🎧: Canozan & Damla Eker, Öyle Kolay Âşık Olmam
Dudakları, bir hastalığın kanımda pozitif çıkması gibiydi.
Eli yanağımdan kayıp boynuma indi, nabzım parmak uçlarına vurmaya başladığında, düşüncelerden kopmuş hâldeydim. Oysa bir akbaba gibi başımda kanat çırpan o düşünceler, nereye gidersem gideyim peşimi bırakmayacaklarına inandırmışlardı beni. Öyle de olacaktı. Dudakları dudaklarımdan ayrıldığında, yine aynı cehennem ateşine düşen ruhum, kavrulmaya başlayacaktı. Kaçabilmem, bundan saklanabilmem imkânsızdı. Kendimi bu cehennem çukuruna ben hapsetmiştim.
Dağ rüzgârları saçlarımı savurduğunda, dudaklarından içtiğim ölümsüzlük kadehi bir gülümsemenin eşiğinde kırıldı. Bakışlarım onun buz sıcağı gözlerine prangalandığında, Gurur’un dudaklarında alaydan çok uzak bir kıvrım vardı ve dudakları dudaklarımda ne kadar çok beklemişse kızıla boyanmıştı.
Yağmurun serin suları, yanmakta olan ruhumun üzerine düşerek içimdeki alevleri söndüreceğine daha da harlıyordu. Buzun sıcağı böyle mi olurdu? Hissettiğim buz gibi soğuk benim içimi yakarken, onun gözlerinin rengini artık sadece görmüyor, derinlerimde keşfediyordum.
“Ben burada seninleyim. Korktuğum için değil, benim için burada olduğun için,” dedim, evet, gitmeme izin vermiş, beni özgür bırakmıştı ama buradaydım. Ne yaparsam yapayım artık ruhum, sandığım kadar özgür olmayacaktı. Bir trene bindirmiş ve özgürlüğümü uzak bir memlekete uğurlarken mantığımı ilerlediği perondan itip bir sonraki trenin keskin tekerlekleri altında bırakmıştım.
Duydukları yağmurun hızına tutunarak yüzüne yayıldı ve ifadeleri, ilk kez bu kadar çıplak bir şekilde bana kollarını açtı. Ortaya koyduğu ifadeleri görmeyi beklemediğimden mi yoksa onu ilk öpenin ben olmamdan kaynaklı mı olduğunu bir türlü kestiremediğim o garip duygu kaburgalarımın ekseni etrafında dönüyordu.
Yağmurun serin suları dudaklarımdan, yüzümün sınırlarından gözyaşları gibi kayarak akarken ona çok yakındım. Ona belki de şah damarından bile daha yakındım. Dudaklarımdan bıraktığım her nefes, onun biraz önce dudaklarıma mühürlü duran dudaklarına çarpıyordu ama ona ne hissettirdiği konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Beklemediği bir anda onu ben öpmüştüm.
Bunun şu an beni, ondan daha çok şok etmesi gerekmiyor muydu? Ruhum dingin bir deniz gibiydi; dalgalar kıyıya vursa bile çıkardığı huzur verici sesler oluyordu ve kumları uzaklara taşımaktansa yalnızca okşuyordu. Böyleydi. Ruhuma çöken sakinliğin sebebi dudakları mıydı?
Bir şeyler söylemesini bekledim. En azından duymayı beklediğim bazı şeyler vardı. Beni öylece özgür bırakmış olamazdı.
“Seni çıkmaz sokağa sürüklüyorum,” dedi bana Hüsrev’in kelimelerini bilmediği hâlde onları hatırlatarak.
“O sokağa sürükleneli çok oldu,” dedim dürüstçe. Onu öpmüş olmanın utancı ne zaman kapımı çalacaktı bilmiyordum ama şimdilik hissettiğim tek şey, var ettiğim andan parçalayıp kopardıklarımdı.
Derin bir nefes aldıktan hemen sonra elini bana doğru uzattı. Geri çekilmek elimde olsa da geri çekilmedim ve büyük, soğuk avucunun yanağıma kaydığı ânı hissettim. Dokunuşunun altında derim çekilmiş gibi hissettiğimde gözlerimi kaldırmış, yağan yağmura rağmen dikkatli gözlerle ona bakıyordum.
“Seni özgür bıraktığımda gitmiyorsun,” dedi, sesinde şaşkınlığa bambaşka duygular da sinmişti. “Esir etmeye çalıştığımdaysa benden kaçıyorsun.”
Yağmur onun sesini dağın rüzgârlarına katarak uzaklara götürüyordu. Yine de boğuk sesinden düşen sözcükleri sakat bile olsalar duyup yakalıyor ve zihnime gömebiliyordum. Sakince konuşuyor olsak da gök bizim aksimize, sanki hissetmemiz gereken her şeyi bulutlar ve tanrılar hissediyormuş gibi gürlüyor, yarılır gibi içindeki gözyaşlarını yeryüzüne akıtıyordu.
Dudaklarımdaki sızlama büyüyerek bir kalp yarasına dönüştü.
“Hep kaçtım, biliyorum,” dediğimde gözleri benden bir saniyeliğine bile ayrılmamıştı. “Belki sen kan görmeye alışkınsın ama ben kendi parmağımdan sızan kana bile bakmaya gücü olmayan bir kızım. Korkmam normal değil miydi? Korku, insana bir ağaç diktirip dalında kendini astırmaz mı?”
Anlayışla bakan gözleri yavaşça kısıldı. Başını aşağı yukarı salladı ve beni anladığını bana gösterdi. Birdenbire onun tarafından anlaşılmak bana iyi geldi. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve o sırada bu kez konuşan o oldu.
“Yağmurun altında kaldın, kayısı çiçeği. Hasta olacaksın.” Sırtını bana dönmesiyle büyük eli avucuma kaydı ve avuçlarımız birbirine yapışarak kavuştu. Elini tutmak kulaklarımdaki uğultunun artmasına neden olduğunda yağmurun sesi silinmiş, yerini kalp atışlarımın sesi devralmıştı.
Biraz önümde ilerliyor, ellerimiz aramızda kurulan bir köprü gibi tam ortamızda gergin duruyordu. Tesisin içine girmemizle soğuktan sıcağa geçiş yapan bedenimdeki bütün kaslar kasıldı. Beyaz koridorda ilerledik, ileride askerlerin koğuşlarının olduğu bir diğer koridora girdiğimizde, tam karşımızdaki cam duvardan dağa inen yağmur damlaları, hızla düşen binlerce iğne gibi görünüyordu. Ellerimiz ayrılmadı ve beni kapılardan birini açarak yoğun bir erkek parfümü kokusunun yayıldığı odaya soktu. Odanın ışığı kapalıydı ama camdan içeri sızan gri aydınlık, içeriyi kör bir renge boyuyordu. Hemen duvar dibinde üst üste duran iki ranza vardı, ranzanın merdiven boşlukları genişti ve iki katlı bir ranzaya uymayacak şekilde konforlu görünüyordu. Ranzanın sağında dolaplar vardı, bir okulun dolaplarını anımsatan uzun, dar görünümlü dolaplarda muhtemelen kamuflajları, tişörtleri falan olmalıydı.
Koğuş dolaplarını açıp dolabın içinden bir kamuflaj ceketi ve yuvarlak yaka beyaz tişört, bol olduğu her hâlinden belli olan gri bir eşofman altı çıkarıp bana doğru döndü.
“Üşütmemek için bunları giysen iyi edersin, üzerindeki ıslak kıyafetlerden kurtul,” dedi, sesindeki duvara rağmen düşünceli davranışı dikkatimden kaçmayı başaramamıştı.
“Teşekkürler,” dedim. Belki utanmamı istemediğinden, belki de sadece yorulduğundan tepki vermek yerine odanın çıkışına yöneldi. “Gidiyor musun?”
“Kalıp gözlerime ziyafet mi çektireyim? İstediğin buysa, memnuniyetle.”
Birden maruz kaldığım sözcükleri, kulaklarıma tırmanan alevlerin zihnimde büyüyerek düşüncelerime sıçramasına neden olurken ona dehşetle baktım. Bakışlarım onu başta duraksattı, devamında huysuzca gülümsemesine yol açtı.
“Şaka yapıyorum,” dedi yorgun bir sesle. “Elbette vücudunda çil olup olmadığını merak etmiyorum.”
Kalbimin atışlarını yoklayan cümlesinde alay olsa da yine bu cümlenin altına gizlenmiş gerçekliği hissetmek, tenimin alarm verir gibi ısınmasına neden oldu. Hissettiğim tuhaf duygu sarmalından çıkma isteğiyle ona sırtımı dönerek çıkmasını bekledim. Dudaklarım dişlerimin altına girdiğinde Gurur odadan çıkıp kapıyı kapatana dek dudağımdaki deriyi sıyırmaya çalışmaya devam etmiştim ama biliyordum, dudaklarımdaki sızının sebebi onlara geçirdiğim dişlerim değil, dudaklarıma dokunan dudaklarının bıraktığı hatıraydı.
Gurur kapıyı kapattığı an dudaklarım çözüldü ve derin bir nefes aldım. Özgürlük bir adım ötemdeyken ben bile isteye, kendim bu gönüllü esareti seçmiştim. Şimdilik ruhumda gezinen bir pişmanlık zerresi dahi yoktu ama ileride bugün yaptığım şeyden dolayı pişman olur muydum? İşte orası gerçekten meçhuldü. Üzerimdeki ıslak kıyafetlerden kurtulup Gurur’un benim için çıkardığı tişörtü, eşofmanı ve kamuflaj ceketini giydikten sonra gözlerim paçalarıma kaydı. Eşofman bana hem bol hem de oldukça uzun olmuştu. Gurur’un iki metre bir adam olduğunu düşününce, eşofmanın bana bu kadar büyük olması garip değildi.
Askerlerin ve Muşta’nın oturup ortaklaşa verdiği kararla Gurur ile sahteden de olsa ev arkadaşı olmam gerekiyordu. Hem Cenan’ın bu ilişkiye burnunu daha fazla sokmaması hem de badem gözlerinin üzerinin boyanması için buna mecburduk. Tüm bu olanları, aniden gelişen bu olay dizisini arkadaşlarıma ve en önemlisi şu an evde beni bekleyen babaanneme nasıl anlatacaktım hiçbir fikrim yoktu. Hatta babaannem, arkadaşlarımdan daha kolay kanıp bu duruma genç kız gibi sevinebilirdi ama Çolpan ve Ayça bu kez atacağım en lezzetli yeme bile düşmeyeceklerdi, emindim.
Benim daha güçlü sebeplere ihtiyacım vardı.
O hayatıma kara gölge gibi çöken, öğrenim hayatımın da üzerini o gölgeyle örten avukat bozuntusu kadından bir an önce kurtulmam gerekiyordu. Artık toparlanmam, içinde bulunduğum duruma adapte olup oyunu kurallarına göre oynamam gerekti. Başka seçim şansım yoktu. Hayır, vardı. Gurur bana seçim hakkını ilk kez sunmuştu ve ben seçebileceğim özgürlüğü bir kenara itip bileklerimin içlerini birbirlerine yaslayarak beni tutuklaması için ellerimi ona uzatmıştım.
Islak saçlarımı ceketin yakalarından dışarı doğru serdikten sonra odanın içinde kanı damarlarında kurumuş bir ruh, geçmişten kopamayan bir hayalet gibi ilerlemeye başladım. İçerisi neredeyse boş olduğundan geniş duruyordu. Hemen karşı duvarda duvara yapıştırılmış bir ayna, mini bir bar dolabı vardı. Ağır adımlarla bana tişörtü çıkardığı dolaplara doğru ilerlediğimde dolaplardan birinin üzerinde asılı duran polaroid fotoğrafa baktım.
Fotoğraftaki genç kız, Gurur’un telefonunda fotoğrafını gördüğüm genç kızdı. Eylül Çalıklı, diye iç geçirdim. Abisine son derece benzeyen yüzünü inceledim. Hemen hemen benim yaşlarımda olmalıydı, belki benden biraz küçüktü ama kesinlikle yan yana dursak benden daha büyük gösterirdi. Maskülen bir havası vardı. Fotoğrafta kucağında kendisi kadar bir ayıcıkla kadraja gülümsüyordu. Farkında olmadan gülümseyerek fotoğraftaki genç kıza baktım. Abisinin başına gelenlerin sorumlusu bendim.
O karanlık sokağa çekilen ben değildim, o karanlık sokağa onu çeken bendim.
Göğsüme doldurduğum nefes kalbimi yaktığında, “Üzgünüm,” diye fısıldadım fotoğraftaki genç kıza. “Böyle olmasını istememiştim. Ona zarar gelmesine izin vermeyeceğim. Bir çocuk gibi davranmaktan vazgeçtim.”
Başımı önüme eğdim ve kapıya vuran bir çift elin sesi irkilmeme neden oldu. Ben daha ağzımı açmadan kapı dudaklarımdan önce davranarak açıldı. “Merhaba?” dedi ince ses, üzerinde kırmızı bir yağmurluk, elinde de kapatılmış, sapından kavranmış kırmızı bir şemsiye vardı. Kırmızı yağmurluğun şapkasını indirdiği an açık renk saçlar omuzlarından dışarı salınarak döküldüler ve ela gözler gözlerime saplanıp kaldı. Bu fotoğraftaki kızın ta kendisiydi.
“Ayy!” Gözleri irileşti, bir elini yüzüne götürüp uzun, ince parmaklarını açıp parmaklarından bir yelpaze oluşturarak gözlerini yumdu. “Görmedim.”
“Ha?”
Duraksadı, gözlerini aralayıp parmaklarının yarattığı boşluklardan bana baktı. Kalbimin atışları yavaş olsa da onu görmek nedensiz bir heyecanın içime yayılmasına neden olmuştu. “Sen şeysin, değil mi?”
“Neyim?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Abimin sevgilisi?”
