Ölmeyi tüm kalbinle dilediğin zamanı düşün, bu senin için bir dilekken her zaman üzülmedin mi ölen bir başkası için? Senin dileğini biri yaşadığında, üzüldün. Sonra durdun, kovdun ölümü kafandan; o örümcek ağı gibi dolanmış zihnine, seni çürütmeye başlamış, kabuk olmuş bir yaraya ama seni öldürmeye yetmemiş düşünceden belki annen, belki baban, belki ikisi de değil ama biri için vazgeçtin.
Ölüm, zihnimin sınırlarında hiç var olmamıştı.
Ölümü her şekilde düşünebilirdiniz. Aniden gelirdi, siz onu seçebilirdiniz, sonunda geleceği kesin olduğu için bekleyebilirdiniz; binlerce şekli vardı. Yine de ben hiç, bir adamın gözlerinin içine bakarken öleceğimi düşünmemiştim. O gözlerde birkaç saniyelik süren yıkımın enkazı yıllarca içimde devrilmiş vaziyette öylece duracakmış gibi gelmişti.
Hayal kırıklığı.
Gurur Mert Çalıklı’nın gözlerinde duran ifadenin kimliği buydu.
Kelimeler kayboldukları yerden çıkıp bana doğru gelemeseler de onun gözleri kelimelerle dolu bir kuyuydu şimdi. Saniyeler içinde o kuyu, canımı acıtabilecek onlarca anlamla, duyduğum an beni küle çevirecek binlerce kelimeyle dolmuştu.
Mahvolduğumu hissettim ama iki ayağımın üzerinde duruyordum.
Bazen bir yalan, bir insan değerindedir; o yalanı söylersin ve o insanı sonsuza dek kaybedersin. Bu yalan benim dudaklarımdan çıkmasa da sessizliğimle bu yalana kalkan olduğumdan, o insanı sonsuza dek kaybetmenin eşiğine gelmekten korktum.
Gözlerindeki anlamlar beni savaş alanında silahsız yakalamış gaddar bir askerin, namlusundan arka arkaya saçılan ateşler gibi hedef alırken öylece durdum ve bekledim. İnsan kaderini böyle beklerdi.
Gurur’un bakışlarındaki anlamlar büyüdükçe büyüdü, beni vurdu, yere devirdi, kanımı kaybetmeme neden oldu ama öldürmeye yetmedi. Yerde uzanmış beni kaldıracağı, yaramdan akan kan dursun diye parmaklarını yaraya bastıracağı, gözlerime hayal kırıklığıyla değil de özlemle bakacağı ânı bekledim. O an, cehennemin cennete olan uzaklığı gibiydi; yan yanalardı aslında ama asla kavuşamamışlardı. O âna hiç kavuşamayacakmışım gibi hissettim.
“Gurur,” döküldü dudaklarımdan, akıp giden saniyelerin arasında bu dudaklarımdan kopup giden ilk şeydi. Onun ismi.
Ne söylemesi gerektiğini bilmiyormuş gibi bir an için boşlukla, gözlerinde durduramadığı bir karmaşayla bana bakakaldı. Onu tutup içeri çekmek, her şeyi baştan sona anlatmak istiyordum ama sonuçları beni korkutuyordu. Alacağım tepkiler sadece gözlerindeyken bile kalbimi parçalamaya yetmişti çünkü.
Cenan’ın paniği bir anlığınaydı, sonrasında sakinleşti, kızını omuzlarından tutup yavaşça bize doğru yürütmeye başladı. Bize bakmadı, belki de bakamadı, sanırım o şu an hissettiğimden daha ağır bir şey hissediyordu.
Bir sır açığa çıktığında, bir hayat mahvolurdu.
Cenan kızına özenle kurduğu hayatın yıkılıp parçalara ayrılmasından korkuyordu. Kızı bir ada parçası gibiydi, eğer parçalanırsa askerlerin bu koca okyanusunda kaybolmaya mahkûmdu parçaları. Cenan’ın bundan korktuğunu hissedebiliyordum. Gurur’un sessizliği beni kasıp kavururken bile bunun farkındaydım.
Gurur birdenbire, “İçeri gir,” dedi bana, tekdüze sesi eski bir anı gibi yüzüme yayıldı ve gözlerime ulaştı.
Anılardan kaçamadım, geçmiş beni terk etmedi.
Yerimden hareket edemediğimde Gurur, “İçeri gir, Zeliha,” dedi sertçe ve sesiyle beraber çözülen bedenim bir adım geri gitti. Bacaklarımdaki derman çekilmişti.
Bu geceyi böyle hayal etmemiştim ve Gurur’un da böyle hayal etmediğine emindim.
Gurur üzerime doğru gelip benimle beraber içeri girdiğinde bakışlarım onun kolunun kenarından dışarı süzüldü. Cenan kendi kapısının kilidini açmak için sırtını bize dönmüştü. Dide ise neler olduğunu anlamak ister gibi annesinin bacağına sokulmuş bizi izliyordu.
Dışarıda son gördüğüm manzara, Dide’nin merakla parlayan çivit mavisi gözleri oldu. Ardından kapı kapandı ve kapanan kapının tam önünde dikilen Gurur’a bakmak için kafamı güçlükle kaldırdım.
Gözleri bir yabancının değil, benim tanıdığım, bana sinen adamın gözleriydi ama bakışları bir yabancınınki kadar karmaşıktı. Bir süre tam karşımda öylece durdu. Yan taraftaki koridorun ışığı yüzünün yarısını kaplamış, aydınlatmıştı ama diğer yarısı tutulmaya geçmiş ayın yüzü gibi karanlıktı.
“O çocuk,” dedi Gurur, sonunda kelimeler dudaklarına geliyor gibiydi. “O çocuk, Cenan Kaplaner’in miydi?”
Ona dokunmak, ona sarılmak, kokusunu içime doldurup sessizce göğsünde uzanmak isterken şimdi ondan iki adım uzakta durmuş, doğru kelimeleri ararken içten içe çöküyormuşum, kendi ayaklarımın üzerine yığılıyormuşum gibi hissediyordum.
“Evet,” diyebildim, bir cevap vermesem gözleri bir bina olacak, üzerime yıkılacaktı sanki. Zaten o gözlerin anlamlarının altında kalmıştım. Tamamen tuz buz olmaktan korkuyordum.
“Ve?”
Bir adım geri çekilme isteği tüm iskeletimi deprem gibi sarstı. Gurur’un bakışları şimdi daha da dikkatliydi, keskin bir bıçak gibi bana doğrulmuştu. Vereceğim cevaptan sonra en büyük yarayı ben alacakmışım gibi hissettiğimden mi bilmiyordum ama bir an sadece susup ona baktım. Yalanlamak istemedim, daha fazla saklamak istemedim, bilsin istedim ama öte yandan bunu ona söyleyemedim.
Ağzımı açıp tek kelime edemedim.
“Bir soru sordum, bu sorunun cevabını bildiğini de biliyorum. Cevaplayacak mısın cevaplamayacak mısın?” diye sorunca, gözlerimi kaçırmak istemememe rağmen bunu yapamadım, doğrudan gözlerinin içine baktım.
Göz kontağını kesersem her şey daha da kötüye gidermiş gibi hissediyordum.
“Sana anlatacaktım.”
“Neyi?”
Mimiksiz, tekdüze bir ses tonu kullanarak sorduğu soru yeniden olduğum yere mıhlanıp, bir müddet sessizliğin pençeleri arasında öylece ona bakmama neden oldu.
Gurur, uzun zamandır bana bu kadar karanlık hissettirmemişti.
Bana doğru bir adım daha attı ve “Neyi, Zeliha?” diye sordu sertçe.
“Muşta…”
Cümlenin devamını beklemeden, “Bunu benden saklamış olma,” dedi, bir an o ses tonu, o ifade, o cümle o kadar ağır geldi ki taşıyamadım. “Şaşır, bir şey yap, Zeliha. Biliyormuş gibi bakıp, biliyormuş gibi konuşma.”
“Beni dinlemeni istiyorum,” diyebildim, bunu dedim ama ne söylemem gerektiğini ben de bilmiyordum.
“O kızın babası Muşta, sen de bunu biliyor muydun?” Sorusu bıçak gibi zamanı da kesti, dudaklarımdan dökülmek için hazırlanan kelimeleri de. Sustum. “Sen de bunu biliyordun.”
Bu nasıl mümkün olabilir der gibi baktı bana. Bu nasıl mümkün olabilir, mümkün olan bu olayın baş karakterlerinden biri nasıl sen olabilirsin, benden bunu nasıl saklayabilirsin, bunu bilip nasıl susabilirsin, der gibi baktı.
Belki tek kelime etmemişti, belki bana kıracak kelamlar söylememişti, belki aşırı bir tepki de vermemişti ama öyle bir bakışı vardı ki, keşke tüm bu saydıklarımı yapsaydı diye düşündüm.
Bir süre öylece birbirimizin karşısında durduk. Ne bir şeyleri çarptı ne bir şeyleri yüzüme vurdu ne de tek kelime etti. Yüzünü saran sakallara, gözlerine inmiş hayal kırıklığına, çizik içindeki kollarına baktım. Sonunda, hiç beklemediğim bir anda yan dönerek benden uzaklaşmaya başladığında kalbim ağrıyla sıkıştı. Ayaklarıma sert bir emir vererek arkasından ilerledim. Basamakları hızla tırmanmaya başladığında tam arkasındaydım.
Bir sonraki hareketini kestiremiyordum, bunun için kalbim sıkışıyordu. Sessizliği kalbimi sıkıştırıyordu.
Konu ikimiz olsa bağırır çağırırdı belki ama konumuz biz değildik; konumuz babası gibi sevdiği bir adamdı ve ortada saklanan hayati bir sır vardı. Bir insanın hayatını değiştirecek büyüklükte bir sır. Üstelik bir değil, birçok insanın hayatını değiştirecekti bu sır. Açığa çıktığı an, hayatlar usulca değil, birdenbire değişime gidecekti.
Üst kata çıktığı anda Leon ve Pars hızla ona doğru gelip etrafında dolandılar ama Gurur onlara dokunmadı bile. Banyoya girdiğini gördüm, kapıyı kapatsa da kapı aralık kaldı. Başta banyonun kapısına yaklaşacak cesareti kendimde bulamasam da içimde bir şeyler son sürat yıkılmaya devam ettiğinden başka çarem olmadığını anlayıp kapıya yöneldim. Kapıya hafifçe dokunduğumda aralık kapı biraz daha açılarak onu gözler önüne serdi.
Kalbimin ritmini bozan, benim için bıraktığını bildiğim sakallarını, şimdi, tam şu anda kesiyor olmasıydı.
Tıraş köpüğünü yüzüne hızla sürerken gözleri aynaya saplı duruyordu, muhtemelen arkasında olduğumu, kapı aralığından onu izlediğimi fark etmişti ama bakışları yansımasından dahi olsa kapıya doğru çevrilmemişti. Ona durmasını söylemek istedim, yeterince incelemediğimi söylemek istedim, hatta yalvarmayı bile düşündüm ama dudaklarım yine bir kelimeye gebe kalamadı.
Jileti güzel yüzünde kaydırmaya başladığında kapıyı biraz daha ittim ve içeri girdim. Yüzünden sıyırarak yok ettiği sakalları sırtımı kapıya yaslayıp, mutsuzluğumu gizleme gereği duymadan bükülmüş dudaklarımla izlemeye başladım. Neden kavga etmiyorduk? Neden bağırmıyordu? Neden bir açıklama istemiyordu? Bunun basit olmadığını biliyordum, sıradan bir konu olmadığının farkındaydım. Neden sadece tıraş oluyordu?
“Gurur.”
Jileti tutan eli anlık donsa da tepkisi bununla sınırlı kaldı, jilet yeniden yanağında kaymaya başladığında bana cevap vermeyeceğini biliyordum.
“Seni tehdit mi etti?” Bu soru, son bir umut kırıntısı taşıyordu içinde, daha da acısı bu umut kırıntısını parmaklarımın arasında ufalayacak olmamdı çünkü hayır, Cenan beni hiçbir zaman tehdit etmemişti.
Jileti lavabo tezgâhına vurup suya tuttu, ardından şakağını parmağıyla yukarı çekip jileti bir kez daha elmacıklarından aşağı doğru kaydırdı ve gözleri aynadaki yansımadan bana doğru çevrildi.
“Seni tehdit etmedi.” Bu cümle de onun dudaklarından dökülmüştü, gözlerini tekrar benden ayırıp kendisine çevirdi ve jileti bir defa daha tezgâha vurup çenesinin altına doğru götürdü. “Anladım.”
“Mecburdum.” Bu bir sebep miydi? Mecbur olmak? Neye mecburdum? Burnumu sokmak istemedim demem daha doğru olmaz mıydı? Ama zaten burnum bu olayın içine gömülmüştü bir kere.
Bu sırrı susmuştum. Şimdi bu sırrı sustuğum için, Gurur da bana susuyordu.
“Mecburdun.” Jileti suyun altına tuttu, bir süre su aktı, elini çekti ve su sustu. Gurur gibi. “Anladım.” Dişlerini sıktığını gördüm, yüzünde belirginleşen kemikleri izledim, bana değil kendisine bakmaya devam etti. Sustu.
Ona doğru bir adım atmamla, elindeki jileti tezgâhın mermerine daha sert vurması bir oldu. Adımlarım donup kaldı. Kalbim korkuyla değil, başka bir duyguyla çarptı. Kendisiyle olan savaşını çıplak bir şekilde görebiliyordum. Sessizliği bu savaşı gizlemek için kuşandığı bir silahtı. Jileti tekrar yüzüne götürdüğünde sertçe yutkunup olduğum yerde kıpırdamadan onu izlemeye başladım. Şimdi aynada kendi yansımamı da görebiliyordum. Perişan bir surat ifadesi vardı yüzümde.
“Ben sadece…”
“Bu gece benden uzak dur. Bu gece ben bir saatli bombayım ve sen, sen benim yanında infilak etmek istemediğim tek insansın.”
Gözlerimi yüzünden ayıramadım, söylediği şeyin ağırlığı altında tuzla buz oluyormuş gibi hissetsem de gözlerim aynadaki yansımasına mıhlanıp kaldı. Tekrar içinden geçenleri söyler diye bekledim, tekrar dudakları aralanır ve ondan gelecek yeni bir cümleyle yerin bin kat dibine girerim diye bekledim ama bu olmadı. Evet, bu gece bir bombaydı ve o bomba yanımdayken patlamak istemiyordu. Oysa bunu sorun etmezdim, biri haklıyken kendimi haklı göstermek gibi çabalarım olmazdı.
İlk kez cesaretim kırılmış gibi hissediyordum.
Çünkü bu defa onun haklı olduğunu biliyordum, çünkü bu defa ne kadar başta doğru olan susmakmış gibi gelse de bir hata yaptığımı biliyordum. İnsanların hayatına dokunmaktan kaçınmak, kendi hayatımda büyük bir yara açılmasına neden olabilirdi.
Bir adım geri attığımda gözleri hâlâ kendi yansımasındaydı, bana dokunmadı, bana bakmadı. Jiletin derisinin üzerinde yarattığı küçük kan havuzunu gördüm, kan sızarak yavaşça çenesinden aşağı aktı ve içimin sızladığını hissettim. Kırılan cesaretimi toplayarak ona doğru yürümeye başladığımda vereceği tepkiden korkmuyordum.
“Kanıyor,” dedim kısık sesle, ardından kenardaki el havlusunu alıp ona doğru döndüğümde kanın çenesinden akarak boynuna çizdiği yolu pürdikkat izlediğini gördüm. Aynaya bakarkenki yüz ifadesi bile bir şeylerin içimdeki yükünü daha da arttırıyordu.
Onu bileğinden tuttuğumda dokunuşum bir şey ifade etmiyormuş gibi tepkisiz kalsa da bedenini kendime doğru çevirmeme izin verdi. Havlunun temiz ucuyla boynuna yol çizen kan patikasını yukarı doğru silerek çenesine ulaştım. Jiletin açtığı yaraya havlunun pürüzlü yüzeyi temas ediyor olmasına rağmen tepki vermemesi dikkatimden kaçmadı.
Ben kanı temizlerken o gözlerini bile kırpmadan bana bakıyordu; kafasını eğmemişti, sadece gözleri aşağıdaydı, sadece gözleri bendeydi.
Eli birden havluyu tutan elimin bileğini kavrayınca bakışlarımız daha da derinleşti. Bileğimi yavaşça geriye doğru götürüp yüzünden uzaklaştırırken, “Bu gece böyle hissetmeyecektim,” dedi tüm açıklığıyla. Kalbimdeki saatin yavaşladığını hissettim; kalp durmaya yakın mı böyle yavaşlardı, yoksa bazı kelimeler onu kırdığında mı? “Bu gece hissetmem gereken son şey bile değildi bu. Planlarım böyle değildi.”
“Her şeyi anlatabilirim.” Bileğimi bıraktığı anda ellerim çaresizlikle aşağı indi, gözleri hâlâ gözlerimdeydi. Bir cevap bekler gibi yüzüne bakmaya devam ettim. “Bir bomba olup patlaman sorun değil, Gurur. Kızmakta haklısın ama sana her şeyi anlatabilirim.”
“Şu an anlatacağın hiçbir şey bu gerçeği değiştirmeyecek, biliyor musun?” Sorusuyla tökezlemiş gibi susup gözlerinin içine baktım ve öylece kaldım. “Biliyorsun,” dedi başını sallayarak, bilmemiş olmamı tercih eder gibiydi. “Anladım.”
“Bu kadar sessiz kalman beni korkutuyor.”
“Ne yapmamı tercih ederdin?” Cevap vermemi beklemeden büyük gövdesini yeniden yan döndürdü, aynaya baktı ve yüzünde kalan köpükleri suyla temizlemeye başladı. “Odaya git, Zeliha.”
“Kavga etmek istemiyorsun. Neden böyle bir durumda bile kalbimi kırmaktan korkuyorsun? Ben kalbimi kırmanı-”
“Odana git, Zeliha.”
Ne yapacağımı bilemez hâlde, lafım ağzıma cam gibi sokulmuş, elim ayağım birbirine karışmışken öylece durdum. Parmaklarımın arasında tuttuğum havluyu sıkıca kavradığımı, Gurur ellerini tezgâhın kenarlarına yaslayıp aynaya doğru eğildiğinde ve kendi yüzünü çok daha büyük bir dikkatle izlemeye başladığında anladım.
Gitmemi istiyordu, ondan uzak durmamı, düşünmek için ona alan yaratmamı ve zaman vermemi.
Her ne kadar kalıp onun düşünceleriyle savaşmak istesem de bunu yapacak hakkı kendimde bulamadım. Görevden gelmiş bir adamı en korkunç şekilde karşılamıştım, tüm yorgunluğu ve özlemi karşılaştığı şeyle beraber koca bir buzdağı kütlesine dönüşmesine neden olmuştu.
Havluyu kenara bırakıp, topuklarımın üzerinde yavaşça dönerek banyonun çıkışına ilerledim. Kapıyı ardına dek açıp dışarı çıkana kadar bir ses bekledim ondan, bir tepki, ucunda öfke nöbeti bile olsa benimle gireceği bir diyalog… Ama bu olmadı.
Zamanın bir diken gibi kalbime batmaya başladığını hissediyordum.
Pars, bir şeylerin ters gittiğini anlamış gibi bacaklarıma dolandığında üst katın koridorunda durmuş boşluğu izliyordum. İçeriden gelen su sesini duyabiliyordum, bir müddet sonra su sesi artmıştı ve Gurur’un duşa girdiğini anlamıştım. Eğilip Pars’a dokunamadım ama o iki ayağının üzerinde yükselip büyük patilerini üzerime koyarak bana bakmaya devam etti.
Kara çocuk, üzgün olmamı istemiyordu, bunu bakışlarından, hafifçe çıkardığı sesten anlayabiliyordum.
Parmaklarım Pars’ın sivri kulaklarında gezindi. Kulaklarına dokunulmasından hoşlanmasa da bana bir ayrıcalık tanıdı ve bundan hoşlanıyormuş gibi göründü. Dudaklarımda buruk bir tebessüm hareket etse de kendimi berbat hissediyordum.
Koca bir kaosun ortasında kalmıştım ve bu kaos, bu geceyle sınırlı da kalmayacaktı. Ne kadar sürecekti kestiremiyordum ama uzun süre hayatıma dokunmaya, hatta hayatımı allak bullak etmeye devam edecekmiş gibi hissediyordum.
Yatak odasının kapısını açıp içeri girerken ellerim buz kesmişti. Yüzümde aynı kireç ifade vardı, muhtemelen yüzüm de ellerim gibi buz tutmuş olmalıydı. Yatağın ucuna doğru ilerleyip karanlık odada bir süre öyle ayakta dikildikten sonra yatağın ucuna oturdum. Buz tutmuş ellerimi dizlerimin üzerine koyup beni allak bullak eden o düşünceden uzaklaşmaya çalıştım ama düşünce genleşerek büyüyor, zihnimi karanlıkla kaplıyor gibiydi.
Tüm bu olanlardan sonra bana bir daha inanır mıydı? Zaten pamuk ipliğine bağlı olan güven duygumuzu yok eden, ateşi o ipin ucuna tutup o küle çeviren bendim.
Saniyeler üzerime tıpkı odadaki karanlık gibi çökmeye devam etti. Duygular içimde sıkıştı, sıkıştıkça büyüdü, büyüdükçe parçalayacak kadar zorlamaya başladı. Banyodaki su sesi kesildi ama içimdeki duyguların sesi kesilmedi.
Bakışlarımı yatak odasının hafif aralık bıraktığım kapısına çevirdim. Karanlık her yere yayılmış, boğaz yakan bir duman gibiydi. Banyonun kapısının açılırken çıkardığı gıcırtıyı duyduğumda dizlerimi karnıma çekip bir cenin gibi küçülme isteği tüm bedenimi yakıp kavurdu.
Yüzümde sabit tutmak için çok uğraştığım ama her an gözyaşlarına boğulmam sonucu kaybolacakmış gibi duran güçlü bir ifadeyle kapıya bakmaya başladım. Geleceği ânı bekledim. Sandığımdan daha çabuk gelmedi, bir süre oyalandı, belki kapının önünde öylece durdu belki de koridordaki karanlıkta bekledi. Saniyeler dakikalara dönüştüğündeyse kapı yavaşça aralandı. Koridorun ışığı yanmıyordu o yüzden odaya aydınlık dolmadı, onun gölgesinin içeri düşmesiyle karanlık sanki daha da koyu bir kıvam kazandı.
Odanın içinde ilerlediğini gördüm. Gri bir silüet gibiydi, sanki hem buradaydı hem de değildi. Altında bir havlu vardı, bunun dışında çıplak olmalıydı, gri silüetinden gördüğüm kadarıyla öyleydi. Elbise dolabına doğru ilerlediğini gördüm, elbise dolabının önünde durdu ama sanki yapacağı şeyden vazgeçmiş gibi sırtını elbise dolabına dönerek bedenini yatağa doğru çevirdi. Bakışları bana dokunmadı.
Yatağın üzerinde duran, onun kokusunun sindiği ve geceleri sarılarak uyuduğum ceketinin cebinden bir çakmak çıkardığını görür gibi oldum. Sigara paketi de çakmakla birlikte çıkardığı şeyler arasındaydı. Çakmak taşının sesini duyduktan hemen sonra etraf alevin ışığıyla aydınlandı. Gözlerimi ona çevirdim. Yüzünde alevin parıltıları yandı söndü. Saçlarından akan su damlaları kuvvetle boynuna, omuzlarına akıyordu. Sonunda dudaklarının arasına aldığı sigaranın ucunu alevle buluşturdu ve sigaranın ucunda turuncu bir alev yanmaya başladığında çakmak ile sigara paketini yatağın üzerine fırlattı.
Bir şeyler söylemektense, yıktığım güvenin önünde durdu ve sigarasını içmeye başladı. Dudaklarının arasında ezilen izmaritin ucunda yanan alevin çatırtılarını dinledim, öyle ki sanki bu çatırtılar ruhumun derinliklerinden yükseliyordu.
Ruhumun yandığını hissettiğim gecelerden birinin içindeydim; yanımda o vardı ama onun tarafından yalnız bırakıldığım bir andı.
“Bu gece sadece susacak mıyız?” diye sordum, sesimde düşüncelerimdeki kaosu ele veren ürkek bir karmaşa vardı. Soruma cevap vermek yerine sigarasını iki parmağının arasına alarak dudaklarından uzaklaştırdı ve yoğun dumanın odanın içinde hareket etmeye başladığını hissettim. “Bana kızsan bile konuşmanı istiyorum.”
“Uzun zaman önce seni bir daha korkutan adam olmayacağıma dair bir söz vermiştim kendime.” İçeriden hiç ses gelmiyorken birdenbire onun sesinden can bulan kelimelerin arkasında bir yangın başlatarak bana doğru gelmeye başladığını fark ettim; yangın arkasında büyüyerek o kelimeleri takip ediyor ve beni altına almaya geliyordu. “Denedim, Zeliha. Senin için daha az korkutucu olmayı denedim. Senin için daha tatlı olabilmeyi, daha yumuşak olabilmeyi, daha sakin kalabilmeyi. Bunları denemeye başladığımdan bu yana hep kendimle savaş hâlindeydim.” Bir adım attığını duydum. Gözlerim ona dokunamadı bile. “Bu gece kendimle olan savaşımı kaybetmek istemiyorum. Kendime kaybedip, seninle savaşmaya başlamak istemiyorum.”
“Bu kadar sakin olmana gerek yok. Bu sakinliği hak etmiyorum. Kavga bile edecek olsak, kızacak bile olsan, açıklamama izin bile vermeyecek olsan da konuşmanı istiyorum.” Kelimeler dudaklarımdan kötürüm gibi çıkıyordu. “Yaptığım şeyin farkındayım, Gurur.”
“Farkındasın?” Bir süre sustu, dudakları tekrar sigarasıyla buluştu ve hemen ardından dudaklarının arasından sigaranın dumanı süzülürken, “Anladım,” diye fısıldadı.
Yüzümü ellerimin arasına alıp, ağlayacak gibi bir hisle, “Özür dilerim demek istiyorum ama bunun ne kadar anlamsız olduğunu biliyorum,” diye inledim. “Mecbur hissettim. Bir kız çocuğunun hayatını dönülmez şekilde değişime sokacak olan kişi ben olmayayım istedim.”
“Babasız büyümek nedir biliyor musun sen, Zeliha?” Sorusu yakıcı bir gerçeklikle, alaysız, saf bir ciddiyetle sorulmuştu. Kalp atışlarım ağırlaştığında, yüzüm hâlâ ellerimin arasında gizli duruyordu. “Bilmiyorsun. Çünkü senin yanında aslan gibi baban vardı. Sen aslan gibi bir babanın gölgesinde büyüdün. O kız çocuğunu anlayabileceğini düşünme bile. Ama ben anlarım. Sen bir aslanın gölgesinde büyüdüysen diye söylüyorum bil, ben de bir canavarın gölgesinde büyüdüm. Bir çocuk için babanın ne demek olduğunu belki bilmiyor olabilirim ama senin kadar bilen birinin, bilmeyen insanlar hakkında karar vermesini anlayamam.”
Söyledikleri bir bıçak olup deşiyordu beni ama önemli değildi, çünkü bu kez o bıçağı en derinlerimde hissetmeyi hak ediyordum.
“Babasız büyümek nedir bilmiyorum, evet.” Sesimi toparlamaya çalıştım ama anlamların altında kalmasına engel olamadım. Bir şeyler daha söylemek istedim, söyleyebilmek istedim ama kelimeler dilimin altında bataklığa saplanan beden gibi saplanıp kayboldu. “Böyle, yani bu açıdan, bu şekilde düşünmemiştim Gurur ben.”
