Zaman, kaburga kemiğini içe göçertmek için göğse atılmış bir yumruk gibiydi.
Yıllar önce, babamın gözlerinin içinde kendi gücümü gördüğüm zamanlarda, yüreğimde eksikliğini duymadığım tüm duygular şimdi beni terk ettikleri için ellerimde kendi hayallerimden tutuşturduğum anlarla onları arıyordum.
Emir’in gözleri, gözlerime tutundu.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordum, sesimdeki şaşkınlık Emir’in gözlerindeki keskinliği törpülemeye yetmedi.
“Ne dediğimi duymadınız mı, Lavin?” Emir’in keskin sorusu nefesimi tutmama neden oldu. “Ne zamandan beri?”
Kartal, “Soruyu aç,” dedi, sesi benimkinin aksine ölülerin durmuş kalpleri kadar sakin yükselmişti.
Emir, bakışlarını benden kopararak Kartal’a çevirdi. “Soruyu burada açmamı istediğine emin misin?”
“Burada açamayacağın bir soru yani?” Kartal şimdi gerçekten bir şahin gibi dikkatli, parçalamaya ve saldırmaya hazırmış gibi bakıyordu Emir’e ama bu Emir’i durdurmadı. Emir omuz silkti, sonra da ayağa kalkıp tam önümüzde dururken ellerini ceplerine koydu.
“Oynadığınız oyunun merkezinde olmadığımın farkındayım ama oynanan oyunun basit bir oyun olmadığını da görüyorum.” Gözlerini sırasıyla ikimizin yüzlerinde dolaştırdı. “Bu gece kapalı yüzme havuzunda sizi bekleyeceğim.” Gözlerini Kartal’ın gözlerine dikti. “Eminönü tarafındaki. Biliyorsundur, Burak’la mutlaka gitmişsinizdir. Sever orayı.” Derin bir nefes alarak gözlerini bana doğru çevirdi. “Ve senden tek bir yalan duymak istemiyorum. Senden duyacağım yalanlara hazır değilim, bana gerçek Lavin olarak gelmeni istiyorum. Bu herife güvenmiyorum, sana güveniyorum. O yüzden şimdi susuyorum ve bu oyuna ayak uyduruyorum.”
“Senden bir şeylere ayak uydurmanı isteyen yok,” dedi Kartal çenesini dikerek. Gözlerimi Emir’in gözlerinden ayırmadan Kartal’ın kolunu sıkıca tutarak onu durdurdum. Altın rengi gözler gözlerime çevrildi, omzunun üzerinden kafasını eğerek bana baktığında bile Emir’e bakmaya devam ediyordum.
“Orada olacağız,” dedim sakince.
Emir başını sallamakla yetindi, gözleri Kartal’a dokunmadan birkaç saniye benim gözlerimde durdu; ona yalan söylemem onu üzecekmiş, eğer ona yalan söyleyecek olursam onun kalbini kıracakmışım gibi bakıyordu bana.
Emir bizden uzaklaşarak oradan ayrıldığında, sırtımızda soğuğunu hissettiğim buz pistinin üzerini kaplayan buzların altında uzanıyormuşum, herkesi görüyormuşum ama bedenimi bir buzun teni gibi çizerek geçip giden hiç kimse beni görmüyormuş gibi hissediyordum.
Bir süre öylece hareketsiz durduk. Sonunda, “Nereden bilebilir?” diye sordu Kartal, sesi donuktu. “Her şeyi en ince ayrıntısına kadar ellerimle işledim, bunu bilmesinin imkânı yok.”
“Bilmiyor,” dedim gözlerimi omzumun üzerinden ona doğru çevirirken, yüzü buzun yüzeyi gibi sert ve soğuk duruyordu. “Bilseydi neler olduğunu sormazdı. Demek ki bir yerde bir açığımız var, çocuk gibi söylenme de o açığı bulup onaralım.”
“Çocuk gibi söylendiğim yok.” Kartal gözlerini yüzüme dikti, gözlerinde bir acımasızlık gördüm; tam şu an, hem beni hem de çevresindeki herkesi kırabilecekmiş gibi gaddar bakıyordu. “Sana onunla bağ kurma dedim, belki de onunla kurduğun bağ yüzünden bir şeyleri anladı. Seni tanımaya başladı.”
“Suçlu ben miyim yani?” Ona şaşkın gözlerle baktım. “Emir ile arkadaşlığımız sırlar üzerine kurulu, ağzımı açıp tek kelime bile etmedim ona. Bağ kurma diyorsun, sen ki içki şişeleriyle bile bağ kurup, onları içtikten sonra atmayıp saklıyorsun, ben Emir’le nasıl bağ kurmayayım?”
“Bu işe başladıysak, insanlarla bağ kurmayacaksın.” Ona bomboş gözlerle baktım. Hırsla kafasını farklı bir yöne çevirerek çenesindeki kemiklerin kasılmasına neden olacak bir ağız hareketi sergiledi. “Kalbini bu işten uzak tutmalıydın.”
“Bir kalbim var,” dedim sinirle. “Senin de bir kalbin var. Her gece uykularını alkole bağışlayan bir adam kalkıp omzuma elini koyan, beni sorgulamadan seven bir insanla aramda var olmuş bağa laf edemez. Keşke senin de kalbin, tıpkı senin gibi kalbi atan bir şey için çarpsa. İçki şişelerinin kalbi yoktur, Doktor.”
Aniden bana doğru döndü. Beni omzumdan tutarak, “Kalbini sustur,” dedi, bunu gözlerimin içine bakarken söylemişti, dudaklarından dökülen sıcak nefesin hissiyatı dudaklarıma dağılarak beni kavurmaya başladığında sadece ona baktım. “Kalbin felaketimiz olacak, kalbini sustur.”
“Bu cümleyi neden kendine kurmuşsun gibi hissediyorum?” Sorum, onun suratına geçirdiğim bir yumruktan daha büyük bir etki yaratmış olacak ki elleri omuzlarımda asılı kaldı; gözleri ise gözlerimde…
“Lavin…” Cümleleri ağzına dizerek onu susturmak adına avuçlarımı göğsüne koydum.
“Kalbin felaketimiz olacak, kalbini sustur, Kartal,” dedim ve sonra ellerimi tam göğsüne bastırarak onu itip kendimden uzaklaştırdım.
“Benim kalbim…”
“Senin kalbin?” Gözlerinin içine bakarken avuçlarım hâlâ göğsünde asılı duruyordu ama aramızdaki uçurum büyümüştü. “Sen kalbini belki sessiz sanıyorsun ama ben senin kalbinin çığlıklarını duyabiliyorum. Çünkü ben senin karanlık yanınım, Alaşan. Karanlıkta atılan her çığlık, önce sahibini, sonra da yanındakini sağır eder. Ben senin yanındayım, sen kendine sağır olmuşsun ama ben seni hâlâ duyabiliyorum.”
“Hani karanlıkta atılan çığlıklar sahipsizdi?” diye sordu, gözlerimiz birbiriyle buluşunca buzun ortasında bir yarık oluşacak sandım.
“Fikrim değişmiştir belki.”
Duraksadı, bir an ben de duraksayıp onun gözlerinin içine bakakaldım. İçinde bulunduğumuz durum, vitesi boşa alıp uçuruma sürmek gibiydi. Ellerimi hızla onun göğsünden çekip, avuç içlerimdeki hissi ezmek istiyor gibi yumruklarımı sıktım. Ben buna mecburdum, biz savaşmak için bir aradaydık; savaş biterse, birbirimizin gözlerinde, ellerinde kılıçlarla birbirlerini izleyen yansımalar soyunacaktı ve ben onun karşısında yaralarımı cesurca gösterecek kadar çıplak kalmaya hazır değildim.
“Gitmemiz gerek,” dedim. “Bu işi çözmenin bir yolunu bulmak zorundayız.”
Bir şey söylemesini içten içe istesem de içimde biriktirdiğim ses durmamı, bekleyiş içinde olmamamı, hissettiklerimi susturmamı fısıldayıp duruyordu. Bu sesi, bu işe başlayacağımız gün içime ben doldurmuştum; bir gün ihtiyaç duyarsam bir teybin içine kaseti takıyormuşum gibi düşüncelerime o sesi takacaktım ve onu dinleyecektim.
Akademiden ruhumuzu sarmış dikenlerin sızısını düşüncelerimizde hissederek ayrıldık. Eve gelene dek sessizlik sürdü. Eve geldiğimiz anda aracın uzaktan kumandasını koltuğa atarak şişelerini muhafaza ettiği bara doğru ilerledi, eğilip dolabı açarken kollarımı göğsümün üzerine toplamış, yüzümü sarmış bir sakinlikle sessizce onu izliyordum. Bir Jack Daniel’s[1] şişesi çıkardı, bu diğerlerine göre küçük ama daha tombul bir şişeydi. Şişenin içindeki kehribar renkli içkiyi hızla viski kadehine doldururken, spor atletinin üzerine giydiği siyah gömleği ön düğmelerini komple sökecek şekilde çekerek iki yana ayırmıştı. Göğsünde parlayan ter damlalarına baktım. Akşam güneşi pencereden içeri sızarak zemine uzanmıştı.
Güneşliklerin çizgileriyle gölgelenen ışığa indirdiğim gözlerim bir süre hareketsiz kaldılar. Kartal hızlıca kafasına diktiği viskiyi bitirince kadehi sertçe tezgâha vurdu ve burnundan sert bir nefes verdi. “Ona her şeyi anlatamayız!” Aniden yükselen sesi bende dal bile oynatmadı, gözlerim hâlâ yerde uzanan ışıktaydı. “Beni duyuyor musun? Ona güvenmiyorum. En yakın arkadaşlarıma bile her şeyi anlatmazken o herife öylece her şeyi anlatmak, kellemi onun eline vermek gibi.”
“Emir gerçekleri bilseydi, doğruyu bulabilmen için her şeyi yapardı,” dedim aniden, ona ne zamandan beri böyle güveniyordum bilmiyordum ama Emir’in kalbindeki iyiliği görmüştüm, o kalp bize kötülük yapmazdı; o kalp, Kardelen’e yapılan kötülüğe sessiz kalmazdı.
“Ne kadar tanıyorsun sen bu Emir’i?” diye sordu, sesi suçlayıcıydı. Gözlerimi kaldırıp ona sakin gözlerle baktığımda, bu sakinlik onu daha da çileden çıkartıyormuş gibi viski şişesini kaldırıp kafasına dikti. Çenesinden akmaya başlayan içkiyi izlerken sırtımı duvara yasladım.
Sıvılar boğazından akarak göğsüne doğru yola koyulduğunda derin bir nefes aldım. Kartal, viski şişesini hızlıca tezgâha koyup, ağzındaki içkiyi elinin tersiyle silerek, “Aptal mısın yoksa çok mu zekisin, ben anlamıyorum,” dedi, şimdi sesi sakin olsa da öfkesi hâlâ hissedilirdi. “Seni anlamıyorum. Geçen yılların tek bir günü seni anlayamadım.”
“Çünkü anlamaya çalışmıyorsun, Kartal.” Sesimdeki sakinliği bir doz daha arttırarak avuçlarımı soğuk duvara bastırıp, sırtımı ellerime yasladım. “Emir bu işin peşini bırakmayacak. Söyleyeceğimiz her bir yalan, işimizi daha da zora sokmaktan başka neye sebep olabilir ki? Ona her şeyi anlat demiyorum, en azından aradığımızın ne olduğunu söylemen yeterli. Hiçbir yalan mantık sınırlarını çizmeye yetmeyecek, hep bir şey eksik kalacak ve Emir, bunu görebilecek kadar zeki.”
“Ne öneriyorsun?” Kartal, kaşlarını çattı. “Hiç düşünmüyor musun, ya bu işin içinde Emir denen herif de varsa? Ya güvendiğin arkadaşın senin hayatını, benim hayatımı, bizim hayatımızı bizden çalanların yanındaysa?”