Durup bana baktığında yüzümdeki şaşkınlığı görünce, “O beni sana göstermedi mi?” diye sordu. “Koynumda abi diye yılan beslemiş olma ihtimalim yüzde doksan dokuz nokta dokuz diyebilir miyiz?” Bana doğru bir adım attı. “Ben Eylül.”
Tam karşımda duran kız, abisinin sahte sevgilisi olduğumu bilmediği gibi beni gerçekten abisinin sevgilisi sanıyordu. Gerçek sevgilisi… Gurur’un gerçekten sevgilisi olmak. Bu düşünce bana bin ışık yılı kadar uzak gelse de biraz önce onun dudakları dudaklarımdayken ve her şeyi başlatan benken bu düşüncenin varlığı ya da uzaklığı umurumda dahi değildi.
“Merhaba,” dedim bozuntuya vermemek için. Abisinin bu kadar kısa sürede bir sevgilisi olmasını garipsememesi tuhafıma gitmişti. Sanırım Gurur, Eylül’ü bu duruma alıştırmıştı. Yani bu da demek oluyordu ki Gurur’un sık sık sevgilileri oluyordu. Belki hâlihazırda bir tane vardı bile ama ben bilmiyordum.
“Açıkçası ilk kez abimin bir sevgilisini kanlı canlı görmenin heyecanı var içimde. Pek alışık olduğum bir durum değil.”
Kendi düşüncelerim bana ters düştüğü sırada bir an sadece donup kaldım. Gurur daha önce hiçbir ilişkisini Eylül’e göstererek yaşamamış mıydı? Bakışlarım Eylül’ün merakla beni izleyen ela gözlerinde takılıp kaldı. Gözleri biraz somon, biraz da hakiye kaçık bir elaydı, garip bir rengi vardı ama bakışları onun kimin kardeşi olduğunu ele veriyordu.
Sonuçta ben sahte bir ilişkiydim, Eylül’ün beni bilmesi gerekiyordu, o yüzden Gurur’un gösterdiği ilk kadın olma düşüncesi içimde herhangi bir fırtına yaratmadı. Hem zaten yaratması da gerekmiyordu.
“Saçların ıslak,” dedi Eylül gözlerini kısarak, sonra birdenbire o gözler irice açıldı; ben daha onun düşüncelerine sızamadan gözlerini benden hızlıca kaçırdı: “Bu kadarına da şahit olmasaydım keşke ya.”
“Anlamadım?”
“Saçların ıslak, üzerinde abimin kıyafetleri var ve ben ayı gibi kapıyı asılıp içeri girdim.”
“Ya…” Kelimeyi tamamlayamadan yanaklarımdaki kan gölü baskısını hissedip güçlükle nefes aldım. “Yanlış anladın. Sadece yağmurun altında kaldığım için…”
“Açıklama yaptıkça ikimiz de daha çok utanmaya başlayacağız.” Bana içten bir gülümsemeyle baktı. Eylül her ne kadar soğuk bir güzelliğe sahip olsa da -bunu özellikle fotoğraflarında denk geldiğim bakışlarına istinaden söylüyordum-bana karşı çok ılık ve cana yakındı. “Adını söylemedin.”
“Zeliha,” diye mırıldandım, bana bir anda namlu gibi doğrulttuğu siyah renge boyanmış uzun tırnaklarla süslü kemikli parmaklarına baktım. Yavaşça elini sıktım. Elleri buz gibiydi, ıslaktı ve tüm bunları bir kenara bırakırsak oldukça yumuşaktı.
“Memnun oldum, Zeliha,” dedi, ışıltılı bakışları benden uzaklaşmadı. “Açıkçası seni öğrendiğimde ilk yaşadığım şey büyük bir şok oldu. Ama Yener bazı detaylar verdi ve sanırım abim gibi bir kerkenezi bile kendine âşık edebilecek kadınlar varmış, bunu anladım. Yalan söyleyemeyeceğim, başta senin varlığından pek hoşlanmadım. Açıkçası şu an seni karşımda görmek ön yargılarımı belli ölçüde kırdı. Çok duru, şirin ve güzelsin. Ben daha abartılı, aşırı seksi, çok gıcık birini bekliyordum.”
Yani abisinin hoşlandığı tipler abartılı, seksi tipler miydi? Bakışlarım Eylül’de kaldı. Bir şey söylememem onun durumu daha da yanlış değerlendirmesine neden olmuş olacak ki, “Sana seksi değilsin demedim!” diye söze girdi. “Abimi bilirsin.” Bilmem. “Sadece zevkleri bazen anlaşılamayacak kadar değişken olabiliyor.”
“Takıldığı kadınlar benden daha farklıydı?”
“Ciddi ilişkiler değildi, belki de sadece takılmak için seksi kadınları tercih ediyordur.” Gülümsedi. “Tanrım, bir de sana bak! Çok güzelsin. Şu gözlere ve burna bak! Kesinlikle oyumu senden yana kullanırdım.” Gözlerini üzerimde dolaştırdı. “Keşke benden bir şeyler giyseydin,” dedi. “Bu hâlde şehre inmezsin umarım.”
“Şey, sadece eve gideceğim?”
“Peki… Hemen mi?”
“Sanırım?”
“Üzerimi değiştirip cam bahçeye ineceğim. Gitmeden biraz orada oturmaya ne dersin?”
“Cam bahçe mi?”
Bana garip garip baktı. “Abim seni hiç cam bahçeye indirmedi mi?”
“Hayır?”
“Tüm dağ bir uçurumun kenarındaymışsın gibi ayaklarının altında kalıyor, müthiş bir manzarası var. Orayı mutlaka görmelisin.” Sırtını dönüp çıkışa yürürken bana gülümsedi, yenemediğim şaşkınlıktan dolayı sadece ona baktım ve çok geçmeden Eylül odadan çıkarak beni yalnızlığın kollarında tek başıma bıraktı.
Islak saçlarımı parmaklarımla tarayarak odadan çıkıp karanlığın bastırdığı koridorda ilerlemeye başladım. İleride revir, küçük bir yedek yemekhane, mutfak ve birkaç oda vardı. Odaların kapılarının kapalı olduğunu görmüştüm ve kenarlarında isim yazan camekanlar yoktu. Muhtemelen bu odalar askerlerin kaldığı koğuşlardandı. Paçaları yerde sürüklenen eşofmanımla köşeyi döndüğüm an gözlerim ilk köşedeki kapısı açık duran odanın içine kaydı. Uzun, dar ve muhtemelen ağaçtan yapılmış bir toplantı masasının ucunda oturan Gurur’u gördüm. Yüzü sadece profilinden ibaret gibi duruyordu. Parmaklarının ucunda duran çakmağın taşına basıp alevin yukarı süzülmesine neden oluyor, ateş her söndüğünde Gurur tekrar taşa basarak alevin yeniden can bulmasını sağlıyordu.
“Resmen kabul etmedi, öyle mi?” Bu şaşkınlığın hüküm sürdüğü ses Devran’a aitti. Onu görememiştim çünkü masanın diğer tarafında oturuyor olmalıydı ve o taraf görüş alanımda değildi.
Gurur, çakmağın taşını bir kez daha aşağı doğru asıldı ve alev bir defa daha harlanarak yukarı doğru başını kaldırdı. “Evet,” dedi, sesinde duygular yoktu. Dudaklarımı birbirine bastırdım, kan rengi dudaklarının izi hâlâ dudaklarımdaymış gibi hissettim. İçime ok gibi giren bu his, sanki içime batması yetmezmiş gibi bir yabancının ucunu tutup çevirmesiyle içimi deşmişti. “Açıkçası ona bunu teklif ettiğimde, arkasını bakmadan kaçmasını beklemiştim. En başından beri istediğinin bu olduğunu düşünüyordum.”
Bir adım geri çekilerek koridorun puslu karanlığına gizlendim. Birilerinin konuşmalarına kulak misafiri olmak gibi huylarım yoktu ama söz konusu bensem, bunu duymak istemem gayet normaldi. Tırnaklarımı avuç içlerime hilâl desenler bırakacak şekilde derime gömüp gözlerimi zemine indirdim. Zemin yeni paspaslanmış gibiydi; tıpkı koyu renk bir ayna gibi parlıyor ve yüzümün yansımasını giyinmiş bana bakıyordu.
“Açıkçası ben de kaçmasını beklerdim, çok şaşırttı beni. O kadar çok korkmuş gibi görünüyordu ki, dürüst olmak gerekirse ben bizi enseletecek olan kişinin o olacağını düşünüyordum.” Devran’ın kelimelerinde duygular yoktu, morali bozukmuş gibi hissiz bir tınıyla söylemişti tüm bunları. “Bunu yapsaydı da ona kızamazdık bence, Zincir,” dedi Zincir’i vurguluyormuş gibi. “Kız bizim gibi bir şeyleri görmeye alışkın değil. Hayatında kanı bile kurban kesilirken görmüş, muhtemelen o esnada da bayılmıştır.”
Gurur, bir süre cevap vermedi.
Beni bu kadar güçsüz görmeleri her ne kadar gururumu incitse de haklı oldukları gerçeğini yok saymam mümkün değildi. Devran, kurduğu her cümlenin sonuna koyduğu noktada bana haklılığını bir defa daha ispatlamış oluyordu.
“Gitmesi gerekirdi,” dedi Gurur, düşünceli sesi kafamı kaldırıp karanlık yansımamdan çektiğim gözlerimi ona çevirmeme neden oldu. Çakmağın taşına bastırıp durmaktan parmağındaki deri içeri göçmüş olmalıydı. Bir defa daha çakmak taşına bastırdı ve alev yukarı doğru bir dalga gibi kabarırken, “Aptal olduğunu fark etmiştim ama bu kadar aptal olacağı aklımın ucundan dahi geçmezdi,” diye mırıldandı.
Yutkundum. Hakareti boğazımdan aşağı geçerken kalbimi acıtmadı, ruhumda da izler bırakmadı çünkü bu hakaret onun dudaklarından aslında bir minnete dayanarak dökülmüş gibiydi. Bana minnet duyma ihtimali var demiyordum, sadece böyle bir histi.
“Peki ne yapacaksınız?”
“Ben neyse de kızı o akbaba Cenan’dan korumam gerek,” dedi Gurur. Onun benim için kendini ortaya atışına daha fazla şahit olmak istemeden yavaşça içeri girdim. İkisinin de gözleri hızla bana çevrildi. Devran her zamanki gibi duygularından arınmış gözlerle bana bakıyorken, Gurur’un bakışları daha temkinliydi. Ne hissettiğimi görmek istiyormuş gibi büyük bir dikkatle bana bakıyordu.
Saçımı kulağımın arkasına iterken, “Eylül geldi,” dedim ve Gurur’un yüzündeki renk aniden çekildi. “Beni seni odanda gördü.”
“Ee?”
“Konuştuk, iyi biri.” Durup ona baktım. “Beni söylemişsin.” Tüm bunları duygularım saklandığı yerde hiç olmamışlar gibi rahatça söylemem kafasını karıştırmış gibi dursa da şu an düşüncelerinin rotası Eylül’e dönmüştü, biliyordum.
“Evet, Eylül inanırsa herkes inanır.” Çakmağı ağaçtan yapılma masanın üzerine bırakıp derin bir nefes aldı. “Sana bir şeyler sordu mu?”
“Hayır.”
“Bu iyi,” dedi, rahatlamış gibi görünüyordu.
“Ama beni cam bahçeye davet etti.”
“Hassiktir, bu kötü,” diyerek ayağa kalkınca bir adım geri çekilip ona irileşmiş kahverengi gözlerimle baktım. “Bir ton soru soracak.”
“Uydururum bir şeyler,” dedim soğukkanlılıkla. Cevabım Gurur’un şaşkına dönmesine neden olurken sakin gözlerim yere devrildi. Hissettiklerim bir düğüm gibiydi. Bu düğümü ben bile çözemiyorken, Gurur’dan çözmesini beklemek saçmalık olurdu.
Yine de anlaşılmaya ihtiyacım vardı. Birinin elini omzuma koymasına, omzuma gücünü avucunun içinden akıtıyormuş gibi yavaşça sıkarak beni teselli etmesine… Ama artık her şeyin farkındaydım. Bu işte yalnız değildim ve tek düşünmem gereken kendim değildim. Kabul edeyim ya da etmeyeyim, Gurur beni düşünüyordu. Bir çocukken, babamın serçe parmağı tüm parmaklarımı sarabileceğim kadar büyüktü; güvenle attığım o adımları özlüyordum. Şimdi ayaklarım bedenimi taşıyabilecek kadar güçlüydü ama bir sonraki adımı atacak kadar güvenim yoktu.
Gurur’un şaşkınlığın mürekkep gibi bulaşarak genişlediği gözlerinin bende olduğunu biliyordum. Muhtemelen bugün bende gördüğü hiçbir davranışı, görmeyi ne hayal etmiş ne de ummuştu. Bir bataklığın içinde yüzmeyi öğrenmiştim. Bu bataklık beni gitgide daha da derine çekiyor, attığım her kulaçta kıyıya biraz daha yaklaşıyor ama aslında her kulacın sonunda biraz daha dibe gömülüyordum. Yine de ilerliyormuşum gibi hissetmek, boğuluyor olmaya değerdi.
“Eylül öylece kandırabileceğin biri değil, Dağ Gelinciği,” dedi Gurur, bana koyduğu isme kafamı kaldırıp gözlerime süzülmüş dalgın ifadelerle karşılık verdiğimde, bakışları gözlerimden koparak kapıya kaydı. “Benimle gel.”
“Çok vaktim yok,” diye fısıldadım ama bu aslında onunla gideceğim anlamına geliyordu. Cam bahçe dedikleri yere gidecek, ilk kez gerçek bir yalancı gibi oyunumu sergileyecektim.
“Uzun sürmemesini sağlarım.” Yanımdan geçip giderken dudaklarının döktüğü kelimeler bunlardı. Gurur odadan çıktığı an Devran’a baktım; yüzünde mezar kadar ıssız bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Devran’ın bana acıdığını düşünmüştüm ama aslında biliyordum, bu düşünceden fazlasıydı; Devran bana acıyordu.
