Oysa bir hayalettir anılar, yaşandıkları gün ölür, bir ömür peşini bırakmazlar.
O, geçmişin içinde hâlâ yaşayan bir hayaletti.
Beyaz elbisesinin iplerini boynunda birleştirip bağlarken gözlerini aynadan çekmedi. Uzun, dalgalı saçlarını bir tarafa doğru atıp kabarttı, aynada duran fotoğrafa öpücük attı.
Bu fotoğraf, Lavin ile ikisine aitti.
Makyaj masasının altındaki çekmeceyi açtı, çekmecenin içinde duran bale ayakkabısına dokundu. Beyaz ayakkabı, kirli ve küçüktü. Bu ayakkabıyı ona Lavin vermişti, Lavin’e göre altından kalkılması en zor anıları yalnızca Kardelen yüreğinin altında toparlayabilir, ehlileştirebilirdi.
Kardelen, dudaklarında buruk bir gülümsemeyle ayakkabılara baktı. Ayakkabının kenarına sıçramış kuru kan lekesi yıllardır orada duruyordu; Lavin’e ait bir yara gibiydi.
Abisinin sesini duyunca elindeki bale ayakkabılarını çekmeceye koyup kapıya baktı. Abisi, kapısını hafifçe tıklatıp kafasını içeri doğru uzattı. Kız kardeşini gördüğü an yüzünü saran o hayat dolu ifade, kız kardeşinin de oldukça ilgisini çekerdi. Abisine tüm dişlerini göstererek gülümsedi ama gözlerine sinmiş gölgeleri ondan gizleyemedi.
Kartal, ağır adımlarla kardeşine yaklaşırken, “Senin gözlerin neden öyle bakıyor?” diye sordu.
Kardelen, başını kaldırıp abisine baktı; uzun uzun gözlerinin içine baktı.
“Abim Adam,” diye fısıldadı uzun süren sessizliğinin peşinden. “Her melek, kanatlarıyla mı doğar?”
Kartal, bir an bu soruya anlam veremedi. Sadece kardeşinin gözlerinin içine baktı. Sonra elini kardeşinin omzuna koyup, göz kırparak, “Ne oldu?” diye sordu.
“Bir kuğu tanıyorum,” dedi Kardelen gözlerini makyaj aynasına çevirerek. Kartal’ın da bakışları fotoğraf karesine çevrildiğinde, altın kahve gözlerine yerleştirdiği bakışlar derinleşti.
Kardelen yeniden konuşmaya başladığında, Kartal’ın gözleri hâlâ fotoğraf karesinde asılı duruyordu.
“Kuğunun kanatlarını koparmışlar. Ne göle yaklaşabiliyor ne de gölden uzaklaşabiliyor.”
Kartal’ın avucu sıkılaştı, kız kardeşinin omzunu ovarken fotoğrafa bakarak, “Ne yapmışlar ona?” diye sordu.
“Gölden uzaklaştırmışlar. Özlüyor gölü, biliyorum ben.”
Kartal, “Göl buz tutmuş diye kuğuya kızabilir misin?” diye sordu.
Kardelen, gözlerini yere indirdi. “Kanatları olsa, buzun üzerinde de ilerlerdi.”
“O zaman kuğuya bir kanat çizelim.”
“Sonra o kanatları kesip sırtına yapıştırır mıyız?” diye sordu Kardelen irileştirdiği gözleriyle abisine bakarak. Kartal’ın bakışları kız kardeşine döndü, şefkatin içini bir bıçak olup deştiğini hissetti.
“Evet, sonra da bırakırız gölün önüne. Bakalım buzun üzerinde de ilerleyebilecek mi?”
Yaşananlardan bir süre sonra Kartal yine burada, bir anının öldüğü odadaydı.
Çizdiği kanatların bir kopyası, kardeşinin artık terk ettiği makyaj masasının önünde duruyordu. Bakışları önce fotoğraf karesine dokundu. Altın kahve gözler derinleşti. Günlerdir uyku uyumuyordu. Gözlerinin altı morarmış, gözlerinin içi kan damarları tarafından örülmüştü; berbat görünüyordu. Titreyen parmakları çizimin üzerinde dolaşırken kendine tekrar ettiği bir şey vardı: Zaman, anıları öldürmek için tutulmuş kiralık bir katildi.
Kâğıdın arkasının boş olmadığını fark ettiğinde duraksadı. Çizimin arkasını çevirip, çizimin arkasına kurşun kalemle yerleştirilmiş kelimeleri okumaya başladı.
‘Bu aralar çok kâbus görüyorum. Bilirsin, senin kardeşinim ve işimi garantiye almayı severim. Bu masanın önünde uykusuz gözlerle dikildiğin bir gün bu çizimi bulacak olursan, masanın altındaki çekmeceyi aç, Abim Adam.’
Kartal, kâğıda bakarken dişlerini sıktı. Gözlerindeki kan damarları, yaşları toplayan fırtına bulutları gibiydi. İçini yarıp geçen bu duygunun bir gün son bulacağına inanmıyordu, artık ölene dek bu duygu onunla gittiği her yere gelecekti; buna emindi.
Eğilip masanın altındaki çekmeceyi açtı. Gözlerine ilk çarpan şey bale ayakkabıları olmuştu. Beyaz, kenarında kan lekesi olan küçük bale ayakkabısını eline alınca, ayakkabının tabanına yapıştırılmış beyaz renkteki küçük not kâğıdını fark etti.
Not kâğıdında şöyle yazıyordu.
‘O, buzun üzerinde tek başına ilerleyemez. Taktığın kanatlar onun sırtına kaynayana kadar onu bırakma, Abim Adam.’
💫
Dudakları dudaklarımda çağlayan bir ırmak gibiyken, parmakları yüzüme ekilmiş ölüm çiçekleri gibiydi.
Sonunda dudaklarımız birbirinden ayrıldı ama yüzlerimiz hâlâ aynı kadrajın içindeydi. Kartal, alnını alnıma bastırınca sertçe yutkunup gözlerimi onun dudaklarına çevirdim. Dışarıdaki soğuğa, gökten inen karlara rağmen alnı sıcaktı ve damarlarının çarpışını alnımda hissediyordum.
“Anladın mı?” diye fısıldadım.
Sertçe yutkunup alnını alnıma daha sert bastırdı. “Anladım.”
“Güzel.” Alnımı alnından uzaklaştırıp bu defa çenesine bastırdım. Alnımda çenesindeki pürüzlü yüzeyi hissettim, sakalları çıkmaya başlamıştı. “Seninleyim ama senin değilim,” diye fısıldadım, nefesim boynunu saran kazağının kumaşına çarparak bana geri döndü ve kendi sıcaklığımı yüzümde hissettim. Yanaklarım yanıyor, başım alkolün değil, hislerin etkisiyle dönüyordu.
“Evet,” dedi ama cümleyi tekrar etmek istemedi. “Öylesin.”