Gurur, dudaklarının arasına sabitlediği sigarayla odanın ortasına doğru bir hayalet gibi ilerledi. Konuşur diye bekledim ama bunun yerine tam önümde durdu, sigarayı dudaklarının arasından aldı ve dumanı yavaşça üfledi. Gözlerinin bende olduğunu biliyordum ama ona bakamıyordum. Kendisiyle savaştığını görebiliyordum. Sigaradan bir duman daha aldıktan sonra dumanı sesli bir şekilde dışarı üfledi ve hemen ardından bir iki adım daha atıp tam önüme geldi.
“Bunları Muşta’ya anlatacağım ve sen de hemen yanımda olacaksın.”
İrkilerek, gözlerimdeki duyguları gizleme gereği duymadan dehşetle ona baktığımda, gözlerini indirmiş yüzümü izliyordu. Sigarayı tutan eline baktım, çıplak bedenini örten havlunun kenarında duran parmakları sigarayı öyle sıkı kavramıştı ki âdeta eziyordu.
“Ben… Ben bunu nasıl-”
“Bu gerçeği Muşta’dan gizlemeye devam edeceksin öyle mi?” Sesindeki sakinlik kalbimi daha da korkuyla doldurmaya başlamıştı. “Bu gerçeği benden sakladığın gibi, Muşta’dan da saklamaya devam edeceksin öyle mi?”
“Benimle buz gibi konuşuyorsun. Bu olanlar benim suçum değil. Susmam benim suçum olsa bile tüm bu olanların suçlusunun ben olmadığımı biliyorsun.” İlk kez kendimi savunmak için yükselen sesime herhangi bir tepki vermeden dinliyordu.
Ellerimi dizlerimin üzerine yerleştirip, oturduğum yerde eğreti bir şekilde durarak kafamı kaldırdım ve ona bakmaya başladım.
“Sustuğum için suçluyum, evet ama yaşananların suçlusu değilim. Benimle böyle buz gibi konuşma, bana böyle buz gibi gözlerle bakma, günlerdir seni bu kadar çok özleyen birine yanındayken mesafeler varmış gibi yaklaşma. Bu yaklaşmak bile değil, sen şu an sadece beni yakıyorsun. Bin farklı şekilde özür de dilesem evet, bu yaptığım özürle yok edebileceğim bir yanlış değil ama beni dinlemezsen sonuca nasıl varacağız, Gurur?”
“Sana suçlusun demedim. Seni suçlamadım.” Kemik gibi sesi tırnaklarımı dizlerime batırmama neden oldu. “Sen birinin işlediği günahı örtüyorsun. Birinin hayatını etkileyecek büyüklükteki sırrına ortaklık etmek de suçtur, Zeliha ama evime ayak bastığımdan beri, seni gördüğümden beri, ben duyduklarıma rağmen seni suçlamadım.” Kelimelerinin ağırlığıyla boynum daha da büküldü, başımı önüme eğip tırnaklarımı çaresizlikle birbirine vurmaya başladım. “Sadece dur ve bir anlığına düşün. Hayatını yoluna sokmuş, seni koruyup kollamış, seni sen yapmış birine söylenen büyük bir yalanı öğrendiğimi ve buna sessiz kaldığımı, sana bile söylemediğimi düşün. Sen benim kadar sakin kalacak mıydın? Sadece bunu merak ediyorum. Bunu cevapla. Tek istediğim bu.”
Kalbimi sıkıştıran sorusunun cevabını vermek için düşünmeme gerek bile yoktu. Vereceğim tepkilerden, hissedeceklerime kadar her şey sanki bu yaşanmış gibi derinlerimde oldukça canlı ve aktifti. Pişmanlık bir kez daha derimi yüzdüğünde, sessizliğim ona her şeyi açıklamış gibiydi.
“Anladım,” dedi yalnızca.
“Anladım desen de anlamadığını hissediyorum. Şu an benden nefret mi ediyorsun?”
“Şu yatakta,” dedi çenesiyle arkamda kalan yatağı işaret ederek, “benim kokum var diye ceketimle uyuyan bir kız çocuğundan nefret edebilmem için aklına gelen tüm sebepleri say. Hepsi senin için bir sebep olsa bile benim için değil. Sen benim babamdan, bu dünyada en çok istediği şeyi saklayan kadının sırrını içinde tutan kadın da olsan, sen değil babam saydığım adamın içindeki çocuk sevgisine, bana, sen hatta uğruna kanımla, namusumla, şerefimle yemin ettiğim her şeye ihanet etsen, ben içimdeki sana ihanet edemem, Zeliha.”
Pişmanlığın saçlarımdan ayak parmak uçlarıma kadar hızla indiğini hissettim. “Bana kızgınsın,” diye fısıldadım, “bana kızgınsın ve bunda çok haklısın.”
Buna bir cevap vermedi. Sigarasından bir duman daha alıp, o dumanı bir süre içinde beklettikten sonra saçlarıma doğru bıraktı ve duman tüm yüzümü kapladığında yavaşça eğildiğini hissettim. Saçlarından düşen su damlaları yüzüme kondu, tenimde saçlarından düşen damlaların ıslaklığını hissettim. Çenemi kavradığında başta ne yapacağımı bilemeyerek kafamı kaldırdım ve sadece ona baktım.
Dişlerini sıkışını gördüm, yüzü kemiklerle doldu, çenesinde kuruyan kan lekesi bile gerildi ve hemen ardından öyle sert bir şekilde dudaklarıma yapıştı ki bu önlenemez öpücüğe karşı koyamadım. Ellerim hızla iki yana düştü, yatağın aşağısına doğru sarktı ve içimde çınlayan bir ağlama isteğiyle onun beni öpüşüne yavaşça karşılık vermeye çalıştım. Bir elinde yanmaya devam eden sigaranın yüzüme yakın olduğunu tenime vuran sıcaklığından anlayabiliyordum ama korkmadım. Tenimin yanacak olmasından korkmadım. Dudaklarım zaten yanıyordu.
Beni öpüşü sakin değildi. Bir şeyleri bana, en çok da kendine kanıtlar gibiydi. Karşı çıkamadım çünkü devam etmesini istedim, karşı çıkamadım çünkü dudakları ihtiyacımdı. Hissediyordum, kızgındı. Hissediyordum, hayal kırıklığı yaşıyordu.
Hissediyordum, kara bir örtü gibi hissettiriyordu.
Beni öpüşü ısrarcı, hırçın bir dalgaya dönüştüğünde o dalgadan kaçmak istemedim, o dalgaya teslim oldum ve o an, beni altına alıp boğması sorun değildi. Dokunuşu canıma okuyacak kadar yoğundu. Saçlarından, yüzünden düşen su damlalarını hissediyordum. Sanki o bir göktü, gök yüzüme yağıyordu. Çene kemiğinde biriken gücü hissedebiliyordum. Öfkesi o kadar fazlaydı ki çene kemiğindeki güç dudaklarımı zorluyordu. Öpüşmemiz şiddet kazandığında sigarasının külünün omuz hizamdan yatağa döküldüğünü hissettim.
Dudaklarını dudaklarımdan uzağa taşıyan o oldu, bir süre birbirimize nefes nefese baktık ve sonra geri çekilip tüm hisleri o ânın içinde bırakarak sessizliği sürdürdü.
“Seni çağırdığımda mutfağa in.”
Bu cümle duraksamama neden oldu ama ağzımı açıp tek kelime edemedim çünkü hızla geri çekildi, elbise dolabına ilerledi ve belindeki havluyu serbest bıraktı. Elbise dolabının çaprazındaki masada duran su bardağının içine izmaritini attığını gördüm. İzmaritten çıkan o cızırtı sesi anlıktı, daha sonra o ses kayboldu ve Gurur’un adım sesleri odaya dağıldı.
Havlu sıkı kalçalarından aşağı süzülüp ayaklarının önüne düştüğünde sessizce arka bedenini izliyordum. Geniş, çıplak sırtını. Kavisle inen belini. Sıkı, gamzeli kalçalarını. Çıplak olmasını umursamadan dolabın kapağını açtığında iri cüsseli, güzel vücudundan ayırdığım bakışlarımı yere indirdim. Başka bir an olsa bir sürü şey hissedebilecekken, gri bir silüetten ibaret gibi görünse de bedeninin bir kısmını görmek bir şey ifade etmiyormuş gibi sessiz kalmıştım.
Altına siyah bir boxer, üzerine de beyaz yuvarlak yaka bir tişört giydikten sonra hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Basamakları indiğini duydum, büyük adımları mermere bile tok seslerini bırakıyordu. Geriye doğru düşmek, yatakta öylece uzanıp boşlukta salınan düşüncelerimi izlemek istesem de bu geceden kaçamayacağımı biliyordum.
Tıpkı onun gibi, ben de bu geceyi böyle hayal etmemiştim.
Bir şeylerin kırılırken çıkardığı gürültüyü duyduğumda oturduğum yerde sıçradım. Kalbim korkuyla çarparken hemen ayaklanıp odanın kapısına doğru ilerledim ama bir çarpma sesi daha duyunca olduğum yerde durdum. Mutfakta bir şeyleri kırıyordu ya da sadece bir yerlere vuruyordu. Öfkesini çıkarmasının yolu bir şeyleri parçalamaktan, kırmaktan mı geçiyordu? Kollarımı bedenime sararak kapı aralığından merdiven boşluğuna vuran koridor ışığını izledim. Bir şeyler daha belli aralıklarla çarpıldı ya da vuruldu, ardından uzun, boğaz kesen bir sessizlik oluştu.
“Sokayım böyle işe,” dediğini duydum, kısık bir küfürdü, daha çok olduğu duruma ettiği bir küfür olduğu aşikârdı. Onu bu duruma sokan kişi olduğumun bilincinde olmak zoruma gidiyordu.
Parmak uçlarımda odadan çıkıp basamaklara doğru ilerledim. Basamakları yarıya kadar indikten sonra bir müddet olduğum yerde kıpırtısız durup, ağzımdaki kekremsi tatla öylece bekledim ve sesleri dinledim. Bir şeyleri çarpmayı şimdilik bırakmıştı, küfürler de etmiyordu, garip bir sessizlik oluşmuştu. Yine de hâlâ beni yanına çağırmadığına göre, kendi içindeki çatışma sona ermemiş olsa gerekti.
Sonunda, “Zeliha,” dediğini duydum, sesi çok hafif duyulmuştu, muhtemelen merdiven eşiğinde durmuş ona kulak kesildiğimi bildiğinden bu kadar kısık sesle adımı söylemişti. Ağır adımlarla kalan basamakları da inip koridordan geçtim ve mutfağın açık kapısının önüne geldiğimde durup derin bir nefes aldım.
Oradaydı. Mutfak masasında oturuyordu. Parmaklarının arasında tuttuğu, muhtemelen yeni yakmış olmasına rağmen hızlıca içerek izmaritine kadar indirdiği sigarayı kül tablasının içine bastırarak söndürüyordu. Gözlerini kaldırıp kapıya doğru bakınca sertçe yutkundum, izmariti daha sert bastırıp, hafifçe çevirip kül tablasının içinde bıraktı.
Şimdi bakışlarının merkezindeydim.
Bakışlarının cehennemi buradaydı, gözlerimin içindeydi.
“İçeri gir, Zeliha.”
Bu cümle, ayaklarıma yürümem için verdiğim emrin mühürlü izni gibiydi, bir adım sonrasında eşikten geçtim, bir adım sonrasındaysa artık mutfaktaydım. Gurur’a sabitlediğim gözlerimde yadsınamaz bir telaş vardı, korkum karanlığın içinde doğmaya başlayan şafak gibiydi ve yüzüme renkleri bulaşıyordu. Korktuğum o değildi, onun kalbine, içine emanet ettiğim hislerdi. Korktuğum onu incitmiş olmaktı, ki bunu zaten görebiliyordum, onu incitmiştim.
Eliyle karşısındaki boş sandalyeyi işaret ettiğinde tedirgin bakışlarım sandalyeye, ardından yeniden ona dokundu. Sandalyeyi çekip tam karşısına oturdum. Aramızda konuşulması gerekenler vardı, bunu ben de biliyordum ama bir yanım şiddetle bu konuşmadan kaçınmak istiyordu. Çünkü onun gözlerindeki kırgınlığı görmek istemiyordum.
Bunun bana böyle hissettireceğini tahmin etmemiştim.
Yeni bir sigara yakmak için eli sigara paketine gittiğinde gözlerim ellerini takip etti. Paketi önüne çekti ama açmadı, yeni bir sigara çıkarmadı. Sadece, “Bana bir sebep ver,” dedi ve göz bebeklerimin genişlediğini hissettim. “Bana seni, senin bu kararını, senin benden bunu saklamanı haklı çıkarmama yetecek bir sebep ver. İçimdeki şey sussun istiyorum, tek istediğim bu benim.”
“Sana nasıl bir sebep verebilirim bilmiyorum.” Bu cümleyi o kadar büyük bir içtenlikle kurmuştum ki, bu içtenliğin Gurur’u daha da inciteceğini bilmek karnımı ağrıtıyordu.
Öfkesinin genişlemek yerine küçüldüğünü, sessizliğinin ise çoğaldıkça daha da tehlikeli bir hâl aldığını hissedebiliyordum. Diğer elini masaya koyduğunda masada oluşan gürültü beni irkiltmedi, sakin gözlerle masanın zeminini izlemeye başladım ve doğru kelimelerin dilimden koparak dudaklarıma doğru yola koyulmasını beklemeye başladım. Dilim kelimelerin doğumuna başladığında ona bir bebeğin boğazından yükselen hıçkırıklar gibi yükselen hislerden hangilerini emanet edeceğimi merak ediyordum.
“Buraya taşındığımız zamandı.” Cümlem anlık sessizliğin çığ gibi büyüyüp bana doğru gelmeye başlamasına neden oldu. Bu sessizliğin sonunda en büyük hasarı ben alacakmışım gibi hissetsem de durum böyle değildi aslında. “Cenan’ın kızını onun kapısını çaldığımda gördüm. Bir şey sakladığı da kesindi ve çok geçmeden sakladığı şeyi gördüm. Yalanlayamazdı çünkü çocuğu ona anne demişti. Tıpkı senin öğrendiğin anda olduğu gibi, ben de o şekilde öğrenmiştim. Sana her şeyi anlatmak istedim ama Cenan çaresiz görünüyordu, korkmuş görünüyordu. Bir kadını, onun kadar güçlü, ayakları yere sağlam basan bir kadını o hâlde, yani o kadar korkmuşken görmek benim için beklenmedikti. Bir şeyler olduğunu anladım. Anlamamam için aptal olmam gerekirdi. Sonra Dide…”
“Dide kızın ismi miydi?”
“Evet,” dediğimde sadece başını salladı, o derin, ürkütücü sessizliğin içinde durdu ve karanlık bir silüet gibi beni dinlemeye devam etti.
“Dide’nin gözlerine baktığında kimin gözlerini gördüysen, ben de o gözlere baktığımda onu gördüm. Belki senin için hikâyeyi hemen yerli yerine koymak zor olabilirdi ama ben bir kadınım, bir kadının gözlerine onun hissettiklerini bilmememe rağmen baktığımda hissettiklerini görebilirim. Cenan’ın korkusunu, Dide’nin her şeyden bihaber hâlini gördüğümde dudaklarıma koca bir kilit asıldı. Cenan’a kızın kime ait olduğunu soramadım, soramadım çünkü görebiliyordum ve Cenan da görebildiğimi biliyordu. O evden ayrıldığımda sana her şeyi anlatmak istesem de zihnim durmuştu, her şey karman çormandı. Bunlar bir sebep değil, biliyorum ama Gurur… Sen de biliyorsun… Ben o zamanlar sana o kadar da güvenmiyorum.”
Başımı önüme eğdim çünkü son kurduğum cümlenin onda yarattığı hezeyanı görmek istemedim.
“O zamanlar bana hiç güvenmiyordun,” diye düzeltti kurduğum cümleyi, bu keskinlikle düzeltmesi kafamı kaldırıp gözlerimde saklayamadığım bir hisle ona bakmama neden oldu. Bakışlarım bakışlarından ânında karşılık yakaladı. “Seni suçlayamam, o zamanlar ben de sana güvenmiyordum. Belki güvenmeye başlamıştım ama bunu kendime inkâr ederek bastırıyordum.”
Başımı yavaşça sallarken, “Ama sonrasında sana her şeyi anlatmalıydım, bu denli sessiz kalmamalıydım,” diye fısıldadım. “Belki o an sessiz kalmamı anlarsın, belki bana hak verirsin ama bugün, bu şafak vaktinde bu durumdaysak eğer, bu konuda bana hak veremeyeceğini biliyorum. Kendinle savaştığını görebiliyorum, Gurur. Kendinle savaşmana neden olan kişi olduğum için nasıl hissettiğimi anlatamıyorum, anlatamıyorum çünkü bu kez benim içimden kendime kurduğum cümlelerin bile altından kalkamayacağı bir şey bu. Senin gözlerinde hayal kırıklığını görmek, benim altından kalkamayacağım bir şeymiş. Bu şafağın altında kaldım.”
“Neden bir suç işlediğinde bile ben bu suçu kendim işlemişim gibi kendime kızıp, sana bir an olsun kıyamıyorum?” diye sordu, bu soru öyle dalgın bir sesle dökülmüştü ki dudaklarından, bir süre sonra bu soruyu bana değil, kendisine sorduğunu anladım.
Ellerini masanın üzerinden çekip yüzüne götürdüğünü gördüm. Uzun parmakları bir hapishanenin hücresi gibi yüzünü arkasında bırakarak örtüp benden gizlediğinde, ellerimi dizlerimin üzerine koyup tırnaklarımı dizlerime bastırarak başımı önüme eğdim.
“Of, Zerda!” dedi elleri yüzünün arkasında gizlenmeye devam ederken. “Şimdi iki ateş arasında duruyorum. Senin tarafına geçip sessiz mi kalacağım yoksa her şeyi ateşe verip doğruları mı konuşacağım?”
“Senin için doğru olan neyse Gurur, onu yap. Sana karışmayacağım, kızmayacağım, Cenan ya da senin adına karar vermesi gereken ben değilim. Bunu biliyorum artık.”
“O benden sadece dokuz, on yaş büyük bir adam ama bana kimsenin yapmadığı babalığı yaptı.” Yüzünü parmaklarından arındırınca bakışları direkt bana saplandı, bir bıçak gibi beni deşen bakışlarına başta karşılık veremedim. “Ben sussam nankör olacağım, konuşsam onun içini oymuş olacağım. Şimdi ne olacak bilmiyorum. Doğru olan ne, ben de bilmiyorum.”
“Sen doğru olanın ne olduğunu biliyorsun, sadece bu işe beni katmak istemiyorsun,” dediğimde, madem bunu biliyorsun neden bunu yaptın der gibi doğrulttuğu bakışlarından kaçamadım. Bir şeyler söylemek yerine susmaya başladığında, sessizliğinin benim gazabım olduğunu onun da bildiğini biliyordum. Belki de bu sessizlik, bu şafak vaktinde bana verdiği en büyük cezaydı.
“Bir an öyle bir baktın ki,” diye fısıldadığımda mutfak masasındaki sessizlik yarım saattir sürüyordu. “Öyle bir baktın ki… Dönüp gideceğini, beni burada bırakıp uzaklaşacağını düşündüm.”
“Aramıza günler girmişken seni bırakacağımı düşünmen çok saçma. Aramıza günler girdi, seni günlerce görmedim, seni görmek için bir çocuk gibi koşa koşa geldim. Seni bırakacağımı düşünmen çok saçma. Bu gece ne olursa olsun, seni bırakıp gitmeyeceğimi biliyorsun, sen bilmesen bile içinde bir yerlerde bunu bilen sana ait bir şey var.” Bakışlarını yüzümden çekmeden konuşurken her bir kelimesi ruhuma dolanıyor, ruhumda bir kördüğüme yol açıyordu. “Sadece dur ve sindirmeme izin ver. Çünkü bu gerçek, öyle bir gecede kabullenilebilecek bir gerçek değil.”
“Özür dilerim,” dediğimde, bu özür onu sinirlendiriyormuş gibi gözlerini yumdu. Uzun kirpikleri, gözlerinin altındaki çukurlara bir yelpaze gibi yayıldı. Sessizliğinin tenimi kıstırdığını hissettiğim için üzerine gitmek isteyen tarafımla, sessizce ona karşılık vermem gerektiğini söyleyen tarafım büyük bir savaşın eşiğindeydi.
Bu geceyi, tıpkı o da benim gibi bu şekilde hayal etmemişti. Şimdi belki de uzun zaman sonra bize ait olmayan bir kâbusu, sanki bizimmiş gibi iliklerimizde yaşıyorduk. Bu kâbusu var eden ben olmamış bile olsam, onu bu kâbusun içine dâhil eden ben olmuştum. Gurur masadan aniden kalkınca bakışlarım onunla beraber ayaklandı ama bedenim hareketsizdi, kafamı bile oynatmamıştım.
Ağır adımlarla mutfağın kapısına yönelip mutfaktan çıktı. Bir süre ağarmaya başlayan günün mutfağa devirdiği mavi ışığı izleyerek mutfak masasında oturmaya devam ettim. Çaresizlik bir beden gibiydi, bana çok benzeyen o beden karşımda oturmuş beni izliyordu sanki. Bakışları benim aksime bendeydi, bense sadece şafağı izliyordum ama bana ikizim kadar benzeyen çaresizlik duygusunun, rahatsız edici bir dikkatle beni izlediğini hissedebiliyordum.
Evde kapılar açıldı kapandı, bir şeyler sertçe bir yerlere koyuldu, anlık sessizlikler yalnızmışım, tek başıma kalmışım gibi hissetmeme neden oldu ve sonra yeniden onun izleriymiş gibi hissettiren sesler yükseldi.
Biliyordum, elini ayağını koyacak, koca bedenini sığdırsa bile koca bedeninden taşacak gibi yükselen hislerini sığdıracak bir yer bulamıyordu.
Ona böyle hissettiren bir bakıma bendim, bir bakıma sessizliğimdi, bir bakıma her şeyin sorumlusu gibi hissettiğim için olduğum yere çöküp ağlamak istiyordum.
Mutfaktan çıkıp bir hayalet gibi salona yöneldiğimde boydan camda yansımasını gördüm, koltukta uzanıyordu ve gözleri boşluğu izliyordu. Ona doğru yaklaşmaya başladığım anda gözlerini yumduğunu yine yansımasından görmüştüm. Kırgındı, bana değildi belki, sessizliğime kırgındı ama bir şekilde onu parçalamıştım.
O kadar parçalamıştım ki bir çocuk gibi uyuma numarası yapma ihtiyacı duyuyordu.
Ve onu bu kadar parçalamış olmama rağmen benden gitmiyordu.
Kafamı yavaşça eğip uzandığı koltukta uyuduğunu inanmam için sıkıca kapattığı gözlerine baktım. Onu izlediğimi hissettiğini biliyordum. Aramızda asılı kalan kelimelerin beni daha fazla incitmesinden korktuğu için bir duvar örmüştü ama şimdi o duvarın arkasında benden bile daha yalnız hissediyordu.
“İyi uykular, koca adam,” diye fısıldadım, kirpikleri oynamadı, yüzü hareketsiz kalmaya devam etti ama bu dört kelimelik cümlenin ona neler hissettirdiğini bilmem için bu tepkileri görmeme gerek yoktu. Sessizliği bile bazen en büyük cevapları bırakıyordu zaten avuçlarıma.
Bir hayalet gibi merdivenlere yöneldim, daha fazla numara yapmaması için merdivenin basamaklarını sert adımlarla tırmanmaya başladım. Gittiğimi duymasını istiyordum. Düşünürken onu yalnız bırakmalıydım, bana olan hisleriyle saklanan gerçekler arasında kurmaya çalıştığı o köprü onun sonu olmadan ondan uzaklaşmalıydım. Bana olan hisleri ağır basarsa vereceği kararlar bizi daha büyük yanlışlara, insanların hayatını etkileyeceğimiz noktalara sürükleyebilirdi. Bunu yapmasını istemedim. Bir tarafım bencilce dürtülerle bunun için bana yalvarsa da ben yapmadım.
Çünkü Gurur’un kararları hep benim içindi, bir kez olsun kararları önem verdiği başka birisi için olsun istedim.
Yatak odası ilk kez bu kadar soğuk hissettirmişti. Bardağın içine attığı ölü izmarite, yere düşen havlusuna ve odadan silinmeye başlayan karanlıkla birlikte şafağın kanı gibi etrafı saran maviliğe baktım. Omuzlarım düşmüştü, karnımda bıçak taşıyormuşum gibi bir ağrı, gözlerimde gözyaşları sel olacakmış gibi bir yanma vardı ama ne o bıçağın ağrısından kıvrandım ne de gözyaşları sel olup gözlerimden aktı.
Donuk adımlarla yatağa doğru ilerleyip dizimi bastırarak yatağa tırmandım ve tek seferde cenin pozisyonu alarak yatakta küçücük olup yanağımı onun ceketine bastırdım. Kokusu buradaydı, soğuğu anımsatıyordu, kar gibi kokuyordu. Burnumu kokusuna gömerken gözlerimi sıkıca yumdum ve onun burada olduğunu, güvende olduğunu, benimle olduğunu durmadan kendime hatırlattım.
Uyku asırlarca uzağımdaymış gibi hissetsem de bir süre sonra kokusu tüm hislerime baskın geldi. Mahzen gibi hissettiren o uykunun pençeleri arasında olduğumu hissettim, o pençelerin düşlerimi kana bulamak ister gibi zihnime saplandığını, bir suyun dibine gidiyormuş ve boğulmaya başlıyormuş gibi uyku tarafından doldurulduğumu hissettim. Uyku derinlerime vurulmuş bıçak darbeleri gibi ağrılar ve kanama yaratarak tüm bilincime, tüm benliğime yayıldığında artık savunmasızdım.
Titrediğim, hatta korku ve çaresizlikle mırıldanır gibi inlediğim o uykunun arasında bir yerde, bir gölgenin üzerime karanlık gibi çöktüğünü hissettim. Anlık bir karanlıktı. Saçlarımın arasında sıcak rüzgâr gibi ilerleyen nefesin sahibini tanıyordum ama beni boğan uykunun derinliklerinden yüzeye çıkarak o nefesin sahibine bakamadım, gözlerimi açamadım.
İnce, soğuk bir örtünün tenimin üzerine gerildiğini hissettim, bacaklarımdan yukarı doğru çekildi ve tüm bedenimi altına aldı. Soğuk örtünün altında daha da küçüldüğümde gölge usulca geri çekilmeye başladı.
“İyi uykular, Matmazel Domuzcuk,” diye fısıldadı biri, sesinde silinmeye başlayan öfke, durdurulamaz bir yorgunluk vardı.
⛓️
Gözlerimi araladım. Ağzımda acı bir tatla yüzüme çarpan gün ışığını parmaklarımı pergel gibi açarak durdurmaya çalışırken ağlar gibi inlemiştim. Üzerimdeki çarşafın varlığını fark etmemle aniden doğrulup oturur pozisyona geldim ve acıyan gözlerimi ovuşturarak üzerimi örten çarşafa baktım. Bir hayal değildi, sanrılarımdan birinin içinde değildim, uyku beni yanıltmamıştı, rüyalar ve gerçekler birbirine girmemişti; Gurur gerçekten odaya gelmiş, üzerimi örtmüş, gölgesi tenimin üzerinden usulca silinirken bana güzel bir uyku dilemişti.
Pars aniden çenesini yatağın kenarına yaslayıp beni izlemeye başlayınca bakışlarım sivri, siyah kulaklarında, beni ilgiyle izleyen koca gözlerinde dolandı. Avucumu başına bastırdığım anda heyecanla kafasını kaldırıp indirdi ve bu beni bok gibi hissediyor olmama rağmen gülümsetti.
