Bir mıknatısın onları çeken iki farklı ucu ortalarında duruyordu ve onları kendine sırt sırta gelmeleri için çekiyordu sanki.
Genç adamın yara kabuğu rengindeki gözleri daldığı boşluktan usulca uzaklaştığında, genç kadın aynanın önünde durmuş siyah, kısa saçlarını parmaklarıyla tarıyordu. Üzerinde askılı, siyah bir tişört, altında dışarıdan geldiği andan itibaren çıkarmaya üşendiği için bacaklarını sarmaya devam eden lacivert bir kot pantolon vardı. Mavi gözleri, aynadaki yansımasına çakıldığında, kulağından aşağı sarkan halka küpelerin gümüş yüzeyi, dışarıdaki güneş ışığının üzerine devrilmesiyle dev bir ışık patlamasına yol açtı.
Kahverengi gözler, mavi gözlere tutunduğunda, ikisi de aynanın en ücra köşesine çekilmiş, bakışlarını birbirlerine sunmuştu; bir yansıma, yansımasına bakıyordu. Altı ve üstü siyaha boyanmış mavi gözlerin içinde yangınlar yanan denizler vardı; su donduran soğuklar, boğaz kurutan rüzgârlar, dağ deviren fırtınalar vardı. Genç adam, kalbinin derinliklerini saran tutkuyu, şefkati, önü kesilemez bir şekilde o kadına doğru akan aşkı hissetti.
Onu izledi, izledi ve izledi; bu hayatta sonsuza dek yapabileceği bir şey olacağını söyleseler ve ondan bir seçim bekleseler, bu kadını izlemeyi seçerdi.
“Bana bu şekilde baktığında kendimi güzel hissediyorum,” dedi sonunda genç kadın konuştuğunda. Parmakları siyah saçlarından ayrılarak kulağına sıralanmış halka küpelere gitti. Büyükten başlayarak gitgide küçülen halka küpeler, kulağındaki yolu dolduran telaşlı, içinde hikâyeler ve insanlar gizleyen otobüs duraklarına benziyordu.
Adam baktı, kolunun dış kısmında bir yunus balığı dövmesi olan kadının dövmesine dokunan gözleri derin bir dalgınlığı doğurdu ama çok geçmeden adam, yine kelimeleri saklandıkları yerden çıkarıp, kadının önüne koydu.
“Güzelsin,” dedi genç adam, komodinin üzerindeki taş kül tablasının içine bıraktığı sigaranın neredeyse yarıya kadar ölmüş bir küle dönüştüğünü hatırlayınca, gözlerini kadından çekmeden elini komodine uzatıp sigarayı baş ve işaret parmaklarının arasına aldı. Sigaranın külü, kül tablası yerine komodinin üzerine devrildi ve parçalandı. Adam bunu fark etmeden sigarayı dudaklarının arasına taşıdı, derin bir nefesi içine çekmesiyle ateş, sanki yıllardır birbirini görmeyen iki âşığın göz göze geldiği an göğüslerinden fırlayan duyguları gibi harlanarak yandı. Sigaranın dumanı dudaklarından sızarken gözleri kısılmış, gözlerinin altındaki şiş torbalar daha da belirginleşmişti. “Ama sadece güzel değilsin.”
Genç kadın küpeleri bir bir çıkarırken gözlerinden muzip bir ifade belirdi. “Sadece güzel değilsem, neyim?”
“Bilmem,” dedi genç adam, parmaklarının arasında duran sigaranın gri külü hassas bir kadının kırılan kalbi gibi boynunu büktü. “Çok düşündüm ama kafamın içinde buna da bir cevap bulamadım. Zaten seninle ilgili hiçbir şeyin cevabı bende yok.”
“Ben benimle ilgili her cevabın yalnızca sende olduğunu düşünüyorum,” dedi Leyla, geniş gülümsemesi inci gibi beyaz dişlerinin görünmesini sağladı. “O kadar az konuşuyorsun ki, bazen beni hiç sevmediğini düşünüyorum ama öyle bir bakıyorsun ki, hiçbir kelime yığını gözlerinde gördüklerim etmez.”
Yunus Emre gülümseyince, Leyla’nın gülümsemesi yüzünden silindi; içi gülümsedi.
“Leyla, eğer ben konuşabilseydim, sana seni, sana senin bana hissettirdiklerini, sana bendeki seni, hayatımdaki Leyla’yı anlatabilseydim, ki inan bunu çok isterdim, en çok sen anla isterdim,” durdu ve yutkundu, “ama anlatamıyorum. Seni anlatamıyorum, bu normal mi?”
Leyla oturduğu yerden yavaşça kalktı, derin bir nefes alıp birkaç yavaş adımın sonunda Yunus Emre’nin yanına oturdu ve ikisi de gözlerini karşılarındaki aynaya çevirdiler. Omuzları birbirlerine sürtünüyordu, el ele değillerdi ama bu yakınlık bile insanların el eleyken hissettiklerinin on misliydi.
“Anlatamadığını biliyorum, seni gördüğüm gün de sessizdin,” diye mırıldandı Leyla, aynadaki yansımalar birbirlerini izlemeyi sürdürdü. “O kadar sessizdin ki, en çok senin konuşurken nasıl görüneceğini merak etmiştim.” Başını yavaşça eğince, narin başı Yunus’un omzunun üzerindeki yerini aldı. “Çok mu bencilim ben, Yunus? Konuşamadığını, anlatamadığını biliyorum ama yine en çok seni dinlemek istiyorum.”
Yunus, başının üzerine bir kuş gibi konmuş narin başın üzerine yavaşça devirdiği başını kızın saçlarına yavaşça sürterken, kısık gözlerini kırpmadan usulca yutkundu. “Bazen beni nasıl çekiyorsun, anlamıyorum,” dedi açıkça, Leyla bu itirafı beklemediği için bir an duraksasa da Yunus susmadı. “Sen kelimeleri bu kadar iyi kullanırken ve konuşurken bu kadar net, sınırsız, insanın içini ısıtan cinsten, bazen düşündürecek şekilde, ben sadece susuyorum sana.” Gözlerini yumup birkaç saniye bekledi, o süre zarfında Leyla konuşmaması gerektiğini biliyordu çünkü bu Yunus’un kendini ifade edebildiği nadir anlardan biriydi. “Susuyorum sana.”
Leyla gülümsedi, Yunus Emre gözleri kapalıyken bile gülümsediğini hissedince gülümsedi.
“Bir gün sana seni anlatmak isterdim,” dedi Yunus Emre sonunda, ardından kısık bir nefesi dudaklarından dışarı bıraktı ve parmak uçlarının arasında tuttuğu sigaranın ölü külü ortasından kırılarak yere devrildi; kül taneleri birbirinden ayrılan eller gibi ayrılarak farklı yerlere dağıldıklarında, Yunus gözlerini aralayıp aynadaki yansımalarına baktı. “Benim hayatımda bir Leyla var, olmadığı zamanlarda bile hep var olmuş, var olmadığı zamanlarda bile hep var olacak bir Leyla.”
Leyla yanağını Yunus Emre’nin omzuna sürterek kafasını kaldırdı ve nefesi adamın boynuna dökülürken gözlerini kaldırarak adamın kalemle çizilmiş gibi görünen çehresini izlemeye başladı. Yunus Emre, sigarayı dudaklarının arasına alırken gözleri kısılmıştı, elmacık kemikleri belirginleşti ve yanağı içeri çöktüğündeyse Leyla’nın aseton kokan parmak uçlarındaki dokunuşlar adamın yanağındaki çukurlara yerleşti.
“Sendeki beni bana anlatmadan bile bu kadar anlatabilmen normal mi?” Parmaklarını çukurdan çekmedi, Yunus Emre’nin gözleri kısılmıştı. “Keşke içim içinle konuşabilse.”
Yunus Emre’nin dudakları yukarı kıvrıldı, başını yavaşça yana çevirip Leyla’nın su mavisi gözlerine baktı ve yavaşça konuştu. “İçimin sesini bir tek senin için duydu.”
“Benim içim çok iyi sır tutar,” dedi Leyla yavaşça gülümserken. “İçinden duyduklarını bana hiç anlatmadı.”
Yunus Emre, sigarayı tutan parmaklarını yavaşça Leyla’ya yöneltince, aralarına bulutlar ören dumanlar, Leyla’nın gözlerini kısmasına neden oldu. Yunus Emre avucunu yavaşça açtı, büyük avucu kızın küçük suratını içine aldı ve sigaranın dumanları, siyah saçların arasına sızmaya başladı.
“Kaç yaşında adamım, bir kere ağlamadım ama şu gözlerine bakınca gelen ağlama isteğini hâlâ bastıramıyorum.”
Leyla kaşlarını çattı, yüzünü saran büyük elin kemiklerinin üzerine avucunu bastırdı ve sigaranın ölü külü yavaşça dökülüp saçlarının arasından süzülerek yere döküldü. “Yunuslar ağlamamalı,” dedi çocuksu bir sertlikle. Yunus Emre’nin boştaki elini yavaşça avucunun içine aldı ve parmaklarını kolundaki dövmenin üzerine bastırmasını sağladı. “Yunuslar ağlarlarsa ölürler.”
Yunus Emre duraksadı.
Leyla kaşlarını daha da çattı.
“Sen yaşayacaksın.”
“Ağlarsam ölecek miyim yani iki gözüm?” dedi Yunus Emre gülerek.
Leyla kaşlarını çatarak ona kötü kötü bakarken, “Onlar kederlerinden ölebilecek kadar hislilerdir,” dedi. “Gözyaşı döktükleri zaman ölürlermiş, öyle duymuştum.”
“Ben bir balık değilim.”
“Evet, değilsin,” dedi Leyla ve Yunus Emre’nin parmaklarını dövmesine daha sert bastırmasını sağladı, “ama bu sensin.”
Yunus Emre, eli hâlâ Leyla’nın yanağındayken yavaşça eğildi ve dudaklarında sadece Leyla’nın var edebildiği bir gülümsemeyle alnını Leyla’nın alnına sertçe bastırdı. Konuşmadı, konuşmadılar, her ikisi de sustu. Yunus, Leyla’nın elinin altındaki parmaklarını dövmeye daha sert bastırıp yutkundu, Leyla da yutkundu ve sonra birden yüzlerindeki gülümseme silindi.
Gözlerini aynı anda yumdular ve yalnızca sustular.
Bu, onların aralarındaki sessiz alfabeydi ve içi, içiyle konuşuyordu. Ağızlarını açmalarına gerek yoktu. Sussalar da olurdu. Sonsuza dek birbirlerinin yanında hiç konuşmadan, öylece sussalar bile olurdu.
💫️
Şehirden uzakta olduğumuzu, dağın kenarında başlayan uçurumun dibindeki ışıklardan anlamak mümkündü. O kadar yüksek bir yerdeydik ki, şehir ayaklarımızın altındaydı. Bir süredir cama yaslı duran kafamı kaldırıp bakışlarımı Kartal’ın tarafındaki koruluğa çevirdim. Araç hızla hareket ettikçe, birbirine yaslı duran ağaçların görüntüleri birbirlerine karışıyor, gözümü yoran bir illüzyon oluşturuyordu. Çok sürmeden koruluğun kalbinde alev gibi yükselen kızıl ışığı gördüm ve yine çok geçmeden o ışığın çıkış noktasının ateş olduğunu fark ettim. Araç yavaşladığında artık bakışlarım tamamen oraya saplı duran bir bıçak gibiydi.
Araçtan koruluğun kalbinde olmasa bile yakınlarında inip, ateşin etrafını sarmış kalabalığa yönelmiştik. Teneke varillerin içinde yanarak göğe yükselen alevlerin ışığı herkesi karanlığın kollarından alarak gün yüzüne çıkarmıştı. Herkesi aydınlatan o kızıl ışık, çoğu yüzü bulanık bir fotoğraf gibi gösteriyordu ya da ben yabancısı olduğum ortama henüz uyum sağlamam mümkün olmadığından insanları incelemektense onlara üstünkörü, meraksız bakışlar atıyordum. Avucumun içindeki elin baskısı, yüzüme ayazını çarpan ateşten bile daha sıcak hissettiriyordu.
İleride, alevlerin yükseldiği varillerin biraz uzağında bira fıçıları yan yana dizilmişti, bazıları uzun ve dar, bazıları kısa ve genişti. Ağaçlardan aşağı sarkan küçük led ışıklar yansalar da elle tutulur aydınlık yaymadıkları için sadece dekor olarak kullanıldıkları apaçık ortadaydı. Bagaj kapağı açık, lüks bir kamyonetteki müzik sisteminden etrafa yayılan şarkı öyle güçlüydü ki, ses tüm ormana yayılıyor olmalıydı.
“Buradaki herkesi tanıyor musunuz?” diye sordum kafamı kaldırıp Kartal’a bakarak, onların herkesi tanıdığı bir ortamda benim tamamen yabancı olmam, kendimi ürkekten ziyade yabani hissetmeme neden olmuştu.
“Genelini,” dedi Kartal, etrafıma bakmak için gözlerimi ondan kopardım ama çok geçmeden tekrar ona baktım; etraf beklediğimden daha kalabalık görünüyordu. Eli elimi içine almış bir hâlde durmaya devam ederken bakışlarımı ona çevirdim ama o bana değil, kalabalığa bakıyordu; geçmişinde var olan yüzleri görüyor olsa da yüzünde sabit bir ifade vardı.
Yunus Emre, elinde bir içki şişesiyle hemen yanımızda dikilirken bana doğru eğildi. “Ne kadar da el ele olan iki sevgili…”
“Yol yakınken vazgeç kardeşim, manyak olursun,” dedi Kartal alayla, bakışları beni bulunca ben de otomatik olarak gözlerimi ona sabitledim.
“Ona için gider gibi bakarken de sevgilisiniz, Kartal…” Şişenin soğuk yüzeyini boynuma bastırınca irkilerek geri çekildim. Yunus keyifli keyifli güldükten sonra şişeyi kafasına dikti ve darmadağın görüntüsünü tamamlayan dağınık saçlarını karıştırarak kalabalığa baktı. “Vay canına, bu herifleri görmeyeli epey zaman olmuştu. Berkay’ı gördün mü? Onu son gördüğümde kırk kiloydu, şimdi halterci gibi olmuş.”
“Onlar senin için ne düşünüyor acaba?” diye sordu Kartal imalı bir sesle.
“Çoğu beni hatırlamıyordur bile,” dedi Yunus, ardından yüzünü buruşturarak güldü. “Bu işime gelirdi.”
“Unutulacak biriymişsin gibi konuşma çünkü değilsin,” dedim sertçe, kafasının içindeki dünyada o kadar vardı ki, dışarı çıktığında yokmuş gibi davranıyordu.
“Güzel bir parti olmasını sağlayın, birilerinden ilk adımı beklerseniz eğlenemezsiniz. Eğlencenizi yanınızda getirmezseniz, orman partileri size otlamaya çıkmış inekler gibi hissettirir,” dedi Yunus içki şişesiyle bizi işaret ederek, gözleri yavaşça kalabalığa kaydı. “Siz eğlenin, ben de biraz otlayacağım.” Şişesini gösterdi. “Benim otum da bu işte.”
“Eğlenceden inanılmaz iyi anlar ama gel gör ki eğlenmeye hâli yok,” dedi Kartal, elimi bırakıp beni kolunun altına çekerek. “Ee, içiyor muyuz bira falan?”
Ona inanamayan gözlerle bakarken kafamı kaldırmak zorunda kalmıştım. “Sen ve bira içmek?” Kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırdığımda dudaklarındaki kıvrım görülmeye değerdi. Onunla paylaştıklarım içimi sarmaşık gibi sararak kaplayan mutluluklar gibiydi ve hiçbir zaman pişmanlık duymayacağımı hissettiriyordu, ta ki kendisini mahvettiği anlarda da onunla olana dek bu hep böyleydi. Onun hem dibini gördüğü mutsuzluğu izlemiştim hem de yıldızlara ulaşan gülümsemesini izlemiştim.
Ona inanmadığımı fark edince, “Evet,” dedi alayla. “Bira içeceğim. Sen de bana eşlik edersin belki. Sonra da sabaha kadar ağaç köşelerine işeriz birlikte.”
Gülerken, “İğrençsin,” diye homurdandım.
Gözleri dudaklarıma kaydı ve genişçe sırıttı. “Daha iğrenç şeyler yapabilirim ve bu bana zevk verir, acaba sana da verir miydi?”
“Bilmem,” diye fısıldadım kafamı kaldırıp, gözlerimi bir an olsun onun altın kahve gözlerinden uzağa çevirmeden. “Verir miydi?”
Kafasını yavaşça aşağı eğince gözlerim kısıldı, yüzü yüzüme son derece yakınken ve gözleri gözlerimin gökyüzüymüş gibi üzerine gerilmiş duruyorken, “Bilmem,” diye beni taklit etti, ıslıklı nefesi dudaklarıma fırtınalar getirdi. “Verir miydi?”