Çok karmaşık hissediyordum. Kalbimde, yaşanan anın canhıraş çığlıkları kopuyordu; tenimdeki sakinlik, karlar altında büyümüş bir kardelen çiçeği gibiydi. Bir an hiçbir şey söylemeyecek sandım ama sonra dudaklarından dökülen sıcak nefesler saçlarımın üzerinden rüzgâr gibi kayıp geçerken, “Ben sarhoş olmak nasıl bir şey unutmuştum,” dedi, sonra ekledi: “Bu gece yaşanana dek.”
Naftalin kokan kışlık bir paltoyu çıkarmış, o paltoyu son kez giydiğim gün kaybettiğim bir insanı hatırlamış gibiydim.
Uzun süre öylece bekledik. Bedenim onun bedeninden usul usul ayrıldığında gözlerim içgüdüsel olarak önce dudaklarına tutundu. Uzun süre kızarmış dudaklarını izledim, sonra gözlerim gözlerine tutundu.
“Nasıl birinin anısı olunurmuş, gördün mü?” diye sordum. Dudaklarının yukarı çekilir gibi olduğunu gördüm, dudaklarından uzaklaştırdığım gözlerimi çenesine indirip çenesindeki çukuru izlerken yutkundum.
Bir an sanki yıllarca hiç konuşamayacakmışız, birbirimizin gözlerinin içine birkaç saniye dahi olsa bakamayacakmışız gibi hissetmiştim ama öyle olmamıştı. Gözleri gözlerime şeytanın sırtında duran simsiyah kanatlar gibi dikildiğinde, gözlerimi onun gözlerinden uzaklaştıramadım. Konuşmadı, konuşmadım, sadece birbirimizin gözlerini izledik. Beni sorgulamadı, kendimi sorgulamadım, bana karşılık verdiği için onu da sorgulamadım. Sorgu aşamasını şimdilik bizden uzak tutmam gerektiğini biliyordum. Yine de onun dudaklarına bakarken dizlerimin üzerine düşecekmişim gibi hissediyordum. Bundan sonra olanların akıbeti ne yönde olurdu bilmiyordum fakat bildiğim, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bunu Kartal’ın da bildiğini düşünüyordum. Hatta bu bir düşünce değildi, emindim. Arabaya kadar nasıl yürümüştük, nasıl onun hemen yanımda oturacağını bildiğim ön yolcu koltuğuna oturmuştum, nasıl yola koyulmuştuk hiçbirini hatırlamıyordum.
Altımızdan akıp giden yol, yaşananları arkada bırakıyormuş gibi görünse de sanki geçtiğimiz her sokakta biz vardık, her sokağın başında dudaklarımız birbirine dokunmuş şekilde duruyorduk. Araç, her sokak başında karşılaştığı görüntümüzün yanından geçip gidiyordu. Dudaklarım sızım sızım sızlıyordu. Ona baktığımda, dudaklarımızın birbirine dokunmuş olduğu gerçeğini görecek olduğumu bilmek, beni gerçekten korkutuyordu.
Evin önüne geldiğimizde bile dudaklarımız aralanmadı. Sokak lambasının avucundan su misali akan ışığın içinden geçerek dökülen kar tanelerini izledim. Aracın içi karanlıktı, motoru artık çalışmıyordu, evlerin tüm ışıkları sönmüştü, dünyada biz hariç herkes uyuyordu. O da tıpkı benim ona bakmadığım gibi bana bakmıyordu.
Sonunda süren bu sessizliğin, eğer kırılacak olmazsa sonsuza dek süreceğini fark ettiğimden aracın kapısını geceye açtım ve gecenin soğuğu, cipin içini doldurdu. Göz ucuyla ona baktım, hâlâ ön camdan dışarıyı izliyordu. Ona baktığımı belki fark etmişti, belki de bakışlarımın radarına yakalandığını hissetmeyecek kadar dalgındı, bilmiyordum. Adımımı gecenin içine basarak araçtan ayrıldım.
Yere düşen, sayısını hatırlamadığım ama beni devirecek gibi titreyen adımlarımı binanın içine kadar taşıdım. Asansörün önüne geldiğim sırada Kartal da binadan içeri giriyordu. Asansörde onunla yalnız kalacağımı düşünmek, birinin boğazıma oturmuş gibi nefesimin daralmasına sebep olunca parmaklarım düğmelerde dolandı. Onun orada olduğunu bilsem de sanki o, orada değilmiş gibi davranmaya çalıştım. Asansörün kapıları kayarak açıldı, içeri girdim ve kapının kapanmasını bekledim ama kapı kapanmadan hemen önce gözlerim onun güneş gibi bakan gözleriyle buluştu. Gözlerinin içindeki altın parçalarının parıltılarını izledim, sonra kapı kapanmadan hemen önce içeri adımını attı ve kapı, ikimiz yüz yüzeyken usulca kapandı. Asansör yukarı tırmanmaya başladı.
Yüzü bana dönüktü, sırtımdaki aynaya değil, gözlerimin içine bakıyordu ve ona meydan okumaktan geri kalmayacağım için ben de inatla onun gözlerine bakıyordum. Asansör, sanki içeride zaman durmuş gibi yavaş hareket ediyor, katlara her uğrayışında uzun süre havada asılı kalıyordu. Asansör sarsılarak durunca bir an bedenim öne doğru kaydı ve ben kendimi toparlayamadan ellerim onun göğsüne dokundu, düşmeme engel olmaya çalıştım. Avuçlarımı onun soğuk kazağının kumaşının altında sıcacık çarpan kalbine bastırırken kafamı kaldırdım ve şaşkınlığın gizlenemediği gözlerimle gözlerinin içine bakakaldım. Kafasını hareket ettirmeden, o içinde küller birikmiş gözlerini indirmiş bana bakıyordu ve küller yüzüme, saçlarıma, gözlerime yağıyordu.
Asansörün kapıları kayarak iki yana açıldı ama ben hâlâ onun göğsüne tutunmuş, onun gözlerinin içine bakıyordum. Bir şeyler söylemesini, benimle alay etmesini bekledim ama aynı gözlerle beni izliyordu. Gözleri bir an gözlerimden koptu, uçurumdan aşağı düşüyormuşum gibi hissettiren hareketinin içimde oyduğu hissi tanıyamasam da o gözler dudaklarıma dokunduğu an, o hissin uçurumun dibine çakılan bedenim gibi iki göğsümün arasına çakıldığını hissettim.
Ellerimi usulca geri çekip, güçlü adımlarla yanından geçip asansörden indim. Eve girmek, ölümle yarışmak gibiydi. Hiçbir şey söylemeden odama geçtim, üzerime giyecek bir şeyler aldıktan sonra ışık hızıyla banyoya girdim ve kendimi ılık suyun altına bıraktım. Su tenimden devamlı olarak kayarak akarken, parmaklarım dudaklarımda öylece banyodaki küçük pencereden içeri sızan sokak ışığını izledim.
