🎧: Skeptical Minds, Desert
Hemera için dayanılmaz bir şey varsa eğer, o da karşısındaki bir adamda tutkuyu değil, korkuyu hissetmekti.
Alabildiğine çapkın doğası, kalpsiz bir kraliçeymiş gibi anılmasına neden olan skandalların altına imzasını atmasıyla ünlüydü. Lisenin başından, üniversitenin sonuna dek bu saldırgan çapkın doğası, tutkulu vahşi içgüdüleri onun kötü bir şöhretle anılmaya başlamasına neden olmuştu. Ve şimdi ilk kez karşısında ultra yakışıklı, yürüyen cinsellik olarak nitelendirebileceği varken, kasıklarında dumanı tüten bir şehvet değil, kalbinde derin bir korku hissediyordu.
Gölge Teğmeni Baha onu bileğinden kavrayıp adeta savurarak askeri üssün duvarları arasına götürmüştü. Bundan hoşlandığı söylenemezdi. Karşısındaki adamın gerçek bir barbar olduğunu düşünüyordu. Eğer bir bıçağı olsaydı, o bıçağı hiç düşünmeden bu barbarın boğazına yaslayıp onun kanını akıtırken ikinci defa düşünmezdi. Korkmak sevdiği bir duygu türü değildi, kendisini aşağılanmış hissettiren bir şeydi ve bünyesi bunu çoğunlukla kusuyormuş gibi reddedip dışarı atmaya çabalardı.
Gerçi adama kızamıyordu, gelmeseydi, imdadına yetişmeseydi muhtemelen Karındeşen Joe olarak adlandırdığı yaratık onu parçalara bölecekti. Gölge Teğmeni tam zamanında oradaydı, tam zamanında onu alıp buraya getirmişti ama buraya gelmesindeki esas sebebi bilemiyordu. Yanında telefonu yoktu, ayaklarında da ayakkabıları. Çıplak, siyah ojeli parmaklarına baktı. Yalınayak dolaştığı için ayaklarının altı pislik tabakasıyla kaplıydı ve yara olmuştu. Bu barbar bir ayakkabı giymesine bile izin vermeden onu sırtına attığı gibi oldukları yerden adeta ışınlanır gibi götürmüştü. Üzerinde siyah saten, ultra mini bir gecelikle, onlarca iriyarı askerin olduğu dağ başındaki bir tesisteydi. Üstelik üzerinde bir ceket bile yoktu.
Bileğini barbarın tutuşundan kurtarıp ovalarken, “Beni neden buraya getirdin?” diye bağırdı öfkeyle. Getirmemiş olsaydı olacakları düşünüyordu da, kanının donmaması elde değildi. Az daha kalpsiz kadınlar cennetini boylayacaktı. Veya cehennemini. Bunun üzerine düşünmek istemiyordu.
Gölge Teğmeni bakışlarını ona çevirip, beyaz floresanların altında parlayan keskin gözlerini adeta onun çapkın ruhuna dikti. “Seni kurtardım ve teşekkürü böyle bağırıp çağırarak mı ediyorsun kadın?” diye sordu sert bir sesle. Aman Tanrım, diye düşündü. Eğer bir barbar olmasaydı, bu sesi inlerken duymayı delice isteyebilirdi. Şimdiyse bir lama gibi adamın suratına tükürmeyi istiyordu; işte o kadar.
“Sana teşekkür edebilirdim beni bir patates çuvalı gibi oradan oraya savurarak buraya sırtında taşımamış olsaydın!”
“Teşekkür etme yöntemin epey garip kadın,” dedi Teğmen çenesini havaya dikerek. Gözleri anlık olarak kadının çekici bedeninde dolaştı. Uzun, ince ve olabildiğince sıkı bacakları örten küçük bir kumaş parçası. Onu buraya bu şekilde getirdiğine bir anlığına da olsa pişman olur gibi oldu. Buradaki doğaüstü erlerin tamamının kadın açlığı çektiğini biliyordu. Dişi bir sineğin bile girmediği bu tesis, üzerindeki bez parçasıyla bu tanrıça için kesinlikle cehenneme açılmış kapı demekti ve çoktan bu tanrıçayı o cehennemin içine sokmuştu. Kaşlarını sıkıntıyla çatıp, “Sana giyecek bir şeyler bulalım,” dedi ve kızın bileğini yeniden kavradı. “Yürü kadın.”
“Nereye gidiyoruz? Mağarana mı?”
“Biri sana iyilik yaptığında laf sokmazsın, ona teşekkür eder veya minnet duyarsın. Sende ikisi de mevcut değil.”
“Oradan oraya sürüklendiğim için teşekkür ederim, beni üzerimde geceliğim ve çıplak ayaklarımla bu ahıra getirdiğin için sana minnettarım efendim.”
“Alayı bırak ve beni takip et, hadi.” Kızı tutup çekiştirerek koridorda ilerletmeye başladı. Hemera’nın kibar erkeklerden hoşlandığı elbette söylenemezdi ama bu tür bir dağ ayısından nefret edeceği de kesindi. Demir kapılardan birini açıp kızı içeri sokunca kız karanlığa ürpererek baktı. İçinden kendine korkmaması gerektiğini söylese de kendi zihnine hapis olduğu zamanlar içine saplandığı o karanlıkla öyle uzun süre yaşamıştı ki artık karanlık pek de hoşlandığı bir şey değildi. İçerisi çok soğuktu, karanlıktı ve nerede olduğunu bilmemenin getirdiği endişe onu boğmaya başlamıştı.
Bir düğmeye basınca içerisi loş bir ışıkla aydınlandı. Turuncu, insanın içine huzursuzluk eken bir ışıktı. Hemera genelde beyaz ışıkları severdi ya da yatak odasını aydınlatan kırmızı, seksi ışığı. Turuncu ışık onun içindeki huzursuzluğu besliyordu. Etrafına şöyle hızlıca bir baktı. Boş duvarlar, demir ranzadan bir yatak, demir bir dolap, köşede siyah portatif bir sandalye. İşte bu kadar.
“Bir süre burada kalacaksın,” dedi Teğmen, Hemera birdenbire dehşetle adama doğru dönünce siyah saçları havada kırbaç gibi şakıdı.
“Ne? Sen ne söylediğini sanıyorsun be?”
“Burada kalacaksın. Eğer öldürülmek istiyorsan orası ayrı.”
“Öldürülmek istemiyorum ama burada da yaşıyor sayılacağımı sanmam,” dedi Hemera hızlıca. “Velencosoların konağı yeterince güvenli. Beni oraya götür.”
“Burada emirleri ben veririm,” dedi Teğmen tek kaşını kaldırıp kıza rahatsız edici bir şeye bakıyormuş gibi donuk gözlerle bakarak.
Hemera, “Buna alıkoymak derler,” dediğinde Teğmen tek kaşını kaldırdı.
“Minnet nedir bilmeyen nankör bir kadınsın sen.”
“Hadi canım?” Hemera kaşlarını kaldırıp teğmene alayla baktı. “Sen de zorba, gaddar, insanlıktan nasibini almamış dağ ayısının tekisin.”
“Teşekkür ederim, uzun zamandır bu kadar güzel iltifatlar almamıştım.”
“Bak, Hera beni bulamazsa aklını kaçırır. Burayı başınıza yakıp yangın çıkarabilecek ve sizi diri diri yakabilecek deliliğe sahip olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. Çünkü o benim ikizim. Bana bak ve deliliğin en üst seviyesini gör, işte o seviyenin daha da üstünde benim ikizim yer alıyor. Beni burada tutamazsın.”
“Kardeşin seni güvende tuttuğumuzu öğrendiği an bana minnet duyacaktır. O senin aksine minnet duygusu olan bir kadın,” dedi Teğmen donuk bir sesle.
“Burada olmak istemiyorum,” dedi Hemera.
“Ölmek mi istiyorsun yani?”
“Daha önce de saldırıya uğradım asker bozuntusu,” dedi Hemera dişlerinin arasından. “Gördüğün gibi tek parça ve karşındayım.”
“Tam zamanında orada olmasaydım şu an kaç parçaydın kim bilir?”
Hemera burnundan soluyarak demir ranzanın üzerine oturup kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. “Hera nerede olduğumu biliyor mu?”
“Onlara bir mesaj bıraktım.”
“Peki kardeşim güvende olacak mı?”
“Araf yanındayken daima güvende olacaktır.”
“Bırak da ben de Araf’ın yanına gideyim öyleyse.”
“Araf ikizinden başka kimseyi önemsemiyor. Seni koruma tenezzülünde bile bulunmayacaktır,” dedi Teğmen. Ardından gözlerini kızın bedeninde dolaştırdı. “Burada bu şekilde dolaşman senin adına oldukça tehlikeli, deli kadın. Sana bir şeyler getireceğim.”
“Ne getireceksin? Çuval mı? Burada kadın kıyafeti falan olduğunu düşünmüyorum.”
“Bir üniforma iş görür.”
“Aman Allah’ım, bir de elime tüfek verip beni dağ başındaki kulübeye bırak da nöbet tutayım istersen!”
“Şartlar bu şekilde. Beş yıldızlı otelde değilsin.”
“Burası bir yıldızlı otel bile değil.”
“Mizahın gelişeceğine anlayışın gelişseymiş keşke.”
“Seninki çok gelişmiş gibi konuşmaz mısın?”
Teğmen tek kaşı havadayken, “Bir tür cadı olabilir misin?” diye sordu. “Cadı soylu musun?”
“Cadı soyundan gelen birini görmek istiyorsan gidip annenin yüzüne bak seni ucube,” dedi Hemera dişlerinin arasından.
Gölge Teğmeni, “Pekala saldırgan tavuk, burada kal ve zorluk çıkarırsan seni dağ başındaki kulübeye elinde bir tüfekle nöbet tutman için bırakacağımı sakın aklından çıkarma,” dedi donuk bir sesle fakat o donukluğun altında gizlenen gerçek bir alay vardı.
“O tüfeği elime verdiğin an benden kaçman gerekecek.”
“Ateş edebildiğine inanmamı bekleme. Sen önünde hareketsiz duran bir şeyi bile vuramazsın.”
“Çok emin konuşuyorsun dangalak.”
Gölge Teğmeni odadan çıkıp Hemera’yı odanın turuncu gölgeleri içinde yapayalnız bıraktı. Hemera ayak parmaklarını içe doğru kıvırırken, “Hera,” diye mırıldandı. “Sakın başını belaya sokma seni sarı kaltak.”
🦂
Başını sola yatırdığında, ona senkronize olarak başımı sağa kaydırdım. Öpüşmemiz daha da kuvvet kazandı. Onun yeşil Aurora halkası ikimizi içine alarak bir kapsülün içine hapsetti.
Tüm bedenimde yankı gibi dolaşan o isteğin vahşi bir şekilde duyu organlarımın tamamına saldırdığını hissedebiliyordum. Bir bacağımı onun beline sardığımda dudaklarımın içine o çift gelen sesiyle karanlık bir inilti gönderdi. Diğer elim göğsünden sıyrılıp boynuna, oradan ensesine ve siyah, gür saçlarına uzandı. Siyah saçlarını avucumun içinde kıstırdım, ardından geriye doğru asılıp çekerek yüzünü daha belirgin hâle getirip dilimi ağzının içine gönderdim.
Dudaklarının esaretinden kurtulmak istemedim, dudaklarında kaybolmayı göze aldım; o da benimle birlikte kaybolmaya kararlıydı. Kanlar içinde, savunmasız ve durdurulamaz bir şekilde birbirimize açtık. Kanlı parmaklarımı çenesinden kaydırıp yavaşça dudaklarımızı birbirinden uzaklaştırdığımda bana uzun uzun baktı. Burnundan verdiği sert solukları doğrudan yüzümde, dudaklarımda, kalbimde hissediyordum. Boğaya kırmızı pelerini gösterdikten sonra ondan kaçman gerekirdi ama ben doğrudan boğanın üzerine atlamıştım; bu delilikti.
“Buradan çıkmalıyız,” diye fısıldadığımda, “Buradan çıkmalıyız ve ben başka bir yere girmeliyim,” diye karşılık vererek tenimi ürpertilerle kuşattı. Sadece gözlerinin içine bakıp, geri çekilerek cesedin kalıntılarına indirdim bakışlarımı.
Ondan ayrılmak, o an için, ruhumun bedenimden ayrılması kadar zor gelmişti.
