Ona kapıyı gösterdiğim gün bile bana pencereme koymam için aldığı fesleğenlerle gelmişti.
O benim hiçbir zaman pişmanlığım olmamıştı, hatıralarımın tamamında yere serilmiş bir gölgesi vardı ve onu unutsam bile o gölge, bir zamanlar beni altına alıp sessizliğimi koruduğu için geçmişimde daima var olacaktı.
Onu karşımda görmek, içimde sakladığım, kendimden bile gizlediğim bir sırrın kulağıma kendi kendisini fısıldayarak kendisini bana göstermesine neden olmuştu.
Yosun bağlamış bir gölü anımsatan yeşil gözleri, gözlerimde geleceğin mücadelesinde geçmişe yenilmiş gibi takılıp kalmıştı.
Onun bana kurduğu son cümleleri hatırlıyorum.
“Gidiyorum ama aklım sende, yüreğimi burada gömülü bırakıyorum, gölgemi odanda… Gel dediğin gün geleceğimi bilerek gidiyorum, gel demeyeceğini bilerek bir gün çıkıp gelmekten emin bir şekilde gidiyorum.”
O gün onu özleyeceğimi bile bile ona cesaret vermek isteyen gözlerle bakmış ve “Git,” demiştim. Sadece, git.
Oysa kal deseydim, kalacaktı ve ben, kendimden bile emin değilken, onu bir gün iyi ki diyebileceği bir şeyden mahrum etmek istememiştim.
Sevgi, bir insanı el ve ayak bileklerinden zincirleyerek, o zincirin ucundaki asma kilidi açabilecek tek anahtarı yutmak gibiydi. Onu hapsetme düşüncesi… Bu boğazımda daima beni vicdanım ile baş başa bırakacak olan o yumru, o anahtar olacaktı. Belki de en çok kendimi düşündüğüm, vicdan mahkememin benim için ağır cezalar kesmesini istemediğim için ondan vazgeçmiştim.
Beni en derin okyanuslarda, dört bir yanından su almaya devam etse bile batmamam için üzerinde taşımaya devam edip, en karanlık gecelerimde ay ışığını benimle paylaşan yosun bağlamış göl rengindeki gözlerine baktım. Saniyeler birbirinin üzerine devriliyor, zaman bizim lehimize işlemeye devam ediyordu ve düşünceler oradaydı… Gitmiyorlardı.
“Lavin,” dediğinde şaşkınlık en az benim kadar onu da ele geçirmişti. Çakmağı avucumun içine aldım.
Her şeyi ateşe verip kaçma isteği… Geçmişi, şimdiyi, geleceği…
Bu istek damağımda bir yara gibiydi ve acıyacağını bilsem de dilim hep o yaranın üzerinde gezinirdi.
Kartal’ın güneş kadar sıcak olan bakışları ona çevrilince, o güneşin donduğunu, güneşi donduran buzların tüm ortamı soğuğa boğduğunu hissettim. Konuşmak ve kaçmak arasındaki ince çizgide durmuş, sadece susuyordum.
Bana doğru bir adım attı, yüzü karman çormandı ama hâlâ hatıralarımdaki Özay’dı. Saçının şeklini değiştirip, yüzünü yeşerten sakallarını özgür bırakması dışında değişen hiçbir şey yoktu. Gözleri hâlâ aynıydı. Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi avucunu ensesine bastırıp kaşlarını çatarak, allak bullak bir ifadeyle bana baktı.
Gözlerimi avucumdaki çakmağa indirdim, yutkundum, Tanrı’dan zaman dilendim. Biraz daha vakit… Gözlerimi yeniden kaldırıp ona baktım, tam şu an sihirli güçlerimin olmasını ve zamanı durdurabilmeyi isterdim. O donmuş gözlerle bana bakarken ben, söyleyebileceğim kelimeleri arar, saklandıkları yerden çıkarırdım onları.
“Sen buradasın,” dediğinde şaşkınlığı bir duman gibi mekânın içine yayıldı.
Başımı aşağı yukarı salladım. Özay şimdi bana değil, hemen yanımda dikilen, ona buz gibi gözlerle bakan Kartal’a bakıyordu. Birbirlerine kim olduklarını biliyorlarmış ama ikisi de olmak istedikleri kişi değilmiş gibi bakıyorlardı.
Sonunda, “Evet,” dediğimde gözler gözlerime tutundu, kristal avizenin yüzüne döktüğü ışıklar, gözlerindeki yosunların renklerini canlandırmıştı. “Sen de buradasın.”
Özay dudaklarını yalayıp, bir süre susarak yüzümü izledi. O kadar çok susmuştuk ki, artık insanların dikkatlerini çekiyor olmalıydık.
“Neden?” Sorusu bir an öyle çok canımı yaktı ki, onun gözlerinden ileri gidemedim.
Başıma gelen hiçbir şeyden haberi yoktu. Biliyordum. Bunu onun hâlâ aynı bakan gözlerinden anlayabiliyordum. Özay duygularını gizlemezdi, Özay birine acırsa da gözleri bunu söylerdi, nefret ederse de gözleri bunu ele verirdi. Özay, gözlerinde çıplak bir ruh taşıyordu.
Öyle ağır bir soruydu ki bu… Öyle çok ruhumu ağrıtmıştı ki.
“O kadar fazla neden var ki, asıl nedeni unuttum ben,” diye fısıldadım, Özay’ın donup kalmasına neden olan cümlem, benim bile sırtıma ağır gelmişti. “Dönmüşsün, sanırım okulunu bitirdin.”
Beklemediği kadar uzun kurduğum cümleler karşısında başını sallamaktan ileri gidemedi. Gözlerim gözlerinden sıyrıldı, yaşadığım savaşta kazandığım sıyrıkları görmemesini dileyerek, “Güzel,” diye fısıldadım.
“Peki sen? Okula devam ediyorsun, değil mi?” diye sorunca kaşlarımın ortasında bir yarık oluştu, Özay o yarığın içini diğer soruyla doldurdu. “Yoksa İstanbul’da yeni bir hayat mı kurdun? Artık burada mı okuyorsun?”
Yeni bir hayat… Şuna sahte bir hayat denmez miydi? Hayatımın dizginleri benim elimde değildi, aldığım nefesler bile emanetti, bir sonraki nefesimde kalbimin atıp atmayacağından bile emin değildim.
“Evet,” dedim bir anda, Özay duraksadı, sonra başını aşağı yukarı sallayıp alt dudağını ağzının içine alıp bekledi.
“Antalya’ya dönecektim,” dedi, gözlerim gözleriyle buluştu. “İstanbul’a yeni geldim, direkt Antalya’ya uçak olsaydı vakit kaybetmeden Antalya’ya gelecektim.”
Kartal’ın avucunu belime sertçe bastırmasıyla, zaman başımdan aşağı kaynar su gibi akmaya başladı.
“Antalya eskisi kadar güzel değil, Özay,” dedim. Deniz bile rengini kaybetti.
Kartal, avucunu daha sert bastırdı, dokunuşu uyarılarla değil, dokunuşu hislerle doluydu. Özay’ın gözü önce Kartal’ın belime baskı uygulayan avucunun bağlı olduğu koluna, sonra da gözlerime çevrildi.
“Ne demek bu?” diye sordu, gitgide daha da karmaşaya boğuyordum onu.
Kartal tıslar gibi, “Gidelim,” deyince, Özay’ın gözleri bu kez ona çevrildi. Birbirlerine görünmez silahlarını çekerek baktıklarını hissetmek, içinde olduğum durumun birkaç kat daha ağırlaşmasına neden oldu.
İçimde büyüyen ur gibi bir his vardı. Bu his ya gerçekten ölümüm olacaktı ya da bir ölü gibi yaşamaya devam edecektim ve içimden hiç çıkmayacaktı.
“Kim bu adam?” diye sordu Özay, gözleri Kartal’a saplanmış bir çivi gibiydi. Kardelen’i tanırdı, epey severdi ama Kartal’ı tanıyamaması normaldi. Onu sadece ismen biliyor olmalıydı. Küçük bir göz aşinalığı yaşar gibi oldu ama kaşları çatıldığında söyleyecek başka bir şeyi yok gibi duruyordu.
“Ona niye soruyorsun?” diye sordu Kartal sertçe. “Bana sor.”
Özay başını omzuna doğru yatırıp, içinde beklenmedik bir şekilde geliştiğini gözlemlediğim o sert hisle, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ne diyebilirdi? Lavin’in üzerine çöken soğuk, üzerini örten karanlık, Lavin’in kollarında uyuyan güven duygusu, Lavin’in karanlıkta attığı çığlık… Altına girebileceği öyle çok kalıp vardı ki. Özay her ne kadar beni karanlık okyanustan koruyan o sandal olsa da şöyle bir gerçek vardı ki, Kartal beni içine yutan o karanlık okyanustu ve Özay gittikten sonra boğulacağımı sandığım okyanus, beni dalgalarıyla ayağa kaldırıp, bana içinde nasıl yaşayacağımı öğretmişti.
Kartal’ın altına girebileceği kalıpların tamamı Özay’ı vurabilecek silahlar olurdu ve bu silahları Kartal’a veren bendim.
Her gece onun kollarında uyuyordum, her gece onu kollarımda uyutuyordum, her gece birbirimize ait bir yarayı sarıyorduk, her gece birbirimize yeni bir yara açıyor, biteceğimiz günü bekliyorduk. Aslında bu bir savaştı. Kartal ve ben, birbirimize verdiğimiz her bir duyguda bir zafer kazanıyorduk ama birbirimize verilen her duygu bizim yenilgimizdi ve önce hangimiz tükenecekti merak ediyordum.
Onun bir şeyiydim, benim çok şeyimdi, bir gün her şeyim olmasından korkuyordum.
İrem’in topuklu ayakkabılarından dökülen takırtılar kalabalığı ikiye yarar gibi kulaklarıma dokunduğunda, elimi Kartal’ın karnına bastırarak onu durdurmak ister gibi ona dokundum. Kartal’ın karın kaslarının nasıl sertleştiğini, nasıl yırtıcı bir hayvanın avına saldıracağı anda aldığı düşüncelerine sinen o öldürme isteğini içine hapsettiğini hissettim.
“Kuzenim,” dedim bir anda, tam o sırada Kartal’ın karın kasları öfkeyle avucumda şekil buldu ve İrem’in parmaklarını omzumda hissettim.
Özay duraksadı, Kartal dehşetle gözlerini bana çevirdi, İrem’e çevirdiğim bakışlarımda derin bir soğukkanlılık vardı ama içimdeki yangını hiçbir soğuk dindiremez, hiçbir su söndüremezdi.
“Bir sorun mu var?” diye sordu İrem ilgili bir sesle. Gözlerini Özay’a çevirip, ona hoşnutsuz bir bakış atıp tekrar bana baktı.
“Hayır,” dedim hızlıca. “O benim… Arkadaşım.”
“Arkadaşını Kartal ile mi tanıştırıyordun?” İrem güldü. “Kartal tam takıntılı abi modeli, hayatındaki herkesi biliyor sanıyordum.”
Özay bu ismi bir yerden çıkartmış olacak ki, “Kartal mı?” diye sordu sessizce, ardından Kartal’a daha dikkatli baktı ve o göz aşinalığı yeniden yüzündeki ifadeleri şekillendirdi.
Kartal bir anda beni kolunun altına alıp sıkıca sardı. Dudaklarını saç diplerime bastırdı, o an gözlerim Özay’ın gözlerine takılı kaldı ve Özay’ın gözlerinde çağlayan şaşkınlığa karışmış öfkeyi izledim. Kartal’ın dudakları saçlarımdayken sinsice yukarı kıvrıldı.
Özay tam ağzını açacakken, “Özay,” dedim hızlıca, Özay duraksadı. “Arkadaşımız İrem, onunla yeni tanıştık sayılır.”
Özay anlam veremiyordu ama bir şeylerin ters gittiğini fark etmişti. Bana uyum sağlamak onun için zor gibi görünse de yine de bunu yapıp, elini İrem’e uzatarak, “Merhaba,” dedi. “Ben Lavin’in eski erkek arkadaşıyım.” Ve bu cümleyi kurduğu an, Kartal’a meydan okuyan bakışını fırlattığı andı.
Kartal parmaklarını âdeta tenime gömdü. İrem, yüzünü buruşturarak, “Demek o salak sensin,” deyince bir an İrem’e şok olmuş gözlerle baktım. “Seni biliyorum.”
“Pek iyi bilmiyorsun gibi hissettim,” dedi Özay eli hâlâ havada dururken, İrem onun eline boş boş baktı.
“Arkadaşlarımın eski sevgilileriyle tokalaşmıyorum.”
“Lavin pek iyi şeyler anlatmadı mı diyeceğim ama o asla arkamdan kötü konuşmaz,” dedi Özay, Kartal ile gözleri yeniden birbirlerine dokundu, Kartal beni daha sıkı kavradı, tenime yayılan sıcaklıkla yutkundum. Özay’ın gözleri bedenimde kısa bir tur bindirdi. “Gerçi çok farklı görünüyor ama içi değişmez, hep aynıdır.”
“Lavin kötü bir şey söylemedi zaten, çırpınır gibi seni korumaya çalıştığından yola çıkarak senin tam bir salak olduğun kanısına vardım sadece.”
Özay, “Tam bir yargısız infaz,” dedikten sonra gözlerini bana çevirip güçlükle yutkundu. “Bu şekilde olmasını beklemiyordum.”
