Ölmek için çok genç ama yaşamak için de oldukça geç kalmış hissettiğimiz zamanlar hep olacaktı. Telaşlı bir kaybolup gitme isteğiyle, kendini gösterip bir yıldız gibi parıldayabilme arzusu birbiriyle çarpıştığında, insan önce hangisine yenilirse yenilsin, bir kez de olsa kayboluyordu.
Kaybolmuştum.
Üstelik henüz seçimimi bile yapmamışken olmuştu bu. Öylece yolumu kaybetmiştim.
Buz gibi beyaz çarşafın üzerinde çırılçıplak uzanırken açık camdan sızan rüzgar camı örtmek için çekilmiş zar kadar ince tül perdeyi uçuşturuyor, perde bir bayrak gibi dalgalanırken söken şafağın damarlarda yolculuk eden seyyah kan şelalesini hatırlatırcasına kırmızı bir verem gibi odanın beyaz kumaşına yayılıyordu.
Teni gümüş renkli bir metal gibi parıldayan o akrebi gördüğümde hâlâ yatakta uzanıyordum, yavaşça yatağıma tırmandı, beyaz çarşafımın üzerinde zehirle şişmiş kıvrık kıskacını kasarak ilerliyordu. Küçük görüntüsüne rağmen zehirli hareketleri öyle tehlikeli görünüyordu ki tüylerimin diken diken olduğunu hatırlıyorum.
Çıplak bacağımın üzerine çıktığında hiç hareket etmedim. Rüzgar usul usul tül perdeye çarpıyor, perde havalanıyor, içeri sızan rüzgarın ıslıklı nefesi tenimde dolaşıyordu. Kaygan derisinin cildimin üzerindeki hareketlerini hissettiğimde omurgamdan yükselen ateş öyle güçlüydü ki tüm bedenim cehenneme ait bir kuyuda kavlayana dek yanıyormuş gibi hissettim. Akrep tenimde ağır ama ölümcül izler bırakarak ilerledi. Uyluğumu ezip geçti, kasıklarıma ulaştığında bacaklarımı biraz daha ilerledim ve şiş iğnesinin hareketlerini gözlemledim. Göğsüm, aldığım her nefesi öğütmekte zorlanıyormuş gibi hızla yukarı kalkıyor, kolay kolay sönmüyordu.
Akrep kıskacını benim için tamamen kıvırdı, kasıklarımdaki ince deriye batırmak için gerindi. Alt dudağımı ısırdığımda şimdi çarşaflar üzerime dolanmıştı ve akrep dövmeli bir kol belime sarılırken nefeslerimiz birbirine karışmıştı; gözlerimi hızla açtığımda şafak söküyor, kızıllık bileği kesilen bir kadının beyaz derisinden gözyaşı misali süzülen kan gibi beyaz odama süzülüyordu. Tam iki haftadır her gece rüyalarımda konaklayan o kabus, kargaların gagalarının tenimi parçaladığı kabusların üzerini kendisiyle örtmüştü. Daha dehşet verici değildi ama bir yanım daha sarsıcı olduğunu düşünüyordu.
Bir süre beyaz yüksek tavanı izledim ve rüyanın izlerinin tenimden silinmesini bekledim. Nihayet nefes alıp verişim rahatsız edici bir düzene girdiğinde çarşafı çıplak bacaklarımla iterek yataktan kalkıp üzerime ince pamuktan bir gömlek geçirip banyoya doğru ilerledim. Su akmaya başladığında, akrebin bir mühür gibi koluna kazındığı nefesin sahibi tenimden silindi ve o akrep su dolu küvetin içinde usul usul boğulmaya başladı.
Evden çıkarken dışarıda sağanak vardı, gökyüzü yarılıyor gibi tamamına yayılan damarı anımsatan şimşekleri gördüğümde evdeki tüm elektronik aletlerin fişlerini çekmiştim. Cepheyi eğitmek için gitmeden önce düşen devasa yıldırımlardan dolayı televizyonum ve modem kutusu yanmıştı, o yüzden ikinci bir elektronik eşya alışverişi yapmak zorunda kalmadığımdan işimi garantiye almıştım.
Siyah yağmurluğum, uzun kollu, mini ve boğazlı siyah elbisem diğerleri için böylesi bir soğukta doğru seçim değildi ama benim için sorun değildi. Dizimin üzerine dek uzanan siyah çorap çizmelerimin ince topukları yağan yağmurun oluşturduğu küçük göletin içine girdi ve çıktığı sırada tüm su etrafa saçıldı. Yağmurluğun kapüşonunu indirdiğimde tek bir noktam ıslanmamıştı, uzun yağmurluğumu çıkarıp arabama bindim ve emniyet kemerimi takmam için zırlayan sinyalin sesini kapatarak aracı çalıştırıp bina otoparkından rüzgarı bile afallatacak bir hızla çıktım.
Kan rengindeki dudaklarımdaki tekdüze çizgiyle dikiz aynasından arkamda kalan birbirine girmiş trafiği kontrol etmek için baktığım sırada karşılaştım. Ense kökümde dolaşan ağrı parmaklarımı oraya gömüp sertçe bastırma isteğimi körüklese de başımı sağa sola çevirerek kıtlatmak dışında ağrıyı kovmak için başka bir şey yapmadım.