Araf’ın dudaklarının tadı hâlâ dudaklarımdaydı, ruhumda bir bilinmezlik çukuru açılmış durumdaydı. Elini elime kaydırdığında o bilinmezliğin içimde daha da derinleştiğini hissettim. Parmaklarımız kan ve pislikle birbirine dolandı, bu bir yemin gibiydi. El ele oradan ayrılırken, “Ceset ne olacak?” diye sordum ve “Cesedi eritmesi adına kutup ışığımı bıraktım,” diye bir cevap aldım. El eleydik ama birbirimize bakamıyorduk. Bir nedenden, birbirimizle olan bağlantımız derinleşmiş ama iletişimimiz kopmuş durumdaydı. Araf elimi daha sıkı kavradı, önümde beni altına alan bir gölge gibi ilerledi. Dışarıda toplanan kalabalığa görünmemek adına arka bahçeye yöneldik. Yangın alarmının çalışmasının hemen ardından itfaiye ekipleri okulun bahçesine intikal etmişti.
Arabanın önüne geldiğimizde ellerimiz yavaşça ayrıldı, parmaklarımdaki kan ve pisliği temizlemek için üzerime silmek istedim ama az önce el ele olduğumuzdan bunu yaparsam beni yanlış anlayabileceğini düşünüp bundan vazgeçtim. Aramızdaki sessizliğin derinleşmesinden hem korkuyordum hem de bu sessizlik sürsün istiyordum çünkü eğer konuşmazsak, hiç öpüşmemişiz gibi davranmaya devam edebilirdik. Karnımda yanan ateşin sönmesini bekledim.
Yavaşça aracın kapısını açarken, “Bir sessizlik yemini mi edeceğiz?” diye sormasını beklemiyordum. Gözlerimi çevirip, yavaştan sönerek normal bir insan bedenine dönmeye başlayan göz alıcı vücuduna baktım. Gözlerim gözlerine tutunduğunda dilimin altındaki kelimeler eriyip kayboldu.
“Az önce olan şey…”
“Hakkında konuşmak istemiyorsan seni anlarım,” dedi ama sesinin anlayışlı yükselmediğine yemin edebilirdim.
Aracın içine girdiğim an, bedenlerimiz yine çok yakındı. İki farklı koltukta oturuyor olmamıza rağmen, onun kucağındaymışım hissini bedenimden söküp atamadım. Uzun zamandır bir erkek vücuduna dokunmadığımdan mı böyle hissediyordum yoksa karnımın altında biriken tutkunun dışında, düşüncelerimde de mi ona sokulma isteği yatıyordu anlamıyordum. Anlamak da istemiyordum. Bu, düşünmemem gereken bir şeydi. Gözlerinin bana dokunmadığını fark ettim. Araba çalıştığında, yol altımızda akmaya başladığında bile bana bakmadı. İkimizin de vücudundan saçılan kıvılcımları hissediyordum, o da hissediyor olmalıydı; birbirimize baktığımız an devam etmekten korkuyor gibi bir halimiz vardı.
Araf telefonunu kulağına götürdükten birkaç saniye sonra, “Görev başarılı,” dedi, konuştuğu kişinin Noyan olduğunu anında anladım. Telefonu kapattı ve “Seninle,” diyerek yeniden söze girdi, “küçük bir kutunun içinde baş başa olmamız bana kendime hakim olma yetimi kaybettiriyor.” Bu cümlenin hemen ardından omzunun üzerinden bana kayan bakışlarını hissettim, başta karşılık vermemek için direndiğim o bakışlara sonunda yenilip çatık kaşlarla ona baktım. “Dudaklarının tadı hâlâ dudaklarımda ve açlığın ne demek olduğunu vahşi bir ırka hatırlattığın zaman, parçalanmayı da göze almışsın demektir.” Gözleri dudaklarıma indiğinde nefesimin boğazımı yaktığını hissetsem de ona karşılık veremedim. Bedeni öne doğru kaykıldı, parmaklarını dizlerinde dolaştırdığını fark ettim ama gözlerine baktığım için bakışlarımı dokunuşlarının dizine çizdiği sarmallara değdiremedim. “Ağzımın payını vermeyecek misin?”
“Seni istediğim için öptüm,” dedim sonunda.
Su yeşili gözlerinin ortasında karanlık bir çukur gibi duran göz bebeklerinin genişleyip nabız gibi atarak suyun içinde bir gölgeye dönüştüğünü gördüm. Sanki gözleri bir göldü ve göz bebekleri, gözlerinin içinde büyük bir kaya parçasıydı; sular çekiliyor, bu da kaya parçasının ne kadar büyük olduğunu görmemi sağlıyordu. Göz bebeklerinin beni yutacak bir kara deliğe benzediğini düşündüğümde gözlerimi ondan uzaklaştıran taraf ben oldum.
“Ama bu, tekrarı olacağı anlamına gelmiyor,” dedim ketum bir sesle.
“Ben tam tersini düşünüyorum.”
“Tam tersini istediğin için olabilir,” derken ona değil, yola bakıyordum.
“Tam tersini isteyenin tek ben olmadığımı da biliyorum.”
“Odaklan,” dedim sadece.
“Sana mı? Tüm odağım sende zaten aşkım.”
Dişlerimi birbirine bastırarak, “Daha büyük sorunlarımız var,” diye fısıldadım.
“En büyük sorunum, şu an kucağımda olmaman Hera. Yemin ederim, bu.” Ses tonu tehditkar ve bir o kadar da büyüleyiciydi. Saçlarının uzun olduğu zamanlarda mikrofonu dudaklarına götürüp, insanları sesiyle kendisine hayran bırakıyor olmasının nedenini şimdi daha iyi anlıyordum çünkü bu genizden gelen kalın ses, konuşurken bile böyle derinden geliyorken, şarkı söylerken bir girdaba dönüşmemesi imkânsız olurdu.
“Çevirme var,” dedim kaskatı kesilmiş çenemle. “Ve senin üzerinde bir tişört olmadığı gibi, bedenin hâlâ tam olarak bir insanınkine benzemiyor.”
“Koca oğlanımı dolaştırmaya çıkardım dersin ve ben de gırlayıp kuyruğumu kalp şeklinde bükerim istersen,” diye alay ettiğinde ona omzumun üzerinden tehditkar bir bakış attım.
“Ya da bunun yerine orman yoluna kıvrılır, biraz hızlanır ve gözden kayboluruz çenebaz, ne dersin?” diye sordum ayağımı gaza bastırarak.
“Ve bir koruluk bulup yavaşladığımızda yarım kalan bir şeyi tamama erdiririz, bu da seçenekler arasında mı?” diye sorduğunda araç altımızda bedenlerimiz gibi alev alarak hızlandı.
Orman yoluna sert bir manevrayla giriş yaptığımda, gözlerim dikiz aynasından yolu kontrol etti. Peşimize ekiplerin düşmesi istediğim son şeydi. “Şu bedenini küçültemez misin?” diye sordum gözlerim aynadan çekilmeden.
“Bazı yerlerimin küçülmesi sandığından daha zor oluyor,” diye alaycı ama altındaki anlamlarla alevlerin daha da yükseğe sıçramasına neden olan bir cevap verdi.
Yüzümdeki ifadelerin donuk kalmasını sağlasam da söylediği şey aklımı karıştırmaya yetti. Kafamdaki kaosu büyütmekten vazgeçmiş olacak ki, “Noyan bizi çağırdı,” dedi. Aramızda gerilim dolu bir sessizlik yaşandı. “İş için,” diye devam etti cümlesine çünkü sessizliğimin çağlar boyunca devam edeceğine emin olmalıydı.
“Nerede?” diye sordum.
“Bir dedektifin olacağı yerde,” dediğinde bana normal hissettirmeye çalıştığını anladım ama bunun için biraz geçti. Aklım hâlâ dudaklarıma yaslanan dudaklarındaydı ve bu düşünceler hiç profesyonel değildi. Araf parmağını şıklattı ve “Mezarlıkta olacak değil, Hera. Polis karakolunda,” dedi alayla.
“Üzerimizde doğaüstü kanı varken karakola gideceğiz?”
“Otoparkta buluşacağız. Polis karakolunun otoparkında.” Bana yamuk bir gülümseme gönderdi. “Aklını başından aldığımı bu kadar belli etme.”
Tek yaptığım arabayı biraz daha hızlandırmak oldu. Kalbime kulak vermek istemedim, kalbimden kaçındım. Dudaklarımda hâlâ hissetmeye devam ettiğim o baskıdan kaçındım.
Boğazımı kavrayan hissi bir kenara atabildiğimi başardığım anlarda otoparktaydık. Karanlık otoparkın sonundaki koridordan hafif bir ışık dağılarak karanlığa yön vermeye çalışıyordu. Arabanın içinde sessizce otururken ilk kez birinin zihnini duymak istediğimi hissettim. Normal şartlarda insanların zihninden geçenleri duymak benim kabusumdu, bundan daima nefret etmiştim ama şimdi yanımda oturan adamın kafasından geçenleri duymaya ihtiyacım var gibi geliyordu. Bu nereden bakılırsa bakılsın, oldukça korkunçtu.
Noyan’ın ışığın özü olan koridordan çıktığını, karanlık otoparkta bize doğru ilerlediğini gördüm. Arabanın kapısını açıp dışarı çıktığımda Araf’ın arkamdan baktığını hissettim. Noyan gözlerini yüzümde dolaştırdı, anlam veremediğim bir şekilde beni inceledikten sonra, “İyi misin sen?” diye sordu.
“Evet,” dedim çatık kaşlarla. “Neden?”
“Doğaüstü cesetlerini görmeye alışmaya başladı,” diye şakıdı Araf hemen arkamdan.
“Uzun süre askerlerin içinde yaşadım,” dedim gözlerimi devirerek. “Sizden fazla ceset, parçalanmış beden, ölümcül yara görmüşümdür.”
Noyan gözlerimin içine bakarak, “Bana söylemek istediğin bir şey var mı Hera?” diye sordu. Bir an kaşlarım çatıldı, gözlerine daha uzun süre baktım ama kafasının içinde aktif halde duran Erebos Kapanı yüzünden düşüncelerini duyamadım. Noyan bir süre daha yüzümü izledikten sonra, “Bir mesaj aldım,” diyerek söze girdi. “Bir tür koruma büyüsüyle mühürlenerek beni bulması adına zamanın içine bırakılmış. Odama girdiğimde masanın üzerinde mavi bir alev belirdi ve alev söndüğünde bir zarf ortaya çıktı.”
Araf duraksayarak bana doğru yürüdü, bedenlerimizin birbirine yakın olduğunu aramızda çarpışan enerjiden anladım. Otoparkın sonundaki koridorda yanan ışığın güçsüz bir şekilde sönüp yeniden yanmasına neden olacak bir enerjiydi bu. Araf, “Taksitlerini ödememi bekliyorsun herhalde, konuşmaya başlaman gerek yoksa aksi halde bana haciz göndermen gerekecek. Çünkü konuşman için ödeme yapmayacağım,” dedi, sesinde alay olması gerekirdi ama bir şekilde ses tonu bana çok ciddi gelmişti.
“Hermes’i ele geçirmişler,” dediği an, kalbimin göğüs kafesimde bir adım öne gelerek içimde bir sarsıntıya neden olduğunu hissettim. “Karga Sarmaşığı abisini almak istiyorsa, gelip beni bulmak zorunda yazıyordu.” Noyan kaşlarını çattı. “Katil ile aynı tekniği kullanabildiğini, tıpkı onun tarzında öldürebildiğini benden neden gizledin?”
Sorduğu son soruya herhangi bir cevap vermeden sadece Noyan’ın gözlerine bakıp, “Hermes’i ele geçirmişler ne demek?” diye sordum.
“Ben de sana bir soru soruyorum Hera.”
“Sorduğun soru biraz bile umurumda değil çünkü abimin ele geçirildiğini söylüyorsun,” dedim buz gibi bir sesle.
“Aynı zamanda bana Karga Sarmaşığı hakkında sorular sordun ama senin bir Karga Sarmaşığı olduğunu öğrendiğinden bahsetmedin,” dedi Noyan birdenbire, sesi suçlayıcıydı. Bu kez durdum, gerçekten durdum ve gözlerinin içine bakıp kaldım.
“Bu senden isteyerek sakladığım bir şey değildi.”
Kahverengi gözlerini kıstı ve “Emin misin?” diye sordu. “Tek istediğim sana yardımcı olmak ve türünü çözmeye çalışmaktı ama sen karşıma geçip öğrendiğin bir şeyi bana sorarken o şeyin seninle alakasından bahsetmedin bile.”