Banyodan üzerimde askılı bir tişört, altımda saçlarımın suyunu sıkarken ıslattığım kısa, siyah, penye bir şort ile çıkmıştım. Saçlarım hâlâ ıslaktı, omuzlarımdan aşağı dökülmüş, çıplak omuzlarımı da ıslatmaya başlamıştı. Çıplak ayaklarımın yere bastığı adımları izlerken karanlığa rağmen ayak parmaklarımdaki siyah ojeleri net bir şekilde görebiliyordum. Koridoru aşarak salonun önünde durdum. İçeride olduğunu biliyordum ama sesini duyamıyordum. Ne kadeh sesleri ne de içki şişesinin sesi yoktu, içkinin boğazından kayarken çıkardığı gür sesi bile yoktu.
Tüm cesaretimi tıpkı onu öptüğüm anda toparladığım gibi toparladım. Onu öptüğüm an… Duraksadım. Tam salona adım atacakken ayağımın havada kalmasına neden olan düşünce buydu. Onu öpmek… Onu öpmüştüm. Kardelen’in gülerken çıkardığı o çocuksu ses zihnime bir ışık gibi yayıldığında, elimi kalbime bastırıp gözlerimi yumdum.
“İçeri gelecek misin artık?” Sesini duyduğum an elimi hızla kalbimden çekip içeriye baktım ama onu göremedim.
Salona girdim. Koltukta uzanıyordu, bir eli yerde, diğer eli koltuğun sırtındaydı, üzerindeki kazağı çıkarmıştı ama pantolonu hâlâ altındaydı. Pencereden içeri sızan ışığı izlerken sakin görünüyor, o ışık onun tenine çarparak teninde sim parçaları gibi parlıyordu. Yerdeki kül tablası dikkatimi çekti, içi bomboştu, şimdiye kadar hiç sigara içmemiş miydi? Oysa banyoda epey uzunca bir zaman oyalandığıma emindim. Sakin adımlarla koltuğun önüne gelip gözlerimi koltukta uzanan bedeninde gezdirdim, ardından gözlerimiz birbirini tekrar buldu. Hiçbir şey olmamış gibi, “Bu gece içmiyorsun sanırım?” dedim sorar gibi, sesimdeki mesafe onu şaşırtmadı, sadece yüzüme baktı.
“Bu gece yeterince içtim,” dedi, sesi beni bir adım geri attıracak kadar güçlü geldi, oysa bir fısıltıdan ibaretti.
Gözlerim bu cümleyi kurmasının üzerine dudaklarına inince bunu gördüğünü bilmenin utancıyla karnım kasıldı ama ona çaktırmadım. Gözlerimi etrafta gezdirerek paketi ararken, “Sigaran yok mu?” diye sordum.
“Ne yapacaksın?” diye sordu. Dışarıda bir siren sesi yükseldi, bir ambulansa aitti ya da bir itfaiyeye, belki de bir ekip otosuna; uzaklardan kopup gelmiş ve anlık olarak odanın içini doldurmuştu.
“Alacaktım bir tane,” dedim, sakinliğimiz, üzerinde durduğumuz ipin daha da gerilmesine neden oluyordu. Biz iki cambaz olarak artık bu ipe sığmaz olmuştuk. Ya o düşecekti ya ben; ya da ikimizden biri diğerimizi itecekti.
“İçme,” dedi, ona baktım. Gözlerini yüzümde gezdirip, “Gelsene,” deyince, ayaklarımdan yere çakılıyormuşum gibi hissettim.
Koltuğa iyice yaslanıp bana koltuğun kenarında küçük bir yer açtı. Gözleri hâlâ yüzümün ekseni etrafında dönüyordu. Başta sessizce yüzünü izlesem de sonunda ayaklarım çözüldü ve kendimi onun yanında buldum. Koltuğa önce oturdum, ardından sırtımı ona dönerek yavaşça uzandım. Kafam kolunun üzerinde duruyordu, kolunda çarpan damarı hissedebiliyordum. Kokusu, dışarıda yağan karın aksine ılık bir yağmur kokusu gibiydi. Toprağın notalarını soluyabiliyordum. Bir süre konuşmadık.
Yanağımı şişkin pazusuna bastırdığımda kolunu dirseğinden kırarak yavaşça boynuma sardı ve sırtımı onun göğsüne yaslamamı sağladı. Gözlerim hemen karşımızdaki duvarı kaplayan resimde takılı kalmıştı. Her nedense onun da orayı izlediğini düşünüyordum.
Bir süre sustuktan sonra, “O senin için ne ifade ediyordu?” diye sordu, sorusu uzun süre duraksamama neden oldu. Kimden bahsettiğini anladım.
“Onun benim için ne ifade ettiğini uzun uzun düşünmedim hiç,” dedim, ilk defa bir cümleyi kurarken bu kadar çekimserdim. Onun ne hissedeceğini, ne düşüneceğini merak ediyordum, bu garipti. Kartal, göğsünü tamamen sırtıma yapıştırdı.
“Senin için ne ifade ettiğini bilmiyor muydun?”
“Bilmiyorum. O benim için… Özay’dı işte.”
Gergin kolları bedenimi daha sıkı sardı. “İsmini zikretme şimdi, siktir et,” dedi, sessizce gözlerimi kırpıştırdım, buna cevap vermedim. “Kaç yaşındaydı bu herif?”
“Benden bir yaş büyüktü,” dedim.
“Küçükmüş.”
Sızlayan dudaklarımı yavaşça yaladım. “Sana göre.”
“Sana göre değil mi yani?” diye sordu, köşeye sıkışmışım gibi yutkunup gözlerimi resme sabitledim.
“Öyle bir şey söylemedim.”
“Bence sen yaşça senden büyük, olgun biriyle olabilirmişsin gibi geldi.” Söylediği sözler, kurduğu cümle kalbimin patlar gibi atarken aniden suskunlaşmasına neden oldu. “Yaşına göre olaylara bakış açın, tavırların, duruşun falan.” Doğru kelimeyi arıyormuş gibi bekledi. “Evet, yaş olarak küçüksün ama kafa yapın öyle değil.”
Dürüstçe, “Özay, olgun biriydi,” dedim.
“Sikeceğim şimdi onun ismini,” dedi aniden. Islak saçlarımı pazularına sürterken dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Küfretme, küfrü hak edecek bir şey yapmadı.”
“Seni bırakıp gitmiş, bu yeterli bir sebep.”
“Dedim ya, onun gitmesini ben kendim istedim.”
“Yine de aptallık etmiş,” dedi. Beni daha sıkı sardı. “Salak adammış.”
“Değildi,” diye mırıldansam da beni duymasına imkân yoktu çünkü bunu onun bile duyamayacağı bir şekilde mırıldandım. Sonra asla onun duyamayacağı tonlarda bir sesle tekrarladım: “Beni böyle sardığın müddetçe buradaki tek salak adam sen olacaksın.”
“Lavin,” dediğini duydum.
