şimdi sırf öldüremediği için ikinci kez kardeşimin peşine düşüp düşmeyeceğinden emin olmadığım şeytani bir varlığın peşini bırakmamı bekliyorsan, çok beklersin. Onun sana gelmesini beklemeyeceğim. Sen de benimle geliyorsun. Şimdi.”
“Ben çocuk değilim, sarı kuku,” diye söylense de gözlerindeki ifadeler bambaşka şeylerden söz ediyordu. Bir zamanlar el ele yürüdüğümüz sokaklarda onun sesi çınlardı, o ses beni daima koruyacağını haykırır, bunun uğruna yeminler ederdi. Şimdi buradaydık, onu koruyacağımı haykıran bendim, rollerimiz değişmişti.
“Giyinsen iyi edersin. Tabii böyle de gelebilirsin, Noyan’ın üstüne atlamak senin açından daha kolay olacaktır,” dedim ortamı yumuşatmak için, gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine ulaşmadı.
“Asil de orada olacak mı? Orada olacaksa olaya bornozla dâhil olmaya sıcak bakabilirim.”
Hemera beklediğimden daha hızlı giyinmişti. Gri kaşe kabanımın kuşaklarını bağladığım sırada deri ceketinin fermuarını çekerek holde ilerlemeye başlamıştı. Altımda içinde oldukça rahat hareket ettiğim siyah bir tayt, kabanımın içinde de boğazlı kırmızı, ince bir kazak vardı. Sivri burun, ince topuklu siyah çizmelerimin fermuarlarını çekmek için eğildiğimde vestiyerde duran siyah, kalın topuk botları eline aldı.
“Kızım, askerleri dövüştürürken de böyle pabuçlar mı giyiyorsun sen? Onların yerinde olsam taşaklarıma gelecek herhangi bir ‘sivri’ tekmeden ölesiye korkar, seninle asla koz paylaşmazdım.” Omuz silkerek, “Neyse ki asker değilim ve taşaklarım da yok,” diye mırıldanıp eğildi ve botları ayaklarına geçirdi. “Hadi ama biz ikiziz, senin ayakların yarım beden daha küçük olamaz. Neyse ki memelerim seninkilerden büyük, yani genel olarak her şeyi büyük olan benim. Şimdilik ayağımın yarım beden büyük olmasına üzülmeyeceğim.”
“Gevezeliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin.”
“Azgınlığımdan da öyle. Biraz daha birine binmezsem beni duvarına sürtünürken bulacaksın.”
“Çıkıp birini bul o zaman.”
“Götümden ayrılsaydın bulurdum.” Sessiz kaldım. “Yaa, böyle susarsın işte.”
Otoparka inip, Araf’ın benden izinsiz bozup, benden izinsiz tamir ettiği arabama binene dek Hemera bir bülbül gibi şakımaya devam etti. Yola çıktığımızda sis öylesine yoğunlaşmıştı ki, karşı şeritteki araçların far ışıkları dışında hiçbir şey görünmüyordu. Arabayı olabildiğince yavaş kullandım, kızıl sisten dolayı çevremde bir araç olup olmadığını anlayamıyordum. Konum servisinin komutları sayesinde zor da olsa adresi bulabildim. Aracımı ekip otolarının tavanlarında yanıp sönen ışıkların olduğu alana yaklaşık elli metre uzaklıkta park ettiğimde Hemera çoktan kendini dışarı atmıştı bile.
Sise rağmen ileride bir topluluğun olduğunu görebilmiştim, sarı şeritlerle çevrelenen alana ilerlemeye başladım. Hemera adımlarını yavaşlatmış, ona yetişmemi beklemişti. Sarı şeridi elimle kaldırıp yavaşça eğilip altından geçtiğimde önce yakıcı bir koku ciğerlerime vurup yüzümü tiksintiyle buruşturmama neden oldu. Kızıl sisin içinden bana doğru gelen polis memuruna yüzümde gizleyemediğim tiksintiyle baktım.
“Hanımefendi, olay yerine giriş izniniz var mı?” diye sordu polis memuru tok bir sesle.
Noyan, sislerin içinden çıkıp polis memurunun karşısına geçerek rozetini gösterdi. “Dedektif Noyan Aktekin,” dedi düz bir sesle. “Hanımlar benimle.”