“Sana Karga Sarmaşığı ile alakalı sorduğum sorunun cevabını hatırlıyor musun? Bir mitten, efsaneden ibaret olduğunu, Karga Sarmaşıklarının insan formunda değil, hayvan formundaki doğaüstüler olduğunu söyledin. İnsan formunda olabilmeleri için bir kraliçeleri olması gerekiyormuş ve kraliçe de efsaneden ibaretmiş. Bunlar senin söylediklerindi. Sana ben bir Karga Sarmaşığı olabilirim deseydim ne olacaktı?”
Noyan cevap vermeden gözlerime bakmaya devam etti.
“Ne düşündüğün umurumda bile değil,” dedim sertçe. “Şu an benim için önemli olan tek şey erkek kardeşim.”
“Büyük bir savaş kapıda ve savaşın ana karakterlerinden biri doğrudan senin peşinde,” dedi Noyan işaret parmağını burnuma kadar sokarak. Araf birden Noyan’ın parmağını yakaladı, sertçe kavradı ve “Orada dur bakalım,” dedi sertçe. “Onunla konuşurken ses tonuna dikkat et. Karşında azarlama hakkına sahip olduğun küçük bir çocuk yok senin.”
“Araf, o bizim sorumluluğumuzda!” dedi Noyan, tam ağzımı açıp ateş püskürecektim ki Araf, “Yanlış anladığın bir şeyi düzeltmeliyim,” dedi sertçe. “O yalnızca ve yalnızca benim sorumluluğumda.”
Noyan öfkeyle, “Biz bir ekibiz!” dediğinde, Araf, “Ekip falan yok,” dedi. “Yalnızca Hera ve ben varız.”
Bakışlarım Noyan’ın çatılan kaşlarının altında öfkeyle bakan gözlerinden ayrılıp Araf’a çevrildi. Araf gözünü bile kırpmadan Noyan’a bakıyordu. Su yeşili gözleri sanki bir nehirdi ve o yeşil nehrin dibinde bir canavar gözlerini açmıştı. Araf, Noyan’ın parmağını iterek indirmesini sağladıktan sonra, “Ona susmasını söyleyen bendim. Size anlatmamasının tek nedeni, benim öyle istemiş olmam,” dedi donuk bir sesle.
“O gerçekten bir Karga Sarmaşığı ise, bu bilinen tüm gerçeklerin yok olması, efsanenin yeniden yazılması demek olacak,” dedi Noyan. “Karga Sarmaşıkları sadece hayvan suretindeki doğaüstüler olarak biliniyordu. Ve şimdi karşımızda Karga Sarmaşığı olma ihtimali yüksek bir kız var.” Noyan bana, ardından Araf’a baktı. “Bunu saklamak büyük bir suç Araf.”
“İnsanların içindeyken dedektifsin, bir doğaüstüyle konuşurken sadece bir Karmagetirensin,” dedi Araf. “Yani beni tutuklayacak değilsin, öyle değil mi?” Tek kaşını kaldırdı, yüzünde alayın ilerlediğini gördüm.
Noyan dişlerini sıkarak, “Yaklaşan savaşın bir parçasısın. Hepimiz öyleyiz ve normal olmayan her durumdan birbirimizi haberdar etmek zorundayız,” dedi.
“Ne senin ne de bir başkasının savaşı umurumda bile değil,” diyerek araya girdim. “Hermes’i bulmam gerek. Nerede olduğunu biliyor musun bilmiyor musun? Bana bunu söyle.”
“Seni istemelerinin nedeni, yok edilecek olman ya da daha kötüsü…” Noyan gözlerimin içine acımasız bir gerçekle baktı. “Bunun bir parçası olman ve bu yüzden seni yanlarında istiyor olmaları.”
“Anlamadım?” diye sordum neredeyse kahkaha atmak üzereyken.
“O şeyle aynı tarzda cinayet işliyorsun.” Artık suçlayıcı bakıyordu ama bunun özünde kafasının karışmış olmasının yattığını biliyordum. Beni kafasının içinde aklamak istese de önüne koyulanlar inançlarını derinden sarsmış olsa gerekti. “Ona ait büyük bir parça olabilirsin, onunla bağlantılı olabilirsin, henüz farkında olmasan da onun tarafında olabilirsin.” Söyledikleri arka arkaya sıkılmış kurşunlar gibiydi. Kaybolmaya her zaman bir adım daha yakın duran gerçeklik algımın köklerinden sarsıldığını hissettim. Böyle bir şey söz konusu olabilir miydi? İnanmak istemesem de Noyan’ın düşündüklerini düşündüğüm zamanlar olmuştu. Hatta o şeyin ben olabileceğim gerçeğini bile önüme çekmiş, delirmenin eşiğine binlerce defa gelmiştim.
“Söylediklerinin mantıklı hiçbir tarafı yok,” diyen Araf’tı, sesi donuk ve derinden geliyordu. “Eğer doğrudan bağlantılı olsalar, onun bir parçası veya yanında savaşması gereken biri olsa, kız kardeşini doğrudan hedef haline getirir miydi? Kafanı çalıştır, zeki bir adamsın. Belki de Hera’nın ona bu kadar benziyor olmasıdır onu huzursuz eden? Her ihtimali düşünürken bu ihtimali de düşüncelerinin yanına iliştir. Neredeyse aptal bir adam olduğunu düşünmeye başlayacağım.”
“Şu an bir aptal gibi konuşan biri varsa, o da sensin Araf.”
“Ne düşündüğün biraz bile sikimde değil ne yazık ki.” Beni belimden kavradığı an, dokunuşunun yarattığı o elektrik akımı ilerideki koridorda yanan ışığı patlatarak söndürdü. Noyan duraksayıp omzunun üzerinden arkasına doğru baktı.
“Hermes nerede?” diye sordum sabırla.
“Bilmiyorum.” Noyan gözlerini bana çevirirken kaşları çatıktı. “Mesajın ayrıntılarında abinin nerede tutulduğuna dair bir konum ya da ipucu yer almıyordu.”
Noyan’ın gözlerine daha dikkatli baktım ve “Onu bulmalıyım,” dedim. Bana yardım etmelerini istemem gerekirdi ama Noyan’ın gözlerinde gördüğüm karmaşa beni durduruyordu. Bana duyduğu güvenin yerle bir olduğunu görebiliyordum.
Noyan bir müddet gözlerimin içine baktıktan sonra, “Öylece gitmene izin veremem,” dedi, bir an ne söylemeye çalıştığını anlayamadığım için kaşlarım çatıldı ve o da devamında, “Kendinde olmadığın anlarda birilerine saldırıyor olabilirsin Hera,” diye mırıldandı. “Seninle ilgili büyük bir bilinmeyen var.”
“Öylece gitmene izin veremem derken? Seni kafese kapatacağım demek falan mı oluyor bu?” Sorduğum soru, Noyan’ın yüzünde renk kaybına neden oldu. Araf’ın eli hâlâ belimdeydi, otoparkın duvarlarından geçen elektrik akımını damarlarımda hissedebiliyordum. Beni kendisine doğru çevirerek, “Bu saçmalık burada sona erdi,” diyen Araf oldu. “Sen bunu kastetmedin, biz de bunu duymadık Noyan.”
Noyan, “Doğaüstüleri korumak zorunda olduğumu biliyorsun,” dediğinde, Araf sertçe, “Hera da koruman gereken yenidoğan bir doğaüstü!” diye hırladı. Beni bedeninin arkasına çekip, önüme duvar gibi dikilerek Noyan’ı karşısına almasını beklemiyordum.
“Belki de onu kendisinden bile korumam gerekiyordur Araf.” Noyan’ın sesi sakindi, söylediği şey ise sakinliğinin altına gizlenmiş olsa da dehşet vericiydi. Araf öne doğru atılınca, dirseğinin altından tutup onu kendime çekerek, “Kesin şunu!” diye bağırdım. “Yumruk yumruğa kavga edecek değilsiniz herhalde? Saçmalıyorsunuz.”
“Şayet Noyan şirin burnunun üzerine bir yumruk yedikten sonra rinoplasti olmak istemiyorsa, bence de kesmeli. Çünkü ben saçmalamaya hiç olmadığım kadar yakınım şu an,” diyen Araf’ın sesi genzinden geliyordu.
“Ben Hera’nın düşmanı değilim.”
“O halde dostu gibi davranmaya ne dersin?”
“Bu saçma tartışmanın içinde yer almayacağım, tamam mı? Hata ettim, evet saklamamam gerekirdi ama kendimi birdenbire bu karmaşanın içinde buldum ve bocalamam normaldi Noyan.” Araf’ın önüne geçip, Noyan’ın gözlerinin içine baktım. “Şimdi abimi nasıl bulabileceğimizi söyle bana.”
“Gideceğin yerde senin neyin beklediğini bile bilmeden bir maceraya atılmaya çalışıyorsun,” dedi Noyan, gözleri hâlâ duyduğu şüphenin soğuk rüzgarını taşıyordu.
“Abimi nasıl bulacağım?” diye bastırdım.
Noyan, “Bir cadıdan yardım alabilirsin,” dedi gözlerini yüzümden çekmeden.
“Jadira yardım eder mi?”
“Herhangi bir cadıdan değil.”
“Jadira ona herhangi bir cadı demenden hoşlanmazdı,” dediğimde burnundan sert bir nefes vererek, “Bilinmeyene giden yolu yalnızca kadim cadılardan öğrenebilirsin,” dedi. “Jadira bir Çöl Cadısı.”
Tam ağzımı açacaktım ki, “Kadim cadılarla bağlantıda olan tek kişi Ayevi,” diyerek söze girdi Noyan. Araf’a baktığını gördüm, birbirlerine yönelttikleri bakışların arasında çakan şimşekleri gördüğüme yemin edebilirdim. Panik göğsümün içinde sürüklenerek büyümeye başladığında, “Ayevi’nin yanına gitmem gerek,” dedim Araf’a. “Sen burada kal istersen.”
“Seninle geliyorum,” dedi Araf doğrudan.
Noyan gözlerini Araf’tan çekmedi, bu kez Araf ona bakmadı bile. Birlikte arabaya binmede önce son kez Noyan’ın gözlerinin içine baktım ve “Kimseye zarar vermiyorum,” dedim kendimden emin bir sesle. “İşlenen cinayetlerle bağlantım yok. Eğer olsaydı,” ona doğru bir adım atıp tam gözlerinin içine baktım, “abimin ele geçirildiğini söyledikten sonra kurduğun cümleleri görmezden gelmezdim. Abimi nasıl bulacağımı sorup durmama rağmen bunu cevaplamayıp sadece beni suçlamaya devam ettiğin için sonun o cesetlerden farklı olmazdı Noyan.”
Noyan gözünü bile kırpmadan gözlerimin içine baktı ama o andan itibaren söyleyecek başka hiçbir şeyim kalmamıştı. Ona son kez bakıp arabama bindim ve direksiyonu sertçe çevirerek otoparkın çıkışına sürdüm.
Araba yağ gibi kayarak otoparktan çıkıp karanlığın derinleştiği sokakta ilerlemeye başladığında, “Hermes’in başına bir şey gelirse ne yaparım?” diye sordum kendi kendime. Araf’ın bakışlarının profilimde bir bıçak gibi kaydığını hissettim.
“Hera, hiç istemediğin bir şey söyleyeceğimi biliyorum ama…” Bakışlarının profilimde daha da derinleştiğini hissettim ama ona bakmadım. “O şey öylece karşısına çıkabileceğin bir şey değil. Gittiğin yerde seni neyin beklediğini bilmiyorsun. Hiçbirimiz bilmiyoruz.”
Direksiyonu kökünden koparacakmış gibi kavrarken, “Daha iyi bir fikrin yoksa yorumlarında olmasın,” diye tısladım öfkeyle. Sessizce yüzümü izlemeye devam etti, ona bakmasam da profilimde ağırlaşan gözlerini hissedebiliyordum.
“Henüz kendini savunamıyorsun bile,” dedi sonunda, bir süredir dilinin altında sakladığı şeyin bu olduğunu fark edince kaşlarım çatıldı. Haksız sayılmazdı, hatta haklılığı kanımı akıtmak isteyen bir bıçak gibi boğazıma dayalı duruyordu. “Bırak bu işi kendi yöntemlerimle halledeyim.”
“Yöntemlerin?”
“Senden daha deneyimliyim.”
Bir anlığına bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim. “O şey beni istiyor,” dediğimde, “Seni öldürmek için mi istiyor yoksa başka bir amaç için mi bunu bile bilmiyoruz,” dedi Araf sertçe.
