Bazen bir insanı tanımak için, önce onu kafanın içinden tamamen silmen gerekiyor. Kafanda oluşturduğun insanın yıkılıp yeniden var olabilmesi için, bunun olması şart.
Araf’ı kafamda oluştururken onunla ilgili çok düşünmemek benim seçimimdi çünkü erkeklerle alakalı çok düşünmezdim. Erkekler ya çapkın olurlardı ya olgun ya da geveze ama baktığımda bu üçünü de onda gördüğüm olmuştu. Üç özelliği taşıyor olsa da benim için diğerleriyle aynıydı çünkü onlardan daha farklı bir özelliği yoktu.
Ama şimdi sahnede saçları terden yüzüne yapışmış, dudakları mikrofona yaslı şekilde büyüleyici bir ses çıkaran bu adama baktığımda, tanıdığımı sandığım adam bir aynanın önüne geçiyor, ayna ise onlarca farklı parçaya bölünerek adamın suretini değiştiriyordu. Yere düşen parçalardan birinde, belki de en keskinin de yeniden onu gördüğümde, saçları uzundu ve dudakları mikrofona yaslı duruyordu.
Şaşkınlığın birçok rengi olabilirdi ama en bariz rengi, bu gece benim gözlerimde görebilirdiniz. Kalabalığın dudaklarından onun mahlası dökülürken ve yüzü aynı bir yabancı olarak dudaklarını o mikrofona yaslayıp sesiyle melodilere yön verirken, damarlarımın genişlemesine neden olan o histen bihaber olduğuna emindim.
Çevremdeki tüm hafızalar açıktı, sesleri duyuyordum, onla alakalı düşünceleri; çoğu ahlaksızlıkla dolu, seks kokan düşüncelerdi, çoğundaysa saf sevgi ve sonsuz hayranlık vardı. Bazı düşünceler onun görüntüsünü izlediğim saniyelerde canımı sıkarken, bazıları beni gülümsetecek kadar içtendi.
Araf’ın gözleri tekrar gözlerime sabitlendi, elektro gitarın parmaklarının ucunda attığı çığlıkları duymaya başladığım anda dudakları sabitti, artık sesini duyamıyordum ama parmaklarının var ettiği çığlıklar her yanı sarıyordu. Kollarından, şakaklarından, boynundan akan terleri izledim; ışıkların altında ilerleyen ter dereleri iksir dolu nehirler gibi görünüyordu.
Beklenmedikti ve sanırım beklenmedik olduğundan garip bir şekilde güzeldi.
Dudakları tekrar mikrofonla birleştiğinde gözleri kalabalığa rağmen hâlâ gözlerimde saplı duruyordu. Müthiş kalınlıktaki sesini yeniden duydum, kalabalık o sesle beraber ateşlere dönüştü ve onu dinleyen herkesi yakmaya başladı. Elinde, neredeyse avucunda kaybolan bir şarap şişesi tutuyordu, şarkının birkaç kelimesinin ardından şarap şişesi dudaklarıyla birleşti, çenesinden akan şarabı silmeden yeniden mikrofona yaklaşırken şarap şişesini yere bırakmış, gitarını çalmaya başlamıştı. Ağzının kenarından kan sızan, karanlığa ait bir şeytan gibi, bir iblis, bir vampir gibi görünüyordu ve eminim bu dinleyicilerini daha karanlık, vahşi duygulara sürüklüyordu.
Şarabın dudağının kenarından kan misali süzülüp boynunu aştığını, çıplak, çok da abartılı olmayan göğüs kaslarından aşağıya süzüldüğünü gördüm ve o an genç bir kızın, “Plüton’un arkadaşı mısınız?” diye sormasıyla irkilip bakışlarımı kıza çevirdim. Kırmızı, uçları ağardığı için pembeleşmiş kabarık saçları olan, on dokuzlarının başında ya da sonunda olduğunu tahmin ettiğim gotik bir kızdı.
“Plüton?” Bakışlarım anlık sahneye çevrildi, dudakları mikrofona yaslıyken gözlerini yummuş, simsiyah kirpikleri kara gölgelere sahip bir yelpaze gibi gözlerinin altındaki çukurlara yayılmıştı. Kimliğini gizlediğini mahlasından, sahnedeyken uzayan saçlarından anlamak mümkündü. Onu ele vermemem gerektiğinin farkında bir biçimde, “Hayır,” dedim. “Arkadaşı değilim.”
“Size bakıyor,” dedi kız gözlerini sahneye çevirerek. “Sanırım sizi beğendi.”
Durgun bir sesle, “Onu çok mu seviyorsun?” diye sordum.
“Evet.” Başını hızlıca sallayarak yeniden bana baktığında başımızın üzerinden kayıp giden ışık yeniden sahneyi aydınlatmıştı. “Gerçek ismi Plüton değil muhtemelen, menajeri de onunla ilgili bilgileri asla paylaşmıyor. Sosyal medyada büyük kitlesi var ama sosyal medya hesabı yok. İnsanlar onun kim olduğunu bulmak için uğraşmıyor, çünkü dinleyicileri sadık insanlar ve onu zorda bırakacak şeyler yapmıyorlar. Sonuçta Plüton eğer isteseydi bunları bizle paylaşırdı, değil mi? Sanırım onu ilk dinleyişiniz.”
“Evet, ilk,” dedim. Gözlerim anlık sahneye kaydı. “Ama son olacağını sanmıyorum.”
“Değil mi? Onun sesini bir kez duyduğunuzda, bu en büyük bağımlılığınıza dönüşüyor.” Bateriyi işaret etti. “Davuldaki Ares, bas gitardaki Poseidon, baş vokalist Plüton ama diğer vokalistleri de Eros.”
Gözlerim önce Ares’e dokundu, kırmızı saçları boya olmalıydı, gözlerinde siyah bir makyaj vardı, uzun ama zayıf bir adamdı ve kesinlikle Hemera’nın ulumasına neden olacak karizmaya sahipti. Poseidon’un rastalı saçlarının arasında mavi tutamlar da vardı ama bakıldığında siyah saçlıydı, burnundaki halkayla iri bir boğaya benziyordu çünkü vücudu oldukça gelişmiş, büyüktü. Muhtemelen Hemera onun için de ulurdu. Eros ise bas gitarını çalarak Murat’ın şarkısına arkadan verdiği minik seslerle katılan sarışın adamdı. Buz mavisi gözleri, ölü kadar beyaz teni, saçları gibi sapsarı olan kirpikleri ve kaşlarıyla erkek bir periye benziyordu. Hemera, Eros’un okunun ona saplandığını iddia ederek Eros’u kesinlikle dava ederdi.
“Grubu var demek,” dediğim anda kız gülümsedi ve “Evet,” dedi. “Bloody Sense, yaklaşık bir yıldır bir aradalar. Çok hızlı büyüdüler.”
“Bloody Sense,” diye mırıldandım. “Demek Kanlı His. Güzel isimmiş.”
“Değil mi ama?” Kız gülümseyerek yeniden onlara baktı. “Hissettirdikleri her şeyin farkında olsalar gerek.”
“En çok hangisini seviyorsun?”
“Plüton ve Ares,” dedi kız. “Ares’i de nadir olarak şarkı söylerken gördüğüm oldu, genelde baterisiyle mutlu gibi dursa da güzel bir ses var.”
Müziği gecenin içinde ilerledi ve insanları etkilemeyi sürdürdü. Saniyeler birbirinin üzerine düşüp dakikaları, dakikalar birbirinin üzerine yığılarak saatleri doğurdu ve tüm ışıklar söndüğünde, artık başka bir Araf ile karşı karşıya olduğumun farkındaydım. Müzik, karanlığın içinde savrulmayı kestiğinde, o sağır edici sessizlik insanların seslerine gebe kaldı.
Bir el beni belimden kavradığında dokunuş yabancı hissettirmediğinden duraksadım. Kıyafetin kumaşına rağmen dokunuşun enerjisi çok netti, şehrin bir yerlerini yeniden karanlığa boyayan dokunuşun sahibi kimdi, biliyordum. Baslardan yükselen cızırtılı sesin nedeni de bu dokunuş olsa gerekti. Dokunuşun sahibi beni yürüttü, adımlarım onun dokunuşuna uyum sağladı ve bir koridora çekildiğimi fark ettim. Karanlık her yeri daha da sardı ve insanların sesleri bıçak gibi kesildi.
Şimdi sadece onun nefes seslerini duyuyordum.
Her yer hâlâ karanlıkken, bir fırtına gibi düşüncelerime sokulan sesi bana, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu, uzun zaman sonra sesinin ilk kez bu kadar ciddi duyulduğunu fark ettim. Bakışlarım karanlığa alıştığında koridorun diğer ucuna bakıyordum, hiçbir şeyi göremesem de koridorun öteki ucuna baktığımı hissedebiliyordum.
“Sesinin güzel olduğunu,” dedim, sonra bu cevabın tam bir aptala ait olduğunu düşünerek kaşlarımı çattım. Daha farklı bir cevap beklediği kesindi, benimse kelimelerim sırra kadem basmış gibiydi.
Burnundan sert bir nefes vererek gülünce sıcak nefesi yanağıma döküldü ve ne kadar yakınımda durduğunu net şekilde anlamamı sağladı. Yakınlığı çölde büyüyen bir yangın gibiydi, rüzgar yangının ateşini her yana savuruyordu ve sıcaktan kaynayan kumlar bile alev alarak üzerime uçuşuyordu. Parmaklarını belime biraz daha bastırıp beni bir adım daha yürüttü, bir ses duydum ve akabinde açılan bir kapıdan sızan hafif ışık koridoru az da olsa aydınlatarak onu görmemi sağladı.
Siyah saçları ince ama kaslı fiziğinin üzerini karanlık bir gölge gibi örtüyordu, saç dipleri ve alnı terliydi, yeşil gözlerinde kuzey ışıklarının yıldızlar gibi oynaştığını gördüğümde duraksadım. Mistik bir görüntü tam göz çukurlarının içinde, gökyüzüne yayılmış gibi harelerine yayılmış bana sunuluyordu. O an nabzının vuruşunu duydum, göğsünün ortasından akan teri gördüm, dudaklarının hafifçe aralandığını hissettim ve derisinin altında ilerleyen kanı hayal edebildim.
“Çok farklı görünüyorsun,” dediğimde, kuzey ışıklarını yayan gözleri önce dudaklarıma, ardından gözlerime dokundu.
“İyi anlamda mı, kötü anlamda mı?”
“İyi anlamda,” dediğimde kaşlarını kaldırdı.
“Önceki halimi beğenmiyordun, şimdiki halimi beğeniyor musun yani?”
Kaşlarımı çatıp, “Öyle söylemedim,” dedim sertçe.
“İçeri gel,” diyerek belimi avucunun içinde sıkarak beni öne doğru çekti ve ışığın sızdığı odaya girmemizle beraber parmakları tenimden ayrıldı. Dokunuşu benden kopmadan öncesine kadar kaç sokağı karanlığa boyadığımızı merak ettim.
İçerisi tıpkı ilk girdiğimiz yer gibi bir kulisti ama bu kulis, daha büyüktü. Sol tarafımda kalan duvarın tamamını içki şişelerinin doldurduğu şık bir raf kaplıyordu. Rafın içinde yanan ışık içki şişelerinin daha güzel görünmesini sağlarken, sağ tarafımda kalan duvarda da çok sayıda plak ve kaset standı vardı. Yukarıdan aşağı hâlâtlara sarılı ampuller iniyor, az miktarda ışık yayan bu ampuller aydınlatmadan çok, muhtemelen güzel göründükleri için kullanılıyordu.
