Kelimeleri var eden duygular, göğsümde intiharın eşiğinde duran bir kadının rüzgârda savrulan saçları gibi savruluyordu.
Bir fotoğraf karesi elbette bir insanı ağlatabilirdi ama nasıl oluyordu da insan fotoğrafta gördüğü kendisiyken de böyle yıkılıp, böyle hislerle dolarak ağlayabiliyordu?
Ellerime bakmak istiyordum. Canım yandığında hep ellerime bakardım. Çaresiz kaldığımda hep ellerime bakardım. Konuşmam gerekirken sustuğum anlarda hep ellerime bakardım. Oysa ellerimde leke gibi taşıdığım kelimeler, içimdeki cinayetin sesimde hiçbir zaman can bulamamış olmasının deliliydiler.
Kendimi bir an evvel toparlamam gerekiyordu. Kendimi toplamam, onun gözlerinden ve cümlelerinden, onun bana vereceği iyi ya da kötü tüm hislerden uzaklaşmam gerekiyordu. O bir zehir gibiyken, benim onu açık yarama sürüp şifa beklemem anlamsızdı. Seni öldüreceğini bildiğin kana susamış aç bir aslanın başını okşamaktan ne farkı vardı ki bunun? Ben onunla uyuyordum. Ben, ruhumu paramparça edebilecek birinin kollarında uyuyordum. Bu çok saçmaydı. Bana hissettirdikleri çok saçmaydı. Kartal beni mahvedebilecek bir adamdı. Ve ben buna göz yumamazdım. Öylece ruhumu teslim edemezdim ona. Onunla savaşmak zorundaydım, evet, savaşmak zorundaydım. En çok da kendimle…
“Var olan bir duyguyu yok saymaya başladığın zaman, o duygu baktığın her yerde var olabilecek kadar büyür,” demişti babam. Babamın sesi, daima kalbimde var olacak bir kalp atışı gibi zihnimde yaşamaya devam edecekti.
Ellerimde büyüyen boşluklarla kendimi kara zorla salona attım. Bedenimi zor taşıyorken pizza kutularını taşımak yüzlerce kilo ağırlığı olan bir yükün altına girmek gibiydi.
Bize bunu yapmak zorunda değildi.
Gözlerimden akan yaşları parmaklarımın uçlarıyla silerken sessizce koltukta oturuyordum. Kirpik diplerimin bile sızladığını hissediyordum. Kartal’ın koridora düşen adımlarının sesini duyduğumda kalbimde bir tedirginlik hissiyle yutkundum. Ağladığımı fark edecek olursa bu felaketim olurdu.
Ondan bunu tıpkı bir sır gibi saklamam gerekiyordu.
Neden? Neden fotoğrafımı cüzdanında saklıyordu? Neden bunu bize yapıyordu?
Tıpkı o fotoğrafın etrafını yaktığı gibi, fark etmese de benim kalbimi de yakmıştı.
Biz diye bir şey olamazdı. Bunu anlaması, sonra bana da anlatması gerekiyordu. Çünkü bazen ben de bu gerçeği yok sayacak hareketler sergiliyor, belki de bu gerçeğin hiç var olmamasını diliyordum.
“Hallettin mi?” diye sorarak salona girince elimdeki cüzdanı hızla masaya bıraktım ve ona bakmadan başımı salladım. Gözlerimin kan çanağı olduğuna emindim. Ve onun bunu görmesini şiddetle istemiyordum.
“Hallettim,” diye geçiştirdim ama Kartal’ın bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum. Sanki ağladığımı bile unutmuştum da onun bana baktığını hissedince tekrardan ağladığımın farkına varmıştım.
Onun gözleri bağışıklık kazanamadığım bir hastalık gibiydi.
“Bir sorun mu var?” Sesindeki şüphe içimi daha da ağrıttı.
“Bir şey olmasını mı dilerdin?” diye sordum elimde olmadan sertleşerek. Bana garip garip baktığını hissettim ama bunu önemsemedim. Oturduğum yerden aniden kalkarak ona bakmadan salonun çıkışına yöneldiğimde Kartal arkamdan bakakalmıştı. Bir anda böyle bir değişimi beklemediği kesindi, ben de kendi fotoğrafımı görmeyi beklemiyordum. Ama görmüştüm. Beklemediğim her şey olmuştu.
“Aniden ne diye parlıyorsun, kızım?” diye sordu, garip garip baktığını hissettim ama dönüp ona bakmadım.
Hızlıca odama girip, üzerimdeki kıyafetleri bir çırpıda çıkararak elbise dolabına yöneldim. Kafamda susturamadığım bir ses bana aynı şeyleri fısıldayıp duruyordu. Yolum çok yanlıştı. İlerlediğim yol çok yanlıştı. Mayın tarlasında yürüyordum, bu çok yanlıştı.
Siyah, bol bir kazak giydim, kazak bir elbise kadar boldu ve kalçalarımı da örtüyordu. Altıma siyah, penye şortlarımdan birini giydikten sonra saçlarımı hızlıca topuz yapıp komodinin üzerindeki sigara paketine uzandım ve tam o sırada kapı zili çaldı. İrkilerek karanlık odanın aralık duran kapısına baktım. Koridor hâlâ karanlıktı ama çok geçmeden Kartal’ın adımları koridora düşmeye başladı. Odadan çıktığımda kapının önünde duruyordu, tam kapıyı açacağı sırada gözleri beni buldu ama koridor hâlâ zifir renginde olduğundan yüzümü seçememişti.
Kartal bana bakmaya devam etti ama kapıyı da açtı. Yunus Emre, “Kapıyı açmaya Ankara’dan geliyordunuz herhâlde,” dedi. Elindeki poşetleri kapının kenarına koyup, üzerindeki kot ceketi çıkardı ve etrafa bakındı. “Kardeşim neden kapkaranlık burası? Ayin falan mı yapıyorsunuz?”
“Ya söylenip durma, çok üşüdüm!” Bu ses Sahra’ya aitti. Yunus’u iterek içeri girip kollarını ovuştururken, “Cidden, neden bu kadar karanlık burası?” diye sordu.
Kartal, Burak ve Yunus Emre birlikte poşetleri mutfağa taşıdılar. Diğerleri ile salona geçtik ve Sahra sehpanın üzerini boşaltarak bağdaş kurup yere oturdu. Önce çantasından kâğıt parçaları çıkardı, ardından her kâğıt parçasının üzerine farklı rakamlar ve sayılar çizdi, sonra da hepsini tek tek katladı ve ortaya koydu.
“Daha önce hiç bundan oynadın mı?”
Koltuğun kenarına otururken başımı iki yana salladım. “Hayır.”
“Biraz daha zorlayıcı ama kesinlikle çok eğlenceli.”
“Nasıl olacak ki?”
“Cezaları kendimiz belirliyoruz, kuralları da biz koyuyoruz.” Çantasının içinden büyük bir zarf çıkardı. “Burada da cezalar var. Bir çeşit cesaret oyunu gibi düşün.”
Koltuktan kalkıp bağdaş kurarak Sahra’nın yanına oturdum. Kısaca bana oyundan bahsetti, sonra bir şeyler yedik ve sonunda da oyun için sehpanın etrafındaki yerlerimizi aldık. Koltuğun üzerinde ceza için kullanılacak birçok şey vardı. Yumurtaları gördüğümde belki bunları birinin kafasında kırarız diye düşünmüştüm.
Yunus Emre, biraz evvel Sahra’nın yazıp katladığı kâğıtları sehpanın ortasına koyup, “Herkes birer tane seçsin,” dedi ve kendisi katlanmış kâğıt parçalarından birini alarak geri çekildi. Herkes birer kâğıt aldı, son kalan iki kâğıttan birine uzandığım sırada parmaklarım Kartal’ın soğuk parmak uçlarına sürtündü. Gözlerimiz birbirine çok kısa dokundu, şimşeğin ışığı pencereden sızarak sehpanın üzerine ve yüzlerimize döküldü. Elimi geri çektiğim anda şimşeğin ağıtlarla dolu bir çığlık gibi dökülen sesini dinledim.
Bana çıkan rakam yediydi, Kartal ise üç numarayı çekmişti. Bazı adımlar ödül niteliğindeydi, bazıları ise ağır cezalardan oluşuyordu. Anlık da olsa olanları unutup kendimi oyuna vermeyi denedim ve bir süre sonra gerçekten bunu başarabildiğimi fark ettim. Düşünceler büyük oranda yerli yerinde dursalar da yeni bir şey keşfetmenin heyecanı beni uyuşturmaya yetmişti. Yunus bir numaraya sahip olduğu için zarı ilk o atacaktı. Zarları attı ve zarlar üç ile beşi gösterdi, ilk düşen zar üç olduğu için üçüncü kâğıttaki beşinci maddeyi yerine getirmek zorundaydı. Sibelay heyecanlı heyecanlı üçüncü kâğıdı açıp beş numaralı maddeyi sesli bir şekilde okudu.
“Geçici sprey boyayla saçlarını yeşile boya!”
Gözlerim iri iri açıldı, Burak resmen yeri göğü inletecek bir kahkaha atmış, Yunus ise şok içinde Sibelay’a bakmaya başlamıştı. Burak kahkahayı öyle bir abarttı ki, Yunus’un gözleri ters bir manevrayla ona doğru çevrildi. “Aç da götüne gül,” dedi kaba bir sesle. “İstemiyorum ben yeşil boya falan. Joker miyim ben?”
“Mızıkçılık yok, birader,” dedi Burak kahkahalarının arasından. Koltuktaki kozmetik poşetine uzanıp, küçük bir kutunun içindeki sprey boyayı çıkararak salladı. “O saçlar boyanacak…”
“Kardeşim, şimdiden oyunbozanlık yapacaksan oynamamızın bir anlamı yok,” dedi Kartal. “Bırak kendini Nesli’nin maharetli parmaklarına, bir güzel boyasın seni…”
Neslihan dudaklarının arasına sigarasını dengeledikten sonra Burak’ın elinden yeşil sprey boyayı alıp salladı, sırıtarak Yunus’un yanına çöktü. “Gel bakalım,” dedi ağzında sigara olduğu için boğuk çıkan sesiyle. “Seni vitaminsiz Shrek seni…”
“Bana ne ya, istemiyorum ben.” Yunus, omzunun üzerinden Nesli’ye kötü kötü baktı. “Bu kız boyamasın, Kartal. Lavin boyasın…”
Neslihan alayla, “Niye öyle diyorsun ya?” diye sordu. “Gücendim.”
“Umurumda değil, otur ağla istersen. Kendi kafasına bunu yapan, bana ne yapar biliyor musunuz siz?” Yunus Emre, Neslihan’ın turuncu, kısa saçlarını işaret etti. “Kuaförüm Sensin mi çekiyoruz? Eğer öyleyse benim kuaförüm bu kadın değil.”
“Hadi lan oradan!” diye söylendi Nesli. “Ne varmış saçlarımda benim? Asıl ben seni müşteri olarak kabul etmiyorum, kaba yaratık.”
“Bir dakika, bir dakika. Kuaförüm Sensin mi dedi az önce o?” diye sordu Sahra kaşlarını kaldırarak. “Yunus?”
“İzlediğimden değil, televizyonu karıştırırken gördüm,” dedi Yunus gergin bir sesle.
“Kısmetse Olur için de öyle diyordun ama sonra Emre ile Ayça fanı olduğun ortaya çıktı,” dedi Burak düz bir sesle.
Yunus sakince, “Klasik müzik eşliğinde edilen varoş kavgalarını keyifle izlemediğinizi söyleyebilir misiniz? Söyleyemezsiniz,” dedi.
Kartal gülmemek için kaşlarını çatıp dudaklarını birbirine bastırdı. “Hadi, Nesli. Boya şu Kısmetse Olur damat adayı Yunus’u.”
“Sen ne biliyorsun peki konuyu? Sende de var bir şeyler,” dedi Yunus Emre dik dik bakarak.
Yunus Emre’yi diğerlerinin aksine hep kendi hâlinde, içine kapanık, hatta oldukça karanlık ve sessiz görmeye alışkın olduğumdan son günlerde onu böyle aktif, şakalara gülüp şakalar yapan biri olarak görmek bana kendimi hem iyi hissettiriyordu hem de biraz tuhaftı.
“Boyamıyorum ben bunun saçlarını,” dedi Nesli, sinirle Yunus’un saçlarını çekiştirdi, Yunus ise onun eline öfkeyle vurup ona yan yan baktı. “Git Lavin boyasın seni, ben daha dokunmam senin bitli saçlarına. Ermemiş erik seni.”
“He he,” dedi Yunus Emre, sonra gözlerini bana çevirdi. “Sen yap bari.”
İkilemde kalmış bir şekilde, “Sonra bana da düşman olma ama,” dediğimde Yunus bana kötü kötü baktı. Yavaşça oturduğum yerden kalkıp, Nesli’nin elindeki sprey boyayı aldıktan sonra birkaç defa çalkaladım, ardından kapağını çıkardım ve Yunus Emre önümde otururken elimle saçlarını geriye yatırıp yeşil boyayı aniden saçlarına sıktım. Yunus panikle sıçradı, boya saçlarından çok alnına yayılırken Nesli yüksek sesli kahkahalar atıyor, Burak da ona eşlik ediyordu.