“Abimi öldürebilir.”
“Abin elindeki tek koz, sence bunu yapar mıydı?”
“Beni öfkelendirip üzerine çekmek ve ondan kaçmak yerine ona doğru koşmamı sağlamak için, evet,” dediğimde söylediğim şeyi mantıklı bulmuş olacak ki susup sadece gözlerimin içine baktı. “O benim ailem Araf. Hemera’ya neler olduğunu dün gibi hatırlıyorum ve bu olduğunda yanımda sen vardın. Hermes’i de aynı tehlikenin ortasında bir başına bırakamam.”
“Sana abini gözden çıkar demiyorum, bunu asla söylemem.” Bakışlarını yola çevirdi. “Sadece mantıklı olman gerektiğini söylüyorum. Karşımızdaki şey ne bilmiyoruz. Senden ne istiyor, bunu da bilmiyoruz. Ekibi toplayıp hep birlikte hareket edebiliriz.”
“Az önce Noyan’a rest çektin,” dediğimde yola bakarak sırıtıp, “Çektim, değil mi?” diye sordu sanki çok eğlenceli bir şeyden bahsediyormuşuz gibi.
Başımı iki yana salladım. “Rest çekmemiş olsaydın bile bu işe dal düz dalmazlardı. Her şeyi bir kenara koyacak olursak, şu an bana güvenmiyor ve diğerleriyle de bunu paylaşacak. Onlar da bana güvenmeyecek. Senin bana güvenmen başlı başına bir hata olabilir ama bana güveniyorsun. Bu çok saçma.”
“Bana en büyük kazığı atsan bile sana güvenmeye devam edeceğim,” dedi hiç düşünmeden, bunu söylerken doğrudan yola bakıyor olmasaydı, eğer gözlerimiz birbirine değiyor olsaydı, direksiyon hakimiyetimi kaybedeceğime emindim.
“Neden? Aptal mısın?”
“Sen buna aptallık diyorsan eğer, hiç fark etmez, adını bu şekilde koyabiliriz. Aptalım, evet.” Hâlâ bana değil, önünde akıp giden yola bakıyordu. “Emin olurken ikinci kez düşünmemen gerekecek bir şey varsa eğer, o da seni hiçbir koşulda yalnız bırakmayacak olmamdır Hera.”
Sözcükleri kalbime nasıl böylesine derinden ve yakıcı bir şekilde ulaştı o an için bunu anlayamadım. Aptalın tekiydi, gerçek anlamda o tam bir aptaldı. Ve ben, o aptalın sözcükleriyle sarhoş olan dangalağın tekiydim. Bu his azgınlığını üzerimden atmam gerekiyordu. Yoğunlaşmama engel oluyordu.
Ayevi’nin taş konağına sürerken aramızda derin, koşulsuz bir sessizlik meydana geldi. Bu sessizliğin, beni rahatsız ettiği gibi onu da rahatsız edip etmediğini merak ettim. Keşke Erebos Kapanı aktif olmasaydı, belki o zaman onun bir türlü kendini net şekilde göstermeyen, gizlenen düşüncelerini duyabilirdim.
Ayevi’nin konağının önünde yükselen bir sis bulutu konağı arkasına alarak karanlıktan ve diğer her şeyden gizliyordu. Bu yoldan öylesine geçip giden biri, sisin arkasında bir konak olduğunu fark etmezdi bile. Arabadan inip sisin içinde yürüyerek konağa doğru ilerledik. Sanki bilerek birbirimizden beş, altı adım kadar uzak yürüyorduk. Yürürken birbirimize doğru bakmıyorduk. Bu gece yaşananlar ikimiz için de çok yeniydi ve kaos kapıda kıyamet gibi dikilmiş kapıyı aralayıp içeri girmemizi bekliyordu.
Ayevi, taş verandasına çıktığında geldiğimizi bildiğini bakışlarından anladım. Üzerinde toz pembe, etekleri tülden eski model bir elbise vardı ve bel kısmındaki korse arkadan sıkıca bağlanarak belinin inceliğini gözler önüne sermişti. Yüzünün kenarlarından yanaklarına dökülen bukleleri saymazsak eğer, saçları topluydu. Ellerini taş korkuluğa bastırıp, yüzünde ölçülü bir ifadeyle, “Geleceğinizi biliyordum,” dedi. Bakışlarının yüzümde yoğunlaştığını hissettiğim an, zihninin sesini duyamıyor olsam da Noyan’ın benimle ilgili öğrendiklerini onunla paylaştığını anında anladım.
“O hâlde neden geldiğimizi de biliyorsun Ayevi,” dediğimde başını aşağı yukarı salladı ama bir cevap vermedi.
“Yardımına ihtiyacım var.”
“Bizden sakladıklarından sonra mı?” Ayevi’nin dudaklarından dökülen bu soru bir anlığına beni duraksattı.
Araf, “Ona saklamasını söyleyen kişi bendim Ayevi,” dedi donuk bir sesle. “Saklamasını söylediğim için pişman değilim. Ona takınacağınız tavrı az çok tahmin edebiliyordum. Bilinmeyene karşı her zaman düşmanca tutum sergilersiniz.”
“Onun ne olduğunu anlamaya çalışıyor, onu koruyorduk Araf,” dedi Ayevi bakışlarını Araf’a yönelterek. “Ama sen ne yaptın? Onun ne olduğunu öğrendiğinde bile bunu bizimle paylaşmadın. Üstelik ortada ciddi ve karanlık bir gerçek varken.” Ayevi tekrardan bana baktı. “Cinayetlerle bir bağlantın var mı?”
“Eğer olsaydı şu an abim o şeyin ya da şeylerin elinde mi olurdu?” diye sordum öfkeyle. Birdenbire yükselen sesim, Ayevi’nin omuzlarının gerginlikle yukarı kabarmasına neden oldu. Bir süre sorgulayan gözlerle gözlerimin içine baktı. Yalan söylemediğime emin gibiydi ama tereddütleri de yok sayamayacağı boyutlara ulaşmış olmalıydı.
“Hermes’in yaşam enerjisini hissediyorum. O iyi,” dedi Ayevi. “Ama yerini göremiyorum. Bunu yalnızca kadim bir cadı görebilir çünkü onu alıkoyan şey, Hermes’in enerjisiyle beraber onu götürdüğü yeri de mühürlemiş.”
“Kadim cadıyı yalnızca senin yardımınla bulabilirmişiz,” dedim. “Nerede olduğunu sen bilebilirmişsin. Noyan öyle söyledi.”
“O boşboğaz, bunun pek kolay bir şey olmadığını da söyledi mi sana?” diye sordu Ayevi ters bir sesle.
“Sizden bir şeyi saklamış olmam, benimle bu ses tonuyla konuşma hakkını vermiyor sana,” dedim aynı terslikle. “Gözlerini yüzüme dikip bana bir suçluya bakıyormuş gibi bakıyorsun ama söyleyeyim, sizin ekibinize girme niyetinde değildim ama ensemden tutup beni bunun içine savuran siz oldunuz. Size bir kez olsun bana güvenmenizi söylediğimi de hatırlamıyorum Ayevi. Sen benim arkadaşım değilsin.”
Ayevi tek kaşını kaldırıp, “Yani?” diye sordu.
“Yani o gözlerini yüzüme o şekilde dikmeyi kessen iyi edersin.”
“Oyar mısın yoksa? O cesedi oyduğun gibi?”
“Memnuniyetle,” dediğimde Ayevi’nin duraksadığını gördüm. Kapının açılıp kapanırken çıkardığı ses, bakışlarımız arasında uzayan gerginliği bir nebze olsun kırdı.
Taş verandada beliren ikinci isim Asil’di. Ayevi’nin arkasına geçip, detaylara inmeye çalışır gibi dikkat kesilmiş gözlerini bedenime dikmişti. Tıpkı benim gibi Araf’ın da bu bakışlardan rahatsızlık duyduğunu hissettim ve koca kedinin büyük bedeni birdenbire önümde bitiverdi. Araf, tam önümde durup, Cehennem Prensi olan Asil’e bakmaya başladı; nasıl bir ifade takınıyordu bilmiyordum ama genelde alaycı görünen Asil’in kaşları ilk defa bu kadar sert çatıldığına göre, Araf’ın ona yönelttiği bakışları dost canlısı değildi.
Ayevi, gergin atmosferi dağıtma arzusuyla avuçlarını birbirine çarpıp küçük bir alkış sesi çıkararak birbirine saldırmaya hazır gibi görünen iki farklı ırkın dikkatlerinin kendisine dönmesini sağladı. “Pekala, kesin şunu,” dedi dominant bir sesle. “Asil, boynuzlarını çıkaracak olursan onları törpülerim. Ciddiyim, bunu yaparım ve daha önce de yaptım.”
Asil burnundan soluyarak Ayevi’ye baktı. Ayevi bakışlarını bana çevirdi. “Sana gelecek olursak, cesaretini hep takdir ettim. Yeni bir dünyaya ayak bastın ve söylemem gerekir ki, daha önce bilinmeyenle burun buruna gelmemiş biri için bu çok zordur. Türün ne olursa olsun, güçlü bir doğaüstü olacağını seni ilk gördüğüm anda hissettim. Enerjin daha önce okumadığım türden bir büyüklüğe, ihtişama sahipti.” Övgüleri karşısında kaşlarım çatıldı, bunları samimi bulmuyordum ama bir yanım onun yalan söylemediğini de fısıldayıp duruyordu. “Sana güvenmek istiyorum, bağlantının karanlıkla değil, gerçekten aydınlıkla olduğuna inanmak istiyorum.”
Kendimi tutamadım ve “Yanında Cehennem Prensi duruyor ve aydınlığı görmek istediğini mi söylüyorsun?” diye sordum.
Asil, “O haklı,” dedi Ayevi’ye bakarak. “Ben tamamen karanlığım.”
“Ama karanlık tarafta değilsin,” dedi Ayevi, ona alayla bakan Asil’e dik dik bakarak. “Ciddi bir konu konuşulurken zevzeklik yapmamalısın.”
Asil, “Sürekli beni azarlamanın nedeni Noyan ile aranızdaki elektriklenmeyi topraklama ihtiyacı duymandan falan mı? Hanımefendi, ben toprak değilim. Ben saf ateşim,” diye çemkirdi. Ayevi, duydukları karşısında irileşmiş gözler, aralanmış dudaklar ile doğrudan Asil’in gözlerinin içine baktı. Sevimli sayılabilecek gevezelikteki iblis çizgiyi aşmıştı.
Ayevi, “Ciddiyetsiz,” diyerek bize doğru döndü. “Kadim cadı ile bağlantı kurmam uzun sürebilir. Yer değişikliği yapmışa benziyor,” dedi. “Kısa zamanda size bir konum göndereceğime emin olabilirsiniz. Yapabileceklerim bu kadarla sınırlı.”
O şeyin ne olduğunu bilmedikleri için onunla savaşmayı şimdilik göze alamıyorlardı, onları anlıyordum. Üstelik gittiğimiz yerde bizi neyin beklediği de koca bir soru işaretiydi. Ekibi henüz belirsiz olan geleceğin içine yollamak, intihara yollamak demek olabilirdi.
Araf, “Beni ararsın ya da mesaj yollarsın,” dedikten sonra avucunu belime bastırdı. Çatırdama sesini Asil’in ve hatta Ayevi’nin duyduğuna yemin edebilirdim. Konağın derinliklerinde yanan ışıklardan biri usulca söndü ve Araf sırtımı onlara dönmemi sağlayarak beni sisin içine doğru yürütmeye başladı.
🦂
“Yaran nasıl oldu?”
Sırtımda dolaşan parmaklarını hatırlamamı sağlayan soru buydu. Darmaduman edilmiş salonumun ortasından geçip yatak odasına ilerlediğim sırada, “İyi,” diye cevaplamakla yetindim. Hızlı bir şekilde iyileştiği kaçamadığım, kabullendiğim bir gerçekçi ama derimin altında kırık kanatlara ait kemik parçaları varmış gibi hissetmeme neden olan ağrının kaynağı neydi bilmiyordum.