Araf’ın etrafında ışıkların yandığı makyaj masasının önüne gittiğini gördüm. Sandalyeyi çekti, ters şekilde oturup siyah saçlarını at kuyruğu şeklinde topladı ve kollarını sandalyenin sırt kısmına koyup, yüzünü avucuna yerleştirerek beni izlemeye başladı. Bir an ne diyeceğimi bilemeyip sadece ona baktım.
“Sorularını bekliyorum, Taş Bebek.”
Derin bir nefes alıp ona baktım. Saçları uzunken yüzü normalden daha ince görünüyor, bakışları daha karanlık bir hal alıyordu. Acaba bunun farkında mıydı? Onu bu kadar dikkatli incelemekten hoşlanmadım, o hoşlanıyor olsa gerekti. Eminim bir çocuk gibi merakla onu inceliyor olmama bayılıyordu.
“İnsanlar gerçek adını bilmiyor,” dediğimde başını salladı. “Seni yolda hiç tanımıyorlar mı?”
“Hayır,” dedi. “Saçlarım kısa olduğu sürece hiçbir dinleyicim beni tanıyamaz. Sadece benzeyen sıradan bir adam olduğumu düşünürler.”
“Bu nasıl oluyor?”
“Bir tür illüzyon ya da büyü diyelim mi?” diye sorduğunda kaşlarım daha da çatıldı ve bu onu güldürdü. “Kaşlarını çatma, pürüzsüz teninde oluşan birkaç çiziğin beni ne kadar kışkırttığını bilemezsin.”
“Bence öylece durmam bile seni kışkırtıyor, Araf,” dediğimde gözleri kısıldı. “Yoksa sana Plüton mu demeliyim?”
“Açıkçası bunu senin dudaklarından duymak tüm hücrelerimi azdırdı.”
Gözlerimi devirip bakışlarımı içki standına çevirdim. “İsminin Plüton olmasının nedeni, Hades’in diğer adının Plüton olmasından mı?” diye sordum ona bakmadan.
“Evet,” dedi ve o an en sevdiğim mitolojik çifti sorduğunda verdiğim cevaba neden güldüğünü anladım.
“Sahnedeki diğer adamlar insan mı?” diye sorarak tekrar bakışlarımı ona çevirmemle, dudaklarında sevimsiz bir düzlük oluştu.
“Karşıma geçip mükemmelliğimden bahsetmek yerine bana diğer adamları sorduğuna inanamıyorum taş kalpli kadın.”
“Sadece merak ettim, amma da dramatiksin.”
“Benden başka erkeği merak ettiğin için dramatikleşmem normal değil mi?”
“Abartma,” diyerek kollarımı göğsümün üstünde topladım. “Onlar insan mı?”
“Bu soru bana pek de kibar gelmedi,” diyen yabancı ses olduğum yerde irkilmeme neden oldu. Birinin geldiğini anında sezebilecek kadar dikkatli biri olmama rağmen, sesin sahibinin burada olduğunu ya da geldiğini bile sezememiştim. Gözlerimi sesin geldiği yöne çevirmemle, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kırmızı saçlı olan Ares, sırtını duvara yaslamış, kollarını göğsünün üzerinde bağlamış bana bakıyordu, hemen önünde dikilen saçlarının arasında beyaz renklerin de olduğu iri olandı, kapı pervazına yaslanansa sarışındı. Saçının arasındaki renkler mavi değil miydi? Öyle mi sanmıştım? Konuşanın hangisi olduğunu anlamaya çalıştığımda iri olan, Poseidon dudaklarına iri bedeninin aksine sıcak bir tebessüm kondurdu. “O devasa ses elbette benden çıktı.”
Düşüncelerinin sesini duyamıyordum. Hafızaları sessizdi.
Üçü de insan değildi.
“Evet,” dedi Poseidon, birden yüzündeki sıcak gülümseme yerini buzdan bir ifadesizliğe bıraktı. “Tam da düşündüğün gibi, insan değiliz.”
“Erebos Kapanlarınızın aktif olmasından belli oluyor,” dediğimde tek kaşını kaldırdı.
“Hafıza okuyan mısın?”
Buna cevap vermek yerine bakışlarımı duvara yaslı durup, sakin gözlerle beni izleyen Ares’e çevirdim. Sadece gözlerini kırpıp açıyor ve nefes alıyordu, bunun dışında bakışları ne yargılayıcı ne de sempatikti, daha çok umursamazdı. Sanki karşısındaki insanlar bir şey ifade etmiyormuş, baktığı her yerde boşluğu görüyormuş gibi bir hali vardı.
“Soruma cevap alamayacak mıyım?” Poseidon’un gergin sorusu üzerine kaşlarımı kaldırıp koca cüssenin sahibine boş boş baktım.
“Canımın istemediği hiçbir şeye cevap vermem.”
“Feniks,” dedi birden Araf. “Onunla konuşurken ses tonun tekdüze duyulursa sevinirim.”
Feniks, Poseidon’un gerçek ismi olsa gerekti. Gözlerimi esmer koca bedeninde dolaştırdım. Feniks’in burun delikleri genişledi ve dudaklarına yapay bir tebessüm eklerken, “Aksi halde?” diye sordu.
“Aksi halde pençelerim tırnaklarımın altında sakin durmaz, biliyorsun dostum,” dedi Araf barışçıl bir sesle, dudaklarına sevimli bir tebessüm oturtsa da gözleri tehditkar bakıyor olsa gerekti.
Feniks aniden elini karnına koyup bir kahkaha koyuverince donup kaldım. Kahkahası bittiğinde, “Kocaman olduğum için genelde burnundan buhar çıkaran bir boğaya benzediğimi söylerler,” derken hâlâ gülüyordu. “Açıkçası asi çocuğu oynamayı bu yüzden seviyorum.”
“Yani normalde asi çocuk değil misin?” diye sorduğumda gözleri birden ciddiyetle parladı.
“Aniden alev alabilir, birden buza dönebilirim,” dedi. “Ben Phoenix, genelde Feniks diye yazmayı tercih ediyor bu tarafın insanları.” Elini bana uzatınca büyük, yaralı ellerine baktım. Yüzük parmağından yukarı, bileğinin üst kısmına kadar derin, yarığa benzer pençe izleri vardı. “Senin adın ne?”
“Hera,” diyerek eline baktım. Kaba ve öfkeli miydi yoksa alaycı ve eğlenceli mi henüz bunu kestirebilmiş sayılmazdım. Erebos Kapanı yüzünden esas düşüncelerine de sızamıyordum. Muallakta kalmaktan hoşlanmadığım için gözlerimi gözlerine dikip elimi eline uzatırken gözlerinden bir şeyler çalabilmeyi denedim. Gri gözleri vardı, koyu renk teni gözlerinin rengini daha da belirgin hale getiriyordu. Saçlarının arasındaki beyaz ombrelerin de bazıları gözleri gibi gri, hatta elektrik mavisiydi.
Elimi sıkarken, “Memnun oldum, Hera,” dedi, sesi mesafeli ve alaycıydı. “Arkamdaki kırmızı kafalı sen ona ismini sorsan da söylemeyecektir, çünkü o biraz… Sessiz. Sarışınsa tanışmayı çok sever, sakin görüntüsünün aksine. Değil mi Ryan?”
“Bırak da kendilerini kendileri tanıtsın,” dedi Araf burnundan sert bir nefes vererek. “Onların sözcüsü değilsin.”
Feniks ellerini havaya kaldırıp dudaklarında sevimsiz bir gülümsemeyle Araf’a baktı. “Bugün, her zaman olduğundan daha çekilmezsin,” dedi.
“Aynı düşünceleri paylaşıyoruz.”
“Ben Ryan,” diyerek aniden Feniks’in önüne atlayan kişi Eros’tu. Sarı, uzun kirpiklerinin arasından uzanan ruhsuz bakışlarının aksine ince, pembe dudaklarında sevimli bir tebessüm büyümüştü. “Memnun oldum, Hera,” dedi.
“Memnun oldum, Ryan.”
“Bana memnun oldum dememiştin,” diye burun kıvırdı Feniks.
“Çok memnun olmamışım demek ki,” dediğimde gözlerini devirdi.
“Güzel bir kadın için, çok acı sözler bunlar.”
Gözlerimi kızıl saçlı olana çevirdim. “Ares,” dediğimde gözlerini indirdiği yerden kaldırıp yeniden bana boş bir bakış attı. “Senin gerçek adın ne?”
Birkaç saniyeyi sadece gözlerimin içine dik dik bakarak geçirdi, Feniks ve Ryan eğlendiklerini belli eder gibi gülerek yan gözle ona bakıyorlardı. Ares, başını omzuna yatırıp kollarını bedenine daha sıkı sararken, “Mi-reu,” dedi.
“Mi-reu,” dediğimde gözlerini kapatıp açarak beni onayladı.
Dikkat ettiğim ilk şey, sahnede kızıl olan gözleri şu an yeşildi. Bu da bir çeşit onun kimliğini saklayan illüzyon muydu? Bunu ona sormadım, çünkü pek dost canlısı durmuyordu ve konuşmaktan hoşlanmadığı da belliydi.
Gözlerimi Araf’a çevirip, “Onlar da senin gibi illüzyon kullanıyor mu?” diye sorduğumda Araf başını salladı.
“Mi-reu’nun sahnede gözleri kızıl, kızlar kızıl gözlerine bayılıyor. Ama aslında insan bedenindeyken gözleri yeşil. Feniks’in saçlarının arasındaki mavi teller de normalde şimdi gördüğün gibi aslında beyazlar, insanlar onları mavi sanıyor ve bu da bir illüzyon. Ryan ise dudağındaki piercingi kullanıyor. O piercing illüzyonu, o olmadığında onu tanıyamazlar.”
“Yüzleriniz tamamen aynıyken insanların sizi tanıyamaması enteresanmış.”
“Sırtından metrelerce kanat çıkaranların olduğu bu dünyada, garip olan illüzyonların bizi gizliyor oluşu mu?” Soru Mi-reu’dan gelmişti. Konuşkan olmamasına rağmen uzunca sorduğu soru şaşkınlıkla ona bakmama neden oldu. Boynunu çıtlatıp bedenini öne iterek duvardan ayırdı ve kapıdan çıkmadan önce omzunun üstünden bana baktı. “Senin de sırtından metrelerce kanat çıkıyor.”
“Bunu nereden biliyorsun?” diye sordum ama cevap bile vermedi, doğrudan kapıdan çıkıp karanlık koridorda kayboldu.
“Mi-reu bir ejderha ruhu taşıyor,” dedi Ryan, bunu tak diye söylemesi Feniks’in ona tip tip bakmasına neden oldu. Ryan, omuz silkti ve tekrar bana baktı. “Bence bunu bilmesinde bir sorun yok. Ejderha ruhlarına ender rastlanır, en büyük özellikleri de doğaüstülerin güçlerini görebilmektir. Sana baktığında fiziksel olarak geçirdiğin değişimleri görebiliyor. Kanatlarını görmüş olmalı. Sahiden kanatların mı var?”
Ryan’ın bir çocuk kadar şen olmasını beklemediğimden ona tuhaf tuhaf bakıp, “Sanırım var,” dedim. “Çok sık çıkıyor değiller.”
Feniks cevabıma garip bir ses çıkararak güldü ama sonra yine o öldürücü bakışlar yüzünün ortasını renklendirdi.
“Komik olan ne?”
“Hiç,” dedi Feniks ciddiyetle.