“Anladım efendim, kusura bakmayın.”
Polis memuru bizden uzaklaştığı anda Noyan’a sokularak, “Bu koku da ne?” diye fısıldadım, Noyan başını iki yana sallarken yüzüne dağılan gerginlik duraksamama neden olmuştu.
“Cesedi oymakla bırakmamış, tüm organlarını o oyuktan çekerek çıkarmış ve birbirine zincir gibi bağlı organlarla cesedin el-ayak bileklerini bağlamış. Bir tür tarikata dini bir sembol gibi şekil verdiği cesedi görmek istemezsin. Şekli… oldukça bozuk.”
Hemera, “Sanırım Donovan’a gerek kalmadan ben kusacağım şimdi,” diye inledi Noyan’ın yüzüne doğru. “Görmek istemiyorum, Hera. Sen de bakmamalısın.”
“Bakacağım. Ya bize bir mesaj bıraktıysa?”
“Dini sembol olarak mı? Ben ateistim. Anlamam. Ben bakmayacağım,” diye homurdandı Hemera, eliyle ağzını kapatmıştı.
“Noyan, Hemera ile kal, olur mu?” Noyan bu soruma anlam verememiş gibi bana baksa da onu yok saydım ve hızla olay yerine doğru ilerlemeye başladım. Hemera’nın arkamdan beni durdurmak için bir şeyler dediğini duysam da o an içinde olduğum duygular beni kız kardeşimi dinlemekten alıkoydu. Düşmanı tanımak istiyordum, bir mesaj bıraktıysa bunu anlamak istiyordum, kurbanın son ânına dair sesler varsa, o sesleri duymak istiyordum.
Cesedin şekli bozulmasın diye hâlâ ortada tutulduğu, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği ve kırmızı bir şeritle işaretlendiği o alana girdiğimde, birinin eli hızla belimi kavradı ve o elin sahibinin yaydığı enerji sayesinde kim olduğunu ânında anladım. Sislerin sardığı sokağın sonunda bir sokak lambasının patlamasına neden olan dokunuşu beni ürpertmedi ama etraftaki insanlar patlamanın sesiyle irkilerek etrafa dağıldı.
Sislerin ardından beni izleyen yeşil gözlere tutunan siyah gözlerim o gözlerde ilk önce endişeyi, ardından da sorguyu gördü. Elimi göğsüne koyup onu yavaşça itmemle bedenlerimiz ayrıldı ama aramızda cızırdadığını hissettiğim o enerji akımı kaybolmadı.
“Ceset berbat hâlde,” dedi Araf kemik gibi bir sesle. “Görmek istediğine emin misin, Günse?”
“Daha berbat şeyler mutlaka görmüşümdür.” Kopmuşlar kollar, bacaklar, yarısı olmayan yüzler… Ben bir savaşın ortasında birçok askere dövüş dersi vermiştim, birçok askerle ringe çıkmıştım, birçok askerin çatışmadan nasıl döndüğünü görmüştüm. Bazıları hâlâ yaşıyor, bazıları ise ölüydü ama kopan uzuvlarını da, parçalanan yüzlerini ve derilerini de hâlâ çok net hatırlıyordum. Hafıza zehirli bir şeydi.
“Fiyonk yapılmış bir karaciğer görmediğine eminim,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. Onun normal şartlarda alaycı, yüksek ruh hâline o kadar çok alışmıştım ki birdenbire bu kadar sert, soğuk olan yönüyle karşılaşınca şaşkınlığım gözlerime is gibi sinmişti. “Bırak cesetle ablam ve Noyan ilgilensin. Biz cesedi bu hâle getireni bulmalıyız.”
“Ya kimsenin göremediği ama bizim görebileceğimiz bir mesaj bıraktıysa?” Sorum Araf’ı anlık da olsa duraksatmaya yetti. Kelimeleri toparlamasına fırsat vermeden, “Gitgide daha da vahşileşiyor ve ben onun neler yaptığını görmek istiyorum,” dedim.
“O tek kişi değil, bundan bahsetmiştik. Yüksek ihtimalle bir yardakçısı var. Eğer cinayetleri yalnız başına işlemiyorsa bize bıraktığı bir mesaj da yoktur.”
“Bakacağım.”