Gözlerim ağırlaşmışken, kalbim hâlâ dudaklarımdaymış gibi çarparken ve bedenim onun bedenine yaslı durduğu için sakinleşmişken, “Hım?” diye mırıldandım.
“Bana o dallamayı değil, başka bir şey anlat.”
“Onunla ilgili soru soran sendin,” dedim kuru bir sesle.
“Sikerim onu,” dedi uykulu bir sesle. “Hadi, bir şeyler anlat.”
Yanağımı pazusuna bastırıp, “Neyle ilgili?” diye sordum.
“Seninle,” dedi, boğuk sesi yutkunmama neden oldu. “Ve onunla.” Bu defa o olarak bahsettiği kişinin kim olduğunu bilmek canımı acıttı. Kardelen bizi izliyormuş gibi hissettim.
“Ben… Yıllardır dans etmiyordum. Biliyorsundur zaten.” Gözlerimi açmadan bekledim. Gözlerimin önünde onun dalgalı saçları, çekik bakan iri gözleri, hiç silinmeyen gülümsemesi asılı duruyordu. “Ama… O, dans etmemi çok isterdi, bazen ona dans ederdim.” Yutkundum, Kartal’ın da yutkunduğunu duydum. “Yıllar sonra ilk defa onun için dans etmiştim. Şimdi yine onun için dans ediyorum.”
Kartal’ın burnunu sırtımdaki kanat dövmesinde hissedince gözlerimi araladım. Gözlerimi açmadan ona içinde gökyüzü tenli kızı saklayan masallar anlatmaya başladım. Acı, bir kelebek gibiydi; üç gün sonra ölecekti ama şu an kanatlarını içimin gökyüzünde çırpmaya devam ediyordu.
💫️
Kartal’ın uyuduğunu fark ettiğimde koltukta yavaşça dönerek onun kollarının arasına girmiş, uykunun gözlerime tıpkı taşın suyun dibine çöktüğü gibi çökmesine izin vermiştim. Zaman, ikimizin rüyalarına aktı ve güneş, kar yüklü bulutların arkasına saklanarak doğana dek peşimizi bırakmadı.
Gözlerimin aralanmasına neden olan patırtı, uykumu ikiye bölen bir kılıç gibiydi. Bedenim terliydi, saçlarım alnımdaki ter tabakasının üzerine yapışmıştı ve bedenim gevşemiş, sanki olduğum yerde eriyip, olduğum yere dönüşmüştüm. Gözlerim önce hemen karşımdaki koltukta oturan Yunus Emre’yi gördü, ardından salona birilerinin daha girdiğini hissedip irkildim. Arkamda düzenli nefesler alarak uyuyan adamın sıcak nefesini ense kökümde, çıplak omuzlarımda hissediyordum. Yunus Emre ise bir bacağının bileğini diğer dizinin üzerine koymuş, parmaklarının ucunda döndürdüğü bir kurşun kalemle bizi izliyordu. Yüzünde her zamanki ifadesizlik perdesi olsa da artık biraz olsun o perdenin arkasında saklanan evden, evin içinde yanan ateşten, evin duvarındaki çerçevelerden haberim vardı.
“Yanlış bir zamanda mı geldik?” Bu sesin sahibi Burak’tı. Gözlerimi ovuştururken bu defa hemen başımızda dikilen iri cüsseli adama baktım. Biraz sonra arkasında duran Sahra’yı da fark etmiştim. Yüzünde olayı anlamlandıramadığını belli eden bir ifadeyle ikimizi izliyordu. Bir ara gözleri duvardaki dev resme kayınca, gözlerini saran şaşkınlık narası daha da büyüyerek tüm yüzünü sardı.
Dün yaşananları hatırlayan dudaklarım, üzerlerinde sıcak bir bıçak dolaşıyormuş gibi sızlamaya başladığında aniden Kartal’ın beni ahtapot gibi saran güçlü kollarından kurtularak oturur pozisyona geçtim. İçeri nasıl girdikleri konusunda pek bir fikrim olmasa da şu an düşünmem gerekenin bu olmadığını biliyordum. Kartal, kollarının arasından çıktığım için kaşlarını çatmıştı ama hâlâ uyuyordu.
“Burada uyuyakalmışım,” dedim avucumun içiyle şakaklarımı ovarak. Normal davranmak için uğraşıyordum, nasıl görünüyordum bilmiyordum ama bana kalırsa her zamanki gibi görünüyordum.
“Ne bu tantana amına koyayım?” diye sorarak açtı gözlerini Kartal. Bir elini saçlarının arasına atmıştı ve bir gözü diğer gözüne oranla kısık bakıyordu. Gözlerim dudaklarına dokunur dokunmaz kalbim çırpınmaya başladı. Gözlerimi hızla ondan uzaklaştırıp Yunus Emre’ye çevirdim. O esnada Kartal yavaşça doğruldu.
“Hep birlikte oturduk senin uyanmanı bekliyoruz,” dedi Yunus Emre, kurşun kalemi bir defa daha çevirdi. “Anne kucağındaki bebek gibi uyuyordun, emziğin eksikti bir tek.”
Yunus Emre’nin iması yanaklarımın içini dişleyerek onun gözlerinin içine bakmama neden oldu. Bakışları bana dokundu. Bisiklet yaka, yeşil tişörtünün hemen arkasında, soluk boşluğunda küçücük minyatür bir bıçak dövmesi vardı. Daha önceleri de bu dövmeyi görmüştüm ama bıçağın şekline ilk defa dikkat ediyordum.
Kartal, “Sabahın köründe yaylı çalgı gibi açma o çeneni, hiç uğraşamam,” dedikten sonra saçlarını karıştırıp Yunus Emre’nin eline baktı. “O kalem ne? Sudoku çözüp biraz beyin fırtınası yapmaya mı karar verdin?”
“Yok,” dedi Yunus Emre. Duvarı kaplayan resmi gösterdi. “Başlatılan akımı devam ettiriyorum, sizi çizecektim…” İma dolu gözlerle Kartal’a baktı.
“Elli kuruşa aldığın kurşun kalemle mi çizeceksin bizi?” Kartal’ın bunu söylemesini beklemediğim için omzumun üzerinden ona alık alık baktım.
“Ne elli kuruşu? Sen 2000’li yılların başında kaldın sanırım, artık bir uçlu kalemi bile üç yüz, bilemedin beş yüz liraya satıyorlar.” Kalemi gösterdi. “Bunu da elli liraya aldım, en ucuzu buydu.”
Burak güldü, ardından elindeki pet şişeyi avucuna vurup Sahra’yı kolunun altına aldı. Sahra hâlâ ikimizi izliyordu.
“Ee okul çocuğu, sizin okulunuz yok mu?” diye sordu Yunus Emre. Tek kulağından sarkan uzun, hac işaretine benzeyen küpesinin sallanışını izledim, sonra tekrar gözlerine baktım.