Ryan, “Artık gidelim mi?” diye sorunca, Feniks bakışlarını ona çevirdi.
“Ne o, sütünü içip uyuman mı gerekiyor?”
“Ha-ha,” diye yapmacık bir şekilde güldü Ryan, ardından gözlerini devirip bakışlarını bana çevirdi. “Seni tanımak güzeldi, Hera. Umarım yeniden görüşme şansımız olur.”
“Umarım,” dediğim anda Eros, yani Ryan iki adımda dibimde bitti ve ben daha ne olduğunu anlamadan, “Bir Mar’ım,” dedi. “Kafanın içinde beni bir türe oturtmaya çalıştığına eminim. Ben bir Mar’ım.”
“Yani sarı yılan,” dedi Araf arkadan sıkılmış bir sesle.
Ryan, sinsi bir gülümseme sergiledi ve göz bebeklerinin ince bir elips şeklini aldığını görünce bir adım geri gittim. Bir göz kırpışının ardından göz bebekleri eski formuna döndü ve bana göz kırparak, “Seni tanımak şerefti,” deyip benden uzaklaştı.
Ryan da odadan çıktığında, Feniks tam karşımda duruyordu. Kendini tanıtıp tanıtmayacağını merak ettiğim için tek kaşımı kaldırdım. Dudaklarına alaycı, soğuk bir tebessüm yerleşirken, “Biraz daha merak et,” dedi ve arkasını dönüp kulisten çıktı.
Gözlerimi devirip, “Uyuz mu bu adam?” diye sorarak Araf’a doğru döndüm. Yüzünde rahatsız bir ifadeyle beni izliyordu. Tek kaşımı kaldırdığımda omuz silkti.
“Gözümün önünde grup üyeleriyle flörtleştiğin için gözlerimi oymak istiyorum şu an, yaklaşık iki saat boyunca küsüz, bilgin olsun.”
“Kimseyle flört etmedim.”
“Kalbimi daha fazla kırma, flört kelimesini dudaklarından duymak bile beni paramparça etti,” dedi sahte bir hüzünle bana bakarak.
“Feniks’in türü ne?”
“İnanamıyorum, kalbimi daha ne kadar parçalayacaksın?” diye sorunca burnumdan sert bir nefes vererek gülüp başımı iki yana salladım.
“Tam inanılmaz karizmatik olduğun kanısına varıyorum, sonra birden konuşmaya başlıyorsun…”
Araf’ın dudaklarında kalbimi hızlandıran, tuhaf ve derin bir tebessüm oluştu. O tebessümü takip eden bakışları ise alaydan uzak ama tehditkar ve işgüzar görünüyordu. Gözlerini indirip bacaklarımdan başlayarak yukarı doğru tırmandırmaya başladığında farkında olmadan nefesimin hızlandığını hissettim. Yüzüne düşmüş uzun saç teli nefesinin rüzgarıyla havaya kalkıp inerken beni öyle dikkatli süzdü ki bir an bunu yaptığı için ona çemkirmek istedim.
“Bence sen kafanın içinde yarattığın Araf’ın ilerlediği raydan çıkmasından, farklı birine dönüşmesinden, kafanın içinde başka anlamlara dönüşmesinden korkuyorsun,” dedi, açıkça kurduğu cümlenin anlamları altında ezildiğimi hissettim. Görüyor, saklamıyor, doğrudan söylüyordu. Bazen bu kadar açık sözlü olup tüm kartlarını ortaya koyarak açıkça oynadığı için ona öfkeleniyordum.
“Bu gece farklı bir Araf ile tanıştırdın beni,” dedim saklama gereği duymadan. “Seninle ilgili bilmediğim şeyleri yavaşça öğreniyorum, bakalım düşüncelerimi ne kadar değiştireceksin?”
“Bence düşüncelerin değişmeye başlayalı epey oluyor, Hera.”
Buna bir cevap vermedim, bunun yerine ona doğru bir adım attım ve “Gerçekten yirmi yedi yaşında mısın?” diye sordum.
Gözlerini gözlerime sabitli tutarken, “Evet,” dedi.
“Öyle mi?”
Dudakları hafif bir kavisle yukarı kıvrıldı. “Sormak istediğini açıkça sor.”
“Bence yirmi yedi yaşında değilsin.”
“Kimliğimi gördün.”
“Kimliklerle oynanabilir.”
“Hımm,” diye mırıldandı harfleri uzatarak. “Oynanabilir mi?”
“Evet. Gerçek yaşını merak ediyorum.”
“Yirmi yedi.”
“Değil,” dediğimde güldü.
“Hayır, yirmi yedi.”
“Neden öyle hissetmiyorum?” Ona doğru yürüdüm, tam önünde durup kafamı eğerek gözlerinin içine baktım. “Doğruyu mu söylüyorsun, Araf?”
“Kısmen.”
“Kısmen bir cevap değil.”
“Kısmen yirmi yedi, teknik olarak yüz sekiz yaşındayım.”
Bir an yüzümdeki ifade dondu ve ona bakakaldım.
“Affedersin?”
Dudakları usulca yukarı kıvrıldı. Gözlerini yüzümde dolaştırırken, “Bir Kar Leoparı erkeği on sekiz yaşına girdiğinde yaş döngüsü durgunluk dönemine girer,” dedi. “On sekizinci yaşından sonra yalnızca on yılda bir yaş alır. Yani teknik olarak yüz sekiz yıldır bu hayattayım ama yirmi yedi yaşındayım.”
“Yani yirmi sekiz yaşına on yıl sonra mı gireceksin?”
“Teknik olarak hemen hemen dokuz yıl sonra,” dedi.
“Kanbazlar kadar yaşlısın,” dediğimde dudaklarını büzdü.
“Onların ruhu da yaşlanıyor fakat benim yaşım yirmi yedi, Hera. Sadece zaman benim bedenim için farklı işliyor.”
“Yüz sekiz yaşında olduğunu söyledin.”
“Yüz sekiz yıldır dünya toprakları üzerindeyim. Yüz sekiz yıl, bir insan için uzun bir zaman olabilir ama doğaüstüler için öyle değildir. Zaman çoğumuz için farklı işleyebilir. Benim bedenim ve ruhum yirmi yedi yaşında, zamanın farklı bir aksında ilerliyorum.”
“Ablan?” dediğimde omuz silkti.
“Farah mı? O da teknik olarak yüz yetmiş yıldır hayatta olsa gerek.”
“Teknik olarak demeyi keser misin?” Derin bir nefes aldım. “Kanbazlardan daha fazla mı yaşıyorsunuz?”
“Hayır, biz ölümsüz değiliz. Kanbazlar döngülerini tamamladıklarında bile ölmezler. Belli bir döngüden sonra durağanlığa geçerler ve öyle kalırlar.”
“Yani ben otuzlarıma dayandığımda sen yirmi sekizine yeni mi girmiş olacaksın?” dediğimde burnundan sert bir nefes vererek güldü.
“Tek sorunun benden daha yaşlı görünecek olmak mı?”
“Bu oldukça sinir bozucu.”
“Karga Sarmaşığın yirmi bir yaşında aktif hale geldiğine göre, yirmi bir yaş senin döngün olabilir,” dedi Araf aniden oturduğu yerden kalkarak. Birden ayaklanması, aramızdaki mesafenin sıfıra inmesine neden oldu. Kafamı kaldırıp önümde uzayan bedenin sahibine baktım ve uzun saçları yüzüme döküldü. Nefesimle saçlarını ittiğimde yeşil gözleri tüm dikkatini bana saplamış durumdaydı. “Kim bilir Hera, belki de döngün benden bile farklıdır, belki de sen de zamanın esir aldığı türlerden birine aitsindir, belki zaman senin için de yavaşlamıştır ama aksi bile olsa…” Aniden yüzüme doğru eğilince burnu burnuma sürttü ve kaskatı kesildim. “Sen yaşlı bir kadına bile dönüşsen, ben bu görüntünün içinde hapis kalsam ama sen zamanı en doğru şekilde yaşasan, yine benim taş bebeğim olurdun. Benim için, benim taş bebeğim.”
Kontrolsüz bir şekilde içimde ilerleyen hisleri durduramayacağımın farkına varmıştım. O bana sokuluyordu ve fırtına hızla büyüyerek şehrimi yıkıp yok etmeye geliyordu. Bu hissettiğim yoğun şeyi kabullenmek çok güçtü ama artık yok sayamayacağım kadar güçlenmişti. Burnunu burnuma sürterek geri çekildiğinde ona bakmaya devam ettim. Geri çekilmeseydi, geri çekilmeyeceğimi fark etmiştim.
Yavaşça makyaj aynasına doğru döndü, aynanın önündeki kutuyu açtı ve gümüş rengi bir makas çıkarıp omzunun üstünden bana baktı. “Bir şey rica edebilir miyim, Hera?”
“Evet.”
“Bu gece burada seninle Araf olarak eğlenebilmem için bu saçlardan kurtulmam gerek, aksi halde Plüton olarak anılmaya devam edeceğim,” diyerek bana doğru döndü ve elindeki makası bana uzatırken göz temasımızı sonlandırmadı. “Saçlarımı kesebilir misin?”
Makası elinden alıp, “Bu gece bana birçok şey gösterdin, karşılık olarak saçlarını elbette keserim,” dedim.
“Tüh,” derken dudaklarını büzmüştü. “Hemen kabul edeceğini bilsem bir öpücük isterdim.”
Gümüş renkli makasla siyah saçlarını kısaltmaya başlamadan hemen önce, “Yanlış anlarda, yanlış şeyler istiyorsun,” dedim. Ne demek istediğimi anladı mı bilmiyordum ama hareketsiz kaldı. Saçlarını kesmemi istemek yerine benden bir öpücük isteseydi ona bunu verecek miydim? İçimden bir ses, bunu yapabileceğimi söylüyordu.
Saçlarını parmaklarımın arasına alarak özenle kısaltırken uslu, küçük bir çocuk gibi işimi bitirmemi bekledi. Her ne kadar usluca beklese de sinsi bakan davetkar gözleri, makas parmaklarımın arasında olduğu süre zarfınca beni izlemeye devam etti.
Bakışları huzursuz ediyordu ve bence bunun farkındaydı. Beni bakışlarıyla köşeye sıkıştırmaktan hoşlanıyordu. Açıkçası ben de bundan hoşlanmıyor değildim. Daha farklı bir ortamda tanışmış olsaydık, her şeyin farklı ilerleyebileceğini düşünmeden edemiyordum.
“Çok düşünüyorsun,” dediğinde Erebos Kapanımdan dışarı sızmayan düşüncelerimi duyamadığı için şanslıydım. Gözlerim gözlerine dokununca, camgöbeği rengindeki gözlerindeki o rahatsız edici dikkat yüzünden gerildim. Sanki Erebos Kapanına rağmen düşüncelerimi duyabiliyor, zihnimde dolaşabiliyordu. Araf nereden bakarsan bak, masum görünse de oldukça tehlikeliydi.
“Düşüncelerimi göremiyorsan çok düşündüğümü nereden biliyorsun?”
“Düşüncelerini göremediğimi söylediğimi hatırlamıyorum, Taş Bebek.”
“Düşüncelerimi görüyor musun?” diye sordum ikilemde kalmış bir şekilde.
Saçları aramızdan düşerek kucağına yığılırken ciddi bakışları usulca buzlarını çözerek yerini alaycı, aynı zamanda şeytani olan bir ifadeye terk etti.
“Merak etme, Erebos Kapanını zorlamıyorum bile.”