Tam sırtımı dönüp odadan çıkacakken, Devran, “Zeliha,” dedi ve adımı duymamla sesi adımlarımın önünü bıçaklarla kesmiş oldu. Omzumun üzerinden Devran’a baktım. Elleri bir yumruk şeklinde masanın üzerinde duruyordu, bakışlarını da masaya indirmişti ama ona baktığım an o da kafasını kaldırıp bana baktı. “Sağ ol.”
“Ne için?”
“Düşündüğümden daha sağlam çıktığın için,” diye mırıldandı, sesi zihnimde ilerleyip düşüncelerimin arasına yerleşti. Devran, bana belli belirsiz bir gülümsemeyle baktıktan sonra gözlerini yeniden masaya indirdi. “Biricik konusunda ağzın sıkı olduğu için de sağ ol.”
Gözlerimi anlayışla kısıp, “Önemi yok,” dedim. Odadan çıkarak çoktan koridorun diğer sapağına girmiş Gurur’a yetişmek için adımlarımı hızlandırdım ama paçalarım yere sürüklendiği için sağlam adımlar atması zordu. Bir ara tökezleyecek gibi olduğumda Gurur durdu, omzunun üzerinden arkaya doğru baktı. Duvara tutunduğumu görünce saçlarından bir tık daha koyu renk olan biçimli kaşları çatıldı.
“Un çuvalı gibi duvarlara çarpa çarpa mı yürüyorsun sen?”
Çatık kaşlarla, “Farkında mısın sen iki metresin, Allah seni yaratırken bütün, beni çeyreğin olarak yaratmış. Bu koca eşofmanın içinde etrafa çarpmam normal değil mi ya?” diye sordum. Sanki yarım saat önce tüm yaşananlar hiç yaşanmamış gibi normale dönmemiz, göğsümdeki huzursuzluğu biraz olsun kırmayı başarmıştı. Gurur derin bir nefes alarak bana doğru dönünce bir an kasıldım, karanlık koridorda onun gölgesi üzerime devrilmişti ve arkasında kalan cam duvardan sızan gri ışık sırtına vurduğu için yüzü birdenbire gölgelerden ibaret olmuştu.
“Akılsız,” dedi birden, sesi bir bedenden ayrılan ruh gibi dudaklarından ayrılıp, bedenimi çemberi altına aldığında durup ona baktım. Bana iyice yaklaşıp, yüzüme doğru eğilerek nabzımın damarlarımı yarmasına neden oldu. Dudakları dudaklarıma çok yakın bir mesafede duruyorken, “Çekip beni öpmeyi biliyorsun ama eğilip paça katlamak nedir bilmiyor musun?” Sesinin rüzgârı yüzümü yakmış, ben daha söylediğinin şokunu atlatamamışken Gurur önümde dizlerinin üzerine çökerek bana oldukça uzun gelen eşofmanının paçalarını katlamaya başlamıştı.
Hissettiğim şok duygusuyla kafamı aşağı eğip ona bakakaldım. İki paçayı da özenli bir şekilde katladıktan sonra kafasını kaldırıp bana baktı. “Şimdi un çuvalı gibi etrafa çarpmazsın,” diye fısıldadı. “Akılsız.”
Ona dikkatli gözlerle baktığımda, gözlerine çökmüş sakinlikle karşı karşıya kalma fırsatım oldu. Uzun, kıvrımlı ve saçları ile gözlerinin aksine koyu renk olan kirpiklerini gözlerinin üzerine indirip bakışlarını benden gizleyerek çöktüğü yerden yavaşça doğrularak kalktı. Sırtını bana dönüp önümde yürümeye başladığında gözleriyle yeniden karşılaşamamak bana tuhaf bir his aşılamıştı.
“Eylül, romantik hikâyelerden hoşlanmaz,” dedi. “Soğuktur, insanlarla arasında hep mesafe vardır, buna aldırış etme.”
“Ne?” Aklım karışmış hâlde sırtını izlerken yürümeye devam ediyordum. “İyi de bana hiç öyle davranmadı.”
Onu göremesem de kaşlarını kaldırdığını hissettim. “Nasıl davrandı?”
“Cana yakın ve samimiydi, hatta heyecanlı görünüyordu,” dedim ikilemde kalmış gibi.
“O zaman sende farklı bir şeyler görmüş olmalı.”
“Ne?”
“Hiç,” dedi sadece. Cam duvarın önünden geçerek tamamen koyu renge bürünmüş bir başka koridora girdik ve dar koridorda yan yana yürümeye başladık. İleride bir asansör kapısı vardı, kat sayılarının yazması gereken kutucuğun içinde bir aslan sembolü vardı. Asansörün önüne geldiğimiz anda Gurur parmağını otomatik sensöre bastırdı ve aslan sembolünün içinden kızıl ışıklar yayıldı. Asansör otomatik bir sesle iki yana doğru açılınca önce aslan sembolüne, sonra dört yanı aynalarla kaplı asansörün içine baktım. Gurur asansöre bindi, ben de arkasından bindim ve tekrar düğmeye basıp kat sayısını girmeden gözlerini ileriye dikti. Asansörün ikiye ayrılan kapısı birbirine kavuştu; asansör sarsılınca sırtımı aynaya yaslayıp bakışlarımı profiline çevirdim.
“Aslan sembolü neden?” diye sordum içime sinen o duyguyu kovma içgüdüsüyle.
Sorum onu şaşırtmamış gibi tok bir sesle, “Dağların aslanı komando,” dedi sadece.
Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı salladım.
Omuzlarımız aynı hizada değildi, bu yüzden benim omzum onun dirseğine değiyordu. Temasımız kalbimin atışlarının ağırlaşmasına neden olmuştu. Sanki ortamdaki hava, hissettiğim basınçtan dolayı birden çekilivermiş gibiydi. Asansörün durmasıyla kapı tekrar açıldı ve bir alt katta olduğumuzu fark ettim. Oysa bu tesisin tek kat olduğunu düşünmüştüm.
Bizi ilk karşılayan geniş, kademsiz renklerle melankolik bir görünüm kazanmış olan kısa koridor oldu. Koridorun sonunda cam duvarlar ve ortasında cam bir kapı vardı. Ağır adımlarla koridoru aşıp cam kapıdan geçtik. Birdenbire kendimi dört yanı ve tavanı da dahil olmak üzere tamamen camdan oluşan bir botanik bahçede buldum.
Bahçede yüzlerce çeşit bitki vardı, Isparta gülleri ise camdan duvarları sarmaşıklar gibi sarmıştı. Gül sarmaşıklarının arasındaki led ışıklar yanmıyordu ama ortam biraz daha kararırsa kullanacakları kesindi. Ortada, bahçenin kalbindeki boşlukta koca bir kartal amblemi dikkatimi çekmişti. Bir yuvarlağın içine alınmış kartalın keskin bakışları sanki yüzümdeydi. Gözlerimi botanik bahçenin diğer ucuna çevirdiğimde, beyaz demirden sandalyeler ve masanın olduğu oturma alanını gördüm. Burası askeri bir tesise ait değil gibi güzel ve ferah görünüyordu.
Aslında genel olarak bu askeri tesisi bir uzay üssüne benzetiyordum.
Gözlerim cam duvarlara kaydı, gerçekten de Eylül’ün dediği gibi uçurumun kenarındaydık sanki. Engebeli dağlar, ağaçlar, kurak kalmış kısımlar ve yüksekten düşüyormuşuz hissi yaratan görüntülerin tamamı ayaklarımın altında gibiydi. Gurur şaşkınlığımı yenmem için bana zaman tanımıştı. Adımlarının botanik bahçeye düştüğü ânı, hâlâ var olan bir şaşkınlık dalgasıyla izledim. Kafamı kaldırıp tavana bakınca, iri iri düşen yağmur damlaları her an yüzüme düşecekmiş gibi gözlerimi sıkıca yumdum. Gözlerimi tekrar açtığımda yüzüm kuruydu. Yağmur sanki içeriye yağıyordu ama asla ıslanmıyorduk.
“Kanun kaçakçısı, şaşkınlığın bittiyse bu taraftan,” dedi Gurur, alay sesine bir yılanın kaygan derisi gibi dolanmıştı yeniden. Ona doğru yürürken etrafı incelemeye devam ediyordum. Burası gerçekten cennet gibiydi.
“Burası da ne böyle?”
Gurur, beyaz sandalyelerden birine oturup uzun bacağının birini diğerinin üzerine atarak gözlerini camdan dışarıya, manzaraya çevirdi. Sandalyeye sığmış olmasına şaşırarak ben de karşısındaki sandalyeye oturup son derece ferah görünen manzaraya çevirdim gözlerimi.
Aramızda hâlâ konuşulmamış şeyler vardı; belki hiç konuşulmayacak, belki her fırsatta o konuya girilecek ama konuşma yarım kalacaktı. Onu öpmüş olmam çok normalmiş, hep yaptığımız bir şeymiş gibi sessizce oturmuş manzarayı izliyorduk. Oysa ateşinin bizi arzuladığını bildiğim cehennem, hemen dışarıdaydı ve bizi yutacağı günü bekliyordu.
“Sevdin mi?” diye sordu, sesi yorgun geliyordu.
“Çok güzel yer. Huzurlu.”
“Bu aralar tam da ihtiyacın olan şey, değil mi Zerda?”
Bana bu isimle seslenmesi beni duraksattı.
“Huzur mu?” Başımı salladım. “Evet. Senin olmuyor mu?”
“Huzura ihtiyacım mı?”
“Evet,” dedim meraklı gözlerimi ona çevirip, buz sıcağı rengindeki gözlerine bakarak. “Huzura.”
“Sen varsın,” dedi bir anda. Sanki bu iki kelimeden oluşan cümle bir bıçaktı ve ellerinde tuttuğu o bıçağı hiç düşünmeden kalbime batırmıştı.
Beni bunun tam aksine inandırması, buna inandırmasından daha kolay olurdu. Bakışlarım onda saplı kaldığında, yüzümü geceye çevirmişim ve tüm bu aydınlığa rağmen yıldızlar tenimde sönmeye başlamış gibi hissettim.
Gözlerinde belirsiz bir duyguyla, “Benim değil,” diye açıkladı. “Mert’in düşüncesi buydu.”
Bir rüzgâr seli göğsüme akın ederken susup gözlerini dinlemeye karar verdim. Buz sıcağı gözleri başta her şeyden uzaktı; anlamlardan, benden, içinde bulunduğumuz durumdan… Daha sonra hissettikleri, bir dalganın okyanusta yükseldiği gibi yükselip gözlerinde belirerek açığa çıktı. Bakışlarının rüzgârından ellerimi bedenime sararak korunmak istedim.
“Zerda ve Mert hâlâ burada mı?” diye sorduğumda dirseğimi masaya yaslamış, yüzümü avucumun içine yerleştirmiştim. Düşünceli gözlerimde her ne gördüyse başta sessiz kalmasına neden olan bu şey, daha sonra onu konuşturan şeye dönüşmüştü.
“Hiç gitmiyorlar. Gittiklerini mi düşünüyorsun?”
İfadesiz tuttuğu sesinin aksine gözleri ilk kez kelimeleri kirpiklerine bulaştırıyordu. Kafamın içinde sakladığım ne varsa gözlerimin kıyısına vurmuş, kirpiklerimden onun önüne dökülmüştü sanki. Belki de bu an birbirimizi tanıdığımız o kısa süre içerisinde ilk kez çıplak kaldığımız anlardan biriydi.
Bir bombanın ucundaki fitili ateşe veren yine onun kelimeleri oldu.
“Tam şu an bana öyle bir bak ki, yalan bile olsa senin beni sevdiğine inanayım. Beni, beni sevdiğine inandır.”
Derin bir nefes aldıktan hemen sonra, “Neden bunu yapmamı istiyorsun?” diye sordum.
“Çünkü senin beni sevdiğine inanırsam, herkes senin beni sevdiğine inanır.” Kirpik diplerinde söylenmedik sözler vardı, biliyordum ama ona bunları soracak değildim. Hoş, sormuş olsam bile Gurur Mert Çalıklı bana o cümleleri vermezdi.
Derin bir iç çektim, gözlerini yavaşça kırptı ve geri açtı. İki elimi de masanın üzerine koyup kollarımı masaya doğru uzattığımda gövdem masaya yaslandı. Gurur ne yapmaya çalıştığımı anlamak için tüm dikkatini bana vermişti ama güzel yüzünde var olan sakinlik, bunun tersini söylüyordu. Yine de dikkatinin bende olduğunu biliyordum. Ve o da benim bunu bildiğimi biliyordu.
Ojeli parmaklarımı yavaşça oynattığım an Gurur’un yüzüme dokunan bakışları ellerime kaydı. Hisler, damarlarımda hızla ilerliyor ve kalbim sanki tüm o hislerin kölesiymiş gibi onlar uğruna çarpıyordu.
“Bana ellerini uzatmayacak mısın?” diye sordum kısık, ellerine muhtaçmışım gibi hissettiren kırgın bir sesle. Gurur başta ne yaptığımı anlamlandıramıyormuş gibi tek kaşını kaldırıp bana kuşku dolu bir bakış atsa da sonunda gözleri yine ellerime kaydı. “Sana çok ihtiyacım olduğunu, sen olmazsan güvende olmayacağımı biliyorsun ve bana ellerini uzatmıyor musun?” Kısık sesimden dökülen cümleler bir gerçeğin akan kanı gibi zamana yayılmaya başladığında, Gurur’un buz sıcağı gözlerinde ilerleyen akrep ve yelkovan, birbirine her dokunuşunda küle dönüyordu.
Ellerini birdenbire masanın üzerine koyup ellerimin üzerlerini büyük parmakları ve sıcak avucuyla kapatınca göz bebeklerimin gözlerimin içinde bir nokta kadar küçüldüğünü hissettim. Sanki doğrudan güneşe bakıyordum ve ışık, göz bebeklerimin siyah kuyusunu daraltarak yok ediyordu.