Karanlık yatak odasının ortasında durup, boydan camın arkasında kalan şehir manzarasına bomboş gözlerle baktım. Hermes’i düşündüm, müthiş bir suçluluk hissi göğüs kafesime yılan gibi dolanıp beni zehirledi. Hemera’dan haber alamıyordum ama güvende olduğunu biliyordum, şimdi Hermes ortalarda yoktu ve güvende olmadığı da gün gibi ortadaydı. Babamın aramalarına dönemiyordum, mesajlarla geçiştiriyordum ve Hemera ile ilgili sorduğu sorulardan olabildiğince kaçınıyordum. Hermes’in de ortadan kaybolduğunu fark ettiğinde telefon trafiği artacak, söylediğim yalanlar boğazıma yükselerek beni kendi kelimelerimden var olmuş bir harf nehrinde boğmaya başlayacaktı.
Üzerimdeki kan sıçramış kıyafetlere baktım. Bugün yaşananların tekrarı niteliğinde… Derin bir nefes aldım ve elbise dolabımın kapağını kaydırarak açtım. Sıcak ve oldukça uzun sürecek bir duşa ihtiyacım vardı. Aynı zamanda harekete geçip abimi kurtarmaya da ihtiyaç duyuyordum. Karga Sarmaşığı konusunu da uzun uzadıya araştırmam, tüm kaynakları karıştırıp olabildiğince bilgi edinmeliydim. Karga Sarmaşığı neydi? Ben kimdim?
Araf içeriden, “Bu evi toparlamak lazım,” diye seslendi. “Sen gidip duş al, bir şeyler ye ve dinlen. Ben hallederim.”
“Buna gerek yok, birini tutarım ve ortalığı temizler,” diye seslendim. Askılarından tutarak, kumaşına dokunmamak için uğraş verdiğim birkaç parça kıyafeti yatağın üzerine koydum.
Araf tam da o sırada yatak odamın aralık duran kapısının önünde belirdi ve “Sana gerek olup olmadığını sormadım, halledeceğimi söyledim,” dedi tekdüze bir sesle.
Omzumun üzerinden arkasına karanlığı alarak tamamen gölgeye dönüşmüş büyük bedenine baktım. “Tartışmak istemiyorum kedicik.”
“O hâlde tartışmayız annecik. Sen söylediğimi yaparsın, ben de yapmam gerekeni.”
Genzinden gelen sesi itiraz istemediğinin kanıtı gibiydi. Bakışlarım bir süre gölgeye dönüşmüş yüz hatlarında dolaştıktan sonra, “Sen salonu toplarken ben duş alayım o hâlde,” dedim.
“Benim banyomu kullanabilirsin. Su faturasını mail atıp senden ücret talep etmeyeceğim. Normal şartlarda bunu yaparım ama sana yapamıyorum. Beni borç batağına sokabilecek tek kadın olduğunu biliyor muydun?”
Yorgun bir gülümseme dudaklarımda can bulduğunda bir an için duraksadı. Bugün yaşananların ruhumu nasıl sarstığını ona ilk kez gösteriyordum; hem de yüzüme çizilmiş buruk bir tebessümle. Bunu beklemediği aşikardı. Bunu ona gösterdiğim için ben de şaşkındım.
Birkaç adım sonra yatak odasının tam ortasında duruyordu. Beni bileğimden kavrayarak yavaşça kendisine doğru çekti. Bedenim bedenine yaslandığında, karanlığa gömülmüş evin duvarlarından geçen kabloların bile çatırdadığını duyar gibi oldum. Kollarını omuzlarımın üzerinden sırtıma dolayıp avucunu başıma bastırırken kendimi çok savunmasız hissettim ve bu histen nefret ettim.
Çenesini başımın üzerine bastırıp, beni adeta bağrına basarken, “Halledeceğiz,” dedi, “halledemediğini hissettiğin noktada kanımın son damlasına kadar kullanabilirsin. Beni kendine ait bir silah yapabilirsin. Bunda sakınca görmüyorum, Sevgili Hera’m.”
Sözcükleri ruhumun üzerinde dolaşan, dokunuşu tüy gibi hafif ve narin hissettiren parmaklar gibi hissettiriyordu. Çenemi yavaşça göğsüne yaslayıp çatık kaşlarla sertçe yutkundum. Onu itebilirdim, geri çekilip güç gösterisi yapabilirdim ama bir an buna hiç hâlim olmadığını hissettim. Tükenmenin eşiğindeydim ve bunu gösterebileceğim tek insan Araf Murat Akalan’dı.
“Hiç bu hayattan yorulmuyor musun?” diye sordum. Yüz sekiz yıldır bunun içinde miydi? Hangi noktada bırakıp gitmeyi düşünmüştü? Ya da hiç düşünmüş müydü? Sessizliği çok uzun sürer sandım ama çenesi başımın üzerindeyken kasıldı ve konuşacağını anladım.
“Evet, normal bir insan olmanın nasıl hissettireceğini merak ettiğim oldu,” dedi, sesi dalgın geliyordu. “Camlı lobisi olan bir iş yerinde çalıştığımı, mesai bitiminde arabama binip market alışverişi yaptıktan sonra evime geldiğimi ve kapıyı anahtarımla açmak yerine zile bastığımı, kapıyı açanın sevdiğim kadın olduğunu düşündüm. Ya da belki de mesai bitiminde onu iş yerinden alırdım ve dışarıda bir şeyler yer, geleceğimiz hakkında konuşurken biraz şarap içerdik. Hafta sonları Mavi Yaka’ya kayak yapmaya gider, kış tatilinin tadına varırdık. Farklı olabilirdi.” Kendini bu kadar açmasını beklemediğim için donup kaldım. Parmakları ensemde biriken sarı saçlarımda dolanırken, “Ama hayat her zaman hayal ettiğin şekilde olmuyor Hera. Sen ve ben bu kadere gözlerimizi açtığımızda bize ikinci bir seçenek sunulmadı. Belki seni özgür bırakabilirdim, kafanın içinde başkalarının hafızasıyla zorlu ama normal bir hayat yaşayabilirdin ama tehlike eninde sonunda seni bulacaktı. Sanırım bizim normal bir hayat yaşamaya hakkımız yok, Kutup Işığım.”
Dudaklarını başımın üzerinde hissettiğimde bedenimdeki hareketsizlik tamamen büyüyerek beni buzdan bir heykele dönüştürdü. Bir süre, dudakları başımın üzerinde öylece bekledik. Sonrasında geri çekildi, ellerini omuzlarımın kenarlarına koyup gözlerimin içine baktı. Yeşil gözleri karanlığın içinde ona ait olan kutup ışıklarıyla parladı. Yüzüne düşen parıltıyı izlerken kalbim hızlandı. “Güzel yüzünü daha net görebilmek için ışığımdan faydalanıyorum,” dedi gözleri doğrudan gözlerimdeyken.
Bakışlarım tek bir an için kutup ışıklarının yeşil yansımalar çizerek aydınlattığı dudaklarına kaydı. Bunu gördüğünde alt dudağını yavaşça ağzının içine aldı ve emdi. Kalbim son virajı dönmüş bir koşucunun öne doğru atıldığı gibi göğüs kafesime doğru atılarak şiddetle çarpmaya başladı. Dudaklarının hissi hâlâ dudaklarımdaydı. Birbirimizi öpmüş olmamızın üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen o sıcaklığı hâlâ dudaklarımda çok net bir ağırlık, bana ait bir parça gibi hissedebiliyordum. Süregelen bu duygu yoğunluğu arasında atomlarıma ayrılacağımı düşünerek gözlerimi dudaklarından ayırıp gözlerine çevirdim. Meraklı ve derin bakışları hem oyunbazdı hem de çok sinsi ve karanlıktı.
Dokunduğu yerlerde ateş vardı. Evin içindeki karanlığa rağmen, o bana dokunduğu için sokakta bir yerlerde lambalar patlıyor, ışıklar sönüyor olmalıydı. Dokunuşunun bu denli uzun ve sarsıcı olmasını beklemiyordum.
“Ben salondaki dağınıklığı halledeyim,” diye fısıldadı gözlerinde yanan kutup ışıkları yavaşça sönmeye yüz tutmuşken. “Sen de sıcak bir duş al. Geri kalanı sonra hallederiz.”
Bir adım geri çekilip gözlerinin içine baktım, elleri artık omuzlarımda değildi ve yokluğu birdenbire çok soğuk hissettirmişti. Dokunduğu yerler saliseler önce yanıyorken, şimdi Varta’nın en soğuk dağlarında karlar altında gibi üşüyordu.
Odadan çıkarken bana ikinci kez bakmadı. Sessizce havlu ve kıyafetlerimi aldım ve banyoya geçtim. Küvetin vanasını çevirdim, su akmaya, küveti usulca doldurmaya başladı. Bu sırada üzerimdeki kıyafetlerden kurtulup, kumaş parçasının içinden dışarı bir adım atarak banyoda ilerledim. Uzun, dalgalı sarı saçlarım belime kadar inerek bel boşluğumu gıdıkladı. Su küveti yeterince doldurduğunda yavaşça küvete girdim, sarı saçlarım suyun yüzeyinde endişe yüklü yılanlar gibi yüzmeye başladığında gözlerimi yumup kendimi suyun dibine kadar kaydırarak ittim. Arınmak yarım saatime mâl oldu, kalan on beş yirmi dakikada da bedenimi buruşana dek çitiledim, suyun içinde uzandım. Banyonun küçük penceresindeki ahşap aralıklardan sızan sokak ışıklarının üzerime döküldüğünü hissettim.
Ne kadar süre öyle uzandım bilmiyorum ama banyonun kapısı tıklatıldığında gözlerim kapalıydı. Kirpiklerim yukarı kıvrıldığı an küvetin içinde panikle doğruldum ve sular bedenimden saçılarak zemine yayıldı.
Araf, “Her şey yolunda mı Hera?” diye sordu kapının öteki tarafından.
“Evet,” dedim kuru bir sesle.
“Salonu hallettim.”
Ona yardım etmediğim için vicdan azabı hissettim. Sessizce, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım ama buna bir cevap vermedi. Küvetten çıkıp havluyu bedenime doladıktan sonra ıslak parmaklarımın ucunda yürüyerek kapının önüne geldim. Enerjisini, karanlık varlığını hissedebiliyordum. Hâlâ oradaydı. “Kedi?” diye fısıldadığımda, “Hım,” diye mırıldandı, sesi yeniden genizden geliyordu.
“Beni mi bekliyorsun?”
“Her zaman yaptığım gibi,” dediğinde ne söylemeye çalıştığını algılamakta güçlük çektiğimden kaşlarım çatıldı.
“Her zaman mı?”
Sessiz kaldı, bir şekilde buruk bir tebessümün dudaklarında şekillendiğini neredeyse hissetmekten öteye geçerek gördüm. Bir şeyler söylemek istedim, hatta sormak istedim ama soracağım hiçbir şeyin sonunda aradığım cevabı bulamayacağımı biliyordum.
Kapıyı yavaşça araladığımda, içeride saklandığım ıslak karanlıktan dışarı uzanmamı beklemiyormuş gibi çatık kaşlarla bana baktı. Holün karanlığı uzun ve fit vücudunu saklamaya yetmiyordu; gölgesi belirgin, hatta heybetliydi. Aramızda bir adımlık mesafe vardı, sarı saçlarımın uçlarından damlayan sular küçük bir havlunun gizlediği vücuduma damlıyor, memelerimin arasından akıp gidiyordu. Buna rağmen vücuduma değil, doğrudan gözlerime bakıyordu. Başka bir adam olsaydı açlıkla, sertleşmiş bir hâlde vücudumu izlerdi ama o gözlerimin içine bakarken vücudumun bile yaratamayacağı bir etkinin altına giriyormuş gibi görünüyordu.
Çenemi kaldırdım, çenemin ucundan akarak ince boynumda ilerlediğini hissettiğim su damlası tenimin üzerinde kaymayı sürdürürken ona daha dikkatli gözlerle baktım.
“Kraliyet Kargası,” dediğimde kaşlarını çatacak gibi oldu ama ifadesi sabit kalmayı başardı. Başımı sağ omzuma doğru yatırdığımda ıslak saçlarım vücuduma yapıştı. “Bununla alakalı bir şey bilmediğine emin misin kedicik?”
Gözleri gözlerimde rahatsız edici bir uzunlukta bekledikten sonra, “Neyi bilmemi isterdin?” diye sordu.
“Benim bilmediğim ve beni aydınlatabileceğin bir şeyi,” dediğimde bakışları ilk kez gözlerimden saparak dudaklarıma kaydı. Aramızdaki elektriğin çatırdadığını hissettim. Onun da benim gibi dudaklarımızın birleştiği o kanlı anı hatırladığını fark ettim. Dudaklarımın altında bir kalp varmış ve o kalp çınlıyormuş, son sürat atıyormuş gibiydi; nereden bakılacak olursa olsun, bu son derece rahatsız ediciydi.