“Sanırım düşüncelerimi görüyor olsaydın, bu kadar sakin kalamazdın,” dememle beraber, yüzüne oturan ifadenin değiştiğini gördüm.
Birden oturduğu yerden kalkarak burnumun dibinde bitti. Kafasını eğdiği için hemen hemen aynı boyda sayılırdık. Burnunu burnumun sınırlarına yaklaştırıp, burnunun ucunu burnumun ucuna değdirdiğinde bedenimden bir elektrik akımının geçip gittiğini hissettim.
“Mayınlı bölgede zıplayarak gezecek kadar cesursun, yoksa bu cesaretin nedeni sen istemediğin sürece mayınların bile patlamayacak olmasını bilmenden mi?” Araf’ın sorusu aramızda asılı kalmadan hemen önce dudaklarından dökülen kelimeleri taşıyan sıcak nefesi dudaklarıma yayılmıştı.
“Bence bu gecelik tanışma faslı yeter,” dedim bir adım geri çekilerek. Geri çekilmem onda herhangi bir etkiye yol açmadı. Sadece gözlerimin içine baktı, bir süre beni izledi ve başını sallamakla yetindi.
“Sen nasıl istersen, hayatımın aşkı.”
Sırtımı dönüp odadan çıkmak için yürümeye başlamadan hemen öncesinde, “Bana hayatımın aşkı, hayatımın kadını demekten ne zaman vazgeçeceksin?” diye sordum.
“Bunlardan hoşlanmadıysan sana yeni seçenekler de sunabilirim. Mesela taptığım kadın, ömrümün bundan sonraki kısmı, damarlarımda dolaşan kan, muhtaç olduğum nefes, soluk alıp verişim?” Arkamda şakıyarak yürürken söylediklerinin beni gülümsetmemesi imkânsızdı. “Sevgilim de demek isterim ama bunun için henüz bir teklifte bulunmadım. Hoş, çıkma teklifini iki binli yılların başlarında yapıyorduk, değil mi? Sanırım çıkma teklifi 2009 yılından sonra literatürden kalktı.”
“Gevezelik etmeyi kes de gidelim.”
“Seninle ölüme bile geleceğimi biliyorsun.”
Bu söylediğine bir cevap vermedim. Araf söylediklerinde haklı olmalıydı çünkü bir saat önce onun için ölüp biten insanlar, şimdi onların yanından geçip gidişini izlerken Araf’a gerçekten tanımıyor gibi bakıyorlardı. Mekânın kapısına çıktığımız anda sert rüzgâr saçlarımın arasından kayıp geçti ve sol omzuma yığılan saçlarımı sırtıma doğru atarken gözlerimi Araf’a çevirdim. Dudaklarının arasına bir sigara dengeledi, paketini iç cebine koydu. Deri ceketinin içinde çıplak duran göğsüne baktım. Kestiğim saçların birkaç teli hâlâ çıplak göğsünde asılı duruyordu.
Ona yaklaşıp göğsündeki saç tellerini parmaklarımı tenine sürterek aşağı silkerken dudaklarının arasında duran bir sigarayla gözlerini indirip öylece bana bakmaya başladı. Gözlerimi kaldırdığımda, kısık bakan manalı gözlerinde yakalandığım bakışlar tenimin altında bir uğultu hissetmeme neden oldu. Parmaklarım onun çıplak göğsünde asılı kaldı. Bir elimi yavaşça göğsünden uzaklaştırdım, diğeriyle ona dokunmaya devam ediyordum. Dokunuşumun altında kablonun içinde dolaşan bir elektrik gibi derisinin altında dolaşan kanı hissedebiliyordum.
Boştaki elimi deri ceketinin cebine soktum, gözlerimi gözlerinden ayırmadan cebindeki çakmağı çıkardım ve dudaklarının arasında duran sigarayı çakmakla tutuştururken onun gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
Aramızda geceyi var eden karanlık gibi büyüyerek her yana yayılan, her şeyi altına alıp kaplayan o şeyi fark etmememin imkanı yoktu.
“Elini cebime öylece sokarsan, sadece kalbimin atışları hızlanmaz, tüm uzuvlarımın atışları hızlanır Hera,” dedi ciddi bir sesle.
Çakmağın taşından parmağımı çektiğimde ateş söndü ama aramızda yanan ateş sönmedi.
“Eminim uzuvların benim yanımda olduğun her an nabız gibi atıyordur,” dedim. Dudaklarıma yerleştirdiğim şeytani gülümsemeden zevk aldığını gözlerine yayılan o muzip ama derin bakışlardan anlamak mümkündü.
Bir adım geri çekilip teninde asılı duran elimi geri çektim ve daha sonra çakmağı tutan elimi bu kez kotunun cebine soktum. Bu beklenmedik hareketim, yüzündeki kanın çekilmesine, göz bebeklerinin bir kedininki gibi incelmesine neden oldu. Elips şeklini alan göz bebeklerine bakarken benim de kalp atışlarım hızlanmıştı.
“Üstelik elimi bu cebine sokmamıştım az önce,” diye fısıldadım ve çakmağı cebinin içine bıraktım. Dar cebinden elimi çıkarırken, parmaklarımın etrafındaki gerilen o sertliği hissetmeme ihtimalim yoktu; o da bunu hissettiğimi biliyordu.
“Ama şimdi soktun,” dedi, sesindeki yoğunluk damarlarımın sızlamasına neden oldu. Elimi cebinden çıkarıp gözlerinin içine dikkatle bakmaya devam ettim. Birden kafasını öne doğru eğince alnı alnıma yaslandı. “Sokmaktan hoşlandığını bilmiyordum Heracığım.”
Alnımı alnından çekmeden, “Tüh,” diye mırıldandım. “Sokmaktan hoşlandığım için hayal kırıklığına mı uğradın?”
“Seninle her türlü, her şekilde, her şeye,” dedi sadece dudaklarında muzip bir gülümsemeyle.
“Bu yanlış anlamalara oldukça müsait bir cümle oldu.”
“Ne anlamak istiyorsan onu anla, anladığın her şey benim için bir emirdir ve kabul ediyormuşum gibi düşün.”
Alnımı yavaşça alnına vurmam onu gülümsetti. Geri çekilip, “Çok aptalsın,” diye söylendim ama buna cevap vermek yerine gözlerimin içine bakmakla yetindi.
“Şimdi nereye gideceğiz?” diyerek konuyu değiştirmek için bakışlarımı karanlık sokağa çevirdim. Sokağın sonunda eski bir bar vardı, barın kapısından elinde bira şişeleriyle çıkan gençleri görünce boğazımdaki kurulukla yutkundum. “Bira içelim mi?”
“Sen ısmarlayacaksan olur.”
“Demek bana karşı da cimrisin.”
“Şöyle düşün, herkese cimriyim ama sana duygularım konusunda hiç cimrilik etmedim. Oysa kadınlar beni duygusal cimriliklerimle tanır.”
“Diğer kadınların seni nasıl tanıdığıyla ilgilenmiyorum.” Sırtımı ona dönüp bara uzanan kaldırımda yürümeye başladım. Neredeyse onu kıskandığımı düşünecektim. Neredeyse. Oysa zerre umurumda değildi. Benim de hayatımda birçok erkek olmuştu. Öylesine erkekler. Ve hiçbirini kıskanmamıştım. Tıpkı Araf Murat’ı da kıskanmadığım gibi. Hızlı adımlarla kaldırımda yürürken arkamdan geldiğini biliyordum. Üşümüyor muydu? Doğru, benim gibi o da soğuğu hissetmiyor olmalıydı. Derisinin altında dolaşan doğaüstü kanı onu bir çelikten daha sağlam biri yapıyordu. Dönüp o çeliğe sağlam bir yumruk geçirmek istediğimi fark ettiğimde adımlarım yavaşladı ve çatık kaşlarla ona doğru döndüm.
“Daha önce hiçbir kadına karşı duygusal bir şeyler beslemediğini mi kastettin yoksa duygusal şeyler hissettin ama sadece duygusal şeyler vermek konusunda mı ciddiydin?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak. Ciddiyetle sorduğum sorunun onu bile şaşırttığını fark ettim. Kaşlarını kaldırıp bir süre yüzümü tam bir aptal gibi izledikten sonra bir elini ensesine atarak ensesini ovdu.
“Eğer buna bir cevap verecek olursam senin gözündeki gerçekliğimi yitirebilirim çünkü tüm aşk hikâyelerinde öyle olur. Erkek, esas kadınını bulana dek hiçbir kadını sevmez, ona şefkat veya tutku beslemez. Gözünde gerçek biri olarak kalmak istiyorum ama yalan söylemek de istemiyorum. Birileri oldu, senin de hayatında olduğu gibi ama duygularım konusunda her zaman cimriydim. Şaka yapmıyorum Hera, benim hayatımda aşk kapıyı sadece bir defa çalabilir.”
“Yani daha önce kapını aşk çalmadı?”
“Bu sorunun cevabını verdiğimi düşünüyorum.”
“Yeterince açık değildi Araf.”
“Pekala o halde yeterince açık olmasını sağlamak adına şunu diyorum, evet, daha önce kapımı aşk çalmadı. Aşk kapımı çalmış olsaydı hâlâ onun peşinde sürükleniyor olurdum.”
“Yani benimle ilgilenmezdin,” dediğimde yüzümün yarısına sokak ışığı vuruyor, diğer yarısı karanlığın kollarında kayboluyordu.
“Elbette ilgilenmezdim,” deyince ona karşı sempati beslediğimi fark ettim. İyi ve dürüst bir adam, diye düşündüm. Yalan atma ihtimalinin bile olmadığını biliyordum çünkü ona baktığımda, o camgöbeği gözlerde yalnızca gerçekleri görüyordum. Dudaklarına muzip bir gülümseme yerleşti. “Seninle ilgilenmeme gerek kalmazdı, çünkü zaten hayatımda olurdun, değil mi?”
“Alay etmesen ölür müsün?” diye sorarak önüme döndüm. “Sana ciddi bir soru soran da kabahat.”
“Belki de ucunda ölümün olduğunu bilsem hiç alay etmezdim,” dedi, cümlesi içimden bir ok gibi geçtiğinde, bunun bana neden böyle hissettirdiğini o an için anlaması güçtü. Omzumun üstünden ona doğru baktım.
“Bu cümle, senin gibi bir adam için oldukça karamsar bir cümleydi.”
“Benim gibi bir adam.” Tam yanımda bitti. Artık yan yana yürüyorduk. Kollarımız birbirine temas ederken tekrar omzumun üstünden ona baktım. Adımlarımız yavaştı, uzun ve görkemli bedenine gecenin karanlığı sinmişti. Gözlerini tıpkı benim gibi omzunun üzerinden bana çevirdiğinde, gözlerinin kuzey ışıkları gibi parıldadığını gördüm. Bu büyü, onun atalarından ona miras kalmıştı. “Ben senin gözünde nasıl bir adamım Hera?”