“Düşmanına sıkar gibi sıktı lan!” dedi Yunus geri çekilip gözlerine kadar bulaşan sprey boyaları avucunun içiyle silerken. “Kızım Shrek dediler diye mi yüzümü boyamaya karar verdin? Saçımı boyayacaksın saçımı! Gözüme girdi!”
Sırıttım. “Pardon.”
“Devam et, Lavin. Saçının tamamı boyanacak,” dedi Burak sırıtarak.
“Çok boyama,” dedi Yunus sessizce.
Omuz silktim. “Sonuçta bu senin cezan, haklılar. Yan çizme.”
“Seni iyi biri sanmıştım…”
“Sadece adil biriyim,” dediğimde gözlerini devirdi.
“Avukat Hanım, ben senin adil biri olduğunu sanmıyorum,” dedi Kartal aniden, gözlerimi ona çevirdim ama diyecek bir şey bulamadım. Yunus Emre yavaşça öksürünce gözlerim onun altın kahverengi gözlerinden ayrılarak Yunus’a kaydı.
“Boya beni.” Bunu söylerken kaşları ve alnı, hatta kirpikleri bile yeşile boyalı görünüyordu. Bu manzara beni içten güldürdü, ardından saçlarını geriye yatırıp parmaklarımla taradım ve yeşil boya parmak uçlarıma bulaşırken onun saçlarını daha dikkatli bir şekilde yeşile boyamaya başladım. Boya çok kaliteli bir boya değildi, o yüzden Yunus’un saçları boyandıkça sertleşiyor, dokununca kırılacakmış gibi hissettiriyordu. Tedirgin bir şekilde boyamayı bitirdiğimde Yunus yanaklarının içini şişirerek, “Ben görmek istemiyorum, siz gördünüz, yeterli. Sıradaki,” dedi gergin bir sesle.
“Tipe bak,” dedi Burak. “Yandan yemiş Joker.”
“Hadi, sıradaki. Biriniz bile saçlarım hakkında yorum yaparsa aldığı her cezada benden psikolojik şiddet görür. Ve laflarım, yumruklarımdan daha serttir. Zar atma sırası senin, Sibelay.”
Sibelay heyecanlı heyecanlı zarı eline aldı, bir Nesli’ye bir de yeşil saçlı Yunus’a baktı ve zarları avucunun içinde çalkaladı. Nesli, Sibel’in elini havada kapıp yumruğunu öptükten sonra, “Şans getirsin,” diye mırıldandı ve aralarında tatlı bir gülüşme yaşandı. Kartal ve Yunus Emre aynı anda gözlerini devirmişti.
Sibelay zarları attı, üçe iki geldi ve Yunus Emre dehşet içinde kâğıda bakarken, “Nesli, maşallah dediğin üç gün yaşıyor,” diye mırıldandı.
Sibelay, “Ne oldu ki?” diye sorunca, Yunus kâğıdı Kartal’a uzattı ve Kartal’ın ifadesi bir anda donup kaldı. Bir kâğıda bir Yunus’a bir de Sibelay’a bakıyordu.
“İstersen tekrar zar at, Sibelay,” dedi Kartal ciddi bir sesle. “Ve Nesli, lütfen bir daha şans dileme.”
“Ne çıkmış olabilir ki? Abartmayın,” dedi Nesli gözlerini devirerek, kâğıda uzanıp kâğıdı eline aldı ve bir an donup kaldı. Dilini ağzının içinde gezdirip, gözlerini kaldırarak Kartal’a baktı. “Arı Maya’m, tekrar zar at bence de.”
“Ne çıktı ki?” Sibelay kâğıdı Nesli’nin elinden kapıp, “Ayy, en güzeli bana çıkmış!” diye bağırdı heyecanla. “Sizi gidi sizi! Kötü bir şey gelmesini bekliyordunuz, değil mi?”
Kartal, “Daha kötü ne gelebilirdi ki?” diye mırıldanınca kaşlarımı çatarak kâğıda bakmaya çalıştım. Neden bir anda ortam buz kesmişti anlamıyordum.
Sibelay ayağa kalkıp, yumruğuna hafifçe öksürdü. “Şimdi size Azer Bülbül’den Bu Gece Karakolluk Olabilirim’i söyleyeceğim.”
Kartal derin bir nefes alarak, “Sen değil ben olacak gibiyim,” diye mırıldandı tekrardan.
“Şarkı söylemesi neden bu kadar sorun ki?” diye sordum Yunus’un kulağına eğilerek.
Yunus Emre sadece Sibelay’a bakarak, “Dinle ve kararı sen ver,” dedi.
Yavaşça Kartal’ın yanına oturup, kafamı kaldırarak ayakta dikilip heyecanla şarkı söylemeye hazırlanan Sibelay’ı izlemeye başladım. Sibelay olduğu yerde yavaşça sallanmaya başladığında bir an bu görüntü bana komik gelse de ciddiyeti bozmadım. Dizlerimi karnıma çekip, kollarımı dizlerimin etrafına sarıp kaşlarımı kaldırarak onu izlemeye başladım. Herkes diken üstünde görünüyordu.
“Daralır yüreğim, canım çok sıkılıyor!” diye bağırdı bir anda Sibelay, yüreğim ağzıma gelirken hafifçe sıçrayıp iri iri gözlerle ona bakmaya başladım. “Ey gene gergin saatlerim başladı…” Sesi çatlıyordu. Ardından şive ekleyip, çığıra çığıra şarkı söylemeye başladı ve kanım dondu.
Yavaşça Kartal’a sokuldum ve fısıldadım. “Neden?”
Neslihan korkuyla Sibelay’ı izliyordu, herkes put kesilmişti ve yüzlerinde dehşet dolu bir ifade vardı. Neslihan, Sibelay yükselince iri gözlerle hızlıca kafasını sallayıp onunla yükseldi ama daha çok korkudan yapmış gibi duruyordu. Sibelay yerinden kıpırdamadan elinde mikrofon varmış gibi sarsıldı.
Kaşlarını çatıp tekrar sesini çatlatarak çığlık atar gibi şarkı sözlerini tekrarladı. Neslihan’a doğru eğildi. Ve dramatik olduğunu düşündüğü korkunç şiirine başladı. “Yağmurlarda ıslanmak, rüzgârlarda savrulmak, serserice sokaklarda dolaşmak istiyorum…”
Neslihan iri gözlerle sadece başını olumlu anlamda salladı.
Sibelay bir arabesk kraliçesiymiş gibi sağa sola sallanarak şarkı sözlerini bağırarak tekrarladı. Tam yeniden yükselecekken, Kartal aniden, “Ne olursun dur!” diye bağırdı. “Biraz daha devam edersen karakolluk olacağız!”
Sibelay iri iri gözlerle, “O kadar mı hissettirdim?” diye sorunca, Neslihan başını hızlıca salladı ve “Evet, bebeğim. Kesinlikle çok hissettim. Ruhen karakoldayım şu an ben,” dedi.
“O zaman bir de Duygularım’ı söyleyeyim mi hazır ayaktayken?”
Aniden panikle, “Hayır!” diye bağırdık hep bir ağızdan.
“Neden ki?”
“Benim duygularım zaten darmadağın şu an Sibelay, hiç yeri ve sırası değil,” dedi Yunus Emre.
Sibelay’ın sesi gerçekten korkunçtu.
Zar atma sırası Kartal’a geldiğinde gözlerim yavaşça ona çevrildi. Kartal’ın gözleri de bana dokundu ve dışarıda yağan yağmurun sesini daha net duymaya başladım.
“Umarım bir ödül değil de ceza gelir,” dedi Burak. “Keyfimiz yerine gelirdi. Şayet ben hâlâ karakol bahçesinde gibi hissediyorum kendimi.”
Kartal, sanki Burak hiç konuşmamış gibi yüzümü izlemeye devam etti. Birilerinin bunu fark etme düşüncesi bile kalbimi rahatsız bir hisle sızlatırken bakışlarımı ondan kaçırıp sehpanın üzerine diktim. O bana bakarak zarları birkaç kez daha salladı, sonra attı. Merak duygusuyla zarların yukarıda kalan kısımlarına baktım, Kartal umursamıyormuş gibi profilime bakmayı sürdürüyordu ve onun bana baktığını hissetmek bedenimin yay gibi gerilmesine neden oluyordu.
“Altı altı,” dedi Sahra gözlerini irileştirerek. “Vay canına, şansa da bakın siz!”
“Artık şans mı yoksa kara baht, kör talih mi bilemeyeceğim,” dedi Yunus Emre altıncı kâğıdı eline alarak. “Bakalım altıncı kâğıttaki altıncı maddede ne bekliyor bizi?”
Kartal’ın gözlerinin sonunda benden ayrıldığını fark ettiğimde çaktırmadan ona baktım. Yunus Emre burnundan sert bir nefes vererek güldüğünde Kartal kaşlarını çattı, Yunus’a bakıp olayı kavramaya çalıştığım esnada Sibelay kâğıda doğru eğilerek iri iri gözlerle Yunus’un parmağıyla işaret ettiği maddeyi sessizce okudu.
“Yunus, bunu pas geçmeliyiz. Bizi öldürür,” dedi Sibelay iri iri gözlerle bakmaya devam ederken. “Bir single çıkarmadan ölmek istemiyorum!”
Yunus irkilerek dibindeki Sibelay’a, sonra da Kartal’a baktı ve şöyle söyledi: “Öldür bizi, Kartal.”
Bu sehpanın etrafındaki grubu anlık güldürdü. Kartal kâğıda uzanmak isteyince, Yunus geri çekilerek, “Yok öyle yağma,” dedi hain bir sırıtış eşliğinde. “Önce tahminleri alalım. Sence ne çıktı? Bir ceza mı yoksa ödül mü? Bir izleyici olarak benim için bir ödül…”
Kartal dişlerinin arasından, “Uzatma da ver şu kâğıdı, ne saçmalık karalamışsınız göreceğim,” diye söylendi.
“Hiç gerilme, benim bu saçlarım nasıl yeşile boyandıysa,” Yunus Emre, Kartal ile sırtımızı verdiğimiz koltuktaki poşetleri işaret etti, “işte sen de öyle çiğ tavuk yiyeceksin!”
Bir an donup kaldım. Sehpanın etrafında oturan herkesle birlikte Kartal da donup kalmıştı. Yunus Emre pis pis gülüyor, Sibelay dudaklarını kemirerek tedirgin gözlerle Kartal’ın vereceği ağır tepkiye hazırlıklı bir şekilde bekliyordu ama Kartal bir süre hiç konuşmadan donuk gözlerini arkadaşına dikerek öylece bekledi. Sessizlik gitgide daha da büyüyordu.
“Ne diyorsun oğlum sen?” Kartal’ın kurduğu ilk sakin soru cümlesi buydu, sonra aniden, “Okuma yazman yoktur inşallah amına koyduğumun sığırı, şakaysa bok gibi bir şaka, değilse sana o boku yediririm,” diye çıkıştı.
Yunus, “Şaka falan değil, okulun ilk yıllarından beri kuralına göre oynamıyor muyuz bu oyunu? Bir numarayla öpüş yazsaydı kalkıp benimle öpüşecektin, o yüzden tavuğu da çiğ çiğ yiyeceksin,” dedi ciddi ciddi. “Yoksa benimle öpüşmek mi istiyorsun?”
“Seninle öpüşeceğime gider tavuğun götünü öperim.”
“Tavuğun götünü öp demiyoruz ki, etini ye diyoruz. Ne meraklısın göte möte,” dedi Yunus, Kartal’ı tiye alarak.
“Lan ben onun pişmişini yiyemiyorum, çiğ hâlini nasıl yiyeyim?” Kartal bir bana, bir Yunus’a bakıp gözlerini tekrar bana çevirdi. “Bu seferlik sen yesene, sen seviyordun tavuğu.”
“Aa, ne ilgisi var be?” diye carladım. “Çiğ tavuğu nasıl yiyeyim, yamyam mıyım ben?”
“Ben yamyam mıyım?” diye sordu Kartal bana dik dik bakarak.
“Yiyeceksin, kurallar böyle,” diyerek elimi geriye atıp poşeti aldım, poşetten paketteki göğüs etini çıkararak sehpanın üzerine koyup ona meydan okuyan gözlerle baktım. “Ya çiğ tavuğu yersin ya da Yunus’u öpersin. Dudaktan.”
Kartal, kaşlarını kaldırdı.
Streç filmi koparıp tavuğu açtım, bir an tavuğa bakınca içim kalktı, yüzümü buruşturup öğürerek kafamı geri çektim. Kartal sehpaya doğru eğilip, üzerinde çalıştığı bir deneyi inceliyormuş gibi çiğ tavuğu incelemeye başladı.