“İyi, git, bulansın miden. Kusarsan o güzel sarı saçlarını tutup sana su vermeyeceğim, bilgin olsun.”
“İsteyen var da sanki. Ahmak.” Onu iterek yanından geçip cesede doğru ilerledim.
Kırmızı şeritleri geçmeden, tam önünde durarak gözlerimi yerde, şekli bozulmuş bedene indirdim. Zihnimde bir şimşek çakmış gibi hissetmeme neden olan görüntü, aynı anda neredeyse bir adım gitmeme de neden olacaktı. Arkamda Araf’ın varlığını hissetmesem ve onu haklı çıkaracak olmasam, bir adım geri gider, hatta olduğum yere çöküp kusmaya başlardım. Cesedin göğüs kafesi içeri göçmüş, karnındaki derin oyuktan dışarı çıkan zincir gibi birbirine düğümlü organlar önce ellerini, sonra da ayaklarını düğümlemişti. Ceset, bir insanın hayallerine sığdıramayacağı kadar garip bir forma dönüşmüştü; tıpkı yan yatmış bir Z harfi gibi duruyordu. Gözleri yuvasından fırlamış, tek gözü bağlı olduğu damarın uzamasıyla yere düşmüştü, diğer göz yerindeydi ama o da az daha fırlayacakmış da son anda yerine geri girmiş gibi duruyordu. Şeytani bir ayinin, ayinlerinde can alan bir tarikatın bile var edemeyeceği kadar korkunç ve dehşet yüklü bir görüntüydü bu; bu zalimlik bile değildi, bu vahşiliğin de ötesine geçmişti. Böylesine cehennemde bile denk gelmezdiniz.
Enseme dökülen sıcak nefesi omuriliğime dek indi, parmaklarını yavaşça kaşe kabanımın sırt kısmında kalan kumaşında dolaştırdı ve “Neredeyse yıkılmak üzeresin, Heracık,” diye fısıldadı. “Artık gözlerini oradan ayırsan iyi edersin. Ya da ayırma ve bayıl, seni kucaklamak için bana güzel bir sebep vermiş olursun.”
Düşüncelerin kafamın içinde genişlediğini hissettim. Düşüncelerle doğru orantılı olarak genişleyen başka bir şey daha vardı. Hafızam. Tıpkı bir balonun şiştikçe gerildiği gibi, hafızam gitgide şişiyor, patlayacak gibi gerilmeye başlıyordu; bunu sadece ruhsal boyutta değil, doğrudan fiziksel boyutta hissediyordum. Kafatasımı zorlayan o şey beni dehşete düşürdü. Gözlerim cesetteyken kafamın içinde bir kadın bağırıyordu, ninni gibiydi bağırtıları. Hem ürkütücüydü hem de insanı sonsuz bir uykuya davet ediyordu. Kalp atışlarım yavaşlamaya başladığında o kadının bağırtılarının yerini daha güçlü bir uğultu sesi aldı ve cesedin bu hâle gelmeden dakikalar önceki görüntüsü hafızamdaki yerini aldı.
Adamın sislerin çöktüğü sokakta yürüdüğü ânı gördüm; orada değildim ama hafızam geçmişteydi ve o andaydı. Huzursuzluk tam da o anda kaplamıştı içini, hafızasından dışarı sızan sesleri duyuyordum. Buranın tekinsiz olduğunu düşünüyordu, neden yolu uzatmadığını sorguluyordu, etrafı kolaçan etmekten bile korktuğu konusunda korku ve sanrı yüklü fikirleri vardı. Bir şeyin pençeleri içine girmeden saniyeler öncesinde, o şeyi gördüğü ânı duydum; görmedim ama hafızam tüm olanları duydu. Kurbanın zihninde koca bir sessizlik oluştu; kanımın bile sesini duymama neden olan türden bir sessizlik. Bu, yaşadığı şokun sessizliğiydi. Her ne gördüyse, bu onu korkudan da sivri bir dehşete sürüklemişti. Sonrasında karmaşık düşünceler birbirine çarparak kaosu var etti. Korkuyla haykırıyordu kafasının içi, yardım çığlıkları da oradaydı, karşısındaki şeyin ne olduğunu anlayamadığı için var olan o koca kafa karışıklığı da…
Tetiklendiğimi hissettim. Kafamın içinde kurbana ait son düşünce de parçalara ayrıldığında birden hızla Araf’a doğru döndüm ve alnım onun boynuna çarptı. Bir adım geri çekilecekken botlarımın topuğunun yerde kaydığını hissettim ama kendimi durduramadım. Araf beni kolumun kenarından kavradığında ve gözlerimiz buluştuğunda, Araf’ın yeşil gözlerinde anlık bir şaşkınlık patladı, ardından o şaşkınlık paniğe sürüklendi. Bir şeylerin yolunda gitmediği o anda anladım.