“Bunun böyle olmadığını biliyorsun!” diye karşı çıktım. Emir’i öyle insanlarla, öyle şeylerin içinde değil düşünmek, hayal bile edemiyordum. “İmkânsız şeylerden bahsediyorsun, o kadar çok dolmuş ki için… İçin o kadar öfkeyle dolu ki, artık mantıklı düşünemiyorsun.” Gözlerimde kendimden emin bir ifade belirdi. “Emir öyle biri değil.”
“Ben mi öfkeyle doluyum?” Kartal, alaycı bir gülümsemeyle yüzünü buruşturdu. “Lavin, benim kardeşimi öldürdüler.”
Bir an donup kaldım. Donmak, buzların içinde olmak değildi, yağan soğuk karın altında uykuya dalmak değildi; donmak, bazen bir cümleydi, o cümleyi var eden tek bir kelimeydi, her şeyi başına yıkabilecek olan o kelimenin tek bir harfiydi. Bu gerçeği Kartal’ın ağzından ilk duyuşumdu. Bu yüzden mi kalbim göğüs kafesimdeki kemiklerin arasına sıkışmış gibi hissediyordum bilmiyordum ama eğer onun gözlerinin içine bakmaya devam edersem, aniden ağlamaya başlayacağımı biliyordum. Bu yüzden gözlerimi onun gözlerinden usulca uzaklaştırıp, yerde son kez gördüğüm Kardelen gibi uzanan ışığa çevirdim.
“Biliyorum,” diye fısıldadım. “O sırada onun yanındaydım.”
“Benden güvenmemi bekleme,” dedi. “Benden öfkeden başka bir şey bekleme. Benden yeniden onunla çekildiğim son fotoğrafta gülümsediğim gibi gülümsememi bekleme. Benden onu son kez gördüğüm gün, onun gözlerinin içine bakarken olduğum adam gibi olmamı bekleme. Benden bir şey bekleme, Lavin. Ben her şeyimi kaybettim.”
Ayaklarım benim isteğim dışında çözülüverdi, ona doğru yürürken buldum kendimi. Aramızda bir tezgâh varken yavaşça eğilip, avucumu onun yanağına bastırdım. Dokunuşum onu duraksattı, ardından gözlerini kıstığını gördüm. Şimdi gözlerinde beni yakan bir ifade vardı.
“Belki her şeyin olarak değil ama ben, bir şeyin olarak buradayım,” dedim. “Bir şeyin olarak senden beklentim var. Hiç kimseye güvenmiyorsan, bir şeye güven. Bir şeyine güven.”
Dişlerini sıktı.
“Emir bize de bizim olana da zarar vermedi.” Yanağını okşarken konuşmaya devam ettim. “O her kimse, bunun cezasını onun canına dokunmadan canını alarak vereceğiz. Yok etmemiz gereken öfke değil ama sevgiye de yer verebiliriz.”
“Ben…”
“Biliyorum, yeniden o adam olamayacaksın. Ama her şeyini kaybetmedin, Kartal. Birçok şeyini kaybettin, bir şeyin sana birçok şeyini geri veremese bile geri verebilecekleri için savaşacak. Tam yanında.” Gözlerini yumdu. “Sadece bu seferlik bırak benim belirlediğim rotadan gidelim,” dediğimde sessizdi, sertçe yutkundu tekrardan. “Sonra yine rotayı birlikte belirleyeceğiz.”
“Bir gün başımı yakacaksın,” dedi. “Riske giriyoruz.”
“Girmiyoruz,” diyerek güvence verdim. “Eğer ters bir durum olursa, yapacağın hiçbir şeye karışmayacağım. Eğer Emir benim değil, senin düşündüğün gibi biriyse, yapacağın her şeyde arkanda olacağım.”
Bu söylediğime bir cevap vermedi, her nedense bir yanının benim gibi düşündüğünü hissediyordum. O akşam hiçbir şey yemedik, evden çıkarken üzerimizde belirgin bir gerginlik vardı. Emir’in telefonuma düşürdüğü mesajdaki mesafeyi az çok hissetmiştim, yine de bana hissettirmemek için çok uğraştığını da fark etmiştim. Haklıydı. Bir süredir arkadaştık, ona göre bu böyleydi ve hatta bana göre de öyleydi. Şimdi tüm bu olanları garipsemesi normaldi. Ondan bir şeyler sakladığımı anladığı ilk anda ne hissettiğini merak ediyordum.
Parmaklarımı bacaklarımı saran kotun gergin bağlarında dolaştırırken çok gergindim. Araç, son hızda Eminönü’ndeki kapalı yüzme havuzunun bulunduğu caddeye doğru ilerlerken dalgın bakan bakışlarımı kaldırıp önümde ilerleyen yolu izlemeye başladım.
“Ona bir şeyler anlatmadan önce, onun söyleyeceklerini dinleyeceğiz,” dedi Kartal, şahin gibi bakan gözleri trafikteydi. “Neden böyle bir şeyden şüphelendiğini anlamamız gerekiyor.”
Başımı aşağı yukarı salladım. “Sence nasıl anladı? Bir şeyler çevirdiğimizi.”
“Bilmiyorum,” dedi Kartal. “Bu işe tam teferruatlı başladık, bir yerden açık vermemiz imkânsız.”
“Vermişiz olmalıyız. Vermesek nereden anlayacak? Acaba bizi konuşurken duymuş olma ihtimali var mı?”
“Duysa olayın ne olduğu hakkında küçük de olsa çıkarımları olurdu, nedense o an sorduğu soru daha çok ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Bir şeyler biliyor gibi değil, yalan söylediğimizi biliyor gibi.”
Yalan söylediğimizi… Bir an için bu gerçekle yüzleşmek canımı yaktı. Birine yalan söylemek… Gözlerinin içine sevgiyle bakan birine. Seni seven birine. Başımı iki yana sallayarak gözlerimi yola çevirdim, parmaklarımı kotumun bağlarına bastırıp parmak uçlarımın bembeyaz olmasını sağlarken gözlerim saniyede bir yanıp sönen kırmızı ışığa takılıp kaldı.
“Asma şu suratını,” dedi Kartal. Gözlerimi yavaşça ona doğru çevirdim, bana değil, önümüzde akıp giden yola bakıyordu. Işıklarda aracı yavaşlattı, ardından da motor hâlâ çalışıyorken aracı durdurup ışığın yanmasını beklemeye başladı. Bu esnada ben ona bakmaya devam ediyordum, ona baktığımı bildiğini biliyordum.
“Biz birilerine isteyerek yalan söylemedik,” diye mırıldandım, buna inanmaya ihtiyacım vardı.
“Seni bilemem ama ben tüm bunları isteyerek yaptım, Lavin.”
Gözlerimi ondan ayırıp tekrar yola çevirdim. “Senin duyguların sağanak yağmur gibi,” dedim, bu söylediğim dikkatini çekmiş olacak ki bakışları bana çevrildi. “Birden bastırıyor, sırılsıklam ediyor, sonra aniden diniyor ve ıslattığın her şeyi güneşin altında kavrulmaya terk ediyorsun.”
Bir şeyler söylemesini beklemiyordum, o da söylemedi zaten. Ama gözleri yüzümden uzun süre ayrılmadı, o beni izlerken ışıklar yandı, araçlar harekete geçti, hâlâ olduğumuz yerde saydığımız için bazı araçların korna çalarak ettikleri küfürleri dinledik, sonra da gözleri yüzüme bir daha uğramamak üzere benden uzaklaştı.
Bahsedilen kapalı yüzme havuzunun olduğu bina bir spor tesisiydi. Hemen en üstteki üç kat yurt olarak kullanılıyordu ve sporcu öğrenciler o odalarda kalıyorlardı. Tesisin orta katlarında gecenin karanlığına rağmen gördüğüm kadarıyla kum torbaları vardı; muhtemelen dövüş sanatlarıyla alakalı sınıfların hepsi o katta olmalıydı. Alt katta ise zemin kata kadar devam eden yüzme havuzlarının olduğu bir kısım vardı. Kısa bir incelemenin sonunda bu tesisteki havuzların boylarına, ısı çeşitlerine ve mevsimlerine göre sınıflara ayrıldıklarını anlamıştım.
Tesis büyük bir karanlığa gömülmüş gibi dursa da birkaç yurt odasının penceresinden dışarı sızan gece lambasının ışığını görebiliyordum. Tesisin karşısındaki alanda sokak lambaları olmadığı için tesisi aydınlatan yalnızca caddeden geçerken farlarını tesisin camlarına dokunduran araba farlarının ışıklarıydı. Bir süre caddenin kenarında durup karşımda bir hayalet gibi dikilen tesise baktım, rüzgâr saçlarımı yüzümün ters yönüne doğru uçuştururken gözlerimin önüne saç tellerimden parmaklıklar örüyordu. Sonunda saçımı kulağımın arkasına iterek gözlerimi yanımda dikilen adama çevirdim.
“Çoktan gelmiş, mesajda öyle yazıyordu,” dedim.
“Muhtemelen alt kattadır. Burak sık sık alt katta takılır buraya geldiğinde, bunu bildiğine göre onun da gideceği yer zemin kattaki havuzdur.”
Arkamızdan hızla geçip giden kırmızı kamyona baktım, sonra gözlerim kısaca karanlık yola çevrildi, birkaç saniye o alanı izledikten sonra başımı sallayarak, “O hâlde hadi gidelim,” dedim.
Kartal bir şey söylemedi ama eli aniden elime kaydığında, kelimelerin ne kadar anlamsız, bizim için ne kadar gereksiz olduklarını anladım. Parmaklarım onun parmaklarının arasından bir makinenin dişlileri gibi geçti. Kalbim uyuştu.
Ona dokunduğumda, bir romanı oluşturan tüm kelimeler ölü bedenlere, roman sayfaları yanmış bir ormana dönüşüyordu.
Tesisin otomatik kapısı saçlarıma bir rüzgâr üfleyerek iki yana açıldı, gecenin içinde iki kişi geceyi arkalarında bırakarak tesise girdiler. Bir süre eli elimden hiç ayrılmadı. Koridor soğuktu, klor kokusu alıyordum ve yerlerde su damlaları vardı. Zemin katta ilerlemeye başladık. Hemen ileride, koridorun sonunda tavana ışığı vuran havuz ait su dalgalarını görebiliyordum. Etraf karanlıktı, havuzun yaydığı mavi ışık dışında içeriyi aydınlatan tek bir ışık yoktu. Havuz dikdörtgen şeklinde, neredeyse bir salon büyüklüğündeydi. Etrafında sınırını belli eden beyaz çizgiler vardı ve çizgilerin arkasında birkaç adımlık mesafeye bembeyaz şezlonglar yerleştirilmişti. Havuzun kenarında ilerleyeceğimiz esnada elimi usulca onun elinin içinden çekerek ondan uzaklaştım. Bu onu durdurmadı ama gözlerinin kısaca bana çevrilmesine neden oldu. Emir, havuzun tam karşısındaki şezlongun ucunda oturuyordu. Altında bir şort vardı ama üstü çıplaktı. Ellerini, dirseklerini dizlerine yaslayarak öne doğru uzatmış, avuçlarını birbirine bastırıp bir yumruk şekline sokmuştu.
Kartal önden ilerlemeye başladığında aslında adımlarını hızlandıran Kartal değildi, yavaşlatan bendim. Gözlerimi Emir’den ayıramadım. Avuçlarımdaki teri pantolonuma sildim. Emir kafasını kaldırınca havuzun ışığıyla aynı rengi alan gözleri önce benim gözlerimle çarpıştı, sonra önümde duran Kartal’a bakıp derin bir nefes alarak omuzlarını şişirdi.
“Her zaman geç gelen taraf oluyorsunuz,” dedi alaydan uzak bir sesle.
“Ya da sen çok erken geliyorsundur.” Kartal’ın mimiksiz kurduğuna emin olduğum cümlesi kulaklarımda yankısını sona erdirdiğinde, Emir’in dudaklarındaki belli belirsiz gülümseme belirdi.