“Yersin sen yersin,” diye gaz verdi Nesli ama bunu söylerken kusmak üzereymiş gibi bakıyordu. Kartal bir süre tavuğu izledi, başını eğmiş tavuğu izlerken ara sıra gözlerini kaldırarak arkadaşlarına bakıyor, sonra bakışlarını yeniden tavuğa indiriyordu.
“Sadece bir ısırık,” diye fısıldadım ona, bir an durup gözlerini bana çevirdi. “Sizin için gelenek gibi bir şeymiş bu oyun. Bence buna değer.”
Gözleri loş ortamda çok da aydınlık durmayan yüzümde uzun uzun gezindi, sonra tekrar tavuğa bakıp derin bir nefes alarak, “Bir ısırıktan fazlasını yedirmeye çalışana bu sehpayı yediririm,” dedi, ciddi görünüyordu.
Kartal çiğ tavuğu ısırıp ağzında uzatarak çekti ve Yunus Emre’nin gözlerine ölümü anımsatan gözlerle bakarak çiğ tavuğu çiğnemeye başladı. İnanamayan gözlerle Kartal’a bakakaldım. Bunu gerçekten yapmış mıydı? Yüzünde mermer gibi bir ifadesizlikle çiğ tavuğu çiğnemeye devam etti. Herkesin üzerine yıldırım gibi düşmüş sessizlik, Kartal’ın çiğ tavuğu sertçe sehpanın üzerindeki kabına geri bırakmasıyla daha da çoğaldı. Sanırım bu susmaları gerektiğinin altını çizen bir hareketti, şimdi herkes konudan uzaklaşmış, Kartal ellerini yıkamak için masadan kalktığında konu tamamen kapanmıştı ama ben her aklıma geldiğinde bu olaya gülmeye devam edecektim.
Burak’ın cezası hepimizin keyfini yerine getirmişti. Bir oyun havası açacaktık ve o da kurtlarını dökecekti. Bir an Burak gibi kocaman görünen bir adamın oyun havası eşliğinde göbek atışını hayal bile edememiştim ama Sibelay telefonundan bir roman havası açtığında, düşüncelerim hızla değişti. Aniden elektriklerin kesilmesiyle anlık bir uğultu yaşandı, herkes birbirine baktı ama içerisi tam anlamıyla karanlığa gömülmüş sayılmazdı. İlerideki sokağın ışığı yanıyordu, o yüzden yağmurun gölgeleri o ışığı arkasına alarak zemine düşüyordu.
Burak, karanlıkta göbek atmaya devam etti.
Kobra Murat şarkısında dans eden Anakonda Burak ile tanışmak benim için de beklenmedikti. Ona Anakonda ismini koyan Neslihan’ın ta kendisiydi.
“Anakonda Burak gecelerinizi ısıtmak için geliyor,” dedi Neslihan alkış eşliğinde. “Darbukada Yunus Emre Dikkaya, DJ kabininde Sibelay Varol, klavyede Kartal Alaşan…”
Sibelay şarkıyı başa sardı, Burak şimdi çok daha kıvrak dans ediyor, Sahra kahkaha atarak sevgilisine bakıyordu.
Sibelay birden elimi tutup beni kaldırmaya çalışınca tedirgin bir şekilde gülerek başımı iki yana salladım. Sibelay bu sefer Kartal’ı kolundan tutarak, “Kalkın göbek atalım ya!” diye bağırdı. O sırada Burak yerde tişörtünü çitiliyordu. Evet, çitiliyordu. Kartal sadece sessizce onları izliyor, birasını yudumluyordu. Yüzü o kadar ifadesizdi ki, bu bana şu an olduğum ortamdan daha komik gelmişti.
Yunus Emre’nin, Burak’ın beline ceket bağladığını gördüm. Daha sonra Burak roman havasını değiştirip bu kez ağır roman oynamaya başladı. Kaşlarımı kaldırırken elimde olmadan güldüm. Ben güldüğümde Kartal’ın bakışları bana çevrildi.
“Burak bugünü bekliyordu galiba,” diye fısıldadım Kartal’a sokularak. Kolum koluna sürtününce içimde garip bir his büyüdü ama ona çaktırmamaya çalıştım. Daha önceleri de bu küçük temaslar hislerle dolmama neden oluyor muydu? Hiç hatırlamıyordum.
“Burak kapı gıcırtısına oynar. Bakma öyle yarma gibi durduğuna, ruhunda bir oryantal star yaşıyor.”
O gürültünün ortasında bir anlığına kapının çalarken çıkardığı sesi duyar gibi oldum. Elektrikler hâlâ yoktu, bir zil sesi duymamıştım ama kapıya vurulmuş gibi gelmişti. Kartal da duymuş olacak ki gözlerimin içine baktı. “Kapı mı çalıyor?” diye sordum yüzüne yaklaşarak. Nefesim onun yüzüne dökülünce bedeni gerildi. Başını salladı ama konuşmadı, sadece gözlerimin içine bakıyordu. “Gidip bakayım,” dedim. Tam yerimden kalkacağım sırada bileğimi kavrayarak beni tuttu. Geri oturup ona baktım.
“Ben gider bakarım, sen bu delilere mukayyet ol,” dedi ve kolu koluma ateş çıkaracak gibi sürtünürken oturduğu yerden kalktı, dans eden arkadaşlarımızın arasından geçip kapıyı açmak için salondan çıktı.
Sibelay bana yaklaştı ve kolumu kavrayıp beni sertçe çekerek ayağa kaldırdı. Dans etmek istemiyordum ama Sibelay’ın gazabına uğrayacakmışım gibi hissediyordum.
“Kartal nereye gitti?” diye sordu Yunus Emre.
“Kapı çaldı!” diye bağırdım beni duyabilmesi için.
“O zaman yürüyün kapıya gidiyoruz!” diye bağırdı Burak, duraksayarak ona baktım. “Kimmiş bu saatte kapımızı çalan görelim!” Matarasındaki içkiden bir yudum daha alıp oynaya oynaya koridora doğru yürümeye başladı. Gerçekten sarhoştu. Diğerleri de onu takip edince elimi alnıma vurup koşarak arkalarından çıktım.
Kartal aralık tuttuğu kapının önünde duruyordu, yüzünde ciddi bir ifade vardı, kapının arkasındaki her kimse o bakışlarla karşılaştığında içeride eğlence değil, cenaze olduğunu düşünürdü. Gözleri omzunun üzerinden ona yaklaşan müziğe ve dans eden çılgın arkadaşlarına kayınca burun delikleri genişledi, hepsini süzen bakışları en son bana saplandı ve bana neden onları tutmadığımı sorgulayan bir bakış gönderdi.
“Hayırdır?” diye sordu Burak kapıya doğru yaklaşıp dans eder gibi kıpırdanarak. “Kimsiniz?”
“Kartal Bey,” dedi bir adam, Burak’ı umursamadan. Sibelay müziğin sesini kıstı ama oynamaya devam ediyordu. “Bina sakinlerinden şikâyet geldi efendim, çok gürültü yapıyorsunuz.”
Burak yüksek sesle güldü. “Kırk yılda bir eğleniyoruz, canları çektiyse onlar da gelsin.”
Adam ciddi bir sesle, “Efendim, biliyorsunuz ki binamızda bu tarz…” diyecekti ki, “Kop, kop, kop! Kop evladım! Kop!” diye bağırdı birden Kartal adamın suratına doğru. Ardından elini Burak’ın omzuna koydu ve birden zıplamaya başladılar. Dehşet içinde ikisine bakıyordum. Aynı anda bağırdılar: “Van tu tiri foro!”
Kartal ayağıyla kapıyı sertçe adamın yüzüne kapattı.
Böyle absürt bir şey görmeyi beklemediğim için donup kaldım.
Burak ve Kartal, koridorun ortasında, “Kop kop kop kop!” diye bağırarak omuz omuza zıplıyorlardı, şimdi herkes durmuştu, sadece onlara bakıyorduk. Birkaç saniye sonra Yunus da Kartal’ın diğer tarafına geçti ve omuz omuza zıplamaya başladılar. Neslihan kahkaha atarak onları anlamış gibi bir şarkı başlattı.
“Bu bendeki aşk değil!” diye bağırıyordu Kartal. Yunus ile Burak devam ettiriyordu: “Cano cano!”
Kartal sonunu getiriyordu: “Söyle bana nere gidem?”
Burak bağırdı. “Ver gazı evladım, ver gazı!”
“Are you ready?” diye bağırdı Yunus beklenmedik bir şekilde İbrahim Tatlıses gibi.
Sibelay aniden, “O zaman benden bir Bu Gece Karakolluk Olabilirim gelsin mi?” diye sordu hevesli hevesli. Yunus, Burak ve Kartal yavaşladı, sonra durdular ve aynı anda, “Gelmesin,” dediler ama artık Kartal da diğerleri de içten gülümsüyorlardı.
Bu uzun yıllardır tanıdığım bu yabancıyı ilk kez böyle görüşümdü. Kartal hep sert bir kabuğun arkasından bakardı bana, o kabuğun ardında neler saklandığını hiç bilmezdim. Şimdi kabuğun diğer tarafında onunla birlikteymişim gibi hissediyordum.
İlk kez mutluydu, ilk kez kendini akıp giden eğlencenin kollarına bırakmıştı, ilk kez hem bir çocuk kadar masum hem de bir çocuk kadar yaramazdı. İlerleyen dakikalarda Sahra bir avuç acı biber yemek zorunda kalmış, hüngür hüngür ağlamıştı ve karanlıkta Neslihan’ın da omzundaki dövmelerin arasına komik bir hayalet dövmesi eklenmişti.
Gece, başlangıcın aksine oldukça keyifli ilerliyordu. Ta ki sıra bana gelene dek… Bir ceza değil de ödül gelmesi için içten içe dua ettiğim sırada parmaklarımın arasındaki zarları yuvarladım ve ardından zarları avucumun içine hapsettim. Biraz tedirgin hissediyordum çünkü her ne kadar cezalar aşırı komik görünse de benim başıma gelirse diğerlerine güldüğüm gibi gülemeyeceğimi biliyordum. Hatta gelebilecek cezaları tahmin ederken epey gerilmiştim. Avucumun içindeki zarı yavaşça sehpaya fırlatmamla eş zamanlı olarak gözlerimi yumdum ve zarların dönerken çıkardıkları takırtıyı dinledim. Sonra zarlar durdu ve oluşan sessizliğin içimde doğurduğu merakla gözlerimi aralayıp zarlara baktım.
“Beş, beş,” diye mırıldandım, bakışlarımı kaldırıp Yunus Emre’ye temkinli gözlerle baktığımda sırıtarak kâğıda uzandı ve bana denk gelen maddeyi okumaya başladı.
Yunus yüzünü buruşturup, “Şimdiden senin adına üzgünüm, Lavin,” dediğinde beni bekleyenin ağır bir ceza olduğunu fark ettim.
“Uzatma da söyle,” dedi Kartal.
Yunus Emre, “Amuda kalkıp en utanç verici anını anlatacaksın,” deyince bir an donup kaldım. “Anı bitene kadar aynı pozisyonda kalmak zorundasın.”
“Ha?”
“Kızın beynine kan gitmez ayol,” dedi Sibelay abartıyla.
“Bir de en utanç duyduğu anıyı anlatacak.” Sahra bana üzülmüş gibi baktı. “Geçmiş olsun.”
“Duvara yaslanırsın,” dedi Kartal ileriyi işaret ederek. “Çok yapamayacak gibi olursan bırakırsın.”
Ona iri gözlerle baktım. “Yapacak mıyım yani?”
Altın kahve gözleri gözlerime tutundu, dudakları serseri bir kıvrımla yukarı doğru bükülürken, “Bana çiğ tavuğu yedirdiniz,” dedi. “Sen de amuda kalkıp aklına gelince en utanç duyduğun anıyı anlatacaksın.”
“Bunu yapmak zorunda mıyım?” Kaşlarımı çatarak Kartal’a bakmaya devam ettim. “Mecbur muyum? Hem bu sizin geleneğiniz, benim değil.”
Kartal bana alayla bakarken elindeki şampanya kadehiyle beni işaret etti. “Ne o, anlatacağın o utanç verici anıdan mı korkuyorsun?”
“Ne diye korkacakmışım?”
“Çok utanç verici herhâlde,” dedi Kartal alayla.
“Sadece mecbur değilim.”
“Oyunun burasına kadar bizleydin, bundan sonrasında kaçabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun, Lavinia. O yüzden yerinde olsam gidip duvara yaslanarak amuda kalkardım. Yoksa yerine getirmediğin her görev için üç ceza daha alacaksın.”