Aracım hızlandı, Rose ve Donovan’ın bugün bir ceset üzerinde incelemeler yapmak için kent morguna, oradan da kent laboratuvarına gideceklerini biliyordum. Onlar işlerini hallederken kahve içip onları bekleyecektim, daha sonra da eğer hâlâ mide öz sularından zehirlenmemişlerse vakit geçirecektik. Tam karşımdaki düzlükte çakan şimşeğin damarları dört farklı köke ayrılarak gökyüzünü gümüş rengine boyadı, birkaç saniye sonunda dışarıda kopan feryadı dinledim ve aracı biraz daha hızlandırarak kent laboratuvarına doğru sürdüm.
Kriminal laboratuvarına uzanan karanlık koridor akıl almaz derecede küf kokuyordu. Elimdeki karton bardağın içinde hâlâ sıcaklığını koruyan kahvenin yarısını çoktan mideye indirmiştim. Telefonumu çıkarıp ekran kilidini kenar tuşuna basarak kaldırıp ana ekranda büyük puntolarla yazan tarihe ve dev saate baktım, tuş kilidini kapatıp telefonu cebime koydum ve tamamı beyaz kartonpiyerden oluşan laboratuvarın kapısında durdum. Birinin kapının arkasında olduğunu hissedebilmiştim, aynı zamanda o kişinin en yakın erkek arkadaşım Donovan Burke olduğunu da biliyordum.
Nova, yani biricik ayım kapıyı açtığında yanılmadığımı görmek eskiden olduğu gibi beni rahatsız etmedi. Eskiden lanetlenmiş bir kaltak olduğumu düşünürdüm, şimdiyse benim doğal yoldan geliştirilmiş lanetimle yaşamaya fena derecede alışmıştım. Sanırım bir gün bir şeyleri hissetmez ya da duymazsam endişeye kapılır, hatta bunu özler, arar ve geri isterdim.
Nova, “Kendine Vartalı,” diye homurdandı, yavaşça gülümsedim ve binlerce kağıt para edecek değerdeki malzemeyle dolu laboratuvara şöyle bir baktım. Nova çekilerek bana yol açtı. “Gir sarı kafa.”
İçeri girdiğimde kahvemden bir yudum daha aldım. Rose ve isminin Pelin olduğunu bildiğim kıvırcık siyah saçların sahibi esmer kız kan ve çamur lekeleriyle dolu bir kadın gömleğini inceliyorlardı. Pelin kanla kaplı gömleğin en ıslak kısmından örnek aldı ve incelemek için sırtını dönerek bizden uzaklaştı. Varlığımı fark etmemiş gibiydi ama zihninden benimle ilgili kısa bir anı öbeğinin birbirine çarparak kaybolup gittiğini duydum.
“Adli tıp uzmanlığına da başladınız demek,” dedim Rose ve Nova’ya imalı gözlerle bakarak. Nova anlamadı -çünkü hıyardı- ama Rose’un beyaz teni üç ton koyulaşarak kızıla boyandı. İmalarımdan nefret ediyordu.
Adli tıp asistanı Barış kartonpiyer kapıyı açıp çıkınca bir an duraksadı, gözleri kısaca üzerimde dolandı ve sonra Pelin’e, “Fotoğraf makinesi nerede?” diye sordu. “Cesedin fotoğraflarını çekmem gerekiyor.”
“Donovan’a sor,” dedi Pelin, tamamen odaklanmıştı.
“Ben nereden bileyim be?” Donovan homurdandı. “Görmedim bile.”
Çok kısa bir an bakışlarım omzumun üzerinden sola kaydı, klasik müzik dinlediklerini bildiğim ve bunu psikopatça bulduğum küçük radyoya baktım, radyonun arkasında beyaz bir gömme dolap vardı ve gömme dolabın önündeki beyaz bank ceketlerden bir yığınla doluydu.
“Neden gidip şuraya bakmıyorsun?” Sorumu taşıyan sesimle Donovan’ın dikkati üzerime çevrildi, parmağımla işaret ettiğim karmaşık ceket yığınına baktı. “En karmaşık yer orası, bu kadar düzenli bir yerde ortalarda görünmüyorsa, onu en dağınık yerde aramalısın Nova.”
Pelin, “Bu kız olmasa siz ikiniz hayatta bile kalamazsınız,” diye homurdandı.
“Haha, şakacı.” Donovan homurdanarak ceket yığınını kaldırdı ve pahalı marka siyah, lensinin bile epey tuzlu bir rakamla internet sitelerinde hiç indirime girmeden satıldığını bildiğim fotoğraf makinesini kaldırdı. “Hera ama hayat kurtaran.” Takılarak bana baktı. “Ne dersin? Hera ama ceset fotoğraflayan da olmak ister misin? Fotoğraf çekmeyi seversin.”
“Cesetlerin fotoğraflarını değil.”
“Soğukkanlılığını düşününce, hiç de zor olmamalı sarı kafa.”