“Hayal âleminde yaşama, Alaşan,” dememle sesimdeki sarmaşıklar gevşedi ve parmağımı kaldırıp yavaşça çene gamzesine vurdum. “Beni ne zaman gafil avlamaya çalışsan, kazdığın her kuyuya önce kendin düşüyorsun.”
“Önemli olan ben düştükten sonra arkamdan o kuyuya atlaman zaten. Atlıyor musun?” Birden çenesine vurduğum parmağımı dişlerinin arasına alıp ısırdı ve parmağım ağzındayken fısıldadı. “Atlıyorsun.”
“Ne yapıyorsunuz ulan, küçük ayının psikolojisi bozuldu,” dedi Yunus Emre, birden ona bakmamla, içki şişesi dudaklarına çok yakın hâlde donmuş olduğunu ve Yunus’un yüzünde boka bakıyormuş gibi bir ifade çizili durduğunu gördüm. “Tiksinç.”
“Git başka yerde otlan, hadi,” dedi Kartal, parmağımı ağzından çıkarıp gözlerini Yunus’a çevirerek.
Yunus, parmağını birdenbire içki şişesinin deliğinden içeri sokup konuştu. “Bilmem…” Gözlerini kısıp alt dudağını ısırdı, bu bana birden kahkaha attırmıştı. “Verir miydi?”
“Ne yapıyorsun lan sen?”
Yunus, kısık gözlerle içki şişesinin deliğine bakarken bize bakmadan fısıldadı. “Parmağım ağzındayken de sevgiliyiz…”
“Konu amacından sapmaya başladı…” Gözlerimi Kartal’a çevirdim. “Çok mu içti acaba?”
“Ben çok içerken de siz sevgilisiniz, Lavin.”
“Ya ama ayıptır ya, bu kadarı da karaktersizlik, şerefsizliktir,” dedim birden yükselip, ona doğru dönerek. “Bu kadar da seviyesizlik, terbiyesizlik olmaz ya.”
“Ne diyorsun ulan, benim parmağım mıydı Kartal’ın ağzının içindeki?”
“Ben mi soktum ya?”
“Lavin sokan sen olursan bu hikâyenin gidişatı değişir kanka,” dedi Yunus irkilerek.
Kartal, “Bana mı sokuluyor?” diye sorunca, Sahra’nın arkadan kahkaha atarak Yunus’un beline sarıldığını görüp gözlerimi beyazı görünene kadar devirdim; gelmişti baş belası.
“Lavin, n’aber?” diye sordu Sahra, Yunus’un belinin arkasından bana bakarak.
“Gider misiniz ya? Ben yeni yıla kan dökerek girmek istemiyorum çünkü.”
“Cık,” dediler aynı anda dudaklarını uzatarak. “Gitmeyiz.”
“Ama siz hep benimle uğraşıyorsunuz ya, bu kadarı şerefsizliktir,” dedim ve Kartal’a baktım. “Sen de asla bir şey deme, bizimle dalga geçiliyor, görmüyor musun ya?”
Altın kahve gözler bir süre yüzümü izledi ve sonra masum masum, “Benim hoşuma gidiyor…” diye mırıldandı.
“Bizimle dalga geçilmesi mi?”
Gözleri bendeydi, hiç benden geri çekilmedi. “Onlarla arandaki ilişki.”
Yunus, “Ve senin sevgilin olması…” diye ekledi.
“Gidiyorum ben,” dedim birden geri çekilerek, sırıtarak beni izlemeye devam ediyorlardı. “Bira içeceğim.”
“Sonra da Kartal’la çam ağaçlarının diplerine işeyecekler,” dedi Yunus, Sahra’nın kulağına eğilerek.
Dudaklarımdaki tebessümün sebebi aslında onlarla aramızda olan ilişkiydi, bu doğruydu. Onlardan uzaklaşırken, hatta Kartal’ın kollarından sıyrılırken bile o gülümseme dudaklarımdan silinmemişti. Kendimi uzun zaman sonra yeniden bir çatının altında, sıcak bir yuvanın içinde, babam ve annemin de oturduğu bir yemek masasındaymışım gibi hissediyordum.
Yabancı bedenlerin varlığı bir an için zihnimden uzaklaşarak silindi, gözlerimi yabancı yüzlere yalnızca dokundurdum ama uzun süre onlarda bekletmedim. Bira dolu fıçılara ilerlerken bir arkadaş grubunun dikkatli bakışları üzerimdeydi, bana baktıklarını her ne kadar çok net hissetsem de gözlerim onları bulmadı ve fıçının yanındaki küçük sehpaya üst üste dizilerek koyulmuş pet bardaklardan birini alıp, fıçının her an kopacak gibi görünen küçük musluğunu çevirdim. Başta bira akmasa da birkaç saniye sonra beyaz bir köpük yığını bardağımdan içeri düştü ve arkasından alkol hızla bardağımı doldurmaya başladı. Bardağı ağzına kadar doldurduktan sonra küçük vanalı musluğu yavaşça çevirerek kapattım ve kafamı kaldırıp etrafıma baktım. Arkadaş grubunun gözleri artık bende değildi, kimse bana bakmıyordu, biradan bir yudum aldığımda düşündüğüm olduğum yer değil, olduğum kişiydi.
Uzun zamandan sonra ilk kez kabuğumla değil, derimle buradaydım; tenimde soğuğu da hissediyordum, Kartal’ın dokunuşlarını da… Her şeyi kabuğumdan öte, benliğimde, ruhumda hissediyordum.
Biranın köpüğünün acı tadı damağıma yayılarak anlık yüzümü buruşturmama neden oldu, yudumumu yutmamla birkaç çift gözün tekrar beni kafeslediğini hissettim ve küt, kahverengi saçları olan bir kızla, o kızdan epey uzun olan kaslı ama zayıf bir adamın yan yana durmuş beni izlediklerini fark ettim. Kızın üzerinde beyaz bir elbise vardı, deri ceketiyle bedenini belli ölçüde kamufle etmiş olsa da ince bacaklarında çorap olmadığı için üşüdüğüne emindim; adam, kırmızı bir oduncu gömleği giymişti, kot pantolonunun cebindeki ellerini çıkarmadan sadece bana odaklı bir şekilde beni izliyordu. Rahatsızlık hissiyle biramdan bir yudum daha alarak onlara arkamı döndüm ve kalabalığın içinde Kartal’ı aramaya başladım.
Kartal ileride, çam ağacının altında duruyordu, bir bacağını dizinden kırmış, ayağını ağaca yaslamıştı ve hemen önünde uzun boylu, fit görünümlü sarışın bir adam dikiliyordu. Kartal’ın yüzünü görüyor olsam da adamın sırtı bana dönüktü. Biramdan bir yudum daha alıp tam bir adım atacakken, beni izleyen ikilinin bana doğru ilerlediklerini fark edip bakışlarımı sert bir fırtına gibi onlara çevirdim. Kız bir an duraksar gibi olup hemen yanında duran adama kafasını kaldırarak baksa da adımları sekteye uğramadı ve adamdan güç alıyormuş gibi yürümeye devam etti.
Madem geliyorlardı, demek ki söyleyecek ya da soracak bir şeyleri vardı. Sorabilirlerdi, buradaydım.
Kız, kısa, omuzlarının biraz yukarısındaki kahverengi saçlarından bir tutamı kulağının arkasına itince kulağını saran ejderha küpesi dikkatimi çekti, ardından tekrar kıza baktım ve içleri iri, çekik, kahverengi gözlerle karşılaştım. Gözleri bendeydi. Hisler gözlerinin uzağındaydı, bana olması gerektiği gibi, yani bir yabancıya bakması gerektiği gibi bakıyordu ama zihnini meşgul eden sorular olduğu da apaçık belliydi.
“Merhaba,” diyen yanındaki adam oldu, adamın cızırtılı sesi müziği bastırarak zihnime dolduğunda kafamı kaldırıp bakışlarımı uzun boylu adamda sabitledim. Adamın yüzünde düşmanca bir ifade yoktu ama dostça baktığı da söylenemezdi. “Hangi bölümdendin?”
“Herhangi bir bölümden olmam mı gerekiyor?” Kaşlarımı yavaşça yukarı kaldırarak sorduğum soru adamı bir an duraksattı, gözlerim küt saçlı kıza çevirdiğimde kızın gergin bir şekilde bordoya boyalı dudaklarını yediğini görmüştüm. Neler olduğunu anlamaya çalışarak tekrar adama baktım ve bana vermesi gerektiği bir cevap olduğunu ona hatırlatmak ister gibi biçimli, açık renk kaşlarımı sertçe çattım.
“Öyle demek istemedim, hepimiz aynı okuldanız ama seni hatırlayamadım, o yüzden sormuştum.”
“Beni hatırlamaman normal çünkü beni tanımıyorsun ve sizin okulunuzdan değilim,” dedim yavaşça ama sesim her ne kadar ılık olsa da meydan okuduğumu anlamamasının imkânı yoktu. Ondan rahatsız olduğumu anlamış gibi kaşlarını kaldırıp büyük avucunu ensesine attı, mahcup gibi göstermeye çalıştığı bakışlarında hoşuma gitmeyen bir alay da vardı şimdi.
“O zaman bizim okuldan birilerinin arkadaşısın ya da bu civarda oturuyorsun.”
“Buraya henüz yeni geldim, beni bira fıçısının önünde görmediğine de hemen hemen eminim. Bence kimle geldiğimi zaten biliyorsun ve seni buraya kadar getiren de o kişinin kim olduğunu bilmen.”
Adam bir an hiç tepki vermedi. Küt, kahverengi saçların sahibiyse iri gözlerini belli bir noktaya sabitlemiş, o noktayı izlerken son derece sessizdi. Hissettiğim gerginliği dışa vurmamaya çalışarak ağırlığımı bir bacağıma verip, biramdan bir yudum daha alarak kendimi gevşetmeye çalıştım.
“Doğru,” dedi sonunda adam. “Seni Kartalların yanında gördük, merak ettik. O gruptaki herkesi tanıyorduk, sen haricinde.”
Kaşlarım yumuşadı ama dudaklarımdaki kıvrım alaylarla bezeliydi. “Ne güzel, artık beni de tanıyorsunuz.”
Adamın siyah kaşları havalandı, dudaklarını yaladıktan sonra uzun köpek dişlerini sergileyerek sırıttı. “Adını söylemedin ama.”
“Artık yüzümü biliyorsun, bu beni bundan sonra her gördüğünde tanıyacağını gösterir, isme gerek var mı?” Sesim her ne kadar nazik çıkıyor olsa da cümlelerim onu hedef alan kurşunlar gibiydi. Başını yavaşça aşağı yukarı sallarken alt dudağını ağzının içine alarak emip sinirleri bozulmuş gibi güldü.
“Ben Ecem,” dedi kız birden elini bana doğru uzatarak. “Arkadaşım da Tuğberk. Güzel kadınlarla nasıl tanışması gerektiğini bilmediği için onun kusuruna bakma.”
“Merhaba, Ecem,” dedim kıza elimi uzatmadan, onda beni iten bir şeyler vardı, sadece onda değil, Tuğberk’te de itici bulduğum bir şey vardı ve bu duygu her neyse, beni ikisinden uzak durmaya itmişti. Sadece birkaç saniye içinde onlara olan tavrımın böyle net olması onları afallatsa da bunu umursamadım; ben her zaman hissettiği gibi hareket eden taraf olmuştum. “Arkadaşın adına çeviri yapman çok hoş ama basit numaraları da çok kolay anlayabiliyorum. Bana sormak istediğiniz bir şey var mı?” Gözlerimi pet bardağımdaki biraya indirdim. “Çünkü köpüğü bitmeden Kartal’ın bir yudum alması gerek.”
Ecem bir an duraksadı, şaşırmış gibi görünüyordu, Tuğberk ise sadece izliyordu, mimikleri yoktu. Ecem’in aramızda havada duran eli yavaşça aşağı inince, “Sanırım yok?” dedim sorar gibi. “İyi eğlenceler, çocuklar.”
Ecem, “İyi eğlenceler,” dedi sadece ama sesi artık donuktu, ona gösterdiğim tepki ona durması yeri hatırlatmış gibi görünüyordu. Bunu umursamadım. Basit oyunlarla benden cevaplar almaya çalışmaları bana sadece ucuz bir gençlik dizisindeymişiz gibi hissettirirdi ve benim bu taraklara bez olmaya niyetim gerçekten yoktu.
Topuklarımın üzerinde dönerek o tuhaf ikiliyi arkamda bıraktığımda bile içimden bir ses onlardaki rahatsız edici auranın benim kuruntum olmadığını söyleyip duruyordu. Başımı iki yana sallayarak adımlarımı hızlandırdım, alevlerin yükselmesiyle dans etmeye başlayan gençlerin yanlarından kayarak geçerken, kalabalıkta beni aradığını fark ettiğim altın tozu döken gözlerin kadrajına girdiğim an, Kartal’ın yaslı durduğu ağaçtan kendini ileri doğru iterek ayrıldığı andı.
Geniş omuzlu bir kıza çarpıp, “Pardon,” diye mırıldanarak kızdan uzaklaştım ve hemen Kartal’ın yanına ulaşıp, gözlerimi ona çevirerek elimdeki bira bardağını ona uzattım. Bardağı benden alırken dudaklarındaki o görünmez kıvrım dikkatimi dağıtmıştı, biradan büyük bir yudum aldı ve gözlerini sarışın adama çevirdi.
Adam başını bana doğru çevirdiğinde ve başıyla selam verdiğinde onun yüzünü daha net gördüm. Sanki yoğun ışıklı bir ortamdaymışız gibi göz bebeklerimin küçüldüğünü hissettim. Onun mezarlıktan ağlayarak çıkarkenki dağılmış hâlini hatırladım. En önemlisi de onun aslında kim olduğunu hatırladım ve yaramın üzerinde sıcak demir geziyormuş gibi ürperdim. Bu yara, sırtımdaki yara değildi. Sertçe yutkunup başımı sallayarak onu selamladığımda, onun da gözlerinde beni tanıdığına dair bir pırıltı görmüştüm.
Kartal, “Şu an acilde misin yani?” diye sordu adama. Adam, yuvarlak yakalı tişörtünü karın tarafından tutup yavaşça silkeler gibi sallayarak gözlerini devirdi.
“Ameliyathanede bile benim kadar kan görmemişsindir ya da ayılma odasında saçmalayan hastalar bile bir hasta yakınından daha çok saçmalamamıştır. Bezdim.”
Kartal başını iki yana sallayarak ölçülü bir şekilde güldü. “Acili biliyorum, bir dönemi orada geçirdim,” dedi, bir an onu orada, bir acil serviste, hastalara yardımcı olurken, beyaz önlüğünün içinde düşününce durup sadece yüzünü izlemeye başladım. Onu izlemek, bir nebze de olsa yanımızdaki adamın varlığının ağırlığını unutmamı sağladı. “Kulağı şavlayan amcalarla uğraştım. Kulak şavlaması, evet.”
Elimde olmadan kıkırdayınca gözleri beni buldu, kısaca bende kaldı ve sırıtarak tekrar arkadaşına döndü. “Amcaya neyi olduğunu sorduğumda, kulağını tutarak kulağında bir şavlama olduğunu söylüyordu. Enteresan vakalar.”
“Kanka ne diyorsun ya? Bana bir aydır hep bir teyze geliyor, her gece ama. Bir serum taktım, iki serum taktım ama kadının tahliller mis. Senden benden sağlıklı. En sonunda oğlunu çağırdım, dedim bakın annenizin bir şeyi yok ama psikiyatr bölümünden bir arkadaşıma yönlendirebilirim. Adam mahcup bir şekilde bana dedi ki: Annem eşimle ayrılmamı istiyor, geceleri eşimle odaya kapanmayalım diye her gece fenalaşmış gibi yapıyor… Çocuk yapmalarından korkuyormuş kadın, hiç ayrılmazlar diye…”
“İyi numara ama uzun vadede tutmaz,” dedi Kartal başını iki yana sallayarak gülerken.
“Baban nasıl lan bu arada? Babanın asistanı olmak için her şeyi verirdim biliyor musun? Çok ballısın.”
“Hiçbir zaman babamın asistanı olmadım, Alper,” dedi Kartal, sesinin ciddileşmesi beni duraksatsa da onları dinlemeyi sürdürdüm. Alper. “Hem sen babamın asistanı olsan, şu an kendini acilde doktorluk yaparken bile bulamazdın, ambulans hemşiresi olabilirdin belki. Bir ihtimal.” Güldü.
“Zor ama alanının kralı,” dedi Alper, gözleri bana kaydı. “Seni bir yerden hatırlıyorum sanki.” Hatırladığına nedense emindim. “Telefonda anlattığın abla değil mi bu?”