Sonra birden, o çatırdama koca bir alev topuna dönüştü. Gözlerimin önünde şehrin karanlık noktasında birden patlayarak büyüyen alevler belirdi; bunun bir sanrı olmadığını, gerçek olduğunu fark ettim. Eli, hiç beklemediğim bir anda havlunun sardığı belime yerleşti. Tenimin havluya bıraktığı nemi avuç içlerinde hissetmiş olsa gerekti. Belim avucunun altında kaskatı kesilmişken beni beklemediğim bir anda döndürdü, yüzlerimiz birbirine çok yakınken sırtımın banyonun duvarına yaslandığını hissettim. Soğuk mermere temas eden omuzlarım sarsılırken kafamı kaldırıp ona karman çorman olmuş bir ifadeyle baktım ama yaptığı şeyden rahatsızlık duymadığımın da farkındaydım.
Yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve “İkimiz de bekâr yetişkinleriz,” diye fısıldadı, ardından beklemediğim bir anda dudaklarımı teğet geçerek kulağıma yaklaştı. “Ve sanki saatler önce birbirimizi tüketmek istercesine öpüşmemişiz gibi karşımda küçücük bir havlu parçasıyla bu şekilde durup, bana alttan alttan bu şekilde, bu eşsiz gözlerle bakarsan, sağlıklı bir yetişkin olan yanım vahşi bir doğaüstü olan tarafımla çok şiddetli çarpışmak zorunda kalacak.” Sıcak nefesi saçlarımın ıslattığı boynuma, kulak boşluğuma doluyor, tenim alev almış yanıyordu. Gözlerimi ilerideki duvara dikerken hareket dahi edemedim, hatta nefes bile almadım. “İşleri ikimiz için de zorlaştırıyorsun Taş Bebeğim. Sonunda dönüştürdüğün hayvan bir kedi kadar masum olmadığı için canın yanabilir.”
Neredeyse alt dudağımı ısıracaktım. Neredeyse bu lanet şeyi yapacaktım. Kahretsin.
“Ama endişen olmasın, bir kedinin diline sahibim ve,” dilini birdenbire boynumda kaydırdı. Kasıklarım düğümlendi. Yaladığı yere nefesini vererek konuştu, “dilim açtığım yaraları iyileştirmek konusunda oldukça şifalıdır.”
Bedenim rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi titredi. Bunu hissetti, belki de bundan keyif aldı ama ne hissettiğini çözemedim çünkü gözlerini yeniden gözlerime sabitlediğinde, o yeşil gözlerde karanlık bir bilinmeyen vardı. Ve ben ilk kez bilinmeyeni istiyordum. Her zaman her şeyi bilmiştim. Karşımdaki esrarengiz adam pozlarını keserken bile kafasının içini görür, hafızasının araladığı kapıdan düşüncelerini duyardım ama Araf tam bir bilinmeyendi. Dahası, o bilinmeyenin olduğu yerde beni bekleyen derin karanlığı hissedebiliyordum. Zevzekti, çok konuşuyordu, ukala ve alaycıydı ama tüm bunların aslında derisini arkasına gizlediği bir maske olduğunu anlayabiliyordum. O özünde, karanlık bir şeydi. Kendini gizlemek için özenle seçtiği maskelerin altında gizlenen karanlığı merak etmeye başlamıştım.
Parmaklarını belime daha sert bastırdığında bir sonraki hamlesini merak ediyordum. Dışarıda süregelen kaosa rağmen bacaklarımı onun için aralayabilirmişim gibi geliyordu. Rose zihnimin içinden, “Onunla seks yapmanın nasıl olduğunu merak ettiğini biliyorum kaltak,” dedi, eminim yanımda olsaydı da tam olarak bunu söylerdi. Haksız değildi, sanırım bunu merak ediyordum. Meraktan biraz fazlası bile sayılabilirdi ama eli oradayken kendine hakim olmaya çalışıyor gibi sadece gözlerimin içine bakıyor, ikinci bir hamlede bulunmuyordu.
“Kafanın içini göremiyorum,” dedi puslu bir sesle. Başını sol omzuna yatırıp canımı acıtacak kadar karanlık gözlerle yüzüme baktı. “Bana ne düşündüğünü söylemek ister misin?”
Hemera zihnimin içinden, “Bu benim gibi biri için bile büyük kaltaklık. Abimiz ele geçirildi ve düzüşmeyi mi düşünüyorsun?” diye sordu hayret içinde. Evet, Hemera burada olsaydı, tam olarak bunları söylerdi.
“İleri gidiyoruz,” dedim yana doğru bir adım atıp ondan uzaklaşmaya çalışarak. Eli kayıp boşluğa düştü, bakışlarını yavaşça bana doğru çevirdi ama bir şey söylemedi. “Aklımı karıştırma.”
“Aklını mı karıştırıyorum?” diye sordu ilgiyle.
Gözlerinin içine neredeyse düşmanca bir bakış atıp havlumu sıkıca kavradım, çünkü az daha kayıp ayaklarımın önüne düşecekti ve onun önünde çırılçıplak kalacaktım. Bu durum ikimize de yardımcı olmazdı.
Cevap veremedim, normalde esip gürlerdim ama bunu yapamadım ve o da bunu fark etmiş olacak ki sessiz kalarak karşı atakta bulunmadı. Bana alan tanıması beni şaşırttı, istese istediğini alabilecek türden bir etkiyi üzerimde bırakmıştı ama bir şey yapmadı. Bunun yerine, “Seni salonda bekliyorum Hera,” dedi ve gülümseyip yavaşça banyodan çıktı. Gülümsemesinin ilk kez tehditkâr olduğunu hissettim, bu bedenimin kasılmasına neden oldu.
O gece aramızda titreşip duran o şey, ben onun odasına gidip onun çarşaflarının altına girdiğimde de devam etti. Salondaki koltukta oturmuş, sessizce camdan dışarıyı izlerken onun da benim gibi o titreşimleri hissettiğini biliyordum.
🦂
“İyi haber, Ayevi kadim cadının enerjisini aldığını, yerini öğrenmek üzere olduğunu, bu akşam bize haber vereceğini bildiren bir mesaj yolladı,” dedi Araf. Kucağımdaki laptopta açık duran sayfaya bakmak için yavaşça oturduğum koltuğa doğru eğildiğinde parfümünün kokusu genzimde bir bıçak gibi ilerledi. Açık duran sayfadaki Karga Sarmaşığı yazısını görünce kaşlarını çattı.
“Kötü haber ne?” diye sorarak kafamı kaldırıp ona baktığımda, kafasını indirdi; bir an için yüzlerimizin yakınlığı ikimizi de duraksattı. Aramızda sadece iki ya da üç santim vardı, burnunun keskin ucu neredeyse burnumun yumuşak ucuna değecekti. Su yeşili gözlerini gözlerimden ayırmadı ama bir cevap da veremedi. Laptopun ışığı birden söndü ve irkilerek gözlerimi ekrana indirdim. “Pardon,” dedi Araf, neden öyle söylediğini anlayamadım ama parmağımı başlat tuşuna bastığımda ve bilgisayar açılmadığında, özrünün sebebini anlamıştım.
“Neden sık sık böyle oluyor?” diye sorarken buldum kendimi.
“İkimiz arasında mı?” Bakışlarının yanağımdaki ağırlığını hissettim ama ona bakmadım, sadece başımı salladım. “Bir başkasıyla hiç olmamıştı.” Söylediği şey bir şekilde sinirlerimi bozsa da tepki vermedim. “Ben de ilk kez seninle deneyimledim.”
“Anladım Araf,” dedim sertçe, birden çıkışmam onu duraklattı ama bu hâlime alışmış gibi kolayca ifadesini toparladı.
“Kötü haberden bahset.”
“Tam olarak kötü bir haber mi bilmiyorum, karmaşık bir haber. Ablama incelemesi için bir ceset göndermişler,” dedi. “Donovan ve Rose da oradaymış. Birlikte cesedi inceliyorlar.”
“Bunun nesi karmaşık haber? İşleri bu,” dediğimde Araf, “Bir doğaüstü tarafından öldürülmüş insan cesedi,” diye mırıldandı.
Bakışlarımı hızla ona çevirdiğimde, “Berbat bir şekilde öldürülmüş. Donovan’ın ablama bazı tuhaf soruları olmuş. Senin şu insan arkadaşın için bile sorgulatacak türden bir cesetmiş,” dedi Araf.
“Sadede gelir misin?”
Araf huysuzluğumdan keyif alıyormuş gibi sırıttı, ardından yüzüne ciddi bir ifade eklendi. “Cesette abinin DNA’sına rastlamış Rose,” dedi. Bir an duraksadım. “Yani adamı öldüren doğaüstünün üzerinde abinin de DNA’sı varmış. Sanırım abini ele geçiren o şey, abine o doğaüstüyü yollamıştı.”
Oturduğum yerden hızla kalktım. Çoktan vadesini doldurmuş bozuk laptopu koltuğun üzerine fırlattıktan sonra, “Gidelim,” dedim hızlıca. “Cesedi görmek istiyorum.”
Araf aklımdan geçeni okumuş gibi, “Cesedin hafızasına sızmaya çalışacaksın,” dedi.
“Evet. Sanırım yapabilirim. Bilemiyorum. Ölümünün üzerinden ne kadar zaman geçtiğine bağlı. O doğaüstünün neye benzediğini ya da kim olduğunu görebilirsem işler kolaylaşabilir.”
“O hâlde bu karmaşık değil, iyi bir haber sayılır mı?”
Ona dik dik baktım. “Biri öldürülmüş, sanırım iyi bir haber de sayılmaz.”
Dudak bükünce bakışlarım bir anlığına koyu pembe dudaklarına dokundu, ardından gözlerimi hızla dudaklarından uzaklaştırarak, “Odanı kullanacağım. Hazırlanmam gerek,” dedim.
“Odamı ve beni istediğin kadar kullanabilirsin. İstediğin an, istediğin şekilde.”
Sesinde alayın arkasına gizlenmiş gerçekçi ve yutucu bir karanlık hissettim. Hızlı adımlarla odasına ilerlerken, “Zevzek herif,” diye homurdandım, bunu söylediğim anda sırıtarak arkamdan bakmaya başladığına emindim.
Evden getirdiğim kıyafetleri hızla üzerime geçirdim. Kırmızı deri bir büstiyer, siyah İspanyol paça pantolon ve yine siyah, pantolonumla aynı kumaştan blazer ceket. Sivri burun, topuklu çizmelerimi giydikten sonra dalgalı sarı saçlarımı at kuyruğu şeklinde topladım ve kenarlardan çıkan küçük saçlara aldırış etmeden kırmızı rujumu dudaklarımda dolaştırdım. Küçük çantamdan rimelimi çıkarıp kirpiklerimi de yukarı doğru belirginleştirdikten sonra odadan çıktım. Beni baştan ayağa süzdü, ardından sessizce yanımdan geçip odasına gitti. Az önce giyindiğim odada şimdi onun soyunup, yeni parçaları üzerine geçirdiğini bilmek bir nedenden içimdeki sarsıntıyı güçlendirdi. Sırtım duvara yaslı onu beklerken yüzümde stabil tutmak için adeta savaş verdiğim düz bir ifade vardı.
Odasının kapısı açıldığında işte oradaydı. Düz lacivert, yuvarlak yaka bir tişört giyiyordu. Altında tişörtünden daha koyu renk, uzun bacaklarını ortaya çıkaran ama dar olmayan bir kot pantolon vardı. Kolunu kaşımak için tişörtünün zaten kısa olan kolunu omzuna kadar sıyırdığında pazusuna yayılan akrep dövmesini gördüm. Kolunu yavaşça kaşıdı, tişörtün kolunu geri indirdi ve “Yola koyulalım, güzellik abidesi,” diyerek yanımdan kayıp geçti. Geçerken ardında bıraktığı rüzgâra okyanusu anımsatan serin ve iyotlu kokusu karışmıştı.
Kendimi hızla toparlayıp arkasından ilerledim. Asansörde hiç konuşmadık, o bir uçta, ben bir uçta, birbirimize dokunmuyor oluşumuza ve aramızdaki mesafeye rağmen asansörün içinde yanan ışığın voltajını düşürecek kadar enerjiyi açığa çıkararak otoparka indik.
Kendi arabama yönelmişken, “Benim bebek iş görür hâle geldi,” dedi ve ileride park hâlinde duran cipini işaret etti. “Şoförün olmak keyif verici olacak.”