“Ne bekliyordun, senin kollarına atlamasını falan mı?” diye sordu İrem ona gıcık gıcık bakarak.
Söyleyeceği en ufak şeyin bile İrem’i şüpheye düşürebileceğini göz önünde bulundurarak, “Bu konuşmaya daha sonra devam edelim mi?” diye sordum çat diye. Kartal, bunu söylememi beklemiyormuş gibi kaskatı kesilmiş, Özay da karşısında başka birisi varmış gibi bakmıştı bana. Ogün’ün İrem’e seslenmesiyle, İrem başını farklı yöne çevirdi ve dudaklarımı kıpırdattım. “Lütfen sus, Özay. Şimdi değil.”
Beni her zaman anlardı. Fırtınada tek kalan bir ağaçtım bir zamanlar, tüm dallarım kırılmıştı, dökülen yapraklarım tıpkı döktüğüm sessiz gözyaşlarım gibi ayaklarımın dibine düşmüş, beni içine alarak boğmak ister gibi çoğalmaya başlamıştı. Öyle bir zamanda tanımıştım onu, beni anlamıştı, fırtınanın dallarımı benden alıp götürmesine engel olmuştu ama dallarımın kırılmasını engelleyememişti. Şimdi de susacaktı, ben ona tekrar konuş diyene kadar susacaktı.
Bir insanı tanıdığını fark ettiğin an, o insanın geçmişte daima var olacağını da anladığın andı.
Özay, sadece başını aşağı yukarı salladı.
“Gitsek iyi olacak,” dedi Kartal. “Şimdi.”
Özay dişlerini sıktı, ben ise başımı sallamaktan öteye gidemedim. İrem, “Kartal seni sağ bıraktığı için şanslısın, ben bu tanışmayı bölmeyeyim o zaman,” dedi.
Özay, elini bu kez Kartal’a uzatıp, “Özay ben,” dedi. “Özay Gök.”
Kartal burnundan sert bir nefes vererek güldü. “İrem ne kadar da haklı,” dedi, ortamda buz gibi bir rüzgâr estiren cümlesi, Özay’ın dişlerini gıcırdatmasına neden oldu. “Kartal,” dedi Kartal sadece, soyadını söyleyemedi, Özay’ın dudakları usulca yukarı kıvrıldı.
“Kartal Sönmez yani?”
“O amcamın oğlu değil,” dedim aniden. “Neyse, biz gidelim.”
İrem vedalaşıp yanımızdan ayrılırken ben de daha fazla konuşmamak için yürüyecektim ama Özay, Kartal’ın hırıltılı bir nefes vermesine neden olacak şeyi yaptı, bileğimi tutup bana yaklaşarak, “Senin Kartal diye bir kuzenin yok,” dedi. “Neler oluyor burada?”
“Ona dokunma,” diye tısladı Kartal dişlerinin arasından. Yavaşça eğilip, yüzünü Özay’ın yüzüne yaklaştırdı. “Sakın bir daha ondan izin almadan ona dokunma.” Bileğimi Özay’ın elinden kurtarıp elimi tutarak beni hızla mekânın dışına doğru yürütmeye başladı.
Arkamda bıraktığım enkazın içine ektiğim hislerden bihaber olsam da içimde sonsuz bir huzursuzluk denizi vardı. Aracın kapısını sertçe açtığında, bir süre onun donuk bakan yüzünü izledim. Arabaya binmeyeceğimi fark edince gözleri bana çevrildi.
“Binecek misin?” diye sordu, sesi öfkesini bastırmak istiyor gibi donuk olsa da ben gözlerinde süregelen kaosu görebiliyordum.
Sadece tek bir an için onun kollarının arasına girmek, gözlerimi yummak, bu gece yaşananları unutmak ve ona, kendimi yok sayarak sığınmak istedim.
Oysa onun kolları beni içine aldığında, hissettiğim huzur değil, daha büyük bir huzursuzluk olacaktı.
“Şu arabaya binecek misin, Lavin?”
Aracın açık duran kapısına baktım, kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlardan birisindeydim, ona karşı çıkmak, meydan okumak değil, karşısında sessizliğimi giyinmek istiyordum. Sessizce bana açtığı kapıya doğru ilerledim, ön yolcu koltuğuna yerleşip omzumun üzerinden ona baktım ve kısa süren bakışmamızı bitiren, aramıza duvar gibi dikilen kapı oldu. Aracın ön tarafından geçiş anını izledim, araca bindiğindeyse ortamda derin bir sessizlik vardı ve gözlerim ona hiç uğramamıştı. Aracı çalıştırıp hareket ettirdiğinde gecenin içinde ilerlemeye başladık. Başımı soğuk cama yaslayıp karanlık aracın içindeki sessizliğe kelimelerimi gömdüm.
Sokak lambaları, şehri ateşe vermek için hazır görünen altın rengi meşaleler gibiydi. Yolun kenarına belli aralıklarla yerleştirilmişlerdi ve her biri önünden geçip arkamızda bıraktığımızda bizi izleyerek ışığını yaymaya devam ediyordu. Kartal kendi tarafındaki camı bir düğmeye basarak indirdi, rüzgâr aracın içini derin bir uğultu eşliğinde doldurdu. Gözlerimi ellerime indirdim, yanaklarıma düşen saç telleri rüzgârın esiri olup uçuşmaya, yüzümü okşamaya başladı.
Kartal aracı yavaşça hızlandırdı, kalbim yerinden hopladı ama bunu ona çaktırmamaya çalıştım. Göğün büyük bir gürültüyle gümbürdemesiyle bakışlarım başımı yasladığım cama çevrildi, Kartal’ın parmaklarını direksiyona bir adamın boğazına bastırıyormuş gibi bastırdığını hissettim.
“Neden susuyorsun? Yoksa eski anılarını hatırladın da onları mı düşünüyorsun?”
Kaşlarımı çattım, gözlerimi cama düşen yansımamdan ayırmadım. Cama onun da yansıması düşüyordu, gözleri doğrudan yoldaydı. Yansımasına ait gözler bana çevrildiği an kalbimin ağrıdığını hissettim.
“Onu mu düşünüyorsun?” diye sordu.
Bakışlarım omzumun üzerinden ona doğru kaydı, kaşlarımın ortasında belirmiş bir öfke çukuruyla ona bakıp, “Ne demek oluyor bu?” diye sordum. Sesimden, içimde birikmeye başlamış tüm siniri, tüm duygu karmaşasını hissedebilmesi mümkündü.
“Ne demek olduğu çok açık değil mi? Bir soru sordum. Anlamayacak kadar aptal değilsin, aksine, sen çok zeki bir kızsın.” Gözlerini yola çevirdi, kirpikleri ileriye atılmak için bekleyen zehirli oklar gibi duruyordu.
“Onu oraya çağıran benmişim gibi davranmayı kes, onu görmeyi beklemiyordum bile.” Bakışlarımı cama çevirip yansımamı izlemeye başladım. “Onu görme beklentisini arkamda bırakalı çok oluyor.”
“Ama öyle bir beklenti vardı.”
“Ne duymayı bekliyorsun?” diye sordum açıkça. “Ortalığı karıştıracak şeyler yapmayacaktır.”
“Ondan bu kadar eminsin?”
“Evet,” dedim üzerine basarak. “Ondan eminim.”
“Hadi ya?” Sinir bozucu bir şekilde gülünce ona omzumun üzerinden ters ters baktım.
“Evet, ondan eminim ama senden bir türlü emin olamıyorum.”
Onun suratının ortasına bir yumruk inmiş ve bu yumruğun sahibi benim kelimelerimmiş gibi bana baktığında, ben kendimde ona bakacak gücü bulamamıştım.
“Öyle mi?” diye sordu, sesindeki tını beni durdurmadı ama normalde duraksatabilecek kadar derin bir tınıydı.
“Evet,” dedim. “Ne zaman senden emin olacak olsam, her seferinde o ihtimali gözlerimin önünde ateşe veriyorsun.”
“Benden emin olma zaten,” dedi buz gibi sesiyle, gözlerinde de aynı soğukluğu taşıyordu şimdi. “Ama sadece benden değil, bu hayatta kimseden emin olma. Sana gülümseyen, seni bir zamanlar seven herkesin sana daima sadık olacağını, seni sevmeye devam edeceğini sanıyorsan kötü bir haberim var, en büyük düşman, bir zamanlar en yakının olandır ve düşmanın en büyük maskesi her daim gülümseyişidir.”
“Bunları konuşmak istemiyorum, Alaşan,” dedim. Sinirlerim yeterince bozulmuş, duygularım zaten altüst olmuştu, bir de o üzerime gelsin istemiyordum. Sessizliğimle baş başa kalmak istiyordum çünkü o sessizliğin en büyük gürültü olduğunu biliyordum ve bu gürültü beni zaten hırpalıyorken, bir de onun beni yıpratmasını istemiyordum.
“Onu görmek seni bu kadar mı etkiledi yani?” Sinir bozucu gülüşü kulaklarımı tırmaladı. “Bana karşılık veremeyecek hâle gelmene neden olacak kadar mı etkisi altına aldı seni?”
“Neden hiçbir duyguyu sessizce yaşamama izin vermiyorsun?” diye sordum bir anda patlayarak. Ona doğru döndüm. “Kafanda ne dönüyor bilmiyorum ama Özay benim için değerliydi, geçmişimde bıraktığım güzel günlerimdi. Her şeyi elinden alınmış bir insanın eskiden tutunduğu güzel şeyleri hatırlama düşüncesi bile mi korkunç senin için? İnsanı insan yapan duygulardan da mı tiksiniyorsun sen? Söylesene, ne bu? Burada duracağız ve Özay’ın bir zamanlar benim için ne kadar önemli olduğunu mu tartışacağız? Rahatlayacak mısın? Girdiğin bu anlamsız kıskançlık krizi midir nedir, her ne boksa, ben konuşunca sona mı erecek sanıyorsun? İşleri çıkmaza sürükleme.”
Bir an söylediklerim onu duraksattı, aracın hız göstergesi tepelere fırladı, kalbimdeki çarpıntı korkulara sarılarak şiddetlenirken Kartal kaşlarını çatıp savunma mekanizmasını devreye soktu.
“Seni kıskanmak mı? Böyle çocukça bir düşünceyi var etmene sebep ben miyim? Seni neden kıskanayım?”
“Daha kendine bile itiraf edemediğin sebepleri benden duymayı bekliyorsan, daha çok beklersin.” Gözlerimi yola çevirdim. “Düşün, kafayı ye, hatta kafan ile birlikte ne bok yersen ye. Çocukça düşüncelermiş, sen şuna cevap bulamadığım sorular var, seni püskürterek o sorulardan kurtulabilirim sanıyorum desene? Boş versene ya. Ben senin rehabilitasyon merkezin değilim. Bulmaya çalıştığın yolu ya kendin bul ya da o yolda kaybol.”
“Lavin,” dedi sertçe.
Elimi kaldırıp, “Sus,” dedim düz bir sesle. “Benim ne yaşadığım, ne hissettiğim, ne yapacağım seni ilgilendirmiyor. Duygulara yer yok diye gezinen bir adamın böyle sebeplerden çocukça tartışmalara girmesi trajikomik ama benim buna gülecek hâlim bile yok. Şunu bil, Doktor. Ben istersem acı çekerim, istersem biriyle bağ kurarım, istersem çeker giderim. Hepsi benim seçimim. Hepsi ben istersem olur, sen istersen değil. Üzerimde söz sahibi değilsin, hayatımda söz sahibi değilsin, benimle ilgili hiçbir konuda söz sahibi değilsin. Hatta senin planlarını bozmadığım sürece bana bağırmaya da hakkın yok.”
Elini aniden direksiyona sertçe vurarak, “Sana bağırdığım falan yok!” dedi yüksek sesle, ona gözlerimi devirerek baktım. “Üzerinde söz sahibi olmadığımı biliyorum, her fırsatta pençelerini çıkarıp bana geçirmekten vazgeç.”
“Biliyorsan ona göre davran,” dedim sadece.
Bir şimşek gökyüzünde damarlara ayrılarak rengini yeryüzüne emanet ettikten hemen sonra gök gürültüsü tüm şehri inletti. Gözümü alan ışığa bakmayı sürdürdüm, gökyüzünden düşmeye bağlayan yağmur taneleri öyle hızlıydı ki onları takip edemedim. Turuncu ışığını yayan sokak lambasının altında ilerleyen siyah kedi, koşar adımlarla karşıdan karşıya geçti, araç biraz daha hızlandı ve açık duran camdan içeri yağmur damlaları uçuşarak tenime saplanmaya başladı.
“O herif kuzen olmadığımızı söylerse bu büyük olay olur,” dedi konudan sapmak istiyormuş gibi.
Sertçe, “Böyle bir şey yapmayacak,” dedim.
“Kendinden bahseder gibi emin konuşma şunun hakkında.” Kartal dişlerini sıktı. “Çok saçma amına koyayım.”
“Saçma olan ne? Bir insana güvenmek mi?”
“Seni bırakıp siktir olup gitmiş, sen orada yapayalnızken gününü gün etmiş bir pezevenge güvenmen,” dedi, öyle hararetli bir şekilde kurmuştu ki bu cümleyi, ona bakakaldım. Bir süre söyledikleri kafamda bozuk bir plak misali dönüp durdu.
“Onu gönderen bendim.”
“Kendini böyle mi kandırıyorsun?”
“Sen ne anlarsın?” diye sordum. “Hayatında hiç fedakârlık yaptın mı?”