Hiç düşünmeden, “Beklenmedik,” döküldü dudaklarımdan. Bu cevabı beklemediği her halinden okunuyordu. Gözlerini yüzüme iğne gibi batırarak daha fazla cevap beklediğini bana bakışlarıyla hissettirdi. “Şu ana dek birbirine benzeyen bir sürü adam tanıdım. Bazılarıyla sadece bir içki içtim, bazılarıyla yemeğe çıktım, bazılarıyla hiç konuşmadım, bazılarıyla sadece seviştim,” dedim dürüstçe. “Ama hepsinin ortak noktası, birbirinin aynısı olmasıydı. Sen radarıma girene dek, her erkeği ortak noktada buluşturan bazı özellikleri olduğunu düşünüyordum. Ama seni bir süredir izliyorum ve sen o özelliklerden hiçbirine sahip değilsin. Hem çok gerçeksin hem de sinir bozucu şekilde kurgulanmış gibisin. Mesela bir erkek bir kadının zevzeklikten hoşlanmadığını fark ettiği anda farklı bir yol denemeye başlar, sen öyle değilsin. Zevzeksin.” Bu onu sesli bir şekilde güldürünce ben de gülümsedim. “Ne? Öylesin. Bundan hazzetmediğimi fark ettiğinde bile bunu değiştirmedin. Eminim benim zevzeklerden hoşlanmadığımı biliyorsun ama bu umurunda değil. Seni sen olarak görmemi istediğini yeni anlıyorum. Sen karşımda duruyorsun ve ben buyum diyorsun, değişmeyeceğim, değiştirilemem, senin hoşlanmadığın bir şeyim ama kendimim diyorsun. Beni kandırmaya çalışmıyorsun.” Çok uzun konuştuğumu fark edince gözlerimi ondan çekerek ilerideki barın turuncu ışıklarına çevirdim. Barın büyük cam duvarlarının arkasındaki insan yığınını izlerken sessizdim. O da bu sessizliğe ayak uydurdu, tek kelime etmeden yanımda yürüdü ve onunla ilgili düşüncelerime bir yorumda bulunmadı.
Tam barın önüne geldiğimizde, barın verandasına uzanan ahşap basamaklardan birini çıkıp, elini ceplerine sokarak bana doğru döndü. Aramızdaki boy farkının artması, kafamı kaldırıp ona bakmak zorunda kalmama neden oldu. Birilerine karşı bu kadar açık sözlü olmaya alışkın olmadığımdan bedenimde, ruhumda bir baskı hissetsem de onun gözlerinin içine rahatlıkla bakabildiğimi fark ettim.
“Vazgeçtim,” dedi birden. “Biraları ben ısmarlayacağım. Sana karşı sadece duygusal değil, her açıdan bonkörmüşüm, bak bunu da bu gece öğrendim.” Ellerini ceplerinden çıkarmadan öne doğru eğildi ve belirgin kokusu ciğerlerimin içine beni oymak isteyen bıçaklar gibi girerek içimi karışladı. Yüzü yüzüme son derece yakınken konuştu. “Analiz yeteneğin mükemmel Hera ama hâlâ göremediğin çok şey var. Bana daha dikkatli bak.”
Gözlerimi gözlerinden çekmeden, “Daha neyi görmemi istiyorsun?” diye sordum.
“Beni çıplak görmeni istiyorum.” O ciddi bakışları birden dağıldı ve dudakları yukarı kıvrıldı. “Senin için hazırken.”
Yüzümü buruştursam da hayalime yerleşen birkaç ahlaksız görüntünün önüne geçemedim. “Ciddiyetsiz.”
Nefesini yüzüme vererek yavaşça gülerken, “Ciddiyetlilere her gün ciddi oldukları için maaş ödeselerdi, bir düşünürdüm,” dedi.
Bakışlarım yüzünde daha yoğun bir kıvam kazanırken, “Böyle daha iyisin,” dedim.
“Efendim? Birlikte çektiğimiz sevişme kasetlerimizi izlerken patlamış mısır mı yemeliyiz? Yoksa sen patlamış mısır yiyerek kasetlerimizi izlerken ben senin ayaklarına masaj mı yapmalıyım?” Başını geriye atarak güldüğünde, yüzüme yakın duran belirgin âdem elmasına bakakaldım. Gözleri hâlâ gökyüzündeyken ve âdem elması burnumun dibinde duruyorken sertçe yutkunup, “Kasete almazdım,” diye mırıldandı. Her konuştuğunda âdem elması hareket ediyordu. “Her anın bana özel olsun isterdim. Bir kasetin içinde sana dair görüntüler olması beni kıskançlıktan öldürürdü. Hayatım boyunca o kasetleri çok güvenli bir yerde kilit altında tutacak bile olsam, korkudan ölürdüm. Seni benden başkasının görecek olması düşüncesi benim doğaüstü yaşamımı bitirebilecek güçte olurdu.” Boynunu indirmeden gözlerini indirerek bana bir bakış atınca ürperdim. “Böyle konuşmam seni etkiler miydi?”
“Tam bir sünepe olduğunu düşünürdüm.”
“Biliyorum ve böyle düşünmen beni azdırıyor.”
“Aşağılanmaktan mı hoşlanıyorsun?”
“Ayaklarının altında olmak beni inanılmaz rahatlatırdı.”
Gülerek bakışlarımı barın camlarına çevirdim. “Bana bira ısmarlamamak için vakit mi kazanmaya çalışıyorsun? Sinirlenip dönüp gideceğim ve böylece bira ısmarlamak zorunda kalmayacaksın değil mi?”
“Sen hep böyle zeki mi olacaksın ama hayatımın aşkı ya?”
“Seninle aynı ortamdayken, birinin zeki olma rolünü üstlenmesi gerekiyor.”
“Beni böyle hor görmen bir çeşit uyuşturucu gibi, fena halde etkileniyorum haberin olsun. Dominant tavırların bana sökmez, dominant tavırların beni yerimden söker.”
Tekrar güldüm ve bu kez ifadesi ciddileşti.
“Seni güldürebiliyorum, o oyuncak bebeğe benzeyen porselen yüzüne bir gülümseme çizebiliyorum. Kendimi porselen sanatçısı gibi hissettim.”
Duraksayarak kaşlarımı çattım ve tam yanından geçerek basamakları tırmandım. Arkama bakmadan barın kapısını iterken hâlâ orada durduğunu biliyordum. Ucuz bira kokan barın yüksek taburelerine doğru ilerlediğim sırada o da bara girdi. Kalabalık bir arkadaş grubu cam duvarın önündeki uzun masada oturuyordu, tabureler boştu ve barın diğer üç köşesindeki masalar da orta yaş insanlarla doluydu. Karısıyla kavga eden memurların, eşinden ayrılan ya da hiç evlenmeyen emekli münzevilerin uğrak mekânlarından biri olmalıydı burası. Bu genç arkadaş grubu nasıl olmuştu da buraya gelmişti bilmiyordum ama eğleniyor gibi görünüyorlardı. Ahşap tabureyi çekip oturduğum an bankonun arkasındaki beyaz saçlarını inek yalamış gibi geriye tarayan barmen bana doğru döndü. Kırk beş, elli yaşlarında olmasına rağmen kaslı ve dinç görünüyordu. Dişlerinin arasındaki tütünü çiğneyerek, “Ne içeceksin?” diye sorduğu anda Araf da hemen yanımdaki tabureyi çekerek yanıma oturdu.
“Birlikteyiz,” dedi Araf. “İki bira. Fıçıdan istiyoruz.”
“Murat,” dedi yaşlı adam kaşlarını kaldırarak. “Birkaç gecedir uğramıyordun.”
“İşlerim vardı, Anthony,” dedi Araf, gözlerini bana çevirip göz kırptı. “Saçlarımı kestikten sonra mekândan ayrılıp buraya bira içmeye gelirim.”
“Saçlarını kestiğin için Plüton olduğunu bilmiyor tabii,” diye fısıldadığımda sırıttı.
“Sen çözdün bu işi sarı meleğim.”
Anthony iki büyük bira bardağını önüme bırakıp gülümsedi. “Şu dangalak grubu dinlemeye mi gittin yine?”
Burnumdan sert bir nefes vererek güldüğümde, Araf bana cins cins bakıp Anthony’ye doğru döndü. “Çağın dışında kalmış eski grupları dinlediğin için yeni, çağdaş gruplardan anlamaman normal. O çocuklar işlerinde iyi.”
“Kıçım üç sosisli ve iki biradan sonra daha güzel sesler çıkarıyor,” dedi Anthony.
Bu kez kendimi tutamadım ve bir kahkaha bıraktım. Anthony, ona katıldığımı düşünmüş olacak ki kahkahama karşılık yüksek sesle güldü. Araf, bozuk atarak birasını önüne çekerken, “Yaşlı bunak seni,” diye söylendi. “Sen iyi müzikten ne anlarsın ki?”
“Ona yaşlı derken ara sıra kendi yaşını da kendine hatırlat,” diye fısıldadım Araf’ın kulağına. İrkildiğini hissettim.
“Plüton hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum Anthony’ye, Araf huzursuzca bana baktı. Sanırım Anthony, Plüton hakkında pek de iç açıcı şeyler düşünmüyordu.
“O uzun saçlı dangalak hakkında mı? Bir avuç yeni yetme kızı kendine bağlamak için çırılçıplak şarkı söyleyen bir aptal işte. Eminim geceleri mekândan ayrılmadan önce yanında bir kadın götürebilmek için ulaşılmaz tavırlar sergiliyordur. Yoksa ne diye entelektüel takılıp, sosyal medya kullanmasın ki? Gizemliyim havaları doksanlı yıllarda modaydı çocuğum, kötü ve gizemli çocukların modası iki binlerin başında sona erdi. Biri bunu o lanet Plüton’a söylemeli.”
“Plüton şu ana kadar sanatını yatağa dökmedi,” dedi Araf homurdanarak.
“Nereden biliyorsun? Gören de adam seks yaparken ona peçete tutuyorsun sanacak,” dedi Anthony gülerek. “Yoksa sen de çılgın fanlarından biri olmak üzere misin Murat? Yönelimine saygı ve sevgi duyabilirim ama o adamdan etkileniyorsan sana bir daha bira vermem.”
Gülmekten kızaran yüzümü farklı yöne çevirdiğimde Araf’ın bana cins cins baktığını hissedebiliyordum.
“Anthony, Plüton hayatının aşkını senden çalmış gibi davranıyorsun. Yoksa geçen yıl karnavalda tanıştığın Serap Hanım bir Plüton fanı da o yüzden mi bu kadar içerliyorsun?”
“Bana Serap’tan bahsetme, o konu sadece yaşlı kalbimi kırıyor. O kadının hayatımın aşkı olduğunu düşünmüştüm.”
“Bitmek üzere olan hayatının mı?” diye sordu Araf, ona kınayarak baktığımda Anthony ona orta parmak çekiyordu. “Anthony, ellilerinde bulduğun aşkın sana tek faydası on yıl sonra takma dişlerini suyun içine atıp horlamana katlanıyor olabilmesi olacak. Tabii yaşlılık maaşın için seni zehirlemezse…”
Yüz sekiz yaşındaki bir Kar Leoparı’nın kurmaması gereken cümleler bunlar, diye iç geçirdiğimde sanki içimden geçenin bu olduğuna eminmiş gibi bana yan yan baktı.
Anthony önce bana, sonra da Araf’a bakıp, “Sanıyorum sen ellili yaşlarına gelmeden bulmuşsun,” diye takıldığında biradan bir yudum aldım. Yaşlı ve kalbi kırılmış bir adamı terslemeye niyetim yoktu. Anthony bu kez bana baktı. “Bu sap, her zaman tek başına bira içerdi. İlk kez biriyle bira içmeye geliyor. Umarım ona Plüton’dan daha iyi sesi olan birini dinletirsin, çünkü evinde Plüton’un posterleri olduğunu düşünmeye başladım.”
Anthony cevap almayı zaten beklemiyormuş gibi bir şey söylememe kalmadan sırtını bana dönüp bankonun diğer tarafına ilerledi. Biradan bir yudum daha alıp Araf’a döndükten sonra, “Bu bara bir kez olsun Plüton olarak gelmelisin, eminim Anthony kafana bira fıçısını fırlatırdı,” dediğimde yüzünü buruşturdu.