Mızıkçı gibi davranmaktan vazgeçerek ayaklandım. Duvar kenarına ilerlediğim sırada Yunus Emre, “Unutma, en çok utandığın anı olmak zorunda,” deyince duraksayıp zihnimde gizlediğim anılara ulaşmaya çalıştım. Çocukluğumdan bu yaşıma kadar çok fazla utanacağım olay yaşanmıştı ama hiçbiri anlatabileceğim kadar büyük değildi. Eğildim, avuçlarımı yere bastırdım ve hiç zorlanmadan bedenimi kaldırıp dimdik tutarak ayaklarımı duvara yasladım. Topuz yaptığım saçlarım aşağı sarkarken kazağım da karnımı açıkta bıraktı ve aniden tüm baskı kafa bölgeme toplandığı için kulaklarım çınladı.
“Neyi anlatacağına karar verdin mi?” diye soran Yunus’a baktım ama görüntüsü tersti. Yunus soruyu sorduğu esnada Sibelay yanıma gelmiş, rahatsız olabileceğim düşüncesiyle kazağımın ucunu şortumun kenarına sıkıştırarak kazağın göğüslerimden aşağı sarkmasını engellemişti. Ona minnetle baktım.
Gözlerim Kartal’a kaydı, onun karşısında böyle durmak beni tedirgin ediyordu. Gözlerinde saf bir dikkatle anlatacağım şeyi bekliyordu, diğerleri de ondan farksızdı ama onun gözlerindeki dikkat beni daha da tedirgin etti.
Yanaklarıma kan gibi oturmaya başlayan utanç duygusuyla birlikte, “Çok küçüktüm,” diyerek söze girdim ve tam o an tüm dikkatler bana yoğunlaştı. Anılarımın içinde ilerlemek, her ne kadar mutlu anlardan oluşsalar da mayın tarlasında yürümek gibiydi. “Yedi ya da sekiz yaşlarındaydım ama asla dokuz değil… Uykularım hep çok derin olurdu, uyumayı çok severdim ve bazı geceler çok sıkışsam da uykum daha ağır bastığından uyanıp tuvalete gitmezdim…”
“İyi dinleyin, bir altına işeme hikâyesi geliyor,” dedi Burak gülerek, ona aldırış etmedim.
“Tam da öyle denmez,” diye mırıldandım, birden bedenimi taşımak güçleşti ve parmak boğumlarımın beyazladığını fark ettim. Yüzüm de muhtemelen baskıdan dolayı damarlarla dolmuş olmalıydı, kızardığıma da emindim. “Bir gün başıma öyle çirkin bir kaza geldi, evet. Ama sonra bu şeyi sevdiğimi fark ettim.” Şaşkın bakışları yüzümde hissedince gözlerimi farklı bir noktaya dikerek utancımı bastırmaya çalıştım. “Altıma yaptıktan sonrasındaki sıcaklık geçince hoş bir soğukluk oluyordu, o soğuğun içinde uyumayı sevdiğimi keşfetmiştim ve artık geceleri bile bile bunu yapmaya başlamıştım…”
Kartal birdenbire, “Ne?” dedi abartılı bir sesle. Ona bakmamak için kendimi tuttum, böyle bir şeyi öğrenmesi benim için çok korkunç bir kâbusun gerçeğe dönmesi gibi bir şeydi. Sibelay’ın gülmemek için kendini sıktığını fark ettim ama onun aksine Sahra ve Neslihan beni umursamadan yüksek sesle gülüyorlardı. Biraz sonra Yunus ve Burak’ın da güldüğünü duydum ama Kartal üzerindeki şaşkınlığı atamamış gibi sessizdi.
“Anlatmaya devam etmelisin,” dedi Yunus, bunu sırıtarak söylemesi beni daha da utandırırken yanaklarımın içini dişledim. Artık bedenimi havada tutabilmek daha güçtü, zaman geçtikçe beynim daha çok zonklamaya başlıyordu. Utanç da bunlara eklendiğinde gerçekten rezalet bir hâldeydim.
“Annem bunun bir rahatsızlık olduğunu düşündü ve beni doktora götürmeyi bile düşünüyordu ama sonra babam durumu fark etti. Bir gece ben yatağımdayken odasına gitmek yerine karanlıkta oturup beni izlemiş, gözlerimi açıp duvarı izlediğimi, o esnada da işimi görüp geri uyuduğumu ve bunu huzurla yaptığımı anneme kahkahalar eşliğinde anlatmıştı.”
“Çok enteresan bir hobi, Lavin,” dedi Burak hayretler içerisinde. “Her gece belli bir saatte kalkıp yatağa işemek… Ve bunu duvarı izleyerek yapmak…”
“Bu kadardı,” dedim yüzüm kıpkırmızı hâlde. Tam kendimi serbest bırakacaktım ki aniden herkes yüksek sesle gülmeye başladı ve bu bir an bana da çok komik geldi. Elimde olmadan gülmeye başladım, gülerken dengeyi korumak çok zor olduğundan birkaç kez devrilecek gibi olmuştum ama bir yerimi incitmek istemediğimden dikkatli davranıyordum.
“Duvarı izleyerek yatağa işemeyen de soğuğu seviyorum demesin,” dedi Neslihan ciddi bir sesle.
Bu beni daha da güldürürken bir an gerçekten dengemi sağlayamadım ve bedenim tam yere devrilecekken bir elin ayak bileklerimi sıkıca kavrayarak beni havada asılı tuttuğunu fark edip korkuyla küçük bir çığlık kopardım. Panikle kafamı kaldırmaya çalıştım ama başaramadım, Kartal beni ayak bileklerimden tutuyordu. Buraya nasıl bu kadar hızlı gelmişti anlamamıştım bile. Göz açıp kapayıncaya dek onu dibimde, beni düşmekten son anda kurtarırken bulmuştum.
“Düşüp bir yerlerini incitme, sonra yataklara düşüp yattığın yere yapmak zorunda kalacaksın ve bunun hobin olduğunu değil, zorunluluktan öyle olduğunu savunacaksın,” dedi Kartal alaycı bir sesle. “Ama ben asla inanmayacağım tabii…”
“Bırak beni ya!” diye cırladım utanç hissi içimi kasıp kavururken ama bir yandan da deli gibi gülmek istiyordum çünkü etrafımdaki herkes gülüyordu ve gülmek bulaşıcı bir hastalık gibiydi. Tıpkı hüzün gibi.
Gecenin en ıssız saatlerine kadar devam etti oyun. Oyunun devamında Burak, bir haftalığına Yunus’un kölesi olmak zorunda kalmış, yine Burak bu kez Sahra’nın Instagram profiline ‘ağda zamanı da geldi çattı’ yazarak kendi tüylü bacaklarının fotoğrafını yüklemişti. Sahra hıçkıra hıçkıra ağlayarak fotoğrafın altına gelen yorumları okurken, Burak onun saçlarını okşayarak, “Seninkiler hiç bu kadar uzamıyor, üzülme,” demiş, Sahra daha da sinirlenmiş ve apar topar evden ayrılmıştı. Tabii Burak da onun arkasından çıkmıştı…
Sonunda herkesi bir bir uğurlayıp, hâlâ elektriklerin gelmediği karanlık evde baş başa kaldığımızda, gece boyu süren kahkahalar da sanki arkadaşlarımızla birlikte evin duvarlarından silinerek usulca burayı terk etmişti. Sehpanın üzerindeki çöpleri toplayıp mutfağa taşımaya başladığımda Kartal pencere kenarında sigara içiyordu. Şimdi bu ev yeniden bir mezarın içi kadar sessizdi ve o tek kişilik mezarın içinde iki kişi yatıyorduk.
Yağmur gitgide daha da şiddetleniyor, yıldırımların ışıltısı duvarları anlık da olsa aydınlatıyordu. Koltuğa oturup bağdaş kurdum, ardından hemen önümde dikilen adamın ensesini, saçlarını, sırtını ve parmaklarının ucunda tuttuğu sigarayı izlemeye başladım. Sigarasını bir tablodan fırlamış gibi görünürken içti.
“Bu gece eğlendin mi?” Sorusu birden tüm dikkatimi dağıttı, sanki onu izlediğimi biliyordu. Gözlerimi endişeyle ondan kaçırdım, sustum, bir cevap vermedim çünkü yalnız kalmamız, yeniden aynı görüntünün gözlerimin önünde asılı durmaya başlamasına neden olmuştu. O fotoğrafın… Yalnız olmadığım ama etrafımı ateşe vererek beni yalnızlaştırdığı fotoğrafın…
Tıpkı o fotoğraftaki gibiydik onunla. O etrafımı ateşe vermiş, insanların yanıma gelmesine engel olmuştu ve ben ateşlerin ortasında durmuş onu izliyordum.
Konuşmayacağımı fark edince pencerenin önünden ayrılarak bar tezgâhına doğru ilerledi, mini dolabı açtı ve bir viski şişesi çıkararak tezgâhın üzerine koydu. Kristal kadehini de masaya sertçe bıraktıktan sonra şişeyi tekrar eline alıp bardağı içkiyle doldurdu. Tek dikişte içti. Kadehi tezgâha geri koyup gözlerini kaldırarak bana bakmaya başladı.
Bir süre sessizliği gözlerinden içtim.
Salonun ortasına doğru yürümeye başladı. Her şeye rağmen, ondan kaçmama, kendimi sakınmama, içimdekileri susturmama rağmen kavrulan bakışlarımı ona değdirmeden duramadım ve karanlık, odayı bir canavar gibi yerleşmişken onunla göz göze geldim. Altın kahve gözleri odanın karanlığında doğan bir güneş gibiydi ama teninde kara kışları taşıyordu.
“Sessizliğin de senin gibi bulaşıcı bu gece.” Sesi bir fırtına gibiydi, dağıtmak için geldiği yerin sahibi olmuştu. Sustum. Sadece ona bakmaya devam ettim.
Güçlü adımları zihnimin topraklarına gömdüğüm kelimelerin yerini biliyormuş gibi bana doğru düşmeye başladı.
Tam önümde durdu ve kalbim ağzımda atmaya başladı.
“Sen sustuğun kadar gözlerin de susaydı, her şey daha kolay olabilirdi.”
Dışarıda güçlü bir şekilde yağan yağmurun sesi salona dolmaya devam ediyordu. Kartal kafasını yavaşça eğdi, kalbim artık göğsümde değil, dudaklarımın arkasına aitti. Bal rengi gözlerim uzun süre gözlerinden kopmadı; karanlık gitgide daha da artıyormuş hissi aramızda nabzı çarpan bir insan gibiydi.
“Konuşmuyorsun,” dediğinde sesi sakindi. “Susuyorsun.”
“Ne söylememi bekliyorsun?”
“Beklediğim şeyleri söyleyebilecek misin?”
Sustum, konuşursam olacaklardan korkuyordum. Konuşursam yüzleşmek zorunda kalacaklarımdan korkuyordum.
“Söylesene,” diyerek yüzüme doğru eğildi, nefesi dudaklarımı okşuyor, dudaklarımda bir yangın biriktiriyordu. Ona ihtiyaç duyuyordum ama bu ihtiyacın özünde neyin gizlendiğini ya bilmiyor ya da görmezden geliyordum.
“Neyi?”
“Bana baktığında gördüğünün ne olduğunu?” Biraz daha yaklaştı. “Bana baktığında ne görüyorsun, Yabani?”
Şimdi yüzü yüzüme gözlerimden daha da yakındı.
Nefesi, ciğerlerimde doğan bir yaşam ıslığı gibiydi; sanki bana aitti ama benim değildi.
“Geri çekil,” diye fısıldadım, sesim can çekişiyor gibi çıkmıştı. Bunu yapmadı.
“Nedenini söyle. Sana bu kadar yakın olmam seni neden rahatsız ediyor, Yabani?”
“Sana nedenler vermek zorunda değilim, Kartal.”
“Zorundasın.” Dizini iki bacak arama, koltuğa bastırınca gözlerim irileşecek sandım ama kendimi sıktım. “Bana bu gözlerle bakmaya devam ettiğin sürece, her şeye mecbursun, Lavinia. Açıklama yapmaya, yanımda durmaya, benimle uyumaya…” Şimdi burnunun ucu burnuma değiyordu. Ne değiştiğini ise asla anlamıyordum. Ne olmuştu da bir anda böyle davranmaya karar vermişti? Düşüncelerle savaştığım sırada o cümleyi kurdu: “Beni öpmeye…”
Saniyeler aktı, aktı ve aktı…
Benimse gözlerim onun gözlerinde çaresizliklerle kaplıydı.
Söylediği ona göre belki kurulması kolay bir cümleydi ama hisseden kişi için, yani benim için hiç kolay değildi. Onu itmek ve benden uzaklaştığı anda kendime geri çekmek istiyordum. Bu durum, hissettiklerimden bile daha saçmaydı.
“Sen dengesizin tekisin, Kartal Alaşan,” dediğimde nefesim yüzüne döküldü. Nefesim ona gözlerini yumdurdu. Uzun, simsiyah kirpiklerinin gözlerinin altındaki çukurlara yerleştiği an, kalbimden ılık bir hissin beni mahvederek aktığı andı.
“Kabul ediyorum,” dedi, sesinde bir yenilgi vardı. “Öyleyim ama bunun tek sorumlusu ben değilim.”