“Yaptım,” dedi Kartal sertçe. “Şu an hayatımı feda ediyorum, anlıyor musun?” Kartal bana can yakıcı gözleriyle baktı, yağmur damlaları içeri girmeye devam ediyordu. “Kalabilirdi, anlıyor musun? Sen kovsan bile kalabilirdi.”
“Sen kalır mıydın?” diye sordum anlık sinirle.
Birden, “Kalırdım,” dediğinde o an zaman benim için duran bir saatti.
Söylenecek çok şey varken, söyleyecek hiçbir şey bulamamanın ağırlığını yalnızca yaşayan bilirdi. Kelimeler birçok anlama gelebilecekken, kurulan bir cümle bir romanın tüm gidişatını değiştirebilecek kadar önemliyken, sessizlik yine sadık dostum olmuş, kelimelerimi vurup beni kendine mecbur kılmıştı.
Oysa ben olabilseydim bir roman olmak isterdim, sayfalara sustuğum kelimeleri gömmek, bir gün anlaşılabileceğimi umut ederek raflarda tozlanmayı beklemek…
Gözlerini ilk kaçıran o oldu. Sessizce onu izlemeye devam ettim, cip bir sapağa girdi, şimşek gökyüzünü beyaza boyadı ve mürekkep sanki gökyüzüne kelimeleri yerleştirmek istiyormuş gibi karanlığı tekrardan etrafa yaydı.
Benimle kalırdı…
“Bunu bana acıdığın için mi yapardın?” diye sordum, sorum dilimin ucunda dikenler varmış da ilk yutkunuşumda o dikenler boğazıma saplanacakmış gibi hissetmeme yol açmıştı.
Bana cevap vermedi. Bakmadı. Konuşmadı. Sadece arabayı sürdü.
Eve gelip, asansöre binmek yerine karanlık merdivenleri kullanana, evin içine girip koridordaki bir diğer karanlık ile karşılaşana dek hiç sesini çıkarmadı. Duş alıp dişlerimi fırçalamıştım. Kısa, penye bir şort ve askılı tişört ile odama döndüğüm sırada saçlarım hâlâ ıslak olmasına rağmen tam tepeden bir kuş yuvası misali topuz şeklinde toplu duruyordu. Salonda telefonla konuştuğunu kendi odama girdiğimde fark ettim.
“Acil bir işim çıktı, o yüzden ayrıldım,” diyordu. Arkadaşlarından biriyle konuştuğunu kavrayıp makyaj masasındaki nemlendirici kremin kapağını kaldırarak açtım, kremi ellerimin üzerine sürüp ellerimi ovmaya başladığımda o konuşmaya devam ediyordu. “Biliyorum, bu konuyu uzatma, İrem’in de hiç işi yok hemen size yetiştirmiş. Ters bir şey olmadı, değil mi?” Sustu, kremi parmaklarıma yedirmeye devam ettim. Aynada karanlığın sildiği yansımamı göremiyordum. “Tamam, bu konuyla ilgili başka soru duymak istemiyorum. Hayır, sadece kafam sik gibi. Yatıp zıbaracağım, beni rahatsız etmeyin yarın akşama kadar.” Bir süre sessiz kaldı, telefonu kapattığını düşündüm ama sonra tekrar konuştu. “Bana şu sikik soruyu sorup durma.”
İşte şimdi telefonu gerçekten kapatmıştı.
Masanın önünden kalkıp yatağa doğru ilerledim. Dün ne kadar yakınsak, bugün o kadar uzaktık. Dün aramızdaki mesafe bir adımken, şimdi uçurumlardı.
Kartal’ın gözlerine sinen öfkeyi hatırladım. Özay’a onu tanımadan beslediği kini, bana bakışını, dokunuşu, meydan okuyuşunu… Özay ve Kartal birbirlerine hiçbir açıdan benzemeyen, tamamen farklı iki adamdılar. Özay hayata aydınlık bir pencereden bakıyordu, Kartal ise tam tersiydi, karanlık bir evdeki kırık pencereden dışarıya bakıyor, ileride yanan ışıkları izliyordu. Avuçlarımı birbirine yaslayıp, yanağımı elimin tersine yerleştirerek yatakta cenin pozisyonu aldığımda kalbimdeki ağrının asıl nedeninin hangisi olduğunu merak ettim. Aydınlık bir pencereden beni izlediği o evde hatıralarımızı yaşatan Özay için miydi bu, yoksa karanlık evde, altında olduğum ışıkları izlerken kırık camlardan sızan soğuğu teninde hisseden Kartal için miydi?
Bir süre karnımda beni terk etmeyen bir ağrıyla aynı pozisyonda kaldım ve bunu düşündüm ama bu şey ben düşündükçe büyüdü, ben düşündükçe daha da karanlıklaştı, ben düşündükçe içinden çıkılmayacak kadar karmaşık bir labirent hâlini aldı.
Sonunda yataktan fırlayıp kalktım, kapıyı açıp kendimi büyük bir hızla koridora attım. Kartal salondaki koltukta oturuyordu, beni fark etti ama kafasını çevirip gözlerini gözlerime değdirmedi. Elleri iki bacağının arasında yumruk şeklinde sarkmıştı, yanında ilk defa içki şişesi yoktu, gözleri camdaydı. Camdan içeri sokak lambasının ışığı sızıyor, ışığın çektiği çizgi onun bir gözünü aydınlığa boğuyor, yüzü ise karanlıklara gömülmüş gibi duruyordu.
“Senden bir cevap bekliyorum,” dedim birdenbire. Gözlerini ağır ağır yumup geri açtı. “Arabadayken sorduğum sorunun cevabını.”
Saniyeler geçti. Dakikalar geldi.
Ona yaklaşıp, içinde ateş yanıyormuş gibi görünen tek gözüne baktım, ardından karanlığa gömülmüş yüzüne…
“Bir cevap bekliyorum.”
Bakışları yüzüme dokundu. “Neden merak ettin?”
“Neden cevap vermiyorsun?”
“Bilmem,” dedi. “Belki sadece cevap vermek istemiyorumdur ya da belki kafanı kendimle doldurmak istiyorumdur.”
Söylediğinin yankısı içimi sızlatsa da “Bir cevap bekliyorum,” dedim.
“Amacım ne asla bilemezsin,” dedi Kartal, üst dudağı yavaşça yukarı kıvrıldı. “Ama eğer amacım gerçekten kafanı benle doldurmaksa, amacıma ulaşmışım gibi görünüyor.”
“Tuzak kurduğunu mu düşünüyorsun?”
“Belki,” dedi omuz silkerek.
“Bana acıdığın için mi kalırdın?” diye sordum tekrardan.
O da sanki bir karşılık vermezsem istediğim cevabı vermeyecekmiş gibi, “Onu gördüğünde ne hissettin?” diye sordu bana, sesi düz, duyguları gizli, gözleri ise bir bıçak gibi bilenmişti.
“Bilmiyorum.”
“O zaman ben de bilmiyorum.”
“Yani bu acıdığın için mi demek oluyor?”
“Zeki bir kızsın ama aptal rolünü de çok güzel yapıyorsun, demek oluyor.”
Başımı omzuma doğru yatırıp, “Bir cevap vermek yerine dansöz gibi kıvırıyorsun,” dedim açıkça. “Çok cesur olduğunu savunan birisin ama bir kadına kafandakileri direkt söyleyemeyecek kadar yüreksizsin.”
Dişlerini sıkınca yüzü çukurlarla doldu.
“Zorluyorsun,” dedi. “Beni konuşturmak için benim yöntemlerimi kullanıyorsun ama unutma, o yöntemleri var eden benim ve hiçbir şey yaratıcısı üzerinde etki yaratmaz.”
“Etki yarattığını gözlerimle görüyorum ama?” Ona kafa tutar gibi baktım, ifadesiz gibi görünen yüzünü sarmaya başlayan duygular, zehirli sarmaşıklara benziyordu. Dişlerini sıkmaya devam etti, çenesi tam şu an kaskatı görünüyordu. “Nasıl?” diye sordum. “Kendi yönteminin tesiri altında kalmak nasıl hissettiriyor, Alaşan?”
“Benden asla bir cevap alamayacak olman seni çıldırtıyor, hırçınlaşıyorsun. Bana her zaman meydan okuyabileceğini sanıyorsun ama sen asıl meydanı kendine okuyorsun.” Cümleleri arka arkaya atılmış bombalar gibiydi, patlayarak her yanı sis altında bırakıyordu ve ben sislerin arasında yürürken her an içimde büyüyen bir vurulma korkusuyla adımlar atıyordum.
“Bu dünyada kimsenin seni yere seremeyeceği düşüncesini kendine öyle bir empoze etmişsin ki, birlikte bu yola çıktığımız günden beri her gün o düşüncenin biraz daha ölüşünü izliyorsun. Önünde can çekişe çekişe ölen düşüncene tutunup, ona sarılmaya, onu yaşatmaya çalışıyorsun. Çok geç, biliyor musun? Güçlüsün ama sandığın kadar değil. Bunu o arabadayken gösterdin, bunu Özay’ın karşısındayken gösterdin…”
“O ismi ağzına alarak beni daha çok öfkelendirebileceğini sanıyorsun.”
Ona sadece baktım.
Gözlerini kaydırdı, yumdu, tekrar açtığındaysa şimdi o gözlerde mahşerin ateşleri yanıyordu.
“Doğru,” dedi aniden oturduğu yerden kalkarken. “Bunu başardın.”
Tam ağzımı açacağım esnada, Kartal beni aniden iki bileğimden tuttu, kollarımı havaya kaldırdı ve ben daha ne olduğunu anlamadan beni sertçe pencereye yasladı. Açık duran pencerenin dışındaki soğuk sırtıma bilenmiş buzlar saplar gibi tenimi ürpertirken, kollarımı havaya kaldırdığı için tişörtümün de etekleri havaya kalkmış, karnım boydan boya açılarak ortaya serilmişti. Kartal ellerimi tamamen kaldırdı, parmak uçlarımda yükselmeme neden oldu ve ellerimi bükerek pencerenin tavan kısmına bastırdı. Şimdi açık kalan sırtımda soğuğun kolları dolaşıyor, gözlerimde büyüyen duyguların gölgeleriyse onun üzerine devriliyordu.
Dışarıda yağan yağmurun damlaları tenime bıçak gibi saplanıyordu. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında panik duygusuyla kafamı geriye doğru attım ve topuzum çözülerek saçlarımı özgür bıraktı. Özgür kalan saçlarım evin penceresinden aşağı sarktı, rüzgâra tutunarak savruldu.
“Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordum sertçe, bileklerimi onun gücüyle tenime mühürlediği avuçlarından kurtulmaya çalıştım ama nafileydi, tek eliyle bir evi yıkabilecek kadar güçlü olduğunu hissettirmişti bana. Öfkesi… Öfkesi bir dağı ayaklarının önünde un ufak edebilecek kadar kuvvetliydi.
“Sana öfkemi gösteriyorum,” dedi tehlikeli gözleri gözlerime mıhlı dururken. Nefesi tenime dökülünce yutkunup ona meydan okur gibi çenemi diktim. Dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı ama bu tebessüm, ölüm saçan bir hastalık gibiydi. İçime yayılacaktı. Ölümün kollarına onun kollarında taşınacaktım, o kollarda güvende olduğumu sanacaktım ama o kollar beni ölüme götürecekti.
“Bırak beni.”
“Seni bırakmamı istesen, bunu gerçekten istesen, bana tekmeyi geçirirsin.” Ellerini bileklerime daha sert bastırınca tamamen parmak uçlarımın üzerine kalktım. “Sen seni bırakmamı değil, sen sana teslim olmamı istiyorsun.”
“Olabilirmişsin gibi,” dedim burnumdan sert bir nefes vererek.
“Bak bunu anlamışsın, Lavin,” dedi Kartal. “Ben teslim olabilecek bir adam değilim. Ama sen benden silahlarımı alıyorsun, beni savunmasız hâle getiriyorsun. Sen beni teslim olmak zorunda bırakıyorsun. Bu istekli bir teslimiyet değil, benim rızam yok ama seninle savaşabilmem için elimde bir şeylerin kalması gerek. Hepsine el koyuyorsun.”
“Benim hiçbir şeye el koyduğum yok.”
“Öyle mi?”
“Evet. Sen teslim oluyorsun, silahlarını yere bırakıyorsun, onlara dokunmuyorum bile.”
“Buna mı inandırdın kendini şimdi de?”
“Doğru olan bu. Ben senden silahlarını almadım.”
“Aldın,” dedi. “Benimle uyudun, benimle neden uyuyorsun?”
“Bu silah değil.”
“Silah, uykusuz geçirdiğim gecelerdi. Silahımdı bu benim. Gözüme girmeyen her damla uyku için, o damlalar kadar çok kan dökecektim ben. Sen beni zayıflatamazsın. Beni kimse zayıflatamaz. Sen hile yapıyorsun. Sen bu kumar masasına, hile yaparak elimdekileri almak için oturdun.”
“Sadece uyku. Hepsi bu. Bir daha olmaz, uyumayız olur biter.”
“İşte anlamadığın bu, sen istemesen bile ben seninle uyurum çünkü sen bunu istememe neden oldun.” Gözlerinin içine bakarken kelimelerim, onun kelimelerinin alevleriyle yanmış, bitmiş, kül olmuştu sanki. Bileklerimi daha sıkı kavrayıp, “Bana kendinden parçalar bırakman, beni silahlarımdan etmen demek. Sen kendinden her bir parça için, benden bir silah alıp götürüyorsun ve ben, tıpkı bir aptal gibi o parçalara sahip olabilmek için silahımı kaybediyorum,” dedi, nefesi tenime ölüm gibi yayıldı. “Sen bu kumara hile karıştırdın, beni senden parçalarla kandırdın.”