“Öyle. Her konuda erkenciyim. Bir yerlere ilk gelen ben olurum, karşımdakine ilk güvenip ilk seven de ben olurum.”
Kurduğu cümle bir an öyle ağır geldi ki bir adım geri gitmek zorunda hissettim. Gözlerimi Emir’den ayırarak havuza çevirdim. Emir’in bakışlarının bana çevrildiğini fark ettim ama ona bakamadım.
“Kuzen değilsiniz, değil mi?” diye sordu.
Sertçe yutkunup gözlerimi havuzdan çekmeden başımı salladım, Kartal, “Değiliz,” dedi.
Emir’in burnundan sert bir nefes vererek güldüğünü duydum. “Bir de ensest olmanızı kaldıramazdım çünkü,” dedi, sesi rahatlamış gibiydi. Gözlerimi usulca ona çevirdim. Bana bakmıyordu, gözleri Kartal’daydı. “Aranızdaki elektriği görüp, hissedemeyecek tek kişinin Berra olacağını düşünüyorum. Çünkü çocuk gibi düşünen, hayata çocuk gözleriyle bakan tek insan o etrafımızdaki. Zaten bir şeyleri hissediyordum, hissetmemek aptallık olurdu.” Gözlerini yumruğuna indirdi. “Sizi öpüşürken gördüğümde bu kafamda kesinleşmiş bir gerçekti.”
Bir an donup kaldım.
“O gece bir şeylerden tamamen emin oldum. Lavin’in geçmişteki ilişkisine olan tavrın, o an gözlerinde gördüklerim…” Kartal’ın gözlerinin içine bakarken yamuk bir şekilde gülümsedi. “Sonra orada kimsenin olmadığını düşündüğünüz sırada gözlerimin şahit olduğu o şey… Zaten aniden gelişiniz akademiye yıldırım düşmüş etkisi yaratmıştı. Her şey ışık hızıyla ilerledi. O çocuğu hiç düşünmeden tıbbi müdahalede bulunarak ölümden kurtarışın kesinlikle şans eseri ya da küçük bir eğitimle yapabileceğin bir şey değildi, birader. Sağlıkçısın, değil mi? Hatta doktorsun.” Gözlerini Kartal’ın yüzünde gezdirdi. “Kartal… İsmin bana çok tanıdık geliyordu, hatta yüzün de, başta gerçekten Burak’ın yanında gördüğüm için aşina olduğumu düşünmüştüm. Sonra küçük bir araştırma yapmak istedim.”
Kartal’ın avuçlarına geçirdiği parmakları izledim, o parmakları avuçlarına bastırarak yarattığı yumruğa yutkunarak baktım. Emir ise sakindi, en az karşısında dimdik duran Kartal kadar sakindi.
“Ardından dansa gitmeden önce soyunma odasında düşürdüğün anahtarlığı, anahtarlıktaki harfleri gördüm. K ve A harfleri, o tanıdık isimle epey uyuşuyordu. Sen Lavin ile buzda soğuk dansını yaparken, ben artık senin kim olduğunu biliyordum. Senin o kişi olduğuna adımın Emirhan olduğu kadar emindim.”
“Sen…” Kartal duraksadı.
Emir susmadı. “Ne baban Kayhan Alaşan’ın ne de annenin şu an nüfusa kayıtlı hayatta olan kardeşleri yok, hatta annenin erkek kardeşinin geçirdiği kazada nasıl can verdiğini haberlerde izlemiştim, küçüktüm. Ünlü doktorun eşi olarak tanıtmışlardı anneni.” Emir tekrar gülümsedi. “Yani bu kız, senin kuzenin değil, Kartal Alaşan.”
“Kuzenim olmadığını söyledim,” dedi Kartal, çenesinin sımsıkı olduğuna emindim. Bunun için onu görmeme gerek bile yoktu. “Çıkar ağzındaki baklayı.”
“Kim olduğunu gizleyerek, yanında yabancı bir kızla neden okula geldin?” Emir, gözlerinin içine baktı. “Bir amacın var ama bu ne bilmiyorum. Tahminlerim var, ailenin başına gelen bazı olayları haberlerden gördüğüm kadarıyla biliyorum. Sonra İrem’in anlattıkları…” Duraksadı. “Lavin’in öfkesi…” Emir gözlerini kıstı. “Kimi arıyorsunuz?”
“Bilmem,” dedi Kartal, tehlikeli bir adım atarak Emir’e biraz daha yaklaştığını gördüm. Emir kafasını kaldırarak Kartal’a baktı. “Yoksa seni mi arıyoruz?”
Emir gözlerini dikerek, “Aradığın kişi ben değilim,” dedi. “Kardelen Alaşan’ın ölümüyle uzaktan yakından hiçbir ilgim yok.”
Kartal o an, belki de bekleneni yaptı. Yumruğunu sertçe Emir’in çenesine oturttuğunda, Emir’in kafasının yana doğru savrulma anını gördüm ama ağzımı bile açmadım. “Öyle mi?” Ben hâlâ kurulan son cümlenin enkazı altındayken Kartal’ın güldüğünü duydum. “Hani bilmiyordun? Sana söylememizi istiyordun? Tekrarla. Kimin ölümü? Hadi, söyle.”
“Kız kardeşinin,” dedi Emir gözlerini yere sabitleyip, çenesini parmaklarıyla ovarak.
“Söyle, tekrar söyle.” Kartal, Emir’in suratına bir yumruk daha indirip, sesinin havuzda çınlamasına neden olacak şekilde bağırdı: “Kimin? Adını söyle!”
“Kardelen Alaşan’ın!” diye bağırdı Emir ağzından kan boşalırken. Sesi titriyordu, kafasını kaldırıp korkusuz gözlerle Kartal’ın gözlerinin içine baktı. “Kız kardeşinin, senin yaşam damarını kopardılar!”
“Şeref yoksunu!” Kartal, aniden Emir’i omuzlarından tutarak kaldırıp yere fırlattı, Emir havuzun kenarına kadar sürüklenip omzunun üzerine düştüğünde ağzının kenarından akan kan havuzun ıslak mermerine damlıyordu. İçimde soğumayan bir acıyla ikisini izlemeye başladım. Gözlerim yanıyordu. “Bir de kalktın beni mi sorguluyorsun? Senin adını söylerken sesinin titrediği kızın toprağına ben ellerimi gömdüm.”
“Derdim yarana tuz mu basmak sanıyorsun?” Gözlerini kaldırıp, çenesinden akan kanı silme gereği duymadan Kartal’a baktı. “Yıllar evvel 18 yaşındaki ablamı aynı sebepten kaybettim. Bana onun melek olduğunu söyleyip durdular.” Emir, burnundan sert bir nefes vererek yavaşça doğruldu ama ayağa kalkmadı. “Ben sigara bile kullanmayan bir ablanın, ağzından akan köpükleri, geriye gitmiş gözlerinin beyazını izledim. Ben, cennetteki tüm melekleri kafamda hep öyle korkunç hayal ettim.”
Duraksadım, Kartal’ın da duraksadığını hissettim. Emir, avuçlarını ıslak, kanıyla lekelenmiş mermere bastırdı. “O zamanlar çok küçüktüm. Lütfen sonunu görmeme izin ver.” Gözlerini kaldırıp Kartal’ın gözlerinin içine, tam o gözlerin dibindeki çukurlara baktı. “Sana yardım etmeme izin ver.”
Kartal kaşlarını çattı, kaşlarının titrediğini bu açıdan bile görebiliyordum. “Sen bana destek değil köstek olursun, önümde durma.”
“Biliyorum,” dedi Emir birdenbire. “2000’li yılların başından beri var olmuş tüm çeteleri, tüm torbacıları, isimlerine kadar, hangi kollara bağlı olduklarına kadar biliyorum.”
“Nereden biliyorsun tüm bunları? Araştırarak elde edebileceğin bilgiler değil, milyonlarca var.” Kartal dişlerini sıktı. “Senin bildiğini sandıkların tarlada kafasını dışarı uzatmış olanlar, tarlanın dibi tohum dolu.”
“Babam İstanbul’un en güçlü adamlarından biri,” dedi Emir. “Ablamın öldüğü yılın kış ayında soruşturma başlatıldı ama dosya kapandı. Babam ne kadar peşinden gitse de failler bulunamadı. Babam da derin işlere dâhil oldu, o dünyayı tanıyabilmek için üç senesini bir odaya yatırdı. 2010 yılına kadar babamın öncülüğünü üstlendiği bu olaya 2010 yılında ben de dâhil oldum. Bir süre sonra babam konuyu kapatmak istedi, sonuca ulaşamıyorduk ama bilgi akışı devam ediyordu. Hepsinin, şu an ölü olanlarının bile bilgilerine erişebilecek kadar donanımlıyım.”
Kartal bir süre sakin gözlerle yerde oturan Emir’i izledi. Emir, “İnanmıyorsan aç interneti, Nihal Bikeç yaz,” dedi gözlerini Kartal’a dikerek. “Aç ve oku. Hadi.”
Kartal tek kelime etmeden siyah kotunun cebinden cep telefonunu çıkardı, kilidi açarken gözleri kısaca Emir’e dokundu, çok sürmeden tekrar ekrana çevrildi. İnternete bağlandığını fark ettiğim esnada ikisine doğru ilerlemeye başlamıştım. Emir yerde oturmaya devam ederken gözleri gözlerime takıldı, sertçe yutkunup gözlerimin içine baktı.
Kartal’a yaklaşarak gözlerimi usulca telefona çevirdim. İlk sayfada büyük harflerle yazılmış manşete baktım, Emir’in babası Taner Bikeç’in takım elbiseli bir fotoğrafının altında, hep birlikte çekildikleri bir aile fotoğrafı yer alıyordu. Nihal adındaki genç kız, doksanlar tarzı giyimiyle Emir’i dizlerine oturtmuş, kollarını küçük çocuğun beline sararak çenesini de omzuna bastırmıştı. Hemen Nihal’in sol yanında anneleri, sağ yanında da babaları Taner Bikeç vardı. Mutlu bir andı. Ta ki haber başlığı fotoğrafın altından gözüme ilişip içimdeki acıya kamçı olana kadar.
BEYAZ BİR KEZ DAHA DÜĞÜN İÇİN DEĞİL, ÖLÜM İÇİN GELDİ.
Ünlü iş adamı Taner Bikeç’in (39) kızı Nihal Bikeç (18), dün gece eğlenmek için çıktığı evine bir daha geri dönemedi… Genç kız, arkadaşlarıyla eğlenmek için gittiği İstanbul’un gözde diskolarından olan Night Rain’den çıktıktan sonra bindiği takside fenalaştı, diskodan çıkış anına şahit olan görgü tanıklarının ağzından yazılan ifadelere göre Nihal Bikeç, diskodan bilinci yerinde değilken çıkarılmış. Genç kız takside fenalaşınca taksi şoförü A.T, aracını hemen en yakın hastaneye sürse de genç kız Acil Servis girişinde, babası olay yerine vardığı anda vahim bir şekilde can verdi. Genç kızın kanında tespit edilen yüksek doz uyuşturucu, genç kızın organlarının patlamasına neden olacak kadar büyük bir hasar vererek genç kızı ölüme götürdü. Ailesi beyaz gelinlikle görmek için sabırsızlandığı kızlarını kaybetmenin acısını yaşarken, genç kızın şimdiye kadar ne içki ne de sigara kullanıcısı olmadığı ortaya çıktı. Nihal’in katilleri aramızda dolaşıyor.
Ünlü bir haber sayfasının girdiği haberi donmuş bir yüz ifadesiyle okurken, Emir’in sakin bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum. Gözlerim uzun süre Nihal’in tek olarak çekilmiş fotoğrafında asılı kaldı. Fotoğraf, haberin son cümlesinin altında, sayfanın tam ortasında duruyordu ve eski bir fotoğraf olmasına rağmen kaliteli ve büyük görünüyordu. Burnumdaki yanma hissini gidermek için gözlerimi yumup birkaç saniye bekledim. Ekran ışığı söndü, telefon karanlığa gömüldü ve Nihal’in zihnime kazınan bakışları bir anı gibi düşüncelerimin arasına yerleşerek kendine yer açtı.