Nefesim sıklaştı, avuç içlerimi onun güçlü göğsüne bastırıp onu yavaşça kendimden uzaklaştırmak istedim ama o, sanki bu felaketi olacakmış gibi, “Yapma,” dedi. “Daha fazla uzaklığa benim mevsimlerim yetmez.” Yutkundu, yutkundum. “Yapma, Lavinia.”
O bana böyleyken, ben nefesimi bir ömre sığdıramıyordum; o bana böyleyken, ben yalnızca kalbimin atış seslerini duyabiliyordum. Dudakları dudaklarıma dokunacak diye düşündüm ama o, bu düşünceyi parçalayacak bir masumiyetle yüzünü boynuma soktu.
Kendime verdiğim sözü bir anlık bozdum, bu benim kendime olan yenilgimdi. Elim yavaşça Kartal’ın ruhu kadar dağınık olan saçlarına kaydı, saçlarına dokundum, parmaklarımı saçlarına gömdüm ve saçlarını okşadım. Bu dokunuş onun ruhuna kondurulmuş sadakat yüklü bir buse gibiydi ve Kartal Alaşan, bu dokunuşun altında daha da gevşeyerek bana teslim olmuştu.
Tüm nedenler, bizi bekleyenler, içime sığdıramadığım duyguların sonunda benden kaçıp ona sığınmasıyla artık çok önemsizdiler. Kartal’ın kolları belimi sarınca başta kendimi bir çocuk kadar savunmasız hissettim. Sonra dokunuşu beni gevşetti, kendimi güvende hissettim. Oysa bana sığınan, bana teslim olan o değil miydi? Güvende hisseden neden bendim?
“Ben hep susarak anlattım, Kartal,” dediğimde sakince beni dinliyordu. “Sen gözlerime bakarak anla.”
Konuşmadı, benim de daha fazla konuşacak gücüm kalmamıştı. Kafamda her şeyi rayına sokmam, sonra da hepsini değerlendirmem gerekiyordu ama Kartal beni çözüme ulaştırmıyordu. Onun ne hissettiğini, ne düşündüğünü, ne istediğini çözmek çok zordu. Birbirimize yakın olduğumuz saniyeler dağ gibi büyüyene dek sustum ama kalbim soru işaretleriyle doluydu.
“Ben uyuyamıyorum,” dedi sonunda konuştuğunda. “Deniyorum ama uyutamıyorum kendimi. Eskiden gözlerimi kapatır, düşüncelerimi kapatamazdım ama şimdi sen olmayınca gözlerim de kapanmıyor.” İtirafı kalbimi delip geçti. Parmaklarımı saçlarına ona ve cümlelerine güç vermek istiyormuşum gibi bastırdığımda fısıldadı: “Kış Dönencesi, benimle uyusana.”
Kış Dönencesi… Ona yıldızlar kadar uzaktım.
“Kış Dönencesi’ne en yakın yıldız hangi yıldız biliyor musun?” diye fısıldadım, kelimelerim ona sıcak bir kucak olmuş gibiydi, tenindeki sakinliği sanki zihninde var olan duygulara borçluydu. Meraklı bir şekilde çenesini omzuma sürtünce gülümsedim. “Çoban Yıldızı.” Bir elimi ensesine koyup, diğer elimle saçlarını okşamaya devam ederken, “Seni ona benzetiyorum,” dedim yavaşça.
“Çoban Yıldızı,” dediğini duydum, başımı salladım ama cevap vermedim. Evet, Çoban Yıldızı. Onu buna benzetiyordum.
Salonda artık neredeyse hiç ışık yoktu. Onun yüzünü görmesem de varlığını hissederek ondan ayrıldım ve hiç konuşmadan elini tuttum. Bunu beklemediği kesindi, bunu ben de beklemiyordum ama olmuştu; düşünmeden, hesapsız ve kitapsız. Parmaklarımız birbirlerine geçtiği anda kalbimden bir kuş yükseliyormuş gibi hissettim.
Onun odasına girdik. Kalın perdelerden içeriye belli belirsiz koyu lacivert bir ışık dökülüyordu ama bu, birbirimizi sadece birer karanlık silüet olarak görmemizi sağlıyordu. Ellerimiz birbirinden ayrıldı ama çok geçmeden aynı yatağın üzerinde, yine bir aradaydık.
Yorganı kaldırdı ve beni yorganın altına aldı. Ona sokuldum, içimi anlamsız bir huzur kaplarken sırtımı onun göğsüne yasladım ve yorganı omzuma kadar örterek kafasını yastığa koydu. Bir süre gözlerim kapıda, sırtım ona yaslı bir şekilde sessizliğin içine yağan yağmuru dinledim. Kartal da ben de sessizdik ama sanki ikimiz de en gürültülü anımızın içindeydik.
Kolunu belime koyunca yutkundum ama tepki vermedim. “Lavin,” dediğinde sesi uykulu geliyordu, alt dudağımı dişlerimin arasına alıp sıyırdıktan sonra, “Hım?” diye mırıldandım.
“Yapmazsın, değil mi?”
“Neyi?”
“Yatağa…” Bir an jetonum düşünce kaşlarımı çatıp dirseğimle onun boşluğuna sertçe geçirdim ama bu onu inleteceğine güldürdü.
“Çiğ tavuğun tadı nasıldı?” Pis pis sırıttım ama görmedi. “Çok güzel çiğnedin.”
“Demek benimle ilgili her şeyi çok güzel buluyorsun. Bir tavuğu çiğneyişimi bile…”
“Kendini beğenmiş,” diye homurdandım. Burnundan sert bir nefes verdi, sonra bana biraz daha sıkı sarıldı. İçinde bulunduğumuz durum dışarıdan bakıldığında nasıl görünüyordu bilmiyordum ama şu an kendimi kötü hissetmem gerekse de ben hissetmemem gerektiği kadar iyi hissediyordum.
Uykum vardı ama biraz daha onunla kalmak istiyordum. Bu yüzden, “Neslihan’ın dövmesi epey komik oldu,” diye mırıldandım, birkaç saniye bekledim ama cevap alamayınca yutkundum.
“Çok fazla dövmesi olduğundan o çirkin dövmeyi kafaya takmaz,” dedi Kartal, parmaklarının karnımdaki hareketini hissettiğim an algılarım bir anda derinleşti. Tüm dikkatimi karnıma vermeye başladım. “Asıl komik olan Yunus’un saçlarıydı bence. Çakma Joker gibi gezsin şimdi sokaklarda.”
“Gittiği gibi saçlarını yıkamıştır,” dedim gülerek.
“Yıkasa da çıkaramaz, iki üç yıkamada anca akar o boya.”
Gözlerim iri iri açıldı. “Ciddi misin? Bunu o biliyor mu peki?”
“Bilmesine gerek yok,” dedi, onu göremesem de yüzünde hain bir sırıtış olduğuna emindim.
“Yönetici başımıza bela olmaz umarım,” diye mırıldandım konuyu uzatmak istiyor gibi, parmaklarının karnımdaki varlığı nefesimi sıklaştırıyordu, bunu anlamaması için içten içe dua ediyordum.
“Hiçbir bok yapamaz.”
“Senin aniden öyle bir tepki vermeni beklemiyordu bence. Adamın yüzüne mahkeme duvarı gibi bakıyordun, aniden kop kop diye bağırmaya başladın.” Yavaşça güldüm, Kartal sessizdi ama içimden bir ses gülüşümü dinlediğini söylüyordu.
“Ne kadar kıl bir herif olsam da onlar benim arkadaşlarım, kırk yılda bir eğleniyorlardı, hiçbir moruğun onların eğlencesinin ortasına incir ağacı dikmesine izin veremezdim,” dedi Kartal, sesi ciddiydi, elimde olmadan yavaşça gülümsedim ama o bunu göremedi.
“Yine de senin İbrahim Tatlıses şarkısı eşliğinde öyle çılgınlar gibi dans edeceğin hiç aklıma gelmezdi. Seni ne zaman görsem yüzün sirke satardı,” dediğimde yüzünün saçlarıma yakınlığını saç diplerime yayılan sıcak nefesinden anladım. Sertçe yutkundum. “Yani sana göre değil gibiydi.”
“Lavin, sen bana hiç dikkatli bakmıyordun ki göresin.”
Söylediği şey bir anlığına duraksamama neden oldu.
“Ben size geldiğimde odana geçip kulaklıktan İbrahim Tatlıses mi dinliyordun yani?” diye alay ettim konuyu dağıtmak için.
“Yok ama arabesk dinlediğim oluyor tabii. Bazı geceler Sahra ve Burak kavga ederlerdi, Burak tüm gece arabesk dinleyerek bizi de depresyona sokardı.”
“Neden kavga ediyorlardı ki? Gerçi şimdi de sürekli didişiyorlar, saçma bir soru oldu sanırım. Depresyona girmiş Burak’ı görmek isterdim. Göbek atan Burak kadar komiktir kesin.”
“Ayı gibi adam depresyon battaniyesinin içine girip arabesk dinleyerek çikolata yiyordu, Lavin,” dedi Kartal, sesinden anladığım kadarıyla o da benim gibi gülüyordu. Elimde olmadan sesli bir şekilde güldüğümde karnımda duran parmaklarının kasıldığını hissettim. “Sahra onu kıskanıp ona mesaj atsın diye WhatsApp’ı açık bırakır, telefonu kenara koyardı. O sırada battaniyesinin içinde çikolata yiyor ama…”
“Sahra kıskanıyor muydu?” diye sordum gülerek.
“Hem de ne kıskanmak. Bir gece kaldığımız evi av tüfeğiyle bastı, ciddi ciddi av tüfeği. Böyle boynuna asmış, kızın boyu 1.50 falan, kapıyı bir açtım, biri yüzüme namlu doğrulttu. Düşün, namlu bile Sahra’dan daha çok görünüyordu.”
Kıkırdadım. “Sonra ne oldu?”
“O ırz düşmanı kimlerle konuşuyor da hiç çıkmıyor WhatsApp’tan diye bağırarak içeri girdi, o sırada Yunus ve ben elleri havaya kaldırdık, onu takip ediyoruz… İçeri bir girdi, Burak’ın elinde ikisinin ilk çektirdikleri fotoğraf, ağzının etrafı çikolata olmuş, Burak depresyon battaniyesinin içinde…” Kartal, burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Barıştılar oracıkta. Ama bizim Yunus’la ellerimiz hâlâ havada…”
“Sizi öyle düşününce…” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Birlikte çok eğlenmişsiniz.”
“Öyle.” Kartal bana daha sıkı sarılınca sırtım onun göğsüne gömüldü. “Bildiğim kadarıyla senin çok fazla arkadaşın yoktu. Hatta senden korkuyorlardı biraz.”
Gülümsedim, Kardelen’in arkadaşlarının genelde benden çekindiklerini bilirdim. “Benim bir arkadaş grubum yoktu, sen de biliyorsun zaten. Tek bir arkadaşım vardı.” Uykum geldiği için esnedim, gözlerim ağırlaşmaya başladı. “Ondan başkası hiçbir zaman olmayacak.”
“Ben buradayım, yalnız değilsin,” diye fısıldadığını duyduğumda uyku beni çoktan ele geçirmişti.
Elimde olmadan, “Seni hiçbir zaman arkadaş olarak görmeyeceğim,” diye fısıldadım ve Kartal’ın arkamda kaskatı kesildiğini hissettim. Ama uyku öyle baskındı ki, söylediğim şeyin utancı bile kıyılarıma yaklaşamadan dalgaların arasında boğulup kaybolmuş, ölüp dibi bulmuştu.
Uykumun ortasında bir şey duyar gibi oldum.
“Üzgünüm ama ben de.”
️💫
Emir, “Benimle konuşmuyor musun?” diye sorduğunda modern dans sınavına girmiş ve koreografisini başarıyla tamamlamış öğrencilerin isimlerini not ediyordum. Bunu benden rica eden hocayı pek tanıdığım söylenemezdi ama benden yardım istediğinde onu reddetmemiştim.
Kaşlarımı çatarak, “Bu da nereden çıktı?” diye sordum.
“Bir saattir kendi kendime konuşuyorum, bana cevap vermiyorsun.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Hocaya yardım ediyordum. Kötü not alacaksın çünkü koreografiye uymadın, dans ederken aklın başka yerdeydi. Hoca adının yanına çarpı işareti koymamı söyledi.”
Emir omuz silkerek, “Hallederim sonra,” diye homurdandı. “Sadık Parlak olayını ne yapacağız?”
Gerilerek etrafıma baktım. Adamın ismini bu şekilde zikredip bana bu soruyu yöneltmesi çok tehlikeliydi. Derin bir nefes alarak, “Bunu bana mı soruyorsun? Bu konuyla sen ilgilenecektin,” dedim. “Ofis mofis diyordun, ne oldu?”
“Ofise girmenin kesin yolunu biliyorum, Kartal biraz sorumluluk sahibi olup benimle konuşmaya yanaşsa ne zaman gireceğimizi söyleyecektim zaten ona,” dedi Emir.