“Ben bunu yapmadım,” diye fısıldadım.
“Yaptın!” dedi bir anda yükselerek. “Yaptın, Lavin.”
“Ben… Bunu yapmadım.”
“Benden aldığın bir silah da benim irademdi,” dedi Kartal. “Sönmüş bir ateşin külüne üfledin, onu yeniden yakamazsın sandın ama o kül yeniden alev aldı.”
“Ne demek bu?” diye soracakken bir anda dudaklarını dudaklarıma yaslayıp, beni sertçe öpmeye başladı. Dağıldım. Kalbimi açıp kimseye onun ne hâlde olduğunu gösteremezdim ama başını göğsüme yaslayan biri, kalbimin attığı yardım çığlıklarını duyardı. Kartal beni daha ne kadar parçalayabilirdi bilmiyordum, daha fazlasının olmasından korkuyordum ama ateşe giden bir pervaneydim ve bunu durduramıyordum. Bir şimşek daha gökyüzünün teninde damarlara ayrıldı, gökyüzünü beyaza boyadı, beyaz ışığın vurduğu tenim şeffaflaştı ama dudaklarım Kartal’ın dudaklarından ayrılmadı.
Beni öpüşü telaşlı, aceleci, hırslıydı. Beni öpüşü tutkulu, ihtiraslı, ateşler içindeydi. Beni öpüşünde ihtiyaç vardı. Bana yasladığı birtakım duyguların benim geri adım atmamla nasıl dağıldığını, nasıl bir harabeye döndüklerini bana göstermek istiyor gibiydi. Üst dudağı iki dudağımın arasına girince, alt dudağım onun dudakları arasında hapis kaldı ve o ılık his, son sürat kalbimden karnıma doğru akmaya başladı. Sanki kalbim bir mumdu, alevleri duygularımdı ve kalbimden damlayan her duygu, karnıma akıp orada donuyor, orada kalıplaşıyordu.
Beni öpüşü çaresiz, alıngan, kırgındı.
Dudaklarımız birbirine dolanan zincirler gibi bir anda birbirlerinden koptuklarında, nefesimden dökülen bir yenilgiyle ona baktım ama karşımdaki adam ellerinde zaferi tutmuyordu, o da benim gibi yenilgiye uğramıştı.
Alnını alnıma bastırırken, “Böyle olmamalıydı,” diye fısıldadı.
Yutkundum. Evet, böyle olmamalıydı.
Bizi bağlayan bir ölüm, bizi koparmaya çalışan da bir geçmiş olmamalıydı.
Ona bir şey söyleyemedim. Bileklerime kalbi gibi sıcacık bastırdığı avuçlarına nabzım dökülürken öylece bekledik. Bileklerimi serbest bırakıp geri çekildiği sırada ayaklarımın bir anda yere basması tüm dengemi altüst etti, bir an geriye doğru sendeledim. Kalçam pencerenin korkuluğuna yaslanmadı, düşeceğimi hissetmenin paniğiyle kendimi ileri atmaya çalıştığımda, belime dolanan kolları olmasaydı biliyordum ki yere çakılıp, saniyeler içinde ölecektim.
“Ben seni tutarım da,” diye fısıldadığında ılık nefesi dudaklarıma dökülmüştü, “senin niyetin gitmek.”
“Ben…”
“Seninle uyumamaya çalışacağım,” dedi. “Tamam. Ama sanma ki bu bana silahımı geri vermek, bu silah karşılığında verdiğin parçayı almak, silahı da o parçayı olmasını istediğin gibi unutmamı beklemek.”
Geri çekilince bir an öyle boş hissettim ki sanki göğüs kafesimin içinde bir kalp yoktu, damarlarım toprağı görünen bir nehir gibi kupkuruydu. Tam sırtını dönecekken, ona doğru bir adım atıp, “Saçmalama,” dedim. “Şimdi tıpkı senin gibi uykusuz geceler geçirmemi mi istiyorsun benden? Bu çok bencilce, Doktor. Ben seni değil, kendimi düşünüyorum, yoksa seninle uyumaya çok da meraklı değilim ama ne yapalım artık, bir çocuğun oyuncağına alıştığı gibi, bana seni alıştırdın.”
Tek kelime etmeden bana baktı. Bakışları kasabama vuran deli bir rüzgâr gibiydi, dilinin ucuna biriken tüm cümlelerin bir roman sayfasına bile sığmayacak kadar fazla olduğunu hissettim.
“Benim kollarımdayken başka bir adamı düşüneceksen, tıpkı sen de bu gece benim gibi uykusuz kalabilirsin.”
Bir insanın dünyasını başına tek bir cümleyle yıkabilir miydiniz? O yıkabiliyordu. Bazı sivri yerleri vardı, bu sivrilik ruhunun en ücra köşelerinde bilenmiş gibiydi. Bakışlarım yüzünde boğulmaya başladığında bana söyleyeceği başka bir şey yok gibi duruyordu ve ben karşısında yere çarpılmış bir bardak gibi paramparçaydım ama bunu görmesini istemiyordum.
“Ben seni ne zaman anlamaya çalışsam, sen beni zihnimden vuruyorsun. Ve ben buna rağmen seni anlamaya çalışmaya devam ediyorum. Belki de beni zihnimden vuran sen değilsindir, belki de ben alnımı senin namluna bastırıyorumdur. Bilmiyorum.”
Yanından geçip ondan uzaklaşmaya başladığımda, arkamda kalan bakışların özünde hangi duygular saklıydı, bilmiyordum. Kafam allak bullaktı ve yalnız kalmak istiyordum. Ona attığım adımı durdurmamış, ona giden ayağımı kesmişti.
Bir bilinmezliğe doğru sürükleniyordum, gün geçtikçe daha çok kayboluyordum, kendimden gidebildiğim kadar uzağa gidiyor, belki de olduğum insandan kaçıyordum. Anlamak konusunda güçlük duyduğum birtakım duygular vardı. Kendime yediremediğim, belki de kabullenemediğim… Ama varlıklarından haberdar olduğum.
O gece uyku beni terk etmişti. Sabaha karşı banyonun kapısını sertçe kapattığını duymuştum, sonrasında tenine akmaya başlayan suyun sesi dört bir yana yayılmıştı. Doğrulup bir sigara yaktım. Daha sonra kapının açılıp kapandığını duydum, gözlerim odanın kapısına kaydı, bir süre kapıyı izleyip dışarıdaki seslere odaklandım.
“Akademiye gitmiyor musunuz?” diyordu Yunus, onun geldiğini fark edince sigaradan son bir duman aldım ve söndürmek için sigarayı kül tablasının dibine bastırdım. “Lavin nerede?”
“Nereden bileyim ben, Lavin’in çobanı mıyım?” diye sordu Kartal sertçe. Durgun gözlerle kapıya baktım. Öfkesi hâlâ taze olsa gerekti.
“Tersinden kalktın herhâlde?”
“Germe beni. Son durum ne?”
“Olan bir durum yok,” dedi Yunus. “Söylediklerini hallettim. Akşam olanlardan dolayı mı bu kadar gerginsin sen?”
“Gergin olduğumu da nereden çıkardın? Götünden element uydurma.” Kartal’ın adımlarının koridora düştüğünü duydum.
“Kafandan dumanlar çıkıyor, bu benim uydurmam değil. Bu yanık kokusu düşüncelerinden mi geliyor yoksa?”
“Ne kadar komiksin sabahın köründe. Bu neşeni neye borçlusun?”
“Seni bu hâlde görmek beni keyiflendirdi.”
Yavaşça gülümsedim. Yunus, Kartal’a her ne kadar değer verse de onu en kolay öfkelendiren insanlardan birisiydi. Bazen bilinçli bir şekilde bunu yaptığını düşünüyordum, Kartal’ın en saf duygularını duymak istiyormuş, o duygulara erişmenin yolu onu öfkelendirmekten geçiyormuş gibi.
“Ne hâldeymişim ben?” Salona ilerlediklerini fark ettim ve sesler bir anda kesildi. Komodinin üzerindeki telefonum titreyince gözlerim yavaşça telefona kaydı, bildirim panelinde Emir’in adını görünce gözlerimi kıstım.
Emir: Bugün gelmiyor musunuz?
Lavin: Hayır.
Emir: Neden, bir sorun mu oldu?
Lavin: Hayır.
Emir: Kartal’a söyler misin, buluşmamız gerekiyor. Okula gelmelisiniz ya da dışarıda bir yerde de buluşabiliriz.
Lavin: Bir durum mu var?
Emir: Denilebilir.
Lavin: Peki, bir konuşurum.
Emir: Bana mı bozuksun?
Lavin: Hayır, neden?
Emir: Her zaman rüzgâr estirirdin ama şimdi buz üflüyorsun…
Lavin: Sana karşı mahcup hissettiğim bazı konular var, biliyorsun.
Emir: Karşılıklı güven sağlamanın bir yolunu bulabiliriz. En azından ben, bu konu dışında bana yalan söylemediğini biliyorum.
Lavin: Kartal ile konuşur, sana haber veririm.
Emir, verdiğim cevaptan sonra herhangi bir şey yazmadı. Telefonu parmaklarımın arasında çevirip tekrar komodine koydum. Üzerimi değiştirmek için elbise dolabının önüne geçtim, aynadaki yansımamı görmemek için dolabı hemen açarak ince bir kazağı kafamdan geçirdim, bol bir kazaktı ve üzerime mini bir elbise gibi olmuştu. Kazağın içinde kalan saçlarımı dışarı alarak altımdaki şortu çıkardım. İnce, siyah bir tayt giyerek odadan çıktım. Koridorda ilerlediğim sırada aralarında geçen konuşmayı duymaya başladım. Onları dinlemek istemiyordum ama daha fazla şey duyabilmek için yavaş adımlar atıyordum. Bu hiç doğru bir davranış değildi.
Yunus Emre, “Sen bu kızdan ne istediğini bildiğine emin misin?” diye sorunca adımlarım sekteye uğradı. “Bir öylesin, bir böyle. Bir gün kıza dostunmuş gibi davranıyorsun, bir gün azılı düşmanın. O kız da senin alnına silah dayayarak gelmedi, onu buraya sen getirdin.”
“O benim ne dostum ne de düşmanım,” dedi Kartal sertçe, gözlerimi zemine indirdim, koridor doğan güneşin aksine kapkaranlıktı, yerde sürünen bir gölgem bile yoktu.
“Ona karşı eskiden de mi böyleydin sen?”
Durdum, anılarımın içinden bana, “Yabani,” diye seslenir gibi oldu.
Kartal bastırarak, “O benim ne dostum ne de düşmanım,” dedi tekrardan sertçe.
“O senin hiçbir şeyin mi yoksa?”
“Hayır.”
Duraksadım.
“O zaman neyin?” Yunus Emre’nin sorgu içeren sesi, benim içimdekileri çıkmaza sürüklüyordu. Kısa süren sessizlik, benim içimde kopmak için büyüyen fırtınanın şiddetli esintilerini duygularıma çarpıyordu.
“Buna senin bile cevabın yok, öyle değil mi, Kartal?”
“Bana böyle salakça şeyler sorma,” dediğini duydum, sesi karışık gelmişti kulağıma, sanki kendisi bile bazen kendisini anlamıyormuş gibi. Ya da belki de kendisini en çok o anlamıyordu. “Çok aptalca, gereği yok.”
“Buna kim karar veriyor? Sen mi?”
“Sabah sabah kafa sikmeye mi geldin? Ona da böyle saçma sapan şeyler söyleyerek kafasını karıştırmıyorsun, değil mi?”
“Onun kafasını karıştıran sensin,” dedi Yunus içimi okuyormuş gibi.
“Ben mi?” Kartal’ın şaşkınlığını hissettim. “Ben ne yapmışım da kafasını karıştırmışım? Ben onun kafasını karıştıracak bir şey yapmadım.”
“Seni zeki bir adamken, aptal bir adama dönüştüren şey de bu.” Yunus Emre’nin gülüşünü duydum. “Bazı duygular var, seni koca bir salağa dönüştürüyor.”
Kalbim, bazen aceleyle çarpardı, bazen sanki göğsümün içi bomboşmuş gibi sessizce, bazense yaşadığımı hissettirecek normal bir hızla… Elimi kalbime bastırdığımda, kalbimden akan seslerin dilim kadar sessiz olduğunu fark ettim. Sanki kalbim yerinde değildi. Sanki kalbimin olması gerektiği yerde durmuş bir saat vardı. Afalladım.
“Neyden bahsediyorsun bilmiyorum ama salak saçma konuşmalar yaparak benim ayarlarımla oynama.” Kartal’ın son cümlesi üzerine adımlarımı hızlandırarak salona girdim çünkü daha fazla detaya maruz kalmak istemiyordum, aklım daha da karışsın istemiyordum.
Kartal her zaman önünde olduğu bar tezgâhına içki şişesini bırakırken gözleri hızla bana çevrildi ama benim bakışlarım onda fazla kalmadan Yunus’a döndü. Yunus köşedeki koltukta oturmuş, bir bacağını kırarak ayak bileğini diğer dizinin üzerine yerleştirmişti. Beni görünce dudakları usulca yukarı kıvrıldı, her zaman şişkin duran göz altlarını saran küçük kırışıkları görünce ben de gülümsedim.