“Kes lan.” Kartal, saçlarını karıştırıp koltuktan kalktı. “Sabah sabah neden buradasınız, eviniz mi yok sizin?”
“Artık kalkıp üzerinizi giyinseniz mi?” diye sordu Sahra.
Sanki Sahra’nın bu söylediğini bekliyormuşum gibi hızla oturduğum yerden kalkıp salonun ortasına yürüdüm. Neslihan ve Sibelay da koridordan salona doğru ilerliyorlardı. Onların da duvardaki resmi görünce verecekleri tepkiyi görmek istemediğimden hızla salondan çıkarak yanlarından geçtim. Neslihan, “Günaydın,” dedi sırıtarak, onlara yavaşça gülümsedim ve Sibelay da bana göz kırpıp gülümsedi.
Kendimi odaya kapattığım an ellerimi şakaklarıma koyup sırtımı kapıya bastırmıştım. Şimdi ne olacağı konusunda bir fikir sahibi olabilmek için birçok şeyden vazgeçebilirdim ama yoktu, kafamda, kalbimde, ruhumda, hiçbir yerde herhangi bir cevap uyumuyordu. Saçlarımı tarağın dişleriyle parçalar gibi taradım, üzerime gelişigüzel geçirdiğim beyaz, bol bir kazak ve buz mavisi mom jean ile aynanın karşısına geçip, diğer günlerin aksine canlı bakan gözlerimi büyük bir dehşetle izlemeye başladım. Sanki onun dudaklarının fırçası dudaklarıma dokunduğundan beri ben artık boş bir tuval değil, renkleri emmeye başlamış bir tablo gibiydim.
Saçlarımı tırnaklarımı saç diplerime bastırarak alnımın arkasına attım. Dudaklarıma şeftali tonlarında bir ruj dokundurup yüzümü bomboş bıraktım ve sırt çantamı alıp odadan çıktım. Her şey o gece yaşanmadan hemen bir önceki gün nasılsa, bir sonraki gün de aynı şekilde devam etmeliydi. Hatta şimdi de öyle devam etmeliydi. Beyaz spor ayakkabılarımın büyük kulaklarını izlerken koridorun ortasında dikiliyordum ve çantanın tek bir kulpu omzumda asılı duruyordu.
Kartal salondan çıkınca bir an koridorun ortasında onunla göz göze geldim. Ağır adımlarla bana doğru ilerledi, hemen yanımdan geçerken bir an duraksadı ve o duraksama anı boyunca ikimiz de birbirimizin gözlerinin içine bakamadık. Omzu omzuma sürtündü, yanımdan geçip gitti. Kendi odasına girip kapıyı kapattığında hâlâ olduğum yerde dikiliyordum. Yunus Emre, kulağının arkasına taktığı kurşun kalem ile salondan çıkınca bakışlarım bu kez onu yakalayıp içine hapsetti.
“İyi görünüyorsun,” dedi, sesi her zamanki gibi sakindi, gözlerinde farklı anlamlar yoktu; anlamlar kayıptı.
“Senin için de aynısını söylemek isterdim.”
Güldü. “Dejavu olmuş gibi hissettim.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Bunu çok sık duyduğuna eminim.”
“O kadar berbat görünüyor olamam,” dedi, sesinde alay vardı. Gözleri kısaca Kartal’ın odasının kapısına kaydı, ardından yeniden bana çevrildi. “Hiç ne istediğini düşündün mü, Lavin?”
“Ne konuda?”
“Şu an diyorum, neden buradasın?”
Gözlerim, Yunus Emre’nin gözlerinde uzun süre misafir kaldı. Ona verecek cevabım vardı ama dilim artık bu cevabı ucuna getiremiyordu. Çünkü dilim çok defa bu cevap yüzünden alevler arasında kalmış, yanmıştı.
Yunus Emre, başını omzuna doğru yatırdı. “Dur sana yardım edeyim. İntikam için mi?”
“Evet,” dedim, sonra ekledim: “Ama konu sadece bu değil. Gerçeklere ihtiyacım var.”
“Ya bu yolda ilerlerken isteklerin değişmeye başlarsa, Lavin?”
Yunus Emre’nin sorusu, ağaca düşen yıldırım gibiydi. Ağacın dalları yanmaya başladı, gövdesindeki kalın damarların içi alevden kanlarla doldu ve kökleri alevlere tutundu. Gözlerimi ondan kaçırmak istedim ama kaçıramadım.
“Ne istediğine dikkat et,” dedi, bu bir uyarı değildi, bu her nedense bir uyarı olamayacak kadar içten kurulmuş bir cümleydi. “İnsan ne dilediğine ve ne istediğine her zaman dikkat etmelidir.”
“Ne demeye çalışıyorsun?”
“Kardelen benim de kardeşimdi,” dedi. Onun adını duymak, yüzümü saran renkleri aniden soldurdu. “Ve Kartal da benim kardeşim,” diye devam ettirdi cümlesini. “Ama Kardelen, Kartal’dan bile önemliydi.”
“Bana neden bunları anlatıyorsun?”
Bana yaklaşınca kafamı kaldırıp ona baktım. Yavaşça eğilip kulağıma yaklaştı. “Kardelen’in ölüm haberini Kartal’a vermek zorunda olan kişiydim.” Nefesim kesildi. “Bu yol çok tehlikeli, Lavin. O yüzden kendine dikkat et. Ben ona benzer bir haber daha vermek istemiyorum.”
“Bana ne olabilir ki?” diye sordum fısıltıyla.
Geri çekilip yüzüme baktı. “İnsanlar ölüyor. Kartal’ın öldürdüğü adam, o gün Kartal’ın onu öldüreceğini bilmeden yaşıyordu. Bugün bana ne olabilir ki diyorsun, yarını hesaba kattın mı?”
“Bu uğurda bana olacaklardan korkmuyorum,” dedim.
“Ben Kartal’a da sana da olabileceklerden korkuyorum,” diyerek hızlı bir giriş yaptı. “Ve sana bir şey olması demek, Kartal’a daha büyük bir şey olması demek. İkiniz de zarar görmüş olursunuz.”
“Ne?”
“Bahçenin sahibi olmasan da o bahçede yetişen bir çiçek ile gönül bağı kurabilirsin,” dedi, duraksadım. “O çiçeği oturup izleyebilir, o çiçeğe su verebilirsin. Ve o çiçeği, sırf ona dokunmak için dalından koparıp bahçesinden çalabilirsin.” Elini omzuma koyup güven verici bir şekilde omzumu sıktı. “Ama çiçeği bahçesinden çaldığın, dalından kopardığın gün, çiçeğin ömründen de çalarsın. O çiçeğin elinde öleceğini bilirsin. O yüzden Lavin, bazen çiçeği yalnızca uzaktan izlemen, bahçeye girip suyunu vermen ve bahçe sahibi seni görmeden bahçeden çıkman gerekir.”