“Çok üzgünüm,” diyebildim.
“Ben de öyle.” Emir yutkundu. “Ama merak ettiğim bir şey var, Lavin. Hadi bu adamın yaşam damarını koparmışlar, her şeyi kenara savurmuş gelmiş. Sen neden buradasın?”
İçimi yakan cümlesine dudaklarımda belirmiş ağrılı bir tebessüm, aralanmış kırgın gözlerimle cevap verdim. “Kimseme söz verdim.”
Emir bu cümlenin benim için ne kadar ağır olduğunu, altında nasıl bir önem sakladığını, o önemin ne kadar güçlü olduğunu bilmiyordu. Ama bir an için, sanki bir an için bunu anlamış gibi hafifleyen, şefkatle örülen gözleri gözlerime takılıp kaldı. Onun yaşadıklarını ilk kez bu gece, burada, bir havuzun kenarında, dudaklarının kenarından kan sızarken onun ağzından öğreniyordum. Diğerlerinin bilmiyor olması imkânsızdı ama yine de hiçbirinin ağzından tek kelime dahi duymamıştım.
İçimdeki merak hissiyle, “Kızlar bu konuyu bilmiyor mu?” diye sordum, sonuçta uzun zamandan beri arkadaşlardı ve birbirleri hakkında her şeyi bilmeleri gerektiğini düşünüyordum.
“Sır saklayan tek kişi sen değilsin, Lavin. Aileleri biliyordur ama onlar bilmiyor, bizim aileler biraz sırcıdır. Ablamı kaybettikten sonra bir daha ablamın adı hiç geçmedi, insanların babama sormaktan korktuğu iki soru vardır. Birincisi babamın kaç yaşında olduğu, ikincisi de kaç çocuğu olduğu.”
“Onlardan bile saklayacak kadar büyük bir yara,” diye mırıldandım, Kartal ikimizin aksine sessizdi, gözleri şimdi hangi noktaya duygularını bırakıyordu bilmiyordum, ona bakmıyordum. “Artık bana kızgın olmaman gerekir.”
“Neden?” diye sordu.
“Senden bir şeyler gizlediğim için.”
“Sen gizlemedin,” dedi, gözleri gözlerimdeydi. “Sen yalan söyledin. Bir şeyi hiç söylememek ile doğru olmayan şekilde söylemek arasında farklar var.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım, ona yalan söylediğimi düşünmüyordum ama vicdanım da tıpkı Emir gibi bana tam tersini sayıklıyordu. Kartal, “Onu bu yalana zorlayan bendim,” dedi, sesi sakindi. “Eğer sonuç almak istiyorsak, yalan söylemek zorundayız. Ne bekliyordun? Öylece gelip sana her şeyi anlatmasını falan mı? Kendimiz olarak gelseydik, aradığımız kişi onu aradığımızı anlar ve kolayca tüymenin yolunu bulurdu.” Telefonunu cebine koyup elini Emir’e uzattı.
Emir, ona uzanan eli tutup yavaşça doğrulacağı sırada, “Peki hiç düşünmüyor musun, ya katil zaten kim olduğunuzu biliyorsa? Bu çok mantıklı değil mi?” diye sordu, o soru sorulana kadar bu düşünce kafamda çark döndüren bir el değildi ama şimdi o el zihnime sızmıştı ve çarkları çevirmeye başlamıştı. “Sonuçta akademi kişisel bilgileri gizli tutuyor olsa da biri hakkında araştırma yapmak kolay.”
Kartal, “Çoktan korkudan titremeye başlamıştır öyleyse,” dediğinde Emir tek kaşını kaldırdı.
“En başından beri her ihtimali düşündün, değil mi?” diye sordu Emir.
“Her zaman ikinci bir planım vardır. Bir yola çıkarsam, her ihtimali göz önünde bulundururum.”
Emir hiç düşünmeden, “Size yardım etmek istiyorum,” dedi ve bunu gerçekten içinden gelerek söylediğini fark ettim.
“Bu uğurda herkesi kullanabilecek biri olduğumu anlamışsındır,” dedi Kartal, ardından cebinden sigara paketini çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına aldı ve cebinden çıkardığı kahverengi zipposuyla sigaranın ucunu tutuşturdu. “Yine de Bikeç, inan bana, ben bazen arkamdan gelen, bazen de önümde ilerleyen gölgeme bile güvenmem. Ayağını denk al.”
O gece bu Kartal’ın kurduğu belki de en net cümleydi; bundan sonraki gecelerde onun dudaklarından daha keskinlerini duyacağımı bilsem de bu gece yaşananları zihnime mıh gibi kazıyan asıl cümle, daima bu cümle olarak kalacaktı.
Kartal, gölgesine bile güvenmeyen bir adamken, bana inanmıştı.
Ben onun gölgesi değildim, ben onun bir sonraki adımıydım.
Emir ve Kartal, her ne kadar Kartal güvensizliğini ortaya koysa da bu konu hakkında bilgi alışverişine devam ettiler. Alışverişi yaparken aslında bu karşılıksızdı, Emir bilgileri veriyordu ama Kartal’ın ağzını bıçak bile açamazmış gibi kapalı tuttuğunu görebiliyordum. Emir’in yaşadıkları ağır şeylerdi, Kartal’ınki kadar ağır değildi belki, henüz çocuk olduğu için çok da zorlanmadı ve büyürken bunu omuzlarının ardına atarak ilerleyebildi ama Kartal için durum böyle değildi.
Havuzun mavi ışığı tavana vurarak tavana dalga şekilleri çizerken gözlerim suyun yüzeyinde ilerleyen dalgada asılı duruyordu. Emir’in sorusu zihnimi dalgaların içinden usulca geri çekerek kıyıya vurdu. “Aranızdaki durum,” dedi ve sonra bu iki kelimeyi, kuracağı soru cümlesinin tavanı yaparak asıl soruyu sordu: “Olay olmadan önce de mi beraberdiniz, yoksa olaydan sonra mı sevgili oldunuz?”
Gözlerim hızla Emir’e yöneldi, o sırada Emir’in bakışlarının merkezindeki kişi ben değildim. Benimle değil, Kartal ile konuşuyor gibi duruyordu ama sorduğu soru cümlesinin cevabını her ikimizden de almayı bekliyordu.
“Biz sevgili falan değiliz,” diyerek ağzını ilk açan ben oldum.
Benim kalbim kalın urganlarla bağlıydı.
Gözlerimi Kartal’a çevirip beni onaylayacak bir şey söylemesini isteyen gözlerle ona baktığımda, parmaklarının arasında üçüncü sigarasını tutuyordu ve sigara neredeyse izmaritin başlangıcına kadar yanmıştı. Kartal, bir eliyle çenesini esnetti, o esnada parmaklarının ucunda tuttuğu sigaranın külü kırılıp mermer zemine düştü.
“Sevgili değilseniz ve öpüşüyorsanız, hakkınızda daha farklı bir ilişki içinde olduğunuz fikrine kapılacağım,” dedi Emir. Ben ise Kartal’ın ağzından dökülecek olan birkaç kelimelik cümleyi duymak için inatla ona bakmaya devam ediyordum.
“Ne saçmalıyorsun?” Sorum çok netti, gözlerimi Kartal’dan çekmeden konuşmaya devam ettim. “Aramızda senin düşüncelerini şekillendirebilecek herhangi bir şey yok.” Ekledim: “Hiçbir şey yok.”
Kartal’ın göz ucuyla bana baktığını görünce kaşlarımı çattım. Sakince kırptığı gözlerinin arasından dışarı uzanan bakışları yeniden gördüğümde yutkunup bakışlarımı bu defa Emir’e çevirdim. Bana garip bir ifadeyle bakıyordu, aklının karıştığı çok net ortadaydı.
“Aranızda hiçbir şey yoksa ve öpüşüyorsanız, bu daha garip olmuyor mu?”
“Şunu tekrar edip durma!” diye bağırdım. “Evet, seni kandırdım ama bunu babamın hayrına yapmadım, anladın mı? Beni suçlamak istiyorsan istediğin kadar suçla ama artık daha fazla sorgulama. Hiçbir konuda.”
Emir, “Seni suçlamıyorum,” dedi. “Evet, ilk fark ettiğimde kullanılmış hissettim ama beni kullanmadığını biliyorum. Seninle gerçekten arkadaş olduğumuzu hissediyorum. Yanlış mı hissediyorum?”
“Yanlış hissettiğin falan yok. Seninle arkadaş olduğumuz için karşında sessiz kaldım. Sana durmadan ihanet etmişim gibi kurduğun cümleleri büyük bir sakinlikle dinlememin tek sebebi, arkadaşımdan bazı şeyleri saklamak zorunda kaldığım gerçeğiyle yüzleşmemden kaynaklıydı. Evet, Emir. Senden çok büyük bir şey sakladım ama bunu yalnızca senden değil, kendimden bile sakladım.”
Emir’in dudağının kenarında kurumaya başlayan kanı izlemeye başladığımda artık ortamda altı kalemle çizilmiş bir cümle gibi belirgin duran bir sessizlik vardı.
“Bu saatten sonra bilmen gereken her şeyi biliyorsun,” diye mırıldandım. “Seninle aynı yerden yara alan iki insanı, senin de hâlâ acıdığını bildiğim yerinden vurma, olur mu?”
Emir, derin bir nefes aldı, ardından gözlerini yumup, “Sana ihanet etmeyeceğim. Size ihanet etmeyeceğim,” dedi, gözlerini açtığında gözleri parlıyordu. “Yarama ihanet etmeyeceğim.”
“Bana yemin etmene gerek yok,” diye fısıldadım. “Ben o yemini bu gece senin gözlerinde gördüm.”
“Dramınız bittiyse son sözü söyleme sırası bende,” dedi Kartal izmariti yere atıp. Emir’e yaklaştı. “Ağzını açacak olursan, seni farklı yaralarla tanıştırırım. Bunu yaparım.” Dudakları usulca yukarı kıvrıldı. “Sen namına bir şey bırakmam.”
Emir burnundan sert bir nefes vererek güldü, tek kelime etmeden başını yavaşça sallarken Kartal’a değil, yere bakıyordu ama ben bu ifadeden bile onun kalbinde bizle alakalı ufacık bir kötülük bile saklanmadığından emin olmuştum.
Tesisten ayrıldığımızda, sırtımdan akan soğuk teri araca bindiğim anda fark ettim. Emniyet kemerimi bağlamadım, o an benim için güvenlik önemli değildi, o an benim için sadece hissettiklerim ve bendim. O an sadece hislerden ibarettim. Bir sigara yakıp aracın camını yarıya kadar indirdiğimde, rüzgârın uçuşturduğu saçlarım önce yüzümün önüne parmaklıklar örüyor, ardından da aracın camından dışarı savrularak mağlubiyetin hasar içinde bıraktığı bir bayrak gibi dalgalanıyordu.
Kartal’ın konuşmasını bekledim. Onun dudaklarından dökülecek tek bir kelimeye bile ihtiyaç duyduğumu hissettim. Ama o konuşmadı.
Geceyi arkamızda bıraktık, sigaranın biri sönmeden diğeri yandı ve sonunda eve ulaştık. Konuşursam ne hissedeceğimi ya da ne hissettireceğimi bilmediğimden, Kartal önümde ilerlerken arkasında sessizce binanın merdivenlerini tırmandım. O gece asansörü kullanmadık, sanki yüz yüze olduğumuz ve baş başa hissettiğimiz o kısacık zaman diliminde birbirimize sarılıp, hiç ayrılmayacakmışız gibi hissetmiştik ve bu yüzden asansörü es geçerek merdivenlere yönelmiştik. Birbirimize sarılmak istememiştik.