“Günaydın uykucu, uyuyor muydun?” diye sordu Yunus Emre, başımı iki yana salladım. “Gözlerin uykudan yeni uyanmış gibi şiş ya da hiç uyumamış gibi…” Kartal’ın bana baktığını hissettim ama Yunus’un cümlesine karşı ifadesizliğimi korudum.
“Yorgunum biraz. Ama şu an en kısa zamanda tekrar yapboz yapmak isteyecek kadar enerjiğim.”
Yunus sırıttı, bu onu tanıdığımdan beri hiç rastlamadığım bir şeydi, insanı şaşkınlığa uğratıyordu.
“Bana uyar, bu beceriksizin isteyeceğini pek sanmıyorum ama.”
“Sıkıcısınız,” dedi Kartal, ona bakmadım.
“Hafta sonu çiftliğe gidelim mi?” Yunus Emre’nin bu teklifi kaşlarımı kaldırmama neden oldu. “Leyla’nın dedesinin çiftliği. Bursa’da.” Onun ismini aniden zikretmesi canımı yaktı, söyleyecek bir şey bulamadığım için onun yara kabuğu rengindeki gözlerine bakakaldım. “Bu sabah dedesinin şoföründen bir telefon aldım, sağlık durumu pek iyi değilmiş, beni görmek istediğini söylemiş. Tek başıma gitmek istemiyorum.”
“Zafer amca mı?” Kartal’ın sorusu üzerine Yunus başını salladı.
“Evet, zaten yaşanan birçok olayı taşıyamadı kalbi, birçok kez anjiyo olmuştu. Şoförü Emrullah Bey’in söylediği kadarıyla son günlerde durumu daha da kötüye gitmeye başlamış. Doktoru onun tekrar anjiyo olamayacağını, başka bir işlemi kaldıramayacağını söylemiş.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Demek ki Leyla’nın ailesi Yunus’u çok seviyordu, aralarında bir bağ oluşmuştu. Şimdi Leyla dünyada olmasa bile o bağ hâlâ vardı.
“Gideriz o zaman,” dedi Kartal, gözlerimi omzumun üzerinden ona çevirdim, içki şişesinin kapağını usul usul çevirmeye başlamıştı. Bana bilinçli olarak bakmadığını hissettim.
“Lavin’e de fikrini sordum, alkolik,” dedi Yunus sertçe. “Sabahın bu saatinde içme bari. Leş gibi kokacaksın.”
“Bana karışma, istediğim zaman içerim.”
“Benim için sorun değil,” dedim. “Çiftlikleri severim.” Bakışlarım Kartal’a çevrildi. “Bu arada Emir mesaj attı.”
“Ne zamandan beri bana durum güncellemesi veriyorsun?” diye sordu bana bakmadan.
“Sana durum güncellemesi verdiğim yok, seninle buluşmak istediğini söyledi.”
Şişenin bir kısmını viski kadehine boşaltıp, viski kadehini eline alırken, “Derdi neymiş?” diye sordu mesafeli bir sesle, gözlerimi boşluğa çevirip omuz silktim.
“Ne bileyim ben, ya akademiye gelin ya da dışarıda buluşalım diyor.”
“Akademinin oradaki bilardo salonuna gelsin, iki saat sonra.” Viskisinden bir yudum aldı. “Şu salak herifle muhatap olmak zorunda kaldığıma inanamıyorum.”
“Aptallık etmeseydin muhatap olmak zorunda kalmazdın, senin de karşındaki heriften bir farkın yok, hatta bence o herif zekiymiş.” Yunus Emre oturduğu yerden yavaşça kalktı. “Bu işi en doğru şekilde halletmeye bak, Kartal. Emir sıkıntı çıkaracak birine benzemiyor, sen yine de unutma, sinek de küçüktür ama mide bulandırır.”
“Bakacağım bir çaresine,” dedi Kartal. “Sen nereye?”
“Yatıya kalmamı mı isterdin?” diye sordu Yunus, bana göz kırpıp ensesini ovdu. “Gidip duş alacağım, sonra da Burakların yanına giderim. Onlara da açayım şu çiftlik meselesini.”
“Biz de birazdan çıkarız,” dedi Kartal. “Gidip öğreneyim şu veledin derdi neymiş.”
“Tamam. Haberleşiriz.”
Yunus evden ayrıldığında, Kartal ile aramızdaki mesafe bir uçuruma dönüştü. Benimle konuşmuyordu, ben de onun yüzüne bakmıyordum, aramızda ölümü çağrıştıran bir sessizlik vardı. Emir’e haber verdikten sonra saçlarımı örüp, üzerime crop kazak geçirdim, ardından kot pantolonumu da giydim.
Sporlarımın bağcıklarını bağladığım esnada telefon ile görüşüyordu ama konuştuklarına kulak misafiri olmadım. Araca geçtiğimizde kulağımda kulaklıklar vardı, aynı şarkıyı sürekli tekrara alıp dinleyerek geçirdiğim yolculuk çok uzun sürmemişti. Trafik sandığımın aksine daha açıktı, yağmur bulutları yeniden gökyüzüne yerleşmeye başlayarak güneşin önünü kesmiş, güneşi arkalarına alarak yeryüzünden gizlemişlerdi.
Bilardo salonunun altındaki otoparka giriş yapana kadar şarkıyı kapatmadım. Otoparkta çok oyalanmadık. Omuzlarıma sinmiş bir huzursuzluk hissiyle bilardo salonunun kapısından girdim. İçerisi duman altıydı, yoğun bir sigara kokusu vardı. Duvar kenarındaki bilardo masasının önünde Emir’i gördüm. Diğer isimler kadrajıma girmeye başladı. Berra, Ceyda, Suphi, İrem ve Cenk…
“Kuyruklarını da getirmiş,” diye söylendi Kartal sadece benim duyabileceğim bir sesle, cevap vermek yerine gözlerimi onlardan ayırmadan yürümeye devam ettim. Beni ilk fark eden Cenk oldu. Suphi’nin kulağına doğru eğilip bir şeyler söyledi, Suphi’nin gözleri usulca bize doğru döndü ve güldü.
“Aa bizimkiler de geldi,” dedi İrem elindeki istekayı bilardo masasının üzerine bırakarak. “Derste yoktunuz.”
“Selam,” dedim, zoraki bir gülümsemeyle sahte arkadaşlarımı selamladım. “Kartal’ın mide problemleri…” dediğimde Kartal’ın bana baktığını hissettim. “Hazım sorunu var, hazmedemiyor. Beni uğraştırdı biraz. Hasta olunca nazlı birisi oluyor.”
Kartal’ın kaşlarını kaldırdığını hissetsem de bakmadım. Cenk, “Seninle aynı evde mi kalıyor bu adam?” diye sorunca ona yandan bir bakış attım.
“Evet?”
“Seninle aynı evde yaşayan birisi mutfağın yolunu unutur, yemek yiyemez, iştahtan kesilir, ne yemiş ki neyi hazmedemesin?” Cenk bana sevimsiz bir şekilde gülümsedi. “Ah, alınmıyorsun değil mi?”
“Dakika bir, gol bir,” dedi İrem. “Bakma sen ona.” İrem bir anda koluma girip beni ileri doğru çekerek, “Akşam olanlardan sonra konuşamadık,” diye fısıldadı, Cenk bize kötü kötü bakıyordu. “Sen oradan ayrıldıktan sonra mesaj falan attı mı sana? Aradı mı seni?”
“Hayır,” dedim, Kartal’ın gözlerini üzerimde hissettim ama o bakışlara karşılık vermedim.
“İsmi neydi şunun?”
Derin bir nefes alarak “Özay,” dedim.
Bir an Cenk, “Özay mı?” diye sordu kaşlarını kaldırarak, sonra bakışlarını Suphi’ye çevirdi, bir süre bakıştılar ve o gözler yeniden bana doğru kaydı. “Sanırım bu kızın şu gıcık yüzünü nereden hatırladığımı anladım,” dedi gözlerini kısarak. “Sen bizim Özay’ın eski sevgilisi olmalısın.”
Duraksadım, anlam veremeyen gözlerle Cenk’e bakmaya başladığımda gözlerini devirip, “Telefonunda fotoğraflarınızı görmüştüm. Şimdi hatırladım seni,” dedi. “Yurt dışında tanışmıştık, farklı kampüslerdeydik ama birlikte takılırdık Suphi, o, ben ve birkaç arkadaş daha.”
İşte bu iyi değildi.
Duyduklarım karşısında gerildim, Kartal’ın bumbuz olmuş gözlerinin hedefindeki kişi ise bu kez Cenk’ti. Cenk başını geriye atarak ensesini Suphi’nin omzuna yaslayıp, “Aynı uçakta döndük biz. Antalya’ya senin yanına gideceğini söylemişti bize ama doğrudan Antalya seferi bulamadığı için önce İstanbul’a gelmişti. Karşılaştınız demek?”
Özay bu heriflere benim bir kuzenim olmadığını söyler miydi? İçimdeki huzursuzluk biraz daha büyüdü.
“Garip bir pişti olmuş,” dedi İrem. “Hâlâ peşinde sanırım.”
“Peşimde olduğu falan yok,” dedim ani bir refleksle. “Bizim ilişkimiz uzun zaman önce son buldu. Biz artık sadece arkadaş, birbirini tanıyan iki insanız.”
İrem, dudaklarını bükerek, “Seni kaybedecek kadar salakmış,” diye homurdandı.
Suphi istekayı bilardo masasının üzerine koydu. “Özay’ın seni arkadaş olarak gördüğünü düşünmüyorum, hâlâ ona karşı hislerin varsa bence ona bir şans daha tanı. Onu tanıdığım günden beri hayatına başka bir kadını almadı.”
Kartal’a bakmak istedim ama bakamadım, ne hissettiğini onun ağzından duymak istedim ama soracak cesaretim de yoktu. Özay’ın kalbinde hâlâ yaşıyor olduğum ihtimali bile zihnimde bir fırtınaya sebep oluyorken, bunun gerçek olduğunu görmek beni derinden sarsmıştı. Birbirimizin hatıralarında kalmış olmamız gerekiyordu. Bir şekilde hayatına devam etmiş olmasını dilemiştim ama öyle olmamıştı. Hâlâ fotoğraflarımızı saklıyordu. Benim ise başımdan aşağıya yağan fotoğraflarımız küle dönmüştü.
Bakışlarımı Suphi’den uzaklaştırdım. Suphi bir cevap vermeyeceğimi anladı ve üzerime gelmek yerine sessizliği giyindi.
“Lavin,” dedi Emir yavaşça. “Biraz gelsenize, hocanın söylediği bir şeyi anlatacağım. Şu buz dansı ile alakalı.”
Onlardan uzaklaşmaya başladık. Masalardan birinin önünde durduk, Kartal gergin bir çeneyle etrafına bakışlar fırlatmaya başladı, Emir ise gözlerini yüzüme dikmiş durumdaydı. Baskı altında hissediyordum. Kartal’ın sessizliği en büyük gürültüydü, o her ne kadar sussa da sessizliğinin gölgesi öyle ağırdı ki, beni eziyordu.
“Direkt konuya giriyorum,” dedi Emir, gözlerim usulca gözlerine çakılıp kaldı. “İşlettiği mekân nedeniyle biliyorum ki Sadık Parlak ilk şüphelinizdi, ofisine girebilmenin bir yolunu biliyorum.”
“İstesem ofisine ben de girerim,” dedi Kartal. “O adam önemli şeyleri ofisinde bırakacak kadar aptal değil.”
“Ama kişisel bilgisayarıyla karşı taraftan yönetebildiği iş bilgisayarını ofisinde bırakabilecek kadar aptal olabilir,” dedi Emir. Bir an bakışlarımı Kartal’a çevirdim, bana değil Emir’e bakıyordu ama ona baktığımı hissettiğine emindim. Bu konu ilgisini çekmişe benziyordu.
“Sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu Kartal, gözlerini Emir’den ayırmadan. Belli ki bu konu epey ilgisini çekmişti.
“Sadık Parlak’ın ofisine birçok kez gitmişliğim var, İrem’in de yakın arkadaşlarından biriyim, onlara gittiğim zamanlar Sadık amcanın kişisel bilgisayarıyla ofisteki bilgisayarı yöneterek iş yaptığını görüyordum.”
“Şimdi dikkatimi çektin işte,” dedi Kartal. “Peki o bilgisayara nasıl erişeceğini biliyor musun?”
“Ofise gideceğiz, ofise girdikten sonra bilgisayarı her türlü hallederiz,” dedi Emir kendinden emin bir sesle. “Mailleri kesin açık duruyordur, maillerinden de bir şeyler çıkarılabilir.”
“Şifreli bilgisayarı açamazsın, üstelik hareketlerini karşıdan gözlemleyebilir,” dedi Kartal. “Yakalanmak istiyorsun herhâlde?”
“Gece belli saatlerden sonra Sadık amca ne telefon ne de bilgisayar kullanmaz, o saati bekleyeceğiz,” dedi Emir. Kendinden emin duruyordu. “Bilgisayar şifresini kırmak benim için güç değil.”
“Bakalım dediğin gibi mi olacak?” Kartal, kaşlarını kaldırıp başını salladı. “Ne zaman yapıyoruz?”
“Bu gece. Ben de görmek istiyorum. O taraklarda bezi var mı yok mu bunu bilmek istiyorum.”
Kartal, “Benim için hava hoş,” dedi. “Gece bana mesaj atarsın.”