“Keyfin yerinde tabii koca oğlan, baban geldi sonuçta,” diye fısıldadım, Gurur’un yokluğunda bu kadar heyecanlı görünmüyorlardı. Gurur’un eve cemre gibi düşen varlığı sadece beni değil, Pars ve Leon’u da mutlu ediyordu.
Sanırım şu an mutsuzluk yaratan sadece bendim. Gurur’un o şekilde hissetmesine neden olduğum için.
Acaba şu an evde miydi? Çıkmış mıydı? Gideceği ilk yer Muşta’nın yanı mı olacaktı? Hakan abiye tüm olanları anlatır mıydı? Anlattığında neler olacaktı? Muşta’nın yıkılmasından korkuyordum.
Ne kadar bir çocuğun hayatı allak bullak olmasın diye sussam da aslında Muşta’nın da allak bullak olmasından korkuyordum.
Bir insana birdenbire çocuğun var demek, ona dürüst olmak olmazdı çünkü; özlemini çektiğin bir şeyin ondan saklandığını söylemek olurdu, onu berbat bir gerçekle yüzleştirmek olurdu.
Ona kaybolan yıllarını geri veremezdik.
Üstümdekilerden kurtulup suyun altına girdiğimde de aynı düşünceler zihnimi, kalbimi, ruhumu ısırıp parçalamaya devam etti. Şampuanın köpükleri omuzlarımdan ve çıplak vücudumdan akmaya, tüm bedenimi altına alarak örtmeye başladığında banyonun kapısının açıldığını duyup duraksadım. Omzumun üzerinden yavaşça arkama doğru bakıp camda oluşan buharın dışını görmeye çalıştım.
Gölgesi banyoya dâhil oldu.
Koca cüssesiyle banyonun içinde ilerledi, bakışlarım omzumun üzerinde onu takip etmeye devam ettim. Tam duş kabininin önünde durduğunda onun da omzunun üzerinden yavaşça duş kabinine doğru baktığını hissettim. Buhardan dolayı birbirimizi göremiyorduk.
Anlık durduramadığım bir güdüyle elim duş kabininin kulpuna gitti ve kabinin cam kapısını hafifçe araladığımda buhar bir canavarın nefesi gibi hızla dışarı dökülerek onun bedenini içine aldı. Şaşırmadı, bu yaptığımı sorgulamadı, öylece durdu ve köpüklerin örttüğü bedenime bakmadan gözlerimin içine odaklandı.
“Eğer müsaitsen,” dediğimde yüzümden aşağı sular akıyordu, gözleri bir anlığına omuzlarıma, çıplak sırtıma kayar gibi oldu ama tekrar hızlıca bana sapladı o derin bakışlarını. Ela gözleri koyuydu, gölgelerle kaplı bir arazi gibiydi, gece gibiydi. Duş lifini ona doğru uzatıp saçlarımı önüme aldım ve sırtımı belirginleştirdim. “Müsait misin?” Başım hâlâ omzumun üzerindeydi, gözlerimi çevirebildiğim kadar arkaya çevirip ona dikmiştim.
Lifi elimden alması bana sessizce verdiği bir cevaptı. Bakışlarımı yavaşça duvara çevirdim, fayans duvarda onun yansımasını görebiliyordum. Üzerindeki beyaz, yuvarlak yaka tişört suyun hızla ona çarpmasıyla beraber tenine âdeta yapışmıştı. İçeri doğru bir adım atıp kolunu omzumun üzerinden ileri doğru uzattı ve ıslak tenime sürtünen koluyla ürperdim. Raftaki duş jelini alıp geri çekildikten sonra duş jelini life döktüğünü anladım, çok geçmeden lifin üzerini kaplayan soğuk jelin varlığını sırtımda hissettim ve bu kez daha belirgin bir şekilde irkildim. Bedenimin kasılması ilgisini çekmiş gibi bir an için durup sırtıma kitlendiğini fark ettim. Yansıması belirgin olmasa da hareketlerini kafamda şekillendirebiliyordum.
“Böyle mi?” diye sorduğu anda sıcak nefesi ıslak tenime yayılarak kaskatı kesilmeme neden oldu.
“Evet.”
Parmakları lifle beraber omuzlarıma, sırtıma sürtünmeye başladığında güçsüz düşen bedenimdeki etkileri görmesinden korkmadan avucumu sertçe karşımdaki fayans duvara bastırdım. Bu hareketim ona ne hissettirdi göremedim ama duraksadı, sırtımda kavis kazanan kemiğe lifi sürterken hareketleri daha da yavaştı artık.
Lif biraz daha aşağıya, belimin ortasındaki derin oyuğa doğru inmeye başladığında avucumu fayansa daha sert bastırıp tüm gücümü bileğime bıraktım ve bedenimin ağırlığı o gücün üzerinde durmaya başladı.
Gurur aniden, hiç beklemediğim bir anda dudaklarını omzuma bastırınca dudaklarımdan ıslıklı bir nefes döküldü ve lif bel oyuntumda onun parmaklarının da baskısıyla birlikte öylece asılı kaldı. Dudakları omzumun baş kısmını fethederken ne yapacağımı bilmez hâlde öylece duruyor, onun dudaklarının sıcaklığı ve burnundan akan nefes tenimi ısıtıyordu.
Dudaklarını omzumdan çekmeden, “Bu cesaretin başımıza iş açacak, bundan da mı korkmuyorsun?” diye sordu, sıcak nefesine tutunup tenime dökülen kelimeleri zihnimde de derin izler bırakmaya yetmişti. Dudaklarını usul usul tenime sürterek yeniden konuştu. “Sana benden korkmamayı öğrettim.”
“Senden korkmuyorum.”
“Biliyorum.” Birdenbire uzun kolu omzumun kenarından geçti, büyük avucunu fayansa yaslı duran elimin yüzeyine yerleştirdi ve parmaklarımız kaygan bir şekilde birbirine tutunduğunda, bedenim de onun sırtıma verdiği baskıyla birlikte fayans duvara doğru meyletti. “Peki sen biliyor musun?”
Sertçe yutkunup, “Neyi?” diye sordum kısık sesle.
Gırtlağından gelen gürültülü sesi işittim, ardından kasıkları kalçalarıma yerleşir gibi bana yaslandı ve hissettiğim sertlikle beraber gözlerim irileşti. Beni tamamen fayansa yasladığında ve çıplak göğüslerim fayansın soğuk yüzeyine yaslanarak bedenimin titremesine neden olduğunda o da tam arkamda duruyordu.
Kasıklarındaki zonklamaları kalçamda hissediyordum ve öyle yakındık ki aramızdan su bile sızmıyordu. Onun da suyun altında tıpkı benim gibi sırılsıklam olmaya başladığını hissedebiliyordum.
“Bunu,” dedi, gırtlağından gelen sesi başımı döndürdü, sertliği tüm bedenimi her açıdan alevler tarafından esir edilmiş gibi yakarken bir süre öylece bekledi.
Bedeni bedenimin üzerinden usulca kalkarken hareketsizdim, göğüslerim hâlâ fayansa yaslıydı, tepkilerim geri çekilmişti. Bedenim durdurulamaz şekilde yanmaya, ihtiyaç duygusu pençe olup karnımı çizmeye başlamıştı.
Aniden geri çekilmesiyle oluşan boşluk önce vücudumu uğuldattı. Hemen arkasından bedenimi usulca doğrulttum ve ona doğru döndüm ama çoktan geri çekilmişti. Gözlerinde şiddetle akan bir nehri anımsatarak sürüklenen ifadeleri gördüğümde aramızdaki mesafe artmıştı.
“Sanırım bu senin için yeterli,” dedi gözlerini sırtıma indirerek.
Başta neyden bahsettiğini anlayamasam da daha sonra elindeki lifi köşeye bıraktığını görünce ne söylemeye çalıştığını anladım. Kalmasını isteyebilirdim, zaten ıslanmıştı, suyun altına girip yarım kalan işimizi bitirebilirdik ama bunu söyleyecek cesaretim olsa da içinde bulunduğumuz durumun tuhaflığı yüzünden ağzımı açıp tek kelime edemedim.
Çok kısa bir an için yeniden bakıştık. Gözleri şiddetli duyguların dalgalar gibi çarparak koyuya boyadığı sarp kayalıklara benziyordu. Tüm duygular oradaydı ama oraya erişmek çok güçtü çünkü o kayalıklar ulaşılamayacak kadar dik ve tehlikeli görünüyordu.
“Köpükler kaybolmaya başladı,” dediğinde gözlerini gözlerime mıhlamıştı. Sanki bilerek başka bir yere bakmamak için kendisiyle çetin bir savaş hâlindeydi. “Kendini daha fazla benim gözüme sokma.”
Sertçe yutkunup akan suyun altına doğru bir adım geri gittim, duş kabininden tamamen çıktı ve ıslak tişörtünü sıyırıp çıkardıktan sonra kabinin cam kapısını yavaşça kapattı. Üzerime yıkılan duygularla suyun altında öylece bekledim.
Odaya geçtiğimde Gurur’un aşağıda telefonla konuştuğunu duymuştum. Elbise dolabına henüz yeni yeni yerleştirmeye başladığım kıyafetlerimi karıştırırken bedenimi örten, kalçalarımın bir kısmını açıkta bırakan kısa bir havluydu. Islak saçlarımdan omuzlarıma düşen damlalar o kadar çoğalmıştı ki bir süre sonra o damlalar nehir gibi omuzlarımdan aşağı akmaya başlamıştı.
Hızlıca iç çamaşırlarımı giydim, saçlarımın suyunu küçük bir havluyla aldım ve kıyafetlerimi üzerine attığım yatağa doğru ilerledim. Belime tam oturan beyaz, İspanyol paça pantolonumu giydim. Üzerime çıtçıtlı, uzun kollu, boğazlı, beyaz bir badi giydim. Pantolonum yüksel bel olmasına rağmen belimin kenarları çıtçıtlı badimin oluşturduğu mayo izine benzeyen dekolteden görünüyordu. El bilekleri ve etek kısımları kürkten krem rengi bir deri ceketi de üzerime geçirdim. Sadece telefonumun sığdığı küçük siyah çantamı ve önleri sivri, krem topuklu botlarımı giydikten sonra saçlarımı balıksırtı ördüm.
Ben tüm bunlarla uğraşırken Gurur’un telefonla konuşması devam ediyordu. Kimle konuştuğunu merak ediyordum, neler hissettiğini, ne yapacağını, bizi ve onları nelerin beklediğini. Kanımda alkol gibi dolaşan huzursuzluğa rağmen sakince makyaj çantamın fermuarını açtım ve şişip koyulaşmış göz altlarımı kapattıktan sonra sadece elmacık kemiklerime kızıl tonlarında allık geçtim. Eklem yüzüklerimi, küçük top küpelerimi ve saatimi taktıktan sonra -bilekliğimi zaten hiç çıkarmıyordum- parfümü boynum ile kollarımın iç kısmına sıktım. Banka kartım ile telefonumu küçük çantama koydum ve odadan çıktım.
Basamakları inerken Gurur’un vestiyerin önünde dikilmiş telefona baktığını görmüştüm, telefonla konuşması sonlanmış olmalıydı. Ağzımı açıp ne hakkında konuştuğunu dahi soramadan sadece gözlerimi yüzüne dikerek basamakları inmeye devam ettim.
Gözleri gözlerime dokundu, hemen ardından beni boylu boyunca süzdü ve kaşlarının merakla çatıldığını gördüm. Nereye gittiğimi merak ediyor olmalıydı, gitmem gereken bir ders olduğunu ona söylememiştim çünkü bunu konuşacak fırsatımız bile olmamıştı.
Durgun bakan gözleri tekrardan gözlerime sabitlediğinde tam karşısında duruyordum. Konuşmadı, sustu, sadece beni izledi. Benden bir açıklama bekledi ya da hiçbir şey beklemedi. Ne istediğini tam olarak kestirebildiğimi söyleyemezdim.
“Girmem gereken bir ders var,” dediğimde yüzünde sabit bir ifadeyle başını aşağı yukarı salladı.
“Güzel görünüyorsun.” Cevap vermeme izin vermeden yeniden konuştu. “Ben seni bırakırım.”
“Kendim giderim. Durak çok uzakta değil.”
Gurur üstüne basa basa, “Seni ben bırakırım,” deyince bir an durup sessizce gözlerinin içine baktım.
Biraz daha susalım, o sustukça ben yaralanayım diye mi yanımda olmak istiyordu? Onu suçluyor değildim, bakıldığında ne denli haklı olduğunu da görebiliyordum ama sanırım onun kafasını toparlayabilmesi, benim de onun sessizliğinin etkisinden çıkabilmem için anlık da olsa uzaklaşmamız gerekiyordu. Günlerdir uzak değilmişiz gibi.
“Beyaz sana yakışmış.”
“Teşekkür ederim.”
Vestiyerdeki paltosunu aldı, bana doğru döndüğünde gözlerimiz birbirine saplandı ve bakışlarımda her ne gördüyse o sert çehre anlık olarak yumuşadı.
“Oyuncağı elinden alınmış küçük bir kız çocuğu gibi dudaklarını büke büke ağlamana az kaldı gibi duruyor.”
“Biraz olsun hakkım olduğunu hissetseydim yapardım.” Böyle bir cevap vermemi beklemediği yüzüne yıldırım gibi düşen şaşkınlıktan da belliydi. “Karşında duruyorum ve ne söylemem gerektiğini ilk kez ben de bilmiyorum.”
Cevap vermese de onun da benimle aynı şeyleri hissettiğini hissedebiliyordum. O da ne söyleyeceğini, nasıl bir tepki vermesi gerektiğini tıpkı benim bilmediğim gibi bilmiyordu. Düşünürsem, kendimi kendi kabuğumdan çıkarıp onun kabuğunu giyinerek düşünmeye zorlarsam biliyordum ki şu an durduğu yer, benim olduğum yerde olmaktan daha zordu.
“Cenan ile konuşmak istiyorum.” Bu cümlesi bizden bağımsız olsa da aslında bizle ilgiliydi çünkü tıpkı benim gibi artık o da bu işin içindeydi. “İstemek de değil,” dedi sertçe, bakışları birden koyulaşmıştı. “Cenan ile konuşacağım.”
“Ne zaman?”
“Dersin kaçta bitecek?”
Bileğimdeki saate baktıktan sonra, “Üç saat sonra başlayacak,” dedim.
“Üç saat sonra başlayacaksa neden bu kadar erken kaçmaya çalışıyorsun?” diye sordu, aramızda kara bir örtü gibi asılı duran durgunluğa rağmen bakışları özlemle doluydu. Ne kadar bir çit çekmiş de olsa o çitin arkasından bana bakıyor, beni özlüyor, etrafında olayım istiyordu.
Tam ağzımı açacakken, “Sende Cenan’ın telefon numarası var, değil mi?” diye sordu, sorusu karşısında şaşırsam da başımı salladım. “Ona bir mesaj çekebilir misin? Bir kahve içmek istediğini, benim de orada olacağımı belirttiğin bir mesaj.”
“Tabii ki yaparım.” Telefonumu çantamdan çıkarmak için fermuarı açtığım sırada gözlerini ellerime indirdi. Ellerimin hareketlerini izlediğini fark edince sakarlık yapmaktan korkarak telaşla telefonu çantadan çıkarmaya çalıştım. Cenan’a mesaj çektiğim sırada Gurur hareketsizce beni izlemeye devam ediyordu. Tam ekranı kapatacakken saniyeler içinde Cenan’dan bir yanıt geldi ve kafamı kaldırıp, “Bir keresinde onunla kahve içmiştim bir kafede, orada olacağını söyledi,” dedim.
“O kafede onunla kahve içerken bunu biliyor muydun peki?”
Kaşlarımı çatarak, “Oturup onunla plan yapmadım, Gurur. Hiçbir şekilde,” dedim sertçe. Gurur bu sert cevap karşısında bana uzun uzun baktı ama dudakları aralanmadı. “Bana kızgın olabilirsin ama yaptığın imayı hak etmiyorum. Dide’yi öğrenmek benim için de beklenmedikti. Cenan ile oturup bu sırrı sizden nasıl saklarız diye plan yapmadım, kaldı ki ihtiyacı da yok gibiydi çünkü yıllardır saklamayı başarmış birinin benim yardımıma ihtiyacı olacağını sanmam.”
“Sana ima yapmadım, soru sordum.”
“Yaptığını ikimiz de biliyoruz.”
Yüzüme daha sert bir ifadeyle bakıp, “Sana kendini acındırabilecek kadar zeki bir kadın,” dediğinde gözlerimi devirdim.
“Öfkeni anlıyorum, sana bu konuda sonsuz hak verdiğimi de biliyorsun ama Gurur, Cenan birine kendisini acındırmayacak kadar kendini beğenmiş bir kadın. Egosunu sarsacak hiçbir şey yapmaz o.”
“Nereden biliyorsun? Belki de onun silahı egosudur. Bu kadar megaloman olduğu için kimse onun kendisini acındıracağına ihtimal vermez ve bunu yaptığında herkes ona inanır. Olamaz mı?” Sorusuyla anlık duraksayıp, şaşkınlığımı gizleyemeden ona baktım. Şüphe ağacı içine öyle fazla dal uzatmıştı ki tüm düşünceleri karanlık gölgelerle sarılmıştı. “Olamaz mı?” diye tekrarladı sorusunu sertçe, ona atabileceğim en sakin bakışı atıp başımı iki yana sallayarak kapıya doğru döndüm ve ondan uzaklaşmaya başladım.
Orada öylece durup gidişimi izlediğini fark ettiğimdeyse omzumun üzerinden ona bakıp, “Kadınla buluşmak isteyen sendin, şimdi geliyor musun yoksa yalnız başıma mı gideyim?” diye sordum sakince.
Bu sakinlik onu öfkelendirdi, bunu görebildim, haklılığı bir dağ olup önümde yükseldi ve o benden haklı olduğunu saklamadan gözlerini yüzüme sorguyla dikti.
“Suçlu olduğumu bildiğimi, perişan olduğumu daha kaç kez söylemeliyim?” diye sordum sertçe. “Ben beni derhâl affet demiyorum zaten ama benden saklamak için bastırdığın öfkeni gece değil, şimdi ortaya çıkaracaksan Gurur, söylemeliyim ki şu an bunu kaldırabilecek durumda değilim. Gece kaldırabilirdim, eve döndüğümüzde de kaldırabilirim ama dışarıda devam eden bir hayatım var. Bitirmem gereken bir okulum, girmem gereken derslerim var. O yüzden beni suçlayacaksan bunu eve döndüğümüzde yapalım çünkü derse aklım sendeyken girip her şeyi mahvettiğim duygusu yüzünden kendime işkence ederek girmek istemiyorum. Beni anlıyor musun? Bunlar sitem değil. Bunlar yetişkin iki insan olduğumuz için anlamamız gereken şeyler, bunlar olması gerekenler. Kavga edilecekse daha özel bir ortamda edilmeli. Cenan’ın önünde ya da sokakta değil.”
Şaşkınlığı gözlerine anlık olarak yansıdı, belki biraz anlayış belki de hak verme duygusu kirpiklerine sindi ama dudakları haklılığımı ilan etmek adına aralanmadı. Sadece anladığını gördüm, hislerinin farkında olduğumu, pişmanlık duyduğumu anladığını gördüm. Onun saldırılarına açıktım çünkü bu saldırılar bir sonuçtu ve ben bunlar olurken bu sonucu göze almıştım. Şimdi o sonuçtan kaçmıyordum, sadece her şeyin bir zamanı vardı ve sonuçların zamanı şimdi değildi.
“Seninle kavga etmeye çalışmıyorum, Zeliha,” dedi sonunda, ardından adımları bana doğru gelmeye başladı. Söylediği şeye cevap vermeden evden çıkıp asansöre yöneldim, adımlarım ağırdı çünkü bana yetişmesini beklemiştim. Birlikte asansöre bindiğimizde, “Abartılı tepki verdiğimi düşünüyor olabilirsin,” diye girdi cümleye, duraksadım ama ona doğru dönmedim, metal kapıdaki belli belirsiz yansımamıza bakıyordum. “Ya da belki tam da senin de vereceğin tepkiyi veriyorumdur. Nasıl görünüyorum bilmiyorum, Zeliha. Nasıl göründüğümü umursamıyorum. Seni umursuyorum.” Omzunun üzerinden bana baktığını hissedince ben de aynı şekilde karşılık verdim ona. “Seni, o küçük kızı ve bana abilik, babalık yapan adamı umursuyorum. Saldırgan davranmamak için ne kadar çabaladığımı görmeni istiyorum. Buradaysam, gözlerinin içine hâlâ bir çocuk gibi muhtaç ve ilgiyle bakıyorsam, bu adam olmayı deniyorsam ve başarıyorsam bu senin için; bu senin sayende. Çünkü kabul et, o gece yolda çevirdiğin adam olmaya devam etseydim, suçsuz da olsan seni suçlu bulmak için elimden geleni yapardım. O adam seni suçluyordu. Bu adamsa sadece kendini suçluyor.” İşaret parmağıyla kendisini gösterdiğinde yutkundum. “Seni değil, sadece kendisini. Ne yapmış olursan ol, ne yapacak olursan ol, bu sonuç değişmeyecek.”
Eski zamanlarda yıldızlar, henüz yolların çizildiği haritalar olmadığından insanlara yönünü gösterirmiş; işte öyle bir an geliyordu ki, Gurur bir cümle kuruyor, tüm haritalar yanıyor, Gurur yine bir cümle kuruyor ve bir yıldız takımı yan yana dizilerek bana yolumu çizmeye başlıyordu.
Ben yaktığı haritaların külleri üzerinden yürüyor, gözlerim yıldızlarda onun benim için çizdiği yolda ilerliyordum.
Asansörün kapıları iki yana kayarak açıldığında asansörden çıkıp sessizce ilerledim. Yeni olduğu her hâlinden belli, parlak cipinin önünde durduğumuzda o arabanın kapısını açana kadar bekledim. Ön koltuğa yerleştim, kaputun önünden geçerek kendi tarafına doğru ilerledi ve direksiyonun başına oturdu. Cipi çalıştırdığında anlık olarak bakışlarımı ona doğru çevirdim, tıraş olurken kestiği cildinde oluşan yara izine bakarken kaşlarım çatıldı.
Hakkım mıydı bilmiyordum ama “Sakallarını görmem için kesmemiştin, değil mi?” diye sordum ve bu soruyla beraber gergin çenesinin tamamen kasıldığını gördüm.
Bakışları omzunun üzerinden bana çevrildiğinde alacağım cevabın ne olduğunu zaten biliyor olmama rağmen beklentiyle gözlerine bakmaya devam ettim. Başını aşağı yukarı sallayıp göz kontağını keserek yola bakmaya başladı.
“Ama kestin. İncelememe izin vermeden. Bu bana verdiğin bir ceza mıydı? Bağırıp çağıramadığın, kavga edemediğin, hesap soramadığın için bana verdiğin bir cezaymış gibi hissettirdi.”
“Anlamışsın,” dedi sadece, başka bir şey söylemedi ve yüksek ihtimalle benim de söylememi istemedi.
Hissettiğim şeyin ağırlığının ifademi sarsmasına izin vermeden yavaşça cama sokulup, başımı cama yaslayarak sokağı izlemeye başladım. Hakkım mıydı bilmiyordum ama kırgın hissettim.
Cip, Cenan ile ilk kez karşı karşıya oturduğumuz kafenin olduğu kaldırımın önünde durduğunda gevşek bir şekilde bağladığım emniyet kemerini çözdüm. O kadar dalgındım ki o gece yaşanan kazanın bir emaresi gibi zihnimde asılı kalan çarpma seslerini bile duymamıştım. Belki de duymuştum ama zihnim öylesine kapalıydı ki Gurur haricindeki şeylere, duymadığımı sanmıştım.
Cipin hemen arkasında Cenan’ın beyaz aracının durduğunu görünce gergin bakışlarım Gurur’a kaydı. Cenan’ı fark ettiyse bile o tarafa bakmadan kafeye doğru ilerledi. Bir bulut kümesi hızla göğe yayılarak güneşin önünü, düşüncelerimin önünü kesen karanlık gibi kesip gölgeyi şehre düşürdüğünde, içimde sıkışan duyguları bastırma çabasıyla ilerlemeye başladım.
Kafenin içi saat henüz oldukça erken olduğundan boştu. Cam kenarındaki masaya doğru ilerleyen Gurur’u takip ettim. Gurur’un yanındaki sandalyeye yerleştiğim anda Cenan, gözlerini telefon ekranından kaldırıp bir an olsun bize değdirmeden kafenin kapısından içeri girdi. Beyaz stilettolarının yere çarparak çıkardığı ses, kafede kısık volümde çalmaya başlayan şarkının melodisine eşlik ediyordu. Beyaz bir takım giymişti, bol paça takım pantolonu, beyaz blazer ceketi, beyaz gömleğiyle bugün gri olmaya mahkûm olmuş bu şehre ait değil gibiydi. Gerçi bugün ben de aynı tonları giyiyordum.
Sonunda gözlerini telefonundan çekip bize baktı. Gurur’un ona nasıl baktığını görmek istemedim. Ortam yeterince gergindi, ben yeterince gergin bir ipin üzerinde yürüyormuşum gibi hissediyordum, daha ağır şeylerin altında kalmak istemedim. Cenan ikimizin karşısındaki sandalyeyi çekti, tam karşımızda oturduğunda elinde tuttuğu çantasını kenara koymuştu. Telefonunu ekranı görünmeyecek şekilde ters çevirerek masanın üzerine, çantasının hemen yanına bıraktığında Gurur sırtını sandalyeye yaslayıp, dikkatli bakışlarını Cenan’a sabitledi.
Çalışan kız masaya geldiği anda üçümüz adına dudaklarını aralayan ben oldum. “Üç sade kahve lütfen, teşekkürler.” Bu cümleyi bilerek kurmuştum çünkü buraya kahve içmeye değil, ciddi bir konuyu tartışmaya gelmiştik ve düşündükleri son şey ne içecekleriydi.
Cenan, dirseklerini masanın yüzeyine yaslayıp, ciddi bakışlarını Gurur’un yüzüne dikince Gurur da aynı karşılığı verdi. Aralarında soğuk bir savaş vardı. Gözlerden ateş edebilmek mümkün olsaydı şayet, Gurur da Cenan da delik deşik olmuş bedenlerden ibaret hâle gelirlerdi.
Kahveler gelene dek dudaklar aralanmadan edilmiş o sessizlik yemini asla bozulmadı. Biri o yemini bağlayan zincirleri zorlamadı bile.
Kahveler masadaki yerini aldığında ise Cenan, “Seni dinliyorum,” dedi, kurduğu cümlenin muhatabının Gurur olduğunu bildiğimden önümde duran kahveye bakmak dışında herhangi bir tepki vermedim.
“Dide’nin kim olduğunu biliyorum.”
Cenan çenesini ileri itip dudaklarını birbirine bastırarak alayla başını salladı ve “Vay canına, oldukça iyi gözlem,” dedi, her ne kadar sesine alay batırmış olsa da endişeliydi.
Kalbinde, ruhunda, benliğinde ve hatta tüm kemiklerinde anneliğin ona armağan ettiği endişe vardı. Dide’nin hayatını kökünden değiştirme ihtimali olan birinin karşısında oturduğunu biliyordu. Sakladıkları belki de ilk defa bu kadar derinine, bu kadar acıtarak içine batıyordu. En başına dönebilseydi, tüm bunlar yaşanmamış olsaydı yine bu kararı verir miydi merak ediyordum.
“Benimle alay ederek hissettiklerini gizleyebileceğini sanıyorsan, Kaplaner, beni kimin yetiştirdiğini bilmiyorsun demektir.”
“Seni kimin yetiştirdiğini biliyorum, Gurur. Seni yetiştiren, büyüten adam, bil ki bir zamanlar senden daha toydu, benim kalbimde büyüdü. O adamı ben büyüttüm.”