Belki de bu gece ilk kez bir histen korktuğumuzu hissetmiştik.
Evin karanlık koridorunda ilerlemeye başladığımız anda karanlık koridoru önce telefonun ekranından fırlayan ışık aydınlattı. Tavana yansıyan beyaz ışığa baktım. Sonra Kartal bir numara tuşladı ve telefonunu kulağına sabitleyerek karşı tarafın açmasını beklerken salona girdi. İçki şişelerini gömdüğü mabedine ilerlerken sakince salonun girişinde durmuş, bu koyu gece karanlığında onu izlemeye başlamıştım.
“Burak, hangi deliktesin bilmiyorum ama hemen eve gel,” dedi telefonu omzuyla kulağı arasına alıp sıkıştırarak. Yarım bıraktığı şişesinin kapağını çevirirken bir süre telefonun diğer ucundaki sesin sahibini dinledi. “Burak, bahanelere ihtiyacım yok, kardeşim. Hemen buraya gel. Telefonda konuşulacak bir halt olsa seni buraya çağırmam, gecenin bu saatinde o kelek karpuz suratını görmeye meraklı değilim.”
Kollarımı göğsümde bağlayarak omzumu salonun giriş duvarına yaslayıp, başımı omzuma doğru düşürdüm. Şişenin ucundan akan içki saniyeler içinde viski kadehini ağzına kadar doldurdu, içki taşarak tezgâha yayıldı. Kartal, “Hay sikeyim!” diye mırıldandı, telefonu omzuyla iyice bastırarak kulağına yapıştırdı. “Burak, siyam ikizi olduğun sevgilinden izin istemek yerine onu da sırtlanıp gelmeye ne dersin?” İçkisinden bir yudum alıp kaşlarını çattı. “Gelirken iki paket sigara al.” Burak’ın cevap vermesini bile beklemeden hızlıca telefonu kapatıp tezgâha sertçe bıraktı ve sonra şakaklarını ovarak viski kadehini kafasına dikti.
Omzumu duvara bastırarak duvardan ayrıldım, gözlerimi Kartal’dan çekmeden serbest bıraktığım kollarımı esnettikten sonra, “Emir’in bir yararı dokunur mu sence?” diye sordum.
Parmaklarının arasında tuttuğu viski kadehinin dibinde bıraktığı içkiye bakıyor, arada bir kadehi sallayarak içkinin kadehin camdan duvarlarına çarparak sarsılmasını sağlıyordu.
“Elinde o kadar fazla isim varsa, belki,” dedi. “Ama yine de işimi şansa bırakmam. Sen duygusal olarak onunla bağ kurmuş olabilirsin ama ben senin kurduğun bağları koparmak için buradayım.” Bana bakmadan kurduğu bu cümle anlık duraksamama yol açtı. Solmuş güneş gibi duran gözlerini kaldırıp bana baktı. “Emir, yolu açmamı sağlayacak bir piyonsa, oyuna dâhil olur. Ama değilse, yolumu kapatıyorsa, onu alır, fırlatır, saf dışı bırakırım.”
“Ne yapacaksın?” diye sordum alayla. “Emir’i mi öldüreceksin?”
“Ben birini öylesine öldürmem,” dedi, durup gözlerinin içine baktım. “Ama ihanet ederse, öylesine olmayacağı için, evet, güzel bir yol.”
“Ablasına olanlardan sonra…” Durdum. “Neden ihanet etsin?”
“Çok iyimsersin, Ölüm Çiçeği,” dediğinde tüylerimin dikildiğini hissettim. “Yaralar aynı olsa da o yaraları taşıyan kişiler aynı değil. Bunu unutma.”
“Sen de çok kötümsersin,” dedim, bu onun duraksayıp kaşlarını kaldırmasına neden oldu. “Söylesene, uyurken bile hep sırtüstü yatıyorsun, değil mi? Olur da sırtını döndüğün duvar bile seni sırtından vurur diye?”
“Öyleydi,” dediğinde gözlerim gözlerine takılıp kalmıştı. “Ama unutma, Lavin. Sırtım sana dönükken de uyudum.”
Kurduğu cümle, içimde patlayan bir silah gibiydi. Ateş etmiş, beni tam göğsümden, duygularımın kozasından vurmuştu; koza parçalanmış, duygular parçalanan zarın içinden dökülerek tüm kalbimi kaplamıştı. Bir şey söylememi istemiyormuş gibi cümleyi viski kadehinden aldığı son bir yudumla sona erdirdi, gözleri gözlerimden ayrılmadı ama kelimeleri üzerinde yürüteceğim köprüyü ayakta tutan halatları kesti.
Burak ve Sahra eve geldiklerinde altımda hâlâ kotum vardı ama üzerime askılı bir tişört geçirmiştim, çıplak ayaklarımı koltuğun üzerine koymuş, kırdığım dizlerime yasladığım çenemle sokakta yanan lambanın pencereden içeri sızan ışığını izliyordum. Burak sigara paketlerini tezgâhın üzerine bırakırken Kartal yeni bir şişe açmış, şişesinin neredeyse yarısını tüketmişti. Sahra’nın yanımdaki boşluğa oturduğunu koluma dokunup bana gülümseyen yüzünü gösterene kadar fark etmemiştim bile.
“Ne oldu Emir’e?” diye sordu Burak, sesi şaşkınlığını ele veriyordu. Tezgâhın çaprazındaki asla kullanmadığımız yemek masasının etrafına yerleştirilmiş sandalyelerden birini çekerek ters çevirdi, bacaklarını ayırarak üzerine oturup dirseklerini sandalyenin sırtına yasladı. “Kavga falan mı ettiniz? Hırlaşıp duruyordunuz.”
“O kim de benimle kavga edebilsin?” Kartal tezgâha koyulan sigara paketinin jelatinini açarken kaşlarını çattı. “Herif her şeyi biliyor, Burak. Her siki biliyor.”
Burak’ın duraksadığını gördüm, Sahra hızla gözlerini Kartal’a çevirdi. İri, yeşil gözleri daha da irileşti. “Ne?” diye sordu.
“Aynen,” dedi Kartal. “Ne duyduysanız o. Herif şu an benim neyin peşinde olduğumu biliyor. Burak, bu herifle ilgili ne biliyorsan dökül.”
“Nasıl bilebilir oğlum?” diye sordu Burak.
“Herifi hafife aldım, karşımdaki GDO’lu tavşan gayet zeki bir ibnenin evladı çıktı.” Kartal paketten bir sigara çıkarırken dilini ağzının içinde döndürerek öfkeyle gözlerini yumdu. “Oğlum, soru sorma da anlat. Ne biliyorsun bu it hakkında?”
“Ne bileyim oğlum, çocukla öyle çok bir muhabbetim yoktu ki. Bizim çocuklarla nasılsak okulda, spor salonunda falan, onunla da öyleydim. Anlattım sana kaç kere.” Burak çenesini kaşıyarak kaşlarını çatmaya devam etti. “Bir de barodaki bazı avukatlardan duyduğum kadarıyla, uzun zaman önce ablasıyla ilgili bir dava görülüyormuş ama sonra dosyayı rafa kaldırmışlar. Ben de isim benzerliğinden yola çıkarak anlamıştım, sorduğumda da konuyu geçiştirip kapattı.”
“Sen bundan bahsetme gereği duymadın tabii sığır ama ben ablasıyla ilgili konuyu zaten biliyorum,” dedi Kartal, çenesi sertleşmişti. “Niye bu detayı söylemiyorsun lan sen bana?”
Burak bir süre sustuktan sonra, “Yaranı deşmek istemedim,” dedi sessizce.
Göğsümün sıkıştığını hissettim. Kartal zipposunu ateşledi, sigarayı yakmadan ateşi izledi, zippoyu söndürdü ve sonra tekrar yaktı. Ateşini izlerken yutkundu. “Uyuşturucudan kaybetmiş ablasını,” dedi donuk bir sesle.
Burak sessizleşti, Sahra’nın da duraksadığını fark ettim. Kısa süren sessizliğin sonunda, “Emir’le sıkı bir konuşma yaparsan, ağzını açmaz,” dedi Burak. “Emir iyi çocuktur ama yine de bunu nasıl öğrendiğini bilmemizde fayda var. Hiçbir kaynak göstermedi mi?”
“Herif kendi başına çözmüş,” dedi Kartal sert bir sesle. “Her şeyi çok iyi organize ettiğime emindim ama herifin köpek gibi hisleri var, kokuyu alınca peşini bırakmıyor bulana kadar.” Kartal sigarayı dudaklarının arasına yerleştirip homurdandı: “İşime yarayacak bilgilere sahip ama onunla ilgili daha fazla veri sahibi olmam gerek.”
“İstersen ailesiyle ilgili daha fazla şeye ulaşırım,” dedi Burak.
“Ulaşabildiğimiz kadarına ulaşalım,” dedi Kartal, sigarasının ucunu yaktı ve içmeye başladı.
“Anladığım kadarıyla Emir ve Lavin yakınlar,” diye mırıldandı Sahra. “Bence Lavin de isterse Emir’in ağzından birçok şey alabilir.”
“Konuya Lavin’i dâhil etmiyoruz,” dedi Kartal, sesi netti. Parmağını kaldırdı. “Ve Sahra sakın, sakın beni sorgulama.”
Sahra, alayla güldü. “Duvarı kaplayan koca Lavin ve Kartal’ı bile sorgulamadım, elbette bunu da sorgulamayacağım,” dedi çat diye, bir an duvardaki tabloyu anımsamak kaşlarımı çatmama neden oldu.
Kartal, sanki Sahra ağzını bile açmamış gibi davranarak gözlerini Burak’a çevirdi. “Burak, önümüzdeki birkaç gün içinde ulaşabileceğin her şeye ulaşman gerek, birader. Bu herifin babası kimdir, nedir, kimlerle takılır, şu an ne yapıyor? Hepsini bilmek istiyorum.”
“O iş bende,” dedi Burak başını sallayarak.
“Emir konusunda bu kadar endişelenmenizi gerektirecek bir şey olduğunu düşünmüyorum,” dedi Sahra sanki iç sesimmiş gibi. “Onu susturmanız yeterli olacaktır. Asıl olay bu saatten sonra başlayacak, hedefe gitgide daha yaklaşıyorsunuz ve bence düşünmeniz gereken çok daha fazla şey var.”
Sahra haklıydı ama Kartal’ın endişesini de anlıyordum. Tek tek dizdiği taşların tek bir taş yüzünden yıkılmasından endişeleniyordu. Bunu kabul etmese de şu an içinde derin bir şüphe kuyusu oyuluyordu ve beni bile o kuyunun içine atacak kadar gaddarlaşacağını biliyordum.
“Şu an birinin bunu bilmesi her şeyden daha önemli, Sahra,” dedi Kartal, sesi kurşunu bile parçalayabilecek kadar sertti. “Aramızdan olmayan birinin bunu bilmesi beni yavaşlatabilir ve ben yavaşlamak istemiyorum.”
“Emir seni yavaşlatabilecek biri değil,” dedi Burak güvence veren gözlerini Kartal’a sabitleyerek. “Merak etme, bu konuyu halledeceğim. Çok uzun sürmez.”
Sahra başını omzuma koyunca bir süre sessiz kaldım. Yakınlığını garipsememiştim, artık bana doğal geliyordu ama bir süre önceki Lavin’in bundan hoşlanmayacağına emindim. Sahra esneyerek, “Uykum geldi,” diye mızmızlandı, gözlerini Burak’a çevirmişti. “Gitmeyecek miyiz?”
“Bebeğim, önemli bir olay hakkında konuşuyoruz,” dedi Burak, gözlerinde belirgin bir sakinlik vardı, Sahra’ya bakınca dinginleşiyor gibi duruyordu. Sahra tekrar esneyip saçlarını omzuma sürterek gözlerini bana çevirdi. “Bunların önemli konuşmaları hiç bitmiyor, değil mi?”