“Senin telefonun yok bende. Lavin’e yazarım.”
“Bana,” telefonunu cebinden çıkardı, “numaranı ver.”
Bakışlarımı Emir’den ayıramadım. Emir bir an duraksadı, sonra derin bir nefes alıp telefon numarasını verdi.
“Bu arada,” dedi Emir bana dönerek. “Özay konusu ne?”
“Duyduğunu anlama konusunda sorunların var sanırım,” dedi Kartal sertçe. “Her neyse, oyuna dönelim. Bir şeyler anlamasınlar.”
“Sana sormadım zaten,” dedi Emir. “Lavin’e sordum.”
“Bu konuyu konuşmak istemiyorum,” diye mırıldandım geri çekilerek. “Dönelim mi?”
Emir, “Öyle diyorsan,” dedi ve gözlerini kalabalığa çevirdi. Bizden uzaklaşmaya başladığında ben hâlâ Kartal’la aynı yerde dikiliyordum. Konuşacak bir şeyimiz yokmuş gibi hissediyordum, sanki yıllarca burada, bu şekilde susabilirmişiz gibi… Bir ara Cenk’in bize bakarak telefonla konuştuğunu gördüm, sonra yanlarına gitmemiz gerektiğini anlayıp, “Hadi gidelim,” dedim yavaşça.
Bilardo salonuna Toprak’ın girdiğini görünce bir an duraksayıp bakışlarımı onda sabitledim. Dışarıda bozmaya başlayan havaya ve ilik yakan soğuğa rağmen üzerinde bir sporcu atleti vardı, bol bir atletti ve göğsündeki kardelen çiçeği dövmesi görünüyordu. Kulağının arkasına bir dal sigara sıkıştırmış, saçlarını üç numara kestirmişti. Gözleri kalabalıkta gezindi, kalabalıkta gezinen gözler önce İrem’e, sonra da bana çevrildi. Birkaç saniye süren bakışmamızı sonlandıran yine onun kopkoyu, gece gibi bakan gözleri oldu.
“Lavin,” dedi Kartal ve birden dikkatim dağıldı. “Hazım sorunu derken ne demek istedin?”
“Bahane uydurdum,” dedim ifadesiz bir sesle.
“Öyle olmadığını ikimiz de biliyoruz.”
“O zaman ne olduğunu da biliyorsun, ne soruyorsun?” Ona omzumun üzerinden ters bir bakış attım. “Bizi bekliyorlar, yürüsene.”
“Hayırdır?” diye sordu Kartal bir anda parlayarak. “Hâlâ fotoğraflarını saklıyor olması seni derinden mi etkiledi yoksa?”
Beni durmadan bununla mı vuracaktı?
“Artık şunu keser misin? Kontrolsüzsün. Kontrolünü kendin kaybediyorsun ve o kontrolü benim kaybettirdiğimi iddia ediyorsun. Kendi isteğinle girdiğin bataklığın seni yutmaya başlamasının bedelini kimseye ödetemezsin.”
“Girdiğim bataklığın beni yutmasının suçlusu kimse değil,” dedi başını sallayarak. Yüzünü yüzüme yaklaştırmaması gerektiği kadar çok yaklaştırınca, birilerinin bizi görmesi endişesiyle yutkunup onun güneş gibi üzerime devrilen gözlerine baktım. “Ama ya o bataklık beni çağırıyorsa?”
“Her çağırıldığın yere gitme o zaman,” dedim geri çekilerek.
“Benden uzaklaşıyorsun,” dedi beklemediğim bir anda.
“Bir düşün bakalım, beni kim uzaklaştırıyor?”
“Onu gördüğün için mi?” Sorusu bir an bana çok ağır geldiğinden ona sadece baktım. İçimde yanan yangınlara rağmen ateşin sıcağını ona hissettirmeyecektim. Beni bir kez itmişti, ikinci kez çekmeye çalıştığında onu bu kez iten benim ellerim olacaktı.
Sessizlik aramızda büyüdüğü sırada, gözlerimiz yeniden bir aradaydı ama aslında apayrıydı. Hislerim beni onun gözlerinden usulca sürüklediğinde, gözlerimi çevirdiğim yerde dikilen kişi Özay’dı ve geçmiş, geleceğin önünde kan revan içinde duruyor, geleceğe meydan okuyordu.
Kartal’ın bende duran gözleri, gökyüzünde kayan bir yıldız gibi Özay’a çevrildi.
Özay’a bakarken içimdeki karmaşa biraz daha büyüdü. Özay’ın gözlerinde bana duyduğu merhameti gördüm; Özay’ın gözlerinde Kartal’a hissettiği nefreti gördüm. Özay’ın gözlerinde bana duyduğu özlemi, Özay’ın gözlerinde Kartal ile ilgili soruları gördüm. Ona açıklamam gereken şeyler vardı. Ona açıklamazsam, belki de her şey mahvolacaktı. Her şeyi geçmiştim, belki de Özay mahvolacaktı.
Tam Özay’a doğru döndüğümde Kartal güçlü parmaklarını bileğime sardı. Özay’ın gözleri yavaşça Kartal’ın bileğimdeki parmaklarına indi, ardından kaşlarının ortasında bir öfke çukuruyla tekrardan bana baktı. Kartal’ın sert nefesi yanağıma çarptı, kalbim yeniden sessizleşti, göğüs kafesimde boşluğun rüzgârı esiyordu. Elimi aniden sertçe çekince, Kartal’ın parmakları bir köprüyü ayakta tutan halatların koptuğu gibi koptu, köprü olan bileğim aramızdan kaydı, adımlarım Özay’a doğru düşmeye başladı.
Ona açıklamam gereken şeyler vardı. Ona söyleyeceklerim… Ona, bir zamanlar olduğu gibi susacaklarım… Beni yine anlar mıydı? Ona attığım her adımda Kartal ile aramızdaki mesafe açılıyor, gelecek arkamda beni izlerken, ben ayaklarımla yaralarımı kuşandığım geçmişime yürüyordum.
Tam önünde durduğumda gözlerinde benden gizleyemediği bir keder belirdi.
“Neden?” diye sordu kısık bir sesle.
Geçmişimizi, geleceğimizi, şu an olduğumuz yeri bile sorgulatan bir soruydu bu. Tek bir kelime. Tek kelimelik bir soru. Ateşe veriyordu ruhumu. Bakışlarım bakışlarına tutunurken, “Zaman ikimizden de çok şey götürmüş, değil mi?” diye sordum buruk bir gülümsemeyle, bu soruyu sormamla bilardo salonunun ses sisteminden Barış Manço’nun bir şarkısının melodisi yayılmaya başladı.
“Benden bir şey götürmedi.”
“Götürmüş. Büyümüşsün.”
“Seni götürmedi,” dedi beklenmedik bir şekilde. Gözlerim gözlerine tutundu, bir şeyler hissetmeyi bekledim, çok ağır şeyler hissediyordum ama hiçbiri önceden hissettiklerimin benzerleri değildi. Derin bir acı hissediyordum, çok derin bir ağrı, içimi yaran, içimi oyan, içimi delim deşik eden bir ağrı… Fakat duygular çok sessizdi, o kadar sessizdiler ki sanki arkamda, Kartal’ın ellerinde kalmışlardı.
“Özay, çok şey değişti,” dedim kendime yabancı gelen bir sesle. “Sen yokken öyle çok şey değişti ki. Seninle birlikte gitti…” Gözlerimi yere indirdim, Özay ise gözlerini benden alamıyordu. “Senin gitmeni isteyen bendim, evet ama onun gitmesini ben istememiştim. Yine de gitti.”
Özay şaşırdığını gizleyemeden beni izlemeye devam etti ama konuşamadı.
“Lütfen,” dedim. “Beni ele verme.”
Duraksadı. “Ne?”
Gözlerimi kaldırırken, gözlerim yaşlarla parlıyordu. “Lütfen bu işi deşme.”
“Lavin…” Sertçe yutkundu. “Neler oldu?”
Bir an zaman durdu, mekândaki saatin yelkovanı akrebin sırtına devrilip öylece kaldı. İki gözümden de aynı anda kayarak göz boşluğuma akan gözyaşını tutamadım. “Kardelen gitti.”
Özay ona tokat atmışım gibi baktı yüzüme. Bir an eli havaya kalktı, geri indi, durup gözlerimin içine bakarken gözlerini bile kırpamadı.
Özay, “Haberi öğrendikten sonra seni aramıştım ama ulaşamadım,” dedi, devamını getirecek gücü sanırım o bile kendinde bulamıyordu. Bir elini başına koyup, yüzünü buruşturarak, “Çok üzgünüm,” diye fısıldadı.
Başımı önüme eğdim, gözyaşlarımın kaybolmasını bekledim ama gözyaşlarım kaybolsa bile biliyordum ki içimdeki acı kaybolmayacaktı.
“Kartal,” dedi başını sallayarak. “Onu gözüm bir yerden ısırıyordu.” Zar zor konuştuğunu fark ettim, ağlıyor oluşum onu yıkmıştı. “Neden buradasınız, Lavin?”
“Mecburuz,” diyebildim sadece. “Sana hep güvendim, şimdi de güvenmek istiyorum. Yalvarırım kimseye hiçbir şey söyleme.”
“Lavin, ne demek oluyor bu?”
“Ona bunu yapan kişiyi bulmamız gerek,” dediğimde Özay dehşetle, “Ona bunu biri mi yaptı?” diye sordu.
Başımı önüme eğdim ve konuşmadan bekledim.
“Sana yardım etmek istiyorum,” dedi karmaşayla. Elini yanağımda hissedince ürperdim. Parmak uçları yavaş hareketlerle yanağımda asılı duran gözyaşlarını temizledi. “Ama her şeyden önemlisi, ağlamamanı istiyorum.”
Elini geri çektiği sırada başımı iki yana sallarken gözlerimden akan yaşları durdurdum ama acı oradaydı, soluğumu keseceği ânı bekliyordu. Bir romanın satırları gibi, sonu görene kadar kendi sayfalarımı çevirmeye devam edecektim. Hayatımdan eksilen her anın içine onun gözlerine son kez baktığım zamanı işleyecektim.
Kafamı kaldırıp Özay’ın kederle parlayan gözlerine baktım. “Bir köşede unutulmasına izin vermeyeceğim, anladın mı?” diye sordum sertçe. “Zamanın onu silmesine asla izin vermeyeceğim. Ona bunu yapanları mahvedeceğim.”
Sorular sormak istiyor gibiydi ama hâlim onu derinden etkilemiş olacak ki ağzını bıçak açmıyordu. Yerine oturtamadığı çok fazla şey olduğunu, kafasını allak bullak ettiğimi biliyordum ama yine de üzerime gelmemeye çalıştı.
“Lütfen,” dedim bir kez daha. “Kimseye Kartal ile kuzen olmadığımızı söyleme. Lütfen.”
“Bana lütfen demene gerek yok,” dedi. “Bilmiyor musun? Sen istedin diye gittim. Gözüm, elim, ayaklarım arkada gittim. Kalbim arkada gittim. Sen şimdi bana sus diyeceksin, ben susmayacağım öyle mi?”
“Teşekkür ederim. Sana böyle bir yük bindirdiğim için özür dilerim.”
“Benden özür mü diliyorsun?” Gözleri gözlerimden ayrılmadı, acılarımı benimle paylaşıyordu, sanki konuşmasam da beni anlıyordu. “Ben özür dilerim. Yanında olamadığım her an için, bak gün demiyorum sana, her an, dakika, saniye için. Çok özür dilerim, Lavin.” Özay, hiç beklemediğim bir anda beni sertçe kollarının arasına çekince, en savunmasız yerimden vurulmuşum gibi hissederek gömleğinin kumaşını avuçlarımın içine toplayıp sıkarak onun bana sarılışına karşılık verdim. Özay’a sarılmak, geçmişime sarılmak gibiydi; sanki çok eski bir andaydık ve birazdan ayrıldığımızda koşarak Kardelen’in yanına gidecektim. Aynı durakta buluşacaktık, aynı kahvecide iki farklı kahve söyleyecektik, biri sütlü çikolatalı olan kahvenin eşi sade, acı, zifir gibi simsiyah olacaktı.
“Özür dilerim,” dediğinde canım daha çok yandı. Yüzünü saçlarıma gömdü, Kartal’ın gözlerinden fırlayan oklar sanki sırtıma saplanıyormuş gibi hissetsem de bir an hatıralarımdan kopmak istemedim, o hatıraların içinde bir yerlerde Kardelen’i bulabileceğime inandırmıştım kendimi.
“Yine susarak anlatıyorsun her şeyi,” diye fısıldadı. “Bıraktığım o Lavin’den daha yaralı bir Lavin buldum döndüğümde.”
Diğerlerinin bizi izlediğini bilmek bir an hiç umurumda olmadı ama Kartal’ın gözlerini hissetmek, çok ağırdı. Ona Özay’ın geçmişimden bir anı olduğunu, bu sarılmanın özlemden değil, acıdan olduğunu anlatmaya çalışsam beni anlamazdı.
“Susacağım,” dedi Özay bana sarılmaya devam ederken. “Ağzımı bile açmayacağım ve ne gerekiyorsa, ne emredersen, benden ne istersen yapacağım.”