Bir şey demeden onu takip ettim. Cipi yeni gibi gıcır gıcır duruyordu, hangi ara onu toparlatmıştı hiçbir fikrim yoktu. En son tavanında koca bir göçük vardı. Ön yolcu koltuğuna oturup emniyet kemerimi taktığım sırada o da arabaya bindi ve motoru çalıştırdı. Kent laboratuvarının önünde park ettiği âna dek aramızda tek kelime konuşulmadı. Sadece yol üstünde sevdiğim bir kahve dükkânına uğrayıp benim için laktozsuz sütten yapılmış latte almıştı. Laktoza alerjim olduğunu nereden bildiğini sormak istemiştim ama sonra vazgeçmiştim, muhtemelen her ihtimale karşı laktozsuz süt tercihinde bulunmuştu. Elimde buzları erimeye başlamış latte bardağıyla laboratuvarın beyaz koridorunda ilerlediğim esnada tam arkamdaydı, birkaç adım arkamda kalmasının nedeni telefonla görüşüyor olmasından kaynaklıydı. Sert kelimelerinden ve sürekli olarak homurdanmasından yola çıkarak Noyan ile konuştuğunu anlamıştım.
Kartonpiyer duvarın arasından geçerken kahvemden bir yudum aldım. Donovan bir anda önüme çıktı ve “Bebeğim,” dedi beti benzi atmış bir hâlde. “Hoş geldin.”
“Selam Dono,” diyerek bakışlarımı arkasında kalan sedyeye çevirdim. Ceset orada boylu boyunca uzanıyordu. Bir an yüzümdeki tüm kan çekildi.
Kana, vahşete, kopmuş uzuvlara ve çok daha kötü manzaralara alışkındım ama bu benim için de yeniydi. Sedyede uzanan cesedin kafasının yarısı yoktu, beyni akmış ve tek parça durabilmesi için bir maddeyle alçılanmış gibi tutturulmuştu. Tek gözü dışarı çıkmış, diğer gözünün boşluğunda ise sadece büyük, karanlık bir oyuk vardı. Çenesinin alt kısmında başlayan kesik, çenesini iki yana ayırmıştı ve biraz daha aşağı inildiğinde soluk borusunun açık durduğunu görmüştüm. Tüm kanı çekildiği için kızıllıktan eser yoktu ama beden morarmaya, hatta grileşmeye başlamıştı. Göğüs kafesindeki kemiklerin dışarı çıkarılarak yukarı doğru büküldüğünü, doğum günü pastasının üzerindeki mumlar gibi etinden dışarı dik bir şekilde çıktıklarını görmüştüm.
“Herife ne olmuş böyle?” diye sorarken buldum kendimi. Bakışlarım cesedin kasıklarına kaydı, kasıklarındaki derinin bozukluğunu gördüğüm an yandığını anladım. Bacakları dört farklı yerden kırıldığı için zikzaklar çiziyor, bozuk bir formda olduğu yerde uzanıyordu.
“Böylesini daha önce görmedin, değil mi?” diye sordu Donovan dehşet içinde. “Sırtında bir tür ayine kurban gittiğini düşünmeme sebep olacak türden sembolik çizimler vardı. Her biri tırpanla kazınmış gibi. Hatta tırpan da değil, vahşi bir hayvanın pençesi gibi.” Donovan kaşlarını çatıp, yüzünü buruşturdu. “Onu bir insanın formundan uzak, bozuk bir şeye dönüştürmüş.”
“Kim dönüştürmüş?” diye sorduğumda Donovan bana dikkatle bakıp, “Ya da ne dönüştürmüş?” diye sordu tedirgin bir sesle. Aniden sırtını bana dönerek sedyeye doğru ilerledi, cesedi işaret edip telaşla, “Hera, sence de onda büyük bir tuhaflık yok mu? Bunu bir insanın yapabileceğine inanıyor musun? Toplanmış on kişilik bir grubun bile onu bu hâle getirmesi hemen hemen imkânsız.”
Cesede sakince baksam da Donovan’ın haklılığını yok sayıp ona yalanlar sıralamak imkânsızdı. Bu onun aklıyla dalga geçmek olurdu. Yorumsuz kaldım. Araf hemen arkamdan içeri girdi ve çok geçmeden içerideki odalardan birinden Farah çıktı. Önce kardeşine, ardından bana baktı ve “Donovan’a canavarların gerçek olmadığını kim söylemek ister?” diye sordu, sesi soğuktu ama gerginliği hissediliyordu.
“Canavarlar mı?” Gülerek Donovan’a baktım. “Bu da ne demek?”
“Bir insan işi olmayacak kadar ürkütücü, aynı zamanda bir hayvan işi olmayacak kadar da ince ve işçilik barındırıyor,” dedi Donovan çatık kaşlarla. “Başka fikriniz varsa paylaşın benimle. Bu bir tür şeytan işi gibi duruyor, şuna baksanıza.” Cesedi işaret etti.
“Belki de bir ayine kurban gitmiştir,” dedim omuz silkerek.
“Ayini yapanların insan olduğundan şüpheliyim,” dedi Donovan büyük kollarını göğsünün üzerinde birleştirip, cesede dik dik bakarak.
Rose, ipi boynuna geçirilmiş fotoğraf makinesiyle içeri girip, “Merhaba bebeğim,” dedi, ardından gözlerini devirerek Donovan’a baktı. “Sana da mı canavar hikâyelerini anlatıyor bu koca oğlan?”
Donovan’a acıdığımı hissettim ama onu bu olayın içine çekmek istemiyordum. Normal, sıradana yakın bir hayat yaşıyordu ve arkadaşlarının, özellikle de birlikte çalıştığı kadının doğaüstü ekibinden olduğunu bilmemesi akıl sağlığını korurdu. Donovan, cesedi es geçti ve “Hemera nerelerde?” diye sordu, bu soruyu sorduğu an cesedin fotoğraflarını çekmeye hazırlanan Rose’un yüzü anında düştü. Çaktırmamaya çalışsa da Donovan’ın Hemera’nın etrafında bir kelebek gibi uçuşması canını sıkıyordu. Donovan tam bir sığırdı, gözünün önünde onu tüm kalbiyle seven ve mideye indirmek için an kollayan seksi Cehennem Perisi’ni göremiyordu.
“Küçük bir tatile çıktı,” diye yalan söyledim. Donovan cesetle ilgili kurduğu tüm komplo teorilerini bir anlığına geri plana alarak, “Tatile mi?” diye sordu şaşkınlıkla. “Kimle?”
Rose ağzının içinden homurdanarak, “Sana ne bundan?” diye sordu ama sesi çok kısık çıktığından Donovan onu duymadı. Oyuncağının geri fırlatılmasını bekleyen bir Golden yavrusu gibi tüm dikkatiyle bana bakıyor, bir cevap bekliyordu.
Onun kalbini kırmak istemediğim için, “Liseden eski bir kız arkadaşıyla. Yakında şehre döner,” diye geçiştirdim. Araf’ın arkamda alayla güldüğünü duydum, ayaküstü bin yalan sıralamam onu eğlendirmiş olmalıydı.
Donovan bu tatilin bir erkekle olmadığından memnundu, yüzünde daha aydınlık bir ifadeyle bakışlarını cesede çevirdi. Oysa Hemera şu an askeri bir tesiste, muhtemelen Donovan’ın ciddi bir rakip olarak göreceği türden bir teğmenleydi. Rose homurdanarak cesedin birkaç fotoğrafını çektikten sonra, “Dono,” dedi, ne için burada olduğumuzu biliyor, bize ortam yaratmaya uğraşıyordu. “Soğuk sandviç almaya gideceğim ve benzinim yok. Beni götürür müsün?”
Donovan cesede bakarken ağzını açacak gibi oldu ama sonra ciddiye alınmayacağını mı düşündü yoksa aklına başka bir şey mi geldi bilmiyorum ama dudaklarını sımsıkı kapatıp başını olumlu yönde salladı. Tam önlüğünü çıkarmış, çıkışa yönelmişti ki bir anda durup, “Tanrım Rose,” dedi yüzünü buruşturarak, “beyni dağılmış bu tuhaf şeyle saatler geçirdikten sonra soğuk sandviç yiyecek kadar midesiz olamazsın.”
“Yıllardır Hemera’ya olan platonik aşkını dinleyip sana ağlayabileceğin bir omuz olacak kadar midesizim serseri,” diye fısıldadı Rose yanımdan geçerken, Dono bunu da duymadı ama Rose zaten duymasını istememişti. Uzaklaşmadan hemen öncesinde kulağıma eğildi ve “Kar Leoparı ve sen,” diye fısıldadı. “İkinizden seks aroması yayılıyor. Ya onun üzerine bindin ve karlı bir orman boyu koştunuz ya da bunun eşiğindesiniz. Go girl, seninle gurur duyuyorum.” Ve sonra cevap vermemi beklemeden çıkışa yöneldi.
Farah sessizce cesedin önünde durup kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi, bakışlarının bedenimde dolaştığını fark ettim. Muhtemelen o da her şeyden haberdardı. Tüm ekip biliyor olmalıydı. Kendimi çıplak ve savunmasız hissetmem gerekirdi ama hissetmedim, sadece kaşlarımı çatarak bana yöneltilen suçlayıcı bakışlara karşılık verdim.
“Cesedi inceleyebilir miyim?” diye sordum mesafeli bir sesle.
Farah, “Elbette hafıza okuyan, bunu yapabilirsin,” dedi aynı mesafeyi koruyarak.
Şekli tamamen bozulmuş, insani formdan uzaklaştırılmış cesedin önünde durdum. Kurbanın bu hâle getirilirken hissettiği acıyı ve kaosu anında duydum. Ölümü acı ve dehşet saçıyordu, çoktan kurumuş bedeninden kozmik bir şekilde karanlık yayılıyordu. Uğradığı saldırının şiddetini ona bakınca bile anlamak mümkünken, ben doğrudan o şiddetin sesini duymaya başlamıştım.
Araf, “Enerjisini okuyabiliyor musun?” diye sordu.
“Evet, sesler var ama görüntü yok.” Sessizce sedyenin kenarına geçip zikzak çizmiş kırık bacaklara baktım. “Küçük bir görüntüye ihtiyacım var. Sesten fazlasına.” Gürleme ve hırlama sesi duydum, muhtemelen ona saldıran doğaüstü yaratıktan gelen bir sesti. Ürkütücüydü, zalimdi, tüketmek için yaratılmış gibiydi.
Farah, “Karga Sarmaşığı konusundan haberin var mıydı?” diye sorduğunda bu soruyu bana değil, kardeşine yönelttiğini anladım.
“Evet,” dediğini duydum Araf’ın. Cesedin kırık bacağına dokunmamla, sesler yükseldi ve hafızasının ağzını açıp dilinin ucundaki anıları bana uzattığını fark ettim.
Cesedin derinlerine ulaşmak istiyor gibi parmaklarımı kırık kemiklerde dolaştım. Seslerin görüntülere evrilmesini beklemeye başladım. Beklediğim şey gerçekleşmedi. Kaşlarım çatıldı, sadece hırıltı sesi duyuyordum.
“Karga Sarmaşıkları insan formunu alamayan doğaüstülerdir,” dedi Farah, sesindeki karmaşayı duydum ve buna cesedin hafızasından yükselen hırıltılar eşlik etti.
“Sanırım bizim için bile oldukça fazla bilinmeyen var, Farah,” dedi Araf, Farah buna cevap vermedi ama bakışlarıyla Araf’a çok şey anlattığını biliyordum.
“Hafızası sesleri veriyor ama görüntüler yok,” diyerek parmaklarımı kemikten çekip Araf’a baktım. “Ona saldıran şeyi göremiyorum. Yalnızca hırıltılarını duyuyorum.”
“Sanırım işimiz kadim cadıya kaldı,” dedi Araf.
Farah öfkesini saklamadan, “Kadim cadıyla mı görüşeceksiniz cidden?” diye sorduğunda, Araf, “Ortadan kaybolsaydım ve iz sürülemeyen bir güçle mühürlenmiş bir yere götürülseydim yapacağın bu olmaz mıydı?” diye sordu.
“Kadim cadı yardım etmek için bir bedel ister. Bu her zaman böyledir,” dedi Farah. “İşler böyle yürür.”
“O hâlde bedeli neyse bunu karşılarız,” dedi Araf sadece.
“Bu kızın verebileceği bir şey yok Araf, çünkü güçleri henüz bir zemine oturup netleşmiş değil,” dedi Farah. “Bedeli senin karşılamanı istediğinde ne olacak?”