Dudaklarımı birbirine bastırarak Sahra’ya baktım, uykulu gözlerini kısarak bana gülümsedikten sonra gözlerini pencereye çevirdi, salona hafifçe sızan sokak lambası önümüze serili duruyordu. “Sana da bazen hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor mu?” diye sordu fısıltıyla, bu fısıltı yalnızca benim duyabileceğim şekilde dudaklarından döküldüğünden bir süre duraksayarak yere serilmiş ışığı izledim. “Umarım başka bir kayıp vermeden bitirebiliriz.”
Bir şeyler söylemek zor olduğundan sustum ama içimde var olan tüm sancılar Sahra’nın bu söylediğini destekliyordu. Kardelen’den daha büyük bir kayıp benim için var mıydı bilmiyordum ama yine de bu yolda birilerini daha kaybedecek olma ihtimali canımı yakıyordu.
Bir süre sonra Sahra omzumda uyuyakaldı. Sakince Burak ve Kartal’ın kısık sesli tuttukları hararetli konuşmalarını dinlerken omzum uyuşmuş olmasına rağmen kıpırdamıyordum. Burak’ın bakışlarını üzerimizde hissettiğimde bile gözlerimi sokak lambasının ışığından ayıramadım. Ayağa kalkıp bize doğru ilerledi, Sahra’nın yüzünü örten saçlarını geri çekerek, “Güzel bebeğim,” diye mırıldandı. “Sonunda dayanamayıp uyuyakalmış.” Gözlerini şefkatle kıstığını gördüm, yavaşça Sahra’yı kucaklayarak omzumdan aldığında çenemi dizlerime koyarak ikisini izledim.
“Kızı boşa arabaya bindirme şimdi, uyanacak çenebaz,” dedi Kartal elindeki boş şişeyi dolaplardan birine kaldırırken. “Götür benim odama, orada uyuyun bu gece.”
“Sen nerede yatacaksın?” diye sordu Burak. Sonra bu sorunun çok yersiz olduğunu fark etmiş gibi, “O zaman biz senin odanda yatıyoruz,” diyerek Sahra’yı kucağında taşıyarak salondan çıktı. İkisi ortamı ikimize bıraktıktan sonra zamanın sayacı kırılmış gibi donmuş bir anın içinde hiç konuşmadan bekledik. Kartal’ın sarhoşluğunun kokusunu alıyordum, konuşsa kelimeleri her zamanki gibi berrak olmazdı ama zihnindeki zehir hâlâ tazeydi.
“Sen hiç uyumayacak mısın, Lavinia?” diye sorduğu sırada sesindeki alkol yayılarak tüm odayı uyuşturdu. Gözlerimi yüzünde gezdirdim, kalçasını tezgâha yaslamış, boş iki viski kadehini birbirlerine çarparak vakit geçiriyordu. Bana bakmamasını fırsat bilerek yüzünü en ince ayrıntısına kadar zihnime kazımak istiyormuş gibi onu izledim.
Sonunda, “Lavin,” diyerek düzelttim onu, ardından oturduğum yerden yavaşça kalktım. “Biraz dinlensem iyi olacak.”
“Sen hep böyle inatçıydın.”
Söylediği şey duraksamama neden oldu. Anıların içinden bana, “Avukat Hanım,” diye seslendi ve o anıdan ne kadar uzak olduğumuzu hissederek ürperdim. “Avukat değil, savcı,” diye homurdanarak ona rahatsız edici bir şeye bakıyormuş gibi baktığımda hissettiği her şeyi saklayan gözlerini yüzüme dikerdi. Bir daha o anlara dönemeyecektik, birbirini tanıyan iki yabancı olamayacaktık, bizi birbirimize bağlayan tek şey Kardelen olmayacaktı. Canım acıdı.
Ayağa kalktığımı fark edince bakışları beni buldu, gözlerinin rengi şimdi gümüş rengi gibi duruyordu ama bunun tek nedeni salondaki karanlıktı. Yere düşen adımlarım çıkışa yöneldiğinde gözlerinin üzerimdeki baskısını hissedebiliyordum. Tam salondan çıkacakken duraksayıp bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim.
“Sen uyumayacaksın herhâlde?”
İçimden bir ses onun benimle aynı odada kalacağını söylüyordu, diğer ses ise o sesin boğazına yapışarak bunu istemediğimi söylüyordu ama ben ne istediğimden pek de emin değildim. Emir ikimizi öpüşürken görmüştü, o öpüşmenin özündeki duyguların bile farkında değildim ama o an o öpüşmenin var olmasını ne kadar çok istediğimi hatırlıyordum. Kartal’ın vereceği cevabı beklerken zihnim olmaması gerektiği kadar aktifti, bu aktiflik bir süre sonra kalbimi yoruyordu.
“Uyuyacak bir uykum yok,” dedi sabit bir sesle. Bir elini ensesine kaydırdı, pazuları genişlerken üzerindeki siyah, dar gömleğin parçalanacağını ve o gömleğin içinden bir canavarın çıkarak bana saldıracağını düşündüm. “Eğer senin uykun varsa, geceni bana yatırma. Gidip uyu.”
Ona odaya gelip benimle uyumasını teklif etmek isteyen tarafımın uzun tırnakları boğazıma saplı duruyordu, o parmakların üzerindeyse gururumun elleri vardı ve istek beni boğazlarken, gururum da isteğin ellerini parçalıyordu.
“Pekâlâ.”
Gözlerimi yüzünden usulca ayırdım, onun bana baktığını bilsem de bu defa dönüp ona bakmadım ve salondan çıkarak odama doğru ilerlemeye başladım. Adımlarım odama gidiyor olsa da aklım salonda, aklım onda kalmıştı. Koridorda gölgeler büyüdü, elim kapımın kulpuna gitti, odamın kapısı yalnızlığıma açıldı ama içeride beni bekleyen bir yığın kelime vardı.
Karanlık odanın duvarları üzerime yıkılmak isteyen roman sayfaları gibi görünüyordu. Parmaklarını harflerde dolaştıran kadının odasında sökmeye başlayan şafak, henüz benim odamda alacakaranlık vaktiydi. Altımdaki kot pantolonu çıkarıp bir köşeye savurdum, kısa bir şortun içine sığdırdığım bacaklarım ve odanın soğuğuyla kızaran omuzlarımdaki ağrıyla yatağın ucunda uzun süre oturdum ama bu uzun sürenin saat karşılığı neydi bilmiyordum.
Bacaklarım yataktan sarkmış, ayaklarım zemine basılıyken, sırtımı yatağa yaslayarak kollarımı iki yana açıp gözlerimi tavana diktim. Bu gece sabahın olmasına ihtiyaç duyuyordum, içime yer edinmiş o duygu sanki yalnızca güneş doğarsa beni terk edecekmiş gibi hissediyordum. Oysa güneşin hiçbir şeyi sildiği yoktu. Ben o huzursuzlukla yaşamaya alışmıştım. İnsanlar geceleri ağrıyan yanlarını güneşe tuttuklarında o ağrı bitecek sanıyordu ama güneşin tek yaptığı yarayı ışığının altına gizleyerek insanı kandırmaktı. Söndüğü an aynı duygular, o kör olası lanet ağrı misliyle katlanarak üzerimize karabasan gibi çökecekti.
Muhtemelen sabahın ilk ışıklarına kadar içmeye devam edecek, içki şişelerini dolduran sıvı onun kanına karışarak onu tamamen uyuşturduğunda koltukta sızıp kalacaktı. Her yanı tutulacak, içindeki ağrı bir an olsun dinmiş gibi hissetse de ertesi gece daha ağır bir ağrıyla hayatına kaldığı yerden devam edecekti. İçki şişelerine sığınarak…
Küçücük bir an için gözlerim tavandaki bir noktada donup kaldı, o noktada sanki onun yüzü vardı. İçki şişelerinin etrafında uzanmış, gözleri açık duran bir ölü gibi cansız bir şekilde boşluğu izleyişi… Onu böyle bir mezarlıkta bırakmak istemiyordum.
Yavaşça doğrulup kalkınca açık renk saçlarım dağılarak omuzlarıma döküldüler. Avuçlarımı yatağa bastırıp gözlerimi yumdum, onun aynadaki yansıması gibi görünen kızın beni hayatımın en karanlık dönemlerinde elimden tutarak ayağa kaldırışını hatırladım. Şimdi aynanın diğer ucundaki yansıma başka bir odada kendini içki şişelerinin içine hapsedip, ömrünü o şişelerin içinde geçirmenin yolunu arıyormuş gibi durmadan içiyor, kendini uyuşturuyor, zamanı durdurduğunu sanarak kendi mezarına kürek sallıyordu.
“Sen benim felaketim olacaksın, Alyeska,” diye mırıldandım. Gözlerimi araladığımda bu odadaki eksiğin onun varlığı olduğunu biliyordum. Yavaşça yataktan kalkarak odamın kapısını karanlık koridora açtım. “Sen sadece benim değil, ikimizin de felaketi olacaksın.”
Güçsüz adımlarım benim salona taşırken, ben aslında neyin içine düştüğümün farkındaydım ama benim de kendime yalan söylediğim zamanlarım oluyordu. Parmaklarımı birbirine yaklaştırıp, işaret parmağımı alta alarak orta parmağımı üzerine koyuyor, ters bir makas oluşturuyordum ve parmaklarımı arkama saklayarak yalanımı kendime fısıldıyordum. Zihnim bu yalanın farkındaydı, kalbim ise yalanıma körü körüne inanıyordu.
Salona girdiğimde onu içki tezgâhının önünde değil, biraz önce oturduğum koltukta buldum. Sırtı bana dönük olduğu ve algıları alkol tarafından geçici olarak kapandığından benim varlığımı fark etmedi. Kollarını iki yana açmış, tam ortasında oturduğu koltuğun sırtına koymuştu. Üzeri çıplaktı. Sehpadaki taş kül tablasının içinde yanan sigaranın yoğun dumanı kabararak odanın içinde dans ediyordu. Şafak ufukta mavi bir çizgi gibi belirmiş, odanın içindeki alacakaranlığı yırtarak etrafı solgun rengine boyamıştı. Usul adımlarla Kartal’a yaklaşıp, elimi yavaşça onun omzuna koyduğumda başını geriye doğru atarak bana baktı. Şimdi yüzünü tersten görüyordum, gözleri dudaklarının durması gerektiği yerdeydi, dudaklarıysa tam karşımda. Dudaklarımın hizasında… Bir süre kıvrımlarının güzelliğine bir insanı kolayca aldanmasını sağlayacak dudaklarını izledim, sonra gözlerimi kaydırarak gözlerine taşıdım. Belirgin âdemelması, benlerin yıldızlar gibi dağıldığı derisini yırtacak gibi duruyordu.
“Uyuyamadın mı?” diye sordu. Gözleri kan çanağı olmuştu, nefesinden sızan yoğun içki ve sigara kokusu beni rahatsız etmemiş, aksine onu çok daha erkeksi bulmamı sağlamıştı.
“Uyumadım.” Gözlerimi yüzünün her bir köşesinde dolaştırdım. “Senin uyumaya niyetin yok mu, Doktor?”
Buna cevap vermedi, gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. Derin bir nefes aldım, yavaşça koltuğun sırtından koltuğun üzerine doğru abanarak taş kül tablasına yetiştim, bu sırada bir bacağım havaya kalktı. Eğilirken omzum onun omzuna sürtünmüş, saçlarım onun boynuna dökülmüştü. Kafasını kaldırmadan, az önceki pozisyonunu koruyarak o şekilde bekledi. Taş kül tablasındaki külü uzamış sigaranın külünü silkerek dudaklarıma yaklaştırdığımda onun aldığı derin nefesin sesini işittim.
Parmaklarından birini saçlarıma doladı, ardından yeniden derin bir nefes aldığını duydum.
Evin birinde bir yangın, sokağın tekinde sel vardı.