Söyledikleri içimde binbir farklı anlam ışığıydı ama tüm ışıklar aynı odayı aydınlatıyor, o odada yalnızca tek bir gerçek gözlerini yummuş benim onu bulmamı bekliyordu.
“Ne istediğine dikkat et, Lavin,” dedi tekrardan. “Kartal hiç dikkat etmiyor.” Başımı salladım. Şefkatli bir şekilde gülümsedi. “Ona benziyorsun,” dedi. “Kardelen’e. Yüzün değil ama bazı hareketlerin benziyor. Ona da akıl verdiğim zaman bana böyle bakarak başını sallardı.”
İçimde kanat çırpan kelebeğin, bugün içimdeki ikinci günüydü.
“Onsuzluğa katlanamıyorum,” diye fısıldadım. Yunus Emre dişlerini sıkınca zayıf suratında büyük kuyular açıldı. Omzumu sıkıp başını salladı.
“Bunu bildiğim için size yardım ediyorum ya zaten,” dedi sakince. “Yoksa sizin için elimle mezarlığa gidecek bir yolun önündeki sazlıkları aralayıp avuçlarımı kesmezdim.”
“Bence keserdin,” dediğimde bana baktı. “Çünkü Kartal’ı çok seviyorsun.”
Elini çekerken başını eğerek gülümsedi. “Yaparım bazen böyle saçma şeyler.”
“Onu sevmek saçma mı?”
Gözlerini yüzüme çevirirken, “Bilmem,” dedi. “Saçmalık mı?”
İçimin bağırtısını çok net duymama neden olan sorusuyla, karanlık bir odada göz göze gelmiştim. O sorunun gözleri karanlıkta parlıyor, benden alacağı cevabı beklerken odanın duvarlarını usul usul daraltarak beni köşeye sıkıştırıyordu.
“Dün doğum günüydü,” diye mırıldandığında duraksadım, dalgın bakışlarımı yüzüne çevirdim. Gün kavramım tamamen karışmıştı. “Bizimkiler kutlamak istediler ama sonra bunun şu an ona sandığımız gibi iyi hissettirmeyeceğini düşündük. Belki daha sonra telafi edebiliriz.”
Dün doğum günüydü ve ben onu öpmüştüm.
Tam dudaklarımı aralayacaktım ki Kartal odadan çıkarak, “Senin şu manyak hoca aradı,” dedi, omzumun üzerinden ona baktım. “Buzda dans zımbırtın için koreografi hazırlayıp hazırlamadığını sordu, sesi de sinirliydi.”
Ona kaşlarımı çatarak bakarken, “Ee?” dedim sorar gibi.
“Ben de hazırladığını söyledim.”
“Ne?”
Yunus Emre’nin güldüğünü duydum. Kartal dudaklarını büzerek omuz silkti. “Oyun kızım oyun,” dedi, sesi alaycıydı.
“Başlatma oyununa!” diye bağırdım. Şimdi Neslihan da buradaydı, şaşkın şaşkın bize bakıyordu. “Ben hiçbir şey hazırlamadım. Bu kadar kolay mı olurmuş o işler? Saçmalamasın! Hem sen ne yaptığını sanıyorsun ya?”
Bana düz düz baktı. Bana böyle baktığında bile neden bu şekilde hissettiğimi hiç bilmiyordum. “Böyle carlayacağını bildiğim için eşinin ben olduğumu söyledim,” dediğinde ona bakakaldım.
“Ne dedin?”
“Az önce ona senin eşinin ben olacağımı, birlikte dans edeceğimizi söyledim,” dedi, Yunus Emre şimdi gerçekten sesli gülüyordu, Kartal ona kötü bir bakış atıp tekrardan bana baktı. “Kafamıza göre birkaç saçma hareket yaparız, o da vazgeçip susar işte.”
“Sen buzda dans edeceğini mi söylüyorsun?” diye sordu Neslihan şaşkınlık içinde, Sibelay da Neslihan’ın kolunun altına girerek kollarını onun beline sarmıştı.
“Evet,” dedi Kartal, ardından iki dudağının arasına bir sigara yerleştirip gözlerini yüzüme çevirdi. Dudaklarına bakakaldım, sonra bunu zaten bunun için yaptığını düşününce bakışlarımı panikle onun dudaklarının merkezinden çekip kaçırdım. Her ne olduysa sigarayı dudaklarının arasından geri çıkardı, yakmak yerine paketin içine geri koydu. “Hazırsan çıkalım.”
“E biz de gelelim o zaman,” dedi Neslihan. “Seni buzda düşerken görmek için çıldırıyorum…”
“Dans falan etmeyeceğim ben,” diye söylendim.
“Adam sana taksın, işimiz bitmeden o bizim işimizi bitirsin diye mi?” diye sordu Kartal, sesi ciddiydi.
“Hep senin yüzünden,” diyerek çıkışa yöneldim. Diğerleri de bizim peşimizden geliyordu. Söylene söylene evden çıkmış, söylene söylene araçta onun yanında oturmuş, söylene söylene okula kadar varmıştım.
Bir bakıma bu konunun aramıza şerit çekmesi iyi olmuştu çünkü ben hâlâ ona karşı nasıl davranmam gerektiğini bilmiyor, eskisi gibi davranabilmek istiyordum. Akademiye girdiğimizde diğerleri de yanımızdaydı. Buz pistinin olduğu büyük alana doğru yürürken bedenim gergin hissediyordu. Dönüp Kartal’a kafa atmakla, onun dudaklarına bakarken avuçlarımı dolduran külleri tek seferde yutmak arasında gidip geliyordum. Buz pisti ağzına kadar insanla doluydu. Öğrencilerin neredeyse yarısının içeride olduğunu görmek gözlerimin iri iri açılmasına neden oldu.
Kartal bizi gerçekten rezil edecekti.
Hocanın ilerideki kalabalığın içinden çıkarak bize doğru yaklaştığını gördüm. Gözlerimi Kartal’a çevirip ona sinir bozucu bakışlarımı gönderirken o bana bakmadı, gözleri hocadaydı. Hoca, “Giyinmemişsiniz bile,” dedi ve gözlerini kalabalığa çevirdi. “Mine, çift kostümlerinden birini ayarlamanı istemiştim. Hazırlar mı? Eğer hazırsa, ikisine kabinlere kadar eşlik et.”
Adının Mine olduğunu öğrendiğim kumral kız, kalabalığın içinden geçerek hiçbir şey söylemeden bana başıyla işarette bulundu ve Kartal ile birlikte arkadaşlarımızı geride bırakarak soyunma kabinlerinin olduğu yere doğru yola koyulduk.