“O dinç görüntüsüne aldanma, sırtında üç tane fıtık var, fıçıyı falan kaldıramaz.”
Bira bardağını dudaklarıma götürürken, “Ondan daha yaşlısın,” dedim.
“Fiziksel ve ruhsal bir yaşlanma değil, bu sadece doğamın belirlediği bir kural,” dedi. “Yoksa yirmi yedi yaşındayım.”
“Seninle ilgili başka bir şey öğrenecek miyim?” diye sorduğumda tek kaşını kaldırdı.
“Her şeyi tek bir buluşmada mı öğreneceksin? Böylece bir daha benimle buluşmayacak mısın?”
“Böyle bir şeyi kastetmemiştim.”
“Öyle gibi geldi.”
“Seninle buluşup durmamı mı istiyorsun?”
“Güzel olmaz mıydı?” diye sordu derinliği mezardan fazla olan gözlerini gözlerime sabitleyerek.
“Sana göre güzel olurdu tabii.”
“Sana göre de güzel olurdu. Yalan söylemeyi hiç beceremiyorsun Hera. Ben dürüstüm ama benim aksime sen, kendine bile dürüst değilsin.”
“Ya da bunu umut ediyorsun. Seninle buluşacak olmamın benim açımdan çok güzel bir şey olmasını istiyorsun, umudun bu yönde.” Başımı omzuma yatırdığımda alt dudağını dişledi. Ona böyle meydan okumamdan bu kadar haz mı duyuyordu? “Haksız mıyım?”
“Her zaman haklısın taş bebeğim.”
Gözlerim gözlerinde tutsak kaldı. Bakışlarımız birbirine kilitlendiğinde, onun da benim de zihnimizde birbirimize dair binlerce düşünce döndüğünü biliyordum. Aklıma kendisini bir zehrin sağlıklı bir bünyeye yavaşla yerleştirildiği gibi yerleştirmişti. Bir zehir gibi, benim sağlıklı aklımın içini kuşatmaya başlamıştı. Hoşuma gitmiyordu, bir noktadan sonra itiliyor ve kaçmak istiyordum ama o noktadan sonrasında olmama rağmen kaçamıyordum.
Bana her nasıl bakıyorsa, barın tavanından sarkan büyük sarı lambaların her biri tek tek cızırdadı, biri söndü, ardından diğeri söndü ve sönen tekrar yandı; bu kafa karıştırıcı sıra tüm lambalar sönene sonra da geri yanana dek sürdü. İnsanların dikkatini anında çeken bu görüntü bir uğultuya neden olsa da kimse bunun sebebinin biz olduğumuzu bilmiyordu. Oynaşan ışıkların altında tek yaptığımız birbirimizin gözlerinin içine bakmak oldu.
“Huhu,” dedi Anthony. “Size kötü bir haberim var. Birbirinizin gözlerine bakarak sarhoş olamazsınız. Bir biraya daha ne dersiniz?”
Araf, gözlerini benden çekmeden önündeki boşalan bardağı sürüyerek bankonun diğer ucuna itti. “Olur,” dedi. “Ama birbirimizin gözlerine bakarak sarhoş olamayacağımıza pek inanmıyorum. Ayağa kalkarsam sendeleyecekmişim gibi gelmesinin nedeni bira olamaz.”
Bu aptal cümlenin bendeki tek etkisi kusma isteği olmalıyken, bir an sadece sertçe yutkunabildim. Damarlarım iplere dönüşmüş, onun parmaklarına dolanmıştı ve bir kukla sanatçısı gibi damarlarımla oynarken bedenime istediği etkiyi ekmeye başlamıştı sanki.
“Samimiyetsiz,” diye söylendim.
“Samimi olmamı mı istiyorsun yoksa?”
“Samimi olmadığını itiraf ediyorsun yani?” Ona dikkatle bakarak sorduğum soruya verdiği karşılık, dudaklarına yerleşen alaycı bir tebessümden ibaretti. Bir süre konuşmadık, sadece biralarımızı içtik. Plüton hakkında sormak istediğim sorular olsa da dudaklarım kelimeleri doğurmadı. Bira pek etkisi olan bir içki olmasa da beni sakinleştiriyordu, hatta çoğunlukla bira içtikten sonra uykusu gelen bir insandım. Gevşemiş bir bedenle Anthony’nin barından ayrıldığımızda hesabı şaşırtıcı bir şekilde Araf ödemişti. Araf’ın cipine doğru ilerlerken koruluğun kalbine doğru baktım. Karanlık korulukta hüküm süren sessizlik, cipin önüne geldiğimizde bile dikkatimin oraya saplı durmasına neden oldu. Araf, cipin kapısını açıp sürücü koltuğuna geçtiğinde sonunda gözlerimi koruluktan ayırdım ve ben de hemen yanındaki yolcu koltuğuna binip emniyet kemerimi bağladım.
“Aytuğ’un durumunu öğrenmek için kliniğe uğrayalım mı?” diye sorduğumda Araf aracı geriye doğru sürerek park ettiği noktadan çıkarıyordu. Göz ucuyla bana bakıp, “Aytuğ’un iyileştiği çok açık ortada, neden onu görelim ki?” diye sordu.
“Çünkü hastalar ziyaret edilmelidir, özellikle de sana iyiliği dokunan hastalar,” dedim. “Aytuğ olmasaydı Nixie ölümle mücadele etmeye devam edecekti.”
“Kurtarıcımız bir Tulpar yani, vay anasını,” derken sesi alaydan uzak olsa da dudaklarında bayat bir tebessüm peyda olmuştu.
“Kurtarıcı olduğu konusunda hemfikir olmamız güzel.”
Omzunun üstünden yırtıcı bir bakış göndermesini beklemediğimden bir an için afalladım. “Senin düşüncelerini kendi düşüncelerim olarak kabul ediyor olabilirim ama başka bir erkeğe kurtarıcı gözüyle bakman hiç de hoşuma gitmedi Taş Bebek.”
“Neredeyse kıskançlıktan ağlayacak mısın yoksa?”
“Benimle alay mı ediyorsun Hera?” diye sorarken sesindeki gizem tek kaşımı kaldırmama neden oldu.
“Diyelim ki öyle. Bu seni kızdırır mıydı?”
“Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Beni kızdırmak istediğini. Kızdığımda dönüşeceğim şeyi hayal etmek seni tahrik mi ediyor?” Direksiyonu sert bir manevrayla çevirip önce yola, sonra yeniden bana baktı. “Kızdırmak olan tahrik etmekten bahsetmediğimi biliyor olmana rağmen, son derece açık sözlü bir adam olduğum için konuyu daha da açıyorum. Beni kızmış hâlde görmek iç çamaşırını ıslatacak mı? Eğer durum böyle olacaksa, çok kızgın bir adam olmama saniyeler bile yok, saliseler var.”
“Bana karşı cinsel şakalar yapabiliyorsun çünkü buna izin veriyorum, eğer izin vermiyor olsaydım ve buna rağmen yapıyor olsaydın ki eminim öyle olsaydı korkudan küçük kuyruğunu götünün arasına saklar ve buna cüret dahi edemezdin, işte diyelim ki yapıyor olsaydın, senin cimriliğinin görsel bir kanıtı olan kalın ensenden yakalar, boynunu saliseler içinde kırardım,” dedim kendimden emin bir sesle. Bu cümleler onun açısından beklenmedik cümleler olmadığından yayvan bir şekilde gülmekle yetindi. Onu tehdit etmemden haz aldığına, hatta iç çamaşırını zevk suyuyla ıslatanın o olduğuna emindim.
“Boynumu saliseler içinde kırman için küçük kuyruğumu götümün arasından çıkarıp sana sürtmem mi gerek yoksa?” Soruyu sorarken araya ıslıklar da ekliyordu. Ona tek kaşımı kaldırıp yandan ciddi olup olmadığını sorgulayan bir bakış attım, bunu görünce dudaklarını büzüp küçük, sinir bozucu bir öpücüğü havaya bıraktı.
“Aytuğ’u görmeye gidelim.”
“Siktir ya, bunu söylediğinde eril tarafım öyle baskınlaşıyor ki bir dağ ayısı gibi davranmaktan korkuyorum. Bir leoparın ayı gibi davrandığı nerede görülmüş şey?” diye sordu kaşlarını çatarak yolu izlerken. “Aytuğ umarım Zeyna ile ilgili ahlaksız düşüncelere kaldığı yerden devam ediyordur ve düşüncelerinde sana dair hiçbir şey yoktur. Aksi hâlde öğle yemeğinde bir avuç zehirli kesme şekeri o kendini beğenmiş kısrağa yedirmek zorunda kalacağım.”
“Kısrak diye dişi atlara derler. Aygır demen daha doğru olacaktır.”
“Onu bir aygır olarak gördüğünü söylüyorsan eğer Hera, onu aygırın olarak betimliyorsa içine kendimi sokmaya çalıştığım düşüncelerin, işte o gün bil ki o kesme şekerleri o atın ağzına değil başka bir yerine sokmak zorunda kaldığım gün olacak. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, kısrağın dişi at olduğunu bilmiyordum. Yani cinsiyetle ilgili bir şaka söz konusu değildir, bunun da altını çizmiş olayım canım benim. Sonra gözünde yavşaklıktan daha alt bir kademeye inmeyelim, değil mi ama?”
“Yine saniyede yüz kelime fışkırtmaya başladın.”
“Fışkırtmaya mı başladım? Sen fışkırttığımı nereden biliyorsun?”
“Ha?”
“Hiç.”
Bedenimin büyük bir kısmını ona doğru çevirdiğimde emniyet kemerinin bandının bedenimi kestiğini hissettim ama aldırış etmedim. “Neyi fışkırttığını söylemedin?”
“Söylemek zorunda olduğum bir şey yok,” dedi bana bakmadan, gözlerim parmaklarına kaydığında direksiyonu koparmak ister gibi sıkıca kavradığını görmek kaşlarımı kaldırmama neden oldu. İçimde fırtına gibi büyüyerek duygularımın şehrine doğru ilerlemeye başlayan o duyguya esir düşerek parmaklarımı direksiyonu sıkıca kavrayan bileğine yerleştirdiğim an, altında ilerlediğimiz sokak lambalarından biri patladı ve sokağın arkamızda kalan kısmı karanlığı kuşandı.
Dokunuşum cehennemden çıkıp gelmiş gibi irkilerek bana baktı ve altımızda akıp giden yol betondan değil, lavlardanmış gibi hissettim. Parmaklarım bilincimi dirsekleriyle iterek kendi bilincine kavuşmuş gibi onun tenine baskı uyguladığında, bunu neden yaptığımı sorgulamayı bırakmıştım. Karanlık aracın içinde simsiyah gözlerimi onun kuzey ışıklarını emanet aldığından parlayan gözlerine dikmiş, tüm dikkatim ona aitmiş gibi derinlerine bakıyordum. Bir insanın derinlerine bakmanın ne demek olduğunu, o insanın gözlerinin içinde sadece kendi yansımanı değil, onun hayatının yansımasını da görmeye başladığında anlıyordun. Gözlerinde hayatını, sırlarını, varlığını ve onu kasıp kavuran hislerini gördüğümü düşündüm. Belki bir hologramdı, çölde görülen seraptı, hayalden ötesi değildi ama o an, bunu gördüğüme öyle emindim ki…
“Bana dokunuyorsun Hera,” dedi, bununla beraber altımızdaki cip daha da hızlandı. Araç takla atabilirdi, kayıp koruluktaki büyük ağaçlara vurabilirdi, patlayabilirdi ve alevler dört bir yanı sarabilirdi ama ikimiz de doğaüstü çocuklarıydık; ölmek bizim için öyle kolay olmasa gerekti.