Beni bulduğu her tenha noktada çılgınca becerme hayalleri kuran Barış, “Denemek ister misin?” diye sordu. Ona boş boş baktım, bana oral yaptırdığını hayal ettiğinden beri bu tür sorular sorduğunda altında sadece o tarz bir ima arıyordum ama aslında ima falan yaptığı yoktu.
“Hadi ama emin ol bu askerlerin köprücük kemiklerini kırmaktan daha kolay,” dediğinde Nova’ya ölümcül bir bakış attım. “Ne? Babanla konuştum elbette.”
“İhtiyar heyeti,” diye söylendim.
“Hop, orada dur, sadece yirmi bir yaşında genç ve mükemmelim.”
“Aynada gördüğün kişi yirmi bir yaşında mı sence?”
“Üniversiteyi yeni bitirdim, ordu eğitiyorum ve çok seksi, seksi olduğu kadar çıtır bir kimyagerim. Fazla gelişmiş olmak tanrıyla aramdaki bir anlaşmayla alakalı. Çünkü bebeğim, kadınlar olgun erkeklere bayılır.”
“Kandır kendini kuduz keçi.” Barış’a baktım. “Cesedi görmemde sakınca yok mu?”
“Elbette yok. Senindir.”
İşgüzar, diye düşündüm ama sadece soğuk, küçük ve onun bile gerçek olmadığından emin olduğu bir gülücükle karşılık verip Nova’nın elindeki canavarı aldım. Nova sadece benim duyabileceğim bir tınıyla konuşmadan hemen önce kulağıma doğru eğilmişti: “Adamımın tek derdi memelerinin arasında sağlam bir handjob.”
Neredeyse gülecektim ama anlamalarını istemediğim için içimden kahkahayı bassamda dudaklarımı sımsıkı kapattım. Nova benim yerime böğürerek güldü.
Elimdeki kahve kutusunu Nova’ya bırakıp, fotoğraf makinesini boynuma geçirerek Barış’ın arkasından cesedin tutulduğu odaya girdim. Oda buz gibi soğuktu, cesedin kokmaması ve ne kadar mümkünse o kadar diri kalabilmesi için böyle olması gerekiyordu. Soğuk hücrelerimi acıtmadı ya da bedenimin altındaki dokular titreşerek genleşmedi. Sakin adımlarla cesedin uzandığı otopsi masasına doğru ilerlediğim sırada Barış kartonpiyer kapıyı kapattı. Cesedin beyaz olmasına rağmen mor alt tonlu bir renge bürünmüş narin ayaklarına baktım, yavaşça ilerledim ve tam önüne geldiğimde metal masaya yayılmış açık kahverengi uzun saçları gördüm, bir aslanın yelesi kadar gürdü. Gözleri kapalıydı, kirpikleri gözlerinin altındaki koyu çukurlara koparak yerleşmişti. Yüzünde huzurdan eser yoktu, ne kadar dehşet verici bir ölümle karşılaştığını belli edercesine taş kesilmişti. Barış üzerindeki yeşil örtüyü kaldırdığı an, karnındaki koca oyuğu gördüm ve neredeyse bir adım geri atacakken kendimi kasarak durup oyuğa bakakaldım.
Ece’nin cesedinde söz edilen ayrıntının aynısıydı.
Ölüm oradaydı, tüm gerçekliği ve abartısıyla. Sadeliğin nabzı vurmuyordu, gösteriş ise bir yıldız gibi yerleştiği bedenin parçalanarak yok edilmiş yaşam boşluğunda parlıyordu. Cesedin yüzü içeri çökmüştü, elmacık kemikleri doğaüstü bir canlıyı anımsatırcasına dışarı kavisli duruyordu, boynundaki damarlar siyaha boyanmıştı, saç diplerinde egzamaya benzeyen kızıllığını hâlâ koruyan yaralar vardı. Göğsü temizdi, göğüs uçları sönmüş, memeleri doku kaybetmişti. Karnında başlayan tırnak ve çentik izleri tam göbek deliğine inen noktada iğrenç, bakılamayacak kadar dehşet içeren koca bir oyuğa dönüşüyordu.
Barış, “Olayı bilmiyor muydun?” diye sorduğunda sadece başımı iki yana salladım. “Ceset dün şafak sökerken bulunmuş. Kargüzü Ormanı’nda. Bulunduğunda hâlâ sıcakmış. Yani yeni öldürülmüş.”
“Ece Sonar cinayetiyle ilişkili,” dediğimde bana hak veren bir mırıltı çıkardı. “Katil aynı kişi bu çok belli, peki Ece ile ne gibi benzerlikleri var? Bu kızın.”
“İsmi Burcu,” dedi Barış. “Burcu Aktaş. Yirmi dört yaşında, Ece de yirmi dört yaşındaydı.”
“Ece’yi daha küçük sanıyordum.”
“Hayır, yirmi dört yaşındaydı ama üniversite öğrencisiydi, muhtemelen o yüzden küçük olduğunu düşünmüşsündür.” Cesede baktı. “Onları ortak paydada tutan tek şey yaşları. Ne fiziksel benzerlikleri var ne de birbirleriyle bağlantıları.”