Ayrıldığımızda ben yeniden bir enkazdım ama dışarıdan bakıldığında dimdik duran bir binaydım, içimdeki tüm çerçeveler yere inmiş, duvarlarım yarılmış, boyalarım kavlamıştı ama hâlâ sapasağlamdım. Kafamı çevirip Kartal’a bakma ihtiyacı duyduğumda, baktığım yerde onun yokluğunu görmek, dudaklarımın aralanıp, gözlerimin silinen gölgesinin olduğu yerde takılı kalmasına neden olmuştu.
Gitmişti.
Özay, “Yanlarına gidelim, yanlış anlamasınlar,” dedi.
“Burada olduğumu sana Cenk mi söyledi?”
“Evet, yakınlardaydım, hemen geldim.”
Başımı salladım. “Gidelim.”
“O nereye gitti?”
“İşi vardı,” diye fısıldadım boğazım düğüm düğümken. “Lütfen onlara çaktırma, olur mu?”
“Bana alışık olmadığım şekilde lütfen deyip durma, Lavin.”
“Üzgünüm.”
“Hepsini tanıyor musun?”
“Evet, bir süredir,” diye fısıldayıp yeniden Kartal’ın silindiği yere baktım, onu orada göremeyince yeni bir hayal kırıklığı hissettim. “Hadi, gidelim.”
İrem’in önünde durduğum esnada gözlerimin kan çanağı olduğunu biliyordum, sakin bir ifadeyle bakışlarımı Emir’e çevirdim. Cenk, “Barıştınız mı şimdi?” diye sordu ama kimse onu dikkate almadı. Ortama çöken sessizliğin sonunda bir şeyler konuşuldu ama hiçbirine odaklanamadım. Özay da tıpkı benim gibi durgundu, bizim durgunluğumuz diğerlerini de etkilemişti. Kartal hakkında konuşulmadı ve Toprak’ın bize dokunan gözlerinin ağırlığını sık sık hissettim.
Bilardo salonundan çıkmaya karar verdiğimizde neredeyse akşam olmak üzereydi ve yağmur yağıyordu. Bilardo salonunun otoparkına büyük bir kalabalık hâlinde indik. Şimdi nereye gideceğimi, ne yapacağımı hiç bilmiyordum ve Kartal’ın da nerede olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Özay, “Nerede kalıyorsun?” diye sorunca, gözlerim omzumun üzerinden ona doğru kaydı ve tam o sırada otoparktaki arabalardan birinin kapısının açılırken çıkardığı ses derin yankılar uyandırdı.
“Lavin,” dedi birisi, bu sesi tanıyordum, anında gözlerimi sesin geldiği yöne çevirince, Yunus Emre’nin kolunu siyah bir spor arabanın kapısına yaslamış bana baktığını gördüm. Elini kaldırıp yavaşça gelmemi ister gibi bir hareket yaptı. “Gidelim mi?”
Başımı hızlıca salladım. “Geliyorum,” diye seslendikten sonra Özay’a baktım. “Antalya’ya gidecek misin yoksa burada mı kalacaksın?”
“Antalya’ya gitmem için bir sebep kalmadı,” dedi Özay. Bu söylediği bir şekilde rahatsız hissetmeme neden olsa da başımı salladım.
“Şimdi gitmeliyim.”
“O adam kim?” diye sordu Özay ama cevap vermeden hızlıca Yunus Emre’ye doğru ilerlemeye başladım.
Yunus Emre bana göz kırptı ama ona gülümseyemedim bile. Hızlıca ön yolcu koltuğuna binip kapıyı kapattım, emniyet kemerimi bağladığım sırada Özay da dâhil olmak üzere diğerlerinin beni izlediğini hissedebiliyordum.
“Tamam,” dedi Yunus Emre motoru çalıştırıp, direksiyonu yavaşça çevirirken. “Sakin olabilirsin.”
“Hemen gidelim,” diye fısıldadım.
Yunus Emre’nin şaşırmasını beklemiştim ama aksine yüzünde beliren anlayış beni şaşkına çevirmişti. Aracı otoparktan çıkardı, yoğun yağış altında ilerlemeye başladık. Arabanın içinde yükselen şarkıya kulak verdim. Gökyüzü çok kapalıydı, tüm sokak lambaları yanmıştı ama Yunus’un arabasının tavan lambası yanmıyordu, sokak lambalarının ışıkları aracın içine doluşup geri çekilirken anlık bizi aydınlatıyordu.
“Kartal nerede?”
Yunus Emre, derin bir nefes aldı. “Spor salonunda. Seni almamı istedi.”
“Spor salonu mu?”
Gözlerini omzunun üzerinden bana çevirdi. “Bir şeye öfkelendiğinde genelde bir yerleri yumruklama ihtiyacı duyuyor. Mağara insanları böyledir.”
Gülmek istedim ama hiç tadım yoktu. “Ne yaparsa yapsın, yeter ki bana sarmasın. Bazen canımı çok sıkıyor.”
“Şu an onun yokluğu canını daha çok sıkıyor gibi görünüyor.” Ona ters ters baktığımda omuz silkerek gözlerini yola çevirdi. “Bu yalnızca benim düşüncem.”
“Bazen Kartal’a çok benziyorsun,” diye mırıldanarak önüme döndüm.
“Baktığın herkesi onun gibi görüyor olabilir misin?”
“Ne alaka şimdi?”
“Takılıyorum,” dedi gülerek. Gözlerimi Yunus’a çevirdim.
“Onu benim öfkelendirdiğimi mi düşünüyorsun?”
“Öyle olduğunu düşünmüyorum, güzelim. Öyle olduğunu biliyorum.”
“Onu öfkelendirecek bir şey yapmadım.”
“Söylediğin çoğu şeye şu an sen de inanmıyorsun bence.”
Yunus Emre bu konuda haklıydı, içten içe de olsa onu öfkelendirdiğimi biliyordum.
“Yanına gidelim mi?” diye sordum kısık bir sesle. “Spor salonuna.”
“Bu ne kadar iyi bir fikir?” Yunus Emre bir sapağa girdi. “Eğer onunla kavga etmeyi düşünüyorsan…”
“Hayır hayır,” dedim hızlıca.
“Peki,” dedi, arabayı biraz daha hızlandırınca, yağan yağmur aracın ön camını kıracakmış gibi hızla cama saplanmaya başladı. “Eski sevgilin konusunda soru sormak istemiyorum ama…” diye mırıldandı, sola dönüp omzunun üzerinden bana baktı. “Bu konuyla ilgili ne hissettiğini de merak ediyorum açıkçası.”
Derin bir nefes aldım. “Bir şey düşündüğüm yok. Onunla bu şehirde karşılaşmak benim için beklenmedikti. Hepsi bu.”
“Sana ne hissettirdi?”
“Karmaşık şeyler,” diye itiraf ettim. “Ne sevindim onu gördüğüme ne de üzüldüm ama ona sarıldığımda…”
Yunus’un şaşkınlıkla bana baktığını hissettim. “Ona sarıldın mı?”
“Evet,” diye fısıldadım. “Ona sarıldım ve geçmişimi kucaklıyormuşum gibi hissettim. Sanki bir yerlerde hâlâ Kardelen’le birlikteymişiz gibi…” Onun adı dudaklarımdan çıkarken kalbim de göğsümün içini terk ederek dışarı çıkacaktı sanki. O kadar uzun zamandır onun ismini zikretmiyordum ki, artık ne zaman dilime dokunsa, önce dilimi sonra da kelimelerimi yakıyordu ismi. Derin bir nefes alınca soluğumun ağrıdığını hissettim. “Bu his ne zaman geçecek, Yunus?”
Yunus buna verecek bir cevap bulamadı. Profiline baktım, gözleri yolda olsa da zihninde Kardelen’in yüzü belirmiş olmalıydı.
“Kartal’a bu haberi verme görevi bana düşmüştü,” dediğinde kalbimin üzerindeki ağırlık biraz daha arttı. “Dünyanın en zor göreviydi.” Sesi ifadesiz olsa da duyguları aracın içine sinmişti. “Ölümler her zaman beni susturmuştur. Bu defa konuşmak zorundaydım ve bu, susmaya en ihtiyacım olduğu zamanda olması gerekendi.” Yunus Emre direksiyonu sıktı. “O karanlık geceyi hiç unutmayacağım.”
Yunus Emre’nin bakışları ilerideki binaya sabitlenince, gözlerimi binaya çevirdim. Spor salonunun olduğu bina büyüktü, duvarlarının bir kısmı camlardan oluşuyordu. Lüks bir yerdi. Bir aylık ücretinin üç, dört ev kirası olduğuna emin olduğum salonun gri, parlak merdivenlerini tırmanmaya başladık.
Üst katlardan birinden bir adamın savurduğu yumrukların sesleri geliyordu, yukarı ulaştığımızda iri, siyahi bir adamın siyah kum torbasını yumrukladığını gördüm. “Şu taraftan,” dedi Yunus bana bir koridoru işaret ederek. Başımı sallayıp işaret ettiği koridora girdim, koridor odalara ayrılmıştı ve her bir oda, bir ev büyüklüğünde görünüyordu.
“Doldur!” diye bağırdı bir adam gür sesiyle. Gözlerimi yavaşça sesin geldiği odaya çevirdim, incecik bir camın arkasında, sırtı bana dönük duran adamı anında tanımıştım. Elinde bir silah tutan Kartal’ın kulağında siyah kulaklıklar vardı ve hemen karşısındaki maketin yüzü, bedeni delik deşik olmuştu.
“Atış serbest!” Komut geldiği an, Kartal elindeki silahı ateşledi ve kurşun, zamanı delerek anın içinden geçip maketin tam kalbine saplandı.
“Atış poligonu,” dedim düşünceli bir sesle. Bir zamanlar babamın en yakın arkadaşıyla sık sık yaptığı bir şeydi bu, çocukken bir kenara oturur, babamın yaptığı atışları yüreğim ağzımda fakat büyük bir merakla izlerdim.
“Sever,” dedi Yunus arkamda dikilirken.
“Babam da her ayın bir günü atış yapmaya giderdi. Bazen beni de alırdı.”
“Belki de seni Kartal’a karşı savunmasız kılan budur,” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Onda babana dair şeyler görmendir.”
“Ben ona karşı savunmasız değilim, bu da nereden çıktı?”
“Bazen ona karşı çok hassas davranıyorsun.” Gözlerim Kartal’a çevrildi, silahı doldurduğunu görünce yutkundum, yüzünde soğuk bir ifade vardı ama sanki bu ifadenin altında alevler yükseliyordu. “Canını sıksa bile onu düşündüğünü fark ettim. Bunun sebebini merak ettim sadece.”
“Öyle yaptığımı fark etmemiştim.”
“Tam olarak öyle yapıyorsun,” dedi beni bir gerçekle daha yüzleştirerek. “Bir fikrim var, bu gece hep birlikte masa oyunu oynayalım.” Gözlerimi ona çevirip şaşkınlıkla ona baktım. “Kartal masa oyunlarını çok sever. Üniversitenin ilk yıllarında hep oynardık.”
“Ben daha önce 101 dışında hiç masa oyunu oynamadım. Hem bu gece başka bir işimiz vardı bizim.”
“Emir olayını diyorsan, Kartal’ı bu gece hiçbir yere götüremezsin, gelmez. Öfkeliyken elinin ayarı olmuyor, ofisin içinden geçmesini istemezsiniz.” Yunus’a şaşkınlıkla baktım. “Emir ile konuşur büyük ihtimalle. Bu gece çıkacağını sanmıyorum.”
“Aslında onun açısından bu gece çıkmaması daha doğru olur gibime geliyor.” Bakışlarımı ona çevirdim, adam tekrar komut verdi ve Kartal silahı arka arkaya ateşlemeye başladı. Öfkesi bir yel değirmeni gibiydi, dönüyordu, hızlanıyordu, kendi rüzgârının içinden geçiyordu.
“O zaman bu gece birlikte oyun oynuyoruz,” dedi.
Kartal’ın kulaklığını çıkardığını gördüm, ardından bize doğru döndü ve elindeki mat, siyah tabancayla gözlerimin içine baktı. Beni karşısında görmeyi beklemiyor gibi bir hâli vardı, güneşin solgun tenini taşıyan gözlerinde durgun bir ifade belirir gibi oldu ama ardından o ifade duyguları tarafından ateşe verildi ve bana iliklerimi sıcağıyla yakarak donduracak bir bakış fırlattı.
Tabancayı bir kenara bırakıp, üzerindeki deri ceketin fermuarını yukarıya doğru çekti ve bize doğru yürümeye başladı. Zihninde neler saklandığını bilmesem de yaşananların öfkesinin kalbinde bir yaşam atışı gibi atıp durduğunu biliyordum.
“Neden buraya geldiniz?” diye sordu bana bakmadan.
“Lavin buraya gelmek istedi,” dedi Yunus Emre topu bana atarak. “Bu gece masa oyunu oynayalım diyorduk.”
Kartal bir an durdu, gözleri bana doğru kaydı, sonra bakışları apar topar benden uzaklaşarak arkadaşına çevrildi. “Ne oyunu?”
“Üniversitede hep yapardık,” dedi Yunus Emre omuz silkerek. “Eğlenebileceğimizi düşündüm.”
“Fark etmez,” dedi Kartal. “Zaten bu gece dışarı falan çıkmayacağım.”
“O zaman birkaç şişe şarap ve birkaç masa oyunu?”
“Olur,” dedi Kartal, şakaklarını ovup gözlerini talimat veren adama çevirdi. “Sağ ol Rıfat, görüşürüz sonra.”
“Hoşça kal,” dedi Rıfat elini kaldırarak.