“Ne zaman ellerimi istesen, ellerim burada, senin ellerinin üzerinde olacak, Zerda,” dedi Gurur tam gözlerimin dibine bakarak. Nefesim boğazımın derinliklerinden su gibi akıp göğsüme dolduğunda başta tutarsız bir gülümseme dudaklarımdaki yerini aldı, ardından karmaşayla yavaşça yutkundum. “Gölgem üzerine düştüğünde, güneş bile seni saklandığın yerde bulamayacak.”
“Gölgene ihtiyacım var,” dedim doğrudan gözlerinin içine bakarken. “Ve ellerine.”
“Sana ihtiyacım var,” dedi masaya doğru eğilip, yüzlerimizi birbirine yakın hâle getirerek. “Ve bu ihtiyaç hiç dinmeyecek.”
“Hadi be!” dedi biri. “Şakasınız şu an!”
Gurur ile aynı anda birbirimize yavaşça gülümseyerek ellerimizi birbirinden ayırmadan sesin geldiği yöne baktık. Eylül, üzerinde beyaz bir eşofman takımı, elinde beyaz bir kahve kupasıyla ağzı beş karış açık kalmış bize bakıyordu. Bizim amacımız zaten başından beri buydu. Kalbimi yakan tüm o cümlelerin, bakışların, bana hissettirdiklerinin ve muhtemelen ona anlık da olsa hissettirdiklerimin tek sebebi buydu. Eylül.
“Ben sana demedim mi çita?” diyerek arkasından giren Yener, kırmızı elmasından büyük bir ısırık kopardı. “Abin ve yengem sevişiyorlar.”
“Zevzek,” diye söylendi Gurur, ellerim hâlâ onun ellerinin altındayken ve tüm söyledikleri birer gerçekmiş gibi damarlarımda turluyorken.
“Efendim erkeğim, bana mı seslendin?” diye sordu Yener sırıtırken ağzındaki tüm elma parçacıklarını bize sergileyerek. Yüzümü buruşturarak bakışlarımı Gurur’a çevirdim.
“Kardeşimin yanında sevişmeli sokuşmalı konuşma, seni kendi ellerinle döverim.”
“Kendi ellerimle mi? Nasıl yani?”
“Bildiğin, kolunu tutup tutup kendine vurdururum,” dedi Gurur düz bir sesle.
“Bak bu çok acayip bir dayak atma şekli ama eğer dayak yiyecek kişi ben olmasam kesinlikle çok orijinal bulduğum için seni tebrik ederdim.” Yener, elmasından bir ısırık daha alıp Eylül’e baktı. “Aa kafandaki sana bir milyoncudan aldığım toka değil mi?”
Eylül atkuyruğunu düzeltip, “Ha? Evet o,” dedi ve birden çok normal gibi görünen ama anormal bir sohbete başladılar.
“Sizin bölümde bir kız vardı, kızıl saçlı, adı neydi onun ya?”
“Eslem mi?”
“Eslem mi?” diye sorusuna soruyla karşılık verdi Yener, birbirlerine doğru dönüp kollarını göğüslerinin üzerinde bağlamışlardı. Ara sıra Yener elmasını havaya kaldırıp ısırıyor, kollarını tekrar bağlıyordu.
“İlayda da olabilir,” dedi Eylül.
“İlayda da olur tabii, neden olmasın?”
“Hangisi?”
“İkisi de?”
“Birini sormadın mı?”
“Yok, ben kızıl saçlı olanı sordum.”
“İkisi de kızıl saçlı Yener abi.”
“Tamam, ikisi de olur.”
“Lan ne biçim konuşuyorsun kardeşimle?” diye homurdandı Gurur.
“Sana ne lan, o benim de kardeşim,” dedi Yener ve istifini bozmadan Eylül’e döndü. “En at hangisi? Mesela diyelim at yarışı var, Eslem ve İlayda da at, hangisini oynarsam birinci gelir?”
“Ha?”
“Kızım şimdi at işte diyelim bunlar, hani seni üç sene önce gizlice götürdüğüm yarışlar var ya, oradaki atlar gibi. Oynadık şimdi. Bir isim sordum sana. Sen hangisini söylerdin birinci gelecek düşüncesiyle?”
“Abi onlar benim arkadaşlarım.”
“Tamam, arkadaşların ama şimdilik atlarmış gibi düşünelim, Eylül?”
“Abi neden arkadaşlarımı at olarak düşünüyoruz?”
“Bir saniye,” dedi Gurur ellerini çekip kalkarken. Birden Yener’i tişörtünün yakasından tutup arkaya doğru çekince, Yener’in yakası boğazına yılan gibi sarıldı ve Yener ağzındaki elmaları dışarı tükürürken boğulur gibi bir ses çıkardı.
“Sen ne dedin?” diye sordu Gurur, Yener’i çekerken.
“Ni dimişim?”
“Düzgün konuş.”
“Bığazımı sıkıyoğusun.”
Gurur, gözlerini kısıp Yener’i bıraktı. “Nereye götürdün kardeşimi?”
“Nereye götürmüşüm kardeşini? Götürmedim ben bir yere kardeşini.”
“Sahtekârlık yapma, duydum, at yarışı dedin.”
“Altılı ganyan oynattı bana,” dedi Eylül birden. Yener’in gözleri iri iri açılırken birden Eylül’e doğru döndü.
“Öyle mi olduk şimdi, Eylül?”
“Abime yalan söyleyemem…”
“İyi o zaman, Furkan’ı da anlat abine o zaman.”
Gurur, “Ne?” diye sorunca Eylül iri gözlerle Yener’e baktı.
“Atın ismi Furkan’dı abi!”
“Gurur, bence bu kız senin değil, benim kardeşim,” dedi Yener şüpheyle Eylül’e bakarken.
Bir süre Gurur ile Yener’in çekişmesini izledik, sonunda ortalık durulduğunda, Eylül biraz önce Gurur’un oturduğu sandalyede, tam karşımda oturuyordu. Bana sorular sormasını bekledim, ilişkimizin nasıl başladığı, önce kimin açıldığı, nasıl tanıştığımız hakkında… Ama Eylül biraz önceki manzarayı gördüğünde almak istediği her cevaba sahip olmuş gibi rahatça karşımda otururken soru sormuyordu.
“Sen de Süleyman Demirel’de okuyormuşsun,” dedi Eylül, bakışlarımı ona çevirdiğimde sanki yüzüm ona değil de aydınlığa çevrilmişti. Çok güzel bir kızdı.
“Evet,” dedim onayımı belirtmek için başımı aşağı yukarı sallarken. Eylül’ün bakışları damarlarımda ilerleyen kan gibi yüzümde ilerledi, bir süre tepkisiz kaldı ama sonra başını sallayarak konuşmaya başladı.
“Süleyman Demirel epey büyük, seni görmemem normal sanırım. Bölümün nedir?”
“Hukuk okuyorum,” dedim ve inandırıcı olmak için omzumun üzerinden Gurur’a baktım. “Kıza ismimi bile söylememişsin, bu gözümden kaçmadı.”
Eylül sırıttı. “Oku canına onun.”
“Öyle mi olduk şimdi, Eylül Hanım?” diye sordu Gurur. “Ayrıca şu Furkan işini de araştırmayacağımı sanma.”
Eylül, gözlerini kaçırıp tekrar bana baktı. “Seni sorularımla sıkmak istemiyorum ama tanımak da istiyorum,” dedi, Gurur’un şaşkın bakışlarını profilimde hissedebildim ama doğrudan Eylül’e baktığımdan o bakışlara karşılık veremedim. Sanki Gurur bile kardeşinin bu denli cana yakın olmasını anlamlandıramıyordu. Ben fotoğraflarında bile soğuk, buzu anımsatan bir kız görmüştüm ama karşımdaki kız, buzdan güzelliğine rağmen sıcak bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
“İstersen hafta sonu buluşabiliriz,” dedim cesaretimi toplayarak. Her ne kadar cesaretimi toplamak zor olsa da bu cümleyi kurduğumda kendimden son derece emin bir imaj çizdiğimi biliyordum. Gurur’un bana bunun pek de iyi bir fikir olmadığını düşünür gibi baktığına emindim ama bu fikir Eylül’ün gözlerini parlatmıştı.
“Alışveriş yaparız,” dedi Eylül, sonra Gurur’a baktı. “Abimin kartıyla.”
“Yok ya?” Gurur, alayla güldü. “Sana kartımı vereceğime kumarda masaya arabamın anahtarlarını koyarım.”
“Görüyor musun? Bana her zaman üvey kardeş muamelesi yapıyor,” diye homurdandı Eylül. “Artık seni şikâyet edebileceğim biri var, yandığını söylemek isterim, Gurur Mert Çalıklı.”
Gurur, alayla soludu. “Ne? Haftalığın sana yetiyor ve daha fazlasına gerek yok mu? Olur, uyar bana.”
“Abi bilmiyor musun seni ne çok sevdiğimi ve de sana şaka yaptığımı…” Oturduğu yerden kollarını açtı. “Seni Cesur’dan beş kat daha çok seviyorum…”
“Cesur’u tırtıklarken aynısını ona da diyor musun?..” Gurur sırıtarak sormuştu bu soruyu.
“Üzerime iyilik sağlık, bir de iftiraya maruz kaldım şu an?” Eylül, sahteden küsmüş gibi yaparak bana doğru döndü. “Ne tarafta oturuyorsun?”
“Bağlar,” dedim. “Sen hep burada mı kalıyorsun?”
“Hayır, Modernevler’deyim, Cesur ile orada kalıyoruz. Cesur’u biliyorsundur muhtemelen.”
“Diğer kardeş,” dedim başımı sallayarak.
“Evet, ortancamız.” Masanın üzerine bıraktığı kahve kupasını önüne çekerek bir yudum aldı. “Ama burada kaldığım da oluyor, burada da odam var. Muşta kalmama izin veriyor.”
Eylül ile muhabbetim saçlarım kuruyuncaya dek sürmüştü. Beklediğimden daha ılımlı tepkileri olduğunu görmek başta bana şaşkınlık aşılasa da sonradan alışmıştım. Bana karşı düşmanca değil arkadaşça yaklaşması işimi kolaylaştırırdı çünkü bir de abisinin sevilmeyen sevgilisi olarak onun saldırılarıyla uğraşmaya pek mecalim olduğu söylenemezdi.
Tesisten çıktığımızda karanlık neredeyse çökmüş, yağmur dinmiş ve rüzgâr sadece dağların anlayabileceği dilde bir ağıt yakmaya başlamıştı. Gurur’un büyük cipinin önüne kadar sessizce yürüdük, ikimiz de konuşmamıştık ama bu yadırgayacağım bir şey değildi. Arabasının kapısını açıp ön yolcu koltuğuna binerek kapıyı kapattığımda, Gurur beklenmedik bir şekilde kendi tarafına değil, benim tarafıma dolandı ve kapıyı açtı. Kapının açılmasıyla kesilen rüzgârın darbeleri bir defa daha içeri akarak bedenimi sardı. Kafamı kaldırıp Gurur’a anlaşılması güç bir bakış attım.
“Eylül’e karşı anlayışlı olduğun için sağ ol,” dedi. “Normalde çok soğuk bir kız çocuğudur, insanlarla iletişimi kopuktur. Arkadaşlarım dışında kimseyle böyle samimi konuştuğunu görmemiştim.”
“Açıkçası bu durum beni de şaşırttı,” dedim kafamı kaldırmış Gurur’a bakarken. “Fotoğraflarından bile soğuk biri olduğu anlaşılıyordu.”
Başta fotoğraflarını nereden gördüğümü sorgulayacak gibi olsa da sonunda bundan vazgeçip başını salladı. “Onun seni bilmesi daha iyi,” dedi. “Çevremizde ne kadar insan bizi bilirse, o kadar gerçekçi görünür.”
Biz diye bir şey yoktu. O da biliyordu. Cümlelerin içine yan yana yerleşen iki insanken, aslında birbirini hiç tanımayan iki yabancıydık biz. Biz değildik, ikimizdik.
“Onu buna kolay inandırmışsın.”
“Onu buna inandırmak hiç kolay değildi,” dedi, ona kaşlarımı çatarak baktığımda sadece omuz silkip kapıyı kapatarak aracın önünden dolaştı. Direksiyonun başına geçtiğinde yine sessizlik kendini göstermişti. Karanlık aracın içinde öylece boşluğu izlediğim sırada yüzümde hangi duygunun izleri var olmuştu bilmiyordum; tek hissettiğim kalbimi bile içine alıp bana göğsümün altındaki ritim canavarının yerini sorgulatan bir boşluktu.
Cip hiç zorlanmadan dağlık alandan çıkarak dağın dar, engebeli yolunda ilerlemeye başladığında, Gurur direksiyonun hemen yanındaki Bluetooth araç kitine uzandı. Telefonundan seçtiği şarkı aracın içine yayılıp yavaşça rengini vermeye başladığında, kendi tarafımdaki camı yavaşça aşağı indirdim ve rüzgâr sağ kulağımı uğuldatarak esmeye, kuruyan saçlarımı uçurmaya başladı. Canozan’dan Öyle Kolay Âşık Olmam isimli parçanın melodisini duyar duymaz o saniye şarkıyı tanımıştım.
Akrep ve yelkovan, ikimizi içinde tutan ânın damarlarından taşarak cildine akan kanı silen yabancı eller gibi, devamlı olarak zamanın yaralarını iyileştirmeye çalışıyordu. Çıkmaz bir yola girdiğimizde, Gurur geri geri gidip direksiyonu ustaca kırdı ve sert bir u dönüşüyle birlikte farklı bir yola girdik. Şarkının sözleri zihnime serilirken bakışlarım yavaşça Gurur’un profiline kaydı. Belli aralıklarla kan rengi dudaklarını yalayarak ıslatıyor, gözlerini yoldan çekmeden parmak uçlarını direksiyona vurarak şarkının ritmine ortak oluyordu.