Cenan, kendinden emin sesine sığdırdığı anlamlarla Gurur’u ve beni enkaz altında bıraktıktan hemen sonra kahvesine uzandı. Kahvesinden bir yudum alırken ne Gurur’a bakıyordu ne de bana. Sadece boşluğa bakıyordu.
Boşluğa bakıyordu ve belki de o boşlukta, kalbinde büyüttüğü adamı görüyordu.
“Sen büyüttüğün herkesi öyle yarım yamalak, öyle öksüz, öyle yersiz yurtsuz bırakır gider misin?” diye sordu Gurur birden, sesi sert değildi, sesinde duygular alevden bir dalgaydı ama o dalgada ne yargı vardı ne de kınayış. O dalga sadece hislerin ağırlığını bilen birinin okyanusunda büyürdü, Gurur hisleri öğrenmişti ve şimdi o dalgalar onun da okyanusunda büyüyordu.
Cenan’ın dudakları gerildi, bu bir gülücük için değildi, bu bir ifade için de değildi; bu kusulamayan, aktarılamayan, anlatılamayan ve anlaşılmayacağından emin olunan kelimelerin dudakları zorlayışındandı.
Konuşsa bile, anlatsa bile anlaşılmayacağını bilen bir kadının serzenişi dudaklarında başlardı.
“Sen karşıma oturmuş bana bir adamı neden yetim bıraktığımı mı soracaksın?” Cenan dirseğini masaya daha sert bastırıp Gurur’a yaklaştı ve bir sır verir gibi fısıldadı. “Sen neden karşımda durup bana, neden binbaşından kızını sakladığımı sormak yerine, onu neden yetim bıraktığımı soruyorsun, dağcı komando? Ben sana bunun cevabını verecek olursam, Çalıklı, sen beni anlar mısın? Düne kadar bu kızın korkularını anlamayan sen,” dedi beni işaret ederek, “beni mi anlayacaksın?”
“Ne korkusu?” diye çıkıştığım anda elini kaldırıp beni susturdu ve bakışlarım parmaklarında donup kaldı.
“Daha fazla oynamayın. Ben aptal değilim.” Gözlerini Gurur’a sapladı. “Yüzbaşı, senin hiç baban terörist ilan edildi mi? Bana sunulan bir kanıt dahi yoktu. Belki öyleydi, belki değildi. Eğer öyleyse, evet, iyi ki de öldü ama ya değilse? Hiç bu tereddütle bir ömür geçirdin mi sen? Ya suçsuzsa? Daha kötüsü, ya gerçekten suçluysa? Sen içinde soru işaretleri, bir bilinmezlik, öğrendiğin takdirde daha büyük yıkımlara sebep olabilecek bir gerçeğin merakıyla, bir dağın başında, karnında bir bebekle ölümü düşündün mü?” Sorulan her bir soru kalbimin daha hızlı çarpmasına neden oluyordu. “Ya benim babam suçsuzca? Ya benim sevdiğim adamın ellerinde babamın kanı varsa? Ya benim suçsuz babam öldürülmüşse? Daha kötüsü, ya benim babam bir suçluysa, ya ben bir teröristin kızıysam ve sevdiğim adamın ellerinde o teröristin kanı varsa?” Başını öne eğdi. “Senin seçimin ne olurdu?”
“Her şeye rağmen,” dedi Gurur, “yaşadığın tüm bu trajediye rağmen, bu seni haklı kılmaya yetiyor mu, Cenan?”
“Yetmiyor.”
“Muşta, bir masumu öldürmez. Sen hiç gidip bunu ona sordun mu? Ne yaptın? Pılını pırtını topladın, karnında onun bebeğini taşıdığını bile söylemeden kaybolup gittin. Arkanda nasıl bir enkaz bıraktın, farkında mısın?”
“Arkamdan geldi mi?” diye sordu Cenan sertçe. Gurur duraksadı. “Ben zaten aklı, kalbi, ruhu karışmış hâldeyken, gidecek bir yerim olmadığı hâlde ikimizi de vicdan yükünden kurtarmak için kaçıp giderken, söylesene Gurur, abin benim arkamdan geldi mi?”
Şimdi tıpkı benim gibi Gurur da sessizdi.
“Açtı kafesin kapısını, madem gitmek istiyorsun, uç o zaman dedi kanadını kırdığı kuşa. Gittim. Yine de neyi bekledim, biliyor musun? Arkamdan gelmesini. Zehirse içerdim, bir ömür kan kusacaksam kusardım ama yine de arkamdan gelseydi, onu hiç bırakmazdım. Kabul etti. Belki verdiğimiz sözlerden, belki de artık beni istemediğinden ama kabul etti. Gittim ve o arkamdan değil gelmek, beni aramadı bile. Ben içimde taş gibi bir ağırlıkla bir başıma kaldım!”
“Bu seni haklı yapmaz,” dedi Gurur ama o da şaşkındı, kafasının içi allak bullak olmuş olmalıydı.
“Haklı olduğumu söyleyen kim? Bir kez olsun ben haklıyım mı dedim?” diye sordu Cenan sertçe. Gurur duraksayarak Cenan’ın gözlerinin içine baktı. “Belki abin o ateşin içinde çok yandı ama illaki söndüğü bir an olmuştur, Yüzbaşı. Ben tam dokuz senedir o ateşin içinde bir başıma kavruluyorum. Pişmanlığı da, suçluluğu da, acıyı da her şeyi ilk günkü gibi net bir şekilde içimde hissediyorum.”
“Muşta o kişinin baban olduğunu biliyor muydu?”
Cenan, uzun uzun sustu. “Bilmiyorum. Belki biliyordu belki de hiç bilmedi.”
“Yaptığından belki de haberinin bile olmadığı bir şeyi ona kalbiyle ve kızıyla mı ödettin? Bunu mu söylüyorsun?” Gurur’un bu sorusu, uzun süren bir sessizliğin ardından düşüncelerinin yerine oturmasıyla beraber yükselmiş ve masaya bir yıldırım gibi düşmüştü. “Babanı öldürdü, evet, evet mahvolmuşsun ama giderken onu mahvetmedin mi sanıyorsun? Sen onun vicdanını parçalamamak için kalbini parçaladın. Yıllar geçti üzerinden. Zaten parçalanmış kalbini bir kez daha parçalamak için yeniden buradasın. Senden babanı aldı, sen de ondan kızını aldın. Vicdanını parçalamamak için bıraktığın adamın kalbinin üzerinde tepinmek değil de ne bu?”
“Kızım bir intikam aracı değil, hiç olmadı!” dedi Cenan sertçe, bir an Gurur durdu, duygusuz bakışları yeniden yüzüne yerleşmiş de olsa içinde bir yerlerde Cenan’ı anladığını görebiliyordum.
Gurur, insanları her zaman anlardı.
“Kızımı babamın intikamını almak için kullanmadım. Bırak bunu, intikam almayı bile tek bir an olsun düşünmedim ben! Düşünmedim! Ben… Ben…” Sustu. Dişlerini sıktı, başını önüne eğdi ve derin bir nefes aldı. “Arkamdan gelmediği hâlde, ben yine de, bir ihtimal, belki bir şekilde, bir nedenden, belki nefret ettiğinden, belki de özlediğinden bana gelir diye sizinle uğraştım durdum yıllar boyunca. Gelir de beni o kuyudan çıkarır ya da o kuyunun üzerini tamamen kapatır diye. Bir ihtimal. Bir umut.”
İşte şimdi Cenan’ın tesistekileri neden tedirgin ettiğini anlıyordum. Neden timle uğraştığını, neden bu işin peşine düştüğünü, her şeyi daha net anlıyordum.
Gurur, duydukları karşısında sessiz kaldı. Sigara paketini çıkarıp bir dal sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi.
“Ben kalbimde ur gibi taşıdığım bu şey beni deşerken bu kız kadardım,” dedi beni işaret ederek. “Karar verebilecek zamanım yoktu, şansım yoktu benim, şartlar bana uygun değildi. Hakan peşimden gelmedi, beni sorgulamadı. Gelebilirdi, benim peşimden gelebilirdi! O kalem kırıldığında, ben gittiğimde, onun için ondan paramparça gittiğimde hamile olduğumu bile bilmiyordum!”
Gurur, çakmağın ucundan fırlayan alevin arkasından Cenan’a uzun uzun baktı. Sigarasını yaktıktan hemen sonra, “Neden geri döndün?” diye sordu birdenbire. “Madem ondan kalbini de kendini de götürdün, beraberinde o çocuğu da götürdün, şimdi neden geri döndün?”
“Ben-”
“Ben söyleyeyim mi neden döndüğünü? Gerçi sen az önce verdin bunun cevabını ama…” Gurur, dudakları arasındaki dumanı dışarı üflerken, “Çünkü,” dedi sertçe. “Senin o bencil kalbin, hâlâ o adam için atıyor. Çünkü senin o bencil kalbin, o adamın her şeyi öğrenmesini istiyor ama o ağzın asla açılmıyor. Yıllar geçmiş, Cenan. Sen koca bir kadın olmuşsun ama dilin hâlâ o kız çocuğu senin, konuşmazsan bir adamın hayatı, konuşursan da sanıyorsun ki senin hayatın yanacak. Senin hayatın zaten yanmış, yakmışsın da, yanmadın diyemem. Ama önüne bir iki parça fırlatıp bütünü görebilmesini bekleme o adamdan. Sen buraya geldin. Sen buraya benim için ya da bir başkası için, bir olayı çözmek için, birilerinin üzerine çökmek için değil, hâlâ içinde yaşayan kız çocuğunun hayali belki gerçek olur diye umut ederek geldin. Yalansa yalan de umurumda değil, ben inanmayacağım.”
“Ben tüm bunları-”
“Hesaba katmadım deme, kattın çünkü bunu ağzınla söyledin bana.”
Cenan eğer bir yudum almazsa içi kavrulacakmış gibi kahve fincanını dudaklarına götürdü, yutkunuşunun sesini duydum.
“Yakalanacağını bile bile bu riske girmezdin, Kaplaner,” dedi Gurur hemen arkasından. Bu bir bombardımana dönüşmüştü. Cenan savaştan kaçamıyordu, meydan yerindeydi, süngüsü yoktu, silahlarını kaybetmişti ve saklanabilecek hiçbir yeri kalmamıştı. “Sen bu riske girdin, Isparta’ya geldin, kızını da getirdin çünkü sen kaçmaktan sıkıldın. Onu beklemekten de sıkıldın. Sen sobelenmek istiyorsun. Hakan Basri Şenkaya her şeyi öğrensin istiyorsun. Vicdanını parçalamamak için kaçtığın adama, vicdanın parçalara ayrıldığı için döndün. Bu şehre döndün. İkinizin şehrine.”
Cenan çatık kaşlarla, “Ne söylemeye çalışıyorsan doğrudan söylesene,” dedi sanki Gurur’un ağzının altında yatan cümlenin daha başka bir anlam taşıdığını biliyormuş gibi.
“Demem o ki,” dedi Gurur sigaranın külünü yavaşça kül tablasına silkerken. “Ya sen Muşta’ya her şeyi anlatırsın ya da ben.”
“Şu âna kadar çoktan anlatmış olmanı beklerdim,” dedi Cenan, bu onu şaşırtmışa benziyordu. “Benden istediğin şeyin farkında mısın?”
“Gayet.”
Cenan dişlerini sıkarak, “Ona bunu söyleyemem,” dediğinde Gurur başını sertçe aşağı doğru indirip yukarı kaldırarak salladı.
“O hâlde bunu ben yaparım.”
“Söylesen çoktan söylerdin,” dedi Cenan, “sen de onun bunu kaldıramayacağını düşünüyorsun. Bunu ona yapmazsın.”
Cenan’ın sözlerinde saf bir pişmanlık vardı. Belki de bunca zaman susmasının esas nedeni Hakan abinin tüm bu olanları kaldıramayacağını bilmesindendi. Ya da kendisi öğrensin istiyordu, söylemek istemiyordu. Cenan kendi yarattığı karmaşada kaybolmuş, kendi kazdığı mezarda tek başına bir ölü gibi yaşamıştı. Yaptığı ve yapamadığı her şeyin pişmanlığı iri, siyah gözlerinde saklıydı.
“Asıl şu an olan durumu ona yapmazdım,” dedi Gurur, sigarayı sertçe kül tablasına bastırıp masaya doğru eğildi. “En kısa zamanda. Ya bugün ya yarın, en geç birkaç gün içerisinde, ona her şeyi sen söyleyeceksin. Yoksa ben sana bu son fırsatı da sunmayacağım. Bu senin son şansın, Cenan. Mahvettiğin bir değil, iki hayat var. Tıpkı bir zamanlar senin iki kez mahvolan hayatın gibi, şimdi sevdiğin adamın ve kızının hayatını mahvediyorsun. Bu senin son şansın. Son duraktasın ve geçen o otobüse binmek de bu karanlık durakta oturup sonsuza dek beklemek de senin elinde.”
“Ben bunu nasıl-”
“Sana bu hakkı tanıyorsam, yemin ederim senin için değil, oralarda bir yerlerde, geçmişte, babası için yas tutup içine sevda gömen o küçük kız çocuğu için yapıyorum. Bunu yapıyorsam, o gece sana anne diyen mavi gözlü kız çocuğu ve geçmişte yaşadıklarını dürüstçe anlattığın o küçük kız çocuğu için yapıyorum. Şu an olduğun kadın için değil.” Gurur, sandalyeyi sertçe geriye iterek ayağa kalktıktan sonra masaya para bıraktı ve “Zeliha,” dedi. “Burada işimiz bitti. Gidiyoruz.”
Cenan başını öne eğip tek bir cevap bile vermeden öylece masayı izlemeye başladığında ayağa kalkmıştım. Gurur ile birlikte kafeden çıktığımızda bir an bacaklarım tutmadı ve kafenin kapısında öylece durup boşluğa bakakaldım. Gurur durduğumu fark ettiği anda omzunun üstünden bana bakmıştı.
İçime çöken huzursuzluğun bedenime bu kadar güçlü etkiler göstererek yansıması şaşırtıcıydı. Gurur yavaşça koluma dokununca irkilerek ona baktım. Kaşlarını çatmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibi gözlerimin içine bakıyordu. Aramızda hâlâ buzlar vardı, bir süre o buzlar dağ gibi dikilip bizi birbirimizden bir adım uzak durmaya itecekmiş gibi hissediyordum. Hayal kırıklığımın katlanarak çoğalmasına engel olamadım.
“İyi misin?” diye sordu, gözleri ilgiyle parlıyordu, tüm soğukluğuna rağmen işte oradaydı. Benim için şefkatli bir yuva, bir ev gibi. Tüm ihtişamıyla.
“Ben, bilmiyorum.” Başımı önüme eğip aramızda elektrikler saçarak var olan göz kontağını kestiğimde bu durumun onu da huzursuz ettiğini hissettim. “Bu yaşananlar…”
Kafasında bir şeyleri değerlendiriyor ama asla sonuca ulaşamıyormuş gibi sessiz kaldı. Koluma dokunmaya devam ediyordu, büyük ellerinin dokunduğu yerlerde his akımı daha kuvvetliydi.
Aniden tanıdık bir ses, “Aa, Zeliş?” deyince, kafamı hızla kaldırdım ve sarı saçların sahibini gördüm. Burnu soğuktan kızarmıştı, gökkuşağı renklerindeki kazağı ve vintage ceketiyle karşımızda dikilen Biricik’ten başkası değildi. Hemen arkasında onun koruması gibi ilerleyen ve bedeninin üzerine koca bir gölge deviren kişiyse Devran’dı.
Devran’ın kaşlarının sorguyla çatıldığını gördüm. “Erkencisiniz,” dedi bu durumu garipsemiş gibi. “Dinlenmen gerekmez miydi, biraderim?”
Gurur bakışlarını Devran’a çevirdi, ben de Gurur’un izleyeceği yolu takip etmek istiyor gibi ona doğru döndüm. Yüzündeki o buzdan maske bir anlığına çözülmüştü. “Kafeye gelmiştik,” dedi. “Zeliha’nın dersi var. Onu okula bırakacaktım.”
Kafenin kapısı ikinci kez açılmasaydı evet, Gurur’un bu söylediği gayet mantıklı ve normal görünebilirdi ama az önce içinde olduğumuzu söylediğimiz kafeden Cenan’ın çıkması, Devran’ın bakışlarının Gurur’dan ayrılarak Cenan’a saplanmasına neden oldu. Cenan’ın varlığı Gurur’u yeniden germiş olmalı ki Gurur’un sırtı dikleşti, çenesindeki kasların seğirdiğini sadece ben görebildim ama eminim Devran da bir şeylerin tuhaf bir sıralamayla ilerlediğini düşünüyor olmalıydı.
Cenan bize bakmadan yanımızdan geçerek arabasına ilerlerken Biricik meraklı gözlerle ona bakıyordu. Ortamdaki gerginliği yok etmek adına, “Bakıyorum da yine mutlusunuz,” diye takıldım ikisine.
Devran gözlerini nihayet bana çevirdiğinde çehresi az da olsa yumuşamıştı. “Başlama yine,” dedi ve gülümsemesi daha da genişledi.
“Yine ben hariç herkes mutlu demek isterdim ama görüyorsunuz ki ben de mutluyum.” Bakışlarımı Gurur’a çevirip ona kaçamak bir bakış attım. Gurur neyden bahsettiğimi anlamış gibi gözlerini indirmiş bana bakıyordu.
Ne hissettiğini duyabilmek istedim, görebilmek, avuçlarımın içine almak ve hissedebilmek.
“Eee, beklenen geldi tabii,” dedi Biricik mahcup mahcup gülümseyerek. “Seni o kadar özledi ki, ne zaman Dev ve beni görse bize kötü bir enerji yollayarak baktı. Bir ara o kadar kötü bakışına maruz kaldık ki Dev uykudan ‘fenalık basıyor bana, yoksa bir yerlerde mutlu olduğum için bana mutsuzluk ritüeli yapan bir Zeliha mı’ var diyerek uyanıyordu.”
Biricik’le birbirimize bakıp kahkaha attığımızda Devran kolunu Biricik’in boynuna sarıp onu göğsüne doğru çekti ve sarışın o kadar küçük göründü ki acaba Gurur ve ben de dışarıdan böyle görünüyor muyuz diye merak ettim.
Devran eğilip Biricik’in saçlarını öptükten sonra, “Abartma sarışın, sadece bir kez yaptım,” diye takıldı.
Biricik, kollarını Devran’ın beline sarıp, “Eğer dersine daha varsa kahvaltı yapalım mı hep birlikte?” diye sordu bana bakarak.
Hiçbir şey yiyecek hâlim olmasa da “Eğer Gurur ve Devran da uygunsa olur,” diyebildim. Kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı ve Biricik’in enerjisi o kadar iyiydi ki belki bana da toz gibi bulaşırdı da zihnim biraz ışıldamaya başlardı.
Gurur, “Yapalım, ayı gibi açım zaten,” dediğinde göz ucuyla ona baktım, o soğuk bakışlar bir an kırıldı ve bana o kadar derin baktı ki, kalbim tüm bedenimde kayarak ilerleyip kasıklarımda son bulmuş gibi hissettim. Sanki kalp atışlarım tüm bedenimi turlamıştı da esas yerde kalmıştı.
“Serpme kahvaltı?” dedi Devran sorar gibi.
Biricik, “Evet, lütfen!” diye şakıdı heyecanla.
⛓️
Ellerim suyun altında öylece beklerken bakışlarım lavabonun yüzeyi izlerle kaplı aynasındaydı. Hislerim, kalbimden biyopsi için alınmış parçalar gibiydi. İncelediğinde, tamamen onunla dolu olduğumu belli edecek parçalar. İçimde tetiklenmeye devam eden duyguları durdurmak için gözlerimi yumup elimi suyun altında tutmaya devam ettim.
“Zeliha,” dedi biri, çok geçmeden gözlerimi araladım ve aynanın diğer ucunda birlikte derse girdiğimiz sarışın kızın yansımasını gördüm. İsmi Nilüfer’di, dersin en sıkıcı anlarından birinde tanıştığımızı hatırlıyordum. “İcra ve İflas Hukuku Temel Bilgiler kitabı var mı sende? İnternetten sipariş edecektim ama bulamadım.”
“Olması gerekiyor. İstersen yarın getireyim.” Ellerimi sudan çektiğim anda su durdu, ıslak parmaklarımı hareket ettirerek kıza bakmaya devam ettim. Dalgın bir şekilde çantasından rujunu çıkardı, ruju dudaklarında gezdirirken mutsuz bir ifadeyle bana baktı. Rujun kapağını kapatıp çantasına geri atarken derin bir nefes aldı.
“Çok makbule geçer inan.”
“Tamam, eğer bulabilirsem akşamdan mesaj çekerim sana.”
“Teşekkür ederim. Her şey yolunda mı? Bugün yüzünden düşen bin parçaydı.” Tam yanımda durup omzunun üzerinden bana doğru bakınca yansımasından ayırdığım gözlerimi bu defa doğrudan ona doğru çevirdim. “Ağrı kesici ister misin?”
“Hayır, teşekkür ederim. Her şey yolunda. Biraz uykusuzum, ondan sanırım.”
“Kahve içmek ister misin?” Bana içtenlikle gülümsedi. “Kafeteryaya geçeriz istersen. Güzel Sanatlar Fakültesinin kafeteryası daha aylaktır şimdi.”
Başta bu düşünceye soğuk baksam da kafamın içinde tutsak kalmamak adına, “Olur,” diyerek kabul ettim.
Hukuk Fakültesinden çıkıp Ertokuş Bey Dersliklerine girdik, merdivenleri tırmanıp ilk kata çıktıktan sonra koridorda ilerlemeye başladık ve dersliğin arka tarafına geçtik. Arka tarafa açılan kapıdan çıkar çıkmaz sol tarafımızda Güzel Sanatlar Fakültesi kantini, sağ tarafımızda da üniversite kütüphanesi belirdi. Tam karşımızda açık amfi vardı, bu amfide mezuniyetler ve konserler yapılırdı genelde. Sol taraftan kantini geçtikten sonra biraz yürüyünce üniversitenin yemekhanesine ulaşıyordun. Kantine doğru ilerlediğimiz sırada Nilüfer bu yaz yapmayı planladığı stajdan bahsediyordu. Kantinin içinde de dışında da masalar vardı ve Nilüfer’in de dediği gibi bugün bu saatlerde burası biraz daha aylaktı ama normalde oldukça kalabalık oluyordu. Bu aylaklık biraz da ders saatlerine bağlıydı.
Dıştaki masalardan birine oturduğumda Nilüfer’in kahvelerimizi almak için içeri gittiğini gördüm. Dirseğimi masaya bastırıp yüzümü avuç içime aldım ve etrafta devamlı olarak hareket hâlinde bir yerlere doğru ilerleyen insanları izlemeye başladım. Düşünmek istemiyordum, düşünceler sussun istiyordum, bir şeyleri kafamın içinde susturabilmek istiyordum ama mümkün değildi.
Gurur’un kalbinde bir yerlerde yanlış giden bir şeylere neden olmuşum gibi hissediyordum. Onu kırdığımı, beklemediği bir şeyle onu cezalandırdığımı hissediyordum. En başında böyle hissedeceğimi bilseydim ona tüm bu olanlardan bahseder miydim bilmiyordum. Sanırım gözlerinde gördüğüm o kırgınlığın tekrar var olmaması adına, en başından her şeyi onunla paylaşan taraf olurdum.
Karton kutudaki sıcak kahvenin dumanı yüzüme doğru gelmeye başladığında bakışlarımı çevredeki kalabalıktan ayırıp Nilüfer’e çevirdim. Bir süre kahvesini sessizce içtikten sonra, “Ee?” dedi ve bunu söylemesinin nedeninin bir sohbeti başlatmak üzere olması olduğunu anladım. “Kızların sık sık konuştuğu bir şey olduğundan soruyorum, özeline burnumu soktuğumu düşünme sakın ama o aşırı uzun boylu adamla nasıl gidiyor? Herkes bildiğinden sorum, umarım yanlış anlamazsın.”
“Yok, neden yanlış anlayayım? Göz önünde olan bir şey zaten.” Kahveden bir yudum aldım, kafamı ondan uzaklaştırmaya çalıştıkça evren oyununu oynuyor ve o yeniden önüme seriliyordu. İnsan kaderinden kaçamıyorsa eğer, o benim için kader mi demek oluyordu? Bir süre sessiz kaldığımda bu sessizlik Nilüfer’i şaşırtmış gibi beni incelemeye başladığını hissettim. “Nasıl gittiği konusunda bir fikrim yok. Yani gitmesi gerektiği gibi gidiyor.”
“O nasıl oluyormuş?” Gülümsedi. “Seni derse bıraktığını gördüm. Hep etrafında gibi.”
“Evet, öyle.” Karton bardağı parmaklarımın arasında yavaşça ileri geri hareket ettirdikten sonra, “Aramızda her şey net gibi ama yorucu bir belirsizlik de var. Saçma bir cümle oldu ama öyle.”
“Belirsizlik?”
“Bir insanı seversin, seni sevdiğini de hissedersin ama ne sen ne de o bunu kelimelere dökemezsiniz ya, işte öyle bir belirsizlik.”
“Karışmak istemem ama yine de bana göre sevgisinin sesi olmalı. Sevgi dilsiz olmamalı.”
“Peki iki insan birbirini sesleri çıkmadan, kelimeleri kullanmadan da anlayabiliyorsa? Bunun bir önemi yok mu?”
“Elbette var, Zeliha ama gördüğüm kadarıyla sen o kelimeleri duymak da istiyorsun. Yanlış mıyım?”
“Onun kelimeleri ve benim kelimelerim arasında kara bir örtü gibi asılı duruyor sanki.”
“İlk söyleyen kişi olmak istemiyor musun?”
“Aslında neredeyse söyleyecektim.” Başımı önüme eğdim, uzun uzun sustum ve sonunda yeniden konuşmaya başladığımda Nilüfer’in gözlerinde ilgi vardı. “O an onun da söylemek istediğini hissettim. Bir zaman belirledik, o zaman geldiği gün kelimeler özgür kalacak sandık, tıpkı hislerimiz gibi içimizde gizlediğimiz sustuklarımızı da ortaya sereceğiz sandım ama olmadı. Tüm bunların yaşanmasını umduğum bir gece, yaşanmaması gereken başka bir şeyle karşılaştık. Her şey bir anlığına yarım kaldı. Şimdi ağzımı açsam doğru zamanı yakalayamamaktan, ağzımı kapatıp sussam zaman kaybetmekten korkuyorum. Bu ikilem çok ağırmış.”
“Zaman akıp gidiyor. Duygular tüm şiddetiyle yaşanıyorken onları kelimelere dökmek gerek. Küllenmeye başladıklarında ya da henüz yeni alev alırlarken değil. Görüyorum ki siz hardasınız, tüm şiddetiyle hissediyorsunuz, tüm şiddetiyle bunu yaşıyorsunuz. Zamanın kıymetini bilmek gerekir, Zeliha çünkü harcanan zamanın telafisi olmuyor ama yaşanan anların kıymeti sonsuza dek sürüyor. Yaşlanırken bile gülümseyeceğin bir anı olarak kalıyor. Oysa yaşanmazlarsa, ifade edilmezlerse, yaşlandığında bile gözden akacak yaşa dönüşecekler.”
Haklılığı sessizlik içinde kahveme bakmama neden oldu. Doğru olan neydi seçemeyecek kadar karmaşık hâldeydim. Nilüfer’in haklı olduğunu anlamama gerek yoktu, zaten biliyordum ama ne ben ne de Gurur, normal iki insan gibi düşünemiyor, hissetsek bile bu hisleri onlar gibi yaşayamıyorduk. Nilüfer olan biteni bilmiyordu, bu yüzden düşüncelerini sesli ifade ederken onun için en doğru olanı dile getiriyordu ama onun için doğru olanlar bizim olduğumuz konumdan bakılınca büyük yanlışlıklara da neden olabilirdi.