“Gözlerin,” diyebildi, ardından çevremizdeki ekiplere kısaca göz gezdirdi. “Kes şunu, hemen.”
“Durduramıyorum,” diye fısıldadığımda sesim bir yılanın çatallı dili gibiydi; tekti ama çiftti. İkisi de bana aitti ama biri daha ince ve tizdi; diğeri ise savaşçıydı ve sertti. “Araf,” dedim ilk kez sesini yakarışla dillendirerek. Birinin bendeki farklılığı fark etmesi demek, arkamda yatan cesetten bile daha büyük bir sorunun doğması demekti.
“Gidelim buradan.” Beni kavradığı gibi çekiştirerek sislerin çoğaldığı, insanların birbirini seçemeyeceği kadar yoğunlaştığı sokağa sürüklemeye başladı. Adımlarım birbirine dolanıyordu, sanki bacaklarım bana ait değildi, sanki içinde durduğum ve dışarıyı izlediğim beden bile benim değildi. İki yüksek binanın birbirine bakarak dar bir yol oluşturduğu sokağa girdiğimizde kolumu Araf’ın sert tutuşundan kurtararak sendeledim.
Araf bana doğru yaklaştığında ise göğüs kafesimi kırmaya başlayan bir güç hissederek elimi kaldırıp yüzümü saçlarımın arasına gizledim. “Uzak dur,” diye fısıldadım çift gelen sesimle. “Bende bir şeyler ters gidiyor.” Gözlerimin siyahının daha da genişlediği, tüm beyazı kapladığını artık ben de hissedebiliyordum. Araf boş, sisli sokağa birkaç çekilmiş tetiği anımsatan bakış attıktan sonra bana doğru geldi ve sıçrayarak birdenbire ondan uzaklaştım. Bu sıçrayış, bir insanın yapamayacağı türdendi; bu sıçrayış, geriye doğru giden bir yırtıcıya ait gibiydi. Saçlarım yüzümün iki yanında sallanırken, “Uzaklaş,” diyebildim, sesimdeki tiz ses yok oluyor, savaşçının sesi bir adım öne çıkıyordu.
“Sakinleş,” derken ellerini havaya kaldırmıştı. “Her şey yolunda, Taş Bebek.”
“Uzaklaş,” diyebildim çünkü beni tüketerek genişleyen bu gücü onun üzerinde kullanacak olursam, ya o ya da ben ciddi hasarlar görecektik.
Görüşüm kızıla dönmüş, saçlarımın arasında sakladığım yüzümdeki deri kasılmaya başlamıştı. Bakışlarımı hızla yüksek binanın yüzeyine çevirdiğimde ve parlak yüzeydeki belli belirsiz yansımamı gördüğümde dudaklarımdan şaşkınlıkla yüklü bir inilti firar etti.
Yüzümde ince kablolar gibi tüm çehreme yayılmış siyah damarlar vardı; gözlerimde tek bir beyaz nokta yoktu, kapkaraydı. Ellerimi kaldırdığımda, o siyah pençelerin dışarı fırladıklarını, zift siyahı derinin bozuk bir şekilde bileklerime kadar uzandığını gördüm. Eğer Araf beni omuzlarımdan tutup sertçe kendine çevirerek o duvara yaslamasaydı, eğer hâlâ o yansımaya bakıyor olsaydım, çığlık atacaktım.
Araf, büyük elleriyle yüzümü avuçlarının içinde aldığı anda, nabzım karanlığı yırtan beyaz bir ışık gibi damarlarımı yırtarak tüm bedenime yayılmaya başladı. Alnını alnıma bastırdığı saniyelerde bile gözleri gözlerimdeydi, gözünü tek bir anlığına bile kırpmamıştı.