“Bu şarkıyı seviyorsun herhâlde,” dedim, bugünün gündeminden uzaklaşmamız gerekiyordu ama onun bir şey yapacak hâli yok gibiydi. Bu yüzden tüm baskıyı kendi etrafımda hissetsem de bu kez sohbeti başlatan kişi ben olmalıydım.
“Evet,” dedi sadece, bana değil, yola bakıyordu. Birkaç yağmur damlası arka arkaya ön cama düşünce Gurur gözlerini kıstı. Silecekler otomatik bir ses eşliğinde ayaklanarak ön camdaki yağmur damlalarını silmeye başladı.
Cip Isparta’nın içine girdiğinde şarkı çoktan bitmiş, yerini daha önce hiç dinlemediğim başka bir şarkı almıştı ama kendimi şarkının sözlerine dahi veremiyordum. Bir sonraki adımımızı planlayıp durduğum için zihnim allak bullaktı; bu kadar karmaşa varken doğru kararlar veremeyeceğimi de biliyordum. Yanlış kararlardan biri, hiç beklemediği anda adamın dudaklarına yapışmamdı, daha önce olsa, tüm bunlar yaşanmamış varsayılsa ve karşımdaki adam hoşlandığım adam bile olsa bunu yapabilecek cesareti kendimde bulamazdım. Oysa o an onu öperken düşünceler ve cesaret bir köşede birbirlerini izliyorlardı; dudaklarımsa çıkardığı savaşın galibi olmak ister gibi ısrarla onun dudaklarına hücum ediyordu.
“Anneannen mi gelmişti?”
Sorusu irkilmeme neden oldu, o sorusunu zihnime bırakana dek dalıp gittiğimi fark etmemiştim bile. “Babaannem,” diye düzelttim yavaşça.
“Şu an evde mi?”
“Evet,” diye fısıldadım.
“Onunla tanışmak istiyorum,” dedi. Verebileceğim tüm cevaplar dilimin üzerinden kayıp damaklarıma yapıştı; sustum. Gurur, omzunun üzerinden bana bakıp, “Olur mu?” diye sordu.
“Hemen şimdi mi?”
“Birdenbire biriyle aynı eve çıkacağını duyunca kadıncağızın kalbine inebilir,” dediğinde dondum ama bunu zaten biliyordum, o yüzden aşırı bir tepki vermektense düşünceleri tek bir hizaya sokarak onu dinlemeye karar verdim. “Beni tanıması onun açısından daha iyi. Kendimi sevdiririm. Tüm kadınlar beni sever.”
“Babaannem bildiğin yaşlı kadınlara benzemez,” diye fısıldadım, aslında bunu öylesine söylememiştim. Gerçekten öyleydi. Babaannem yaşıtlarına göre hem hayat dolu hem de kafası daha farklı çalışan bir kadındı. Kore müzikleri dinler, idolleri takip eder, gününün tamamını aşk kitaplarını okuyarak geçirirdi. Bir de çiçekleri vardı… Parmaklarını gömdüğü topraktan cennetler doğardı. Tabii yaşıtlarından daha farklı giyinmesinden bahsetmiyordum bile…
“Senin gibi birinin babaannesinin normal biri olmasını beklemiyorum zaten,” dedi takılır gibi. Şunu fark etmiştim ki, benimle alay ederken bile sesi keyfi yerinde değilmiş gibi çıkıyordu.
Üniversiteyi arkamızda bırakmış, şehrin içinde ilerlemeye başlamıştık. Trafik yok denecek kadar azdı, yağan yağmurun etkisiyle buğulanan ışıklar cehennemi yeryüzüne yaymışlar gibi her yerin kıpkırmızı görünmesine neden olmuştu. Hemen sağ tarafımızda ilerleyen şehirler arası yolcu otobüsüne kısa bir bakış atıp tekrar Gurur’un profiline çevirdim gözlerimi.
“Görünce anlarsın,” dedim sadece.
“Nasıl yani?” Kaşlarını havaya kaldırdı. “Onu şimdi görmeme izin mi veriyorsun?”
“İzin istemedin ki.” Bedenimi küçücük hâle getirerek aracın camına yaslanıp yola doğru baktım. “Hiçbir zaman istemiyorsun.”
“Nezaketsiz olduğumdan değil, senin yere ayağını vura vura sinir krizi geçirmeni izlemeyi seviyorum sadece,” dedi sakince.
Keyifsiz bir şekilde güldüğümde bana baktığını hissettim.
“Üzerinde benim kıyafetlerimin olması babaannenin kalbine indirmez mi?” diye sordu, ya ortamı biraz hareketlendirmeye ihtiyacı vardı ya da beni neşelendirmek istiyordu.
“Bu onun kalbine indirmez, onu heyecanlandırır, heyecanlandığı için kalbine inebilir ama.”
Gurur şaşkın şaşkın, “Ha? Heyecanlandırır mı?” diye sordu şaşkın şaşkın.
“Ciddiyim,” dedim, ona göz ucuyla baktım. “Babaannem tanıdığın babaannelere benzemez.”
Silecekler, içimdeki gözyaşlarını temsil eder gibi camın üzerine konan yağmur damlalarının üzerinden geçerek onları dağıtıyordu. Bu görüntü bana gözyaşlarımı avuçlarımın içiyle silip hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğim anlardan birini hatırlatmıştı. Ruhumun derinliklerine gömdüğüm bu anı, onu anımsadığım anda tam orada, ruhumun derinliklerinde alev aldı.
Gurur arabayı biraz daha hızlandırınca yutkundum ve arabanın camını kapattım. Birden o soruyu sordu.
“Benimle aynı evde yaşamana gerek yok, göstermelik bir ev tutarız, ara sıra o eve girip çıkarken görülsek yeterli.”
Bakışlarımı var eden gözlerimi kirpiklerimi üzerlerine örterek kıstım. İçimde duygularımı var eden o alfabeden geriye küller kalmıştı ve şimdi duygularımın hangi anlamlara geldiğini ben bile bilemiyordum.
“Benim açımdan sorun değil,” dedim ama sorundu. Babam ve annemin bunu hiç öğrenmemesi gerekiyordu. Erkek kardeşim Eymen’in de… Babaannem bana bir şekilde destek çıkardı, biliyordum ama onun bile öğrenecek olması şu an kanımı donduruyordu. Kendimi bir erkekle aynı evde hayal edebiliyordum ama hayallerimdeki erkeğin gözleri yoktu, burnu, kirpikleri, bana bakarken yoğunlaşan bakışları yoktu; sadece bir hayaldi ve o hayalde Gurur’un yüzü var olmamalıydı.
“Bir anda ne bu vazgeçmişlik?” diye sordu sonunda, sesinde gizli kalmış bir öfke vardı ama o öfkenin tadına baktırmayacağı belliydi. Gözlerimi yavaşça aralarken başımı koltuğun başlığına yaslayarak yutkundum. “Seni özgür bırakacaktım, gitmedin. Bir şeylere karşı koyardın, koymuyorsun. Hatta o kadar cansız bakıyorsun ki sanki eve cesedini taşıyorum.”
Derin bir nefes daha aldığımda arabanın gürültüsü zamana yayıldı. İçinden geçtiğimiz zaman, tıpkı üzerinde ilerlediğimiz yol gibi geride kalıyordu. Gurur’un öfkesi açığa çıkarsa, zaman bile kendi parçalarını yerden toplamak zorunda kalacaktı.
Cevap vermek, kendi tabutuma sırt vermek kadar zordu.
“Yorganın altına girdiğinde hüngür hüngür ağlayacağın şeyler yapma,” dedi keskin bir sesle. “Bu işten seni elimden geldiği kadar uzak tutarım. Yeter ki cesaret ve aptallığı birbirine karıştırma.”
“Aptallık yapmadım,” dedim yavaşça.
“Evet, bugün cesaretini gösterdin,” dedi. “Ama bunun bir adım sonrası aptallığa girer.”
“Biliyorum,” dedim, “sadece artık ağlamak yerine bir şeyler yapmak istiyorum.”
Gözleri doğrudan yoldayken bir an duraksayıp belli belirsiz gülümseyerek başını öne eğdi. Tam başını eğdiği sırada dudakları bir şey söyleyecek gibi aralanmış olsa da tek yaptığı şey aldığı nefesi dışarı vermek oldu ve gözlerini kısaca yola değdirip, yanımızdan geçip giden araca doğru baktı.
Yüzünde sahne alan ifadeleri sakince izlemiş, bir şeyler söylemesini beklemiştim ama yapmadı. Tek yaptığı aracı biraz daha hızlandırmak oldu. Bağlar’a girdiğimizde araç artık caddede olduğundan daha yavaş ilerliyordu.
Cip oturduğum binanın hemen önünde durduğunda, Gurur gözlerini ön camdan dışarı, hemen binamızın karşısındaki daha yüksek olan, bloklara ayrılmış lüks binalara çevirdi. Bloklara ayrılmış binaların ilk iki bloku en öndeydi, arkaya doğru birkaç blok daha uzanıyordu ve bu bloklardan birinde Cenan oturuyordu. En azından o gün kafedeyken bunu öğrendiğim için şanslıydım.
“O bu bloklardan birinde oturuyor,” dedim emniyet kemerimi çözerken.
“Biliyorum,” dedi ama bu beni şaşırtmadı. “Bu binalar yeni yapılmıştı, değil mi?”
“Bir sene bile olmamıştır.”
Gurur’un kirpiklerine bulaşan ölümü izledim. Nefesim boğazımın içinde Azrail’e yakalanmış bir insanın kalp atışları gibi durduğunda beni neredeyse boğacaktı.
“Bu bloklardaki evlerden birine taşınsak, olur muydu?” Sorusu bir an beni dehşete düşürünce, ona duyduklarımı sorguluyormuş gibi bakakaldım. Omzunun üzerinden bana keskin gözlerle baktı. “Hem senin kendi evine birkaç adımlık mesafede hem de o akbabanın gözünün önünde.”
“Bu… Çok ani bir karar olmadı mı?”
“Öneri sadece,” dese de kafasına kazınan düşüncenin bu olduğunu biliyordum.
Bakışlarımı yüksek binalara çevirdim. Kızıl kahve ve krem renginin hakim olduğu binalar hem çok yeni görünüyordu hem de lükstü; muhtemelen Gurur için burada oturmak sorun olmazdı ama benim gibi orta gelirli bir ailenin kızı için çok zordu. Üstüne üstlük üniversite öğrencisiydim ve aylık elime geçen paranın tamamıyla bile bu evin kirasının yarısını veremezdim.
Zihnime sızmış gibi, “Seni hem bu oyuna dahil edip hem de sana kira ödetecek değilim,” deyince, çaktırmasam da içim ferahlamıştı. Mahcup bir şekilde omuz silktim, kararı ona bırakacaktım. Eğer hata yaparsa kendi hatası olmuş olacaktı ve böylece beni suçlama şansı da kalmayacaktı.
“Bilmiyorum, sen bilirsin,” dedim, bu vazgeçmişlik canını sıkmış gibi yüzünü buruşturarak bana boş boş baktıktan sonra başını iki yana salladı.
“Her neyse, bunu sonra da konuşuruz. Beni babaannenle tanıştır, hadi.”
Emretmesi damarlarımı zonklatsa da arabadan inip soğuk rüzgâr ve yağmur damlalarıyla buluştum. Binanın girişine doğru yürümeye başladığımda Gurur arabasını kilitlemiş, beni takip etmeye başlamıştı. Binanın girişinde şifreyi tuşladım, büyük kapının otomatik sesini dinledim ve açılan kapıdan içeri girip kapıyı tutmadan merdivenlere yöneldim. Kapı neredeyse Gurur’un suratına çarpacakken Gurur, “O yetmez, direkt evi kafama geçir,” diye homurdandı ama onu duymazdan geldim.
Babaanneme ne diyeceğim konusunda pek fikrim yoktu, her şeyin spontane gelişmesi o an için bana en doğru gelen şey olmuştu. Anahtarlarımın tesiste kaldığını hatırlayınca zile basıp sırtımı hemen yan tarafımızdaki asansörün duvarına yaslayarak Gurur’un merdivenleri tırmanışını seyrettim.
Ellerini deri ceketinin ceplerinden çıkararak bana baktı. Kapının açılmasıyla nefesimi tutup kapının önünde beni bekleyen kişiye doğru döndüğümde, babaannemin incecik alınmış çatık kaşlarıyla karşılaştım. Permalı saçlarını savurarak, “Telefonlarını neden açmıyorsun?” diye carladı.
“Çünkü benim yanımdaydı efendim, onu alıkoyduğum için özür dilerim,” dedi o nazik ses, babaannemin kaşları daha da çatıldı ve başını yavaşça omzunun üzerinden merdivenlerin başına doğru çevirdi. Gurur, merdivenlerin tırabzanına elini koymuş, yüzünde sevimli bir gülümsemeyle uzun boyundan dolayı kafasını eğerek babaanneme bakıyordu.
Gurur, karşısında parlak pembe spor taytı olan, üzerine askılı bir bluz giymiş bir babaanne bekliyor muydu bilmiyordum ama babaannemin iki metre boyunda, bebek suratlı bir herifi karşısında görmeyi beklemediği o kadar belliydi ki…
Kırmızıya boyalı uzun tırnaklarını göstererek elini ağzına örttükten sonra tekrar bana, sonra gördüğü manzaraya inanamıyormuş gibi tekrar Gurur’a baktı. “Aman aman Zeliş, neler gördü benim rimelden kuruyan gözlerim?”
“Babaanne,” dedim ümitsiz bir vakaya bakıyormuş gibi babaanneme bakıp başımı iki yana sallayarak.
“Merhaba ciğerparem,” dedi babaannem bana dönüp. Yaşlı sahtekâra kötü kötü baktım. “Prensesim, bizim çok ön görüşlü bir aile olduğumuzu söylemedin mi Best model of Turkey yarışmasından fırlamış gibi görünen sevgiline? Saat daha çok erken, gezseydiniz…”
Gurur, elini burnuna götürüp burnunu kaşırken zemine bakarak güldü. Onu tekmelemek istiyordum çünkü benim yaşlı, zavallı babaannemi çoktan etkisi altına almıştı!