“Çünkü bana bir cevap vermedin.”
“Nasıl fışkırttığımı merak ediyor olamazsın,” dedi kemikten bir sesle.
Kalbim patlayacak gibi kabarıp göğsümün içinde taklalar atmaya başladığında, tek söylediğim, “Nasıl fışkırttığını değil, neyi fışkırttığını merak etmiştim,” oldu.
Gözlerindeki hin parıltılar çok kısa sürede cehennemden daha yakıcı kor ateşlere dönüştü. Bakışları önce dudaklarıma, ardından gözlerime sürüklenirken, “Tehlikeli sularda yüzüyorsun, tehlikeli suların sahibi olmama rağmen beni o suyun içinde boğan da sensin,” dedi. “Ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Bir şey söyleyip sonrasında susan sensin. Asıl sen ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Neden bu kadar girişkensin?” diye sormasını beklemediğimden parmaklarım bileğindeki duruşunu gevşetti. “Sonunda alev alalım ve külümüz kalmayana kadar birbirimizi kavuralım mı istiyorsun?”
“Bir şey istediğim yoktu,” diyerek elimi geri çekecektim ki bu kez elini direksiyondan hızla çekip o beni bileğimden kavradı. Bu dokunuşun temelinde yatan ahlaki parçalanmayı hissettiğimden göz bebeklerimde genişleyen bir istekle ona baktım. Hayır, sırası değildi, onunla olmazdı, hormonlarım ona yenik düşemezdi, istediğim kişi o olmamalıydı. Ani bir fren ve araba durdu, bedenim öne savrulmadı çünkü öyle kasılmıştım ki sanki içimde beni dik tutan, iskeletim haline gelmiş bir kılıç vardı.
Bileğim onun uzun parmaklarının arasında yeni, alışkın olmadığı bir mahkumiyete sürüklenmiş vaziyetteyken, gözlerim gözlerine kınına girmiş bir kılıç gibi saplı duruyordu. O kısa bakışma, tüm zamanlara yayılarak asırları sırtına aldı ve gölgesi yere devirler gibi devrildi. Parmaklarına vuran nabzımı ben bile hissediyorsam, o tüm yaşamımın özüne inmiş olmalıydı. Bedeninin gözle görülür şekilde büyüdüğünü gördüm, omuzları genişledi, pazuları şişti ve boyu biraz daha uzadı; arabanın tavanına yaslanan başından bunu anlaması oldukça kolaydı. Bir tür sıkışıklık içindeydi, dönüşümü gerçekleştiremiyordu, arada kalmıştı ve bedeni bu sıkışıklığın içindeyken nasıl oluyorsa ürkütücü değil, çekici görünüyordu.
Normalden daha kalın, buğulu ve yankılı gelen sesiyle, “Hera,” dediğinde gözlerim dudaklarına kaydı. Şimdi ağzı bile normalden daha büyüktü, tıpkı tüm bedeni gibi. Zihnimdeki sapık ikiz Hemera kıkırdadı, onunla aynı şeyi düşündüğüm için kendimden utansam da tüm uzuvlarının büyüdüğü gerçeği bedenimi yaktı geçti.
“Sanırım sen ve ben, sınırı çoktan geçtik ve geri dönüş yolunu da kaybettik, öyle değil mi?” diye sordu.
Sorusuna karşı çıkamayacağımı biliyordu. Karşı da çıkamadım. Büyüyen bedeni üzerime devrilip bir ağacın büyük gölgesi gibi beni altında bıraktığında gözlerimi kaldırarak ona baktım. İki yanımızı saran koruluğun ortasında yanan büyük bir ateşe benziyorduk. Ateşlerin göğü delmesi için birbirlerine temas etmesi mi gerekiyordu? Parmaklarının arasındaki bileğime, sonra da onun ışık saçan camdan gözlerine baktım.
Dudaklarımızın arasında santimler vardı ve bu aşılması imkânsız mesafelermiş gibi geliyordu. Aşmak istiyordum. Mesafeleri yok etmek ve onun dudaklarına ulaşmak. Tek ihtiyacım bu değildi belki ama bu gece en büyük ihtiyacım bu gibiydi.
“Nasıl fışkırttığını görmek istiyorum,” dememle, dudaklarından hayvani bir hırıltının dökülmesi, genzindeki leoparın kükreyişinin koruluğa dağılması bir oldu. Göz bebekleri bir kedininki gibi inceldi, bir leoparın avcı doğasıyla parladı ve ince uzun elipslerinin kalp gibi atışını izlerken zamanın bizim adımıza yavaşladığını hissettim.
“Tek başıma fışkırtmayacaksam, neden olmasın?” Sorusu, dudakları dudaklarımdan milimler uzaktayken, bir yırtıcının sesiyle sorulmuş bir soruydu. “İşte şimdi sabrımı parçalara böldün Hera. Artık beni durduramayacağının, durdurmak istemediğinin farkındayım.” Her bir kelimesini taşıyan sesi, normalden daha kalındı, bir insana ait değildi ve dudakları dudaklarıma öyle yakındı ki, sanki kelimeler onun değil, benim dudaklarımdan çıkıyordu. Tüm bunları söylediği süre zarfınca, koruluğun ortasından geçen yolun kenarına dikilmiş tüm sokak lambaları tek tek sert sesler çıkararak sönmüştü.
Büyük, bedeninde gerçekleşen dönüşüm sıkışıklığı nedeniyle daha da büyüyen koca ellerinin avuçlarını dizlerime bastırdı, sıcak nefesi dudaklarıma aktı ve henüz saliseler geçmiş olmasına rağmen zaman yavaşlamış gibi hissediyordum, sanki ona bir türlü ulaşamayacakmışım ve bu küçük dokunuş beni dağıtıp, küllerimi etrafa savuracakmış gibi…
Avuç içlerini dizlerime bastırarak ağzını benim için büyükçe açtığında, o ağzın içine girecek olan dudaklarım sızladı. Tırnaklarımı ona batırma, onu kanatma, sonra da akan kanı kendi parmaklarımla etrafa bulaştırma isteği bir çıra gibi yandı ve çok ani bir şekilde içimi yangın yerine bıraktı.
Ama o iştahımı kabartan ağız, dudaklarımı içine alamadı çünkü cipin tavanına şiddetle düşen şey, aracın neredeyse yana doğru devrilmesine neden olacaktı. Araf’ın dudakları çeneme vurdu ve bedenimiz iki farklı yöne savruldu. Panik, işaret fişeği gibi hızla yükselerek göğsümün karanlığına ışık tutarken göz bebeklerimin genişlediğini hissettim. Birden çarpan şiddetli şeyin düşüncesi bile kafamın içinde bulanık bir sanrıya dönüştü ve az kalsın onunla ileri gideceğimin farkındalığı ruhuma telve gibi çöktü. Sonra çok geçmeden, tehlikenin varlığını hatırlamama neden olan ikinci darbeyi aldık. Cipin tavanında bir göçük oluşmasına neden olan darbe, bir çeşit yumruk olmalıydı çünkü ilk çarpma anından hemen sonra gerçekleşip, bir yumruk boyutunda göçük oluşturmasının başka bir açıklaması olamazdı.
Araf, bu kez tamamen kalınlaşan sesiyle, “Siktir,” dedi, verdiği tepkinin hemen ardından işaret parmağını dudaklarına götürüp bana baktı ve susmamı istediğini anladım. Cipin kapısını açıp çıkmanın tehlikeli olacağının farkındaydım. Yukarıdan gelecek bir tehdit vardı, dışarı adım attığımız an ağır yaralanabilirdik, etkisiz hale getirilebilirdik, çok daha kötüsü de olabilirdi. Kafam hızla ilerleyen düşünceler tarafından işgal altındayken görüş alanımın kızıla dönüşmeye başlaması beni bir nebze rahatlattı. İçimdeki yırtıcının mideme çökmüş halde daldığı uykudan uyandığını, göğsüme, oradan da boğazıma yükselmeye başladığını hissediyordum.
Ve yukarıdan bir yumruk daha indi. Bu yumruk, neredeyse Araf’ın kafasına inecekken Araf başını omzuna indirdi ve yumruğun açtığı göçük sol omzunun hemen üst kısmında belirdi. Araf, ucuz atlattığını kaşlarını kaldırarak belirten bir bakış atınca, gözlerimi yukarı kaldırıp aşağı indirdim ve ona küçük bir işarette bulundum. Beni anlaması saniyeler bile almadı, zaten almamalıydı da çünkü vaktimiz yoktu. İkimiz de aynı anda kendi tarafımızdaki kapıyı açacaktık, aynı anda çıkan ses, yukarıdaki her ne ise onu şaşırtacaktı ve ne tarafa saldırması gerektiğini sorgulatacaktı.
Aynı anda kapılara dokunduk ve gerçekten aynı anda kapıları açmayı başardık. İkimiz de kendimizi dışarı aynı anda bıraktığımızda, panik içimde bir insan boyutuna ulaştı. Tavanda hiçbir şey yoktu, sadece o şeyin açtığı göçükler vardı. Gözlerimi aracın diğer ucunda kalan Araf’a çevirdim ve “Gitmiş,” dedim.
Araf’ın gözlerinde soğuk rüzgârlar esti. Bakışları şiddetli bir tipi gibi olduğum yerde donup kalmama neden olurken, gözlerinin aslında bende değil, omzumun biraz arkasında olduğunu fark ettim.
“Hera,” dedi. “O arkanda.”
Damarlarım çekilse de hız kesmedim. Doğrudan arkamı döndüğüm anda onu tam karşımda bulacağımı bildiğim için çok şaşırmam sanıyordum ama onun koca kafasının ortasında kafasından sadece biraz küçük, tüm yüzünü kaplayan tek bir gözü olduğunu gördüğümde, damarlarımdan kan değil, buz akıyordu. Yaklaşık bir doksan, iki metre boylarındaydı; kahverengi bir derisi vardı ve tek gözden oluşan suratında o gözü oluşturan kızıl damarlar bir insanın hızlanan nabzı gibi hareket ediyordu. Kahverengi elini kaldırdığında, elinin şeklinin tıpkı bir baltaya benzediğini gördüm.
Kahverengi, küflü bir balta gibi kaldırdığı elini tam bana doğru savuruyordu ki Araf’ın hemen kafamda yükseldiğini hissettim. İnsan bedenini tam anlamıyla terk eden, koca bir leoparın içine hapsolan ruhuyla işte oradaydı, başımın üstünden geçiyor, o yaratığın üzerine çullanıyordu.
Araf, yaratığı yere devirmeyi başardı ama yaratık sandığından daha güçlü olmalı ki Araf’ı üzerinden adeta fırlatarak attı. İki balçıktan bacağının üzerinde yükseldiğinde, tırnak diplerimden dışarı akmaya başlayan karanlığın usulca cisimleşerek pençelere dönüştüğünü hissedebiliyordum.
Ağzı olmasa da sesini duydum, nefesi kükürt kokuyordu ama nefesinin nereden geldiğini bile bilmiyordum. “Benimle geliyorsun,” dedi bana. “Artık senin kim olduğunu biliyor.”
“Seninle hiçbir yere geldiği yok,” dedi Araf bacaklarının üzerinde yükselirken, bedeni yeniden bir leopar ile insan arasında gidip geliyordu; bacakları yavaşça uzadı ve bedeni genişleyerek bir insanın formunu yakalamaya başladı.