“Abla mı?” Alper’e garip garip baktım.
“Yenge falan sana gelmez belki diye abla diyorum,” dedi Alper gülerek. “Abla da mı gelmedi? Tamam, yenge olsun. Alper ben.”
Elini bana uzatınca, birkaç saniye duraksayıp yavaşça elini sıktım. “Lavin. Adını Sahralardan da duymuştum.”
Dudaklarında küçük bir gülümseme oluşmuştu ama bu gülümseme çok çabuk kaybolmuştu. Belki o beni gerçekten sima olarak hatırlıyordu ama ben onun ismini de kim olduğunu da bana acı veren bir hatıra gibi hatırlıyordum.
“Vallahi o ya…” Alper, heyecanlanarak Kartal’a döndü. “Nasıl yani kardeşim, evlendiriyor muyuz yoksa seni?”
“Senin ağzını sikeyim,” diye homurdandı Kartal ağzının içinden. “Bir sus da sus.”
“Reis, vermemem gereken yerden mi spoiler verdim?” diye sorarken dişlerini gösterip kaşlarını kaldırdı, pot kırdığını belli eder gibi bir ifade takındı. “Olsun ama ya, ileride evleneceğin kadından utanacak değilsin.”
Birden elimde olmadan yanaklarımın içini ısırdım. Zihnim sınırsız bir okyanus gibiydi; içinde en büyük hazine sandıkları da vardı, yüzgecinden ölüm damlayan canavarlar da. Bazen o canavarları tek bir mızrakla avlayan kişi Kartal oluyordu, onları öldürüyordu ve okyanus kana bulanıyordu; bazense yine o mızrağı okyanusun dibine saplayarak hazine sandıklarına doğru yüzüyordu ve her bir mücevher, yine onun ellerinde parlıyordu. Alper’in söyledikleri beni belki utandırmamıştı ama zihnimin özüne indiğimde, bunun gerçek olabilme düşüncesi damarlarımda lav akıyormuş gibi hissettiriyordu bana.
Kartal bir cevap vermedi, belki de yüzüme oturan ifade onu bir yorum yapmaktan alıkoymuştu. Alper, konuyu olduğu yerden dışarı çıkarmak istiyor gibi, “Yunus’u gördüm bro,” dedi durgun bir sesle. “Elinde bir şişe, gömleği falan dağılmış, saçları gömleğinden dağınık, ortada sallanıyordu. Toparlayamamış be kendini.”
“Toparlayamadı,” dedi Kartal. “Toparlamaya da hiç çalışmadı.”
“Leyla değil mi ya?” Alper, dudaklarını aşağı doğru büküp derin bir nefes aldı ve başını yavaşça sallayıp gözlerini yere indirdi. “Yazık oldu ya.”
Sadece ona mı yazık oldu, Alper?
“Yazık ki ne yazık.” Kartal yutkununca gözlerimi yere indirdim, arkada ormana yayılan müzik birden beni içinden dışarı attı; zihnimde hep aynı şarkının sözleri dönmeye başlamıştı.
“Leyla erken gitti, arkasında da şu çocuğu bıraktı,” dedi Alper, elini yeniden tişörtünün ortasına götürüp tişörtü yavaşça öne doğru çekiştirerek üzgün bir ifadeyle Kartal’a baktı. “Güzeldiler ya. Valla bak.”
“Yunus’tan atlatmasını beklemek biraz da bencillik olurdu, Alper, biliyorsun.”
Alper gülümsedi, bu buruk bir gülümsemeydi, gülümsemesi sandal kahvesi gözlerine ulaştığında bile hüznü hissettiriyordu. Ona bakarken içim, Yunus’a bakarkenki gibi burkuldu. Hatta Toprak’a bakarkenki gibi… “Oğlum belki bencillik diyeceksin, bilmiyorum da Leyla’dan başkasını da sevmesin ya. Yunus ya. O bizim Yunus, Leyla’nın Yunus’u. Düşünemiyorum, düşünmek istemiyorum. Kötü abi ya.”
Ruhum öyle derin bir yere batmıştı ki, elimi kalbimin içine sokup kalp atışlarımı parmak uçlarımda hissetsem de yine ellerimi göğüs kafesime soktuğumda ve derinlere ittiğimde ruhumu bulup ona dokunamazdım.
“Haklısın,” diye fısıldadığımda Alper’in bakışları bana çevrildi, dudaklarında hafif bir tebessüm belirmişti. “Ben de Yunus’u başkasını severken düşünemiyorum. Üstelik onu Leyla’yı severken hiç görmediğim hâlde.”
Sözlerimin altında yatan anlamlar ona ne hissettirdi bilmiyordum ama derin bir nefes aldırmıştı.
“Neyse ya, gideyim ben biraz Burak’a falan salça olayım.” Elini Kartal’ın omzuna atarak sertçe sıktı. “Ara beni, dinlerim her türlü sıkıntını, biliyorsun…” Pis pis sırıttı. “Hani olur da uyumazsa seninle, bu yüzden uykun kaçar da sinirden küfredecek insan arayıp sonra beni ararsan yine, dinlerim küfürlerini…”
“Alper…”
“Canım,” dedi Alper avuçlarını Kartal’ın yanaklarına bastırarak. Kartal onun elini iterken gülmüştü.
“Hadi git lan.”
“Üzme kardeşimi,” dedi Alper bana yandan kötü kötü bakarak. “Uyutmamak falan, duymayacağım yenge… Koy ayağına bir yastık, yatır şunu salla…”
Gülümsedim. “İyi fikir bu.”
“Dandini dandini dastana,” dedi Alper tekrar ellerini Kartal’ın yanaklarına uzatıp yanaklarını avucunun içinde kıstırarak. “Danaya bak danaya…”
“Lan oğlum, sevmiyorum el kol hareketlerini, yapma şunu ya.”
“İyi be, gidiyorum ben, Burak’ı bulup yer elması Sahra’yı delirteyim biraz da…”
Alper bizden uzaklaşana kadar konuşmasak da, gözden tamamen kaybolduğunda bakışlarım artık Kartal’daydı. Dudaklarım hafifçe yukarı kıvrılmış bir hâlde olduğundan, Kartal kaşlarını çatarak dudaklarıma baktı. “Ne gülüyorsun sen?”
“Benimle uyuyamayınca sinirlenip arkadaşlarını mı arıyorsun sen?”
Bana gözlerini kısıp kötü kötü baktıktan sonra, “Ne ilgisi var?” diye savunmaya geçti. “Alakası bile yok, göt ağızlılık yapıyor işte.”
“Sevdim onu,” dedim. “İyi biri.”
İyi biri. Peki kendisi şu an nasıldı? Gösterdiği kadar iyi mi hissediyordu? Karnımda oluşan ağrıyı belli etmemek için Kartal’ın gözlerine odaklanmaya çalıştım.
“Onu sevebilirsin,” dediğinde duraksadım. “O benim en yakın arkadaşlarımdan biridir.”
Başımı yavaşça salladım. “Ve sen benimle uyuyamayınca arayıp ona küfrediyorsun.”
Alt dudağını dikkat dağıtıcı bir şekilde yalayıp, “Öyle olmasını istiyorsun herhâlde, Lavinia?” diye sordu baştan çıkartıcı bir sesle.
“Öyle olduğunu kulaklarımla duydum ve adım-”
“Lavin,” diye böldü beni. “Adın bu. Üzerime bir çığ gibi düştüğünde, adının bu olduğunu kanıtlamıştın zaten.”
“Üzerine düşen çığ demek?”
“Üzerime düşen çığ,” dedi başını aşağı yukarı, ağır ağır sallayarak.
Bir nefes usulca kulak boşluğuma aktı ve o tanıdık ses fısıldadı: “Sen onun üzerine düşen çığken bile sevgilisiniz…”
“Ay artık bırak peşimizi ya,” diye çemkirdiğimde, Yunus alkollü sesiyle güldü ve alkolün kokusu etrafa dağılarak güçlendi.
“N’apıyorsunuz ?” dedi Yunus sinir bozucu bir alkol gülümsemesiyle.
“Kardeşim, bir salacak mısın artık bizi? Sadece soruyorum,” dedi Kartal, sakin gözlerle Yunus’u izliyordu.
“Alper mi ben mi? Hemen cevap ver, üç saniyen var. Üç.”
“Duymuş,” dedim gözlerimi kısarak. “Alper için en yakın arkadaşım dediğini.”
Yunus birden gözlerini iri iri açarak, “Öyle mi dedi?” diye sordu.
“Yo, demedi.”
“Öyle dedi dedin.”
“Demedi.”
“Dedi dedin, öyle dedi dedin, duydum.”
“Sen sarhoşsun.”
“Ben sarhoşken de sevgilisiniz.” Gözlerini kıstı. “Benden daha mı yakın arkadaşıymış? Hemen cevap vermezsen tüm bu kafana kakmalarımı beşle çarp, o kadar çok kakacağım.”
“Dedi,” dedim birden çat diye.
“Lan hiç bu kadar kolay harcanmamıştım,” dedi Kartal şok içinde. “Dedim ama en yakın arkadaşlarımdan biri dedim, öyle demedim.”
“Sus, sütümü helal etmiyorum sana, Lavin’le konuşuyorum ben şu an.”
“Bana sütünü mü verdin sen geri zekâlı?”
“Okul hayatın boyunca çikolatalı sütünü kim aldı lan senin, nankör köpek?”
“Ben de sana çilekli aldım?”
“Aldığını mı konuşuyorsun lan sen?” Yunus ona kötü kötü baktı.
“Sen konuşmuyor musun şu an?”
“He he, sen git Alper’e çikolatalı Kido al.”
“Almadım ben Alper’e Kido.”
“Sen Alper’e Kido aldın.”
“Almadım.”
“Aldın.”
“Almadım. Kanıtla.”
“Alçak puşt.”
“Ne o?” diye sordu Kartal alayla. “Beni mi kıskandın sen?”
“Neden kıskanacakmışım seni ben? O beni kıskansın senden,” dedi Yunus, içki şişesini kafasına diktikten sonra çenesinin kenarından taşan içkiyi umursamadan konuşmaya devam etti. “O en yakın arkadaşlarından biri, bense senin en yakın arkadaşınım…”
Kartal, Yunus’u delirtmek istiyormuş gibi, “Öyle misin?” diye sorunca, Yunus içki şişesini ağzına değdirmeden hemen öncesinde kaşlarını sertçe çattı, şişeyi dudaklarına sürterek geri çekip Kartal’a dik dik bakmaya başladı. “Bu kadar büyütme… Gerçi sen okulda da Alper’i kafaya çok takardın, doğru.”
“Ne takardım ben be Alper’i kafaya?” diye çemkirdi Yunus birdenbire. “Takmazdım ben Alper’i falan kafaya. Senden istediğim şapkayı bana vermediğin günün gecesi onun kafasında gördüğümde bile takmadım ben.”
“Ne kadar da takmayan bir adam,” dedim elimi omzuna koyup yavaşça sıkarak. “Bu kadar vurdumduymazlık da olmaz…”
Kolunu yavaşça kaldırıp indirerek elimi düşürdükten sonra bana kötü kötü baktı. “Yerinde olsam ayrılmazdım Kartal’ın yanından, burada gördüğün on kızın sekizinin gözü bundaydı, bil diye diyorum…”
Çok kısa bir an için bu durum beni duraksatsa da ifademin bozulmasına izin vermedim, sakince Yunus’a baktım ve “Umurumda değil,” diye mırıldanıp gözlerimi kalabalığa çevirdim.
Bazen kendimi çok çıkmazda hissettiğim olurdu. O kadar evim yoktu ki, girdiğim tüm sokakların sonu yalnızlığa çıkardı ve yuvası olmayan birinin zamanla sığındığı tek şey yalnızlığı oluyordu. Şimdi yalnız değildim, şimdi bir yuvam var gibi hissediyordum ama hâlâ sokak sokak evimi arıyormuşum hissi göğsümde var olan bir ağrı gibiydi; beni terk etmiyordu hiç. Kartal’ın geçmişinin iyi olsun kötü olsun, bir şekilde önüme geleceğini en başında da biliyordum ama şimdi o geçmişin direkt olarak ortasında olmak, tüm sokaklara döktüğüm gözyaşlarının tükettiği gücümün cenazesini kaldırıyormuşum gibi hissettiriyordu.
Kartal ve Yunus Emre’nin Alper ile ilgili münakaşası bir süre daha devam etmiş, bu süreç geceye yayılarak hafiflediğinde alkolün dozunun artmaya başlamasıyla, dans eden bedenlerden uğultular dökülmeye başlamıştı. Saat kaçtı bir fikrim yoktu, oturacak hiçbir yer de olmadığı için ayaklarım şimdiden ağrımaya başlamıştı.
Kartal’ın beni belimden kavrayarak kendine yasladığı saniyeler, ortamın bir alev misali göğe yükseldiği saniyelerdi. Nefesinden yüzüme dökülen sıcak biranın kokusu midemi bulandırmamıştı, aksine kendimi tam da olmam yerdeymişim gibi hissettirdiğinden ona yaklaşmıştım. Kollarım onun boynunu sardığında artık zaman bizim için daha hızlı akıyordu. İki dudağının arasına bir sigara sabitleyip, bir eli hâlâ bedenime sarılı hâldeyken sigarasının ucunu çakmaktan fırlayan alevle tutuşturdu ve çakmağı cebine atıp sigarayı tüttürerek elini belime yasladı. Gözlerini kısmasına neden olan duman ikimizin arasında yükselerek dansını devam ettirmeden göğe karıştığında, ensesine sardığım kollarımdan birini çözüp dudaklarına sabitlediği sigarayı narin belinden kavrayıp ağzından aldım. Sigarayı kendi dudaklarıma götürmemle, bir deklanşör sesi duydum ve patlayan ışık tenimden aşağı yağmaya başladı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan Sibelay’ın kahkahası zihnimi doldurdu ve ardından bir ışık patlaması daha beraberinde deklanşör sesini zihnime taşıdı.
“Mükemmel görünüyorsunuz çocuklarım!” dedi Sibelay, dudaklarının arasında bir sigarayla zıplarken, sesi dudaklarındaki sigaranın ağırlığından dolayı komik çıkmıştı. Siyah saçları dağılmış, alnı bir suyun yüzeyini anımsatırcasına ter içinde kalmıştı. Neslihan, çenesini Sibelay’ın omzuna yaslayarak Sibelay’ın çektiği fotoğraflara baktı ve parmağını havaya kaldırıp onay işareti yaptıktan sonra gülümsedi.
“Çok iyi fotoğraflar!”
Sigarayı dudaklarımdan uzaklaştırırken Kartal’a tamamen sokuldum. Bu kadar insanın içinde beni dibine kadar çekip, kollarını bana sarabiliyordu ve bu insanların tamamı onun geçmişine ait yapboz parçalarıydı. Şimdi o tamamlanmış bir yapboz bütünü gibi onların karşısındayken, bir zamanlar onu bütün yapan tüm yapboz parçaları onun uzağında sadece onu izliyorlardı. Dudaklarımın arkasında biriken dumanı usulca Kartal’ın yüzüne bıraktığımda, bakışları tam anlamıyla bana sabitliydi ama gözlerine yayılan ifadelerden tam olarak ne kestirdiğini anlayabilmek mümkün gelmiyordu.
“Kardeşim, içmeden olmaz, içmeden olmaz!” diye bağırarak aramıza giren Alper’in iki elinde de büyük, cam bira bardakları vardı, onları kulplarından kavramıştı ve bardaklar öyle çok doluydu ki, her an dökülecek gibi görünüyorlardı. Alper kollarını tamamen havaya kaldırınca tişörtü yukarı sıyrıldı ve bedeni büyük ölçüde çıplak kaldı. Ağzının kenarından aşağı sarkan sigaranın ucunda uzayan kül, her an kopup düşecekmiş gibi duruyor, Alper her konuştuğunda sigara dudaklarının ucuna kadar taşınıyor ama bir türlü yere düşmüyordu. “Götür götür götür!” Bardaklardan birini elime tutuşturunca bardağın ne kadar ağır olduğunu fark edip Kartal’ın ensesinde duran elimi başına doğru bastırdım. “Bunu kime ateşleyeyim ablalar? Gidip yenisini çorlayacağım, pet bardaktan içemiyorum, idrar testini hatırlatıyor bana. Aman aman, yandık ya!”
“Ya iğrençleşme, bir insan hiç mi değişmez?” diye homurdandı Sahra. “Ben de istiyorum.”
“Bir ses mi geldi?” Alper etrafına bakındı, ardından kafasını aşağı indirip Sahra’ya bakıp şaşırmış gibi yaptı. “Sen miydin ablacığım, az sesin çıksın, kaç senedir ata ata bir buçuk santim mi attın? Hadi bakayım, Burak çorlasın sana ya.”
“Bu hiç değişmemiş, hâlâ aynı pislik,” diye homurdandı Sahra.