Parmak boğumlarında çarpan nabzı hissediyordum. Gözlerimiz birbirine mühürlü hâldeyken, “Tetiklendiğin için form değiştirmeye çalışıyorsun, hepsi bu. Tehlike yok, değişmene gerek yok,” diye fısıldadı anlayışla. Sıcak, nane kokan nefesi yüzüme vuruyor, düşünceler yerli yerine oturmaya başlıyordu.
Gözlerimi kırpmadan ona bakarken neredeyse konuşması için yalvaracaktım. İlk kez bu gevezenin susmaması için dua ediyordum. Dudaklarını yaladığını gördüm, dilinin dokunarak ıslattığı dudaklarına anlık bir bakış atıp yeniden gözlerine odaklandım; gözleri tüm gerçekliğiyle bana her şeyin yolunda olduğunu söylüyordu.
“İçindeki gücü bir kafese çağır ve ona kimin kraliçe olduğunu göster,” dedi sertçe. “O sana değil, sen ona hükmedeceksin. Kraliçeyi tanısa iyi eder.”
“Bir şey,” diye fısıldadım dudaklarına doğru, “hafızam bir şey mırıldanıyor.”
“Ne?” Karmaşayla önce dudaklarıma, ardından da hâlâ simsiyah olduğunu bildiğim kademsiz gözlerime baktı.
“Ben ne olduğunu bilmiyorum ama hafızam biliyor,” diye fısıldadım, ardından uzun, simsiyah pençeleri şakaklarıma yaklaştırıp zift karası parmaklarımı ve pençelerimi şakaklarıma sürttüm. “Kurbanın hafızasına ulaştım, o hafızada bir mesaj yakaladım. Mesajı hafızam emdi, bana vermiyor, tek istediğim parçalamak ve yok etmek. Durduramıyorum. Bu normal mi?”
“Hafızan sana ait,” dedi, büyük elleri yanaklarımdan kayarak boynuma, oradan da omuzlarıma indi. Omuzlarımı şefkatle tuttuğunda bu dokunuş beni bozguna uğratmıştı; ondan beklemediğim bir temastı bu. Aramızdaki o dağ deviren enerjinin tekrar açığa çıktığını ve şehirde bir yerlere ciddi hasarlar verdiğini hissedebiliyordum. “Hafızanı kırar, parçalar ve onarırsın. Gücünü yok eder, var eder, durdurur ve ateşlersin. Herkese karşı nasılsan, kendine karşı da öyle ol.” Burnunun ucu burnuma baskı uygulayacak kadar yakınıma geldi. “Yani bir kraliçe gibi.”
Gözlerimi yumduğum anda Araf benden uzaklaştı, hafızamın genişleyip bedenimin dışına çıktığını, bir çember yaparak ikimizi içine aldığını hissettim. Hafızamı genişlettim, zamana yaydım; düşüncelerim insanların düşünceleriyle çarpıştı. Hafızam zamanla çarpıştı. Hafızamı genişletebildiğim kadar genişlettim, bana hükmedemeyeceğini, ona hükmedenin ben olduğumu haykırır gibi onu her yere fırlattım. Bir ağ gibi her yana gitti, her yeri içine aldı; zamanı bile içinde tuttu.
Birden bedenimi Araf’ın bedenine sertçe bastırdım, tüm bedenimiz bir olduğunda dişlerini sıktığını hissettim ve bedenim onun bedenine sürtünürken hızla sırtımı ona döndüm. Kalçalarım kasıklarına çarptı.
Araf bir adım geri çekilmeden arkamda durmaya devam ederken tırnaklarımı binanın yansımalı duvarına bastırdım.
Hafıza bir kalp gibi etrafımda atıyordu; kraliçesini tanımaya başlıyor ama ona itaat etmeme konusunda hâlâ ısrarcı davranıyordu. Gözlerim anlık binanın yüzeyindeki yansımama dokundu, yüzümdeki damarların renginin solmaya başladığını o an fark ettim; yavaşça derimin altına girerek sönüp yok oldular.
Tırnaklarımı sertçe yüzeye bastırıp çizmeye başladım.
Pençelerim o duvara düşmandan gelen şu mesajı kazıdı.
KARGA SARMAŞIĞINI İSTİYORUM.
🎧: J2 & Eivør, Fire Burning in My Heart
🎧: Blackbriar, Cry of a Banshee