Sigaranın dumanı dudaklarımdan şaşkınlığa ait bir yankıymış gibi döküldü. “Artık onun gibi kokmuyorsun,” dediğinde bir an dondum kaldım, parmaklarımın arasında duran sigaranın izmaritini sıktığımı fark ettim. “Ama öyle bir kokuyorsun ki, kokun zamanı durdurur.”
Sertçe yutkunarak geri çekileceğim sırada yüzüm yüzünün hizasına geldi, yüzlerimiz birbirine ters durduğundan benim dudaklarım onun gözlerinin karşısında, onun dudakları da benim gözlerimin karşısında duruyordu. Uzansam öpebileceğim mesafede duran gözlerinden dışarı uzanan kirpikleri dudaklarımda hissettim. Gözlerim dudaklarının hareketini takip etti.
“Benim zamanı durdurmaya ihtiyacım var,” dediğinde kalbim sıkıştı.
“Senin uyumaya ihtiyacın var,” diye mırıldansam da göğsümdeki kukla sanatçısı, iplerin ucuna bağlayarak yönlendirdiği kalbimi sonunda bırakmıştı.
“Uyumamı mı istiyorsun?”
“Evet, kaldır küçük kıçını.” Geri çekilecekken beni aniden ensemden yakalayarak kafamı kaldırmama engel oldu. Kalbimin atışları duracakmış gibi ağırlaştı, damarlarımın tenimin altında nasıl kasıldıklarını hissedebiliyordum.
“Ne o, Ölüm Çiçeği?” diye mırıldandı, sesindeki serseri alay bir an beni güldürecek sandım ama gülmeden gözlerimi dudaklarına diktim. “Bensiz uyuyamıyor musun yoksa?”
“Tam da sana aynısını sormak üzereydim, Alaşan,” dedim dudaklarımı çenesine sürtüp, içimdeki o hissi bastıramadan çenesindeki keskin kemiği öperek. “Ama ben bunun cevabını zaten biliyorum. O yüzden, hadi.”
“Çok cesursun,” dedi mırıldanır gibi bir sesle ve sertçe yutkundu.
“Yine şişenin dibinde kendini unuttun, değil mi?” Gülerek geri çekildim, bir an gülüşüme bakakaldı ama onu umursamadım. Koltuğun etrafında dönerek önüne geldim, ona doğru uzanıp onu yavaşça kaldırmaya çalıştım, yapamayacağımı anladığında sonunda bana ayak uydurarak koltuktan yavaşça kalktı. Onun kolunun altına girip, bir kolumu ince beline sarıp yavaşça salondan dışarıya doğru yürütmeye başladım.
Aramızdaki boy farkını bana göstermek istercesine eğilerek çenesini saç diplerime bastırdı, gözlerimi kısmama neden olan hareketi, onun zihninde var olan düşüncelere ulaşamamanın getirdiği öfkeyle birleşerek hislerimi zorlamıştı.
“Saçlarını neyle yıkıyorsun?” diye bir an için onun bir çocuk kadar masum olduğunu düşünmeme neden olacak saf bir soru sordu. Gözlerimi şefkatle kıstım. Odanın kapısına geldik, odanın kapısını açarken gözlerimi kaldırıp alttan alttan yüzüne baktım.
“Banyodaki şampuanlardan kullanıyorum. Markasına hiç bakmadım.”
“Öyle değil.” Burnundan sert bir nefes vererek güldü, gülüşü alaydan uzaktı, sanki kendini anlatamadığı için kendi hâline gülüyordu. “Neyse, ben yine anlatamadım.”
“Anlatırsan dinlerim.” Kapıdan içeri girmesi için onu belinden tutarak çektiğimde bana engel oldu, içeri girmek yerine gözlerini yüzüme dikmiş bana bakıyordu. “Girmiyor musun?”
“Dinlersin?” dedi ama bu daha çok soru olarak söylenmiş bir kelime gibiydi.
Başımı salladım. “Öyle,” diyebildim, daha uzun bir cümle kuracak kadar cesur değildim. Bu sadece bu anlık olan bir şeydi, yoksa cesur olduğumu biliyordum ama şu an sadece onu uyutmak istiyordum. Tek istediğim buydu. “Hadi, gel.”
Odaya girdi. Doğrudan yatağa devrilerek yüzünü pencereye, sırtını da bana doğru dönerek yattı. Bir an söylediği şeyi hatırlayınca dudaklarımda yarım yamalak bir gülümsemeyle onun sırtını izledim. Altında siyah kotu olması dışında üzeri çırılçıplaktı, gözlerim belindeki yanık izine kısaca uğrasa da bakışlarım uzun uzun orada asılı durmadı.
Yatağın üzerine çıkıp dizlerimin üzerinde oturarak gözlerimi sırtına diktiğimde, gözlerinin açık olduğunu uzun duran kirpiklerinden anlamak mümkündü. Avuçlarımı bacaklarıma bastırarak, “Kızgın mısın?” diye sordum kısık sesle, bu kızgınlığı sorgulama nedenim benimle alakalı olduğunu düşünmem değildi, sadece öfkeli olup olmadığını bilmek istiyordum.
“Sana neden kızgın olayım? Demek ki ben iyi tezgâhlayamamışım.”
“Bana kızamazsın zaten,” diye homurdandım ağzımın içinden, bu onun burnundan sert bir nefes verip gülüyor gibi bir ses çıkarmasına neden oldu. “Genel olarak yani, bugün olanlara kızgın mısın?”
“Keçi ayında mı doğdun?” diye sordu ama cevabımı beklemeden konuşmaya devam etti. “Garip gelebilir ama şu an hiçbir şey hissetmiyorum bu konuyla ilgili.”
Kaşlarımın ortasında bir yarık oluştu. “Hiç mi?”
“Evet. Bu konuyla ilgili, hiç.”
“Sadece bu konuyla ilgili mi hiç?”
Sorum onu sıkmış mıydı bilmiyordum ama derin bir nefes aldığını önce duydum, sonra da şişen omuzlarına bakarken bu nefesin eyleme dökülüş anını izledim.
“Hislerim var. Sadece sık sık susturur, yoklarmış gibi davranırım, Lavin.”
“Hislere yer olmadığı için mi yoksa hep mi böyleydin? Gerçi eskiden de hislere önem vermiyor gibiydin. Öyle hatırlıyorum.” Neden burada durmuş, öylece onun sırtını izlerken bu tarz sorular soruyordum bilmiyordum. Mesela hiç ciddi ilişkisi olmadığını biliyordum, zaten onun gibi biriyle kim uzun ilişkiye adım atardı ki? Hep buzdan bir duvar gibiydi. Bazen o duvarın arkasından bana yönelttiği alayı hisseder gibi olurdum ama genel olarak huysuz, donuk herifin tekiydi.
“Değildim.”
Değil miydi? Durdum.
“Ciddi bir ilişkin olmamıştı diye hatırlıyorum. Yani ben hiç yanında sevdiğini düşündüğüm birini görmemiştim. Sen de ciddi ilişkin olmadığını onaylamıştın,” diye mırıldandım, bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Ciddi bir ilişkim olmadı,” dedi sadece.
“Peki birine duyguların da mı olmamıştı? Söylediysen de şu an hatırlamıyorum. Ondan soruyorum.”
Sustu, cevap vermeyişi bir şekilde içimde bir yerlere dokundu. Neden böyle hissettim anlamadım, hatta hissettiğim şeyin ne olduğunu da anlamadım ama karnımda büyüyen rahatsızlık birdenbire midemi bulandırmaya başladı.
“Yok,” dedi. “Olmadı.”
Nedense bir yanım bu cevaba karşı şüphe hissetti, bir yanım ise bu cevapla tatmin olup sessizliğe gömüldü.
“Anladım.”
“Neyi anladın?” Bana doğru döndü. “Birine karşı bir şeyler hissediyor gibi mi göründüm gözüne?”
“Hayır. Neden celallendin birdenbire?”
“Celallenmedim ben.”
“Tamam, en duygusuz sensin,” diyerek güldüğümde tek kaşını kaldırıp, “Duygusuz mu?” diye sordu.
“Evet. Kimseye bir şey hissetmemişsin işte.”
Bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra, “Antalya’da tanıdığın tüm kızlar hastaydı bana,” dediğinde duraksadım. Elimde olmadan kaşlarım çatıldı.
“Ne yapayım? Sonuçta onlar sana hastaymış ama hastalığına şifa olamamışlar.”
“Hastalığım mı?”
“Duygusuzluk,” dedim ellerimi havaya kaldırıp parmaklarımla tırnak işareti yaparak. Az önce öfkeyle parlayan gözleri şimdi daha keyifli bakıyordu.
“Ha Antalya’daki tüm kızların bana hasta olduğunu kabul ediyorsun yani?”
Göz aşinalığımın olduğu tüm kadınların ona duyduğu ilgiyi sağır sultan bile duymuş olmalıydı, benim bilmem de normaldi. Omuz silktim. “Sen kızlar arasında popülerdin.”
“Hâlâ öyleyim,” diye homurdandı ve bir kolunu dirseğinden kırarak avucunu başının altına koydu, gözlerini kısarak bana baktı. “Eminim beni sana bile sormuşlardır.”
Karnımdaki rahatsızlık hissi büyüdü. Anıların kafamın içinde bir meltem gibi estiğini, saklandıkları yerden birer birer çıkmaya başladıklarını hissettim. Her zaman oturup bir kahve sipariş verdiğim ve önümdeki notları büyük bir dikkatle okuduğum akşamlardan biriydi.
Kafenin kapısı açıldığında şıngırdayan rüzgâr çanlarının sesi dikkatimi bir anlığına dağıttı. Kafamı kaldırıp kapıdan içeri giren kız grubuna baktım. Kızlardan ikisi bizim kampüstendi, birini de Kardelen’i beklediğim sırada onun kampüsünün bahçesinde görmüştüm. Kız, beni gördüğü anda tanımış gibi dirseğiyle yanındaki esmer kızı dürttü ve boş bir masaya ilerledikleri sırada bana çevrilen bakışları hissettim. Kahvemden bir yudum alıp diğer sayfayı çevirerek renkli kalemin kapağını açtığım sırada, karşımdaki sandalye yerde sürüklenerek can sıkıcı bir ses çıkardı. Kafamı kaldırıp sandalyeye oturan esmer kıza bomboş gözlerle baktım. Özellikle çalışıyorken, tüm dikkatimi aldığım notlara vermişken rahatsız edilmeyi hiç sevmezdim ve onu tanımadığıma emindim. Bir yabancının tek kelime etmeden, izin istemeden karşımdaki sandalyeyi çekip oturması kaşlarımı sertçe çatmama neden oldu.
Kız, “Selam,” dediğinde gözlerim masanın üzerine bıraktığı lüks marka çantasına, ardından uzun, bordoya boyalı tırnaklarına dokundu. Tırnaklarını rahatsız edici bir ses çıkararak masaya vururken, “Nasıl gidiyor?” diye sordu.
Hiç lafımı esirgemeden, doğrudan, “Sen gelene kadar iyi gidiyordu,” dediğimde esmer ve oldukça güzel yüzünde anlık bir renk kaybı yaşandığını gördüm. “Tanışmadığımıza eminim.”
“Bu tanışmayacağımız anlamına gelmiyor ama,” dediğinde zordan da olsa gülümsemeye çalıştı. Canını epey sıktığımı görebiliyordum. “Ben Ahu,” dedi kız. Ardından uzun, güzel parmaklarını bana uzatıp gülümsemesini daha da genişletti. Tek kaşımı kaldırıp, elimi uzatmadan ona dik dik bakmaya devam ettiğimde, “Sen de hiç dost canlısı değilsin yahu,” diye homurdanarak elini masanın üzerine indirdi. “Hukuk Fakültesi’ndesin, değil mi? Seni daha önce de görmüştüm. Ortak dersimiz var.”
“Ahu, çalışıyorum,” dedim. Çok yorgundum. Buradan çıktığımda eve değil, çalıştığım bara gidecektim ve tüm geceyi ayakta geçirebilmek için oldukça fazla kahveye ihtiyacım vardı.