Spor salonundan çıkana dek aramızda bir konuşma geçmedi ama Yunus Emre ile konuşmaya devam etmişti. Spor salonunun otoparkına indiğimizde Yunus’tan ayrıldık, cipin kapısını açıp araca binerken yüzümde kaya gibi sert bir ifade olmasına rağmen kalbim çok bulanıktı. Emniyet kemerini bağladığım sırada Kartal aracın kapısını sertçe kapatarak motoru çalıştırdı. Sert bir manevrayla direksiyonu çevirerek aracı olduğu yerden çıkarırken gözlerim dikiz aynasına kaydı, altın tozu serpiştirilmiş gibi parlayan gözlerine baktım. Kaşları kavisli ve siyah olduğu için her daim çatık görünürdü ve onun görüntüsünü daha da kasvetli, sert bir hâle büründürürdü. Uzun, zehirli kara oklar gibi duran kirpikleri ileri doğru dimdik duruyor, dokunsam parmaklarımı kanatacakmış gibi keskin görünüyordu.
“Kartal,” dediğimde Kartal’ın gözleri yavaşça bana doğru döndü, bakışları bir garipti. Bakışları kalbimi boğuyordu. Bakışları kalbimi durduruyordu. Bakışları kalbimde duruyordu.
“Söyle,” dedi.
Bir an gözlerine takılıp kaldım. Aramızdaki bakışma yangın gibi büyümeye başladı. “Köşedeki benzinlikte durur musun? Sigara alacağım.”
“Benim sigaramı kullan,” dedi. Tam gözlerini benden çekecekken, elimi omzuna koydum ve bu onun bakışlarının aniden sertçe bana çevrilmesine neden oldu.
Gözleri iki taraftan ışığı kesilmiş karanlık bir tünel gibiydi ama o tünelin içine girip ilerlemeye başladığımda, içine yerleştirilmiş lambalardan yayılan altın rengi ışık tenime dökülüyordu.
“Karnım acıktı,” diye fısıldadım. “Bir şeyler de alacağım.”
Dilini ağzının içinde gezdirdiğini fark ettim, buz gibi bakan gözleri dudaklarıma dokundu, ardından gözlerime tırmandı ve bakışlarını yavaşça yola çevirdi. Aracı kenara çekerek yavaşlattı, benzinliğin içine girdiğimizde elimi usulca omzundan çektim. Bakışları tekrar bana dokunmamıştı.
Araçtan ineceğim sırada, “Cüzdanımı al,” dedi.
Bir an durup, “Param var,” dedim
“Bana da sigara alırsın.” Gözlerimin içine bakınca, karanlık aracın içinde bir an hareket edemedim ve gözlerinin içinde esir kaldım. “Hem akşam için abur cubur da alırsın.”
“O zaman sen de gel,” diyerek beyaz bayrağı yukarı çektim, gözlerini gözlerimden çekmeden yüzümü ifadesiz bir şekilde izlemeye devam ediyordu.
Sonunda aracın kapısını açtı, soğuk aniden içeriye döküldü, birlikte benzinlikteki markete girdik. Reyonlara ilerlerken aramızdaki uçurumun gitgide açılmasından dolayı tedirginlik duyuyordum. Bundan sonra bana hep böyle mesafeli davranacak olmasını düşünmek bile tuhaf bir şekilde yüreğimin sıkılmasına neden olmuştu.
Kartal sepete birkaç cips atıp, peynir reyonunda ilerlemeye başladığında, ben hemen arkasında, çikolata rafına bakarak ilerledim ama içimdeki sıkıntı gitgide daha da büyüyordu. Birkaç paket çikolata alıp, oyuncak ayıların olduğu reyona girdim. Kartal peynir reyonundan birkaç peynir aldı, hepsi kokteyl için kullanılan peynirlerdendi. Ayıcıkları incelemeye başladım, gözlerimi ondan sonunda ayırmıştım ayırmasına ama aklım fikrim ördüğü duvardaydı. Belki de bu duvarın varlığı bizim için en doğru olandı. Belki de bu kadar yakın olmamız, ateşe elimizi uzatmaya olan meylimiz bizi bir çıkmaza sürükleyecekti. Belki de en başından kendimizi geri çekip, ateşi sadece izlemeliydik; ateşin bizi yakmasına izin vermemiz delilik demekti.
Simsiyah kadife tüylü, sapsarı gözleri olan bir pantere uzanacağım sırada, “Oyuncaklarınla oynamaya mı karar verdin, küçük kız?” diye sordu boğuk sesiyle, sesinin bu denli yakından gelmesiyle irkilerek omzumun üzerinden ona baktım.
Çikolata paketlerini elinde tuttuğu sepete bırakıp, “Bu panter sana benziyor,” dedim. “Tek fark, onun içi doldurulmuş. Sen bomboşsun.”
Bana düz düz baktı.
“Emir’e daha çok benziyor o zaman.”
Gözlerimi devirerek bakışlarımı pantere çevirdim. “Gerçekten gözleri senin gözlerine benziyor,” dediğimde duraksadığını hissettim, sonra tıpkı benim gibi onun altın rengi gözleri de pantere kaydı.
“Beğendin mi bunu?” diye sordu.
“Şirinmiş.”
“Bana benziyor ve şirin, öyle mi?”
“Evet,” dedim. “Senin aksine şirin ama sana benziyor.”
“Sadece gözleri mi benziyor?”
“Evet,” dedim. “Rengi.”
“İyi,” dedi ve uzanıp panteri aldı, bana uzattı. “Al.”
Kaşlarımı hayretle kaldırarak, “Neden?” diye sordum.
“Sana alıyorum bunu.”
Gözlerim gözlerine tutundu, altın rengi gözleri marketin tavanından sızan beyaz ışığın parıltısıyla daha da canlı, cam gibi görünüyordu. Güneşe camın arkasından bakıyormuşum gibi hissettiriyordu. Siyah kirpikleri, gözlerinin rengini belirginleştirmek için Tanrı’nın yaptığı bir rötuştu sanki.
“Neden ki?”
“Gözlerimi hiç unutmaman, her baktığında hatırlaman için bunu sana hediye ediyorum.”
Zaman, bir küvetin içini dolduran su gibi, içimi onunla dolduruyordu. Bundan kaçamıyordum, bundan saklanamıyordum, kendimi o ateşe avucumu uzatma isteğinden alıkoyamıyordum. Öyle büyük bir istekti ki bu… Gözlerine baktığımda… O güneş rengi gözlerine baktığımda, müzik bedenimi sarıyor ve ruhum, kalbimi dansa kaldırıyordu. Yanacağımı biliyordum ama onun gözlerine baktığımda, yanmak istiyordum. Belki de yanıyordum. Bakışlarımı hızlıca gözlerinden ayırıp pantere çiviledim. Onun o güneş gibi yakan bakışları bedenimi yakıyor, ruhumu ise donduruyordu.
“Seni unutmamamı istiyorsun sanırım, Alaşan,” dedim panteri kucağıma alırken.
“Hayır,” dedi, duraksadım. “Beni unutabilirsin, sadece sana bakan gözlerimi unutma.”
“Neden?” Ona bakmadan sormuştum bu soruyu.
Kelimeleri ruhumu ağırlaştırıyordu.
“Gözlerimi hatırladığın sürece, başkasının gözlerine dikkatle bakamayacağın için.” Bu cümlesi o kadar çıplaktı ki, bu çıplaklık beni ürkütmüştü. Bu açıklık… Bu yalınlık beni korkutmuştu. Bakışlarım yüzüne tutunmak için havaya kalktığında, gözleri yüzümün üzerine serildi ve ben, her şey bittiğinde, yollarımız ayrıldığında, ondan uzaklaştığımda bile bu gözlerin anılarımda hep yaşayacağını anladım.
Kartal geri çekildi ama sözleri içimde kaldı. Arkasını dönüp benden uzaklaşma, reyonların içine karışıp gözden kaybolmaya başladı. Elimde tuttuğum pantere sarılıp gözlerimi oyuncak ayıların olduğu rafa diktim.
“Sever misin oyuncakları?” Tanıdık sesle irkildim. Bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde Ogün’ü gördüm.
“Merhaba,” dedim şaşkınlıkla.
Gözlerini oyuncak ayılara çevirdi. “Tıpkı bir çocuk gibi bakıyordun oyuncaklara.” Bakışları beni buldu. “Nasılsın?”
“İyiyim,” dedim. “Teşekkür ederim. Sen?”
“Yorgunum, tüm gün spordaydım,” dedi derin bir nefes almadan önce. “Sen ne yapıyorsun burada?”
“Bir şeyler alıyordum.”
“Oyuncak mı?” diyerek güldüğünde ona düz düz baktım ama elimde olmadan ben de gülümsedim. Bakışlarımı tekrar ayıcıklara çevirdim. “Seni rahatsız etmeyeyim daha fazla, oyuncak güzeli.”
“Oyuncak güzeli mi?” Yüzümü buruşturduğumda kahkaha attı.
“Yalnızsan eve bırakabilirim,” dedi. “Geceleri İstanbul sokakları pek tekin olmuyor.”
“Tek değilim, teşekkür ederim.”
“Kartal ile berabersiniz herhâlde,” dedi gülerek. “O hâlde akademide görüşürüz.” Ogün benden uzaklaşmaya başladı, dolabın önünde durup birkaç içecek aldı, sepetine ekledi ve bana bakmadan yavaşça kasaya doğru ilerlemeye başladı.
Benzinlikten çıkıp eve gelene dek saat dokuz olmuştu. Kartal pek konuşmuyordu, birlikte mutfağa geçip cipsleri ve mezeleri hazırlamaya başladığımızda bile ağzını bıçak açmamıştı. Buzdolabından yoğurdu çıkarıp, son kullanma tarihini kontrol ettiğim sırada Kartal, yeşil cips paketini açıp, cipsi geniş, cam bir kâseye boşalttı. O sırada telefonu çalmaya başlamıştı.
“Lavin, açsana şunu,” dedi dolabın kapağını açarken. Dolaptan bir su bardağı çıkardı ve cips paketini çöpe basket attı.
Telefonu tezgâhta şarj oluyordu, telefonu şarjdan çıkarmadan arama ekranında adı ve fotoğrafı beliren Yunus’a baktım, telefonu açıp kulağıma bastırdım. “Efendim?”
“Lavin?” dedi karşı taraf, aracın içinde olduğunu derin sessizlikten anlamak mümkündü, ardından Sibelay’ın şen kahkahasını duydum. “Geliyoruz biz.”
“Tamam.”
Kartal, “Pizza sipariş ettim, söyle, almasın boşuna bir şey,” dedi bardağın içine buz gibi suyu doldurup kafasına dikmeden hemen önce.
“Duydum söylediğini,” dedi Yunus Emre. “Tamamdır o zaman. Şarap getiriyorum.”
“Peki. Dikkatli olun.”
“Görüşürüz güzelim.”
Telefonu kapatıp tezgâhın üzerine bıraktığım anda zil çaldı. Gözlerimi Kartal’a çevirdim. “Pizza,” dedi, çenesiyle siyah, deri cüzdanını işaret etti. “Ödesene. Benim biraz daha işim var burada.”
“Tamam,” dedim sadece. Ödemeyi yapıp pizzaları alarak içeri girerken kapıyı kapattım. Açık duran cüzdanı kapatacağım sırada, cüzdandaki fotoğraf bölmesinde Kardelen’in fotoğrafını görmek, olduğum yerde kazık gibi çakılıp kalmama neden oldu. Bu fotoğraf Kardelen’e ait bir vesikalıktı, bu fotoğrafın çekildiği günü hatırlıyordum. Adamın Kardelen’e vereceği pozu söyleyişini, Kardelen’in pozu veremeyişini, yaptığı çocuklukları… Adamı sinir edişini, bu pozu yakalayana kadar adamın en az on kez Kardelen’in fotoğrafını çekmiş olmasını…
“Gülüyorum şu an,” diyordu Kardelen bir sırtlan edasıyla sırıtarak kameraya bakarken, adam ise sinirden yüzünü ovmaya, söylenmeye başlamıştı.
“Biraz sağa lütfen.”
Kardelen adamı taklit ederek, “Biraz sağa lütfen,” diyordu ve sağa kayıp daha çok sırıtıyordu.
Pizza kutularını yere bırakıp, gözlerimi vesikalığa dikerek sırtımı duvara yasladım. “Çok güzelsin,” diye fısıldadım, parmağımı şeffaf banda sürtüp onun yüzünü okşadığımı hayal ederek. “Gökyüzü kere.”
“Yıldızlar kere mi?” diye sordu zihnimde bir ses.
“Yıldızlar kere,” diye mırıldandım boğazım düğüm düğümken.
Kardelen’in fotoğrafının altında bir fotoğraf daha olduğunu, fotoğrafın kenarından çıkan diğer bir fotoğrafın ucundan anlamıştım. Kaşlarımı çatarak parmağımı şeffaf yerden içeri soktum, fotoğrafı hafifçe çektiğimde gördüğüm manzara, gözlerimden aniden yaşların akmaya başlamasına neden oldu.
Fotoğraf, Özay ile birlikte olduğum, genişçe gülümsediğim fotoğraftı ama fotoğraf karesinde Özay yoktu, yalnızdım ve fotoğrafın kenarları yakılmıştı.
Fotoğrafın arkasını çevirirken parmaklarım titriyordu.
Fotoğrafın arkasında şöyle yazıyordu:
Kış Dönencesi, bana yıldızlar kadar uzaksın.
🎧: Teoman, Çoban Yıldızı