“Ön görüşlü aile ne ya?” diye sordum sessizce.
“Kız her neyse işte, al şunu içeriye, bunu kapıda bırakmaya gönlün el verir mi, benim vermez.” Babaannem birden Gurur’a doğru yürüdü, adamı kolundan tutup içeri doğru çekti. “Gel çocuğum, gel gel benim güzelim.”
“Babaanne o bir kedi değil!” diye ciyaklayarak arkalarından girdiğimde, eko yapan sesim binanın içinde gezinmeye devam ediyordu.
Gurur, evimizin salonunda oturmaya başladığından bu yana on beş dakika geçmişti. Babaannem konuşmadan sırıtarak Gurur’u izliyor, Gurur da tatlı bir gülümsemeyle babaanneme karşılık veriyordu. İçeride gece böceklerinin seslerini duyduğuma yemin edebilirdim. Ayça ve Çolpan, kollarını göğüslerinin üzerinde toplamışlar, Ayça buzdolabına yaslanmış, Çolpan mutfak tezgâhına oturmuş öylece onları izliyorlardı.
“Efendim,” diyerek konuşmayı başlatan Gurur oldu. “Öncelikle tekrardan rahatsızlık verdiğim için özür dilerim. Zeliha geç kaldığı için sizden çekindi, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişiz. Hata tamamen benim.”
Babaannem, “Ay ne alakası var, hata olsa olsa benim torunumundur, konunun seninle hiç ilgisi olduğunu düşünmüyorum ben şeker oğlanım,” dedi birden.
“E çüş Maria,” dedi Ayça dehşet içinde.
Gurur, “Maria mı?” diye sordu. “Efendim, bu müthiş görüntünüzden bir melez olduğunuzu anlamam gerekirdi, bağışlayın.”
Sahtekâr.
“Ay duydunuz mu bana dedi!” Babaannem bacak bacak üzerine atıp, “Ay yok ne melezi, melezler kadar güzel ve de vampirler kadar yaşlanmayan biri olduğumun elbette ben de farkındayım ama halis muhlis Türk kadınıyım ben…”
“Ama Maria…”
“O benim lakabım,” dedi babaannem. “Adım Zeliha, bu güzeller güzeli çilli, hamarat, elinden her iş gelen, evlenme yaşı gelmiş kız da adını ve de güzelliğini benden aldı. Tüm olumlu özellikleri tamamen benden alınmış.”
“Hiç şaşırmadım,” dedi Gurur. “Zeliha güzelliğini sizden almış gerçekten.”
Ayça ile aynı anda, “Sahtekâr,” diye mırıldandık.
“Zeliha sana bir Laz böreği yapar, aklın gider, valla diyorum bak,” dedi babaannem.
“Babaanne, ben hayatımda hiç Laz böreği yapmadım.”
“İşte yapmadığın hâlde yaparsan aklı gider diyorum, o kadar eminim senden, sussana sen bir.”
“Tamam,” diye mırıldandım kaçık ihtiyara.
“Hatta talaş böreğini de çok güzel yapar,” diye salladı babaannem. Tam ağzımı açacaktım ki, “Yani yapmadığı hâlde bir yapsa aklın gider, el lezzeti var onda,” dedi bana gözlerini belerterek bakarken.
Gurur kaşlarını kaldırıp, “Su böreği de yapabiliyor mu yoksa?” diye sordu.
“O da soru mu? Şimdi bir fırın açsam tek başına tüm şehre ekmek yapar. Öyle beceriklidir torunum. Eee kime çekmiş?” Ellerini havaya kaldırıp parmaklarını kendine doğru indirerek abartılı bir hareket yaptı. “Bana.”
“Mükemmelsiniz,” dedi Gurur aynı gülümsemeyle. CZN Burak gibi gülümsemeyi tam olarak ne zaman kesmeyi düşünüyordu bu herif?
“Öyleyimdir… Her neyse, adın nedir bakalım?” diye sordu babaannem. “Gerçekten de komando musun? Boyuna postuna bin maşallah.”
“Gurur,” dedi gülümsemesi genişlerken. “Evet, efendim. Komandoyum.”
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz iki,” dedi Gurur, Ayça yavaşça gülünce Gurur gözlerini kısıp ona kötü kötü baktı ama bunu yaparken bile sahte gülümsemesi dudaklarında asılı duruyordu.
“Yaşın da gelmiş, tam evlenilecek yaştasın maşallah.” Babaannem bana anlamlı bir bakış atarak söylemişti bunu.
Gurur alt dudağını yalayıp dişlerini göstererek güldükten sonra, “Değil mi?” diye sordu. Ardından, “Ben artık müsaadenizi isteyeyim, saat geç oldu,” dedi saygılı bir ses tonu kullanarak. Babaannem ona hayran hayran bakarken bir ara buna itiraz edecek sanmıştım ama Allah’tan bunu yapmadı. Onu kapıya kadar geçirdim ama dış kapı hemen mutfak ile salonun bitişiğinde olduğundan konuşma fırsatı bulamadık. Kapıyı kapatacakken bakışları bakışlarıma tutundu ve birden dudaklarımdaki yangın büyüyerek ruhuma kadar uzandı.
“İyi geceler, Zerda,” diye fısıldadı sadece benim duyabileceğim bir tonlamayla.
“İyi geceler, Mert.”
Kapıyı yavaşça kapattım.
Babaannem yerinden zıplayarak, “O nasıl bir şeydi öyle?” diye bağırdı heyecanla. Buruşmuş derisine rağmen kırmızı ojelerle süslü ellerini birbirine çarparak alkış tuttu. “Kedi olalı bir fare yakalamışsın! Fare de denmez ona, Ninja Kaplumbağalar’daki Splinter Usta gibi bir şey yakalamışsın!”
“Farkında mısın Maria’m, o uzun ağaç tam otuz iki yaşında, benim Zeliha’m daha yirmi üçünde bir çocuk!” diye bağırdı Ayça kollarını bedenime sarıp beni korumak istiyormuş gibi.
“O kadarcık yaş farkından ne olacakmış kız? Küçült de cebime sok bir de onu,” diye söylendi babaannem kaşlarını çatarak. “Ah ah…” Avuç içlerini birbirine bastırıp hayallere dalar gibi mırıldandı: “Pek kibar, pek yakışıklı, boylu postlu… Endamı yeter… Hele o gözleri? Ay ay, benim damadım olsun benim!”
“Ya lütfen ama ya,” dedim yorgun argın. Babaannem birden durup üzerimdekilere baktı, algılayamıyormuş gibi kaşları çatılırken birkaç saniye sessiz kalmıştı. “Kız!” diye bağırdı birden. “Bu üzerindeki çuval gibi şeyler onun mu? Kız!”
“Ya dur,” dedim, düşüp bayılmak istiyordum. “Yağmurun altında kaldım diye verdi, yapmadım bir şey.”
“Bir şey mi yaptın dedim ben sana, neden sinirlendin bir anda?” İnce kaşlarını kaldırıp indirirken bana imalı imalı bakıyordu.
“Ben bu konu hakkında yorum yapmama hakkımı kullanıyorum,” dedi Çolpan gülmemek için dudaklarını kemirirken.
“Cidden, duş alıp yatacağım ben,” dedim derin bir nefes alarak.
Babaannem ve kız arkadaşlarım onun hakkında konuşurken ben çoktan temiz kıyafetler alarak banyonun yolunu tutmuştum bile. Sıcak suyun altına girdiğimde, tüm düşüncelerimin çözülerek saçlarımın arasından fayans zemine yayılana dek hiç hareket etmemiştim. Bedenimi temiz havluya sarıp lavabonun önüne ilerledim. Aynaya sinmiş buharı avucumun içiyle sildiğim an, yorgun yüzümün karşımda belirdiği andı. Yavaşça gözlerimi kapatıp görüntümden uzaklaşmaya çalıştım. Yapacaklarımı toparlamaya çalışıyor gibi görünebilirdim ama aslında hâlâ dudaklarımızın birbirine yaslandığı o ânı düşünüyordum. Gözlerimi hızla açtığımda, beyazlarına yayılmış kan damarlarını gördüm.
“Şu saatten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, Zel,” dedim kendi kendime, dudaklarımın hareketlerini görmeme rağmen sanki o ses benden değil, aynanın diğer ucunda beni izleyen görsel ikizimden çıkıyordu.
Altıma iç çamaşırımı giymiştim ama göğüslerimi sütyenle boğmak istemiyordum. Zaten kalbim bugün fazla mesai yapmıştı, en azından şimdi göğsümün biraz özgür kalması şarttı. Siyah taytımı, omzu düşük kahverengi kazağımı giyip saçımda kalan fazlalık suyu lavabonun giderine sıktıktan sonra Ayça’nın makyaj malzemelerinin arasında bulduğum kalın dişli fırça tarağı saçlarımın arasına geçirdim. Ağır ağır saçlarımı taradığım sırada fark ettiğim şey, gözlerimin dolu dolu olduğuydu.
Burnumu çekip, gözyaşlarını gözlerimin dibine iterek banyodan çıkmıştım. Babaannem L koltukta oturmuş elma soyuyor, bir yandan da sehpanın üzerine koyup kitaplarla sabitlediği telefonundan film izliyordu. Beni fark edince, boncuklu ipleri kulaklarının arkasına doğru giden gözlüklerini burnunun kemerine kadar indirip kaşlarını kaldırdı. Çolpan ve Ayça burada değillerdi, o yüzden şimdi bu taşınma işini açmanın hiç sırası olmayacaktı. Sakin adımlarla yanından geçip gidecektim ki babaannem boğazını temizleyerek konuştu: “Orada dur bakalım.”
“Pes ediyorum,” diyerek ellerimi yukarı kaldırıp babaanneme doğru döndüm. “Tamam, ne soracaksan sor. Onun hakkında mı konuşacağız?”
“Herhâlde onun hakkında da konuşacağız ama yorgunsun,” dedi anlayışla, bu beni şaşırmıştı. “Sadece her şeyin yolunda olup olmadığını soracaktım.”
Cehennemden kovulan bir melek gibi şeytanın peşine takılarak, gözlerimden süzülen yaşlarla cehenneme doğru yürüyordum. Sırtımda tanrının bana verip, sahip çıkamadığım için kopararak geri aldığı kanatların köklerinden sızan kanlarla, canım acıdığından değil bir daha cennete giremeyecek olmamdan dolayı ağlıyordum. Gurur, hemen önümde ilerleyen, kapkara kanatları sırtından ayak bileklerine kadar inen o gösterişli şeytan gibiydi. Onun yanında olduğum için kovulmuştum ama o bana yardım ettiği için onun yanındaydım; bunu meleklere anlatamamıştım. Şimdi ortada kalan beni, sırtımdaki kanat yaralarından sızan kan geçtiğimiz her yere oradan benim geçtiğimi kanıtlarcasına izlerini bırakırken cehennemine götürüyordu.
“İyiyim,” diye yalan söyledim, dudaklarım o şeytanın kanadından düşen tüyün kıvrımlı yüzeyi gibi yukarı büküldü.
Babaannem sakince, “Ne kadar yakışıklı olursa olsun, seni üzerse benim için dünyanın en çirkin erkeği olur, biliyorsun değil mi?” diye sordu.
“Beni hiç üzmedi,” dedim, bu doğruydu. “Üzmez.” Bu yalandı.
“Bu kadar emin olman ne güzel,” diye iç çekti.
“Yakında bu sokağa taşınacak,” dediğimde kaşlarını kaldırarak bana baktı.
“Seni görmeden duramıyor mu bu çocuk yahu?”
Beni göremediğinden değildi ki, mecburiyettendi bunlar. Düşündüm. Gurur’un beni görmeden duramadığı bir zaman hiç olmayacaktı; bunu bilmek, kapalı bir kutunun içinde sakladığım kalbimi sızlatmıştı. Neden böyle bir his vardı bilmiyordum ama yutkunsam boğazımdan aşağı kayan hayal kırıklığı olacaktı sanki.
“Ben de onu görmeden duramıyorum galiba,” diye fısıldadığımda, babaannemin gözlerinin irileştiğini fark etsem de beklediğim tepki gelmedi. Bir süre sonra iri gözlerinin yerini anlayışlı, şefkatli bir tebessüm devraldı.
“Gidip biraz uyu,” diye mırıldandı. “Sevmek omuzlarına ağır gelmiş, düşük duruyorlar.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldığında aslında gözyaşları hemen orada, gözlerimin arkasındaydılar; bir trenin boş vagonuna koyup onları, adını bile bilmediğim şehirlere göndermek istiyordum. Uyusam da geçmeyecek yaralar almıştım, uyuyacaktım ve her sabah daha büyük kâbuslara uyanmış olacaktım. Tüm bunlar olurken Gurur yanımda olacaktı. Belki tüm bunlar beni ölümün kıyısına kadar taşıyacaktı, yalnızlığın içinde acımasızca boğacaktı ama yalnız bile hissetsem biliyordum, Gurur yanımda olacaktı.
Odama yürüdüğüm o kısa süre zarfında, babaannem, “Sana nasıl baktığını gördüm,” deyince, elim odamın kapısının kulpuna uzanacaktı ki havadayken dondu kaldı. “Sana kıyamıyormuş gibi bakıyordu.”
Babaannemin kafasında var ettiği bu düşünce kelimelerle eylem bulduğunda kalbimi hırpalamaya başlamıştı. Farkında olmasa da bu söylediği şey bana kendimi değerli hissettirmiyordu, beni diri diri ruhumun derinliklerine gömüyordu. Benim görmediğimi gören başka bir çift gözün varlığı, kafamın içindeki yankının büyümesine neden oldu. Bana kıyamıyor muydu? Yoksa sahnede olduğu zamanlar oyunu herkesten iyi oynamanın yolunu mu biliyordu? Babaannemin sesinde hayat bulan kelimeler gövdemdeki cansızlığa yaşam ektiğinde, sadece başımı önüme eğip güçlükle yutkunabildim. Boğazımın acımasının sebebi yağmurun altında kalmış olmamdandı, değil mi?