“O zaman bu sayıyı akılda tutsanız iyi edersiniz.”
Söylediğim tek şey buydu. Fotoğraf makinesini kaldırıp yüzümün önüne getirdim ve berbat durumdaki cesedi, sanki bu çok normal bir şeymiş, sanat için işlenmiş bir tabloymuş gibi fotoğraflamaya başladım. Çektiğim her bir fotoğrafı ekranı indirerek inceliyor, kaydırarak hepsinin detayına iniyordum. Bu sırada Barış, Burcu Aktaş’ın ellerini, tırnaklar altlarını ve ölüm anını mühürleyebilecek her detayı incelemeye başladı.
Fotoğraflama işlemi bittiğinde, içimde oluşmuş karadelikle öylece durdum ve hayatın içinden koparılmış o cansız vücuda baktım. Bir zamanlar yaşayan hafızası şimdi sönmüş bir balon gibi büzüşmüş haldeydi ve büzüşen hafızasındaki anıları görebilmek mümkün değildi. Tamamen kaybolmuştu. Tıpkı benim gibi. Oysa birkaç gün önce kalbi çarpıyor, hafızası yeni şeyleri içine kaydediyor, kalbi hızlanıyor, kalbi yavaşlıyor, acı çekiyor, gülümsüyordu. Ondan koparılan ruhun var ettiği o tüy kütlesindeki ağırlık bile bedenini terk etmişti. Gitgide çöken cesedi izlerken düşüncelerim birbirine girmiş saç telleri gibiydi; onları tarayarak düzeltemezdim, ya koparmalıydım ya da karışmış halde durmalarına izin vermeliydim. Durdum ve karmaşaya izin verdim.
Barış, “Cumartesi günü bir planın var mı?” diye sorup cesedin kansız elini bıraktı ve kuru çamurla sarılı el cansızca metal masanın üzerine çarptı. İçim acıdı.
“Evet,” dedim. “Var.”
“Nedir?”
“Sen hariç her şey olabilir,” dediğimde bir an afalladı ama sonra genişçe sırıttı.
“Şaşırtmıyorsun Günse.”
“Ne mutlu bana. Testislerini patlatacak oktavda bir tekme yemek istemiyorsan, kirli hayallerinde bana yer vermezsin.” İşte şimdi gerçekten şaşırmıştı, bir süre aval aval suratıma baktı ve tam da o anda kartonpiyer kapı sertçe açıldı.
“Hocam!” dedi Barış şaşkınlık içinde zıplayarak. “Siz…siz izinli değil miydiniz?”
Bakışlarım kapıya kaydığında, kadından kopan aura yüzüme bir rüzgar gibi eserek çarptı. Kadın aldırış etmeden içeri girdi. Beyaz önlüğünün içinde yakut kırmızı bir kazak, uzun ve sıkı bacaklarını saran siyah kumaş pantolonu vardı; kumaş pantolonunun uzun paçalarından zor da olsa sivri burun topuklu botlarını görebilmiştim. Koyu kahverengi, aralarında açık renk tutamlar da olan saçları omuzlarının biraz altında düz bir şekilde salınıyordu. Amber parıltılar olan kahverengi gözleri doğrudan cesede saplanmıştı, bir bıçak gibi… Badem gibi yana çekik gözleri, yukarı doğru kıvrık kavisli kaşları vardı.
Işıkların altında ela görüneceğine emin olduğum kahvelikler cesetten ayrılmadı.
“Makası alıp gel Barış. Pantolonunu çıkaralım,” dedi büyülü ve kadınsı bir sesle. Donuk emri üzerine Barış hızla kartonpiyer kapıyı açarak dışarı süzüldü ve yabancıyla baş başa kaldım.
Cesedin neredeyse parça pinçik olmuş pantolonunun üzerinde parmaklarını gezdirdi. Ardından beyaz önlüğünün cebine sokup çıkardığı eline baktım, bir ses kaydı cihazı tutuyordu. Cihazın kasedi çalışmaya başladığında büyülü ses ilk cümleyi kurdu:
“Tahmini yirmi dört, yirmi beş yaşlarında genç kadın cesedi.”
“Yirmi dört,” dediğimde duraksadı ama bana bakmadı.
“Burcu Aktaş, vücudunda darp izi tespit edilemedi. Karnındaki on beşe yirmi boyutlarında bir oyuk var. Ece Sonar’ın cesedinde tespit edilen oyuğun birebir aynısı.”
Barış elinde makasla içeri girdiğinde arkasından Pelin de içeri dalmıştı. Donovan ve Rose içeri girmedi, bir köşede çiftleşmeleri için dua ettim çünkü Rose’un kukusu bir süre daha Nova ile buluşmazsa Varta’nın en yüksek nehrine dönüşecekti.