Kostüm bembeyazdı. Kostümün altından giydiğim kalın külotlu çorap ten rengi gibi görünse de eğer düşecek olursam beni olası bir yaralanmadan daha az hasarla kurtaracak şekilde tasarlanmıştı. Saçlarımı sıkı bir balerin topuzu yaparak yüzümü örtmesine engel oldum. Kostümümün boğazı kapalıydı, boğazında inciler vardı ama omuzları açıktaydı, omuzlarından aşağı kısımları uzundu ve kumaş dümdüz iniyordu. Aynı şekilde sırtımda da inciden düğme detayları vardı. Bedenimi ikinci bir deri gibi saran kostümün içindeyken kabindeki aynadaki yansımamı uzun uzun izledim. Beyaz patenleri elime alıp, parmak uçlarımda yükselerek kabinden çıktım. Gözlerim Kartal’ı aradı ama onu göremeyince pist alanına doğru yürümeye başladım.
İçerisi kapkaranlıktı. Bir an durdum. Etrafıma bakındım, kalabalığın uğultusunu duyuyordum ama göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı. Buzun kokusunu aldığım için pistin önünde durduğuma emindim. Bulduğum ilk yere oturup patenlerimi güçlükle ayaklarıma geçirdim, iplerini sıkıca bağladıktan sonra yavaşça ayağa kalktım. Buzun üzerinde bu şekilde ayakta durmak kolaydı ama yere bu patenlerle basma olayında pek de iyi sayılmazdım. Allah biliyordu ya, ne yapacağım konusunda da tek bir fikrim yoktu.
Pisti altında bırakan beyaz spot ışığı aniden açıldığında irkilerek piste baktım. Yalnızca pisti aydınlatan yuvarlak ışığın altında Kartal’ın dikildiğini gördüğümde, kalbimin atışları göğsümden yükselerek boğazıma tırmandı. Benim aksime simsiyah kostümünün içindeydi, kostümün pantolonu uzun ve ince bacaklarını sarmış, onun güzel anatomisini gözler önüne sermişti. Siyah gömleğinin düğmeleri göğsüne kadar açık duruyordu, göğsünü oluşturan beyaz, yıldızlı deri, beyaz ışığın etkisiyle denizin üzerindeki yakamoz gibi parlıyordu.
Pistin dört yanında duran hoparlörlerden kulakları sağır edecek bir ses duyuldu. Kalbimi hoplatan bu ses miydi, karşımda duran görüntünün sahibi miydi bilmiyordum. Buzun üzerine ilk adımımı attığımda, Kartal buzun üzerinde dururken hiç zorlanmadan yavaşça kayarak bana doğru ilerlemeye başladı; onun bana ilerlediğini gördüğümde ben de ona doğru kaymaya başladım. Tam birbirimizin karşısında durduğumuz an, ışığın bizi altına alıp, dünyayı dışında bıraktığı andı. Gözlerimiz konuşabilirmiş gibi birbirimize bakıyorduk. Bir elini kaldırınca onun gözlerinden ayırmadığım gözlerimle onu anlamışım gibi ben de diğer elimi kaldırdım ve birbirimizin etrafında birbirimizin gözlerinin içine bakarak yavaşça döndük.
Bu defa diğer elini kaldırdı, ben de elimi indirip onun tersindeki elimi kaldırdım ve birbirimizin ters yönünde döndük. Yavaşça geriye doğru kayarak birbirimizden uzaklaştık. Sanki sözleşmişiz gibi yeniden birbirimize kaymaya başladığımızda gözleri dudaklarımda, ruhu ruhumun sınırlarındaydı. Göğsüm göğsüne dokundu, eli belime kaydı, bedenlerimiz birbirine yaslandı ve uyum içinde birbirine kaynamış iki kemik gibi kayarak pistin ortasına kadar geldik. Işık, başımızın üzerinde bizi takip eden bir gölge gibiydi.
Bedenlerimiz usulca birbirinden uzaklaştı. Gözlerim gözlerinden uzaklaşarak dudaklarına dokundu, bu dokunuş onun kopma noktasıymış gibi aniden bana doğru kayıp yeniden bedenlerimizi birbirine kaynattı.
Parmakları geleceğe dokunmak istiyormuş gibi tenime dokundu. Parmaklarını tenime mühür gibi bastığında, güneş rengi gözleri gözlerime gölgesini düşürmüştü. Buzun üzerinde usulca süzüldüm, buzun üzerinde usulca süzüldü. Patenlerimin demirleri buzu çizerek arkasında yarıklar bıraktı, onun siyah patenleri de benimkiler gibi buzun teninde yarıklar açarak kaydı. Bir elim usulca eline doğru kaydı, parmaklarımız birbiriyle buluştu. Diğer elini belime bastırdı. Kayarak buz pistinin ortasına geldiğimizde parmakları bedenimde, dokunuşu ruhumda ve derinlerimdeydi. Melodi sanki her yerdeydi. Yalnızca pistte değil, dışarıda devam eden hayatın içindeydi; bir tren istasyonunun kalın kolonunda asılı duran saatin tik taklarındaydı, rayları sarsarak ilerleyen trenin içindeydi.
Melodinin yükseldiği noktada, “Bana güveniyor musun?” diye sorunca ona afallamış gözlerle baktım ama bizi izleyen kalabalığın varlığı beni tekrar mantıklı düşünen biri olmaya zorladı.
“Neden?”
“Bana güveniyor musun, güvenmiyor musun?”
Beni belimin iki yanından kavradığı anda hiç düşünmeden, “Güveniyorum,” kelimesi döküldü dudaklarımdan ve Kartal beni belimin iki yanından daha sert kavrayarak aniden havaya kaldırdı. Bedenimi havaya kaldırdığı an havada olmanın etkisiyle öne meyil kazanan bedenimi dümdüz konuma getirdim ve o beni havada tutarken kayarak yavaşça döndürdü. Bu figür, insanların avuçlarında patlayan alkışların kıyamet sesi gibi etrafı sarmasına neden olmuştu.
Sanki avuçlarında kuş taşıyormuş gibi beni omzuna oturttuğunda ona uyum sağlayarak bedenimi esnetebildiğim kadar esnettim ve omzunda otururken bacak bacak üzerine atarak bir elimi belime koydum. Kartal, buz pistinin ortasından sonuna kadar kaya kaya beni omzunda taşıdı. Ardından tekrar bir elini belime, diğerini elime koyarak beni tutup yere indirdi ve ayaklarım buza değdiği anda bacaklarımı ayırarak geri geri kaymaya başladım; bu esnada artık ellerimiz birbirine tutunmuş, tüm parmaklarımız birbirine dolanmıştı.
Kartal’ın altın rengi gözleri benim gözlerimde boy veren hisler gibiydi.
“Bunda çok iyisin,” dediğim an kolumu kaldırarak beni kendi etrafımda döndürdü.
“Başka hangi konularda iyi olduğumu bir bilsen,” diyerek büyüklük tasladı.