“Sessizsin,” dedi yavaşça. “Söylediklerimi mi düşünüyorsun?”
“Ne düşündüğümü bilmek istemezdin,” dediğimde gülümsemesi genişledi.
“Yoksa içinden amma çok konuştu bu ya falan mı diyorsun?”
“Hayır. Çok mantıklı ve yol gösterici konuşuyorsun aslında.”
“Ne kaynatıyorsunuz bakalım?” diye sorup hemen yanımıza çöken kişi Ayça’ydı, Çolpan da Ayça’nın yanına oturdu ve gülümsemem derinleşti.
“Dersim Ertokuş Bey’deydi,” dedi Ayça. “Çolpan’la kahve içelim dedik ve bir de ne görelim. Aaa! Bir tanecik arkadaşımız, sırık spor sevgilisi dışında birileriyle de sosyalleşiyor.” Ayça bunu alayla söylerken gülümsemesi içtendi, Çolpan omzuyla ona vurup kıkırdadı. “Gelmiş seninki. Bugün yapışık ikizler gibi gezersiniz diye düşünmüştüm. Aa Nilü, n’aber?”
Ayça ile Nilüfer sohbete başladıklarında, Çolpan yavaşça bana sokuldu ve “Gurur’la olursunuz diye düşünmüştüm, önemli bir ders alarmı mı?” diye sordu. Aslında hem öyleydi, yani hem önemli bir ders alarmı çalmıştı, hem de sanırım koca adamla epey limoniydik. Yüzümü ekşitmemek için kendimi zor tutup, “Önemli bir ders alarmı,” diye mırıldandım, bu cevap tamamen yalan sayılmazdı.
“Ara sıra bizimle de takılmaya karar vermene çok sevindim canım arkadaşım.” Ayça bana pis pis sırıttı. “Yorgi’nin son durumundan sonra sana tekrar güvenmeme kararı almıştım aslında. Yorgi o kötü şartlar altında tutulurken kılını bile kıpırdatmadın.”
“O kadar içselleştirdi ki bu Yorgi konusunu,” dedi Çolpan kıs kıs gülerek.
“Yorgi bile Ayça’nın onu düşündüğü kadar kendisini düşünmüyordur,” dediğimde Ayça bana cins cins baktı, keyfim hâlâ yerine gelmiş değildi ama kafam dağıldığından artık gerçekten içimden gelerek gülümseyebiliyordum. Ama içimde geçen zamana rağmen azalmayan o sarsıcı duygu, garip bir şekilde saniyeler Gurur olmadan aktıkça daha da çoğalıyor, göğüs kafesimdeki boşlukta birikiyordu.
“Şu kızlar Devran ve Gurur’un kız kardeşleri değil mi?” diye sordu Çolpan, işaret ettiği yer çimlerin olduğu alandı, alanda banklar da vardı ve ikili banklardan birine oturmuş sohbet ediyorlardı.
“Aa evet, onlar,” dedim ensemi ovarak.
“Az önce sana doğru bakıyorlardı, gidip bir selam ver istersen kuşum,” dedi Ayça. “Ayıp olmasın şimdi. Bizi yabancı gördükleri için gelememişlerdir.”
“Doğru diyorsun,” diyerek oturduğum yerden kalktım, Nilüfer’e gülümsedim ve “Nilü, kahve için teşekkür ederim,” dedim, ardından arkadaşlarımı tek tek öpüp çimlik alana doğru yürümeye başladım.
Onlara doğru gittiğimi ilk fark eden Destan oldu. Destan, Devran’ın âdeta minyatür bir ikizi gibiydi, yüzü abisinin yüzüne çok benziyordu ve Eylül’ün yanında küçücük görünüyordu çünkü Eylül oldukça uzun boylu bir kızdı, banka otururken bile uzun bacaklarını epey öne uzatmak zorunda kalmıştı.
“Zeliha abla,” dedi Destan gülümseyerek. “Nasılsın?”
“Canım, iyiyim, teşekkür ederim.” Gülümseyip Eylül’e baktım ve “Siz nasılsınız?” diye sordum ikisini de sorunun içine dâhil ederek.
“Biz de aynı, yorucu bir gündü,” dedi Eylül, yüzünde geniş bir gülümseme oluşmuştu. “Abimi gördüm, seni derse bıraktıktan sonra yanıma uğradı. Ee, var mı bugün bir planınız?”
“Hayır, sanırım yok.”
“Gurur abi yorgundur şimdi,” dedi Destan başını sallayarak. “Ondan, değil mi?” Meraklı gözleri bendeydi, Eylül’ün de meraklı bakışları Destan’ınkiler gibi bana saplı duruyordu. Gurur’un ruh hâlinden olsa gerek, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış olmalıydılar.
“Evet,” dedim bozuntuya vermemek adına. “Çok yorgun görünüyordu.”
Eylül bir süre kısık gözlerle bana baktıktan sonra, “Yenge,” dedi alayla. “Takışmadınız değil mi? Çünkü abim Hulk gibi görünüyordu. Ten rengi yeşil olsa bilgisayar efektine gerek kalmadan Hulk rolünü çok iyi yerine getirir gibiydi.”
Yenge demesi beni afallatsa da “Yok, takışmadık,” diyebildim. “Yani o genelde de öyle, Hulk gibi.”
Eylül ve Destan’ın buna inanmadıklarını net bir şekilde gördüm ama bu konu hakkında başka bir yorumda bulunmadılar. Kızlarla kısa süren sohbetin ardından bir hayalet gibi okuldan ayrılıp durağa gittim. Şansıma çok dolmamış olan otobüste kendim için boş bir yer bulduktan sonra kulaklıklarımı takıp bir şarkı başlattım ve otobüs harekete geçip beni merkeze doğru götürene dek durmaksızın aynı şarkıyı dinledim.
SİMGE ÖZDAĞ
Çocukluğumdan bu yana bazı rüyaların o kadar çok etkisinde kalırdım ki uyandıktan sonra da hayatıma sanki o rüyayı yaşamaya kaldığım yerden devam ediyormuşum gibi devam ederdim. Henüz çocuk yaşlardayken bu normal olabilirdi ama büyümeye başladıkça ve bu huy değişmek yerine daha ileri seviyeye taşındıkça, bazı geceler uykuya dalmadan önce korku hissetmeye başlar olmuştum. Kötü rüyalar görürsem o rüyaların hayatımı olumsuz yönde etkileyeceğini düşünüyordum çünkü mutsuz uyandığım rüyaların emareleri öyle güçlü olurdu ki tüm günü kendime ve etrafımdakilere zehrederdim.
Bugün kötü bir rüyadan tehlikenin uzaklaşmadığı hissiyle uyandığım için durmadan surat asıyordum.
Normalde kafam hızlı çalışır, zihnimin içinde biri devamlı bir espri yapar ve o espriyi benden başkası duymadığı için bazen kendi kendime gülerim. Zeliha beni ne zaman kendi kendime gülerken yakalasa bunu garipserdi, yıllar geçmiş de olsa hâlâ tuhaf geliyordu ona bu hâllerim.
Mutsuz bir suratla evden çıktığımda elimde düğümü bir topuzu anımsatan çöp poşetini taşıyamadığım için yerde sürüklemeye başlamıştım. Binanın bitişiğinden döndüm ve o an kaldırıma oturan adamı görüp donup kaldım.
Elinde telefon, koca cüssesiyle kaldırıma oturmuş ekrana bakıyordu. Poşeti tekrar sürüklemeye başladığımda kafasını kaldırıp bana baktı.
Ağzıma acı bir tat yayılmasına engel olamadığım bakışları ağır ağır hedefi olduğumu hissetmeme neden olduğunda göz kontağını kesip, çöp poşetini daha sert sürüklemeye başladım.
Çocuk konuşmak nedir bilmiyordu, beni gördüğünde düşman askeriymişim gibi bakıyordu, merak ettiğim şuydu: Acaba geceleri açıp sicilimi falan inceliyordu da legal olmayan şeyler yapmadığımı düşündüğü için bana gıcık mı oluyordu?
Bazense ona ne söylesem inanıyor gibi tepkiler veriyordu, anlaması güç birisiydi. Şu an beni botlarımın içine paçalarını soktuğum pembe polar pijamam ve kalçamı örten su yeşili montumla görmesi beni biraz utandırmış olabilirdi, kendi boyumda bir çöp poşetini çekiştirdiğim için de komik görünüyor olabilirdim, yine de kuyruğu indirip ona bakmadım. Gülecek miydi? Gülebilirdi. Gerçi bana düz düz bakmak dışında tepki verdiği de çok azdı, o yüzden güler miydi bilemiyordum.
Deli miydi neydi?
Aniden durup öfkeme engel olamadan, “Kardeşim insan biraz yardım etmez mi şu anda ya?” diye bağırmamla, sokakta sesimin yankıları büyüyüp üçlü, beşli korolar hâlinde bana geri döndü.
Yener’in duraksayıp irkildiğini gördüm, sonra aniden oturduğu yerden doğrulup kalktı.
“Aman gerçekten de zahmet oldu! Görüyorsun kendim kader poşeti sürüklüyorum, ay durmuş orada bakıyor, insan gelir alır heybetli kollarıyla kaldırır şu poşeti, götürür çöpe savurur, ringde süngere rakibini vuran Rey Mysterio gibi şovunu yapar ya.”
“Tamam, neden bağırıyorsun ki? Yaparım ben.”
Bu sakince kurulmuş cümle karşısında ona alık alık bakmadan duramadım. Ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladı, o an ne hissetmem gerektiğini bilemedim çünkü bu adama bakınca, diğerlerine baktığımda hissettiğim şeyleri hissedemiyordum. Diğerleri hakkında fikirlerim vardı, tezlerimi hazırlayıp kafamın içinde oluşturduğum kimliklerinin önüne koymuştum ama bu adam tam bir kimliksizdi. Onunla ilgili tezlerim yoktu çünkü ne zaman o tezi yazmak için zihnimdeki masanın başına otursam, bu değişik bir başka yönünü gösterip beni aptala çeviriyordu.
Geri çekilecektim ki çöp poşetinin topuzunda duran elimin üzerine elini koydu ve bir an, sanki bunu bilerek yapmamış gibi kafasını indirip gözlerimin içine bakakaldı. O aptal bakışmanın yarattığı kalkanı hissettim, bir kalkan paranormal şekilde ikimizi içine aldı ve o kalkanın saydam duvarlarında Zeus’un mavi şimşeklerinin parıldadığını gördüm. O gördü mü bilmiyordum.
Sadece gözlerimin içine bakıyordu ve elleri öyle soğuktu, öyle soğuktu ki, elleri sanki kıştı.
Elini hızla geri çekince bu ani hareketinin yarattığı şaşkınlığı ondan gizlemeden gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Bakışmayı sürdürür sandım ama yapmadı. Oysa ona bakınca davetkâr, sinsi, oyunları olan bir adam görüyordum. Çapkın olduğunu bilmek için onunla uzun zaman geçirmeye gerek yoktu, gözlerindeki hin pırıltılar, onun kim olduğunu ortaya seriyordu ama bana karşı böyle yaklaşımı olmamıştı. Bu kadar mesafeli olmasının sebebi Zeliha’nın kuzeni olmam olabilirdi ama saf gibi davranmasının nedeni Zeliha’nın kuzeni olmam olamazdı. Ona dikkatli bakıyor olmam tekrar bana doğru bakmasına neden oldu. İkimiz birbirimize temas ettiğimizde oluşan o kalkan tuzla buz olmuş olsa da sanki hâlâ aramızda çakan şimşekler vardı, hissedebiliyordum.
“Götürecek misin?” diye sordum kısık sesle, konuşmasaydım o bakışmanın beni yutacağını düşünmeye başlayacaktım çünkü elim kolum yavaşça uyuşmaya başlamıştı.
Tersimden kalktığım için ifadem kemik gibi görünüyor olmalıydı ama gözlerimin nasıl baktığı konusunda bir fikrim yoktu, Yener’e bakarken çok bilinmeyenli bir denkleme bakıyormuşum gibi hissediyordum.
“Neyi götürecek miyim?”
Beni, demek istesem de bunu yapmadım. Çapkın görünmek istemiyordum, bazen ona bel altı şakalar yaptığımı hayal edince bundan keyif alıyordum ama bana karşılık vermeyeceğini düşündüğümden bunu yapmaktan geri duyuyordum. O yüzden sakince çöp poşetine doğru baktım.
“Yani sen neyi götürmek istiyorsun bilmiyorum ama ben bu poşetten bahsediyordum. Benim kadar.”
Benim kadar olduğunu belirttim, belki poşeti değil beni götürdüğünü hayal edersin. Sana kalmış.
Tabii bunu sana söyleyemem, sonuçta ben şirin bir kuzenim.
“Doğru. Çöp poşeti.”
Bunu söylediği an, ikinci temasından korktuğum, belki de bu temasın kafamda belirteceği cümlelerden çekindiğim için hızla elimi poşetten çektim. Bunu fark ettiğini çöp poşetine ve elime baktığında anladım. Yener çöp poşetini topuz kısmından kavrayıp tek seferde kaldırdı, onun için çok kolay olabilirdi ama ben çekiştirirken bile yediz doğuruyor gibi hissetmiştim.
Kollarına şöyle bir baktım; şimdi şöyle ki, o kollarla her şeyi kaldırmak mümkündür tabii. Neleri kaldırıyordur o kollarla…
“Sen şimdi neler kaldırıyorsundur o kollarla,” dedim birden, sonra, çok küçük bir an için, ağzıma arka arkaya vurma isteğiyle donup kaldım. Sırtını bana dönmüş Yener’in de elinde çöp poşetiyle donup kaldığını hissettim.
“Yani şey demek istedim…”
“Bazı şeyleri kaldırırken kollarıma ihtiyaç bile duymuyorum,” dedi, bunu bana bakmadan, sakin bir ses tonuyla da söylese sanki o an imayla parlayan gözlerini görebildim, o an ima ettiği her şeyi hayal edebildim.
Sanki vereceğim cevabı duymak istemiyormuş gibi hızlı adımlarla çöp konteynerine doğru yürüdüğü sırada arkasında ilerliyordum. Çöp poşetini konteynerin içine atıp bana doğru dönmesiyle aramızdaki mesafenin azlığını fark ettim ama geri çekilecek vakti bulamadım. Neredeyse göğsüne değmek üzere olan alnımı geri çekmeye çalıştığımda gözlerimiz birbirine tutundu. Kafamı kaldırıp bir çocuk gibi ona bakakaldım ve her nasılsa o kahverengi ama içlerinde herkesin göremeyeceği açık sarı, yeşil damarların olduğu gözlerinin derinliklerinde muzip bir ışıltı gördüm.
O gözler bana ilk kez soğuk değil, muzip bakıyordu.
“Buradan bakınca,” dedi beklemediğim bir anda. “Karşıdan bakınca gördüğümden daha küçükmüşsün.”
Kaşlarım anında çatılsa da kalbimin gümbürdemelerini durduramadım. Ya gök çok kızgındı ya da Zeus bizi izlerken epey eğlendiği için göğün sesini göğsüme gömmüştü.
“Küçükmüşsün derken?” diye sorduğumda hâlâ dip dibe duruyorduk, kafamı kaldırmış ona ısrarcı gözlerle bakıyordum.
Gözlerini kaçıran kişi olmayı sevmezdim. Bunu Thomas Shelby abimden öğrenmiştim.
Biri sana bakıyorsa o senden gözlerini çekene dek gözlerini çekmeden ona bakmaya devam et.
Kendisi maşallah hep öyle yapardı.
“Cevap vermeyecek misin bana? Bir şey söylediysen cevabını da ver.”
Yener sanki bilinçli bir şekilde gözlerim dışında herhangi başka bir noktama, çeneme, ne bileyim burnum ya da omuzlarıma bakmadı. Sadece gözlerime odaklı duruyor, o muzip parıltılar ateş gibi harlanarak çehresine kafa karıştırıcı bir ifadenin duman gibi yayılmasına neden oluyordu.
“Küçükmüşsünün, nesini anlamadın?” Soruyu öyle belirgin bir ses tonuyla sordu ki verecek cevap bulamadım. Ses tonuna ilk kez bu kadar çok dikkat etmiştim. Güzel bir sesi vardı, şarkı söylerken de güzel duyulacağına neredeyse emindim.
“Küçük görünüyor olabilirim ama bir bu kadar da yerin altında var,” diye alay etmeye çalıştığımda gülmedi, bir an bozularak ona cins cins baktım. Bu tuhaf aura da neyin nesiydi? “Neden öyle bakıyorsun?”
“Beni kandıracak yeni bir bilgin var mı? Yerin altında bir bu kadar daha olduğuna inanmadım çünkü,” diye mırıldandı, bu bir mırıltı da olsa sesi ne kadar da tok ve sertti.
“Kandıracak yeni bir bilgi mi?”
Dudakları alayla yukarı büküldüğünde, ince sayılabilecek büyüklükteki dudaklarına baktım, açık renk dudağındaki kıvrım garip bir şekilde rengi pembe de olsa karanlıktı.
Birdenbire yüzüme doğru eğilince nabzımın sesleri bir uğultu gibi kulaklarıma doldu. Kokusunu soludum, tatlıydı ama aynı zamanda bir ağacın köklerini anımsatıyordu, aynı zamanda baharatlı ve sertti.
“Seni yok saydığımı düşündüğün için mi sinirlendin o gece?” diye sordu beklenmedik bir açıklıkla. Bir an afallayıp geri çekilmek istedim ama yapamadım, yüzü boynuma yakın duruyordu ve nefesi usul usul tenime temas ediyor, temastan da öte tenime yayılıyordu. “Oysa ben, sen beni bir çocuğu kandırır gibi kandığında, sana kızmamıştım.”
“Bir insanı yok saymakla, onu kandırmak aynı şey mi?”
Nefesi tekrar boynuma çarparken yavaşça geri çekildiğini fark ettim. Gözlerimiz birbiriyle buluştu, yüzü uzaklaşırken gözleri gözlerime saplı durmaya devam etti.
“Belki özünde sebepler aynıdır. Belki sebepler aynıdır, gösterme şekilleri farklıdır. Düşün bunu.”
“Aynı sebep mi?” diye sorduğumda Yener dimdik durup aramıza bir adımlık mesafe koydu.
“Taşınacakmışsın. Sorduğun soruya bir kez daha cevap vermiş olayım, bu kollar kolileri de güzel kaldırıyor.”
Gözlerimin içine dikkatle bakarak söylediği şeye karşı kaşlarımı kaldırdım. Garip hisler içimde ters akıntıdaydı, bir nehirdi ve o nehir, girdap gibi dönerek yukarı kabaran bir hortum oluşturuyordu.
“Kolileri taşımamı istersen kolileri taşıdığımı hayal et ve hemen sonra kolilerimi taşıyorsun diye bir mesaj yolla bana. Evrene zihninle gönderdiğin mesajdan daha hızlısı varsa, o da parmaklarını kullanarak yazdığın mesajın bana ulaşmasıdır.” Ona telefon numarası konusunda yaptığım oyunun aynısını akıllıca kurduğu cümlesine yerleştirip bana bir silah gibi uzattığını gördüğümde gözlerimi kıstım. “Kendini kolilerin yerine koy, ben koli olsam Yener beni nasıl taşırdı diye düşün, sonra da mesaj çek işte,” dedi ve kendi cümlemle kapana kısıldığımı hissedip sertçe yutkundum.
Topuklarının üzerinde döndüğünde gözüm hâlâ ondaydı, biçimli tıraş edilmiş ensesine bakarken ne söylemem gerektiğini bilemedim. Bu kez ben dilsiz gibiydim. Her nedense, onunla ilk kez gerçekten karşılaşıyormuşum gibi hissettiğim anlardan birisindeydim.
ZELİHA ÖZDAĞ
Karanlık yola devrilen tek ışığı gölgem bölüyor, yere uzanmış gölgemin üzerine basıyormuşum gibi hissederek sessizlik içerisinde ilerliyordum.
Ellerimi ceplerimden çıkardığımda eve giden ön yoldaydım, kızlarla kaldığım binanın önünden geçen yoldan değil, ön yoldan gitme kararı almıştım. Yolu biraz uzatmıştım, bir şeylerle uğraşmıştım, mağazalarda bir hayalet gibi gezmiş, hiçbir şey almadan geri çıkarken aynalara bakmamıştım. Eskiden yürüdüğüm yollarda başım yana döner, vitrindeki aynalara, camdaki yansımama bakardım ama bu akşam böyle değildi, bu akşam kendi yansımama tahammül edecek gibi değildim.
Otoparkın önünden geçip binaların arasında ilerlemeye başladığımda ilk dikkatimi çeken açık alandaki cip oldu. Kazaya dair sesleri zihnimde çınlatan cipe bakarken bu cipin ona ait olduğunu biliyordum. Artık bunu kullanıyordu, biz içindeyken paramparça olan cip neredeydi bilmiyordum, bir araba mezarlığında dinleniyor olabilirdi. Cipin sürücü koltuğuna açılan büyük kapısının açık durduğunu gördüm, adımlarım hızlandı ve sırtımdan vuran sokak lambasının ışığı önüme kendi gölgemi çizmeye devam etti.
Cipin açık kapısının önünde durup omzumun üzerinden sürücü koltuğunda oturan kişiye baktım. Yanılmamıştım, bu oydu. Kafasını koltuğa yaslamıştı, gözleri kapalıydı ama uyumuyordu çünkü parmaklarının arasında hâlâ yanan bir sigara duruyordu. Varlığımı hissetmiş gibi aniden gözlerini açınca neredeyse bir adım geri gideceğimi sandım.
Bakışları otomatik olarak bana çevrildi, buz sıcağı gözlerinden gelip geçen ifadeleri izlerken yutkunamadım.
“Neredeydin?” diye sordu sakince. “Okula gittim ama yoktun.” Sigarayı dudaklarına götürürken gözleri bendeydi, gelecek cevabı can kulağıyla dinleyecek gibi ilgiyle gözlerimin içine bakmaya devam etti.
“Biraz dolaştım. Çarşıdaydım.” Bakışlarım yüzünden ayrılmadı. “Arkadaşıma bir kitap götürdüm.”
“Anladım,” dedi sakince.
“Ne zamandan beri buradasın?”
“Bir süredir,” deyince kaşlarımı çattım.
“Yeni mi geldin?” Gözlerim parmaklarının arasında tuttuğu sigaraya kaydı. Kül uzamıştı, neredeyse kırılıp düşecek gibi duruyordu.
“Sayılır,” dedi tekrardan, kaşlarım yumuşamadan ona bakmaya devam ettim.
“Bana çok mu kızgınsın?”
Buna bir cevap vermek yerine, “Yorgun musun?” diye sordu.
“Değilim,” diye yalan söyledim. Yorgundum, fiziksel olarak değil, ruhum bir gecede hiç kaldırmadığı kadar çok yük kaldırmış ve yorgun düşmüş gibi hissediyordum.
“O zaman bin.”
“Bir yere mi gideceğiz?”
Kalbim kuşkuyla çarptı. Şu an, her şey benim için gitgide daha da karanlığa gömülüyorken bir sonraki aşamada karşıma neyin çıkacağını kestiremiyordum. Beni Muşta’nın yanına götürür müydü? Bana sakladığım gerçekle alakalı suçlayıcı olmasa da canımı yakacak şekilde doğruları içeren sorular sorar mıydı?
O gece o kadar susmuştu ki, konuşursa biliyordum ki canımı yakacaktı. Belki de bunun öylesine farkındaydı ki bu yüzden susuyordu.
Sanki kafamdaki seslerle savaştığımı biliyormuş ve bu savaşa müsaade ediyormuş gibi bir süre sessizlik içerisinde bekledi. Ardından, “Evet,” dedi. “Gitmek istemiyor musun?”
“Nereye gideceğimizi söylemedin.”
“Benimle her yere gelirmişsin gibi bakan sendin.”
Bir an durup sadece gözlerine baktım.
“Seninle her yere gelirim.”
“O zaman arabaya binsene,” dedi ama benden aldığı cevabın onda yarattığı etki, ifadesiz tuttuğu yüzüne gökteki ayınkinden daha parlak bir ışık olup yayıldı.
Sessizce sigarasından bir duman daha alışını izledim. Daha sonra ağır adımlarla arabanın önünden dolaştım, cipin ön yolcu koltuğuna açılan kapısını açarken yanaklarımın içini ısırıyordum. Emniyet kemerimi korkuyla bağladım, bunu hissetti, bana baktı ve bunları yaşamış olmam onu kahretmiş gibi sertçe yutkundu. Yutkunuşunun sesini duydum.
“Çok sıkı bağlama,” diye mırıldanınca durup kafamı kaldırdım ve karanlık aracın içinde ona öylece bakakaldım. Yüzüme düşen saç tellerini geriye attı, aramızdaki buzlar çözülmese de ılık bir meltemin yüzüme yayıldığını hissettim.
O anlık bakışmanın ardından Gurur, cipin motorunu çalıştırdı, sigaradan son dumanını aldı ve sigara izmaritini dışarı fırlatıp kapıyı sertçe kapattı. Cip hızla binaların arasından çıkarak Isparta’nın sokaklarında ilerlemeye başladığında ikimiz de sessizdik. Aracın içindeki karanlığı devamlı olarak parçalasa da sessizliği parçalayamayan sokak lambalarının bir bir var olup yok oluşlarını izliyordum.
Sonunda, “Bugün neler yaptın?” diye sordum.
“Muşta’nın yüzüne bakmaya çalıştım, bakamadım,” dedi, sanki bugün yapmaya çalıştığı ve yapamadığı tek şey bu gibi.
“Senden ne kadar özür dilersem dileyeyim, içinde bir yerlerde bana dair kırılmış koca bir hayal var, değil mi?”
Kaçacak yerim yokmuş gibi hissederken dudaklarımdan dökülen sorunun onu duraksattığını hissettim.
“Evet desem ne olacak, hayır desem ne olacak? Evet desem benim kırılan hayalimin yanına senin kalbin eklenecek, hayır desem bana inanmayacaksın, bu kez kırılan kalbin değil, inancın olacak.”
“Yani evet mi?” diye sordum çocuk gibi.
“Bana küçük bir çocuk gibi sorular sorma.” Araba altımızda hafifçe hızlanınca parmaklarımı döşemelere geçirerek ileriye doğru baktım. Bir şeyler söyleyebilmek, onun kırgınlığını yok edebilmek istedim ama yolunu bulamadım, nasıl yapacağımı bulamadım. Bilmiyordum.
“Sen de bana küçük bir çocukmuşum gibi sorular sordurma o zaman.”
“Evet, kızgınım,” dedi ama benim beklediğim cevap bu değildi, ben ona bana kızgın olup olmadığını sormuyordum. Sorduğum şey, çok başka bir şeydi. Gözlerimi ona diktiğimde bana bakmadı, yola bakmaya devam etti ama ona baktığımı biliyordu. Damarlarında hissediyor olmalıydı.
“Benim sorduğum soru bu değil. Sorumun cevabı bu değil.”
Cip biraz daha hızlanınca bakışlarımı ellerime indirip tırnaklarımı birbirine sürtmeye başladım. Çok zaman geçmeden Eğirdir tarafındaydık.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum yeniden, bu sorudan sıkılmış gibi gözlerini anlık olarak bana dokundurup yeniden yola çevirdi.
“Eğirdir’deyiz.”
“Bunu görebiliyorum.”
“Göle gidiyoruz.”