“Bunu nereden anladın?” diye sordu dudaklarım benden izinsiz.
“Hiç kıyamıyor, el değsin istemiyor gibi baktı sana.” Babaannem, iç çekti. “Sen bir zebercet taşı olsan, o seni zümrüt sanır.”
Bir saatin uzun, siyah kolları zihnimin içinde derin sarsıntılar oluşturarak zamanı geriye doğru düşürmeye başladı. Dudaklarımızın birleştiği âna kadar gittim, sonra dudaklarımız ayrıldı, artık hiç birbirlerine dokunmadıkları o andaydık; geriye doğru yürümeye başladığımızda bu kez o arkamda değildi, ben ona doğru gidiyordum. Tesisin önünde olduğumuz ânı hatırladığımda duraksadım. Gözlerini, sesini, kokusunu, bakışlarını, söylemek isteyip söyleyemediklerini… Yapabilecekken yapamadığı şeyleri…
Odanın kapısını açıp tek bir söz söylemeden karanlık odaya girerek kapıyı kapattım. Çalışma masamın önüne yürüyüp, masamın üzerinde duran biblolardan birini parmaklarımın arasına alıp incelemeye başladığımda, içerideki karanlık, üzerime yağıyordu. Şehirdeki yağmur dinmişti, sokak lambasının turuncu ışığı aralık duran penceremden içeri sızarak yatağım ile çalışma masam arasında boş kalan parkeyi üzerine su damlamış kan rengine boyuyordu.
Onunla aştığım yolları yalnız olsam aşamazdım. Yanımdaydı ve o yanımdayken karanlık bile aydınlık geliyordu. Bu farkındalık kalbimi bir çıra parçası gibi yaktı.
Camıma vuran o küçük tık sesiyle irkilip gözlerimi sokak lambasının ışığının sızdığı cam balkon kapısına çevirdim. Perde yarıya kadar çekili olduğundan ne olduğunu görememiştim ama bir şeyin camıma vurduğuna yemin edebilirdim. Çok geçmeden bir tık sesi daha duyuldu ve küçük bir taş parçasının camımdan kayarak balkonuma düştüğünü gördüm.
Bir enkazdan bir yangına kendi kendimi sürüklediğim o gecenin içindeydim.
Ağır adımlarla balkonumun camdan kapısına doğru yürüdüm, perdenin kenarını kavrayıp hafifçe çekerek dışarıya baktım. Binanın bahçesinin arkasında boş bir arazi vardı, o araziye genelde araba koyarlardı. Yan komşumuzun lüks kamyonu oradaydı, orada park hâlinde siyah bir Mercedes de vardı, bu arabanın sahibini de her sabah görüyordum ama tanımıyordum; yüzünü biliyordum, hepsi buydu. Bakışlarım boş arazinin kenarındaki sazlıklara kaydı, sazlıklarda birinin gölgesini görünce kaşlarımı çattım ve çok geçmeden o gölge hareketlenerek elindeki küçük taşı tekrar camıma attı.
Anlık korku yaşasam da tüm yaşananları göz önünde bulundurunca o korku silindi ve cesaretle kapıyı açıp balkona yalınayak çıkarak, “Hey!” diye seslendim gölgeye doğru. Gölge bir adım öne çıktığında, arkasına aldığı sokak lambası karanlığı daha da büyüttü ama gölgenin sahibini tanımıştım. Gurur kafasını kaşıyarak omuz silktiğinde başımı iki yana salladım. “Sen gitmedin mi?”
“Gittim,” dedi kısık sesle. “Sonra geri döndüm ama.”
Kaşlarım çatıldı. “Ne diye?”
Bir süre sustu, yüzü görünmüyordu ama bana baktığını biliyordum. Varlığı beni hem bir hapishanenin parmaklıkları arasında gibi hissettiriyordu hem de özgürdüm ve kanatlarım gökyüzünde süzülürken yüzüme çarpan rüzgârı hissediyordum.
“Uyuyamazsın diye düşündüm.”
Balkonumun kenarındaki ağacın yaprağında asılı duran yağmur damlası, bıçağın ucundaki kan gibi donup kaldı, akamadı. Tek nefeslik süre zarfında, “Doğru düşünmüşsün,” dedim dürüstçe.
Sazlıkları aşarak duvardan atladı, bahçenin sınırlarını çizen duvardan aşağıya bacaklarını sarkıtıp deri ceketinin cebinden bir sigara paketi çıkardı. Paket cebinde ezilmişti, paketi salladı ve içinden çıkan bir dal sigarayı dudaklarının arasına sabitledi. Çakmağın ucundan fırlayan alev sigaraya yaşam verdiğinde, yangın sigaranın kalbinde büyüyormuş ve kısa sürecek yaşamını acılarla dolduruyormuş gibi hissetmiştim. Gurur, sigarasından büyük bir nefes alıp, aşağıya sarkıttığı bacaklarını ağır ağır salladı.
“İyi, gece sohbetine varım,” dedi.
Derin bir nefes alıp dirseklerimi balkonun korkuluğuna koyarak ona baktım. “Olur da orada üşümeyecek misin?”
“Dağların aslanı olduğumu unuttun mu? Unutmamışsındır.” Kendini beğenmiş bir gülümsemeyle baktı. “Mükemmel olduğumu çok çabuk unutuyorsun.”
“Kendini beğenmişsin.”
“Müthiş biriyim, doğrusun,” dedikten sonra dudaklarının arasından soğuğun buharıyla karışan sigara dumanını bıraktı.
“Kendini bu sokağa alıştırmaya çalışıyorsun herhâlde,” dedim alayla.
“Belki,” dedi, sonra bir an bana baktı ve yüzünün bir kısmını aydınlatan sokak lambasının verdiği renkler, onun ifadesini kalbimde bir zulme dönüştürdü. Uzun uzun yüzümü izlemeye başladığında şimdi sessizdik.
“Saçların ıslak,” dedi boğuk sesi karanlığa rüzgâr misali dağıldığında. “Kurutmamışsın.”
Parmaklarım ıslak saçlarıma doğru kaydı, suyu süzülen saçlarıma dokunduktan sonra başıma geçen soğuğu hissedip yutkundum. Oysa o bunu söyleyene dek, başıma soğuk bir mızrak gibi giren ağrıyı bile fark etmemiştim. Sigarayı tuttuğu elini iki bacağının arasından aşağıya doğru sarkıttı, sigaranın ucundan süzülen dumanı izledim, sonra tekrardan ona baktım.
“Öyle başın ağrımaz mı, Zeliş?”
Bana böyle seslenmesini yadırgasam da “Baş ağrısı alışkın olmadığım bir şey değil,” diye mırıldandım.
“Devam edelim mi?” diye sordu birdenbire.
“Neye?”
“Zerda ve Mert olmaya.” Bana dikkatle bakarken söylemesi bir kenara dursun, sesindeki isteği hissetmek beni afallatmıştı. “Birbirimizi tanımadan sürdüremeyiz, değil mi?”
“Sana güvenmem için bana bilgi veriyorsun, sana yalan söylemeyeyim, güveneyim diye,” dedim ona kötü kötü bakarak.
“Evet,” diye onayladı hiç çevirmeden. “En azından o âna kadar bu böyleydi.”
“Artık değil mi?”
“Değilmiş,” dedi ve ekledi: “Mert öyle söyledi.”
Gülümsememek için kendimi tuttum. Uzun süre beni izleyen Gurur, konuşmayacağımı anlayınca, “Mert şeyi de merak ediyormuş,” diye girdi konuya. “Bu hafta vizyona girecek olan korku filmini izlemeye gidip gitmeyeceğini.”
Islak saçımı kulağımın arkasına iterken, “Uzun zamandır film izlemeye gitmiyorum,” dedim. Sanırım beyaz bayrağı çekme zamanımız gelmişti.
“Zerda ne düşünüyor peki?” Sigarayı dudaklarıyla buluşturdu, gözlerim o manzaraya takılınca kalbim hırpalayıcı bir atışı göğsüme bastırdı. Nabzımın boynumdan yukarı, başıma doğru tırmandığını hissettim.
“Zerda diyor ki, ben korku filmlerini severim.”
“Güzel.” Külü, parmağını izmarite vurarak orta yerinden kırdı ve gri kül yere süzülecekken rüzgâra meydan okuyamadığı için dağılıp kayboldu. “Mert dedi ki, o zaman birlikte o filme gidelim.”
Boğazımdaki yangından dolayı yutkunamadım. “Zerda başını salladı.” Başımı yavaşça salladım. “Gidelim.”
Parmaklarının arasındaki sigarayı daha sıkı kavrayıp uzun uzun yüzümü izledi, ardından başını aşağı yukarı sallayıp beni onayladı ve duvardan hızlıca kalkarak sazlıklara doğru yürüdü. “Gurur olsa ne derdi, biliyor musun?” diye sordu omzunun üzerinden bana bakarken.
“Ne derdi?”
“Dudaklarımın tadı güzel mi, Matmazel?”
Gözlerim elimde olmadan irileşti, kalbimin atışları göğsümün içinde gökyüzünde kaybolan dilek fenerleri gibi söndü. Nabzım artık damarlarımda değil, düşüncelerimde atarken Gurur yavaşça gülümseyerek, “Filme gideceğiz, unutma,” diye fısıldadı ve sırtını bana döndü. “Ha bir de,” dedi tam yürüyecekken. “Sütyen takmalısın, Zeliş. Çünkü aksi hâlde onları gizlemesi zor olmalı.”
Dudaklarım aralandı, gözlerim kazağımın üzerine kayarken sütyenimi takmadığımı hatırladım. Yanaklarıma ânında ateşten cemreler düşmüştü.
Telefonunun melodisi araziye yayılınca, parmaklarının arasındaki sigarayı yere atıp üzerinden geçti, izmariti çiğneyerek söndürdü. Ceketinin iç cebinden telefonunu çıkarıp açtıktan sonra kulağına yasladı. “Yargı,” dedi sadece, konuştuğu kişinin Devran olduğunu ânında anlamıştım çünkü Yargı onun takma adıydı. Bir an duraksadı. “Ben mi? Zeliha’nın yanındaydım. Sen neredesin?” Elini ensesine attı. “Tamam, sakin ol. Zeliha’nın alt sokağında oturmuyor mu bu kız?” Başını salladı. “Tamam, ben yakınım, geliyorum.”
Kaşlarım çatılırken, “Ne oldu?” diye sordum korkuluklardan yavaşça eğilerek.
“Biricik,” dedi sadece Gurur, sonra duraksadı. “Onunla ilgili bir konuymuş.”
“İyi mi Biricik?”
“Bilmiyorum. Devran’ı aramış, yalnızmış ve ağlıyormuş.”
“Bekle,” dedim sadece, Gurur duraksayarak bana baktı. “Devran yanında mıymış?”
“Yanına gidiyormuş,” dedi kaşlarını kaldırarak.
“O zaman senin tek gitmen bir boka yaramaz, bir kadını anlayacağını mı sanıyorsun? Beni bekle.” Ona bir şey demeden içeri girip, üzerime bir hırka aldıktan sonra hırkanın kuşağını belime bağladım ve hızla odadan çıktım. Babaannem kapıyı sertçe açtığım için ürpermiş, şaşkın şaşkın bana bakıp kalmıştı.
“Ne oluyor?” diye sordu korkuyla.
“Hemen çıkmam gerek,” dedim telaşla, kapıya yöneldiğimde babaannem de ayaklanmıştı.
“Ne oldu? Birine mi bir şey oldu? Hayır olsun!”
“Arkadaşıma gidiyorum,” dediğimde babaannem duraksadı.
“Gaye’ye mi bir şey olmuş?”
“Yok, başka bir arkadaşım. Hemen sokağın sonunda oturuyor zaten.” Ayağıma postalları gelişigüzel geçirip bağcıklarını bol bir şekilde bağlayarak kapıyı açtım. “Gelirim hemen,” dedim, sesim apartman boşluğunda yankılara dönüşerek çınladı.
“Dikkatli ol,” dedi babaannem. “Geleyim mi ben de?”
“Gurur dışarıda, o götürecek beni,” dedim, seslerimiz eko yapmaya devam ediyordu. “Gir sen, Ayça’ya falan belli etme.”
“Tamam,” dedi babaannem, korkmuş gibi görünüyordu.
Hızlı adımlarla binadan çıktığımda, Gurur’un cipi hemen binanın birkaç metre ilerisinde park hâlinde duruyordu. Gurur kalçasını cipin kaputuna yaslamış, bunu yaparken uzun boyundan dolayı hiç zorlanmamıştı. Yağmur şehri terk etmiş olsa da kokusu hâlâ yeryüzüne emanetti, ciğerlerime kokuyu çekerken ağzımdan soğuğun buharı döküldü. Hızla Gurur’a doğru yürüdüm.
“Gidelim hemen.”
“Gelmek istediğine emin misin?”
“Evet, vakit kaybetmeyelim,” dedim korkuyla. Açıkçası Biricik konusunda kendimi hassaslaşmış hissediyordum. Nişanlısıyla ilgili bir durum varsa ve gözyaşlarının sebebi buysa, kesinlikle yıkılacaktım ama yine de bu gece onu yalnız bırakmak isteyeceğim son şey bile değildi.
Gurur biraz şaşırsa da sonunda başını sallayarak cipe bindi, ben de hemen arkasından binip emniyet kemerimi bağlama gereği bile duymadan aracı çalıştırmasını bekledim. Sadece bir dakika gibi bir sürede alt sokağa inmiş, caddeden geçmiş, sonra da Biricik’in evinin olduğu ara sokağa dalmıştık.
“Evi burası galiba,” dedi Gurur aracı krem rengi bir binanın tam önünde durdurduğunda. “Üçüncü kattaydı.”