Barış’ın elindeki metal saplı makası alıp pantolonun paçasından yukarı doğru düz giden bir kesik yolu oluşturdu. Bacakları açtı, kumaşı tamamen kesip düzgün parçalar halinde şeffaf delil poşetine yerleştirdi. Bunlar olurken Barış ve ben öylece durmuş kadını izliyorduk. Poşeti kenara bıraktı. Cesedin bacaklarını inceledi, oyuğa yaklaşıp gözlerini açık duran dehşet verici boşluğa dikti. Cihazı dudaklarına yaklaştırdı.
“Bıçak ya da kesici bir alet kullanılmamış. Bir hayvan olma ihtimali yüksek.” Kaydı durdurup, “Şu oyuğun sol alt bölgesinde sanki bir şey var,” dedi düşünceli bir sesle. “Barış, cımbızı ver.”
Barış, karışık masanın üzerinden demir bir cımbız alıp kadına verdi. Kadın pürdikkat cımbızın ucuyla oyuktan bir parça aldı ve usulca delil poşetinin içine bıraktı.
Kaydı başlattı: “Deride travmalar mevcut, pençeyle meydana gelme ihtimali olan doku zedelenmeleri ve parçalanmaları var.”
Kaydı durdurdu.
“Barış, pantolondan da örnekler al.”
Barış hızla söyleneni yaptı, birkaç saniyelik duraksamanın sonunda, “Pelin, şunları analiz etsene hemen,” dedi Barış. Pelin hiçbir şey söylemeden örnekleri alarak odadan ayrıldı.
“Fotoğraflama işin bitti mi?” Sorusunun bana olduğunu anladığımda kadına alıcı gözüyle baktım. Zihni fırtınalı deniz gibiydi, dalgalar anılarını dövüyor, dev dalgaların altında kalan anıları bana kendini göstermiyordu. Düşüncelerinin olduğu odada ölüm sessizliği vardı. Sanki hafızası ölmüş birine aitti.
Onunla ilgili hiçbir şey hissedemedim, duyamadım, onu anlayamadım.
Cevapsız kalmam üzerine omzunun üzerinden bana baktı ve içinde amber rengi parçalar parlayan kahverengi gözleri gözlerime bıçak gibi girerek düşüncelerimi kanın rengine boyadı.
“Evet?” dedi sorar gibi.
“Gördüğün gibi?” diye cevap verdiğimde zaten uçları kalkık olan kaşları daha da yukarı kaykıldı.
“O zaman?”
“Sadece çıkmamı istemek bu kadar zor olmamalı, dene,” dediğimde bir an afalladı, sonra kaşlarını tamamen kaldırarak bana doğru döndü.
“Her gün ceset görüp inceliyor gibi rahatsın,” dedi. “Ve asistanlarımdan biri olmadığını da gayet iyi biliyorum. Tüm asistanları tanırım. Diğer yakadaki kriminalde mi çalışıyorsun?”
“Adli tıpla uzaktan yakından alakam yok.”
Tek kaşı havaya kalktı ama düşünceleri hâlâ sessizlik içindeydi, fırtınalı deniz yükseliyor, dalgalar onun zihnindeki duvarı altına alarak büyüyor da büyüyordu. Karmaşanın tam ortasına, yani onun kahverengi gözlerine baktım. Hiçbir şey görememek tuhaftı, bir tür güvenlik duvarının önünde duruyormuşum gibi hissettiriyordu.
“Bu soğukkanlılığını neye borçlusun?”
Sesindeki merak beni kuşkulandırdı ama gözlerinde gördüğüm daha farklıydı. Sanki benim gibi insanlar görmeye alışkın değildi.
“Kusarak çıkıp gitmen gerekirdi ya da bir köşeye geçip boşluğu izleyerek ağlamalıydın.” Yamuk bir gülümsemeyle bana baktı, cevap vermeyeceğimi anlamış gibi konuşup duruyordu. “Küçük bir eğitimle bu işi oldukça iyi kıvırırsın.”
“Vay canına, bunu daha önce hiç kimseye söylememişti,” diyen Barış’ın ne zaman içeri girdiğini bile anlayamamıştım, kadın öyle bir karmaşaydı ki yön duygumu yitirmiştim. Kafamı toparlamak için kendime zaman verdim.
“Söylemedim çünkü hepinizin ilk gününü hatırlıyorum. Ağlayarak kusuyordun ve Pelin senin bileğinin içini tuzla ovuyordu Barış,” dedi kadın, ardından cesede göz ucuyla bakıp gözlerini bana çevirdi. Barış biraz utanmıştı. “Arkadaş mısınız?”
“Evet,” dedi Barış. “Donovan ve Rose’la epey yakınlar, ben de uzun zamandır tanıyorum Hera’yı.”
Kadın düşünceli bakışlarının arkasında gizleyemediği bir merakla bana baktı. “Hera demek,” dedi. “Bu ismi her zaman sevmişimdir. Senin gibi soğukkanlı asistanlarım olur umarım. Şu fotoğraflara bakabilir miyim?”
“Tabii.” Fotoğraf makinesinin askısını boynumdan çıkarıp kadına uzattım, kadın fotoğrafları incelerken, “Bunlar ceset fotoğrafı, fotoğraf sergisi açmayacağız. Epey profesyonel açılar, güzel kareler,” dedi kadın, sesi ifadesizdi.