Yunus Emre, “Sahra, hiç aklıma gelmezdi bunu söyleyeceğim ama ağzın bal yesin, sen çok haklı bir çocuksun,” dedi Alper’e kıl kıl bakarken.
“Geldim geleli bana bir madileniyorsun, kötü kötü bakıyorsun, anlamıyorum sanma…” Alper parmağını yavaşça salladı. “Ne oldu Yunus’um, aramıza kara kedi mi girdi ya?”
“Benimle konuşma, varlığından mutlu değilim.” Yunus kafasını çevirip şişesinden büyük bir yudum aldı. “Salak insan.”
“Aa, ne yaptım ben buna ya?”
“Sussun,” dedi Yunus bana bakarak. “Şu an tek muhatabım sensin.”
“Susacakmışsın,” dedim sırıtarak.
“Yengeciğim, bir dur sen de ya, aile faciası falan…” Alper gülerek avuçlarına Yunus’un yanaklarına koyunca Yunus, The Exorcist filmindeki turuncu saçlı, içine şeytan giren kız gibi baktı Alper’e. “Benim güzelim, özlemedin mi beni hiç sen? Kardom benim.”
“Elini çek.”
Alper, Yunus’un yanaklarını tamamen avuçladı. “Kim geriyor kardeşimi ya, söyle yakayım bu ormanı?”
“Sen geriyorsun,” dedi Yunus düz düz bakarak.
“İyi de kanka ne yaptım ki sana ben?”
“Elini bir çek.”
Alper, Yunus’un yanaklarını avuçlamaya devam etti. Bir süre bakıştılar.
“Bu bakışmanın sonunda ya öpüşmemiz gerekiyor ya da şişeyi kafana vurmam gerekiyor. Ben ikinciye çok meyilliyim şu an,” dedi Yunus yine düz düz bakarak.
“Üzüyorsun beni Yunus’um, darılıyorum kardeşim,” dedi Alper başını yavaşça aşağı yukarı sallayıp, ellerini geri çekerek. “Ben bizi biralamaya gidiyorum kankalar, uçmasın mı bu gece buralar ya?”
“Sevimsiz seni.”
“Yunus, ne istiyorsun birader benden?” Alper, sinirleri bozulmuş gibi güldü. “Getirmem sana bira…”
“Getirme, benim içkim var. Birayı sizin gibi kılıksızlar içer. Ben gidiyorum.” Yunus Emre arkasını dönüp kalabalığa doğru yürümeye başlayınca, Kartal başını iki yana sallayarak güldü.
“PMS dönemindeki hatun gibi, karanlık gibi çöktü üzerime ya,” dedi Alper gülerek. “Hâlâ aynı Yunus, bu bizim öğrenci evinde de beni deterjanlı kahveyle zehirlemeye çalışmıştı. Ben hâlâ yanlışlıkla olduğuna inanmıyorum o olayın kanka. Bildiğin bulaşık suyuyla kahve yapmış bana, finallere çalışıyorduk. Kartal midemi yıkatmaya götürdü diye kapıyı kilitlemiş, yatmış uyumuş, bir geldik kapılar kilitli, arıyoruz açmıyor da…”
“Sonra Leyla’yı aradık,” dedi Kartal buruk bir gülümsemeyle. “Leyla sadece ‘kapıyı aç’ diye bir mesaj çekmiş buna, on saniye içinde kapıyı açmıştı. Yeni uyanmış numarası yaparak… Uyumuyordu ama.”
“Leyla ya,” dedi Alper yavaşça yutkunup gözlerini boşluğa indirerek. “Canımızdı.”
“Hâlâ öyle,” dedi Sibelay, gözlerini gökyüzüne kaldırdı. “Hâlâ canımızsın.”
Gözlerimi gökyüzüne kaldırmamla, bir ışık kütlesi hızla kayarak geçti ve kalbimin hızlandığını hissettim. Gözlerimiz Sibelay ile aynı anda birbirlerine takıldı ve donuk bir şekilde birbirimize bakakaldık.
Yıldız kaymıştı.
Sessizce biramdan bir yudum aldım, Kartal bana biraz daha yaklaştı ve belime dokundu. Şahit olduğumuz o ânı görmediğine emindim ama çok kısa gözlerim boşluğa daldığında, gözyaşları sanki bana Kartal’ın tenime sinen nefesi kadar yakındı.
Alper çok kısa sürede hepimiz için bira getirmişti, büyük bira bardaklarında içmek, pet bardaklarda içmekten daha keyifliydi kesinlikle. Varillerden yükselen alevlerin şiddeti, müziğin de ritmini arttırdı ve yanımıza uğrayıp kalabalığa karışan her insanın yüzünü zihnime hapsetmeye başladım. Yunus da yanımızdaydı, artık elinde bir şişe yoktu, bir bira bardağıyla sadece dans eden bedenleri izliyor, bazen muhabbetimize katılıyor, bazen sadece sessizce gözlerini çevirdiği bir boşlukta tüm düşüncelerini idam ediyormuş gibi görünüyordu.
Alper bir beni, bir Sahra’yı, bir Sibelay’ı kendi etrafımızda döndürerek bizi zorla dans ettiriyordu ama sadece birkaç saat içinde ona kanım kaynadığından onun bu yakınlığını garipsemiyordum. Yunus Emre ve Kartal’ın aksine, Alper çok hayat dolu, tarz olarak onlardan tamamen uzak biriydi. Onca şeyden sonra nasıl böyle kalabilmeyi başarmıştı? Görünüş olarak bakıldığında Burak ile daha yakın arkadaşlar olabileceği düşüncesi kafamda var etmiş olsa da Kartal’ı kendine en yakın gördüğü her hâlinden belli oluyordu. Ortada yanan koca ateşin etrafında ellerimizde büyük bira bardaklarıyla dans ederken Kartal’ın gözleri hep üzerimdeydi, olduğu yerde dikilmiş ya sigara içiyor ya içkisini yudumluyor oluyordu ama her ona baktığımda bakışlarıyla karşılaşıyordum ve gözlerinde kendi yansımama denk geliyordum.
Çok geçmemişti ki, yükselen alevlerin dalgası bedenine yayılan Alper, tişörtünü yakasından tutup yukarı çekmiş, bir süre havada bayrak gibi salladığı tişörtü bir kenara fırlatmış ve altında sadece kot pantolonla deli gibi ter içinde dans etmeye başlamıştı. Alper öyle bir adamdı ki, etrafında onun yakını olsun ya da olmasın herkesi havaya sokmuş, birkaç saniye içinde herkes çığlık çığlığa bağırarak bardaklarını birbirine vurmaya, zıplaya zıplaya dans etmeye başlamıştı.
“Yengeler, bu yıl var ya bu yıl, geçen sene belamızı siken ne varsa, bu yıl biz onun belasını var ya ateşler içinde yiyeceğiz, valla bak!” Alper zıplaya zıplaya Kartal’a doğru koştu. “Bırak lan ciddiyeti, ciddiyet hastane koridorlarında. Kopacağız, hadi Karto!”
“Lan hadi yürü git,” dedi Kartal başta, sonra bira bardağını kaldırıp yavaşça bize doğru gelmeye başladı ama estetik bedeni çoktan dansın ateşiyle sarılmaya başlamıştı bile. Bir an gözlerimi ondan asla uzaklaştıramayacağımı sandım. Ona bakınca kalbim göğsüme yaklaşıyor, göğsüm kalbimin üzerine çöküyordu.
Yunus’un, Alper’e kötü kötü baktığını görünce ben de tüm cesaretimi toplayarak Yunus’u kolundan tuttum ve kendime doğru çekip, “Hadi,” dedim gülerek.
“DJ, Mahsun Kırmızıgül’den Dinle yok mu kardeşim, alevlendirsene bizi ya?” diye bağırdı Alper. “Yak bizi, mezdekelere sal bizi, hareme çevir burayı, hadi bakayım ya!”
“Alpo, sen iste ya!” diye bağırdı genç bir adam ve hemen ardından bir ritim ormanın içine yayılmaya başladı. Alper’in istediği şarkı çalmaya başladığında, Yunus elimi yakalayıp benimle ateşe doğru ilerledi ve ritme ayak uydurarak kollarımızı havaya kaldırdık.
Alper bize ne yapmamızı gösteriyormuş gibi yavaşça kalçasını sağa sola kıvırmaya başladı. “Hadi!” diye bağırdı. Kartal sadece gülüyordu ama Kartal dışındaki herkes Alper’e ayak uydurmuş, arkasına geçmiş, bir dans grubu gibi aynı hareketleri yapmaya başlamıştı.
“Hadi bakayım ya!” Alper dans ederken bize doğru dönüp ellerini birbirine çarpmaya, zıplamaya başladı. “Her şeyi bırakıp bir köşeye, yanmaya hazır mısınız benimle ateşlerde?”
“Burak, göster kendini,” dedi Kartal gülerek. Kulağıma doğru eğildi, dudakları kulağıma sürttü. “Alper’le yarışırlardı hep mezdekede.”
“Hadi be?” diye sordum sırıtmama engel olamadan.
“Valla yavrum.” Ellerini belime koyup ritim tutar gibi arkamda yavaşça sallanırken konuştu. “Ben seninle ateşlerde yansam olmaz mı, Lavin?”
Burak, birden Alper’in yanına zıplayınca Kartal’ı dikkate alamadan ikisini izlemeye başladım. Alper’le Burak birbirlerine ellerini uzatıp, birbirlerinin etrafında horoz gibi dönmeye başladılar ama bakışmaları şarkı baz alındığında epey haşin görünüyordu…
Birden aynı anda gözlerini gösterdiler. “Kayboldum gözlerinde,” dediler aynı anda ve kendi bedenlerine dokunarak aynı anda konuştular: “Uçurumsun sen bu bedende.”
“Aa, ne yapıyor bunlar ya?” diye sordu Sahra.
Sibelay, “Ay bir dur be sen de,” dedikten sonra oynamaya devam etti.
“Horoz gibi dönmeyin birbirinizin etrafında, dans istiyoruz!” diye bağırdı Kartal arkamda ellerini kaldırıp, ellerini önüme doğru getirip yüzümün son derece yakınında sertçe alkış tutarak.
“Kaç yıl oldu, Alper ve Burak’ın dansı hiç değişmedi,” dedi biri kalabalığın içinden ama kimdi bilmiyordum, sadece gülüyorlardı, sadece gülüyorduk; garip bir ortam vardı.
“Sibel, şarkı sende ama hadi ya,” dedi Kartal neşeyle. “Mahsun kimmiş, Sibel var. Yok mu lan şu mikrofonlardan? Çeksenize bir bu tarafa.”
“Kartal hayır ya,” dedim birden ona dönerek. “Çok bağırıyor o.”
“Dur dur,” dedi gülerek. “Okan, mikrofon yollasanıza bir, Sibelay’dan canlı alalım bir tane kardeşim.”
“O mikrofonu getir!” Sibelay deli gibi dans ederek adı Okan olan adama doğru yürümeye başladığında, ortamdaki herkes dans etmeye devam ediyordu. Birkaç saniye sonra mikrofondan yükselen o sinir bozucu cızırtı sesi duyuldu. Yüzümü buruşturmamla eş zamanlı olarak Sibelay’ın arkada yavaşça devam eden melodiyi takip eden sesi etrafa yayılmaya başladı. Sesini kullanarak melodiyi taklit ediyordu.
Sibelay, lüks kamyonetin arkasına çıkmış, kapağı aşağı indirilmiş kamyonetin üzerindeki ses sistemini arkasına almış, bir elinde mikrofon, bir eli havada ritim tutuyordu. Alper iki elini kaldırıp kalçasını sallayarak dans ederken, “Hadi Sibo!” diye bağırıyor, insanlar da daha fazla alkış tutarak Sibelay’ı gazlıyordu.
“Dinle, bu şarkım sana dinle!” diye bağırdı Sibelay mikrofona doğru, sesi öyle net bir biçimde dağıldı ki, birden Kartal’a doğru yaslanıp yüzümü buruşturarak güldüm. Kartal, bir elini karnıma sarıp beni kendine bastırdı. Sibelay, Neslihan’ı işaret ederek şarkısını sürdürdü. “Söyle, nasıl sevdiğimi söyle!”
“Yılan!” Alper’in sesi, her cümlenin sonunda Sibelay’a eşlik eden bir ritim gibiydi. “Sibo!”
“Müptela oldum aşka seninle, kayboldum gözlerinde, uçurumsun sen bu bedende!” Sibelay bedenini sallayıp şarkısını sürdürdü. “Her şeyi bırakıp bir köşeye, yanmaya hazırım ben seninle ateşlerde!”
“Ateş!” diye bağırdı Alper çılgın dansıyla ortada kan ter içinde kalmış hâldeyken.
“Yanmışım, sönmüşüm ellerinde!” Sibelay nefes nefese durdu ve ritmi kaçırınca, “Nını nını,” diye uydurdu. “Müptela oldum aşka seninle…”
“Benim bebeğim o, benim!” Neslihan, kamyonetin üzerinde çılgın gibi bağırarak, zıplayarak dans eden Sibelay’ı gösterirken gözleri resmen parlıyordu. “Hadi bebeğim!”
“Eğlenin çocuklarım!” diye bağırdı Sibelay ve çok geçmeden kamyonetin sarsılmasıyla Alper’in kamyonetin üzerine zıpladığını fark ettim, elimi ağzıma kapatarak gülmeye başladım. Şimdi Alper ve Sibelay sırt sırta duruyorlar, ikisi de kollarını bir öne bir arkaya atarak Petek Dinçöz misali dans ediyorlardı.
“Gacı ateş ateş!” diye bağırıyordu Alper kendini sağa sola sallayarak ama bir yandan da aynı Petek Dinçöz pozisyonunu koruyarak. “Kız söylesene.”
“Dinle!”
Sırt sırtalarken bize bakarak konuşuyorlardı.
“Kızım ne dinle artık, başka şarkıya geç.”
“Hangisine?”
“Buldum ben,” dedi Alper birden durup, parmaklarını ağzına götürerek yüksek sesli bir ıslık çıkarmadan hemen öncesinde. “Karto, kardom!” Her harfi uzatarak konuşması komikti. Ellerini bize doğru uzatıp birini çağırır gibi sallandı. “Şarkı senden, melodiyi itiyorum kanka!”
“Ne diyorsun lan?”
“Melodiyi yakalayınca aşkın boğazından yukarı sözler olarak tırmanacak, ateş, sss!”
“Lan hadi git,” dedi Kartal gülerek.
“Buraya gel lan,” dedi Alper. “Okan, bak bir,” diyerek yavaşça eğilip, uzun boylu çocuğun kulağına bir şey fısıldadı ve çocuk telefonundan parçayı açarken Alper ellerini yavaşça bize doğru çevirdi. “Umbambau sari, umbambau ye!”
Melodinin girmesiyle, bir an tanıdıklık hissiyle Kartal’a doğru döndüm. Kartal birden beni belimden tutup kendine yaslayınca, ne olduğunu anlayamadan gözlerimi Neslihan’a çevirdim. Kartal beni tekrar ittiğinde, el ele olduğumuzu fark edip elini sıkıca kavradım ve bedenlerimiz ayrılınca, Kartal gülerek, “Başağa, güneşe benzer saçının rengi!” diye bağırdı. Gözlerim iri iri açılırken, elbisemin eteği savrulacak şekilde beni kendi etrafımda çevirdi. “Denize, göklere benzer güzel gözleri!” Şimdi Kartal ile birkaç kişi daha şarkıyı söylüyordu, ben gülmekten hareket bile edemeyecek hâldeydim ama beni döndürüp duruyordu. “Serçeye, ceylana benzer ürkek yüreği! Gönlümün son durağı, genç ömrümün baharı, sevdiğim güzelin adı…” Beni birden kendine yapıştırınca yüzlerimiz birbirine çarpacak kadar yakın bir mesafede asılı kaldı. “Sarı sarı…”
“Sarı sarı!” diye bağırdı Alper mikrofona.
“Sarı sarı, kimin yârı? En güzeli, benim sarım!” Kartal gülerek belimi kavrayıp beni kendine yapıştırarak yavaşça bedenini aşağı çekince, bedenlerimiz iki yılanmış gibi dolanarak aşağı doğru kıvrıldı. “Sarı sarı, sarı çiçek. Herkes yalan, sensin gerçek!”
“Umbambau sari, umbambau ye!” diye bağıran Sibelay ve Alper’in sesi bile kahkahalarımın önünü kesmeye yetmiyordu.
Yunus Emre birden kamyonete atlayıp mikrofonu eline aldığında, bedenimi Kartal’a bastırıp kıvrılarak dans etmeye devam etsem de onlara bakmadan edemedim. “Umbambau sevgililer, umbambau bu ikisi sevgili!”