“Görüyorum,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Oldukça istikrarlısın, ha?”
Kalemi köşeye bırakıp, dirseklerimi masaya yaslayarak, “Ne istediğini öğrenebilir miyim?” diye sordum içimde kalan son sabır parçasıyla.
“Meseleye gel diyorsun,” diyerek güldü. Ardından dirseğini masaya yaslayıp, yüzünü avucunun içine yerleştirdi ve “Kardelen ile oldukça yakınsınız, değil mi?” diye sordu.
Tek kaşımı kaldırıp, “Evet,” dedim.
“Onun gibi cıvıl cıvıl biri ve senin gibi…” Durup kaşlarını kaldırdı ve “Yani zıt kutuplar birbirini çekiyor,” deyip gülmeye başladı.
“Kardelen ile ilgili bir mevzu mu var?”
Ses tonumdaki tehdidi algılamış olacak ki hızla, “Hayır hayır!” dedi. “Kardelen’i çok severim. O çok tatlı ve cana yakın bir kız.” Senin aksine, diyemediğini duyar gibiydim.
“Sadede gelir misin?”
“Aman ya sen de!” Gülerek sırtını sandalyeye yasladı. “Kardelen’in abisini tanıyor musun? İllaki tanıyorsundur. Sen ve o, siyam ikizi gibisiniz.”
Kartal Alaşan’ın altın rengi gözlerini hatırlayınca tek kaşımı kaldırıp, “Evet?” dedim sorar gibi. Yani teknik olarak tanıyor sayılmazdım, sık sık karşılaşıp, zıtlaşan ama asla diyalog kuramayan iki yabancıydık. Birbirini tanıyan iki yabancı.
“İşte bu mükemmel!”
Tepkisi karşısında ne yapacağımı bilemediğimden Ahu’ya dik dik bakmaya devam ettim.
“Bak, bunu senden ve Kardelen’den isteyen bir milyon kız falan olmuştur,” dediği anda ne söyleyeceğini anlamış gibi dikleşerek kollarımı göğsümün üzerinde toparladım. Bu tipler Kardelen’i sık sık taciz eder, abisiyle tanışabilmek için ona yaklaşır ve arkadaşı gibi davranmaya çalışırdı.
“Kartal tam bana göre. Ve ben de tam ona göreyim. Kulağa saçma geldiğini biliyorum ama diğer kızlardan farklı olduğumu, onun için o kız olacağımı biliyorum.” Kurduğu cümle karşısında gülmekle gülmemek arasındaki o çizgide donup kaldım. Kardelen’e aynı cümleyi kuran onlarca kız olmuştu. Her biri Kartal’ın hayatındaki o kız olmayı istiyordu.
“Ve eğer sen de biricik arkadaşının abisinin hayatındaki doğru kadını bulmasını istiyorsan, bana yardım etmelisin.”
“Bak Ahu… Ahu muydu? Seni hayal dünyandan çıkarıp almayı hiç istemem, Ahu.” Omuz silktim. “Eğer benden bir şey çıkmadığı için gidip Kardelen’i taciz edecek olursan seni bulurum, seni bulduğumda karşında böyle sakince durmaya devam etmem, işler karışır…” Başımı ağır ağır sağa sola yatırarak konuşurken kızın yüzünün renginin solmaya başladığını görebiliyordum. “Böyle olsun istemeyiz, değil mi?”
“Tehdit mi ediyorsun beni?”
“Uyarıyorum. Gidip Alaşan’ın karşısına geçip kendisine şu inanarak yazdığın aşk masalını anlatabilirsin ama ne ben ne de Kardelen senin masallarını dinlemeyeceğiz. Şimdi kalkıp gidersen çok sevinirim, ders çalışacağım.”
“Öyle düşmanca yaklaşıyorsun ki neredeyse onu kendine istediğini düşüneceğim,” diyen Ahu’nun kurduğu cümle kafamın içindeki tüm şalterleri attırdı.
Birden masaya doğru eğilip, “Ne diyorsun sen be?” diye bağırdım.
Korkuyla geri çekilip, hızla oturduğu yerden kalktı. “Haksız mıyım?”
“Yürü git, hadi!” diye çıkıştığım anda masadaki çantasını alıp sırtını bana döndü ve hızlı adımlarla arkadaşlarının olduğu masaya gitti. Eğer çok yorgun hissetmesem, buradan çıktığım gibi işe gitmek zorunda olmasam ona dünyanın kaç bucak olduğunu seve seve gösterirdim ama dua etmeliydi ki buna hâlim yoktu. O da işin ciddiye bineceğini anlamış olacak ki arkadaşlarını apar topar masadan kaldırarak kafeden ayrıldı.
Anılar bir uğultu gibi yavaşça geri çekilirken Kartal, “Daldın gittin,” dedi ve birdenbire olduğum anın içine çekildim. Dudaklarındaki gülümsemeyi gördüğümde kalbim birdenbire hızlandı. “Doğru söyle, yoksa hayranlarım bana ulaşmak için seninle de mi konuştu?”
“Ne alakası var?” diye sordum yüzümü buruşturarak. “Sen kendini fazla abartıyorsun bence.”
Gülümsemesi silindi ama gözleri hâlâ muzip ifadelerle parlıyordu. “Abartılmayacak gibi miyim sence?”
“Yani bence fazla abartılıyorsun.”
Kartal gözlerini kısıp, hafif bir tebessümle güldü. “Dürüst değilsin.”
“Seni övmemi istiyorsan avucunu yalarsın.”
“Senin övmene ihtiyacım mı var?” diye sordu ama sesi alaycıydı. “Sen malın iyisinden anlamıyorsun.”
Son kurduğu cümle birden duraksayıp kahkaha atmama neden oldu. Anlık bir sessizlik, kahkahamın hemen arkasından odaya yayıldı. Gözlerinin içine baktım, gülüşüme dikkatle baktığını gördüğümde yanaklarımdaki ısı birden arttı.
“Seninle ilgili söyleyebileceğim tek şey,” dedim konuyu değiştirme ihtiyacıyla, “kesinlikle iyi bir müzik zevkin olduğu olurdu. Evinizde sana ait bir hobi odası vardı. Birkaç kez görmüştüm. Bir sürü plağın, kasetlerin, eski bir gramofonun falan vardı. Şaşılacak şeydi doğrusu çünkü sana bakınca hiç de öyle müzik gurmesi birini görmemiştim ben.”
“Müzik zevkime laf söyletmem,” derken o da gülüyordu.
“Çok fazla Cem Karaca dinliyorsun sanırım,” dediğimde tek kaşını kaldırdı. “Odada onunla ilgili çok fazla esinti vardı çünkü. Hatta yalan değil, Cem Karaca’nın aynı plağından birkaç tane yedekte tuttuğunu gördüğümde çalmayı bile düşünmüştüm.” Son söylediğim şey beni yine güldürdü, gülüşümü izlerken o da gülümsüyordu. Bir süre müzik hakkında konuştuk. Bu bizim normal iletişim kurabildiğimiz nadir anlardan biriydi. Bu yüzden bu anın normalde yaşadığımız anlardan çok daha özel olduğunu hissettim.
“Peki,” dedim bağdaş kurarak. “Cem Karaca kadar sevdiğin başka bir müzisyen var mı?”
“Barış Akarsu,” demesini beklemiyordum. “Eğer Barış hâlâ hayatta olsaydı, eminim çok güzel eserlerin altına imzasını atardı. Arkasında çok fazla eser bırakmamış olması beni üzmüştü. Cem Karaca gibi bir efsane olabileceğini düşünüyordum.” Sohbet esnasında yaktığı sigarayı komodinin üzerindeki cam kül tablasına silkti.
“Barış Akarsu’yu ben de çok severim,” diye mırıldandım.
“Cem Karaca’yı peki?”
“Plaklarından birini çalmak istediğimi söyledim ya,” diyerek güldüğümde gözlerimin içine baktı, ardından cebinden telefonunu çıkardı, telefonun ekranını açarken şakaklarını ovdu. Artık odam daha solgun bir mavi rengiyle aydınlanmıştı, sanki teni bile maviydi. Telefondan hafif bir melodi sesi yükselmeye başlayınca gözlerimi onun çehresinden ayırıp telefonuna indirdim. Telefonun kenarındaki ses seviyesini yükseltip düşürme düğmesine bastırarak telefonun sesini biraz daha arttırdı.
Telefonda çalan parça Cem Karaca’nın seslendirdiği bir parçaydı, şarkıyı biliyordum ama özel olarak oturup sık sık dinlediğim bir şarkısı değildi. Şarkı aramıza sözlerini örmeye başladığında aramızdaki sessizlik usulca büyüdü. Sonra şarkının o sözleri efsanenin dudaklarından dökülmeye başladı.
Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar.
Hiçbir şeyi istemedim, seni istediğim kadar.
Sen de başını alıp gitme, ne olur, ne olur tut ellerimi…
Gözlerimi parmak uçlarımda ölen sigaraya çevirip, bir süre sessizliği ve şarkının sözlerini içtim. Kartal da sessizdi, sadece şarkıyı dinliyordu ve hissettiğim kadarıyla yüzümü inceliyordu ama ben ona bakmıyordum; bakmak istemediğimden değildi bu, her nedense o anki yoğunluk yüzünden ona bakamıyordum. Şarkı arka planda çalmaya devam ederken Kartal, şarkıyı döngüye alarak yan tarafındaki komodine koydu. Avucunu başının altından çekerek kolunu açıp benim tarafımdaki yastığa doğru uzattı. Gözlerimiz birbirleriyle buluştu.
“Uykun gelmiş,” dedi zarif bir sesle. “Gel.”
Başta direnmek istesem de şarkının hissettirdiklerinden midir yoksa asıl istediğimin bu olmasından mıdır bilinmez, kül tablasını komodinin üzerine bırakıp, yavaşça uzanıp başımı onun koluna yasladım. Bir süre birbirimize bakmadık, birbirimizle konuşmadık; sanki tavanda birbirimizin gözleri varmış ve birbirimize bakıyormuşuz gibi sessizce tavanı izledik. O sırada Cem Karaca şarkısına devam ediyordu.
Kolunu aniden kırarak kafamın göğsüne doğru kaymasını sağladı, gözlerim tavandan ayrılırken onun çıplak göğsüne kaydı. Kartal kolunu boynuma sararak beni tamamen göğsüne bastırınca göğsünden yükselen sıcak toprak kokusunu soludum, yağmur bulutları geri çekilmiş olsa da yağmurun kokusu toprağın kalbindeydi.
“Yum gözlerini,” diye mırıldandı, sesi bir ninni gibiydi. Yutkunarak elimi göğsüne koydum, ince parmaklarımı eklem yerlerinden kırarak tırnaklarımın ucunu tenine hafifçe bastırdım ama tenine batırmadım. Sertçe yutkunduğunu duydum.
“Bir dahaki sefere ben senin sevdiğin bir şarkıyla uyuyacağım,” dedi.
Bir şey söylemedim, gözlerimi yavaşça yumarken çenesini saç diplerimde hissettim. Kokusu, cenneti inşa eden Tanrı’nın avuçlarının içinden akan nur gibiydi; hissettirdikleriyse tek gözünü eline almış topallayarak yürüyen şeytanın bakışlarını sırtımda hissetmek gibiydi.
Esnedikten sonra, “Uykum geldi,” diye fısıldadım.
“Uyu, Bir Şeyim,” dediğini duydum, sesinde babaların kucakları, sesinde annelerin gülümsemesi, sesinde çocukluğum vardı.
Ona sokuldum, tüm ihtiyacım buymuş gibi, bir süredir yalnızca bundan ibaretmişim gibi. Yalnızca bu duyguya ihtiyacım varmış gibi.
Uyku gözlerimden içeri yuvarlandı, zihnime ulaştı; karşımda bir çocuk duruyordu ve artık damarlarımda Kartal dolaşıyordu.
🎧: Cigarettes After Sex, Don’t Let Me Go