Barış’a baktı.
“Gömlekten bir şeyler çıktı mı?”
“Kusmuğa rastlandı,” dedi Barış.
“Nasıl bir dehşete düştüyse korkudan kusmuş olmalı. Kusmuktan örnek aldınız mı? Ona ait, değil mi?”
“Evet, ona ait hocam.”
“Yaşadığı dehşet ve korkudandır,” dedi kadın, gözlerini fotoğraf karelerine indirdi, ekrandaki fotoğrafları yavaşça geçerek izlerken cıkladı.
“Meriç Komiser geldi,” dedi Pelin içeriye doğru kafasını uzatarak.
“Uğraşamam o yeni yetmeyle, siz anlatırsınız,” dedi kadın gözlerini devirerek. “Baş belası.”
“Ben gitsem iyi olacak,” dediğimde kadın bana bakmadan kafasını salladı, ben de aldırış etmeden çıkışa yöneldim ama son kez cesede bakmak için omzumun üzerinden otopsi masasına baktığımda, sanki cesedin zihninden son bir çığlık kopup zihnimde parçalara ayrıldı. O an, o çığlığın, son anında attığı çığlık olduğunu biliyordum.
Meriç’e kriminal laboratuvarının gölgelerin bekçilik ettiği karanlık koridorunda rastladım. Bir duvarı pencerelerle dolu olan kısımdan içeri sızan yağmurun gümüş kızıl rengi koridora belli belirsiz gümüş renk aydınlıklar yayıyordu. Meriç beni görünce afalladı ama sonra Donovan’ın kükremeye benzer kahkahasını duyunca neden burada olduğumu anladı. Onu son gördüğümde olduğundan daha gür görünen kirli sakalını kaşıyarak bana yaklaşırken ince dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm çiçek vermişti.
“Donovan da burada demek,” dedi. “Merhaba bu arada, nasılsın?”
“Fena sayılmaz. Evet Nova ve Rose da yardım için burada.”
“Ece Sonar cinayetinin tıpatıp aynısı,” dedi, başımı salladım. Ellerini deri ceketinin ceplerine sokarak derin bir nefes aldı. “Farah inatla bir hayvan saldırısı olabileceğini söylüyor.”
“Farah?”
“Adli Tıp Uzmanı,” dedi, içerideki kadın olma ihtimalini düşündüm, evet, o olmalıydı. “Bir hayvan binaya nasıl girsin? Girse bile bir iz bırakırdı. Ece’nin cesedi binanın içindeydi.”
“Cesedin fotoğraflarını çektim,” dediğim anda irkildi.
“Ne yaptım dedin sen? Sana mı kaldı bu?” Homurdandı. “Miden ne alemde?”
“Mezuniyette havuza kusan kızdan eser yok,” diye alay ettim.
“Bunu duymak güzel ama tuhaf.” Uzun süre sustuk. Meriç’in uzun siyah antenli telsizi şıkırdadı, ardından cızırtılı bir ses, “Merkez on dokuz sıfır üç, merkez on dokuz sıfır üç,” dedi.
Meriç kendisine olmamasına rağmen telsizi dudaklarına götürdü ve o an şimşeğin gümüş renkteki ışığı ikimizin arasında parıldadı, loş koridoru aydınlatan güçsüz ışıklar gıpgıp ederek söndü ve tekrar yandı: “On dokuz sıfır üç dinlemede.”
“Kızılkar Bulvarı, numara 917’de inşaat halindeki binada bir kadın cesedi bulundu. Vaka benzer.”
Meriç dişlerini gıcırdattı. “Anlaşıldı merkez. Hemen olay yerine intikal ediyorum.”
“Ece Sonar cinayetiyle benzer?” dedim sorar gibi.
“Hayvan saldırısı falan değil bu,” dedi Meriç dişlerinin arasından. “Gitmem gerek Hera, seni görmek güzeldi, her zaman güzel.”
“Dikkatli ol.”
“Sen de…” Tam topuklarının üzerinde dönüyordu ki bir an durdu ve “Bu arada…” dedi. “Hemera’nın durumu?..”
“Mine ile aynı,” dediğimde donuklaştı, Mine’nin durumu hakkında konuşmak istemiyor gibi dudaklarını sıkıca düğümledi ve başını sallayarak topuklarının üzerinde dönüp uzaklaşmaya başladı.
🦂
O gece uykumu kaçıran, zihnimin içinde çınlayan ve bana ait olmayan çığlıklar oldu.
Yağmur devamlı yağdı, gümbürdeyen gökyüzü gümüş renk ışıklara boyandı, damarlara ayrılan ışıklar tehditkar bir şekilde şehri hem aydınlattı hem karanlıkla baş başa bıraktı. Yatakta kan ter içinde dönüp durdum, karanlık oda şimşeklerin ışığıyla aydınlandı durdu, uyku zihnime uğramadı ve çığlık kafamın içinde tekrar edip durdu.
Bir duş alıp ıslak saçlarımı kuruttuğumda, kalçalarımı belirginleştiren kısacık penye şortun içine girip tek omzumu açıkta bırakan kazağımı giyerek salona gittiğimde ve boydan camın önündeki L koltuğuma oturarak romanımın kıvırdığım sayfasını açtığımda bile kafamın içinde biri çığlık atmaya devam etti.