“Kankam!” Alper, Yunus’a sarılmaya çalışınca kısa bir boğuşma yaşandı, Yunus Emre mikrofonun kablosunu Alper’in boynuna yılan gibi doladı ve sonra birden birbirlerinin omuzlarına kollarını atıp zıplamaya başladılar.
“Dans et benimle, Ölüm Çiçeği,” diye fısıldadı kulağıma alkolün eşlik ettiği erkeksi, boğuk sesiyle. Sesi zihnime ölüm gibi yayıldığında, kasıklarımdan kalbime tırmanan depremin o sert sarsıntısını derinlerimde hissetmeye başladım. Boynumdaki çantayı çıkarıp Neslihan’a bırakırken sertçe yutkundum. Kartal beni belimden kavrayarak yükselen ateşin önüne sürüklerken, bir elini kaldırarak, “Bebe, Siempre Me Quedará,” dedi aksanıyla aklımı başımdan uçuracak bir tonlamayla.
Sadece birkaç saniye içinde, zaten beklenilen bu komutmuş gibi melodi ormanın derinliklerine yayılmaya başladığında, Kartal ceketimin bedenimden kayıp düşmesini sağladı ve güçlü eli belime kaydı; bir yılanın içimde sürünerek kalbimi sarmaya başladığını hissettim. İşte Kartal’ın kolu, o yılanın güçlü ve zarif bedeni gibi bedenimi sarmış, göğsüm onun göğsüne bir yapboz parçası gibi yaslanarak onu tamamladığında, gözlerimiz birbirini bulmuştu. Dizimi yavaşça öne kırıp onun iki bacağının arasından çıkarmamla, bakışlarının koyulaşması bir oldu. Boynumu açıp başını yerleştirmesi için küçük bir yer açtım ona. Eli, bel boşluğumdan başlayıp omuzlarımın ortasına kadar tahrik edici bir güçle sürtünerek yukarı çıktı. Saçlarım dağılıp yüzüne çarpacak şekilde kafamı sertçe çevirmemle, Kartal bir bacağını geri çekti ve bedenim öne doğru meyletti. Çok geçmeden, iç içe geçmiş, birbirine dolanmış iki farklı renkteki yılan gibi kıvrılarak dansa başladık.
Dudaklarımda tehlikeli bir kıvrım oluşurken, Kartal bu kıvrımı gözlerinin içindeki hapishaneye tıktı ve beni sertçe kendine çekti. Eteğimin kumaşı onun rüzgârıyla savrulunca, bedenim yavaşça dönerek onun kollarının arasına yerleşti. Omzumu onun göğsüne yaslayıp, yavaşça bedenimi aşağıya kaydırıp ona sürtünerek omzumu kasıklarına kadar indirdim. Bedenimi öne doğru atmamla, Kartal bir elini boynuma kaydırıp, diğer eliyle iki göğsümün ortasını ezerek beni durdurdu ve bedenim bir yay gibi gerilmiş hâldeyken beni tekrar yukarı çekip kalçalarımı kasıklarına yaslamamı sağladı.
“Siktir, çok güzelsin, çok güzelsin,” diye fısıldadı dudağı kulak boşluğuma sürtünerek nefesini oraya bir ölü gibi gömerken. Korumacı tutuşuna rağmen kendimi geri çekmek ister gibi bedenimi ondan uzaklaştıracakken beni tekrar sertçe kendine çekti ve tüm gözler üzerimizdeyken elimi zarif bir şekilde arkaya doğru atıp, onun biçimli ensesini avucumun içine hapsedip saçlarını yavaşça okşadım. Kalçamı kasıklarına yaslayıp bir sağa bir sola olabildiğince ağır şekilde sertçe kıvırdığımda, Kartal’ın da göğsü bu ritme uyum sağlayarak hareket ediyordu.
Derin nefesler alarak devam ettiğimiz dansın, insanların büyülenmiş bakışlarının yavaşça bizden uzaklaşmaya başlamasıyla usulca sönmeye başladığında, alevin arkasındaki silüetimiz artık buğuluydu. Dudaklarımda yorgun bir gülümsemeyle yanağımı onun yanağına bastırdım, gülümsediğini hissettiğimdeyse yüzündeki kemikleri en net hâliyle hissetmiştim.
Bir ara gözüm ileriye kaydığında, bu kışkırtıcı müzikle kollarını kendi bedenine sarmış, gözleri kapalı, kendinden geçmiş gibi dans eden Alper’i gördüğümde, Kartal beni kendine doğru çekene kadar dikkatim ciddi manada dağılmıştı…
“Bize en acilinden buz gibi biralar lazım kardeşim,” dedi Alper, herkes dans ederek etrafa dağılmaya başladığında. “Alevler içindesiniz, görmedim sanılmasın, ateş!”
“İyi olur,” dedi Sibelay. “Dilim damağım kurudu.”
“Sen bana sor, nasıl dans etmişim, alev alevdim,” diye mırıldandı Alper. “Ben kenara geçtim de dans ettim, dikkatleri Kartal’ımdan ve senden uzaklaştırmamak için…”
Nefes nefese, “Gördüm ben seni,” dedim alayla. “Kendini okşuyordun…”
“Yenge, nasıldım ama gördün mü? Gördün değil mi? Ateştim.”
“Kendini okşarken, evet…”
“Yenge, sapık mıyım ben başkasını okşayayım? Erkek adam kendini okşar.”
Başımı yavaşça salladım. “İyi dedin.”
“Öncelikle,” dedi Yunus Emre birden kulağıma doğru bağırarak. Sıçrayarak ona dönmemle sakince, “Dans ederken daha bir sevgiliydiniz…” diye mırıldandı.
Yunus Emre’nin omzuna sertçe vurarak, “Yapma artık şunu,” dediğimde ikimiz de gülüyorduk aslında.
Kartal’ın bakışlarının bende olduğunu hissettiğim saniyeler, yükselen alevlerin arkasından bize doğru gelen iki kişinin varlığını da fark ettiğim andı. Kartal’ın elini kavramak, güçlü elinin içindeki elim güven duygusunu tadarken gelen kişilerin yüzüne bakmak istedim. Kısa, kahverengi saçlarını omzundan arkaya doğru attığını gördüm ve bordo rujunu tazelediği dudaklarındaki gülümsemedeki alay beni kaşlarımı çatmaya zorladı. Gelen kişiler Tuğberk ve Ecem’den başkası değildi ve attıkları her adımda aramızda duran alevin yükselen kolları artık onları saklamaya yetmediğinden bize yaklaştıklarını anlamıştım.
Tuğberk, Ecem’in yanında onu idama götüren bir gardiyan gibi görünüyordu. Sigara dumanlarının kıvrıla kıvrıla birbirlerine sokulduğu, alevlerin yükseldiği parti alanında sırtımdan akan soğuk terin bile donmasına sebep olan kahverengi bakışlar yüzüme takıldığında, bu ikilide sezdiğim o tuhaflık büyüyerek bir tufan yarattı ve içimi tamamen sararak beni kuşattı.
“Aa, yavşak Tuğberk değil mi şu gelen?” diye sordu Alper, karşı tarafın onu duymasını umursamıyormuş gibi rahat bir tavırla. Sorunun merkezinde Kartal olduğunu fark edince Ecem’in iri, kahverengi gözlerinden uzaklaştırdığım gözlerimi Kartal’a çevirdim.
Kartal, soruyu yeni algılamış gibi bakışlarını Tuğberk ile Ecem’in geldiği yöne çevirince kaşları havaya dikildi ve umursamaz bir şekilde başını salladı. “Evet,” dedi. “O.”
“Yanımıza geliyor, her şeyi çok bildiğini sanan cahil kasa bu, sevmem pek,” dedi Alper gözlerini devirip bakışlarını farklı yöne çevirerek. “Görmemiş gibi yapmayı seçiyorum, hadi bakayım.”
“Ayıp ayıp,” dedi Burak. Bir an duraksadığını gördüm ve gözleri hızla bana doğru kaydı, ardından Kartal’a baktı ve “Aslında gelmemeleri daha iyi olmaz mı?” diye sordu birdenbire.
Kartal algılayamamış gibi, “Neden?” diye sordu ama Burak’ın artık cevap vermesi için zamanı yoktu çünkü şimdi Tuğberk ve Ecem hemen önümüzde duruyorlardı. Kartal’ın çatık kaşlarına rağmen dudaklarındaki alaycı gülümsemenin zehirli bir sarmaşık gibi yüzünü sardığı ânı izledim, ardından bakışlarım usulca Tuğberk ile Ecem’e doğru kaydı ve yüzüme ketum bir duvar örüldü.
“Eğleniyorsunuz bakıyorum da,” dedi Tuğberk boğuk sesiyle. “Sizi görmeyeli uzun zaman oldu, çocuklar. Geçen seneki partide yoktum, siz burada mıydınız?”
“Tuğberk, önce bir merhaba demen gerektiğini hâlâ öğrenememişsin,” dedi Kartal şakayla karışık iğneli bir sesle.
“Aaa!” Tuğberk, yapmacık bir şekilde ellerini havaya kaldırarak, “Merhaba demeyi unuttum, değil mi? Pardon. Selamlar,” dedi, sesinde beni iten bir şeyler vardı; aynı zamanda tavırları ve bakışlarında da bu şeyi görebiliyordum. “Nasılsınız?”
“Bizde her şey yolunda,” dedi Kartal, dudaklarındaki alayın genişlediğini ve gülümsemesine ölümün yayılarak etrafa saçılmaya başladığını fark ettim. Bir an ona yaklaşmak, büyük elini avucumun içine almak ve sessizce omzumu omzuna yaslayarak karşımızdaki yabancıları izlemeye başlamak istedim.
Ecem, “Sana da merhaba, Kartal,” deyince bir an bakışlarım sertçe Ecem’e çevrildi. Bordoya boyalı dudaklarındaki kıvrım, inci beyazı dişlerini göstermesiyle büyüdü ve bir sırıtışa dönüştü. İçimde anlam veremediğim bir alev yükselerek zihnime sıçradığında, en ölümcül düşüncelerin yetiştiği zihnimde başlayan yangının, önce bu kızla ilgili hisleri içine alarak kül etmeye başlayacağını hissettim. “Görünmüyorsun ortalarda. Uzun zamandır…”
Kartal bir an durup kıza baktı, ardından birkaç saniye bekledikten sonra kaşlarını çatarak, “Ecem’di, değil mi?” diye sordu ukalalıktan uzak, içten bir sesle. Birden güleceğimi hisseder gibi olsam da erkenden toparlayıp kıza dik dik bakmaya devam ettim ama kız dokunsam ağlayacakmış gibi bakmaya başlamıştı.
“Evet,” dedi Ecem toparlama isteğiyle sırıtışını genişleterek ama yüzünde dağılmış bir ifade vardı. “İsmim Ecem’di. Ne zamandan beri balık hafızalısın, Kartal? Finaller için onlarca kez sabahlamışlığımız var.”
“Finaller için sabahlamışsa seni hatırlamaması normal,” dediğimde kız birden bana doğru döndü ve gözlerinde belirsiz bir ifadeyle bana bakmaya başladı ama o sinir bozucu sırıtış hâlâ dudaklarını mesken tutuyordu. Dudak büzüp omuz silktim.
Ecem yavaşça, “Az önce tanışmıştık, değil mi?” diye sordu bana sakin bir sesle. “Kartal’ın finalleri çalıştığı arkadaşlarından biri değilsin o zaman?”
“Evet,” dedim birden meydan okuma isteğiyle. “Sevgilisiyim ben.”
Yunus usulca fısıldadı: “Bir daha söyle…”
Ecem bu duyduğuna hazırlıksız yakalanmış gibi yüzünü buruşturup kaşlarını çatarak garip bir ifadeyle bana baktı. Sanki duyduğu şeye bir mana, derin bir anlam yükleyemiyormuş, yükleyebilse de bu onun için yenilir yutulur bir şey değilmiş gibi bakıyordu. Elim, Kartal’ın eline kaydığında Kartal beni hiç sorgulamadan elimi tuttu ama durumdan bir anlam çıkaramadığı apaçık ortadaydı. Ecem, başını yavaşça salladıktan sonra, “Pardon,” dedi kısaca. “Onu en son gördüğümde biriyle nasıl sevgili olunur bilmiyordu da.”
İçimde, bir duyguyu yem olarak kullanarak diğer duyguyu yakalayan ve o duygunun derisini soyarak leşini ormanın karanlığına bırakan ölümcül bir avcı vardı da avucunda tuttuğu kıskançlık duygusunu, içimdeki aşkın burnuna yaklaştırarak onu kandırmaya çalışıyordu sanki. Kartal hâlâ anlam veremiyormuş gibi Ecem’e bakarken, Burak’ın avucunu sertçe alnına vurduğunu göz ucuyla da olsa gördüm ama tepki vermedim.
“Daha açık konuşmaya korkuyorsan üstü kapalı da konuşmamalısın, bu seni aptal gibi gösterir,” dedim sakince.
“Şöyle söyleyeyim o zaman, bir süre kadar Kartal’ın kız arkadaşı olduğumu sanıyordum,” dedi abartılı bir şekilde gülerek. “Ama bilirsin, Kartal için aslında herkesten farksızmışım.”
Kartal afallayarak, “Takıldık mı?” diye sorunca avucunda duran elimi öyle hızlı çekesim geldi ki, eğer Ecem tam karşımda dikiliyor olmasaydı, bunu yapardım.
Ecem tam ağzını açacakken, Tuğberk, “Açma eski defterleri,” diyerek araya girdi. “Geçmiş gitmiş bir konu, hem bak adamın sevgilisi de yanında…”
“Sevgilisi olduğuna emin mi? Onun da incinmesini istemem, bizim Kartal yine her zamanki gibi olabilir çünkü,” dedi Ecem alaycı bir sesle. İçimde, ayaklarının ucunda bıçaklar taşıyan böcekler, bir ordu gibi ilerleyerek geçtiği her yeri kanatırken aynı zamanda rahatsız edici bir hissi de gerilerinde bırakıyordu.
“Senin adını hatırlamıyor, yüzünü de öyle,” dedim birden ölümden daha sakin, daha beyaz, çok şeffaf bir sesle. Eğer bir kavga çıkarsam, Ecem daha az şaşırırmış gibi öylece bana bakakaldı. Kartal ile birleşmiş hâlde duran ellerimizi havaya kaldırdım. “Ama benim elimi tutuyor. Şimdi karşıma geçip bana bunları anlatırken beni zerre sinirlendirmiyorsun ama burada duran onca insanın önünde kendini küçük düşürüyorsun. Küçük düşen ben değilim, sensin, yaptığın şeyin bilincinde misin?”
Ecem bir an durup sadece yutkundu, bu garipti. Konuşmasını beklemiştim.
Kartal, “Ecem, adın bile geç gelen bir güncelleme gibi güçlükle hatırlandı, şu an yaptığın çok yersiz olmadı mı?” dedi son derece sakin bir şekilde, sanki yansımammış gibi.
“Amacımız tatsızlık çıkarmak değil,” dedi Tuğberk yan gözle Ecem’e bakarken.
“Tuğberk, zerre sevmezsin Kartal’ı,” dedi Alper birden ona doğru dönerek. “Bunu fakültede bilmeyen de bir Allah’ın kulu yoktur. Takmışsın koluna Ecem’i, gece boyu izlemişsin Kartal’ı, bakmışsın kolunda, adamın kollarında biri var, belli ki kolunda olduğuna göre önemli de biri, hemen bir huzursuzluk yaratayım kafasına yükselmişsin. Amacın tatsızlık çıkarmak değil, tatsızlık çıksın da izleyeyim istiyorsun sen.”
“Şu kızı alıp gider misin?” diye sordum direkt olarak Tuğberk’e. “Benim için hiç sorun değil, buraya kuyruk gibi dizilsin Kartal’ın geçmişinde kim varsa, ben bugün buradayım, ne saçma muhabbetler bunlar? Ne yani, ben şu kızın üstüne yürüyeceğim, olay büyüyecek, gece zehir olacak falan mı sanıyorsun? Yok öyle bir şey. Sen beni fıçıların orada tuttuğunda bile senin gözünden anladım ben bir şeyin peşinde olduğunu. Eğlenmek varken neden böyle şeyler yaparsınız anlamıyorum.” Bakışlarımı Ecem’e çevirdim. “Sen de yanında gezdiğin, arkadaşım dediğin insanları iyi seç, bak nasıl harcattı seni kendine on saniyede.”
Kartal beni korumacı bir tavırla kendini çektiğinde, hisleri bir damar gibi üst üste binerek içime ağırlık yaptı. “Seni mi sıkıştırdı bu?” diye sordu gergin bir sesle.
“Ya hayır, dur sen de bir,” dedim, Ecem sadece gözlerine inanamamış gibi bana bakıyordu. “Ayrıca, eğer tüm gece bizden uzak olsaydın da senin kim olduğunu öylesine öğrenseydim, sırf o kaliteli duruşun yüzünden kafamda kurup seni kıskanır, geceyi kendime kendim zehrederdim zaten.”