“Bedeli seve seve karşılayacağım.”
Farah adeta burnundan soluyarak, “Aklını mı kaçırdın?” diye sorduğunda bedelin ne tür bir şey olacağına dair içimde köklenmeye başlayan merakı durduramadım ve “Ne tür bir bedelden söz ediyorsun?” diye sordum.
Farah ağzını açacaktı ki, Araf sertçe, “Ayevi konum bilgisini gönderdi,” dedi, bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdiğimde telefonunun ekranına baktığını gördüm. Daha sonra Farah’ın ağzını bile açmasına izin vermeden beni âdeta sürüyerek oradan çıkardı. Eli kolumun iç kısmına temas ettiği an, laboratuvarın tavanında yanan beyaz floresanlardan biri içinde olduğu cam korumanın içinde şiddetle patladı. Farah şaşkınlıkla tavana bakarken biz çoktan oradan çıkmıştık.
Araf’ın cipinin önüne geldiğimizde, yüzüne dik dik baktım ve “Ablan neyden söz ediyordu?” diye sordum. Su yeşili gözleri yüzümde dolaştı ama cevap vermedi. Arabasının ön kaputuna sertçe vurup, “Sana bir soru sorduğumda bana bunun cevabını vereceksin!” diye bağırdım öfkeyle.
Tek bir an için tek kaşını havaya kaldırdı ve “Vermezsem ne olurmuş, merak ettim,” dedi, sesindeki tehditkâr meydan okuma öfkenin göğsümün içine katran gibi yayılıp karanlık bir hissin içimde ağırlaşmasına neden oldu.
“Konu benimle ilgili bir durumsa şayet, bana tüm cevapları vermek zorundasın. İkili oynamayı kes aptal herif!”
“İkili oynamıyorum. Senin için ne yapmam gerekirse onu yapıyorum ve yapacağım. Soruların, durdurma çabaların, hiçbir şey buna engel olamaz. O güzel sesini can sıkıcı oktava çıkarıp bana bağırman beni öfkelendirir sanıyorsan eğer, evet öfkelendirir ama hiçbir zaman beklediğin o atağı yapmayacağım.” Üzerime yürüdü. “Hiçbir zaman senin beni incitmek için sarf ettiğin sözleri sana sarf eden taraf olmayacağım.”
“Neden?” diye sordum sertçe.
“Çünkü ben senin için bir saç teli etmeyebilirim ama sen benim için tüm evrenlere bedelsin,” dedi doğrudan gözlerimin içine bakıp, bıçak gibi kesen bir sesle.
Zaman bir anlığına onun su yeşili gözlerinde durdu. Sadece gözlerine baktım, tek kelime edemedim, oysa içimde ona saldırmak için daima hazır ol da bekleyen bir yırtıcı vardı; o yırtıcı bile başı okşanmış gibi pusup köşesine çekilmişti. Arabanın yolcu kapısını açtı ve “Bin,” dedi sadece, bunu söylediği esnada göz kontağımızı bir an olsun kesmemişti.
Dişlerimi birbirine bastırıp çenemi dikerek yanından geçip benim için açtığı kapıdan içeri girdim. Emniyet kemerini bağladığım sırada kapıyı kapatmadan beni izledi. Daha sonra kapıyı yavaşça kapatıp aracın önünden dolaşıp sürücü koltuğuna oturdu.
Aracın direksiyonunu sertçe çevirdi, boş yolda hızla sürmeye başladı. “Nereye gidiyoruz?” diye sorduğumda bir süre sessiz kalsa da sonunda, “Gizli bir orman,” dedi, “inzivaya çekilmiş olsa gerek.”
Sessiz kaldım. Yol boyu konuşmadım. Gece çöktü, sokak lambaları yandı, karanlık bir dağ yolunu takip edip bir bataklığın önünden geçtik ve kızıl gecenin içinde karla kaplı bir orman yolunda ilerlemeye başladık. Tüm o geçen süre zarfında yolu izledim, konuşmadım ve o da sessizliğime ihanet etmeyip bana eşlik etti.
Ormanın derinliklerinde, gece karanlığının hakim olduğu bir mekâna geldiğimizi fark ettim. Gökyüzü kızıl renkli bulutlarla kaplanmış, gecenin karanlığı nadiren parlayan yıldızların ışığıyla zor da olsa aydınlanmıştı. Kar, sessizce ve sürekli olarak düşmeye devam ediyordu. Şekli farklı her bir kar tanesi yumuşakça toprağa temas ediyor, zemine beyaz bir örtü örüyordu. Aracı ormanın girişinde bırakmak zorunda kaldık çünkü ağaçlar çok sıktı, bu kısımdan sonrasını araçla devam etmemiz imkânsıza yakın görünüyordu.
“Bilseydim daha düz bir ayakkabı giyerdim,” diye söylendiğim sırada gecenin içinden bana çevrilen ışıltılı bakışlarını hissettim.
“Güzelliğinden de ödün vermiyorsun,” dedi, bakışlarım yüzünün ortasında toplandı. “Ama yalın ayak, üzerinde bir çuval parçasıyla da dolaşsan, güzelliğinden biraz olsun ödün vermiş olmazdın.”
Düz bir ses, keskin bakışlarla kurduğu cümlesi şaşkınlıkla ona bakmama neden oldu. Yüzümde şaşkın bakışlara alışkın değildi, belki de alışkındı, tepkisizce beni izleyip başının üzerinden aşağı sarkan dalı eliyle kaldırıp altından geçti.
“Kadim cadı senden ne isteyecek, bir fikrin var mı?”
Buna bir cevap vermedi. Ağaçların koyu gölgeleri ormanın derinliklerinde karanlık ve kasvetli koridorlar oluşturuyordu. Rüzgâr ara sıra dalları hırpalayarak geçiyor, bu da karlarla örtülü yaprakların hafif bir fısıltıyla birbirine karışıp karları yere savurmasına neden oluyordu.
“Araf,” dediğimde yeniden soru soracağımı anlayıp, “Hermes’i bulmak istiyor musun istemiyor musun?” diye sordu.
“İstiyorum elbette.”
“O zaman her şeyi göze alarak çık bu yola.”
“Söz konusu bensem, her şeyi göze alabilirim, her şeyi verebilirim ama söz konusu sensin,” dedim elimde olmadan. Bir an durdu, omzunun üzerinden bana baktı. “Senden büyük bir şey isteyebilir.”
“Ben de bunu senin için seve seve verebilirim,” dedi sadece.
Ona bunun nedenini sormadım, zaten söylemişti. Gözlerim yüzünde asılı kaldı. Bakışlarını benden uzağa çevirirken, “Bana o gözlerle bakma,” dedi, sesi genzinden geliyordu. “Kendimi tutması sandığından daha zor oluyor.”
Dudaklarım sızladı.
Onun dudakları da sızlamış mıydı? Merak içimde derinleşti, kalbimi bir sarmaşık gibi sarıp sıkmaya başladı. Sorsam elbette cevabını verirdi ama ağzımı açıp tek kelime edemedim.
“Kadim cadı türünün tek örneği mi?” diye sordum sessizce.
“Hayır, değil. Yine de kadim cadıların sayısı azdır. Bir de okyanusun dibine kurulmuş bir şehri yöneten kadim büyücü var,” diye cevapladı.
“Kadim büyücü mü? Okyanusun dibinde ne yapıyor?”
“Saklanıyor,” demesini beklemiyordum. Neden saklandığını sormak istedim ama zamanı değilmiş gibi geldi. Üstelik Araf adımlarını hızlandırmaya başlamıştı. Sanırım bu, daha fazla soru sorma ve beni takip et, anlamına geliyordu.
Ormanın içinde aniden beliren kulübe, çevresine göre belirsiz ve daha ürkütücü bir silüet oluşturuyordu. Kulübenin dışı zamanın aşındırmasıyla yıpranıp çürümeye yüz tutmuştu. Tahtaları ağaç kabukları ve yosunlarla kaplıydı, eski dış cephesi koyu kahverengi ve solgundu. Araf, “İşte orada,” dediğinde iki ağacın arasında durmuştuk, yüzüm onun kolunun hemen arkasına denk geliyor, bedeninin açıkta bıraktığı küçük boşluktan kulübeye doğru bakıyordum. “Tam da yaşlı bir cadıya uygun inziva alanı. Tebrik ederim. Kendisi gibi küflü bir yer bulmuş.” Araf’ın mırıldanarak söylediği şey neredeyse gülümsememe neden olacaktı ama öyle gergindim ki sadece gözlerimi kırpıp geri açtım.
Kulübenin ortasında yarık olan kapısından dışarı mumun ucunda yanan bir alevden süzüldüğünü düşündüğüm turuncu bir ışık sızıyordu. Kulübenin içindeki ışık sadece birkaç mumun aydınlattığı alanlarla sınırlı olmalıydı çünkü dışarı süzülen ışık oldukça güçsüzdü. “Biraz huysuz bir cadıdır, girişte kafamıza uçan bir sallanan sandalye düşebilir. Dikkatli olalım,” dedi Araf.
Sanırım gördüğüm onca şeyden sonra uçan bir sandalye görmek çok da garip değildi.
Araf kulübenin gıcırdayan, ıslak ve yosun bağlamış verandasının merdivenlerinden birine bastığında ahşabın çatırdama sesi tüm ormana yayıldı. Cadı, henüz bu adım sesini duymadan, biz bu ormanda yürümeye başladığımız andan itibaren varlığımızdan haberdar olmalıydı. Tıpkı diğer doğaüstülerde de olduğu gibi cadının da Erebos Kapanı vardı ve hafızası dışarı hiçbir şey sızdırmıyordu ama yine de içeride olduğunu biliyorduk. İçerideki bilinmeyeni hissedebiliyordum.
Araf ortasından derin ama ince, ışığı hafifçe dışarı yansıtan yarığın olduğu ahşap kapıya yumruğunu yavaşça vurdu. Küçük bir sessizlik. Bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirdi ve “Bir tür ibadetin ortasında olabilir,” dedi, daha sonra ikinci kez vurmadan kapıyı öne doğru itti.
“İbadetin ortasındaysa, bu yaptığın çok saygısızca,” diye fısıldadım ama Araf durmadı ve ahşap kapının aralanmasını sağladı. Kapı aralandığında uçan bir nesnenin bize doğru fırlatılacağına neredeyse emindim ama bu olmadı. Bunun yerine, kalın bir mumun yerde yanarken yalpalayan alevini gördüm. Bakışlarım kulübenin içinde dolandı. İçeride hafif bir nem kokusu hüküm sürüyordu. Duvarlarda asılı duran eski fotoğraflarda yüzleri belirsiz insanlar vardı, tozlu defterler, yıpranmış mobilyalar ve zamanın acımasızca ilerleyişiyle şekil değiştirmiş her bir eşya kulübenin geçmişteki yaşamının izlerini sergiliyordu. Kulübenin bir köşesinde eski bir koltuk, üzerine atılmış eski bir battaniye vardı ve masanın üzerinde tozlu bir defter ile kırık bir kalem duruyordu.
“O nerede?” diye fısıldadığım an Araf elini kaldırıp işaret parmağını yukarı dikerek durup susmamı istedi. Sessizce gözlerimi kulübenin ahşap duvarlarında dolaştırırken Araf’ın komutuna uydum.
Araf gergin omuzlarla kulübenin ahşap zeminine adımlarını düşürmeye başladı. Arkasından attığım her bir adımda, topuklu ayakkabılarımın zemine bıraktığı sesler ahşabın gıcırtılarına karışmaya başladı. Aralık duran bir diğer ahşap kapının önüne geldiğimizde cadının bu odada ibadet ettiğini düşündüm. Araf, kapıyı avucunun içiyle yavaşça öne doğru itti ve kapı açıldı.
Çok geçmeden gözlerim yere yığılmış bedene dokundu.
Cadının kızıl, uzun saçları bedeninin etrafına yayılmıştı ve daha korkuncu, yerde cansız yatan cadının gözlerinin olması gereken yerde derin, siyah boşluklar vardı. Kadim cadının gözleri oyulmuştu.
“Siktir,” dedi Araf, bununla beraber cesedin hafızasını araladığımda duyduğum o tanıdık hırıltı enseme bir nefesin yayılmasıyla birlikte zihnimin içine doldu. Kalın bir şey tıpkı sarmaşık gibi belime dolandı ve ayaklarım yerden kesildi.
🎧: Elane, An Angel Reappears