Kaşlarımı çatarak arabadan dışarıya doğru baktım. Ağaçlar karanlığın içinde dikilen muhafızlar gibiydi. Nöbet tuttukları karanlığın içinde usulca arkamızda kalıyorlardı. Cama yaklaşıp, kollarımı bedenime sararak, “Muğla’da olsaydık Akyaka’ya giderdik,” diye fısıldadım. Neden bunu söylediğimi sorgular gibi bana baktığını hissettim. “Akyaka’da oturuyoruz biz. Yani buraya gelmeden önce ben de orada yaşıyordum. Ne zaman canım sıkkın olsa, Akyaka’nın sokakları beni huzurla doldurur.”
“Canın sıkkın demek.”
“Sence?” Alnımı cama yaslayıp kollarımı bedenime sıkıca sardım. “Konu benim canımın sıkkın olması da değil, senin canının sıkkın olması. Canının sıkkın olması benim için yeterince büyük bir şeyken, bir de o canı sıkan kişi benim. Her neyse. Nasıl hissettiğimden bahsetmek istemiyorum.”
“Ama ben senin nasıl hissettiğini merak ediyorum,” dediğinde kaşlarımı çattım.
“Beni önemseyip kendini yok saymandan rahatsız oluyorum.”
“Sen aynısını yapmadığını mı sanıyorsun?”
“Yapmış olsam şu an sana böyle hissettiriyor olmazdım.”
Telefonumun titrediğini hissettiğimde cip Eğirdir’in içinde ilerlemeye devam ediyordu. Ekranın ışığı yüzümü aydınlıkla boyadı, Gurur’un bakışlarının anlık bana dokunduğunu hissettim ve hemen ardından bildirimlere tıkladım.
Yener Açıkgöz: Bilmem kaç yüz kişi içinden
Yener Açıkgöz: Gördüm deli gözlerini birden
Yener Açıkgöz: SAKİN KALAMAZDIM
Yener Açıkgöz: Benim olacağını bilmesem
Girdap Demiralp: Bilmem kaç asker içinden diyecektin sanırım askm
Yener Açıkgöz: Yerim senin her yerini
Girdap Demiralp: Ahh
Girdap Demiralp: (Anime kızı sesiyle oku)
Yener Açıkgöz: Bana böyle şeyleri düşündürtme, elim ayağım boşalıyor
Devran Soydere: Boşalan sadece elin ayağın mı
Yener Açıkgöz: Ne o vereceğim cevaba bağlı olarak artık dolabında Hülya Avşar değil benim resmim mi olacak
Adnan Bahtıvar: Grupta bayan olduğunu unutmanız beni beyefendi çizgimden öyle bir kaydırıyor ki, yakında size de kayacağım az kaldı
Yener Açıkgöz: Şekerim zaten sen bize ya da bana mı demeliyim bilmiyorum, kaymaya bayağı bir meyillisin. Gözün var bende Adnan, senin bana bakışın bakış değil.
Adnan Bahtıvar: Saçma sapan imalarda bulunma.
Yener Açıkgöz: Velev ki bulundum??
Adnan Bahtıvar: Dilini keserim senin
Yener Açıkgöz: Dilimi kesip geceleri dilimle bir şeyler mi yapmak niyetindesin yoksa
Yener Açıkgöz: :dddd
Girdap Demiralp: Gözümün önünde başkalarıyla cilveleşmen hiç hoş değil
Girdap Demiralp: Hani bizim sevdamız?
Yener Açıkgöz: Devirirdi dağları
Devran Soydere: Hani bizim sevdamız?
Yener Açıkgöz: Eritirdi karları
Vural Demirezen: zmnsz esti baak
Vural Demirezen: ayrılğn rzgari
Girdap Demiralp: HANİ BİZİM SEVVVVDAAAAAAAAMIZ
Adnan Bahtıvar: Şu an tesise hoparlörden arabesk veren kişinin kim olduğunu da çözmüş olduk. Girdap. Yeter.
Girdap Demiralp: Ben acı çekiyorsam herkes çekecek
Vural Demirezen: Bi izmr gydası çalmazsn oynaym
Girdap Demiralp: İzmir gaydasıyla nasıl acı çekebilirim.
Yener Açıkgöz: Rihanna Diamond şarkısıyla bile acı çektin kardeşim sen
Yener Açıkgöz: Yanık yanık eşlik ettin şarkıya, şarkıya yeni bir soluk kazandırdın, uzun hava okuyan İbrahim Tatlıses gibi vokal yaptın kadına.
Girdap Demiralp: Sen kimin tarafındasın
Yener Açıkgöz: Bir taraf seçme şansım varsa kucağında olmak istiyorum?
Adnan Bahtıvar: Edep.
Ecevit Erçetin: Edep diyorsun diyorsun gruba atılan linklere ilk sen tıklıyorsun
Ecevit Erçetin: Vpn’i de telefonundan hiç sildiğini görmedim
Ecevit Erçetin: Kim ahlak ahlak diye geziyorsa o en büyük ahlaksız oluyor kardeşim
Adnan Bahtıvar: Edeple ne ilgisi var ben yanlışlıkla tıklıyorum linke. Bunlar göz önünde yapıyor ahlaksızlığı. Şimdi göz önünde yapmakla linke tıklamak aynı şey mi ya ne alakası vaR
Yener Açıkgöz: R
Devran Soydere: R
Girdap Demiralp: R
Ecevit Erçetin: R
Vural Demirezen: Re
Hakan Basri Şenkaya: R.
Gülümseyerek telefona baktığımı fark ettiğini biliyordum. Sessizce telefonun ekranını kapatıp başımı soğuk cama daha sert bastırdım. Göl kenarında ilerliyorduk, göl tarafında olan oydu, o yüzden gölü çok net göremiyordum ve etraf karanlıktı, karanlığın yoğunluğu da gölün sonsuz derinliğine kara bir örtü gibi serilmiş, gölü gizliyordu.
“Ne kadar daha gideceğiz?” diye sordum sonunda. Zaten göl kenarındaydık, daha ne kadar uzaklaşacağımızı merak ediyordum.
“Geldik,” dedi sadece.
Ardından cip ağaçların arasından usulca aşağı doğru salındı. Etraftaki karanlığı aydınlıkla buluşturan ışık, göl kenarındaki restoran ve kafelerden geliyordu. Kafelere ve restoranlara uzaktık, karanlık bizi âdeta kuşatmıştı.
Araçtan indiğinde onu takip ederek ben de indim. Göle ayın ışığı düşüyor, düşen ışık suyun yüzeyinde bir yakamoz yırtığı oluşturuyordu. Gölün etrafını saran dağları izlerken kollarımı bedenime güçsüzce sardım.
Gurur bir eli cebinde gölün önünde dikilirken parmaklarının arasında duran sigara dikkatimi çekti. Ne ara yakmıştı bilmiyordum.
“Eskiden kızlarla göl kenarına kahvaltıya gelirdik,” dedim alakasızca, sessizlik son bulsun istiyordum. Bunu istediğimi biliyordu, belki de bu yüzden durdu ve beni dinlemeye başladı. “Bizi ilk kez buraya Ayça getirmişti, o daha önce de geliyormuş. Ayça bizim aksimize, yani Çolpan’la benim aksime Isparta’ya daha sık geliyordu.”
Sigarayı dudaklarına götürürken başını devam et anlamında salladı. Sanki onun da bir şeyler dinlemeye ihtiyacı vardı.
“Anlatacak bir şeyler arıyorum,” dediğimde omzunun üzerinden bana doğru baktı. Göz göze gelince durup başımı öne eğmemek için tırnaklarımı avuç içlerime saplayıp bedenime daha sıkı sarıldım. “Ama istersen susabilirim.”
“Zaten susuyorsun şu an. Anlat. İstediğin herhangi bir şeyi. İçeriği önemli değil, sadece konuş işte.”
Sessizce ona doğru bir adım attım. Yaklaştığımı fark edince sırtını dikleştirdi ama bana doğru ikinci kez dönmedi. Yüksek sırtına bakarken saçlarımın arasından geçip giden rüzgâr bile kesilmişti. O kadar yüksekti ki, tıpkı bir dağ gibi, bana çarpan rüzgârı bile kesebiliyordu.
Elimi kaldırıp avucumu sırtına yasladığımda, bedeninin kaskatı kesildiğini hissettim. Ağır ağır gözlerimi kırpıştırdığım sırada, “Bana olan güvenini zor kazandım, kolayca kaybetmek istemiyorum,” dedim tüm cesaretimle. “Senden saklamamalıydım. Belki bir yanın zaten bana güvenmiyordu ama bana güvendiğini hissetmek güzeldi, tekrar hissetmek istiyorum. Yalan bile olsa, lütfen Gurur, bırak da bana güvendiğini hissedeyim. Yalandan bile olsa.”
Sustu, hisleri bir girdaptı, dönüyordu, beni içine alıyordu, hissediyordum ve biliyordum o da hissediyordu.
Alnımı sırtına yasladım ve fısıldadım. “Seni kalbime öyle çok çaktım ki şimdi geri çıkarmak için kalbimi de sökmem gerek.” Alnımı sırtına daha sert bastırdım. “Ve ben kalbimi sökmekten korkmuyorum, sadece seni geri çıkarmak istemiyorum. Orada olmadığını düşünmek korkutuyor beni.”
Sigaradan bir duman daha aldıktan sonra bana doğru döndü, alnım bu kez göğsüne yaslandı. Kafamı kaldırıp yüzüne bakamadım, bakmak istesem de burada kalmak da istedim, göğsünde kalmak istedim. Bakışları ateş olup yaktığında biliyordum ki kalbinin atışları su olur beni yakan ateşleri söndürürdü.
Bir eli enseme dokundu, yukarı süzüldü, saçlarımı aşarak ilerledi. Parmaklarının aralandığını, saçlarım boyunca dağıldığını hissettim, dağılan dokunuşlarını zihnimde hissederken alnımı göğsüne daha sert bastırdım.
“Atsam atılmaz, assam asılmaz bir duygu bu, taş oldun yağdın göğsüme de ben dur diyemedim ya sana, Zeliha.”
Bedenimdeki gücün çekilmesine neden olan cümle, bu cümleydi. Cevap vermedim, gözlerimi sıkıca yumdum ve sadece hissetmeyi bekledim. Hissettiklerim yıkıcı boyuta ulaştığındaysa parmaklarımı güçsüzce kolunun kenarlarına bastırdım.
“Buradaysam, sen ne yaparsan yap, burada kalacağımdan,” dedi, sonra bu söylediği onu da dehşete düşürüyormuş gibi derin bir nefes aldı. Söylediklerini kendisi de yediremiyor, sindiremiyor, doğru bulmuyor gibiydi; bunun hastalıklı, saplantılı, korkutucu şekilde ölümcül olduğunu o da biliyordu ama tıpkı benim gibi o da bu duyguyu, bu gerçeği, aramızdaki bu sarsıntıyı yok sayamıyor, yok edemiyordu. “Sana kızgın olmam, biraz daha ötesi, sana kırgın olmam, beni senden itmeye yetecek güce sahip olsaydı eğer, ben senden bir adım öteye giderken bile kolundan tutup seni, kendime çeker miydim?”
“Çekmez miydin?” diye sordum çocuk gibi, cevap ortada bile olsa ben bu cevabı Gurur Mert Çalıklı’dan duymak istedim.
“Çekmezdim,” dedi. “Evet, sana çok kızgınım,” diye devam etti. “Sana kırgınım ama yapmadığın şeylerin zehrini sana akıtamam. Susmak büyük bir şey yapmaksa eğer, Zeliha, ben sana o kadar uzun zamandır kendimi sustum ki bu demek oluyor ki ben de suçluyum. Susmak suçsa, senden daha suçlu biri varsa o da benim.”
Parmakları çenemi yakalayınca yüzüm yavaşça göğsünden ayrıldı. Gözlerimizi buluşturan onun dokunuşu oldu.
Duman dudaklarının arasından süzülüp saçlarımın arasına kayıp gittiğinde, “Gözlerini benden çektiğinde nasıl boğuluyorsam, sana sırtımı döndüğümde de senin boğulduğunu gördüm,” dedi. “Bu noktada sana çok kızgın olsam da, hatta kırgın da olsam, yüzüm yüzünden başka yere bakamazmış, bunu bir defa daha anlattın bana. İçimi deşe deşe anlattın. Bir insanın gözlerinde sustalı taşıması suç değil mi? Senin gözlerinde sadece sustalı da yok.” Sigarayı tutan elini kaldırıp arkasını işaret etti. “Senin gözlerinde uçsuz bucaksız Eğirdir Gölü var, ben de yüzmeyi unuttum.”
Gözlerimin içine çöken yansımasını görüyor muydu? Ben ona bakıyordum, korktuğum geceleri görüyordum, korktuğum ve güvende hissettiğim, parçalandığım ve parçalarımın birleştiği, onu özlediğim ve sevdiğim geceleri görüyordum.
“Bir daha bu kadar büyük bir şeyi susmayacağım,” diye fısıldadığımda gözlerini kıstı. Bakışlarımız birbirine tutunmaya devam ediyordu. “Biliyorum, sen de korkuyorsun, benim senin bana bakışlarında kırgınlığı gördüğüm andaki gibi, sen de Muşta’nın gözlerinde bunu görmekten korkuyorsun. Ben de korktum. Ben sizin dünyanızda bir yabancıydım, benim için yabancıların bazen sadece susması gerekiyordu.” Başımı önüme eğecektim ki parmaklarını çeneme bastırıp kafamı geri kaldırdı ve gözlerimiz birbirine tekrar dikildi.
“Korkuyorum,” dediğinde, bu itiraf kalbimin sıkışmasına neden oldu. “Onun tepkisinden değil, hissedeceklerinden korkuyorum.”
Çenemde duran parmakları yavaşça yanağıma kayınca sertçe yutkundum ve benim için açılan avucuna yanağımı yaslayıp ona pişmanlıkla baktım.
“Bir anlığına, Zeliha,” dedi, ismimi dudaklarından duymak canımı acıttı. “Beni o adamın, seni de o kadının yerine koy. Aramızdan geçip giden yılların beni çürütmesi yetmezmiş gibi sen o yıllarla beraber benden tek mutluluğumu çalmamışsın, en büyük hediyemi de çalmışsın gibi düşün. Ne yapardın? Belki haklıydı, belki kötü şeyler yaşadı ama ben biliyorum, sen yaşanacak her şeye rağmen, bana duyduğun bir nefret bile olsa o çocuğu düşünürdün.”
Sigarayı tutan parmakları da yüzüme kaydığında sigaranın dumanının ciğerlerime indiğini hissettim.
“Gelincik,” dedi bana, bu kez canım acımadı ama ruhumda bir yerler durmaksızın sızlıyordu, bu durdurulamazdı. “Daha acısı varsa, o kadının hâlâ o adamı seviyor oluşu. Nefret duyamıyor oluşu. İnsan birini sevdiğinde, onun kolunu kanadını kırmayı kendinde hak görür mü? İnsan birini sevdiğinde onu öldürür mü?”
“Taraf tutmak istemiyorum,” diye fısıldadım.
“Ben de istemezdim,” dediğinde gözlerinin içine daha derin baktım. O gözlerde bana anlatılan bir hikâye vardı. “Ama ben taraf tutmasam bile, Hakan Basri Şenkaya’nın elinden tutup o sikik geçmişten çıkıp bugüne gelen çocuk yine onun tarafını tutacak.”
“Ona bunu söyleyen Cenan olacak mı sence?”
“Umarım,” dediğinde gözleri buz gibi baksa da dokunuşu ateş kadar sıcaktı.
Bana duyduğu kırgınlığın hâlâ burada kanlı canlı aramızda durduğunu hissedebiliyordum ama dokunuşu şefkatliydi.
“Cenan bunu yapmazsa, sen yapacaksın, değil mi?”
“Evet.”
Bunu yapmak istemediğini görebiliyordum. Yüzümü avucuna biraz daha bastırıp, “Ben Muşta’nın yüzüne nasıl bakacağım?” diye fısıldadım yavaşça. “Bana onun için çok önemli biriymişim gibi şefkatle yaklaştı hep. İlk günden beri onda gördüğüm şey şefkatti.”
“Bir insanın yalanını öğrenmek kolaydır ama bir başkasına bu yalanı anlatmak zordur. Yapan kurtulur, diyen kurtulmaz diye bir laf var, biliyorsun.” Gözlerini yüzümden çekip arkama çevirdi, bir yeri uzun süre izledikten sonra, “Bunu öğrendiğinde ne senin bilmen ne de benim bilmem onun umurunda bile olmayacak,” dedi. “İçini oyan şey kimseyle ilgili ayrıntılara takılmayacağı kadar derin bir oyuk açmış olacak ona.”
“Acı çekmesini istemiyorum.”
“Ama çekecek,” dedi, duraksayarak başımı salladım.
“Keşke tüm bunları yaşamak zorunda olmasaydı.” Gurur’un kızmasından korkarak sessizce, “Olmasalardı,” diye fısıldadım ama bu onu kızdırmadı. “Biliyorum,” dedim sonra cesaretle. “Kalbin bana kızdı, gücendi belki ama beni anlamanı istiyorum.” Gözlerimin içine baktı. “Beni korkutan senin bana karşı çıkacak olman değildi, beni korkutan senin gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığıydı. Ben bir şeyi yaparsam o şeyin sonuçlarından korkmam, Gurur. Ben tek bir şeyden korktum. Seni kırmaktan. Bunu bil istiyorum. Zeliha hiçbir şeyden korkmadı, en korktuğu gecelerde bile cesaretiyle karşında dimdik durmayı başardı. Zeliha sadece seni kırmaktan korktu. Senin kırgın bakışların Zeliha’nın en büyük korkusu oldu.”
“Zeliha.”
İsmi dudaklarımdan birdenbire öyle sert döküldü ki, yanlış bir şey mi söyledim der gibi gözlerinin içine baktım. Parmakları boynuma doğru gelince bir adım geri çekileceğimi sandım ama yapmadım. Kıyafetimin altında kalan künyeye dokundu, soğuk parmaklarının tenime bıraktığı hisle irkilerek yutkundum. Künyeyi dışarı çıkardı ve künyenin ucu iki göğsüm arasına düştüğünde gözlerimiz yeniden birbirine mühürlendi.
“Bana çok kızdın mı?” diye sorabildim.
“Sen bir beton gibi döküldün benim kalbime ve senden başka herkesin aşamayacağı bir duvar oldun orada.” Sigarayı dudaklarına götürdü, bir nefes çekti, bin nefes içime doldu. Duman dudaklarından dışarı süzülürken kelimelerin de aralanan dudaklarından döküldüğünü gördüm. “Ben âşık oldum sana.”
Kalp atışlarım bir frekans sesi gibi yükseldi, kulaklarımı sağır eden bir çınlama gibi uzun uzun kafamın içinde, beynimde, zihnimde ve ruhumda uğuldadı. Kalp atışlarımı yenemedim, onlar beni yendi. Gurur önce kalbimi göğsümün kafesinden aşağı itti, sonra o kalp düşüp parçalanmak üzereyken o kalbi yakaladı ve avuçlarının içine aldı; göğüs kafesime elleriyle beraber geri koydu.
“Zeliha, ben âşığım sana.”
Dudaklarımı aralayamadım, donup kalmıştım.
“Hiç ölmeyeceğimi sanıyorken biri birdenbire, beklemediğim bir anda boynumu kırmış gibi, âşık oldum ben sana.”
Bana doğru bir adım daha atınca olduğum yerde irkilerek gözlerimi kaçırmadan ona bakmaya devam ettim.
“Başına benim yüzümden daha bin türlü fenalık gelebilir, rüsva oluruz belki beraber, sana zarar da verir benim varlığım ama ne yapayım? Durduramam, durdurulacak gibi değil. Ben âşığım sana.”
Bir adım daha attığında botlarının ucu botlarımın ucuna değdi.
“Sürünürüm senin için, gerekirse ölürüm de.” Başını aşağı eğdi ve bir kez daha, saklayacak bir şeyi yokmuş gibi fısıldadı: “Çok âşık oldum sana.”
Kelimeler dilimin ucuna tırmanamadı. Oysa dilimin ucu, kelimeler yokken bile ona duyduğum sevgiyle alakalı şeylerle doluydu. Elim hızla havaya kalktığında gözlerini kıstı. Avuç içim onun pürüzsüz yüzüne dokundu, avuçlarımın içinde kemiklerinin dokusunu hissettim.
“Ben de sana âşığım,” dediğim anda dişlerini sıktı, avuç içlerime batan kemikleri hissederken gözlerimi gözlerinden ayıramadım. “Çok âşık oldum sana.”
Avucumun altındaki kemikler kayboldu ve birdenbire gülümsemesiyle birlikte derin gülümseme çizgileri avucumun içinde şekiller oluşturdu. Alnını alnıma yaslamak için eğildiğinde hâlâ gülümsüyordu, o çizgileri parmaklarımın altında en net hâlleriyle hissediyordum.
Ona âşıktım, bana âşıktı, bu aşkın üzerinde duran kara örtü yavaşça sıyrılıyor, düşüyordu üzerimizden.
Ona âşıktım, bana âşıktı.
“Biliyordum,” dedi, gülümsedim çünkü ben de biliyordum. Ama duymak çok başkaydı, bunu ondan duymak çok farklıydı. Biliyordum ki onun için de bildiği bu şeyi benden duymak çok farklı olmalıydı. “Ama bunu senden duymak her şeyi başıma yıkabilecek güçteymiş.”
“Ben de biliyordum,” diyebildim, sesim neredeyse hiç çıkmıyordu.
“Sanırım suya girmeliyim,” dediğinde bir an afallayarak ona baktım. “Çünkü şu an dünyanın hiçbir yerinde hiçbir yer yanmıyorsa bile bilmelisin ki, şu an benim içim cayır cayır yanıyor.” Yavaşça geri çekilince ciddi olup olmadığını anlamaya çalışır gibi yüzüne baktım. Kalbimin vuruşları hâlâ çok kuvvetliydi, göğsümün derinliklerinde bir felaket gibi ilerliyor, yaşamımı tehdit ediyordu.
“Sen ciddi misin?”
“Evet.”
“Göle mi gireceksin?” diye sordum yeniden şaşkınlıkla. Bunu kastediyor olamazdı, evet, kalbimin vuruşları yüzünden bedenim yanıyordu ama havanın ne kadar soğuk olduğunu biliyordum. Donmak mı istiyordu?
“Evet.” Bakışlarındaki ciddiyet kanımı dondurdu. Ellerimi koyacak yer bulamadığım için tırnaklarımı avuç içlerime daha sert bastırarak hareketlerini izlemeye başladım. Ne hissettiğini bilmek çok garipti, emin olmama rağmen doğrudan onun ağzından duyduğumda her şey yerli yerine oturmuştu sanki. Bir yanım her şey yıkılıyor gibi hissederken bir yanım tüm yaralarımın iyileştiğini, yıkılanların onarıldığını hissediyordu.
“Benimle suya girmek ister misin?” diye sorduğu an kaşlarımı kaldırıp ciddi olup olmadığını sorgular gibi baktım ona.
“Bu havada mı?”
“Bu göl hasta etmez, sadece iyileştirir,” deyince kaşlarımı çattım. “Tatlı su hasta etmez.”
“Kim demiş bunu?”
“Ben,” dedi, ardından hiç beklemediğim bir anda deri ceketini çıkarıp yuvarlak yaka, beyaz tişörtüyle karşımda öylece durdu. Altında kamuflaj pantolonu vardı, üzerindeki beyaz tişört kamuflaj pantolonla çok uyumlu duruyordu. Kollarına baktım, geniş pazularında derisinin şeklini bozacak kadar belirgin damarlar vardı. Gözlerim bileğine kaydı ve kalın, damarlı bileğinde benim bileğimdeki bilekliğin eşi olduğunu gördüm. Çıkarmamıştı.
“Üşümekten mi korkuyorsun?” diye sordu tek kaşını kaldırarak. “Oysa ben senin içinin de benimkisi gibi yandığına çok emindim tam şu an. Yoksa yanmıyor mu?”
“Yan-”
Birden susup kelimeyi tamamlamadan ona baktım, ardından hâlâ üzerimde olan ceketi çıkardım. Bu hareketimi beklemediği kesindi, şaşırdı ama bu gece şaşıracağımız çok daha fazla şey yaşanmıştı. Gurur tişörtü yaka kısmından tutup çekerek çıkarınca bedeni yukarı kaykıldı ve belirgin karın kaslarını gördüm. Bedeni genişti, kaslarla oyulmuştu, koca vücuduna uyacak bir görüntüye sahipti. Bedeni yukarı doğru kayınca karnındaki çukurlar daha da belirginlik kazanmıştı. Tişörtü de deri ceketin üzerine bıraktı.
Elleri kemerine gittiğinde ona bakmaya devam ediyordum. Kemeri sertçe çekti, havada kemere ait bir şakıma sesi yankı uyandırdı, ardından kemeri de kıyafet yığınının üzerine atıp kamuflajını aşağı indirdi. Sadece siyah bir boxerla kaldığında etrafıma bakınarak ben de pantolonumu, çıtçıtlı boğazlı badimi ve botlarımı çıkarıp kenara koydum. Saçlarımın ucundaki tokayı çıkarıp örgülü saçımı bozdum. Karşısında sadece iç çamaşırlarımla kaldığımda etrafına bakındı, bu karanlık noktada, restoranlardan ve yapılardan oldukça uzaktaydık; birinin beni görmeyeceğinden emindi ama yine de kontrol etmişti. Beni iç çamaşırlarıyla ilk görüşü değildi, daha ileri seviyede bile görmüştü ama ay ışığının gümüşi ışığı çok güçlü olmadığından bedenimi ustaca gizliyordu.
Gurur da botlarını çıkarıp elini bana doğru uzatınca aramızdaki buzların biraz daha kırıldığını hissederek ona doğru bir adım attım. Bana uzattığı eli tuttuğumda gözleri karanlığa rağmen parlıyordu. Belki o gözlerde bana duyduğu kırgınlık vardı, belki o gözler bana hâlâ kızgın bakıyordu ama hissettiklerini de asla gizleyemiyordu.
Gölün önüne kadar geldiğimizde bakışlarımı ona çevirdim. Ardından, “Hasta olursam bana sen bakacaksın,” diye mırıldandım, dudağının kenarı hafifçe yukarı çekildi ama bu dediğime bir cevap vermedi.
Beni aniden çekmesiyle bedenim öne doğru meyletti ve bir koca nefes içime doluncaya dek kendimi gölün içinde buldum. Ellerimizin ayrıldığını başta fark etmedim. Önce bedenime sert bir rüzgâr çarpmış gibi titredim, ardından bacaklarımı oynatarak kendimi yukarı ittim ve başım suyun yüzeyine çıktığında etrafıma bakınarak Gurur’u aradım.
Suyun karanlık yüzeyinde yalnızdım, yanımda değildi, panikle etrafıma bakındığım sırada bacaklarımın arasından bir şeyin geçtiğini hissettim ve hemen akabinde de arkamda yükselen dalgayı gördüm. Arkamda yükselen vücudunu sırtıma bastırdığında soğuk suyun içinde hafifçe titreyerek ona yaslandım. Kollarını suyun içinden çıkarmadan karnıma sardı, beni biraz daha kendisine çekti. Başımı onun boyun boşluğuna doğru gelecek şekilde arkaya attığımda bedenim rahatını bulmuştu ama vücuduma çivi gibi batan soğuk yüzünden dişlerim birbirine çarpmaya başlamıştı.
“Söylesene,” dedi hemen arkamdan, sıcak nefesi suyun soğuttuğu noktalarıma çarparak bedenimi gevşetti.
“Neyi?”
“Beni sevdiğini.”
“Söyledim ya zaten.” Geri çekilmeye çalıştığımda belimi daha sert kavradı, bacaklarımı oynatarak ondan uzaklaşmaya çalıştım ama tutuşu o kadar kuvvetliydi ki bunu başaramadım.
“Söylesene.”
“Seviyorum,” diye fısıldayıp çenemi suyun altına kadar soktum. Bedenimi tekrar yukarı çekiştirince alt dudağımı ısırdım. “Söyledim işte.”