“Benim amacım bu değildi,” dedi Ecem sakince. “Sadece Kartal beni tanımıyormuş gibi yapınca…”
“Seni tanımıyorum zaten, ismini bile zor hatırladım,” dedi Kartal doğrudan, hiç hedef şaşırtmadan. Ecem duraksayıp kafasını kaldırdı, zayıf bakışlarını Kartal’a sabitlediği saniyelerde öfkelendiğimi hissettim. Hüzünlü bakışlar yavaşça Kartal’dan ayrıldı.
Tuğberk ile Alper kendi aralarında hararetli bir konuşma içerisine girmişlerdi ama öyle ki Kartal, Tuğberk’i önemsemiyordu bile. Aslında Kartal’ın hayatında öyle önemli, öyle derin, öyle büyük yaralar vardı ki, Tuğberk gibileri ciddiye bile alamıyordu. Ecem bir adım geri çekilerek, “Umarım bir gün senin de adını unutmaz o hâlde. Tuğberk, gidelim,” dedi donuk bir ifadeyle.
Onlar arkalarına baka baka bizden uzaklaşıp gözden kaybolduktan sonra, “Aptallar,” dedim zihnime oturan alkolü ve öfkeyi terazide iki farklı köşeye yerleştirmek için kendimi sıkarak. “Neydi şimdi bu ya?” Elimi sertçe Kartal’ın elinin içinden kurtararak olduğum yerde dönüp gözlerimi ağacın kalın gövdesine diktim. “Benim amacım bu değildi,” diyerek kızı taklit ettim. “Neydi senin amacın? Hadi be oradan, hadi,” diyerek yere bir iki kez vurup kafamla garip garip hareketler yaptım. “Senin kovayla su taşıdığın yollardan ben işeyerek geçtim be!”
“Lavin,” diye fısıldadı Kartal arkamdan yaklaşarak, dirseğimle boşluğuna vurduğumu bile fark etmeden o inlerken devam ettim.
“Mutfaktaki sarı bez!” Omuz silkerek ağacın kalın gövdesine baktım ve parmaklarımı kameraman gören Ozan Güven gibi şekillendirip, “Aptal kadın,” dedim. “Gelmiş bana orada, fıçıların orada ya, hemen şurada,” dedim arkamdaki fıçıları işaret ederek ama asla arkama bakmadan. “Bir salak salak sorular. Senin yaşın kaç ya? Kaç yaşındasın sen?” Elimi tekrardan Ozan Güven öfke patlaması pozisyonuna sokarak, “Bak bunun doğrusu nedir?” diye sordum. “Lavin Hanım, iyi akşamlar…”
Bir an durdum, sessizlik çok dikkatimi çekmişti.
“Bir gram yadırgamadım,” dedi Alper birden ciddiyetle. “Nasıl yani ya?” Omzumun üzerinden bakmamla, ilk dikkatimi çeken bana ağzı aralık bakan Alper olmuştu. Ardından boşluğunu tutarken sırıtmamak için dudaklarını kemiren Kartal ve ağızlarında küçük bir o harfi tutuyormuş gibi duran arkadaşlarımı görünce irkilerek onlara doğru döndüm. Alper parmaklarını kaldırıp yavaşça, “Bir soru sorabilir miyim yenge?” diye sordu yavaşça. “İlişkiniz nasıl gidiyor? Ne olur Ozan Güven gibi yanıtla, yalvarırım…”
“Sana ne lan?” dedim kaşlarımı çatarak. “Ben sana soruyor muyum kimi sikiy-”
“Şş…” Kartal beni belimden tutarak kendine çekti. “Tamam tamam…”
Yunus, son derece sakin gözlerle, “Öncelikle,” dedi ve başını yavaşça salladı. “Tebrik ederim, müthiş bir taklit…”
“Ben kaş göz yaptım ama anlamadınız,” dedi Burak ensesini kaşıyarak. “Kartal’ın kızı hatırlamadığını tahmin ettim ama…”
“Sen ne diye hatırlıyorsun o kokonat kafalı kızı?” diye sordu birden Sahra sertçe. “Kartal’la şey yapmış, o bile hatırlamıyor.”
Birden horozlanarak, “Ne yapmış Kartal’la?” diye sordum Sahra’nın üzerine yürüyerek. “Ne dedin sen?”
Sahra, Burak’ın arkasına gizlenirken, “Demedim ben bir şey, gerçekten…” dedi.
“Yeni yıla girmemize az kaldı, toplayın kendinizi,” dedi Alper kollarını havaya kaldırarak. “Yapmayalım mı bir Hey Sexy Lady yani ya?” Bir elini kaldırıp avucunu kulağına bastırıp bir DJ edasıyla öne uzattığı elini sallamaya başladı.
“Yeni yıla girmeden yıllar önce 2013 yılını analım mı? 2014’e girerkenki geceyi?” diye sordu Yunus Emre, ardından Kartal’a gülümsedi. “Hop on to my ship baby, I’ll make you fly…”
Kartal parmağını yavaşça kaldırıp, Yunus’u işaret ederek, “You love me and you know that baby, don’t you lie,” diye mırıldandı.
“Bunu yaparsanız kalpten giderim,” dedi Sibelay elini kalbinin üzerine kapatarak. “Yapacak mısınız?”
“Neyi?” diye sordum içimde çığ gibi büyüyen öfkeye rağmen.
Kartal, yanağıma sert bir öpücük bırakarak, “İzle bence, agresif kuzu,” dedikten sonra Yunus’u arkasına alarak yükselen ateşin önünden geçti ve kamyonete doğru ilerlemeye başladılar. Gözlerim bir an kalabalığa giderek Ecem’i arasa da onu aradığı yerde bulamamanın sakinliğiyle tekrar Kartal ile Yunus’a çevrildi. Kartal ve Yunus Emre’nin kamyonetin üzerinde ellerine aldıkları kablolu mikrofonları görünce, başımı omzuma doğru yatırıp kaşlarımı çattım ve melodi ormana usulca yayılmaya başladı.
Yunus Emre, dağılmış gömleği ve dağılmış saçlarıyla yavaşça kollarını sallarken, “Oh, hey hey, baby love me back today,” diyerek şarkıya girdi ve Kartal koca cüssesine rağmen kamyonetin arkasında zıplayarak ona ritim tutmaya başladı.
Kartal, Yunus’a doğru dönerek, “Never ever sink my ship and sail away!” diye bağırarak ritim tutunca, Yunus da ellerini havaya kaldırdı.
“Oh, oh-oh, baby don’t shut me down.”
Kartal ile aynı anda birbirlerine işaret parmaklarını uzattılar ve Kartal birden zıpladı: “Give me all the love I need and I’ll be gone.”
Şarkıya uzun süre oldukları yerde zıplayarak, birbirlerini işaret ederek devam edip her, “Na-nani-nani-nani-na,” kısmında birlikte bağırıyorlardı.
Bir ara ikisi de oyun havası oynuyorlarmış gibi kollarını havaya kaldırıp, “Hayde,” dediklerinde herkes onlara uyarak, “Na-nanana-nanana-nanana-na!” diye bağırıyordu ve buna ben de dahildim.
Çok uzun süre onu ve onun dünyasındaki ayrıntıları izledim. Ne kadar garipti. Ondan önce ben eksik bir yapboz parçasıydım, şimdi ona sokulmuştum ve o da bana, bütünleşmiştik, birleşmiştik. Benim hayatımda sadece batmayı bilen bir güneş vardı; şimdi hayatım onun ellerindeydi ve o, güneşi ellerindeki hayatın üzerine doğuran kişi olmuştu.
Ondan önce ben özgürdüm, herkesin gözünde olan buydu; oysa özgürlük, onların sandıklarından ibaretti. Ben tutsaktım. Benim gökyüzüm sınırsız bir kafesti ve parmaklıkları kırabilmem için kafesin sonunu bulmam gerekirdi. Kartal, bir gün o kafesin parmaklıklarına çarpmış, parmaklıkların başlayıp bittiği yeri bana yavaşça gösterip beni özgürlüğe kavuşturmuştu. Ona baktığımda yüksek, güçlü, yaşlı, sınırsız bir dağ görüyordum ve bazı insanlar vardı, ceplerine doldurdukları büyük büyük kaya parçalarını ona fırlatıyor ama onların ceplerindeki kayalar bitse de dağ, dağlığından bir şey kaybetmiyordu. O öyle bir dağ, öyle bir güçtü ki benim gözümde, birileri onun kayalarının altında kalır, ölürdü ama o yine de yıkılmazdı.
Kartal ve Yunus, geçmişten koparıp önümüze serdiği anları geride bırakarak kamyonetten indiklerinde, Yunus Emre, Kartal’ın kolunun altındaydı ve birbirlerine sarılmış gülerek yürürlerken bu bana çok uzakta kaldığına inandığım, ait olmadığım bir zamanın içindeymişim gibi hissettirmişti. Şimdi o anın içinde, o âna aittim. Üzerlerinde parçalanan her camı yavaşça toplamışlar, parçalayanların boynuna kolye gibi saplamışlardı. Onlara baktığımda iki savaşçı görüyordum, iki dost, iki şövalye, iki keskin kılıç… Bakışları bana dokunana dek, gülümsediğimin farkında bile değildim ama gülümsememi gördüklerinde, yüzlerinde var olan o tebessüm daha da genişleyerek gözlerine yayılmıştı.
İçimde biriktirdiğim her öfke, her sarsıntı, her yıkım, tümü Kartal’ın gözlerindeki güneşi gördüğümde, bakışlarındaki fırtınaya takıldığımda gözyaşlarına dönüşüp, gözlerimden yıldız gibi kayıp gitmek istiyordu.
Yunus Emre, usul bir hareketle yüzünü Kartal’ın kulağına yaklaştırıp bir şey fısıldadı, Kartal anlık duraksasa da dudağındaki tebessüm yerini burukluğa terk etti ama silinmedi ve başını yavaşça salladı. Elini Yunus Emre’nin sırtına vurduğunu gördüm, yavaşça birbirlerinden ayrıldılar ve Yunus Emre kalabalığa girip yavaşça gözden kayboldu.
“Yeni yıla on beş dakika falan kaldı,” dedi Sibelay kulağıma yaklaşarak. “Çantanda bir şey saklıyorsan al bence.”
Hediyeyi hatırlayıp yavaşça başımı salladım. Nesli çantamı bana verirken bir şeyler biliyormuş gibi gülümsedi, alkolün etkisiyle sadece alık alık bakabilmiştim o sırada. Yunus Emre’nin nereye gittiği muallaktı, kurcalanmaması gereken bir şeydi ama zihnimde siyah, kolları aşağı sarkmış guguklu bir saat gibi asılı duran soru işaretini yok sayamıyordum.
“Ecem konusunu takma,” dedi Sibelay tekrar kulağıma doğru fısıldayarak. “Eğer sevdiğimiz insanların geçmişindeki her deneyimi kafaya takacak olursak, biz de geçmişindeki deneyim olarak kalırız. Önemli olan senin kim olduğun. Sen başkasın.”
Başımı yavaşça salladım ama gözlerim hâlâ Kartal’daydı.
O bana gelince, cehennem cennet oluyordu.
Ona bakınca, onda tamamen yok olacağımı hissediyordum.
Ona bakınca, onunla daima var olacağımı biliyordum.
Yaşadığımı hissettiriyordu bana.
Sanki ben yere yığılmış bir kan nehriydim, üzerime düşen yansımaydı o; yere düşen mermi kovanlarıydı, elleri yüze kapatarak ağlarken bileklere akan gözyaşlarıydı o.
Ona bakarken kendimi iyi hissediyordum ama aynı zamanda ona bakarken, berbat da hissediyordum çünkü onun için hissettiğim her şey beni delice korkutuyordu. Sarmaşıkların yükselerek tüm renklerini altında bıraktığı bir duvarın arkasında hep yalnızdım, o duvardan yukarı tırmanıp saçlarını çiçekler gibi yanıma sarkıtan kişi Kardelen olmuştu ve o gittiğinde, duvarlarımın tek ziyaretçisiydi artık sarmaşıklar. Şimdi ben o duvarın arkasında yalnız değildim. Sarmaşıklara tutuna tutuna, ellerine batan dikenleri önemsemeden yanıma tırmanmıştı ve bunu yaparken sarmaşıkların altında kalan duvarımın renklerine zararlar da vermişti ama sonunda gelmişti; yanımdaydı, benimleydi, duvarların arkasında sadece o ve ben vardık.
Ecem’i düşündüm ve geçmişinde var olan tüm kadınları… Bir şey ifade etsin ya da etmesin, birilerinin ona dokunmuş olma ihtimali bile mideme kaynar sular gibi doluyorken, dokunan kişiyi görmek, kalbimin derisi soyuluyormuş gibi hissettiriyordu. İnsanlar yavaşça kendi inlerine çekilmek ister gibi ortadan çekilerek birbirlerine yöneldiklerinde, ortadaki kalabalık büyük ölçüde dağılmıştı. Kartal, bir elini enseme kaydırıp beni kendine çekene dek, bu kadar yakınıma geldiğini fark etmemiştim bile. Burnumu yavaşça omzunun alt kısmına yasladım ve kokusu, bira kokusundan sıyrılarak huzur gibi içime yağmaya başladı. Bir elimi kaldırıp onun beline yerleştirdim ve kumaşın altındaki yanık izini hatırlayıp yavaşça yutkundum. Bana dokunuyordu, ben nefesinin değdiği bir karahindiba olup dağılıyordum. Bana bunu yapabilen tek adamdı. Bana bunu yapabilen tek insandı. Bana bunu yapmasına göz yumacağım tek kişiydi.
“Birazdan yeni yıla gireceğiz,” dediğini duydum, sesi parçalı bulutlar gibi saçlarımın göğüne yayılarak yağmurun haberini yer gördüğüm yüzüme duyurdu. Bakışlarımı bir boşluğa sabitleyip, kıyafetinin kumaşını avucumun içine alarak yavaşça sıktım. Bunu fark etmiş gibi parmaklarını omuzlarıma bastırdı ve sonra beni tamamen kendine bastırdı. “Biraz yalnız kalalım mı? Yeni yılı sadece sen varken karşılamak istiyorum.”
Uysal bir çocuk gibi garip bir homurtu döküldü dudaklarımdan, bunun onu gülümsettiğini hissettim ama geri çekilmedim. Çenemi göğsüne yaslayarak yavaşça gözlerimi kaldırıp yüzünün sınırlarını bakışlarımın kafesine aldım. Alttan bakıldığında yüz hatları daha kemikli, daha sivri ve köşelere sahip görünüyordu.
“O kadar yeni yıla gireceğiz ki, bir daha kimse bizim gibi yeni yıla girmeyecek,” dedim saçma sapan bir gülümsemeyle. Bakışları dudaklarıma kaydı, sonra tekrar alkolün oturduğu gözlerime uzun uzun baktı. Canım bir şeye sıkılınca, kalbimi bir üzüntü yoklayınca, içim usul usul sessizce ağrıyınca saçmalardım. Bunu ona hiç söylememiştim; bunu kimseye söylememiştim ama onun bildiğini biliyordum. Kalbim onun bunu bildiğini hissediyordu.
“Yeni yıla nasıl girersen, tüm yılın o şekilde geçermiş,” dedi kısık, sakin bir sesle ve sesini taşıyan nefesi yüzüme dağılarak rüzgârıyla yüzüme gelen saçları uçuşturdu. “Buna ne kadar inanıyorsun ya da belki de hiç inanmıyorsundur, bilmiyorum,” diye fısıldayınca bakışlarım güneş gözlerinde bekledi. “Tüm yılı, kan kustuğum geceleri, sustuğum sabahları, öfkeden önümü göremediğim anları bile senin yanında geçirmek istiyorum. Bu eskiden böyle değildi.” Gözleri yüzümde öyle çok daldı ki, sanki baktığı yerde gördüğü ben değil, hisleriydi. “Eskiden öfkelendiğimde, çaresiz hissettiğimde, dövülmüş bir demirden farkım olmadığı anlarda hep yalnız kalmak isterdim çünkü gözümde hep küçük bir kız çocuğuydun. Ben dövülmüş bir demirsem, bunun suçu senin değildi. Sana patlamaktan hep korktum. Şimdi bir yanardağ olup patlasam, neden yanımda değildin diye sana kızacakmışım gibi hissediyorum. Bencillik bu, biliyorum ama yanımda ol istiyorum. Karşında durmam canını yakıyormuş gibi geldiği zamanlarda bile ben senin karşında durmak istiyorum.”
Böyle konuştuğu zaman, dilimin altında ne kadar yersiz kelime varsa boğazımdan aşağı soluk borumu yırtan çiviler gibi akıp gidiyorlardı. “Kan grubun ne senin?” diye sordum yavaşça.