“Bunu sonra konuşalım. Yerin kulağı vardır.”
Bağdaş kurarak oturduğum yerden kalkıp kâğıdı ve kalemi hocaya bıraktım, çantamı yerden alarak derslikten çıkıp koridorda ilerlemeye başladım. Kendimi çok yorgun hissettiğim için bir an önce duşa girmek, sonra da saatlerce uzanarak bedenimi dinlendirmek istiyordum ama Emir buna izin verecek gibi değildi. Hızla arkamdan çıkıp, koridorda kayarak beni takip etmeye başladı.
“Neden böylesin?” diye sordu bana yetişerek. “Şu eski sevgilinle mi ilgili?”
“Ne ilgisi var onunla?” diye sordum sertçe.
“Ne bileyim, onun yüzünden Kartal’la birbirinizi yemişsinizdir belki,” diye mırıldandı Emir, şimdi yan yana yürüyorduk.
“Niye birbirimizi yiyelim? Kartal ve eski sevgili mevzusunu neden bağdaştırıyorsun?”
“Kartal’ın eski sevgiline matadora bakan boğa gibi baktığını gördüğüm için olabilir mi?”
Duraksadım ama bunu Emir’e çaktırmamak için ekstra çaba sarf ettim. Zihnim yine benim boyumu aşan dalgalar tarafından boğuluyordu.
“Emir bu konu hakkında…” diyecekken bir anda Cenk’in sesi koridoru inletti ve gözlerimi devirip ona doğru döndüm. Cenk üzerindeki kürkle sarı saçlarını savura savura bize doğru yürürken koridorda rastladığı herkese koluyla sertçe vuruyor, bir yandan da, “Ben geldim ben,” diyordu. “Işığımla hepinizi kör etmeye geldim!” Tam önümüzde durduğunda yüzünü buruşturarak bana baktı. “Çekil be şuradan, güneşin ışığını kesen kara bulut gibi dikilmişsin şuraya. Kahrolmayasıca.” Beni omzuma vurarak itip Emir ile ortamızdan geçerek koridorda bir star edasıyla, podyumdan fırlamış bir mankenden farksız adımlarla ilerlemeye devam etti.
“Bu neydi şimdi?” diye sordum arkasından yüzümü buruşturarak bakarak.
“Bakma sen Cenk’e, biraz delidir ama çok iyi bir adamdır.”
“Biraz mı?” Elimi kaldırıp yavaşça salladım. “Bu tam bir kaçık yalnız.”
“Tanıdıkça onu seveceğine şüphem yok.”
“O beni sevecek gibi durmuyor ama.”
“O biriyle uğraşıyorsa o kişiyi sevmeye başlamış demektir. Bunca insan varken neden seninle uğraşıyor sanıyorsun ki? Cenk’i yanlış tanımanı istemem, okul için San Francisco’ya gittikten hemen sonra küçük kız kardeşine kanser teşhisi konmuştu, aslında apar topar dönmesinin tek sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Suphi de onu yalnız bırakmadı tabii.” Derin bir nefes aldı. “Yoksa Cenk’in en büyük hayali, hayatına Amerika’da devam etmekti.”
İçim bir an çok acıdı. Gözlerimi Cenk’in silinir gibi kaybolduğu boşluğa dikerek güçlükle yutkundum. “Bilmiyordum,” diye fısıldadım yavaşça.
“Bilmemen çok normal, İrem’e bile ilk başlarda söylemedi, ben de babamdan öğrenmiştim,” dedi Emir, derin bir nefes aldı. “Ceylin, Cenk için çok değerli. Cenk’in annesi onları Ceylin daha birkaç aylıkken terk edip ünlü bir iş adamıyla evlenerek İspanya’ya taşındı. Cenk’in babası da tam bir işkolik, anlayacağın Ceylin’i büyüten Cenk oldu. Cenk onun sadece abisi değil, hem annesi hem de babasıydı. Cenk’in San Francisco’ya gidişi en çok Ceylin’i yıktı ama abisinin mutluluğu için sesini çıkarmadı ve Cenk gittikten bir süre sonra da acı gerçek ortaya çıktı.” Emir gözlerini boşluğa dikti. “Ceylin lösemi.”
İçim burkuldu, ne diyeceğimi bilemediğim anlardan birindeydim. Hep böyle olmaz mıydı? Bazı anlar vardı, hiçbir cümle içindeki duyguyu yansıtamazdı; sayfalar bile o duygunun sende yarattığı enkazın yere düşen gölgesi olmaya yetmezdi. İşte o anlardan birindeydim.
“Eğer ona böyle üzüldüğünü görse, saçlarını tek tek yolarak kopartırdı.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ceylin tedavi görüyor mu?”
“Evet, biraz geç kalındığı söyleniyor ama onlar çok zengin, bir çaresini bulacaklardır,” dedi Emir, sesi sıkıntısını gizleyemiyordu.
“Sen de çok zenginsin,” dedim birden heyecanla. “Eğer Cenklerin parası yetmezse sen de yardım edersin, değil mi?”
Emir bana yavaşça gülümsedi, başını sallayarak, “Tabii ki,” diye fısıldadı.
“Ceylin kaç yaşında?”
“Dokuz,” dedi Emir. “Cenk’in bir kopyası gibi, saçları ve gözleri aynı renk. Yüzleri de çok benziyor, görsen melek gibi bir kız.”
“Abisinin aksine melek gibi demek istedin herhâlde,” dedim gülerek.
Emir tam ağzını açacaktı ki, telefonum çalmaya başladı ve Emir’in söyleyeceği her şey ağzına tıkılmış oldu. Cep telefonunu çantanın ön gözünden çıkardım, arayan kişi Yunus’tu. Emir’in bakışları üzerimdeyken yavaşça telefonu açarak kulağıma yasladım.
“Efendim?”
“Neredesin?” diye sordu Yunus, arkadan gelen hafif melodi sesini duyabiliyordum, bir piyano melodisini anımsatıyordu.
“Okuldayım,” diye mırıldandım. “Bir sorun mu var?”
“Hayır,” dedi. “Sadece üç gün geçmiş olmasına rağmen kafamdaki yeşil boya çıkmıyor, Lavin. Sokağa çıkamıyorum.”
Bir an kahkaha atacağımı sandım ama kendimi durdurdum.
“Birkaç yıkamadan sonra çıkarmış,” dediğimde Yunus’un hattın diğer ucunda duraksadığını hissettim.
“Sen böyle olacağını biliyor muydun?”
“Hayır hayır, ben de sen gittikten sonra öğrendim.”
“Kartal denen hergele biliyordu, değil mi?” Yunus’un yüzünü göremesem de burnundan soluduğuna emindim, sanki beni görmesi mümkünmüş gibi başımı salladım.
“Yani…”
“Sorarım ben o bira fıçısına,” diye homurdandı Yunus, derin bir nefes aldığını işittim. “Bu cumartesi çiftliğe gidiyoruz, unutmayın.”
“Bu cumartesi mi?” Kaşlarımı kaldırıp başımı sallayarak, “Olur,” diye mırıldandım.
“Nerede o bira fıçısı? Telefonunu açmıyor. Ona söyle, çok güzel sesli mesajlar bıraktım ona, özellikle toplum içinde dinlemesini istiyorum.”
“Derste şu an,” dedim çantamın sarkan kayışıyla oynayarak.
“Bu yaştan sonra ünlü balet Tan Sağtürk olmayı planlıyor herhâlde,” dedi Yunus abartılı bir sesle, gözlerini devirdiğini de hayal edebiliyordum. “Neyse, kapatıyorum ben, şu boya biraz daha çıkmazsa kafamı usturaya vuracağım, başka çarem yok. Dikkatli ol.”
“Sen de,” dedim gülmemek için kendimi sıkarak.
“Lavin, güleceksen telefonu kapattıktan sonra gül. Balon balığına döndün kesin telefonun diğer ucunda,” diye söylendi.
“Yok, ne alakası var…”
“Hadi oradan,” diye homurdandı. “Kapatıyorum.” Cevabımı beklemeden telefonu kapatınca avucumu ağzıma koyup elimde olmadan gülmeye başladım. Emir, beni gülerken görmeye çok da alışkın olmadığından bana tuhaf tuhaf bakıyordu.
“Ne oldu?” diye sordu merakla, kafeteryanın olduğu yere doğru yürümeye devam ediyorduk.
“Bizimkilerle oyun oynadık geçenlerde,” dedim. “Onunla ilgili.”
“Bu cumartesi işiniz var sanırım. O hâlde şu Sadık Parlak olayını bu gece çözmeye ne dersin?”
Bu teklif beni duraksattı ama çok da mantıklı geldi. Bir an evvel şu Sadık’ın kim olduğunu, arka planda hangi işlerle uğraştığını, bu işin içinde parmağı olup olmadığını öğrenmek istiyordum. Yaşanan onca şeyden sonra eğer gerçekten Sadık Parlak bir uyuşturucu baronu çıkarsa o zaman İrem ile başladığına inandığım arkadaşlığımız ilerleyemeden bitecek, biz Sadık Parlak’ın hayatına bir karanlık gibi çökecektik ve bu karanlığın içinde İrem de babası o adam olduğu için boğulmak zorunda kalacaktı.
Neden İrem’i düşünüyordum ki? Önemli olan suçluyu bulmaktı. Suçlu, şu an arkadaşım olan kızın babası bile olsa, bedelleri fazlasıyla ödeyecekti.
“Aslında iyi olabilir,” dedim ona kısa gibi görünen ama bana göre epey sürmüş sessizliğin ardından.
“Çok düşüncelisin,” dedi Emir zihnimi okuyormuş gibi, elini omzuma koyunca bir dostun elini omzumda hissetmek bir anlığına beni hafifletti.
Evet, Emir’i bir dost, bir kardeş gibi görüyordum ama içimde her zaman en büyük yeri kaplayacak olan insanın kim olduğunu yalnızca Kartal biliyordu. Hayatıma kimler girerse girsin, tek bir kişi her zaman biriciğim olmaya devam edecekti. O her zaman benim için tek ve eşsiz olacaktı.
Yine de onun yokluğunda yanımda beliren herkesin yüzünde, ruhunda, dokunuşlarında, sesinde ve gözlerinde onu arıyordum.
Onu hep arıyor, hep anıyor, hiç unutamıyordum.
“Sadece daldım,” diye mırıldandım.
“Seni tanıdığım günden beri hep dalgaların içindesin, hiç başını daldığın yerden çıkarıp gökyüzüne baktığını görmedim ki,” dedi Emir, kurduğu cümle içimde, çok derinlerimde bir yerlerime ağrı bırakmış olsa da yüzüm artık her acıyı aynı ifadeyle karşılamaya alışmıştı.
İçeri giren her acıya aynı ifadeyle bakıp, ona oturacağı yeri gösteriyordum.
Biri kafeteryanın derinliklerinden, “Hey!” diye bağırdı. Kafamı çevirip sesin sahibine baktım. İrem’di. Ogün hemen yanında oturuyordu, yine takım elbisesinin içindeydi ve sanırım artık öğretmenlerimizden biriydi.
“Ogün’ün hocam olmasına hazır değilim,” dedi Emir.
“Niye?”
“Bir mazimiz var. Kim sarhoşken öğretmeniyle aynı duvara işeyip şekiller çizer ki?”
Yüzümü buruşturdum. “İğrençsiniz.”
“Biliyorum canım, biz erkekler genelde öyleyizdir.”
Gözlerimi devirip İrem ve Ogün’e doğru yürümeye başladım. İrem, iki yandan balıksırtı ördüğü sarı saçlarının uçlarını kırmızı lastik tokalarla bağlamıştı, üzerinde siyah bir sporcu atleti, altında da kot pantolonu vardı ve Ogün’ün resmî görüntüsü baz alındığında aynı masada birbirlerinin zıttı iki insan gibi görünüyorlardı. İrem oturduğu yerden kalkarak kollarını boynuma doladı, onun bu yakınlığına gerçekten akıl sır erdiremiyordum ama eskisi gibi rahatsız olduğum da söylenemezdi.
Beni kısaca kucakladıktan sonra geri çekilip, Ogün’ü işaret etti. “Ne kadar yakışıklı bir hocamız var, değil mi?”
Ogün güldü. “Hayır,” dedi, “bu yağcılık, sana ekstra not vermemi sağlamayacak.”
“Senin bölümünden bile değilim,” dedi İrem dudaklarını bükerek. “Şu öğretmenlik olayını kutlamak için geç kaldık mı çocuklar?” diye sordu sonrasında merakla. “Bizim mekânda cayır cayır yanan bir partiye ne dersiniz?” Gözleri Emir’e ve bana çevrildi, hızlıca bizi süzdü. “Süper olmaz mı? Hep beraber oluruz. Hatta belki de öyle dümdüz bir parti yerine bir kostümlü parti de düzenleyebiliriz. Maskeler de olabilir.” İrem avuçlarını birbirine çarptı, çok heyecanlı görünüyordu ama heyecanı ne bana, ne Emir’e ne de Ogün’e bulaşmamıştı. Birden omuzları düştü. “Hey, siz beni duyuyor musunuz?”