“Tekrar.”
“Söyledim ya be!”
“Çemkirme.”
Yüzünü göremediğim için huzursuzluk içinde göle bakarak, “Seviyorum,” diye mırıldandım. “Kuyruğumu kıstığımı sanıyorsan da eğer, bil ki kısmadım, kafanı yararım.”
“Yaran sen ol.”
Dudaklarını saçlarıma bastırınca suyun içine biraz daha gömüldüm. Bedenime çivi gibi batan su bu kez sıcak hissettirdi çünkü ıslakken suyun yüzeyine çıkıp havayı hissetmek beni fena şekilde üşütmüştü. Suyun içinde daha az üşüdüğümü fark ettiğim için kendimi yukarı itmiyordum.
“Sakallarını kestiğin için kızgınım sana,” dedim, daha sonra onun da bana kızgın olduğunu hatırlayıp sustum. Surat astığımı göremese de hissediyormuş gibi dudaklarını tekrar saçlarıma bastırdı. “Benim için bıraktığın sakalı hiç düşünmeden kesmene kızdım. Belki o an kızmaya hakkım yoktu ama kızdım.”
“Senin için önemli olan kendi doğrunu yapıyor olmakken, beni kırdığını hissettiğin için kendi doğrunu bile yanlışın saydın,” dedi, bu onu çok derin düşüncelere itmiş gibiydi ve ben de o bana bu cümleyi kurana dek, böyle yaptığımı fark etmemiştim. “Benimle doğru bildiklerin için savaşırsın, Zeliha. Bunu en başında gördüm, sen de dile getirdin. Benimle savaşmaktan kaçtın çünkü doğru bildiklerin umurunda değildi, beni kırman umurundaydı.”
Bu cümleleri kısık bir ses tonuyla, sıcak nefesi saçlarımın arasından süzülürken kuruyordu. Tekrar konuşmaya başladı.
“Ne yaşanmış olursa olsun, günün sonunda beni mahvedecek bir yalan bile söyleyecek olsan, bunu gördüğümde senin için çarpan kalbimin seni bu kadar deli istememesinin imkânı yok.” Alnını saçlarıma bastırdı. “Bu yuttuğum gerçek kalbime batıyor, onuruma batıyor, vicdanıma batıyor, Muşta’nın yüzüne bakarken bile damarlarım çekiliyor ama şunu anladım ki ben senin için kendime bile ihanet edebilecek bir adammışım. Çok korkunç bu. Bu kadar olmamalı.”
Bedenimi yavaşça ona çevirdiğimde su etrafımda halkalar çizerek dalgalandı.
Kollarımı boynuna sarıp, ıslak kirpiklerine baktım ve “Başka biri olsa daha ağır tepkiler verirdi, Gurur,” dedim kendimden emin bir sesle. “Bunu, o gece yaşanana dek bilmiyordum ama senin bana karşı sabrını, bu konuya karşı hassasiyetini gördüğümde, beklemem gereken tepkinin daha büyük olması gerektiğini anladım. İlk tanıdığım Gurur bana karşı bu kadar anlayışlı davranmazdı, yakar yıkar ve giderdi, biliyorum. Ama bu Gurur yanımda kaldı, Mert olarak değil, kendisi olarak, Gurur olarak. Sen bana tüm o açıklamaları yapana, Dide’nin tarafından bakmam gerektiğini söyleyene, babanın ne anlama geldiğini o kadar gerçekçi bir şekilde açıklayana dek, ben yaptığım normal bir şey sanıyordum. Sadece susmam gerektiğini sanıyordum ama bazen susmak, bir çocuğun hayatına mâl olabilirmiş.”
“Konu sadece Muşta değildi, bunu anlamana sevindim,” dedi anlayışla, gözlerinin içine uzun uzun bakıp sustum, o da sustu ama bu kez gözlerime farkındalıkla bakıyordu.
Birbirimizi seviyor oluşumuzun farkındalığıyla.
“Konu sadece Muşta olsaydı da duygusal baktığın için sana kızamazdım ama karşılığım kendimi savunur cinsten olurdu,” diye itiraf ettiğimde başını anlayışla salladı. “Ama Dide’yi düşündüm, Dide’nin olduğu yerden bakılınca her şey… Susmamam gerektiği kadar kötüydü.”
Alnını alnıma yasladı ve “Beni anlayabildiğin için sensin,” dedi. “Çünkü sen hem kalbinle hem de mantığınla düşünmeyi bilen bir kadınsın ve bu seni her şeyden daha değerli kılıyor gözümde. Tüm insanlıktan.”
“Tüm insanlıktan,” diye fısıldadım usulca, bu onu gülümsetti.
“Bana âşıksın,” dedi yumuşak, kadife gibi bir sesle.
“Evet.” Gözlerimi yumdum. Boynuma dek suyun içine batmış hâldeyken, “Öyleyim,” diye mırıldandım.
“Nesin?”
“Senin bana olduğun şeydenim işte.”
Muzip bir sesle, “Söyle,” dediğinde, “Önce sen söyle,” dedim.
“Zaten önce ben söylemedim mi?”
“O yüzden tekrardan önce sen söyleyeceksin. Başlatan sendin.”
“Kalbimde ihtilal başlatan kimdi peki?” diye sordu, anlamları sesine gizlediği soruyla beraber gözlerimi açıp gözlerinin içine baktım. Karanlıkta bile bu kadar aydınlık bakabilen bir adamın gölgesi nasıl karanlıktan koyu olurdu?
“Kalbinde bir ihtilal başlattım.”
Dudakları dudaklarımın hizasına geldiğinde cümlem noktalanmıştı.
Gözlerimiz birbirine tutunmaya devam ediyordu ama dudakları artık dudaklarıma hiç olmadığı kadar yakındı. Üst dudağı iki dudağımın arasındaki yerini aldığında ensesinde duran parmaklarım hareketlenerek saçlarına doğru ilerlemeye başladı. Islak saçlarını avuçlarımın içine hapsettiğim an dudaklarının arasından kopan nefesin sesi, zihnimde yankılar uyandırdı ve üst dudağını yavaşça emdim.
Bu kısa temasın hemen arkasından çenesini sıkarak alt dudağını da iki dudağım arasına yerleştirdiği için ağzımı daha fazla aralamak zorunda kaldım. Dudaklarının tamamı ağzıma yaslı duruyorken çene kemiğimi sızlatacak kadar çok aralamıştım dudaklarımı. Bir süre sonra dudaklarının aralandığını ve sıcak dilinin ağzımın içine girdiğini hissettim. Saçlarını çok daha sıkı, kökleri hayatıma bağlı dalları tutuyormuşum gibi tutmaya başladım.
“Sana kızgınım,” diye hırladı ağzımın içine doğru. “Kırgınım.” Dudakları tekrar dudaklarıma çarptı ve bedenimi geriye doğru iterken su ile birlikte onun akıntısına kapılıp kendimi bıraktım. “Ama âşığım sana.”
“Kızgınsın, biliyorum. Darıldın da bana.” Dudaklarımı dudaklarına sürterek fısıldadım. “Ama ben çok âşığım sana.”
Kollarımı boynuna daha sıkı sarmamla beni gölün içindeki çıkıntılı bir kayalığa yaslaması bir oldu. Sırtımda pürüzleri çok net hissetmedim çünkü bedenimi büyük avuçlarıyla korumaya almıştı. Bir elini belimden uzaklaştırıp suyun yüzeyine çıkarınca bir sürü su damlası yüzüme aktı.
Avucunu kayalığa yaslayarak beni kayayla arasında resmen kıskaç altına aldıktan sonra dudaklarımı daha derin, daha sert öpmeye başladı. Öyle çok kapılmıştım ki öpüşlerine, artık elimde olmadan mırıldanıyordum ve bu fark ediyordum ki onun da çok hoşuna gidiyordu.
“Bunu özledim,” dedi dudakları dudaklarıma yaslıyken.
Nefes nefeseydi, sıcak nefesi içime öyle bir akıyordu ki ne suyun soğukluğu ne de havanın suyun ıslattığı yerleri ısırır gibi üşütmesi umurumdaydı. Tek umurumda olan nefesinin içime yoğun bir şekilde akıyor oluşuydu ki bu kesinlikle cehennemden daha sıcak bir şeydi. Tanrı bu nefesi cehennem olarak önüme sunmuş olsaydı bu cehennemi kazanmak için günahkâr olurdum.
“Bunu özledim,” dedim dudaklarını kastederek.
Saçlarını daha sert kavradım ve boğazından gelen sesi dinledim, kesik nefeslerine katılan sert bir hırıltısı vardı; bunu duymayı seviyordum çünkü bedenine cemre gibi düşürdüğüm tutkunun alevlerinden yükselen çatırtı seslerini anımsatıyordu.
“Öp beni,” dedi sanki dudaklarımız birbirine yaslı değilmiş de dakikalardır öpüşmüyormuşuz gibi.
Kendimi tutamayıp dudaklarımı daha fazla araladım, dudaklarını dudaklarımın arasına alarak ezdim ve dilinin de dudaklarıyla beraber ağzımın içinde ezildiğini hissettim. Dili ağzımın içine tekrar girdiğinde bu kez bir yılan kadar kıvraktı, kelimeleri dilinin ucuyla ağzımdan topluyormuş gibi hissettirmişti bana. Parmaklarım saçlarından ayrılarak yüzüne doğru kaydı, kemikli yüzünü parmaklarımla kavradığımda ise dudaklarımın içine kendine dair bir iz bırakıyormuş gibi usulca inledi. Dudakları çeneme doğru kaydığında güçsüzce omuzlarına tutundum ve kendimi yukarı ittim. Sırtım kayalığa sürtündü ama canım acımadı, tek hissettiğim oydu, onun dokunuşlarıydı, sıcaklığı ve dudaklarıma düşürdüğü cemrelerdi.
Elleri birdenbire aşağı inip ona sardığım bacaklarımı kavradı, kalçalarıma doğru kaydı. Büyük avuçlarının baskısını kaybettiğim kilolara rağmen hâlâ dolgun olan kalçalarımda hissettim. Gözlerimiz birbirinden ayrılmadı, gözleri ruhuma dokunuyordu, dokunuşlarının derinliğini ise tüm bedenimde hissediyordum.
“Seni özledim,” dedi sonunda konuşabildiğinde, sesi pürüzlüydü, tutkuyla ağırlaşmış gibiydi. “Sana olan özlemim her geçen gün katlanarak arttı, seni görebileceğim ânın gelişini beklemek şafak saymak gibiydi.” Dudaklarımız birbirinden ayrıldığı anda peş peşe sıraladığı kelimeleri iri gözlerle dinledim. “Seni ne kadar özlediğimi biliyor musun? Yanındayken bile özlediğimi. Sana dokunurken, seni öperken, sana karışırken bile seni özlediğimi biliyor musun?”
“Bilmek istiyorum,” diye mırıldandım, sesim öyle güçsüzdü ki bir an bu beni utandırdı, böyle olması yüzümün ısınmaya başlamasına neden oldu.
Kayalıktan destek alarak bana biraz daha yaklaşınca, bacaklarımı beline sardığım için bedenini tam bacak aramda hissettim. Bedenime alev gibi yayılan bu temas, gözlerimi kısıp dikkat kesilerek boşluğa bakmama neden oldu. Dudakları çenemde dolaştı, dişleri çeneme sürtündü ve büyük avucu boynumda kayarken nabzımı avuç içiyle ezerek boynumu öptü. Bacak arama kendini biraz daha bastırmasıyla nefesim boğazımın içinde kayboldu, ciğerlerime ulaşamadı, göz bebeklerimi genişleten bu hareketin hemen arkasından bunun sonuçlarını bacak aramda hissettim.
Bedeni bir kaya kadar sertti, sırtımı yasladığım kayadan bile daha sertti.
Parmaklarım hissettiklerimin gerçekliğiyle alev alan çıralar gibi onun sırtında kaymaya başladı. Bunun onu daha da kışkırttığını hissettim. Dili boynumdaki ıslak deride dolaştı, dişleri o deriyi arasına alıp kıstırdı ve ısırarak uzattı. Canımın acısına, hissettiklerimin yoğunluğuyla beraber başka bir his daha dâhil oldu. Bu his, tamamen yabancısı olduğum bir his değildi, aksine tanıdıktı; bu hissi bana ilk verişi değildi. Bu hissi ondan ilk alışım değildi.
“Hissediyor musun?” diye sordu nefes nefese, neyi hissettiğimi çok iyi biliyordum ama kelimeler kor olup dilimin ucunda tekrar tutuşmaya başladıklarında sadece sırtını tırnaklayabildim. “Hissediyorsun,” derken sesi pürüzlüydü, alay da vardı o seste, neyi hissediyor olduğumu bilmemin ikimiz arasındaki ahlaksız sırrına gülüyordu. “Böyle hissediyor musun?”
Beni kayalığa biraz daha bastırıp sertliğini iki bacağımın arasına yasladığında, yanaklarıma çöken ısıyla tırnaklarımı sırtına daha derine girecek şekilde bastırdım. Bedeninin üzerime baskı yapmasıyla etrafındaki su kütlesi dalgalanarak bedenime çarpmıştı.
O kör karanlıkta, bir yıldız olup bacaklarımın arasında yükselen adama bakma ihtiyacıyla başımı kayalığa bastırdığımda meraklı ve keskin bakışları tenimin üzerinde âdeta süzüldü.
“Nasıl hissettiğini söyle,” deyince afallayarak tırnaklarımı derisinde gezdirdim.
“Hangi konuda?”
Bu söylediğim onu gülümsetti. “İstersen bana olan aşkından da bahsedebilirsin.”
“Sorduğun soru bununla ilgili değil miydi yani?”
“Olmadığını bilecek kadar sıcak vücudun.” Yüzünü yüzümün hizasına getirdi. “Buz gibi gölün içinde, iki bacağının arası, yaslandığım bu yer, nasıl bu kadar sıcak olabilir?”
Sertçe yutkundum. “Buz gibi bu gölün içinde, bana yaslandığında hissettiğim sertliğin sebebi neyse, hissettiğin sıcaklığın sebebi de o.”
Dudaklarımızı birbirine dokundurmadan hemen önce, “O sıcaklığı hissetmeme izin veriyor musun?” diye sordu, bakışlarım ânında dudaklarına saplandı ve bedenim sanki dudaklarımdan önce izne dair kelimeleri savurmaya başlamış gibi onun bedenine saplandı. “İzin veriyorsun,” derken sıcak nefesini ıslak yanağıma vermişti. Eli yavaşça kalçalarımdan yukarı tırmandı, öne doğru geldi ve karnıma dokunduğunda birbirine saplı duran bakışlarımız daha da yoğunlaştı.
“Evet,” dedim sanki bu izni çoktan vermemişim gibi. “İzin veriyorum.”
Suyun içinde alev gibi yanan parmaklarının karnıma dokunduğunu hissettiğimde, içime çektiğim nefesimle beraber kaburga kemiklerim dışa kavis oluşturdu ve karnımda koca bir oyuk oluştu. Parmakları tenimi yakarak orada kanayan alev oyukları bıraka bıraka göbek deliğimden aşağı indi, kasıklarımı aştı ve iç çamaşırımın lastiğinin üzerinde durdu.
“Burada benim için bir şey var.”
“Evet,” dedim puslu bir sesle. “Hep senin için.”
“Hep, evet,” dedi, konuşmakta güçlük çekiyor gibi bir hâli vardı. Parmakları lastiği yavaşça çekerek içeri geldiğinde gözlerimi gözlerinden çekmeden sertçe yutkundum. “Bacaklarını serbest bırak,” diye fısıldadığı anda dediğini yaptım, suyun içinde salınan bacaklarımla beraber parmaklarını vajinamın üst kısmında hissettim. Vajinama değil, kasıklarımın altına dokunuyordu ama dokunuşu henüz derinleşmemiş ve asıl hedefi olan yere ulaşmamış olmasına rağmen kasılmama engel olamadım. “Kasılıyorsun,” derken sesi o kadar derinden geldi ki bu sesin beni ürküttüğünü hissettim. “Şimdiden aç mı hissediyorsun?” diye sormasıyla bacaklarım bilinçsizce aralandı.
Gurur’un buz sıcağı bakışları gözlerimden ayrılmadı, parmakları vajinam boyunca ilerledi, vajinamın dudakları üzerinde dolaşan parmaklar, omurgamdan yukarı şiddetli bir titreyişin yükselmesine neden olacak noktaya basınç uygulayınca dişlerimi sıkarak inledim. Tepem parmaklarının altındaydı, basınç istediğimden az olsa da parmaklarına çarpan nabzımı hissedebiliyordum.
“Gelincik,” dedi kesik çıkan bir sesle. “Bu küçük yumru seni azdırdığım için mi böyle şişti?”
Yumrunun, yani onun parmaklarının altında çaresiz hisseden tepemin daha sert, bir kalp gibi vurduğunu hissettim. O da parmaklarının ucunda bunu hissetmiş olacak ki gözlerimin içine daha sert gözlerle bakarak tepemi iki parmağının arasına alıp yavaşça ezdi.
Birden artan hiddetli basınçla başımı geriye atıp kayalığa yasladım ve dişlerimin arasından, “Gurur,” diye fısıldadım.
“Evet, işte böyle ismimi söyleyeceksin.”
İki parmağı arasında sıkıştırdığı tepemi hafifçe sıkarak okşayınca gözlerimin önünde yıldırımlar çakıyormuş gibi nefes nefese inledim. Dişlerimi sıkarken gözlerimin beyazı görünecekti neredeyse, bu olmasın diye gözlerimi sıkıca yumdum ama Gurur bir kez daha sıkarak parmaklarının arasındaki yumruyu hassas yerlerinden vurunca tekrar çaresizlik içinde, “Gurur,” diye inledim.
“Küçük yumrun sana sandığımdan daha çok mu zevk veriyor yani?” diye sorarken sesinde alay olsa da hissettiğinin alay olmadığını biliyordum. İstekten birdenbire alevler içinde kalan vücudum ihtiyaçtan kavruluyordu.
“Dokun,” dedim bilinçsizce, bu hoşuna gitmiş gibi gözlerini kısarak yüzüme bakarken iki parmağı arasına kıstırdığı yumruyu parmak uçlarıyla sıkıp bıraktı, tekrar yaptı, tekrar ve tekrar…
Zevkten deliye dönene dek bunu tekrarladı. Gölün içinde olmamıza rağmen, nasıl oluyordu da ben bu gölgen daha ıslak olabiliyordum?
“Daha sert bastır, lütfen,” döküldü dudaklarımdan.
“Böyle mi?” diye sorarken parmaklarının arasına kıstırdığı tepemi daha sert sıkıp bıraktı ve bu ritmi korumasını dilenir gibi bileğini tuttum. Suyun içinde kavradığım bileğini saran parmaklarıma çarpan nabzı vuruyordu. “Bunu mu istiyorsun, Zeliha?”
Bu soruyla beraber parmaklarının arasında yuvarladığı tepemi serbest bırakıp, bu defa göğüs kafesim parçalanıyor gibi hissetmeme neden olacak şekilde parmağını tepeme bastırdı ve ıslak dokuyu sertçe, ezer gibi okşamaya başladı. Soluk soluğa, onun ismi dudaklarımdan anlamsız bir mırıltı gibi öylece dökülüp giderken alnımı ıslak omzuna yasladım ve çaresizce inlemeye başladım.
“Deliğinin küçük ağzı ben bu şişmiş minik yumruyu ezdikçe açılıyor mu yoksa bana mı öyle geliyor?” diye sordu ahlaksızca, ses tonuyla kelimeler birleştiğinde bedenimdeki etki arşa tırmanıyordu. Parmağı aniden tepemden aşağı kayarak deliğimin sınırlarında dolaşınca gözlerimi güçlükle açıp dişlerimi omzuna bastırmış hâlde onun arkasında kalan göl manzarasına puslu gözlerle baktım. “Küçük deliğin burada,” diye fısıldadı ve parmakları deliğimin sınırlarında dolaştı. “Çok acıkmış.”
Titreyen bir sesle, “Gurur,” dedim. Dudaklarımın arasından, “Evet,” döküldü hemen ardından. “Senin için açım.” Çenemi omzuna daha sert bastırıp elimi bileğinden çekmeden parmaklarını biraz daha oraya bastırmasını sağladım. “Lütfen açlığımı gider.”
“Siktir,” dediğini duydum, sesi ürkütücüydü, belki de bir yırtıcıya bedeninde ölümcül bir yara varken yaklaşmamalıydın, çünkü yırtıcı kanın kokusunu alınca durmazdı, seni parçalamak için sana doğru gelmeye başlardı.
Parmaklarının vajinamın sınırlarında dolaşarak tekrar tepeme tırmandığını hissettim ama bu defa deliğimin giriş kısmından parmaklarının ucuna bulaştırarak yukarı taşıdığı bana ait sular da tepeme yayılmıştı. Parmaklarıyla yaydığı sıvı sayesinde tepemi daha rahat okşamaya başladığında dişlediğim omza doğru güçsüz bir çığlık attım.
“Senin aç deliğini doyuran ben olacağım,” dediğinde parmaklarını oraya daha sert bastırıp beni sertçe okşamaya devam ediyordu. Kulağıma yaklaştı ve kasıklarım birbirine düğümleniyormuş gibi hissetmeme neden olan o cümleyi kurdu. “Bunu sikimle yapacağım.”
Boğuk bir şekilde inlerken gücüm çekildiği için bileğini serbest bıraktım ve kollarımı boynuna sarıp nefes nefese bir şekilde omzuna yaslandım. “Yap,” diye fısıldadım bilincimi onun parmak uçlarına emanet etmişim gibi.
Bunu duyduğunda hırıltısı çoğaldı, aldığı nefeslerin seslerini duyuyordum, bir yırtıcıya ait gibiydi. “Bunu sikinle yapmanı istiyorum,” diye fısıldadığımda, sesim öyle az çıkmıştı ki duyup duymadığından emin bile değildim ama duyduğunu parmağını birden sertçe tepeme bastırıp diğer iki parmağıyla vajinamın dudaklarını ayırır gibi açtığında anladım.
“Tekrarla,” dedi sertçe. “Ne dedin?”
“Yap,” diyebildim, vajinamı parmaklarına doğru ittiğimde bu hareketimin de onu harladığını biliyordum, hissedebiliyordum delirdiğini. “Açlığımı gider,” diye devam ettim, ettiği küfürleri duyamaz hâldeydim, bir şeyler söylüyordu ama o da benim gibi çok sessiz konuşuyordu. “Açlığımı içime girerek gider.”
“İçine girmemi mi istiyorsun?” diye sorarken parmaklarıyla vajinamı aralamaya devam ediyordu. Sesi öyle deliye dönmüş gibi çıkıyordu ki onun da parçalanma noktasında olduğunu, kendisini tutmasının imkânsız bir seviyeye yaklaştığımızı biliyordum. “Söyle bana, o küçük amının içine dibine kadar girdiğimde doymuş hissedecek mi?”
Bedenimdeki kasılmaları sonlandırması için ona yalvarabilirdim. “Lütfen,” diye fısıldadığımda neyden bahsettiğimi bir anlığına ben bile bilmiyordum, kafam bulanıktı, kelimeler birbirine çarparak devrilen domino taşları gibiydi; kafamın içinde binlerce devrilmiş domino taşıyla sadece inleyebildim. “Sen içime girdiğinde, ben doymuş hissedeceğim. Lütfen.”
“Hakkında fikrin dahi olmayan bir şeyi istiyorsun,” derken sesinde alay yoktu. “Benim tamamımı içine alabileceğini sanıyorsun.” Bu kez alay vardı işte. “Ben içine tamamını alabileceğin kadar küçük değilim.” Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırıp dudaklarıma doğru inledi. “Bedenimin ne kadar büyük olduğunu biliyorsun, değil mi? Sen yeterince hazır bile değilsin.” Parmaklarıyla sertçe okşamaya devam ettiği sırada bilmediği bir şey varsa, o da tamamen hazır hissettiğimdi. “Seni bana alıştırmak için bazen seni parmaklarımla dolduracağım, içini parmaklarımla hazırlayacağım, daha sonra akşamını birlikte geçirdiğimiz yataktan ertesi sabah bile çıkmayacağız, belki de yataktan çıkmayan sen olacaksın çünkü benim çıkmadığım yer senin amının içi olacak.”
Elim göğsü boyunca kayıp suyun içine daldığında ne yapacağımı biliyormuş gibi dişlerini sıktı. Kafamı kaldırıp puslu gören gözlerimle ona baktım. Bağışıklık kazanmayı bir türlü başaramadığım güzel yüzüne bakarken kasılmaya devam ediyordum, dokunduğu her yer un ufak oluyormuş gibi hissediyordum. Gözlerinin içinden gözlerimi tek bir an olsun çekmeden parmaklarımı boxerının önüne sürttüğümde dişlerini daha sert sıktı; çene kemiğini ve çukurlaşan yanaklarını izlerken alt dudağımı ısırarak inledim.
“Sert,” diye fısıldadım kumaşın arkasından hissettiğim kadarıyla, bu söylediğim çenemi sertçe kavramasına neden oldu.
Dudaklarımı dışarı doğru kavislendirecek şekilde sıktıktan hemen sonra dışarı uzanan dudaklarımı dişleriyle ısırarak çekti, uzattı ve ardından beni sertçe, dilini kullanarak öpmeye başladı. Bu olurken tırnaklarımı boxerın kumaşında dolaştırmaya devam ediyordum; taş gibi bir sertlik de tırnaklarımın temasıyla kalp misali çarpıyordu.
Dudaklarımı parmaklarıyla sıkarken, “Durmazsan,” dedi, gözlerim hızla dudaklarına indi. Tehditkâr kıvrımı izlerken dokunuşlarına karşılık vermek ister gibi kendimi onun parmaklarına doğru itiyordum. Bir elinin parmakları vajinamı küle çeviriyordu, bir elinin parmaklarıysa dudaklarımı öyle bir sıkıyordu ki uyuşmuştum ve onunla sertçe öpüşmek istiyordum.
“Durmazsam ne?” diye sordum, dudaklarımı sıktığı için sesim tuhaf çıkmıştı.
“Durmazsan burada içine gömülmek zorunda kalırım.” Gözlerinin içinde parıldayan ciddiyete bakarken sanki bu söylediği bedenime bir emir vermiş gibi kadınlığım parmaklarının ucunda kasıldı. “Siktir, amcığın beni içeride istiyor gibi kasılıp duracak mı böyle?”
Ahlaksız sözleri bedenimde zonkladı. Tırnaklarımı kumaşta dolaştırdım, tekrar ve tekrar… Sonrasında hiç beklemediği anda kumaşın altındaki sertliği kavramak istiyormuş gibi avucumu oraya yasladım. Gurur başını geriye doğru atarken, “Amına koyayım,” dedi sertçe, dudaklarımı âdem elmasına bastırmama neden olan görüntüye dur demek imkânsızdı. Boynunu gerip başını geriye attığı anda âdem elması derisini yırtacak bir çıkıntıya dönüşmüştü. O çıkıntıyı dudaklarımın arasına alarak boxerın altındaki sertliği kumaşa rağmen sıcaklığıyla hissederek daha sıkı kavradım. “Sikeceğim şimdi,” diye tısladı yeniden, küfürleri kasıklarımdaki arzuyu besliyordu. “Off!”
“İstediğin buysa,” dediğimde ne söylemeye çalıştığımı anlamaya çalışıyormuş gibi başını hafif bir açıyla aşağı indirmeye çalıştı. Geri çekilip gözlerinin içine arzudan buğu çökmüş gözlerle baktığımda parmakları beni yavaşça okşamaya devam ediyordu.
“İstediğim buysa?” diye sordu.
“Ettiğin küfürleri hatırla,” diyebildim, ardından parmağını öyle bir noktama bastırdı ki kısık bir inilti çıkararak başımı geriye attım ve bedenim suyun içinde bir yay misali gerildi.