“0 negatif,” dedi neden bunu sorduğumu anlayamamış gibi bana bakarken.
Yanağımı yavaşça göğsüne yasladım. “Kimseden kan alamayıp herkese kan verebilen bir adamsın, hâlâ bencilim diyorsun.” Yavaşça gülümsedim. “Hem sen sinirlenince benim hep aynı yerime vuran bir baba olsaydın da ağlayarak kaçtığım o eve geri döneceğim ânı beklerdin ve ben hep seni sinirlendirip aynı yerime vuracağını da bilsem o eve hep dönerdim. Gidecek başka yerim olmadığından değil, gidecek başka bir yer istemediğimden.”
“Ben sana hiç vurmazdım,” diye fısıldadı.
“Biliyorum, babam da bana hiç vurmadı.”
Gülümsedi. “Ama sen bana vurabilecek birisin.”
“Evet,” dedim gülümseyerek. “Beni ne zaman kızdırsan, güzel kıçını tekmeleyeceğim.”
Dudaklarını saçlarıma sürterek, “Görmek istersen, bir sana gösteririm,” dedi alayla, bu beni utandırsa da gülümsememin genişlemesine de neden olmuştu.
“Şaplaklamama da izin verir misin yoksa?”
“Ha?”
Yüksek sesle gülüp, geri çekilip gözlerinin içine baktım. “Biraz yürüyelim mi? Yeni yıla girmemize az kalmıştı.”
Elimi avucunun içine sorgusuz alırken, arkadaşlarımız bizi görmüyormuş gibi eğlenmeye devam ediyorlardı. Koruluğa doğru ilerlemeye başladığımızda üzerime derin bir sakinlik çökmüştü ama yine de arkamızda bıraktığımız parti meydanı, alevler içinde yanıyormuş gibi yıkılmaya devam ediyordu. Avucunun içinde duran elimi daha sıkı kavradı, tutuşunu sıkılaştırması kalbimin kasılmasına neden olmuştu. Bakışlarımı koruluğun ilerisine çevirdiğimde beni karşılayan yoğun bir karanlıktı, hemen arkamızdaki alevlerin ışığının aksine ilerisi zifirden bile siyahtı. Belli ölçüde uzaklaştığımızda geri sayıma birkaç dakika kaldığını biliyordum çünkü mikrofonu eline alan adamın bağıra bağıra bir şeyler söylemesinden bunu anlamak mümkündü.
Adımlarımız sona geldiğinde, bizi partiden bir bıçakla ayırıyormuş gibi ayıran kalın gövdeli çam ağacının önünde duruyorduk. Bakışlarım kısaca etrafı kolaçan etti, ardından tam ona bakacaktım ki ağaca yaslanarak beni bacaklarının arasına aldı. Büyük avucu yüzüme kayarken gözlerim usulca kapandı, nefesim hızlanıp onun yüzüne dökülmeye başladığında bedenlerimiz bir bütün gibi birbirine yaslı duruyordu.
“Bana bu yıl daha yakından tanıştığın Kartal Alaşan’la ilgili bir şey söyle,” dedi dudakları dudaklarıma baş döndürücü bir yakınlıktayken.
“Sen aslında kimseye zarar vermeden yaşıyormuşsun ama herkes sana beni mahveden kişi sensin demiş,” diye fısıldadığımda duraksadığını hissettim. Dudaklarını kulak boşluğuma bastırdı ve devamını bekliyormuş gibi beni öptü. “Sonra beni tanımışsın, tanıdığın gün herkesi mahveden kişi olacağına yemin etmişsin. Herkesi.” Ellerim yavaşça saçlarına kayınca yutkunuşunu duydum. “Ama beni iyileştirmişsin.”
Güldüğünü duyar gibi oldum, boynumu yavaşça öptü ve tekrar yutkundu.
“Bunu geride bıraktığımız sene için söylüyorum,” diye mırıldandım ve bir dudaktan dökülen rakamlar usulca zamana yayılmaya başladı. Yeni bir yıl kapıda durmuş, kapıdan çıkacak olan yılı beklemeye başlamıştı.
“Peki gelecek yılda ben nasıl bir Kartal Alaşan olacağım?”
“Bilmiyorum,” dedim ve parmaklarım yavaşça aramızda duran çantanın fermuarına doğru kaydı. “Ama ben bu sene, geçen yıl beni iyileştiren Kartal Alaşan’ı iyileştiren kadın olacağım.”
Kitabı yavaşça çıkardığımda, korna sesleri ve çığlıklar etrafa yayılmaya başlamıştı. Kitabı yavaşça ikimizin göğsünün arasına sokarak onun kalbinin üzerine yasladım ve Kartal’ın irkildiğini hissettim. Kitabı kalbine tamamen bastırırken fısıldadım: “Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.”
Elini elimin üzerine bastırırken yavaşça yutkundu, kitabı tamamen kalbine bastırmamı sağlayan güçlü elinin sıcaklığını hissederken yavaşça gülümsedim.
“Mutlu yıllar, sevgilim.”
Kitabın ne olduğuna bile bakmadan, ona içimden kopuyormuş gibi okuduğum alıntıdan anlamış olacak ki yavaşça konuştu: “Hayatımda hiç bu kadar mesut olduğumu, içimin bu kadar genişlediğini hatırlamıyordum. Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu?” Alnını alnıma bastırdı. “Mutlu yıllar, bal.”
“Seni seviyorum,” diye fısıldadım gözlerim kapanırken. “Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.”
Bu alıntı onun derin bir nefes almasına neden olurken, “Bana hakikaten yaşamak imkânını verdiğin birkaç ay için sana teşekkür ederim,” dedi ve sonra kendi olarak fısıldadı: “Seni seviyorum. Akılsızca, mantıksız, düşüncesiz, bencilce, seni aklını kaybetmiş sikik bir adam olarak seviyorum.”
Beni seviyordu ve bu her şeyi koca bir çıkmaza sokuyordu.
Onu seviyordum ve her şeyin bir uçurumun başında, intihar eşiğinde olmasını umursamıyordum.
Geri çekilmemle gözlerini düzgün paketlenmiş kitaba indirdi ve sanki paket bile onun için mücevher değerindeymiş gibi yavaşça, paketi parçalamadan açtı. Kitabı paketten çıkarırken bir bana, bir kitaba bakıyor, bir yandan da yutkunup duruyordu.
Üst dudağını dişinin arasına alarak gergin bir şekilde kitabı kaldırıp baktığı an, başını iki yana salladı ve dudağını bırakan dişi bu kez gülümsemesini sergilemek için ön plandaydı. Genişçe sırıtırken kitaba bakmaya devam ediyor, konuşmuyor, sadece kaşlarını kaldırıp duruyordu. Gözleri bir dalga gibi kabararak birden bana çarptığında nefesimi tuttum ve gözlerinin içine baktım.
“Bu bende yoktu,” dedi yavaşça. “Lisedeyken okumuştum, kitaplığımda hiç olmamıştı çünkü o zamanlar garipsiyordum.” Gözlerini yüzümden çekmedi, doğru kelimeleri arıyor gibiydi. “Çünkü o zamanlar seni tanımıyordum. Benim için bu cümlelerin tamamı içi boş, süslü cümlelerdi. Seni tanıdıktan sonra içimin sesi oldular. Çok saçma.” Başını iki yana salladı. “Hayatım boyunca hiç oturup bir şarkıda bir insanı düşünmedim, bir şarkının sözlerine kulak kesilip kaşlarımı çatarken hiç, bir insanın yüzünü hatırlayıp sakinleşmedim. Seni tanıyıncaya dek bu hep böyleydi.”
Sadece ona bakıyordum, büyülenmiş gibi.
“Sonra bir gece sen kollarımdaydın, ben ilk kez bir şey yaptım ve sen kollarımda uyurken şarkı dinlemek istedim. Dinlediğim şarkının ismi Ben Sana Ölüyorum’du, sen uyurken o şarkıyı dinledikten sonra sen kollarımdayken bir daha denk gelmiştim o şarkıya ve açan ben değildim bu kez. Ama o şarkıyla, yani sen yanımda uyurken çalan o şarkıyla yüzünü izlediğimde, o şarkının sözleri benim için değişti. İçi bomboş gelen o cümleler anlam kazandı. O melodi sadece melodiyken, içimde bir yere dokundu.”
“Murat Yılmazyıldırım,” dedim yavaşça, o şarkıyı onunlayken dinlediğim andan öncesinde, ben uykudayken de mi dinlemişti? Başını sallayarak beni onayladı ve tekrardan kitaba baktı.
“Lavin, yemin ederim nasıl olduğunu bilmiyorum ama hayatımdaki her şeye anlam katıyorsun. Bunu durdurmaya çalıştım ama sonra bu duruma alıştım ve artık hiç durmasın istiyorum.”
“Durmasın istiyorum, hep sürsün,” dedim yavaşça yutkunarak.
“Durmasın, Lavin,” dediğinde gözleri tekrar bana kaymıştı. “Bu duracağına, artık kalbim dursun.” Elimi birden aldı ve kitapla birlikte sertçe kalbine bastırmamı sağladı. “Artık durma,” dedi. “Sen duracağına, kalbim dursun.”
Avucumu kalbine bastırırken, ret dolu bir şekilde başımı iki yana sallayarak, “Durmasın,” dedim çocuk gibi. “Neden duracak kalbin? Hiç durmasa keşke.”
“Sen hiç durmazsan, kalbim hep atar.”
“Hiç durmam,” dedim ona sokularak, bu yeni yılın ilk ona sığınışıydı. Dudakları dudaklarıma ilk dakikalarında olduğumuz yılı kutluyormuş gibi dokunduğunda, bu defa öpüşmeyi yönlendiren kişi o olmuştu. Sadece ona sığınıyor, onun elleri yüzüme kayarak beni kafeslerken ben öylece durmuş beni öpmesine izin veriyordum. Onu hissediyordum. Nefesini, ruhunu, özünü hissediyordum. Kartal’ı iliklerimde hissediyordum.
İliğimdi. Kemiklerimin içinde ilerliyordu. Damarlarım artık ona yetmiyordu.
Dudakları dudaklarımda fırtınayla büyüyen yangınlardı. Beni öptü, tek ihtiyacı buymuş gibi. Beni öyle bir öpüyordu ki, bana olan hisleri onun içini sakatlıyordu. Bir yangında karşılaşmıştık onunla. Bir elim tenine kaydı ve ona tutunma, ona dokunma isteği, içimde yuvarlanıp insanları altına alarak yok etmek isteyen bir çığ gibi büyüdü. Çenemi sertçe kavrayıp ağzımı tamamen aralamamı sağladığında birden tüm algılarım ona saplı kaldı ve dilini ağzımın içinde hissetmek, midemden fırlayarak göğsümde patlayan bir havai fişeğin ruhumu tutuşturmasına neden oldu.
“Benim de sana bir hediyem var,” dedi Kartal yavaşça geri çekilirken ama biliyordum ki şu an onun için de geri çekilmek, en az benim için olduğu kadar zordu. Onu öpmek istiyordum, bu istek beni çılgına çeviriyordu ve kendime hayret ediyordum; tek ihtiyacım oymuş gibi onu durmadan, saatlerce, nefes nefese öpmek istiyordum.
“Ne?”
“Gel,” dedi beni bileğimden kavrayarak.
Birlikte koruluğu aşıp, cipine doğru yürümeye başladık. Arka arkaya bir konvoy görüntüsünü hatırlatır şekilde sıralanmış araçların arasından geçerek onun cipinin önüne geldiğimizde, yüzüm baskıdan dolayı yanıyordu. Gözleri beni buldu, ardından iç çekti ve bakışları usulca benden uzaklaştı.
“Hatırlıyor musun?” diye sordu cipin arka kapısına uzanırken. “Bundan bir süre öncesi, öylesine ettiğimiz bir muhabbetti, belki hatırlamazsın.”
“Neyi?”
Kapıyı yavaşça açınca kısık bir ses duyuldu ve algılarıma saplanan sesten dikkatimi ayıramazken, Kartal, “Doğru eğitilmediklerini, aslında zararsız olduklarını, insanların hatalarının bedellerini ödediklerini söylemiştin onlar için,” dediğinde zihnim allak bullak olmuş bir şekilde ona baktım. Koltuğun arkasındaki küçük kutuyu kendine doğru çekince, kutunun iki yana kanat gibi açık duran kapaklarının titrediğini gördüm ve beyaz bir şey yavaşça kafasını dışarı doğru uzattı.
Bu yavru bir köpekti, bembeyazdı, lekesiz görünüyordu. Şaşkınlıkla gözlerim irileşti. Kartal kitabı koltuğun kenarına yavaşça bıraktı. “Bu küçük adam bir Pitbull yavrusu,” dediğinde, o an, onunla öylesine ettiğimiz bir muhabbet zihnimde belirdi. Bu o kadar kısa ve yüzeysel bir muhabbetti ki, aklında tutmuş olması bile beni şaşırtmıştı. “Onun annesini uyuttular. Annesi uyutulmadan önce gebeymiş, bebeklerini o uyutulduğunda güçlükle kurtarmışlar. Birkaçı ölü doğmuş, birkaçı doğumdan birkaç saat sonra hayatını kaybetmiş.” Gözlerini kutunun içindeki beyaz yavruya indirdi. “Kurtulan sadece o olmuş.”
Kartal ile öylesine bir araba yolculuğunda olduğumuz bir andı, o aracı kullanırken saçma sapan konular döndürüyorduk ve yol kenarında köpeğini gezdiren bir genci görene dek, konumuz saçma sapandan hiç sapmamıştı. Gencin köpeği, tehlikeli damgası yemiş bir ırk olan Pitbull’du . Kartal ile köpeğin ırkıyla ilgili başlattığımız sohbette, onların insanların yaptıklarının bedelini ödeyen, suçsuz, o damgayı hak etmeyen canlılar olduğunu savunup durmuştum ve Kartal bu konuda bana katıldığı için sohbet derin ve uzun sürmüştü.
“Onun şansı olduğunu hissettim,” dedi kutuyu bana uzatırken. Gözlerimi kar beyazı yavrudan ayıramıyordum. Henüz küçüktü ama yine de bir yavruya göre biraz iri görünüyordu. “Bir bedel ödemesini istemedim. Ona bu dünyada bedel ödetmeyeceğine inandığım tek insansın. Bir seçme hakkı olsa ve seni tanısa, binlerce insanın içinden seni seçerdi.”
“Üşüyecek,” diyebildim, ardından gözlerimi kaldırıp ona baktım. “Hep bir köpek istemiştim, köpekleri seviyorum.” Gözlerimi tekrar ona indirip yutkundum. “Onu hangi ara getirdin? Ben… Teşekkür ederim.”
“Alper benim için onu buraya bıraktı,” dedi Kartal, yutkundu. “Teşekkür etmene gerek yok.”
“Etmek istedim.” Uzun uzun altın kahve gözlerine baktım. “Hatta şu an sana sarılmak da istedim.”
“Neden çocuk gibi söyledin bunu?” Yavaşça gülümsedi.
“Bazı istekler var, onlar bizi hâlâ çocuk kılan yanlarımız,” diye fısıldayıp elindeki kutuyu kucağıma aldım. “Üşümesini istemiyorum. Ona iyi bakacağım.”
Kartal kitabı bıraktığı yerden alıp elindeki kitaba bakarak, “Ben de iyi bakacağım,” dedi. “O kadar iyi bakacağım ki, altını kalemle değil, gözlerimle çizeceğim.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kelimeleri güven kokuyordu, kelimeleri ruhuma dokunuyordu. “Bir ismi yok, değil mi?” diye fısıldadım.
“Yok. Senin ona bir isim vermeni istedim.”
Başımı yavaşça salladım. “Casper olsun ismi.”
“Casper olsun,” diye onayladı beni yumuşak bir sesle.
“Tok mudur şu an?”
“Merak etme, Alper ilgilendi,” dedi, beni izlediğini bildiğimden gözlerimi yüzüne çevirdim.
“Arabada bırakırsak boğulabilir,” diye mırıldandım, kanımdaki alkol miktarına rağmen her şey netti; renkler netti, duygular netti, içinde olduğum an netti.
“Araç onun için sıcak ve güvenli,” dedi Kartal. “Hadi onu yerine bırak da eğlenmeye gidelim.”
“Tek kalmasa mı?”
Dudaklarındaki kıvrım derinleşti. “Bu yüzden seni çok güvenli buluyorum,” diye itiraf etti birdenbire, gözlerim gözlerine bileğe geçirilmiş kelepçeler gibi geçince bakışmamız aniden yoğunlaştı. “Bana güven duygusunu tattıran ilk kadınsın.” Gözlerimi kaçırmak istesem de ona bakma isteği ağır basıyordu şu an. “Yanlış. Bana güven duygusunu tattıran ilk insansın.”
“Beni neden güvenli buluyorsun?”