Hevesini kursağında bırakmak istemediğimden, “Neden olmasın?” dedim. “Farklı olur.” Aslında istediğim falan yoktu, muhtemelen parti günü gelip çattığında hasta numarası yapar, bir bahane uydurur ve asla o partiye katılmazdım.
“Ne dersin, Ogün? Seni Drakula olarak hayal edebiliyorum!” İrem sırıttı. “Ben de vampir olmak istiyorum hem, kavalyem sen olursun.”
Ogün gülerek, “Emir Hulk olacaksa neden olmasın?” diye sordu, Emir ona düz düz baktıktan sonra gözlerini devirdi ve bu tepki beni bir anlığına da olsa gülümsetti.
“Ee, ne zaman yapıyoruz?” diye sordu İrem, gerçekten çok hevesli görünüyordu.
Birden omuzlarımın kenarından geçen kolları gördüm ve hemen ardından biri üzerime kapanıp çenesini saç diplerime bastırdı. Ellerini masaya vurarak, “Hemen bu gece,” dedi sert sesiyle, nefesinden dökülen sigara kokusunu soluyup dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne zamandan beri arkamdaydı? Dahası, insanların önünde yüreğimi ağzıma getirecek yakınlığıyla tam olarak ne yapmaya çalışıyordu? Teninden dökülen o yağmur sonrası toprak kokusu beni anlık gevşetirken gözlerimi masaya bastırdığı ellerine indirdim; parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. Bir şeye öfkeli olduğunu hissettim ve bu öfkenin parmak uçlarına bulaştığı ânı izledim.
İrem, “Bunu Kartal mı söylüyor?” diye sordu kaşlarını kaldırıp, hayretini gizleme gereği duymadan. “Sen parti adamı mıydın?”
“Farklı konseptlerden hoşlanıyorum diyelim şuna,” dedi, konuşurken çenesinin hareketini saç diplerimde hissediyordum. Ogün’ün bakışlarının odağında Kartal olduğunu fark ettim, sonra Kartal o odaktan çıktı ve bu defa odağa ben yerleştim. İkimize garip garip baktıktan sonra anlam veremiyormuş gibi bir ifade takınarak zümrüt yeşili gözlerini İrem’e çevirdi.
“Geceye kadar kostüm ayarlayabilir miyiz ki?” diye sordu İrem endişeyle. “Of Kartal ya, şimdi daha da heveslendim işte.”
“Henüz sabahın körü,” dedi Kartal. “Şimdiden hazırlanmaya başlarsan sıkıntı olmaz, sen babanı nasıl ikna edeceğini düşün.”
“Babama parti yapacağımı söylemem yeterli,” dedi İrem. “Ama insanlar kostümleri nasıl ayarlayacak? Geceye şunun şurasında ne kadar kaldı ki?”
“Okuldaki herkesi tanımıyormuş gibi konuşuyorsun,” diyerek araya girdi Emir. “Onlara parti var de ve adres olarak aya gelmelerini söyle, bir de bakmışsın aya doğru merdiven çakmaya başlamışlar…”
Kartal’ın ne planladığını anlayamasam da bu partinin onun lehine bir işi daha da kolaylaştıracağını söyleyen tarafım epey ağır basıyordu. Kartal benden uzaklaştı, ardından birden kulağıma eğilip, “Hadi gidip sana bir kostüm seçelim, bence seni Arı Maya yapmalıyız, sence?” diye fısıldayınca bedenimden buz gibi bir ürperti geçti ve gerilerek geri çekilip kaşlarımı çattım.
İrem oturduğu yerden aceleyle kalkarak, “O zaman ben gidip kızlarla konuşayım, kılık değiştirip gecenin tadını çıkaralım. Çok eğlenceli olacak çok!” dedi heyecanla, Ogün onun bu neşeli hâlini yüzünde ölçülü bir tebessüm eşliğinde izliyordu ama Emir ve ben hâlâ Kartal’ın aniden ortaya bu gece gerçekleşecek bir parti fikri atmasından dolayı şaşkındık.
Yerimden yavaşça kalkıp, “Ben de şu parti için ne kılığına gireceğimi düşüneyim,” diye mırıldandım, gözlerim Kartal’a kaydı. “Sen de benimle gel.”
Altın kahve gözleri gözlerimden ayrılmadı, o esnada başını yavaşça salladı. Ben masadan ayrılıp kafeteryanın çıkışına doğru ilerlediğim sırada Kartal da arkamdan yürüyordu. Koridora çıktığımız an bir anda ona doğru döndüm ve ona döndüğüm âna kadar bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum. Ellerim ikimizin bedenleri arasında mahsur kaldı, gözlerimi kaldırıp gözlerine zincirledim ve bakışlarımız birbirine düğümlendiği sırada dudaklarım aralık kazandı.
“Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sordum olduğumuz pozisyonu bozma gereği duymadan, Kartal ellerimi kendi bedeniyle bedenim arasında iyice sıkıştırıp, gözlerini indirerek yüzümü izlemeye başladı. Bakışları beni cehennemin kapısının önünde dikilirken şeytana yakalanmışım hissine doğru sürüklüyordu. Çevremizden gelip geçenlerin şaşkın bakışları da bize dokunuyordu. “Parti de nereden çıktı, Alaşan?” diye fısıldadım, ardından gözlerimi kalabalığa çevirdim. “Aklını mı yitirdin? Bu gece Sadık Parlak’ın ofisine girecektik!”
Bana cevap vermediği için gözlerimi öfkeyle ona çevirdim ve o an dudaklarındaki sinsi kıvrımla karşılaştım. O kıvrıma gözlerimi kısarak bakıp kaşlarımı tamamen çattım.
“Ne sırıtıyorsun?” diye sordum, anlık yaşadığım duraksamayla birlikte resmen zihnimin içinde bir ampul yandı. Gözlerimi iri iri açıp, “Bunun için istiyorsun!” dedim birdenbire. “Partiyi o ofise daha rahat girebilelim diye istiyorsun!”
“Zeki kız,” dedi, gözlerindeki parıltıları izledim, hepsi birbirinden çılgın vaatleri içine hapsetmişti ve o vaatler, demir parmaklıkların arkasından beni izliyordu. “Gidelim, geri kalanı arabada konuşacağız.” Beni yavaşça kendinden uzaklaştırdı, yanımdan sıyrılıp geçtiğinde birden ne yapacağımı bilemedim. Beni arkasında bırakmış, koridorda hızlı adımlar eşliğinde gözden kaybolmuştu.
Araca binip, akademiden uzaklaşana dek konuşmadık.
Emniyet kemerinin tokasıyla oynarken, “Planın ne?” diye sordum.
Işıklar yandığında araç yavaşladı, sonra durdu ve Kartal yine bana bakmadan yolu izleyerek konuştu. “Kostümlerimizi giyip o partiye karışacağız, alkolün en zirveye oynadığı anlarda kimse yokluğumuzu hissetmeyecek ve kostümleri arabada bırakıp ofise gireceğiz,” dedi. “Böylece ofise birinin girdiğini anlasalar bile kimse bizden şüphelenmeyecek çünkü o saatlerde kostümlerimizle bir partide olduğumuzu bilecekler.”
“Sen şeytansın,” dedim hayretler içerisinde. “O aklın her türlü hinliğe çalışıyor senin.”
“İltifat mı yoksa hakaret mi bu?” Bana yandan alaycı bir bakış attı, gözlerimi kaçırıp ön cama baktım ve kaşlarımı çattım. “Ne oldu sana? Alnına çukur açıp duruyorsun.”
“Kostüm falan nereden bulacağız?”
“Oturup dikecek değiliz, gidip bir butikten alırız. Hem karnım da aç, bir şeyler yeriz.” Işık yanınca araç kükreyerek öne doğru atıldı, “Ve hayır, yiyeceğimiz şey tavuk olmayacak, Lavin.”
“Ben tavuk yiyeceğim,” dedim inatla.
“Yanımdayken tavuk yemeni yasaklıyorum, Yabani,” dedi ciddi bir tavırla.
“Yabani deme bana.”
“Yabanisin.”
Homurdandım.
İstanbul’un en büyük alışveriş merkezlerinden birinin otoparkına aracı bırakana ve alışveriş merkezine giriş yapana kadar aramızda geçen tek konu gece olacak olan kostümlü partiydi. Emir’i aramış, durumu kısaca özet geçmiştim. Mağazaları dolaşırken bir vitrinin arkasında iki manken dikkatimi çekti, mankenlerden birinin üzerinde Harley Quinn, diğerinin üzerinde de Batman kostümleri vardı.
Mağazadan içeri ayak bastığımız an burnuma ucuz plastiğin kokusu doluştu. Kartal arkamdan ağır adımlarla ilerliyor, hiç ilgilenmiyormuş gibi duruyordu ama ben onun aksine, bana uymayacak bir şekilde heyecanla etrafımdaki kostümleri inceliyordum. Sarışın bir genç kadının bize yaklaştığını fark ettim, elimde tuttuğum turuncu peruğu mankenin kafasına yerleştirdikten sonra kadına doğru döndüm. Yüzünde sahici bir gülümsemeyle, “Merhabalar,” dedi. “Size nasıl yardımcı olabilirim acaba?”
“Kostüm bakıyoruz.”
“Nasıl bir şey tam olarak? Çoğu kostümümü elden çıkarmak zorunda kaldım ama size yardımcı olmayı çok isterim.”
“Karanlık tema,” dedi Kartal kadına bakmadan, kırmızı bir pelerini inceliyordu. Kadının bakışları benden ayrılarak Kartal’a yöneldi.
“Karanlık… Mesela vampirler gibi mi?”
“Hayır,” dedi Kartal. “Drakula’yı küçükken de sevmezdim.” Gözlerini omzunun üzerinden kaydırarak kadına çevirdi. “Ben daha karanlık, ölümü çağrıştıracak bir şeyler istiyorum.”
“Tabut sattıklarını düşünmüyorum,” dedim Kartal’a manidar bir bakış atarak.
Gözlerini devirdi ama bana cevap vermedi, kadın narin parmaklarını dudaklarına götürerek yavaşça güldükten sonra, “Peki Joker’i nasıl bulursunuz? Karanlık bir ruha sahip, eğlenceli bir katil,” dedi.
“Bir Joker’imiz zaten var,” dedi Kartal bıyık altından gülerek.
“O zaman Batman?”
Kartal alayla kadına baktı. Daha sonra, “Mathilda,” dedi. “Mathilda ve Leon.”
Duraksayarak ona baktım.
Kadın, “Fakat Leon ve Mathilda karanlık temaya hitap eder mi?” diye sordu kadın hayretler içinde.
Başımı iki yana sallayarak, “Ben aşk istiyorum, Leon,” diye mırıldandım. “Ya da ölüm.”
Kartal’ın dudaklarında bir tebessüm vardı ama bu tebessüm, yalnızca benim görebileceğim ölçüde çehresine yayılmıştı; sanki öyle bir büyüsü vardı ki bu tebessümün, onu yalnızca ben görebilirdim.
“Leon ve Mathilda kostümlerimiz mevcut,” dedi kadın. “Ben depodan çıkarttırayım, siz de şöyle oturup bekleyin isterseniz.”
Kadın yanımızdan ayrılarak mağazanın derinlerine gidip gözden kayboldu. Perukları incelemeye başladığımda aramızdaki sessizliğin düğümünü ben atmıştım ama ip ona aitti.
“Sevginin Gücü’nü izledin demek,” dedim peruklardan birini elime alıp incelerken.
“Evet,” dedi sadece. Aramızda ip gibi gerilmiş sessizliğin mimarı bu defa oydu ve ben de bu sessizliğe ihanet etmektense onu besliyordum. Kadın siyah kumaş kaplarla korumaya alınmış kostümleri getirip aynanın önündeki askılığa astı. “Bedenleri standart ama size çok büyük ya da çok küçük geleceğini düşünmüyorum,” dedi kadın kibar bir şekilde. “Deneme kabinleri şurada, üzerinize giyip görmeniz her açıdan içinizin rahat etmesini sağlayacaktır.”
“Alıyoruz,” dedi Kartal direkt.
“Fakat Mathilda’nın meşhur saksısı bizde mevcut değil,” dedi kadın. “Sadece kıyafetleri ve aksesuar olan silahları mevcut.”
“Sorun değil,” dedi Kartal. “Siz paket yapın.”
Mağazadan elimizde büyük poşetlerle ayrılmıştık ama filmde Mathilda’nın en büyük aksesuarı, kesinlikle saksısı ve içinde yetiştirdiği çiçeğiydi. Bunlar kostümüme dahil değildi. Yine de bu durumun üzerinde durmadım.