Gözlerimi binanın üçüncü katına çevirdim, penceresi açıktı ama ışığı yanmıyordu. İçime bir tedirginlik gölgesi düştüğünde araçtan ilk inen ben oldum. Binaya açılan kısa boylu demir bir kapı vardı, demir kapı açık duruyordu. Binanın küçük bahçesine girdim, giriş kapısı muhtemelen arkada kaldığından araya girerek biraz yürüdüm.
Siyah demirden büyük giriş kapısını gördüğümde, “Gel,” diye seslendim Gurur’a. “Kapı açık.”
“Niye açık bu kapı?” diye sordu tedirgin bir sesle. “Sen bir geri çekil, önden ben gideyim.”
Büyük eli belime kayınca ürperdim, Gurur beni belimden kavrayarak yavaşça geri çektikten sonra binadan içeri girip karanlık merdivenleri tırmanmaya başladı. Hemen arkasından ben de dar ve kıvrımlı merdivenlerden yukarı doğru çıkmaya başlamıştım. Sensörlü lamba falan yoktu sanırım çünkü biz merdivenleri aşıp üçüncü kata varana dek karanlıkta ilerlemek zorunda kalmıştık. Biricik’in dairesinin kapısının önüne geldiğimiz an sensörlü bir lamba cızırtılar çıkararak yanmış, etrafı turuncuya boyamıştı.
Kapının arkasındaki hıçkırık sesini duyunca irkilerek Gurur’a baktım. Damarlarımın içinde tekerlekleri ateşten bir tren ilerlemeye başlamıştı. Gurur’un buz sıcağı gözleri önce bana, sonra da kapıya dayandı. “Biricik bu,” dedi kısık bir sesle. Kapıya yavaşça vurdu ama bu kapının arkasındaki kadının hıçkırıklarının daha da güçlenmesine neden oldu.
“O adam ona bir şey yapmış olabilir mi?” diye sordum bunun olmamasını umut ederek.
“Bekle,” dedikten sonra kapıya omzunu dayadı. “Biricik,” diye fısıldadı. “Beni duyuyorsun, biliyorum. Kapıyı açamayacak hâldeysen biraz geri çekil, kıracağım çünkü.”
Hıçkırık seslerini duydum, sonra hıçkırık sesleri kesildi ve kapının kilidi açıldı. Gurur geri çekilerek kapının açılmasını beklerken beni arkasına almıştı. Sanki beni kapının arkasında belirebilecek herhangi birinden korumaya çalışıyordu. Onun biçimli ensesine bakarken kalbimde bir güneş ağır ağır batmaya, göğsümde akşam olmaya başlamıştı. Kapı hafif bir aralık kazanır kazanmaz Gurur kapıyı iterek içeri girdi ve her ne gördüyse dikildiği yerde donup kaldı. Ben hâlâ kapının önünde duruyordum, ellerim buz tutmuş, bedenim farkında olmadan titremeye başlamıştı.
“Siktir,” dedi Gurur boğuk bir sesle. Ardından eğildiğini gördüm. “Tamam, geçti.”
Kapıyı yavaşça iterek içeri girdiğimde beni büyük, aynalı vestiyerin hemen önüne devrilmiş bir sürü kırık bardak, vazo, halıyı boydan boya ıslatmış su birikintisi ve kablosundan elektrik sızan yere düşmüş bir abajur karşılamıştı. Dudaklarım aralanırken dehşetin tüm bedenimde dolaştığını hissettim. Omzumun üzerinden Gurur’un eğildiği yere baktığımda, Biricik’in yerde oturmuş, dizlerini karnına kadar çekmiş, hıçkıra hıçkıra içli gözyaşları döktüğünü gördüm.
Biricik’in sarı saçları dizlerini ve omuzlarını bir battaniye gibi örtmüş hâldeydi, sarı saçlarının uçları bukle bukleydi, saçlarının üzerini örttüğü omuzlarıysa titriyordu. Kollarını bacaklarına sarmış, birilerinin ondan bir parça duygu daha koparmasından korkar gibi kendini bu şekilde güvenceye almaya çalışıyordu sanki. Çıplak dizlerinin yaralarla kaplı olduğunu gördüm, bazıları kabuk bağlamış yaralarken, bazılarının kanı tazeydi ve diz kapağından kaval kemiğine doğru akıyordu. Kollarında kızarıklıklar, hatta morluklar vardı.
Dehşet kanıma zehir gibi yayılınca bir adım geri çekilip, “Kahretsin,” diye fısıldadım.
Gurur, omzunun üzerinden bana bakarken hâlâ yere çökmüş hâldeydi. Biricik’e yaklaşmaya korkuyor gibi bir hâli vardı.
“O piç kurusu yaptı, değil mi?” diye sorup büyük avucunu kızın sarı saçlarına götürdü, avucunu hafifçe bastırıp hemen geri çekti çünkü bu dokunuş bile Biricik’i ürpertmeye yetmişti. “Bu sefer bunu ödeyecek, tamam mı?”
Biricik yavaşça hıçkırdı, bir şey söylemedi. Yavaşça ona yaklaşıp, “Biricik,” diye fısıldadığımda, “Hım,” dedi sadece, bir çocuk gibi, savunmasızca, tedirgin bir sesle.
“Bana bakar mısın?” diye sorup yavaşça saçlarına dokundum. “Gidelim mi buradan? İstersen polise…”
Biricik kafasını kaldırıp bana bakınca, kalbime yumruk yemişim gibi öylece kaldım. Bebek mavisi gözlerinin etrafına kan çökmüş, gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş ve gözlerinin rengi de menekşeye dönüşmüştü.
“Kaçamam,” diye fısıldadı. “Beni mahveder.”
“Seni yeterince mahvetmiş, daha kötüsünü yapamayacak.” Eğilip saçlarını geriye doğru okşadım. “Daha kötüsü olmayacak.”
Burnunu çekti. “Mecburum, tüm bunlara mecburum, zorundayım. Sen hiç zorunda kaldın mı?”
Yavaşça gülümsedim. “Kaldım.”
“Kötü, değil mi?” Gözlerimin içine ona ümit vermemi bekliyor gibi baktı. “Çok kötü, değil mi?”
Saçlarını geriye doğru okşadım. “Devran geliyor,” diye fısıldadım.
Başını yavaşça sallayıp, çocuk gibi, “Gelsin,” dedi, sesi titriyordu.
“Sana neden bunu yaptı o herif?”
Biricik irkilerek, “Ondan ayrılmak istediğimi söyledim diye,” dedi kuruyan sesiyle. “Onu sevmek zorundaymışım, öyle dedi.” Titreyen kolunu kaldırıp, kanlı parmak uçlarıyla vestiyerin aynasını gösterdi. Vestiyerin aynasındaki kan izini görünce donup kaldım, sonra Biricik dudağının kenarındaki kanı işaret etti. “Beni sevmek zorundasın dedi ve kafamı oraya vurdu. Yalvardıysam da vurdu, çırpındıysam da vurdu.”
“Sus,” dememle onu birden kollarımın arasına çekmem bir oldu. Duyması bile katlanılması güç olan bu şeyi, o yaşamıştı. Ona bunu bir adam yaşatmıştı. Kollarını güçsüzce bedenime sarıp tekrar ağlamaya başladığında, benim de gözlerimin kenarından yaşlar dökülüyordu. Saçlarını okşayıp ona, “Özür dilerim,” diyebildim. “Çok özür dilerim, Biricik.”
“Sorun değil,” derken sarsılarak ağlıyordu.
“Sorun,” dedim ona sarılmaya devam ederken. “Bunu yaşamak zorunda kaldığın için özür dilerim.”
Bana daha sıkı sarılmasını beklemiyordum. Boğazımda cam gibi parçalara ayrılan kelimelerin tamamını yutup sesimi kanattım.
Kapıyı sertçe iten kişinin arkasından içeriye taşıdığı rüzgâr saçlarımı uçuştururken, “Biricik!” diyen Devran’ın sesi evin duvarlarında bir deprem yaratmıştı.
Biricik’i kollarımın arasından bir kuşu kafesinden çıkarıyor gibi özgür bıraktım. Sarı saçlarının arasına gizlediği kıpkırmızı yüzünü kaldırıp Devran’a baktığında, bebek mavisi gözlerinden dökülen yaşların çoğu yanaklarında asılı durmaya devam ediyordu. Devran’ın iri, siyah gözlerinin daha da büyüdüğünü gördüm, yüzündeki ifade değişmese de Biricik’e bakarken gözlerinde acı sahne alıyordu.
Biricik burnunu çekip, dudaklarını elinde olmadan bükerek, “Dev,” dedi sadece. Devran gözlerini sıkıca yumup yumruğunu duvara indirdiğinde, duvardaki gümbürtü her yana dağıldı ve vestiyerde duran son cam parçası da yere düşerek parçalara ayrıldı.
Eğildiğinde Biricik’i kucaklayacağını biliyordum. Kızı, camdan ayakkabısı başının üzerinde parçalanmış bir prenses gibi kucaklayarak evden çıkarırken ikisi de sessizdi. Biricik kollarını Devran’ın boynuna sarmış, orada bir yere saklanarak sessizce ağlamaya devam ediyordu.
“Gurur,” diyebildim, Gurur beni kolunun altına çekerek omzumdan sardı ve o şekilde evden çıkarırken ona tepki bile veremedim. Gurur’a, Biricik’in başına gelen bu şeylere bir son vermesi için yalvarmak istiyordum. Gözlerimin kenarlarından yaşlar benim isteğim dışında taşarken tek yapabildiğim Gurur’un bana attırdığı adımlara ayak uydurmak olmuştu.
“Bu kez Devran’ı durdurmayacağım,” dedi dar merdivenleri inerken. “Asla.”
“Ne?”
“Bu kez o itin leşini görmeyi ben de istiyorum,” dedi Gurur, sesinin tınısından sızan kan, bir yabancının kanıydı ama parmaklarımı uzatıp o kana dokunmak ve o yabancının ölümünü parmak uçlarımda hissedebilmek istedim.
“Durdurma,” diyebildim.
Soğuk hava tenime yağmaya başladığında, gözlerimi kaldırıp gökyüzüne dizilmiş kızıl bulutlara ilikledim. Bulutlar içinde kar taşıyan kızıl çuvallar gibiydi. Bu bulutları tanıyordum, bu gecenin acısından değil, yağdıracağı karlardan dolayı kızıldı ama yine de Biricik için yas tuttuğunu da düşünmeden edememiştim. Devran, çıplak ayakları, altında kısacık bir şort ve üzerinde incecik bir bluzla soğuğa meydan okuyan yaralı kızını Gurur’un cipine kadar büyük bir sessizlikle taşıdı. Kapıyı açıp Biricik’i arabaya yerleştirdikten sonra bize doğru döndü.
“Onu tesise götürün,” dedi kelimelerin üzerine basa basa.
Biricik, güçsüz bir sesle, “Devran,” dedi. “Lütfen.”
Devran, ona bakmadı.
“Biricik’i tesise götürün, kardeşim,” dedi tekrardan. “Benim bir meselem var.”
Biricik güçsüzce elini arabadan çıkararak yara bere içindeki eliyle Devran’ın tişörtünün ucunu kavrayıp yavaşça çekiştirdi. “Lütfen,” diye fısıldadı çatlayan sesiyle. “Yapma, lütfen.”
“Öldürsün mü seni?” diye kükredi birden Devran ona doğru dönerek. Biricik korkup aracın içindeki karanlığa gizlenirken Devran pişmanlıkla başını önüne eğip fısıldadı: “Öldürmesine izin mi vereyim seni?”
“Ölmedim,” diyebildi Biricik.
Devran, “Sana bir kez vurdu, beni durdurdun. Sana yine vurdu, bu kez ölüsü çıkacak,” dedikten sonra hızla cipten uzaklaşarak kendi aracına doğru yürümeye başladı.
“Devran!” Biricik kendini aracın içinden atmaya çalışınca panikle onu tutmak için ileri atıldım. Neredeyse aşağı düşecek olması onu durdurmadı, yara bere içinde de olsa çıkmak için çırpınmaya başladı. “Devran, ölsün mü istiyorsun annem? Bitirirler annemi. O benim annem! Senin değil! Senin annen olsa ne yapardın?” Biricik hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Annem Devran, annem!” Biricik içi çıkıyormuş gibi ağlarken sadece bunları sayıklıyordu. “Baban gazi olmuş, bacaklarını kaybetmiş, yerinde olsaydım da bacaklarım onun olsaydı demedin mi?!” Şokla Devran’ın kaskatı kesilen sırtına bakakaldım. “Devran, annem öleceğine ben öleyim! Annem o benim, annem! Babamı da yaşatmazlar! Öldürürler bizi! Sen onu öldürünce de beni öldürmeyecekler mi sanıyorsun, Dev!”
Devran omzunun üzerinden Biricik’e bakıp fısıldadı: “İsterse onların taşakları tüm ülkeyi dize getirmeye yetsin, sana elini değdirdi ya o orospu çocuğu, bir kere daha. Biricik istersen şimdi öl, o herifi ben öldüreceğim.”
Devran’ın babasının gazi olması, Biricik’in annesinin hasta olması, Biricik’e bunu yapan lanet herifin dokunulmaz bir piç kurusu olması, soylu bir aileden gelmesi, her yerde eli kolu olması… Şu an içinde olduğumuz bu sikik durum… Gözlerimdeki yaşlar yanaklarıma akıp orada kuruduğu için cildim acıyordu.
“Devran,” dedim sertçe ve Devran durdu. “Tesise gidiyoruz,” diye mırıldandım ve Biricik’in başının üzerini öpüp konuştum. “O orospu çocuğu için daha iyi bir planım var.”
Gurur bana baktı, Devran ve Biricik gibi. Ama o an bu sırdı. Zihnimden bile sakladığım bir sır.
Ve bu sırrı, o gün geldiğinde onlara söylemeyecektim, gösterecektim.
🎧: Adamlar, Rüyalarda Buruşmuşum