Çığlığı var eden kadının sesi tanıdık değildi ama sanki onu tanıyordum.
Durmadan bağırdı.
Elimdeki romanı öfkeyle cam duvara fırlattığımda, içi kahve dolu fincanın sapını kıracak gibi kavradığımda, hatta gözlerimi yumup dişlerimi sıkarak şarkı mırıldanmaya çalıştığımda bile bağırıp durdu.
Sanki biri ıslıklı bir ızdırapla adımı zikrediyor, bağırıyor, yardım dilenen çığlıklar atarak zihnimde bir fırtına yaratıyordu. Gözlerimi açtığımda birden aydınlanan gökyüzüyle beraber cam duvara yansımam çizildi. Koltuğun üzerinde bir cenin kadar küçülmüş, dizlerimi göğüslerime bastırmıştım; çehremde ve bedenimde gördüğüm çaresizlik birden daha büyük bir öfkeyle çarpışmama neden oldu. Damarlarım derimin altında dalgalandı, genişledi ve güçlü halatlar gibi ruhuma dolandı. Aniden ayağa kalkıp hızla holü aşarak kapıyı açıp dışarı çıktım.
Boğuk kırmızı ışıkla aydınlatılmış binanın dar koridorunun tam ortasındaydım. Hem sağımda hem de solumda uçsuz bucaksız bir kızıllık ve belli aralıklarla birbirini takip eden kapılar vardı. Yalın ayak olmayı o an için umursamadım, seslerin çoğaldığı yöne doğru çekildim; biri ruhumun iplerini yani kanla yüklü damarlarımı çekiştirerek beni çağırdı.
Ben de gittim.
Yalın ayak asansöre bindim, çığlıklar daha net hale gelene dek yürüdüm. Kendi bloğumdan çıktım, başka bir bloğa girdiğim sırada horlayarak uyuyan güvenlik görevlisinin dikkatini bile çekmedim.
Bloktaki asansör çalışmıyordu. Merdivenlere yöneldiğimde ahşap tırabzanlı merdivenlerin dönerek yükseldiği apartman boşluğundan yukarı baktım. Sonsuz bir yol gibi döne döne devam ediyordu. Karanlık değildi, hafif kızılımsı bordo bir ışıkla aydınlanıyordu. Tıpkı oturduğum blokta olduğu gibi. Yalın ayak tırabzanlara tutunup boşluktan yukarı bakarak basamakları tırmanmaya başladım.
Beni çeken o kuvvetli karanlığa doğru gittim. İçimi delip geçen çığlığın çağrısına kulak verdim, o çağrıyı kabul ettim. Son basamaklarla beraber beni karşılayan koridordaki çığlık sesleri pürüzlü ve ıslıklı inlemeye dönüştü ama şimdi o sese daha yakındım. Beni çağıran karanlığa, yardımımı isteyen o sese yakındım. Zihnimdeki bariyer yıkıldı, düşünceler hafızamın etrafında usulca döndüğünde dalgalanarak katlanıp büyüyen karanlığın içinde ilerledim.
Onun öldürüldüğü noktaya geldiğimde, attığı son tiz çığlığın alçak perdeden çıkarak boğazında bıraktığı tozun bile tadını aldım. Ölümünün rengini gördüm, dehşetinin iradesini nasıl bin parçaya böldüğünü hissettim, tüm göğsünü kaplayan korkunun büyüyüp genleşerek göğüs kafesini şiddetle şişirdiği anı gözlerimin önünde canlandırdım. Koridoru aydınlatan o kızıl ışık kıpırdadı, neredeyse söndü ve sonra gür bir şekilde yanmaya başladı.
Havayı kokladığımda kanının kokusunu aldım. Ece Sonar’ın kanının kokusu onlarca kez temizlenen koridorda konaklamaya devam ediyordu. Yaşadığı dehşetin kokusu oradaydı, korkusunun dokusunu hissedebiliyordum, kopup parçalara ayrılan hayatının attığı son adımlar kafamın içinde yankı buluyordu. Beni buraya onun ölümü çağırmıştı. Devredışı kalan hafızasının aksine, ölümü hâlâ nabız gibi çarpan bir bedendi ve beni buraya kadar sürüklemişti.
Ölümün dinlememi istediği şeyler vardı.
Alnım ter damlacıklarıyla dolduğunda sırtımdan başlayan kuyruk sokumuma, oradan da kalça kemiğime inen yanma hissiyle irkildim. Kürek kemiklerimdeki ağrı ve yanma hissi çoğaldığında çıplak ayaklarımdan yere emanet bıraktığım adımlarım Ece’nin bu dünyadan göçüp gitmeden içinde barındığı, ağladığı ve güldüğü o evin kapısının tam önünde durdu. Bu kapının arkasında Ece’ye ait bir dünya kalmamış olsa da eskiden vardı.