Yemek katına çıktığımızda Kartal, “Kesin tavuk mu yiyeceksin?” diye sordu. Başımı salladım. O yemek almak için benden uzaklaşırken ben de boş masalardan birine yerleştim ve telefonuma düşen bildirimleri fark ettim. İlk mesaj Emir’dendi, yaklaşık bir saat önce gönderilmişti.
Emir: Bu gece için her şey hazır, biraz kalabalık bir ortam yaratmak için sizinkileri de getirin. Partiden ayrılırken onları parti alanında bırakırız, böylece onları gören herkes yokluğumuzun farkına varmaz ve oralarda bir yerdeyiz zanneder.
Haklıydı, hızlıca bir cevap yazıp bunu ona gönderdim.
Lavin: Doğru söylüyorsun, Kartal’ın arkadaşları da orada olacak, merak etme.
Mesajı gönderdikten sonra Emir ile olan konuşma balonumdan çıkarak diğer mesaja tıkladım, bu mesaj İrem’den gelmişti, daha doğrusu içerisinde fotoğraf barındıran bir mesajdı bu. Fotoğrafı indirip mesajı okumaya başladım.
İrem: Sence yeterince seksi bir vampir miyim?
Başımı iki yana sallayarak fotoğrafın üzerine tıkladım, fotoğrafta İrem’in üzerinde kıpkırmızı deri bir elbise vardı. Uzun, dirseklerini içine alan siyah deriden eldivenleriyle gerçekten çekici görünüyordu. Sarı saçlarını dağıtmıştı, sivri dişleri kırmızıya boyalı dudaklarını araladığı için keskin bir beyazlıkla parlıyordu. İrem benim aksime ne kadar da yaşama sevinciyle doluydu. Toprak’a olan aşkına karşılık bulamasa da ve hatta içinde kimseye gösteremediği yaralar taşıyor olsa da… Benim tam tersim gibiydi. Yaşama dört elle sarılmış, gülümsemeyi alışkanlık hâline getirmişti.
Lavin: Çok iyi görünüyorsun. Böyle mi geleceksin?
İrem: Hayır tabii ki, henüz hazırlıklara başlamadım bile. Bu sadece prova!
İrem: Peki sen ne kılığına gireceksin? Güzel bir kurt kadın? Savaşabiliriz…
Gülümsedim.
Lavin: Bunu gece görmeni istiyorum, bence farklı…
İrem: Uh! Meraklanmaya başladım…
İrem öpücük attığı bir fotoğrafını gönderdi bana, birkaç saniye fotoğrafını izledikten sonra konuşmadan ayrıldım ve telefonuma gelmiş olan bir diğer mesajı açtım. Bu mesaj telefonuma kayıtlı olmayan bir numaradan gelmişti, mesajı gönderen kişinin ismi olmasa da profilindeki fotoğrafı gördüğüm an onun kim olduğunu anlamıştım. İçime yerleşmiş suçluluk duygusuyla mesajı izlemeye başladım, mesaj Özay’dandı.
053********: Merhaba Lavin, eski numarana ulaşamadım. Telefon numaranı alması için Cenk’le konuştum, o da Emir’den benim için telefon numaranı rica etmiş. Umarım bu mesaj canını sıkmaz, sadece irtibatımızın kesilmesini istemiyorum. Üstelik bir şeylerin yolunda gittiğinden emin olmak zorundayım. Benim için hâlâ önemlisin, gerek geçmişimi paylaştığım kadın, gerek de arkadaşım olarak. Lütfen numaramı kaydet, sana ulaşmama engel olma. En azından arkadaş kalabileceğimizi umuyorum. Yanında olmak istiyorum. Senden bir geri dönüş bekleyeceğim.
Bir an sadece durdum, sadece durdum ve bana çok kısa gelen ama aslında epey uzun süren bakışlarım o mesajda takılı kaldı. Özay’ı hayatımın sınırlarına kabul etmek demek, içinde durduğum ateşin onu yakmasına izin vermek demekti. Öte yandan bir de Kartal vardı. Özay’ın yere düşen gölgesini bile nefretle çiğneyebilecek bir adam… Özay’ın sınırlarıma girmesi demek, Kartal’ın yaktığı ateşin daha da şiddetlenmesi demekti; benim için yanmak sorun değildi ama bu ateşe Özay’ı da atmak istemiyordum.
Evet, Özay’ı bir insanı sevebileceğim en büyük duygularla sevmiştim.
Özay’ı çok sevmiştim. Ama ona hiç âşık olmamıştım.
Yaşım büyüdükçe kalbime okuduğum masal değişmişti. Hiç tatmadığım bir duyguyu kalbimin içinde kaybetmiştim.
Özay’ın telefon numarasını kaydetmedim ama gözlerim mesajdan ayrılmadı, durmadım ve mesajı en başından başlayıp en sonuna varana dek birkaç defa tekrar tekrar okudum. Biri aniden masaya bir tepsi koyunca irkilerek gözlerimi telefondan ayırıp, korkuyla karşımda beliren yüze çevirdim. Kartal elindeki diğer tepsiyi de bırakıp, tam karşıma oturarak gözlerini telefona indirdi, kısaca telefonuma bakıp hiçbir şey anlamadığını belirten bakışlarını gözlerime dokundurdu.
“Hamburger seviyordun galiba,” dedi umursamaz görünmeye çalışarak. “Sana tavuk, kendime de köfte burger aldım.”
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, “Teşekkürler,” diye fısıldadım.
“Teşekküre gerek yok Yabani, ye yemeğini.”
Dediğini yaptım çünkü gerçekten aç hissediyordum. Yemek boyunca hiç konuşmadık. Alışveriş merkezinden ayrılacağımız sırada ilk kattaki çiçekçiye doğru yürümeye başladığını fark ettiğimde çok yediğim için söylene söylene onu takip ediyordum. Kartal, çiçek dükkânının önünde durdu. İçeriden yaşlı, göbekli bir amca çıktı, aralarında başlayan konuşmayı duyamıyordum ama adam Kartal’a gülümsüyordu.
Adam başını sallayarak dükkâna geri girdi. Kartal’ın yanına dikildim ama Kartal beni görmezlikten gelerek dükkânın önündeki çiçekleri incelemeye devam etti. Yaşlı adam elinde bir saksı ve saksının içinde de bir çiçekle dükkândan çıkıp, “Aradığın tür şu an elimde yok ama bence bu da idare edebilir,” dedi sevimli sevimli gülümseyerek. “Senin gibi genç delikanlılar genelde buradan gül buketleri falan alır, sevgilileri için. Saksı çiçekleriyle ilgilenmen çok garip ama bir o kadar da güzeldi geldi bana.”
Çiçek tıpkı Mathilda’nın çiçeğine benziyordu. Tamam, biraz daha farklıydı ama bunu elime aldığımda kostümleri de üzerimde düşünürsek kesinlikle Mathilda’ya benzerdim. Belki boy biraz sorun olabilirdi ama Kartal zaten çok uzun bir adam olduğundan onun yanında durduğumda Leon ve Mathilda gibi görünmesek bile onlara benzeyeceğimize emindim.
Kartal ve adam arasında kısa bir sohbet geçmişti, sohbet sonlandığında Kartal saksı ve çiçeğin parasını ödemiş, sonra hiç vakit kaybetmeden alışveriş merkezinden çıkmıştık. Yolda giderken ona Emir’in attığı mesajdan bahsetmiştim ama Kartal yine hazırlıklıydı, Emir’in söylediğini Emir’den daha önce düşünüp zaten arkadaşlarına haber vermişti.
Gece için hazırlanmamız gerekiyordu. O da ben de kendi odalarımıza geçerek gece için hazırlanmaya başladık. Altıma açık renk bir kot şort giymiştim, bu filmde Mathilda’nın giydiği şortun birebir aynısıydı ama benim giydiğim daha ucuz görünüyordu. Yan çizgileri olan siyah beyaz bir tişört, tişörtün üzerine asker yeşili bir mont giydim. Siyah, küt, kâkülleri olan bir peruk ve kırmızı bereyi de eklediğimizde aynaya baktığımda artık karşımda uzun boylu bir Mathilda vardı. Mathilda’nın postallarına son derece benzeyen postalları ayaklarıma geçirip bağcıkları bağladım. Siyah, yuvarlak gözlükleri ve choker kolyeyi de taktıktan sonra aksesuar silahı alıp, yere bıraktığım saksıyı kollarımla sararak kucakladım.
Odadan çıkarken biraz utangaç hissettim. Kartal’ın nasıl göründüğünü de içten içe merak ediyordum. Diğerleriyle mekânın önünde buluşacaktık ve Kartal hâlâ odasından çıkmamıştı. Odasının kapısının aralık olduğunu fark ettim, her zaman karanlığın mesken bildiği odasından koridora doğru turuncu, loş bir ışık yayılıyordu.
Aralık duran kapıdan içeriye baktım. Onu gördüm. Ağzı açık duran deri bir gitar çantasına silahlarını yerleştiriyordu. Parmaklarımı kapıya bastırıp kapıyı yavaşça ittim, tamamen açtım. Gözleri gitar çantasına yerleştirdiği silahlardan birinin namlusuymuş gibi bana doğrulduğunda, göğsümün içindeki hareketlilik durdu, nabzımın hızlandığını hissettim ama kalp atışlarımı duyamadım. Siyah paltosunun içindeydi, paltonun önünü göğsünün alt kısmından başlayarak bacaklarına kadar iliklemişti. Altındaki yuvarlak yaka, beyaz tişörtü görebiliyordum ve kafasında Leon’un beresinin birebir aynısı vardı.
“Kostümlerin içinde bu kadar silah var mıydı?” diye sordum.
“Yoktu.”
Şimdi şeytan, cehennemi bir geceliğine dondurmaya karar vermişti.
“Bunlar gerçek mi?” diye sordum.
Bana baktı ama bir cevap vermedi.
Ben ona ait gökyüzünde yaralı bir buluttum, o bir Çoban Yıldızı’ydı ve bazı geceler onu arkama alır, yeryüzünden saklardım.
Gözleri buzun arkasında doğan güneşin yansımasını izliyormuşum gibi hissettirdi. Dokunsam beni yakacakmış ama şu an sadece üşüyormuşum gibi…
“Bunlar gerçek mi?” diye tekrarladım sorumu.
“Evet.”
Tam önünde durup, kafamı kaldırıp onun yüzünün her zerresine baktım. O kadar çok baktım ki, artık kaç kirpiği olduğunu Tanrı bile bilmiyordu ama benim haberim vardı.
“Neden?”
“Çünkü eğer o adamın bu işte bir parmağı varsa, bir şeyler bilmek dışında parmağı da dokunmuşsa, bu gece çok nefes kesilecek,” dedi hiç beklemeden, durmadan, düşünmeden. “Her şey belki de bugün biter,” dedi Kartal, gözlerini gözlerimden çekmiyordu. “Sen de yoluna gidersin. Hayatını mahvetmeyeceğim.”
“Hayatımı mahvetmiyorsun,” diye fısıldadım.
“Öyle yapıyorum,” dedi. Gözlerimi gözlerinden çekemedim. Gözlerinin gerisinde bir fırtına vardı. Onu kökünden kavrayıp yerinden söken bir fırtına. “Belki de gitmek istiyorsun. O adamla… Mutlu olmak istiyorsun belki. Ben senin hayatının mahvolma nedeni olmak istemiyorum, Yabani.”
“O adamla mı?” Kaşlarımın ortasında oluşan çukuru fark etmiş olacak ki oraya baktı. Sertçe yutkununca boğazında bir çakıl taşı gibi duran âdemelması kayarak boynunu turladı. “Neden böyle şeyler düşünüyorsun?”
Kartal, cevap vermedi. Bana sırtını dönüp silahlarla doldurduğu gitar çantasının kapağını kapatıp fermuarı sertçe çekti. Onu izledim. Uzun uzun izledim.
“Kartal,” diye fısıldadım, duraksadı, bakışları omzunun üzerinden bana doğru çevrildi. Ona yaklaştım, korkarak elimi omzuna koyup, ona alttan alttan baktım. Dudaklarım yavaşça yukarı kıvrılırken, “Ben aşk istiyorum,” diye mırıldandım. “Ya da ölüm.”
Duraksadı. Her şey çok ani gelişmişti sanki. Bana doğru döndüğünü hatırlıyorum, sonra beni kucaklayışını ve ayaklarım yerden kesilirken birleşen dudaklarımızı…
Kartal beni öptü; derin derin, tutkuyla öptü.
Her şey bir ölümle başladı. Ölüm, nefreti takip etti. Nefret, intikamı körükledi. Ve aşk, hepsini alaşağı etti.
Bulut, Çoban Yıldızı’nı arkasına sakladı; Çoban Yıldızı, bulutun yarasını ışığıyla kapattı.
Yağmur başladı.
Karanlıkta atılan çığlığın sesiydim, sahipsizdim. Onun karanlıkta attığı çığlıktım, onunlaydım ama onun olup olmadığıma emin değildim.
Emin olduğum bir şey vardı.
Sevdiğim adam Özay değildi.
🎧: Billie Eilish, WILDFLOWER