Gözden surat Araf’ı duymazdan geldi, o büyük, yüzünü kaplayan irite edici gözüyle sadece bana bakıyordu. Kükürt kokusunu tekrardan soluduğunda onun konuşacağından emindim.
“Diğer ikiz olmadığına göre, aranan sensin.”
Farkındalık tüm eklemlerimi aynı anda kırdı. “Kız kardeşime,” diye fısıldadım gözlerimi yaratığın gözünden tek bir an olsun ayırmadan. “Kız kardeşime bir şey mi yaptın?”
“Ben değil,” dedi kükürt kokulu nefesin sahibi.
“Kız kardeşime ne oldu?” Tehlikeli çıkan sesim, büyük başını omzuna yatırmasına neden oldu. Balta şeklindeki elinden yere damlayanın balçık olduğunu gördüm ve tekrar ona baktım. Görüş alanım yeniden kızıla boyandı, artık bir yırtıcının gözleriyle bakıyordum dünyaya.
“Küçük bir test,” diyecekti ki, Araf, neredeyse iki buçuk metreye ulaşan insani formuyla yaratığın arkasında bitti. Yaratığın büyük başını avucuyla tuttuğunda elimi kaldırıp Araf’ı durdurdum. Araf, eli yaratığın başında duruyorken uysal bir kedi gibi bana baktı.
“Sana.” Bir adım attım. “Kız kardeşime.” Bir adım daha. “Ne olduğunu.” Ve son bir adım. “Sordum.” Son kelimemle beraber, tırnak diplerimin çekiştirildiğini hissettim. Uzayan pençelerimi bir yere saplayıp tırnak diplerimin kaşıntısını giderme isteğiyle kasıldığımda öfkem de bu isteğe çanak tuttu. Uzun, bileklerime kadar karanlığa batmış elime baktım ve ardından uzun pençelerimi tek seferde balçıktan boğazının içine sapladım.
Acıyla dolu kısık bir ses, yoğun bir kükürt kokusu ve işte oradaydı; ağzı göğüs kafesindeydi. Küçük bir delikten konuşuyordu. Gözlerimi o deliğe indirip pençelerimi içinden çıkarmadan onu bir makas edasıyla keserek yukarı ilerlettim. Tam ağzının olduğu yere, göğüs kafesine ulaştığımda, “Bana bunu yaparken ikinci kez düşünmemen bile senin kim olduğunun kanıtı,” dedi, sesini acı bükse de korkusuzluğunun farkındaydım. “Bir şeyler duymak için delirdiğin ağzımı kesecek olursan, sana kardeşinle ilgili bilgileri nasıl verebilirim ki Karga Kız?”
“Kardeşime ne yaptınız?” Sesimdeki şiddet, pençelerimdeki keskinliği arttırmış olacak ki inledi.
“Kardeşine bir şey yapmadığımı söylediğimi sanıyordum. Hiç değilse, ben değil, demiştim.”
“Ona düzgün cevaplar ver.” Tehditkâr sesin sahibine baktım. Gözlerini yukarıdan aşağı indirmiş, kafasını tuttuğu yaratığa bakıyordu. “Kafanı paramparça etmemi istemiyorsan, ona istediği cevabı ver.”
Pençemi daha derine batırdığımda, “İblis bir çiftle karşılaşacağımı bilmiyordum,” dedi paslı bir sesle. “Tek iblisin bu kadın olduğunu, senin uslu bir Kar Leoparı’ndan fazlası olmadığını düşünüyordum. Oysa seni uzun süre izlemiştim.”
Araf’ın cipine zarar veren bu muydu? Pençelerim hâlâ içindeyken, “Hemera iyi mi?” diye sordum.
“Evet, şu Gölge Teğmeni onu korumuş olsa gerek,” dedi yaratık. “Karga Kız, eğer benimle gelirsen sorunlar ortadan kalkacak ve sevdiklerin zarar görmeyecek. Sana ulaşabilmek için kaç insanın özüne indik, tahmin dahi edemezsin. Bu kadar insanın kanı bizim değil, senin elinde. Çünkü seni bulmak uğruna öldüler.”
“Artık kim olduğumu bildiğinizi mi söylüyorsun?”
“En azından ben biliyorum. Eminim. Yakın zamanda o da bilecek.”
Göz bebeklerim aniden büyüdü ve gözlerim siyah bir lateksle kaplanmış gibi tamamen siyaha döndü. “Bu bilgiyi çok yanlış zamanda, çok yanlış insana verdin,” dediğimde, başına ne geleceğini anlamış gibi irkildi. Büyük, baltadan elini kaldırıp koluma vurması saniyeler içinde gerçekleşti ve bu hareketi Araf’ı öfkeden kudurtmuş olacak ki ben daha acıyı hissetmemişken, Araf onu boynundan yakalayıp yere çarptı. Araf’ın birdenbire uzamaya başlayan saçlarını gördüm, üzerinde patlayacak gibi duran deri ceketin kumaşı kollarının birkaç yerinden yırtılarak yaralar gibi açıldı; bedeni daha da genişledi. Başını sağa sola çevirince çıkan o kütürtü sesi, yaratığın yerden yavaşça doğrulurken endişeyle ona bakmasına neden oldu.
“Tek bir adım dahi atacak olursanız, baltam toprağı yaracak, ne kadar benden varsa hepsi yerin altından çıkacak,” dedi öfkeyle.
Araf onu dinlemedi, o adımı attı. “Demek ona vurdun,” diye fısıldadığında, yaratık baltadan kolunu kaldırıp toprağa vurmak için hazırlanıyordu. “Sen benim sarmaşığıma mı vurdun?”
Sırtımdaki kemiklerin ezilip kırıldığını hissetmemle, dudaklarımdan bir çığlık koptu ve bedenimin hakimiyetini kaybederek dizlerimin üzerine çöktüm. Araf da yaratık da bir an için tüm dikkatleri dağılmış gibi bana baktılar. Bir karganın çığlığı tüm ormanı inletmeye başladı, karganın çığlıklarına benim çığlıklarım karıştı, kemiklerim sırtımın derisinin altında ters düz oluyordu ve her bir kemiğimin parçalanıp yeniden kaynadığını anbean tüm sıcaklığıyla hissediyordum.
Delilik ve bilgelik yeniden zihnimin topraklarında el eleydiler. Güç tüm uzuvlarımı ele geçirdi, bunu yaparken acıyı da beraberinde getirdi. Güç ve acının birbirine paralel olduğunun en net farkına vardığım anlardan birindeydim. Sırtımdan dikenler gibi çıkmaya başlayan kemiklerimin derimi yırtmaya başladığını anladığımda bir çığlık daha attım; gözlerimden boşalmaya başlayan yaşlar kan kokuyordu. Parmaklarımı gözlerime götürdüğümü hatırlıyorum, yüzümü parmaklarımla sıyırdığımı ve simsiyah pençelerime koyu renk bir sıvının bulaştığını…
Kanım siyahtı, gözlerimden siyah kanlar akıyordu ve kemiklerim sırtımdan dışarı hançerler gibi çıkarken canım ilk kez böylesine yanıyordu.
Saniyeler sonrasında bir flamanın dalgalanma sesini duydum, bu benim kanatlarımın açılırken rüzgâra okuduğu meydanın sesiydi.
“Bilmeyecek,” diye tısladığımı hatırlıyorum kanatlarımın ortasında yukarı yükselirken. Bir kanat çırpışımla, siyah kanatlarımın yarattığı rüzgâr Araf’ı da yaratığı da geriye doğru sürükledi. Bana karşı koyamadılar. O an için ben kesinlikle karşı koyulması imkânsız olandım. “Kimse! Benim! Kim! Olduğumu! Bilmeyecek!” Savaş çığlıkları atan bir sürünün lideri gibiydim, daha sonra bir sürünün lideri olduğumu, arkamda kanat çırpmaya başlayan onlarca siyah kuş olduğunu hissettiğimde anladım. Araf, hayatında ilk kez maruz kaldığı bir manzaraya bakıyor gibi, tüm dikkatiyle arkamda kanat çırpan kara kuşlara ve sırtımdan yükselen devasa büyüklükteki kara kanatlara bakıyordu.
Ve tam o anda, yaratık korkusunu yenerek baltasını toprağa indirmek üzere hamlede bulundu. Ondan bir tane daha görmeye katlanamayacağımı fark ederek kanatlarımın ortasında süzülüp ona doğru uçmaya başladım. Rüzgârı arkama aldığımda, kuşların çevremi sardığını hatırlıyorum. Sanki rüzgârın benden taraf olması için rüzgâra tehditler savuruyorlardı.
Büyük pençelerimi boğazına takıp onu yerden kaldırırken, baltası neredeyse toprağa değmek üzereydi ama buna engel olmuştum. Onu pençelerimin arasında duran bir çöpmüş gibi kaldırıp havalandım. Bilincim tamamen kan rengine boyanmıştı. Ektiğim rüzgârsa biçtiğim fırtına değil, ölüm olmak üzereydi. Onu önce büyük bir ağaca şiddetle çarptım, ardından kanatlarım geriye savrulurken onu yere fırlatarak tam üzerine tırmandım.
“Bilmeyecek,” dediğimi hatırlıyorum. “O benim kim olduğumu asla bilmeyecek.”
İşte bunlar, yaratığın balçıktan göğüs kafesini parçalayıp esas kemiğine indiğimde ve etrafa çamurla karışık kanlar sıçramaya başladığında kurduğum insani olan nadir kelimelerdendi. Sonrası farklı dilde binlerce mırıltı, onlarca kuş çığlığıydı. Yüzüme, sarı saçlarıma, kara kanatlarıma devamlı olarak kan ve çamur sıçradı. Balçığın içine gizlenmiş eti, canı, nabzı, damarları ve kanı buldum. Onu paramparça ettim. İçini âdeta oydum, bomboş bırakana kadar bunu durduramadan devamlı yaptım. Dehşetin içimde nasıl bıçak gibi gezindiğini hissediyordum, içimden yavaşça keserek kazıdığı vicdanımın sesini duyamıyordum. Son pençeyi de içine vurduğumda, artık tırnaklarım bir yaratığın içine değil, zemine değdi ve onu tam anlamıyla oyduğumu anlamanın verdiği rahatlamayla kanatlarımı iki yana açtım. Kanatlarım beni altına alan bir çadır gibi koruluğun içinde gölgeler oluştururken kuşların usulca uzaklaşmaya başladıklarını biliyordum.
Kan ve çamurla ayağa kalktığım anı hatırlıyorum. Kanatlarım, sanki benden komut almışlar gibi kapanıp sırtımdan yere uzanan bir pelerin gibi katlandıklarında, kafamı kaldırmış yüzüne sıçramış kan ve balçıkla beni izleyen Araf’a bakıyordum. Yüzünde benim döktüğüm kan vardı.
Bir süre, sırtımda katlanmış kanatlarım, ikimizin de yüzünde yarattığım vahşetin kızıl ayak izleriyle sadece birbirimizi izledik.
Sonra konuştu.
“Senin katil olmadığını onun ağzından da duyduk,” dedi Araf, ardından ikilemde kalmış gözlerini kıyameti yaratan pençelerime indirdi ve olayların seyrini çevirecek o cümleyi kurdu. “Peki nasıl katille aynı taktiği kullanıyor, onunla birebir aynı şekilde öldürebiliyorsun?”
🎧: Hidden Citizens & Ryan Innes, Monster