Patenim buza saplanırken beni belimden tutarak kendine çekti ve sırtımı onun geniş göğsüne yaslamamı sağladı. Ellerini çarpı şekline sokarak bedenimin üzerine bağladığında, müziğin akışına uyum sağlayarak yavaşça aşağı kadar kıvrıldık ve çöktük, bu esnada kaymaya devam ediyorduk. Ardından yeniden kıvrılarak ayağa kalktık. Başımı geriye atıp onun omzuna yasladığımda beni belimin iki yanından sıkıca kavrayarak usul usul kendi etrafında döndürdü. Kar taneleri başımızdan aşağı dökülüyormuş, gözlerimden yağmurlar yağıyormuş gibi hissediyordum.
“Lavin,” dediğini duydum müziğin içinden.
Gözlerim hâlâ kapalıyken, “Hım?” diye mırıldandım.
“Güzelsin,” dedi ummadığım bir anda.
Bu itirafı beni afallatmadı ya da dengemi kaybetmeme neden olmadı ama sertçe yutkunmamı sağladı. Kollarımı arkaya doğru atıp onun boynuna sardım.
“Dans ederken güzel göründüğümü söylerler,” dedim yavaşça.
Zaman kavramını yok etmek istiyormuş gibi parmaklarını belime bastırdı. Parmak uçlarımda onun ense kökündeki tüyleri hissettim. “Kim söyler?” diye sordu ve o an bacaklarımı kaldırarak ondan güç aldım, kendi bacaklarımla önümden geçen bir daire çizdim.
“Beni dans ederken izleyenler.”
“Kim izledi?”
Kartal’ın ensesini parmak uçlarımı sürterek okşadığımda, teninin parmaklarımın altında kasıldığını hissettim. Kayarak buz pistinin ortasına kadar geldik.
“Bana cevap vermeyecek misin, Lavinia?”
“Lavin,” diye düzelttim onu, parmaklarım ensesini kavradı, nabzını derimde hissettim. “Ve sen, ne zaman sana bir cevap versem, o cevabın içinden kelimeleri seçiyor ve kalan kelimelerin hiçbir önemi yokmuş gibi onları bir çakmağın ucunda yakarak öldürüyorsun.”
Parmaklarım tenini bıraktı ve ondan uzaklaşmaya başladığımda bir süre buzun üzerinde hareket etmeden arkamdan baktı. Ona bakmasam bile bana baktığını biliyordum. Öyle bir şeydi ki, artık o güneş rengi gözleri bana bakarken akşamı getirse, geceyi gökyüzünden ayırıp yeryüzüne indirse bile karanlıkta o gözleri bulabilirmişim gibi geliyordu. Bana bu duyguları verdiği için ondan korkuyordum ama aynı zamanda bana bu duyguları verdiği için ona güveniyordum.
Asıl böyle duygular içinde olduğumuz insanlara güvenmememiz gerekirdi oysa.
Pistin diğer ucunda yavaşlayarak durduğum esnada onun bana kayarak gelmeye başladığını fark etmemiştim. Kolları aniden bedenimi sarıp yine tam göğsümün üzerinde o çarpı şeklini aldığında gözlerim irileşti. İnsanlar bizi alkışladı, onlara göre bu spontane gelişen, dansa ait bir şeydi ama hayır, ben bu sarılışı biliyordum, ben bu dokunuşu anlayabiliyordum; bu dans için değildi. Bu belki benim için, belki kendisi için, belki başka bir şey içindi ama kesinlikle dans için değildi. Öylesine hiç değildi.
Buz pistini aydınlatan spot ışıkları bir bir kapanana, bedenlerimiz aydınlıktan karanlığa batana ve siyah, bir mürekkep gibi tenimizi baştan aşağı boyayana kadar kollarını bedenimden çekmedi.
“Yapmayacağım,” dedi beklenmedik bir sakinlikle. “Bir daha o kelimeleri yakmayacağım.”
Ellerimi onun beni saran kollarının üzerine koyup gözlerimi yumdum. Verilecek bir cevabım yoktu ama en azından bu, kimse anlamasa bile onun anlayabileceği bir şeydi.
Başımızdaki de dâhil olmak üzere tüm salonun ışıkları yandığında biz hâlâ o şekilde duruyorduk ama ışıkların etrafı kuşatmasıyla usulca birbirimizden ayrıldık. Büyülenmiş gibi bizi izleyen hocaya baktım.
“Şaka yapıyor olmalısınız,” dedi abartılı tuttuğu sesiyle. “Bu nasıl bir uyumdu böyle?”
Şakaklarımdan ter yağmurları akıyordu, göğsüm aldığım nefeslerle hızla inip kalkıyor, yorgunluğun henüz uğramadığı bedenimde aptalca bir his kervanı ilerliyordu.
“Kartal ve Lavin’di, öyle değil mi?” Adam başını salladı. “Sene sonu gösterisinin yıldızı kesinlikle siz olacaksınız.”
“Pardon?” dedik aynı anda Kartal’la. Hoca, bize pek de hoş olmayan bir bakış atıp gözlerini kalabalığa çevirdi.
“İnsanları nasıl büyülediğinizi görmüyor musunuz?” diye sordu, abarttıkça abartıyormuş gibi hissediyordum. Buradaki çoğu öğrencinin benden daha iyi dans ettiğine emindim. Hocaya uyuz uyuz bakarken gözlerimi devirmemek için kendimle savaşıyordum.
“Ben yıl sonu gösterisine katılmak istemiyorum,” dedim. “Buna ayıracak bir vaktim yok.”
“Bu akademiye girdiğin gün, bundan sonraki tüm vakitlerinin dansa ait olduğunu bilmen gerekirdi,” dedi hoca.
“Bilmiyordum,” dedim kendimi tutamayarak. “Bilsem kesinlikle girmezdim.”
Kalın kaşlarını kaldırıp bana öyle bir bakış attı ki, yerimde başka biri olsa o bakışın ağırlığı ve anlamları altında ezilirdi ama ben ona diktiğim başımla baktım. Kartal’ın arkamda kasıldığını hissedebiliyordum, bunu umursamadım.
“Dans etmek benim ödevim değil, dans etmek benim isteğim. Bırakın da gösteride bir rolüm olup olmadığına ben karar vereyim.”
Söylediklerimi büyük bir sakinlikle dinledi. Ardından tek kelime etmeden sırtını bana dönerek uzaklaşmaya başladı. Kalabalık da hızla dağıldı. En üst tarafta oturan iki kız da salondan ayrılınca hemen önde bizi izleyen Emir’den başka kimsenin kalmadığını fark ettim.
Emir, tepkisizdi. Sadece bizi izliyordu. Buz patenlerimle buzun üzerinde yavaşça kayarak Emir’in olduğu yerin önündeki korkuluklara kadar geldim ve ona baktım.
“Beğenmedin galiba?” dedim sorar gibi.
Emir ellerini birbirine çarparak, “Harikaydın,” dedi, sonra Kartal’a bakıp güldü. “Harikaydınız. Ama… Size bir şey soracağım.”
Emir’e ilgili gözlerle baktım, o esnada Kartal da hemen yanıma gelmişti.
“Ne zamandan beri bu oyunun içindesiniz?”
🎧: Terno Rei, Roda Gigante