“Hayır,” diyordu bir kadının cılız, titreyen sesi. İrkilerek dönüp arkamdaki kızıl boşluğa baktım. Birbirine yaslanan sıra dağlar gibi görünen kapılar, o kızıl ışığın içinde dikilen karanlık gölgeler gibiydi. “Lanet olsun, sen de nesin böyle?” Kadının zayıf, korkuyla dövülmüş sesinin yük gibi taşıdığı soruydu bu. Boşluğa uzun süre baktım. Ece’yi tam burada kıstırmış olmalıydı. O şey. Sen de nesin böyle, dediği şey.
Topuklarımın üzerinde döndüm ve omzumun diğer tarafında kalan boş koridora baktım. İçim ürperdi. Ece’nin saç köklerinin gerilmesine neden olan bir kavrayışı hayal ettim, DNA’sı bile bulunmayan ama Ece’nin saç diplerine parmaklarını gömen o insanın sert tutuşunu kafamda canlandırdım. Ece’yi sürüklerken ne düşünüyordu? Ne istiyordu?
Ölmesini mi?
Onu boşluğa dek götürmüş olmalıydı, evet, az önce yukarıya baka baka tırmandığım o merdivenlerin boşluğuna. Gözlerimi kapatmamla bedenim titredi, ışıkların yavaşça soluklaştığını hissettim, daha sonra yeniden güçle yandı. Ece’nin karnına saplanan o cisim pençeler olabilir miydi? Bir hayvanın pençeleri mi? Hayır, hayır. Peki neyin pençeleri? Büyük, bıçaktan ellerin mi? Hayır, kurbanlarını bıçakla öldürmüyordu. Keserek değil, parçalayarak öldürüyordu.
Ece’yi karnında açtığı koca yarıktan tutarak merdiven boşluğundan aşağı sarkıttığında Ece çok çırpınmış olmalıydı. Metrelerce yükseklikte havadayken, o şey onu yarık karnından soktuğu eli ya da pençeleriyle tutarken öylece çırpınmış, kan kusarak, dehşet içinde ölmüştü. Neredeyse çığlık atacaktım, neredeyse dizlerimin üzerine çöküp yediğim her şeyi çıkaracaktım, neredeyse ağlayacaktım ama hiçbirini yapmadım.
Yapamadım.
Şok anlıktı, sonra geride koca bir boşluk kaldı.
Belki de hayal ürünümdü, her şey böyle olmamış da olabilirdi. Ama o an, inandım. Ölümünün sesini duyduğuma inandım. Ölümü bana, “Gel,” diyordu. “Sana anlatacaklarım var.”
Bir an sırtımı verdiğim kapının tokmağının çevrildiğini hissettim ve buz gibi bir ürperti bedenimin üzerinden hazan yeli gibi geçip gitti. Hissettim.
Ne zaman yokuşta ilerlemeyi seçersek, işte o noktada hikayemiz değişirdi. Sustum ve karanlığı dinledim, çünkü bunu öğrenmiştim. Karanlığın sesini duyabilmek için önce sessizliği içmek gerekirdi.
Dik yokuşu tırmanmayı seçtiğimde, tam da o yokuşun başında beni bekleyen yeni hikayeden bihaberdim. Sessizliğim bana karanlığın sesini getirdi. Sessizliğim bana karanlığın sesini duyurdu.
Şafak vaktiydi.
Diğer kalbi atan tüm canlılardan ayrı olarak, ben bir şeyleri kaybettiğimde, özellikle de yolumu, onu bulmak için sapılacak en son sokağa sapardım; çünkü diğerlerinin ilk bakacağı sokak benim için her zaman en son bakılacak yer olurdu. Bazen kaybettiğim yolu bulmak için girdiğim ilk sokağı kendim içindeyken yakmak istiyordum.
“Gümüş saçlı kız, yolunu mu kaybettin?”
Bir araba birkaç sokak ileride yağmurun oluşturduğu küçük göleti çiğneyip geçti, şehrin kilometrelerce uzak bir noktasına diklemesine gümüş renkli bir yıldırım düştü, bir ağaç yandı ama yağmur ağacı söndürdü; tanrı yağmuru bunun için görevlendirdi. Kalın sesli bir adam bir barın kapısını çarparak dışarı çıkarken küfürler savurdu, karanlıkta gizlenen bir kedi altında durduğu saçak sayesinde yağmurdan korunurken az önce ıslanan patisini ağzına götürüp yaladı ve başının üzerine sürttü. Bir kadın ve bir adam birkaç blok ötede kapıyı şiddetle kapatıp karanlık holde sevişmeye başladı.
Ve ben onu gördüm.
Kolunda bir akrep dövmesi olan genç adamın kısık bakan cam yeşili gözleri doğrudan bendeydi.
Öldürülen Ece Sonar’ın evinin kapısında durmuş bana bakıyordu.
Gözlerimiz buluştuğu an, bir telefon sinyali sesi duydum, rahatsız edici, ürkütücü bir cızırtıydı ve koridordaki kırmızı ışıklardan tam başımın üzerinde olanı gürültüyle patladı.
Her yer karanlığa gömüldü.
🎧:Sam Tinnesz, Far From Home (The Raven)