“Herkes gibi değil, kendin gibi seviyorsun. Herkes gibi değil, kendin gibi koruyorsun.” Bana doğru bir adım atınca duyduklarımın etkisiyle sertçe yutkundum. “Herkes gibi hiç olmadın, Lavin. Belki bir kimlik karmaşası yaşıyordun ama hiç, bir başkası gibi olmadın. Her duyguyu kendin gibi yaşıyor ve yaşatıyorsun. Bu seni güvenli kılıyor. Herkes gibi değil, kendin gibi kıskanıyorsun. Herkes gibi değil, kendin gibi öfkeleniyorsun. Herkes gibi değil, kendin gibi savaşıyorsun. Benim hayatımda bir Lavin var, tek başına herkesi yenebilecek güçte.”
“Böyle açık konuşman beni şaşırtıyor ama sonra neden şaşırdığıma anlam veremiyorum. Sen hiç lafı gevelemedin zaten.”
“Seni güvenli bulmasaydım, en başta yastığın altında sakladığım ne kadar uyku varsa hepsini önüne dökmezdim zaten.”
“Senin yanındayken, senin yükünmüşüm gibi hissettiğim zamanlar oldu,” diye itiraf ettim, madem kartlarımız daima böyle açık oynanacaktı, bilsin istiyordum. Duraksadığını görünce elimdeki kutuyu daha sıkı kavradım. Casper yavaşça kafasını kutudan dışarı çıkarmaya çalıştı ama henüz bir yavru olduğundan geri devrildi. “O kadar çok denizi izliyormuşsun gibi hissettim ki, sanki ben senin ayağına bağlanmış bir taştım ve sen denizi çok arzuluyordun.”
“Batarsam seninle, Lavin,” dedi bir anda. “Boğulursam seninle.”
Kar parçaları usul usul, döne döne inmeye ve saçlarıma aklar gibi düşüp tutunmaya başladıklarında, “Düşersem seninle, Kartal,” dedim apaçık duygularımla. “Bitersem seninle.”
Bana yaklaştı, kutu ikimizin arasında kalırken dudaklarını yavaşça saçlarımın üzerine bastırdı. “Ben ölenle ölmüştüm,” diye fısıldayınca gözlerimin kenarını sızlatan yaşların çoğaldığını hissettim. “Sen mezardan çıkardın beni.”
Gözlerimin kenarından akan bir damla yaş yanağımın yarısına kadar geldiğinde, yutkundum ve konuştum: “Ben girdiğim mezarda bile sığıntı gibiydim, yerimi buldum seninle.”
“Çok açık konuşuyorum, biliyorum, böyle konuşunca da kendimi çok göt ağızlı hissediyorum,” diyerek güldü saçlarımın arasına doğru. “Ama bu yola çıktığımız zamanlarda dünya yansın istiyordum. Dünya yansa rahatlayacaktım. Ya öyle bir şey ki, şimdi şu dünya yansa, ben belki rahatlarım ama o yangında bile yine sana su taşırım.”
“Beni helak edeceğini biliyorum,” diye mırıldandım uykulu bir sesle. “Ama göğsüme baskı uygulayan şeyin sütyenin demiri olmadığını da bilecek yaştayım. Ne olduğunu bildiğim bu şeyi artık durdurmak istemiyorum.”
Yavaşça güldü. “Sütyen falan, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürüp kafamın içini bulandırma şimdi…”
Gözlerimi birden kısıp, “Git o kızı düşün sen,” diye homurdandım ama geri çekilmedim, çenesi hâlâ saçlarımın arasında duruyor, kar taneleri yavaşça üzerimize tutunuyordu.
“Kızım, Ecem’i ilk görüşte tanımadım, adını bile hatırlayamadım,” dediğinde, şakasına söylediğim o cümle birden kafamın içine kan gibi toplandı ve onu itme isteğiyle kaşlarımı çattım.
“Ecem mi? Sen ona sahiplenme eki mi getirdin? Umarım ben sağırımdır.”
“Kızın adı Ecem.”
“Hâlâ Ecem diyor, söyleme şunun ismini,” diye çemkirerek kucağımda Casper’ın kutusuyla geri çekilip ona cins cins baktım. “İsminde bile sahiplenme eki var kadının.”
“Ama kızın ismi…”
“Sana bir isim koyarım şuradan,” diye homurdandım çatık kaşlarla. “Ece de.”
“Ama ismi Ecem…”
“Şerefsiz.”
“Ben mi?”
“Evet, sana isim koydum. Artık ismin bu. Şerefsiz.”
Gülerek, “Ne yaptım ki?” diye sorunca ona gözlerimden ölümcül ışınlar çıkararak baktım. “Bakma öyle, gülesim geliyor…”
“Gül tabii gül, kesin Gül adında bir takıldığın falan da olmuştur senin. Güldürdü mü seni bari?”
“Lavin…”
“Kes be,” diye homurdandım. “Casper’ın velayetini alırım, hafta sonları bile göremezsin onu.”
“Alkollüyken mi daha komiksin, kıskanınca mı yoksa her ikisi bir aradayken mi bilemiyorum.” Bana yaklaşınca kutuyu aramıza sokarak ona kötü kötü baktım. “Hem velayet falan. Hayırdır Lavin, evlenmek mi istiyorsun benimle sen?”
“Ne ilgisi var? Kim evlenirmiş seninle? Şu tipe bak, piercingler, dövmeler, şekle bak… Evlenilecek adam mısın sen?” Homurdanarak etrafıma baktım. “Evlenmek falan istemedim ben seninle, ne alaka? Salak salak düşünceler, alakasız alakasız, anlamsız, saçma yani…”
“Şahsen ben inandım…”
“Burnuna takmış halka, sanırsın bufalo,” diye homurdanınca yüksek sesle güldü. “Gül tabii sen gül, aklına Gül geldi kesin.”
“Kafanda kuruyorsun…”
“Değil mi? Gül de arkadaşındır kesin.”
“Lavin,” dedi gülmeye devam ederek.
“Cahille sohbeti kestim.”
“O suratını komple yalarım,” dedi birden sert bir sesle, duraksayıp ona bakakaldığımda yavaşça göz kırptı.
“Aa, ne yalayacakmışsın be?” Etrafıma bakınıp kaşlarımı çattım. “Deli mi ne ya? Avucunu yalarsın sen anca.”
“Seninkini yalayayım?”
“Ha?”
“Senin avucunu yani…”
“Gidiyorum ben,” diye homurdandım. “Bira içip ağaç kenarlarına işeyeceğim.”
“Ne?”
“Evet,” dedim omuz silkerek.
“Utanınca daha komik oluyorsun.”
“Utanmadım ben.”
“Utandın. Bira içip ne yapacaksın? Tekrar söyle.”
💫️
Elinde olsa onu ölümden alırdı.
İzin verselerdi, onu mezarından bile çıkarırdı.
Toprağa tırnaklarını saplar, kazardı; o bulur, oradan alır, kaçırırdı.
İmkân vermediler.
İçine döktüğü okyanusların bir damlası yüzünden akmadı.
O çok ağladı, yanakları hiç ıslanmadı.
Kimin yüzüne baksa koca bir boş tuval gördü, renklere kör oldu, güzel olan hiçbir şey artık yoktu; herkes anlamsızdı, aptaldı. Göğsünde aç bir acı vardı, o küs bir çocuk gibi o açlığı doyurmadan ağrılar içinde uyudu. Sigarası bitene kadar fotoğrafına baktı, sigarası bittiğinde fotoğrafların tamamını bir bir ters çevirdi, bir daha düz olsunlar istemedi. Teşekkür etti içine, bu kadar acıdığı için ve minnettardı kalbine, onu hiç unutturmadığı için.
Onunla çoğalan mutluluğunu kaybettiği gün, acıyı kalbiyle bölüştü, ruhunu kaybetti, insanlığını geride bıraktı. Gözlerini birine bakmak için değil, baktığı yerde onu bulmak için açtı; bulamadı. Gözlerini yumduysa bu uyumak için değildi, ondan başka birini görmemek içindi.
Ellerini bağladılar, yolunu unutturdular, susturdular. Bunu yaptıranlar kalbiydi, zihniydi, ruhuydu, elleriydi, gözleriydi; ona düşmandılar. Güzel olan ne varsa ayakları burkulmuştu, gidemedi ona; kötü olan her şey koşmayı öğrendi ona, onun yokluğunda.
Onun önüne iki yol koydular, ikisi de yanlıştı. Birini bile seçmedi, birine bile sapmadı, birini bile istemedi. Belki yaşardı ama kalbi tükürürdü yüzüne. Yaşamayı hiç istemedi, yaşadıysa bu yine o, ondan yaşamasını istediği içindi. Onu inandırabileceğini bilse, var olan güveni yakmak pahasına intiharın ecel olduğunu söyler, belki giderdi yanına.
İnanmazdı Leyla.
“Kalbim yüzüme hiç tükürmedi benim, Leyla,” diye fısıldadığında, salonun içine sakladığı karanlık, kapının açılmasıyla yavaşça kırıldı ama aydınlık etrafa bulaşmadı. “Bu gece de içimden sakat bir at son sürat sana koşuyor.”
Bir süre içeri girmedi, bekledi. Fotoğrafın durduğu sehpayı izledi. Fotoğraf karanlıkta kalmıştı, onu tekrar göreceği için mi heyecanlıydı yoksa ilk kez bir fotoğrafı ters dönmemiş, yüzü ona dönük duruyor diye mi heyecanlıydı o da bilmiyordu bunu.
İçeri doğru bir adım atınca zaman, boğazından aşağı bir bıçak gibi sarktı ve yutkunamadığını hissetti.
Zaman çok alçaktı. Zaman çok kalleşti. Sevdiği kadının fotoğrafının karşısında durup, bir fotoğrafla savaşmasını istemişti ondan zaman. Zaman çok kötüydü. Zalimdi zaman.
Beş karış yüzünü yavaşça salonun diğer ucuna çevirdi, cam duvardan içeri güçlükle sızan ışığa baktı ve derin bir nefes alıp başını salladı. “Bulut çok hasta olmuştu,” diye fısıldadı biri onu dinliyormuş gibi ciddi ama kaygılı bir sesle. “O kadar hastaydı ki, acısı sadece onu vurursalar geçermiş, o kadar hastaydı.” Bir adım daha attı ama fotoğrafa bir kez olsun bakamadı. “Bulut’u bir el ateşle vursam mı zalim olurdum, yoksa iyileşeceğine inandırmak ister gibi başının üzerini okşasam mı?” Omuz silkti çocuk gibi. “Başını okşadım, zalim orospu çocuğu de bana, vuramadım onu, Leyla.”
Gözünden bir damla yaş akınca büyük avucuyla yaşı yanağına inemeden sertçe sildi.
“Ölmedi Bulut. Senin başını okşasaydım da ölmeseydin keşke.”
Birden eğilip, ellerini dizlerinin üzerine koydu ve dizlerine hırsla vurmaya başladı.
“Öldü, öldü, öldü!” diye hırladı dişlerini sıkarak. “Zalim orospu çocuğu, kendi yüzüne nasıl vurursun bunu? Öldü!”
Yavaşça doğrulurken dişlerini sıkıyor, gözlerini sıkı sıkı yumuyordu.
“Zaman bana bunu söyleteceğine, keşke sıkılmamış kurşunlar çiğnetseydi.” Derin bir nefes alıp, avucunu yüzü boyunca sıyırdı. “Of!” Birden hızla yürüdü, tek seferde çerçeveyi eline aldı ve çerçeveyi yüzüne yaklaştırırken hızla konuştu: “Lütfen bir daha ölme.”
Gözlerine baktı, gülen yüzüne, onu ilk kez görüyormuş gibi bakarken gözlerinden birden yaşlar dökülmeye başladı.
“Lütfen,” dedi çerçeveyi parçalayacak gibi tutup sallayarak. “Bir daha ölme.”
Çenesi bile titremiyordu gözlerinden yaşlar dökülürken.
Gözyaşları patır patır, yağmur damlaları gibi Leyla’nın yüzüne aktı, çerçevenin üzerinden bir camdan kayan yağmur damlaları gibi kaydı.
“Bu gece biraz güldüm ben ama biliyorum, sen benden bile çok gülümsedin,” diye fısıldadı birden sakinleşerek.
Yavaşça başını sallayıp, gözlerinden yaşlar dökülürken dudaklarını büzdü ve ardından gülümsedi.
“Alper geldi,” diye fısıldadı. “Severdin onu. Hem Kartal hem sen seviyorsun diye, onu sevdiğim hâlde hep en çok ona bilenirdim. Senin de en yakın arkadaşındı, Kartal’ın da en yakın arkadaşı, bu yüzden olmasın istedim. Bir de onu bulaşık deterjanıyla zehirlediğimin farkında bence.” Gözlerindeki yaşları avucunun içiyle sildi ve burnunu çekti. “İyi çocuk, hoş çocuk ve hâlâ yanak sıkmayı çok seviyor. Merak ediyorum, avuçlarını senin yanaklarına bastırdığı zaman aldığı sıcaklığı hâlâ hatırlıyor mudur, Leyla?”
Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Of!”
“Sibelay ve Neslihan bildiğin gibi.” Başını sallayıp gözlerini açınca bir dolu gözyaşı daha tek tek damladı çerçeveye. “En başında senin anladığını bilmiyorlar. Onlara o gece kulağıma eğilip olacaklarını söylediğini anlatmadım. Sana o gece inandığım hâlde, inanmadığımı söyledim. Sana inandım. Bu hep böyleydi. Sana hep inandım. Sen iki insanın birbirini sevdiğini söylersen, o insanlar birbirlerini öldürürken bile birbirlerine âşık ölürler. Öyle inanıyorum ben sana. Yalan söylediğini bildiğimde bile inanırdım, öyle inanıyorum.” Gözlerini kapatıp, yüzünü buruşturunca gözyaşları yanaklarına doğru kaydı. Başını önüne eğdi, başı bir süredir hep böyle öndeydi. “Sana çok inanıyorum, Leyla. Sen bana öldüm demeden, ben senin öldüğüne inanmayacağım.” Gözlerini aralayıp fotoğrafa baktı. “Bana öldüğünü hiç söyleme, Leyla. Bunu benden hep sakla. Bana yalan söyle. Ben bunu bilmek istemiyorum. Sen yalan söyle, ben yalana inanayım.”
Başını yavaşça salladı.
“Sibelay’ın alnına yapıştırdığın 9 numaralı okey taşını hâlâ sakladığını, dün çantası yere düştüğünde o taş da yere fırlayınca fark ettim. Taşı benden saklamak için akla karayı seçti. Neslihan bütün dövmelerinin hepsini düzelttirdi ama çok sarhoşken ona çizdiğin yamuk Cin Ali dövmesini hâlâ kimseye elletmedi. Dokundurtmadı bile. En sevdiği dövmesiymiş, öyle söylüyor soranlara. Sahra’nın en sevdiği kitabın ayracı hâlâ birlikte kayak yaparken çektirdiğiniz fotoğraf, Burak hâlâ senin yazdığın puding tarifini okuyor ama o gece öyle çok ağlamış ki, pudingi bir türlü tutturamıyor artık, tarifin yarısının mürekkebi karışmış ve Kartal birini sana söz verdiği gibi seviyor.”
Elini saçlarına götürüp, bir çocuk edasıyla kafasının üzerini kaşıdıktan sonra burnunu çekti. Artık ağlamasa da yüzü yaşlar içindeydi.
Sonra birden gözlerinden yeniden yaşlar dökülmeye başladı.
“Sana Kardelen’i anlatamam ama biliyorum, eğer şu an buradaysan, sen de şimdi onu bana anlatıyorsundur. Ona söyle, abisi bana ve çok sevdiği birine emanet. Unutma, o da sana emanet.” Parmağını yavaşça fotoğrafın üzerine götürüp, yaşlarla dolu fotoğrafı yavaşça okşarken gülümsedi.
“Benim hayatımda bir Leyla var,” dedi yavaşça. “Var olmadığı zamanlarda bile hep var olan bir Leyla.” Dudaklarındaki geniş gülümsemeye rağmen gözlerinden yaşlar boşalıyordu. “Leyla, hani yunuslar ağladıklarında ölürlerdi? Bir okyanus aktı gözlerimden, hâlâ buradayım, sana bir adım gelemedim ben.”
Gözyaşlarını durdurmak ister gibi derin bir nefes aldı.
“İyi ki sen vardın. Öyle bir vardın ki, bir daha kimse var olmayacak.”
Şehirden yükselen havai fişeklerin ışığı profilini aydınlattığında, gözleri hâlâ Leyla’nın can suyu mavisi gözlerindeydi.
“Mutlu yıllar iki gözüm.”
Eğilip, fotoğrafı gözlerini yumarak uzun uzun öptü.
“İki gözüm.”
İHTİLAL
🎧: Birkan Nasuhoğlu, Diken