“İstediğin bu, öyle mi?” diye sorarken parmağını oraya daha sert bastırıp, beni parçalamak ister gibi okşamaya başladı. Tüm kanım çekiliyormuş, damarlarım kuruyormuş gibi hissederken ellerimi hızla geri çekip kayalıklara koydum.
Bu onu daha çok zevklendirmiş gibi alaycı bir şekilde güldü, artık ona dokunamamam ve bana üstünlük kuruyor olması çok hoşuna gitmişe benziyordu. “Yani seni sikmemi mi istiyorsun?” Bu soruyu öyle sinsi bir ses tonuyla sormuştu ki, algılarıma kara bir bulut gibi çökmüş sorusuna uzun süre cevap veremedim, tek yapabildiğim inlemek ve parmaklarının altında çaresizce kasılmak oldu.
“Cevap veremiyor musun, küçük gelinciğim?” diye sorarken parmaklarını oraya daha sert bastırmaya başlamıştı. Beni bir kayalığa sıkıştırmış, tüm bedenim onun hükmü altında gibi hissettiğim bu saniyelerde acımasızca parmak uçlarıyla şekillendiriyordu. Parçalanıyor gibi hissederken uzun tırnaklarım birkaç defa bilinçsizce ona uzandı, çırpınır gibi hareket etmeye çalışırken hem inledim hem de uzun tırnaklarım onun eşsiz derisini yırtar gibi çizdi.
“Ne istediğini söyleyemiyor musun? O kadar mı zevke geldin?” diye sordu bastıra bastıra, tıpkı parmaklarını zevk noktama bastırıp tüm bedenimi erittiği gibi zihnimi de eriterek. “İçine girmemi istemiyor musun?” Başımı olumsuz anlamda salladığımda, bu kez, “Yani istiyor musun?” diye sordu, onu görmesem de sırıttığını hissedebiliyordum. Başımı sallarken sadece inleyebiliyordum. “Seni sikmemi mi istiyorsun?” diye sormasıyla eş zamanlı olarak tepemi öyle bir sıktı ki başım geriye doğru düşerken saçlarım kayalıklara takıldı.
“Evet,” diye inledim çaresizce. “Evet, lütfen.”
Biraz daha bastırırken, “Evet ne, sevgilim?” diye sordu sertçe.
“Beni sikmeni istiyorum.” İşte bu dudaklarımdan döküldüğünde, bir eli enseme kaymıştı, kafamı kaldırmıştı ve ben daha ne olduğunu anlayamamışken parmaklarının arasında parçalara ayrılırken o beni sertçe öpmeye başlamıştı.
Öpüşü öyle açlık yüklüydü ki, başta bu açlık bedenimde çınlayan isteğe rağmen beni korkuttu. Daha sonrasındaysa güçsüz ellerim onun yüzüne gitti, yüzünü iki avucumla yakalayıp sıkıca tutmaya başladığımda dişlerimizi birbirine çarpa çarpa sertçe öpüşmeye başladık.
Durmadı, bana dokundu, beni suyun dibine gömdü, suyun yüzeyine çıkardı, boğdu, nefes oldu; parçalandığımı hissettim ama beni toparlayan o oldu. Bedenim sarsılıyor, dudaklarımın arasından ıslık gibi kayıp giden iniltiler öpüştüğümüz için onun dudaklarının aralığından içeri sızıyordu.
Ruhumu bedenimin içinden sökül almış gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Bedenimin içi bomboş kalmış, ruhum onun parmak uçlarına yayılmış, parmak uçlarında kelimelere dönüşmüştü sanki. Uzun süre, bedenimdeki tüm kuvvet çekilmiş olmasına rağmen sertçe öpüşmeye devam ettik. İstediğim her şeydi. Körkütük tutkulardı, ağır ve ahlaksız dürtülerdi, utandıracak kadar yoğun olan her şeydi; baştan aşağıya ihtiyaçtı.
“Ruhumu taşırdın,” diyebildim dudaklarına doğru.
“Ruhun benim,” dedi sertçe. “Kalbin benim. Kalp atışların, nabzın, en karanlık noktaların, zevkin, içinde sakladığın yırtıcı dişi benim, hepsi benim için ve bana. Tıpkı benim sana olduğum gibi.” Çenemi tutup kaldırdı, dişlerinin arasına aldı, ısırdı, ardından tekrar dudaklarımı sertçe öptü ama konuşmaktan geri durmadı. “Taşıracağım seni. Parmaklarıma taşan zevk suyun gibi, içindeki her şey bana taşacak, taştığını iddia ettiğin ruhun gibi.”
Dudaklarımız tekrar birleştiğinde artık kelimeler kaybolmuştu. O kadar uzun süre öptü ki beni, tek ihtiyacı olduğunu hissettim. Tek ihtiyacım olduğunu biliyordu. Ben onu öperken o da bunu hissediyordu.
“Biz Zeliha,” dediğinde dudaklarımız usulca ayrılmıştı. “Tüm duygularımızla sevişmenin ötesinde, vahşi dürtülerle seks yapmanın da çok ötesinde, başka bir yerdeyiz. Biz seninle orada hem tüm duygularımızla birlikteyiz hem de tüm vahşi dürtülerimizle. Sana verdiğim tek şey sevişmek olmayacak ve hiçbir zaman sadece seks yaptığımızı da düşünmeyeceksin.” Gözlerimi gözlerinden ayıramıyordum. Söylediklerinin ne anlama geldiğini hissetmeden bilebilmek mümkün değildi, şimdiyse biliyordum. Ne anlatmaya çalıştığının farkındaydım. “Ne yalnızca sevişeceğiz ne yalnızca sikişeceğiz. Biz ikisi birden olacağız. Seni tüm kalbimle ve vahşi olan her dürtümle istiyorum. Seviyorum.” Alnını alnıma bastırdı. “Birini bu kadar sevmek, en vahşi şey zaten. Ben seni en vahşi hâlimle, istiyorum. En vahşi hâlimle, seviyorum.”
“Seni seviyorum,” dediğimde göz bebeklerinin genişlediğini gördüm, çünkü artık gözleri içinde olduğumuz karanlık kadar koyuydu.
“Seni seviyorum.”
Beni gölden kucağında çıkarmıştı. Sanki bacaklarımın tutmadığını biliyordu, söylememe gerek bile yoktu. Bedenimde bana dokunmuş olmasından öte, ondan duymuş olduğum şeylerin de etkisi kaldığı yerden devam ediyordu. Damarlarımda durdurulamaz bir uğultuyla üzerime kıyafetlerimi giyerken gözlerimi tek bir an olsun ayırıp ondan uzaklaştıramamıştım.
Botlarımı giydiğim sırada o çoktan üzerini giyinmiş, deri ceketi kollarından geçiriyordu. Gözlerimiz birbirimize ne zaman dokunsa yanaklarımın içini dişledim, o da bana yamuk bir gülümsemeyle baktı. Sanki yaşanan her şey birkaç dakika önce gerçekleşmemiş gibi sessizdik.
Saçlarım ıslak olduğu için bedenimdeki artçı sarsıntılar çoğaldı, içimin üşüdüğünü hissederek arabaya doğru ilerledim. Şehir merkezinden epey uzakta olduğumuz ve etraf ormanlık alandan ibaret olduğu için hava normalden daha soğuk hissettiriyordu.
Ön koltuğa yerleştiğim an araba onun ağırlığıyla hafifçe sallandı. Hiç beklemeden ısıtıcıyı çalıştırdığında ısıtıcıyı kendisi için çalıştırmadığını biliyordum. Bakışlarımı ona çevirip sertçe yutkunduktan sonra, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.
“Seni yeterince üşüttüm, ısıtmayı denedim ama sadece bir kısmın ısınmış olmalı.” Göz ucuyla bana bakarken kurduğu cümle yanaklarımın ısısını arttırsa da gözlerimi ondan uzaklaştırmadım.
“Ben seni ısıtamadım ama,” dediğimde, bunu beklemediği her hâlinden belli olacak ki kaşlarını kaldırarak omzunun üzerinden bana doğru baktı.
“Beni ısıtmanı istemedim,” dedi. Bir an afalladığımda da “Sana dokunurken karşılık beklemiyorum,” diye devam etti cümlesine. Bu hassasiyeti, gülümsememin genişlemesine neden olmuştu, gülümsediğimi görünce kaşları iyice çatıldı. “Ne var be? Ne sırıtıyorsun?”
“Karşılık bekliyorsun demedim ki deli.”
Sanki az önce aslan gibi kükreyen o değilmişçesine, “Öf ya,” diye söylendi konuyu değiştirerek. “Islanmamış olsaydık göl levreği yerdik şimdi.”
“Öf ya demek,” diye mırıldanarak sırtımı koltuğa yasladım. Gülümsememi bastıramıyordum.
“Ne varmış?”
“Konuyu değiştirme hızın çok tatlıymış.”
“Neyi değiştirmişim şimdi?” diye homurdanarak cipi çalıştırdı. Geri geri sürdüğü cip yola çıktığı anda direksiyonu sertçe çevirdi ve araç boş yolda ilerlemeye başladı.
Gözlerimi usulca ona değdirip, “Gurur,” diye mırıldandım. Göz ucuyla bakışlarıma karşılık verdi.
“Hım?”
“Senin için zor olmuyor mu?” diye sorarken yüzüm kızarmamış, resmen bordoya dönmüştü. Neyi kastettiğimi anlayamamış gibi başını bana doğru çevirip çatık kaşlarla, sorgulayıcı bir bakış fırlattı.
“Ne zor olmuyor mu, yavrum?”
Söyleyeceğim şey dilimin ucuna gelirken tüm cesaretimi toplamıştım. Gidebileceğimiz en uç noktaya gitmiştik zaten, o uç noktadan sonrası uçurum olsa da ve düştüğümüzde bin parçaya bölünecek olsak da artık kaçmanın bir anlamı yoktu.
“Cinsellik.” Bir an dudaklarımdan dökülen bu şeyin onda derin bir şok etkisi yarattığına şahit oldum. Daha sonra şok, yerini alaycı küçük bir kıvrımla şekil kazanmış dudaklardan bana uzanan gülümsemeye dönüştü. “İki seferdir bana yaklaşıyorsun ama…”
“Ama ne?”
“Sadece beni düşünüyorsun, kendini değil,” dedim pat diye. İşte bu cümle, o alaycı gülümsemeyi anlık olarak dondurdu, bakışlarının derinleştiğini hissettim. “Yola bak lütfen,” diye fısıldarken korktuğum bir kez daha kaza yapmamız değildi aslında, korktuğum bakışlarıydı çünkü tutku dev dalgalar gibi yükselirken konuşmak ne kadar kolaysa, sakinlik üzerimize çığ gibi düştüğünde konuşmak o kadar zor geliyordu.
Utandığımı düşünsün istemiyordum, aslında buna utanç da denilmezdi, bu alışkın olmadığım bir durumu kabullenme aşamamdı ve insanlar bir şeyleri hemen kabullenemezdi. Vücudum her şeyi kabul ediyor olsa da mantığım hâlâ durmam gereken noktalar olduğunu savunuyordu.
“Sadece beni düşünüyorsundan kastın ne? Kendimi neden düşüneyim? Bana seni düşünmek yetiyor,” dedi, ciddiyeti sesinden okunuyordu, yola çevirdiği gözlerindeki ciddiyeti de görme isteğiyle bakışlarımı ona çevirdim. Bakışlarımı hissettiğini biliyordum, ona baktığımı eminim ki biliyordu ama beni köşeye sıkıştırmak istemediği ya da yine cipin içinde başımıza bir şey geleceğinden korktuğumu düşündüğü için bana doğru bakmadı, sadece yolu izledi.
“Böyle bir konuda kendini de düşünmek kötü bir şey değil ki.”
“Bana seni düşünmek yetiyor da artıyor bile.”
“Ben de seni düşünmek istiyorum belki.”
Bu kadar cesur kurulmuş bir cümlenin onun hoşuna gideceğini elbette biliyordum fakat boynuma kadar suya batmışım hissiyatı kaybolmadı. Boğulmaktan korkar gibi gözlerimi ön camdan dışarıya çevirdim çünkü ona bakmak, boğulmaktan korktuğun denizin derinliğine bir adım daha atmak gibiydi.
“O ne demek?” diye sordu keyifle. “Aç biraz bu konuyu, merak ettim, Matmazel Zekâ Küpü.”
Tırnaklarım kıyafetimin kumaşında tur bindirirken düşüncelerimi en yalın hâlde nasıl söyleyebileceğimi düşünmeye başladım. Saniyeler birbirine yapışmış ikizler gibi hızla akarak zamanı örerken sessizliğim yavaşça derinleşiyordu. O bana her şeyi en açık hâliyle söylemişti. Argo terimler dudaklarından dökülürken onun ciddiyetinin ve içtenliğinin tadına bakmıştım, ben onun kadar argo terimler kullanmayı en azından sakinlik çığının altındayken doğru bulmuyordum. Tutkular dev alevden dalgalara dönüşürken evet, benim de dudaklarım günah akıntılarıyla aralanabilirdi ama şu an zamanı değildi.
“Demek istediğim…” Söylemek istediğim şey dudaklarımın arasında yeni bir sessizlik doğumuna neden olsa da bu defa doğum kısa sürdü. Kelimelerin ilk nefesi boğazlarından geçti ve dudaklarım cümleler için aralanmaya başladı. “Öyle anlarda tıpkı benim gibi çok istediğini görüyorum, hatta benden daha çok istediğini görüyorum. Kara bir gölgeye dönüşüyorsun, üzerime çöküyorsun ve sen dışında her yere kör oluyorum, alıştığım sadece üzerime yaydığın karanlık oluyor. Peki sen ne hissediyorsun?”
Bakışlarım omzumun üzerinden ona çevrildiğinde hâlâ yola bakıyor olduğunu gördüm. Sertçe yutkundu ama bir şey söylemedi, söyleyeceklerimin bitmediğini hissediyor olsa gerekti; sorduğum soruya rağmen evet, söyleyeceklerim henüz sona ermemişti.
“Senin hissettiğin, düşündüğün, istediğin ne oluyor? Sana dokunmamı istemiyor musun?”
Son sorumla beraber gözleri sanki onun emri dışına çıkmış gibi hızla bana doğru çevrildi, bakışlarının bana âdeta çarptığını hissettim. O bakışlar ruhumun köklerini zorlayıp beni sarsarken sadece birbirimizin gözlerinin içindeydik; o bende ne görüyordu bilmiyordum ama ben onda en büyük sarsıntıları hissediyordum.
“Sana dokunmamı istiyor musun sorusunu bu kadar net sorarsan, alacağın cevaplar da çok net olur. Ağzımdan çıkanı kulağım duymaz.”
Sertçe yutkundum. “Bu ne demek?”
“Ben son derece açık konuşurum, Zeliha. Bunu iyi biliyorsun bence, deneyimleme şansın oldu, birkaç dakika önce bunu deneyimliyordun.”
“Açık açık konuşabileceğini iyi biliyorsun o zaman. Rahatsız olmuş gibi bir hâlim mi vardı, Gurur?”
Gözlerine tüm dikkatimle bakarak kurduğum cümle, alt dudağını yavaşça yalayıp ağzının içine alarak emmesine neden oldu. Bir an tüm dikkatim bu hareketin boyunduruğu altında infaz edilerek yok edildi, düşünceler kül olup parça parça yağdı ve kelimelerin üzerinde kayboldu.
“Evet, bana dokunmanı istedim.” Bu cümlenin bendeki etkisini merak etmiyor muydu yoksa sadece yolu mu kontrol etmek istemişti bilmiyordum ama cümlesini sonlandırdığı an bakışlarını ön camdan dışarıya, altımızda akıp giden yola çevirmişti. “Daha fazlasını da istedim.”
“Daha fazlasını,” diye fısıldayarak ona baktım, başını evet manasında salladı.
“Daha fazlasını.”
“Seni durduran neydi?”
“Bunu öylece sorabiliyor musun?” Kaşlarını kaldırdı, gözleri hâlâ yoldaydı. “Bir gölün içindeydik, Zeliha.”
Bir an kendimi tutamayıp, “Ama şimdi dışındayız,” dedim ve bununla birlikte Gurur’un çene hatları gerilirken bakışları usulca bana doğru kaydı.
Karanlık aracın içinde gözleri nasıl daha koyu karanlıktı? Bakışlarının kalbime indirdiği darbelerden bihaber öyle uzun, öyle içimi ateşe vererek baktı ki bana, dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım.
“Söylemeye çalıştığın, şu an bana dokunacak olduğun mu?”
Gözlerine yansıyan tehdidi hiçe sayarak, “İzin vermez miydin?” diye sordum sessizce.
“Bunu denemeden bilemezsin.” Dudaklarındaki kıvrım, karnımın içinde bir şeylerin hareket etmesine neden oldu; bazı hisler damarlarınızdan taşarak içinizde salınır ya hani, damarlarımda değil, içimde hissettim tüm o hisleri. Arka arkaya patlayan havai fişekler gibiydi. Işıltısı zihnime uzanıyor, ateşi kasıklarıma düşüyordu.
“Denememe izin verecek misin?”
“Sen benden izin isteyecek bir kadın değilsin, hiç olmadın.” Dudaklarını tekrar yalarken şimdi yola bakıyordu ama onun da nabzı, biliyordum ki benim nabzım gibi derisini gererek çarpıyordu.
“Bunu anlamış olman güzel. Senden asla izin almayacağımı.” Dudaklarım yavaşça yukarı kıvrıldı, heyecanım yok olmadı, içimde tüm canlılığıyla çağlıyordu.
“Evet, sen tamamen hür bir kadınsın. Özgürsün, cesursun.” Gözlerini kısarken yola bakışı bile değişmişti. “Vahşisin.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi yüzünde gezdirirken, “Evet,” dedim. “Öyleyim.”
Kafası ânında darmaduman olmuş gibi, “Hıhı,” diye mırıldandı sadece.
Hislerimi özgür bırakmayı istedim. Bir dalga gibi kabarsın, büyüsün, Gurur’u altına alsın ve örtsün. Bu olabilirdi, bunu yapabileceğimi artık biliyordum, artık ne istediğimi biliyordum ve istek parmak uçlarımı bile uyuşturacak kadar güçlüydü. Parmak uçlarım hem acıyordu hem de uyuşmuş hâldeydi, tırnaklarımı parmak uçlarıma bastırdığımda hissizlik ve uyuşma hissi dağılıyor, yerine sert bir acı oturuyordu.
İşte bunun, ona dokunmak için bedenimin verdiği bir tepki olduğunu artık daha iyi biliyordum.
Emniyet kemerimi çözdüğümü fark ettiğinde bir an donuklaştı, bedeninin tepki veremez şekilde kasıldığını gördüm. Ardından bakışları bana kaydı, ne yapmaya çalıştığımı anlamak istiyormuş gibi uzun uzun yüzümü izledi. Bu süre zarfında direksiyonu daha sıkı kavradığını görebiliyordum, parmak boğumları kireç gibi beyazlamıştı, âdeta tüm kanı çekilmiş bir cesedin eli kadar beyaz görünen parmaklarına bakarken kemerden kurtuldum ve ön koltukta yavaşça ona doğru kaydım.
Bu hareketimin bedenine bir şok etkisi daha yarattığını gördüm, kaskatıydı, hareketsizdi; tek hareket eden gözleriydi, onlar da bir bana bir yola kayıp duruyordu. Göl yolu boyunca ilerlemeye devam eden aracın içinde ona biraz daha yaklaştığımda sertçe yutkundu.
“Yeni bir kaza yapmamı istiyor olamazsın,” dedi, sesinde beni korkutacak bir tını yoktu, aksine bu kez ikimiz de o kazanın yaralarını sarabilmişiz gibi içimde neşe uyandıran bir alay vardı.
“Bu kez tek suçlu sen olursun,” dediğimde alt dudağını ısırdı. “Sonuçta direksiyon hâkimiyetini kaybedecek olan sensin. Yüzde yüz senin kusurun olacak. Benim ya da başka birisinin değil.” Fısıltım esrarengiz gelmiş olmalıydı ona, gözlerini kısarak bakışlarını bana dokundurdu.
“Senin için üstlenemeyeceğim suç olmadığını anlayamadın mı hâlâ?” diye sordu ciddi bir ses tonuyla. “Anlayabilmiş olman gerekirdi.”
“Hım,” diye fısıldarken dudaklarım yavaşça boynuna yöneldi, bu yakınlık onu da beni heyecanlandırdığı gibi heyecanlandırdı.
Islak vücuduna yapışan beyaz tişörtten gördüğüm şey, karnının içeri doğru göçtüğüydü. Gözlerimi tişörtten çekip kısarken dudaklarım boynuyla buluştu, başta sadece bir dokunuş bırakan dudaklarım daha sonra ısrarla onun boyun sınırlarında dolaşmaya başladığında, avuçlarının arasındaki direksiyonu öyle sıkı kavramıştı ki sanki direksiyonu koparacaktı.
Boynunun bile uyguladığı güç doğrultusunda sertleştiğini hissedebiliyordum, dudaklarımın hemen altında belirginleşen damarlar bunun en büyük kanıtıydı. Elimi karnına bastırmamla, karnındaki çöküntü daha da derinleşti. Gurur Mert Çalıklı’nın içine çektiği derin nefesin, içindeki sarsıntıların sesini duydum.
“Parmak uçların neden bu kadar sıcak senin?” diye sordu sertçe, bununla beraber dudaklarımı boynunda hareket ettirerek gülümsedim. “Gölde üşümemiş miydin? Yoksa seni fazla mı yaktım?”
“Beni fazla yakmış olabilirsin,” dedim dudaklarım boynundayken, boynunda aralanan dudaklarımın hareketleri onu çileden çıkartmış gibi bedenini dikleştirdi ama karnı hâlâ koca bir oyuk gibi içeri gömülü duruyordu.
Parmaklarımın karnının üzerinde durması onun için bir tehdit gibiydi ve gördüğüm kadarıyla Gurur Mert Çalıklı, tehdit edilmekten bayağı hoşlanmıştı.
“Ben seni yaktığım için beni yakmayı kendinde hak görüyorsun anladığım kadarıyla, gelincik,” dedi, sesi yakıcı bir tondaydı, insanın ilgisini çekmemesi imkânsızdı. Ses tonunu, koca bedenini, bakışlarını ve dokunuşlarını nasıl kullanması gerektiğini bilen çok tehlikeli bir adamdı.
Şimdi bir aslan terbiyecisi gibi bu yırtıcı aslanın kafesinin içine girmiştim ama hiç deneyimim yoktu, kafesin içine ilk girişimdi ve aslan uzun zamandır aç kalmış olmalı ki avcı gözleri keskin bir şekilde bana saplanmıştı. Belki de terbiye edilmesi gereken aslan değildi, onun kafesine giren kişiydi, yani bendim ama cesaretim, bedenimi tek bir an olsun terk etmedi.
Beyaz tişörtünü yukarı çektim, çıplak parmaklarım içeri göçen sert karnına temas etti. Derisinin altındaki uğultuyu parmak uçlarımda hissediyordum.
“Zeliha,” döküldü dudaklarından, ismimin bir insanın sesinden nasıl bu kadar cezbedici, karanlığa bulaşmış olmasına rağmen ışıltı saçarak dökülebildiğine anlam yükleyemedim bir süre.
Parmaklarım bir tüy edasıyla onun karın göçüğünde dolaşırken dilim boynuna temas etti. Sertçe yutkunduğunda boğazından yükselen ses zihnimin içinde çınlamıştı.
Dilimin ıslattığı deriye nefesimi vererek, “Efendim?” diye sormamla, nefesim ıslak bölgeye yayılarak bedenindeki fırtınanın büyümesine neden oldu.
“Az önce yeterince karanlık sularda yüzmemişsin gibi davranıyorsun. Yoksa daha karanlık sularda da yüzebileceğine mi karar verdin birdenbire?”
“Çok derin, çok karanlık sularda yüzebilirim.” Dudaklarım dilimin ıslattığı bölge boyunca kaydı. Ürperti oradaydı, sakıncalı bir şey yapmasam da tehlikeli olduğu kesindi; tehlike onu daha da ulaşılmaz ve istenen kılıyordu. “Çok daha derin, çok daha karanlık sularda yüzmekten korkuyor gibi bir hâlim mi var?”
“Nefesini boynuma vererek konuşmaya devam edersen evet, korkman gerekebilir.”
“Sesin,” diye fısıldadım boynuna doğru, parmaklarım karın çizgisinde dolaşmaya devam ediyordu. “Herkesi titreten sesin, benim dokunuşlarım yüzünden mi titriyor?”
Sorduğum soruya karşılık alamadım. Zihni büyük bir karmaşayla dolu olmalıydı; her dokunuşum dikenli teller gibiydi, her dokunuşum belki de ayak bastığı an parçalanacağını bildiği mayınlardı. Buna rağmen, paramparça olacağını bile bile mayınlara doğru ilerliyordu. Dokunuşumdan kaçmıyordu, dokunuşuma doğru koşuyordu; dokunuşumu istiyordu.
“Siktir,” dediğinde bunu neden söylediğini başta anlayamadım, daha sonra parmaklarımın karnının aşağısında, kasıklarının sınırlarında olduğunu anladım. Kasıklarındaki şişmiş damarlar parmak uçlarıma vuruyor, derisini kabartarak parmak uçlarımı yukarı doğru itiyordu. Sertçe yutkunup gözlerimi aşağıya indirdim, kasıklarına bakarken yüzüm boynuna yakın bir yerde duruyor, nefesim ılık ılık boyun boşluğuna süzülüyordu.
“Ne siktir?” diye sordum kısık sesle, konuşsun istiyordum, tıpkı parmak uçları en mahrem yerlerimde zevki sürgün ederek dolaşırken konuştuğu gibi, şimdi de konuşsun istiyordum.
Onun sesinde can bulan şeylerin beni cesaretlendireceğini, daha fazlasını yapabilmem için destekleyeceğini biliyordum.
“Parmakların sınırlarımda dolaşıyor, yavrum,” dedi, sesindeki tınıya tutunan arzularımı dışarı itemedim, yoklarmış gibi davranamadım. Parmaklarım aşağı doğru sıyrılmaya başlamış kamuflajına dokunur dokunmaz ürperdi. Kumaşa dokunmuş olmama rağmen, tenine dokunmuşum gibi kabaran vücudunu izledim.
“Sınırların nerede başlıyor?” Parmaklarım yavaşça kamuflaj pantolonunun içine doğru ilerledi. “Nerede bitiyor?”
“Senin için sınırlarımın başlangıcı da yok bitişi de yok, bunu biliyorsun,” dedi karanlık bir sesle, o karanlığın içime gün ışığı gibi akması çıldırtıcıydı. “Sınırlarımın başlangıcını da bitişini de sen belirliyorsun.”
Parmaklarım kamuflajın içinde biraz daha ileri kayınca, bedeninin parmaklarımın altındaki kasırgasını hissettim, girdap gibi büyüyen nabzı parmak uçlarıma vurmaya devam ediyordu.
Ona dokunma arzusuyla parmaklarımı biraz daha ittim ve sonunda sıcaklığına dokundum, parmaklarıma temas eden aleti değildi, kasıklarının bitimiyle başlayan yerdeydi; bir ağacın köküne dokunur gibi onun kökündeydim ve güçlü köküne dokunuyordum.
Parmak uçlarımın temas ettiği yeri anlamak zor değildi çünkü kasıkları o sınırın bittiği yer gibiydi. Ben bir ağacın kalın köküne dokunuyormuşum gibi onun köküne dokunduğumda önce dudakları aralandı. Puslu bakan gözlerini yoldan çekmedi ama öyle bir kıstı ki, eğer biraz daha temas edersem o gözlerin kapanacağını anladım.
Gırtlağında büyüttüğü kelimeler onu boğuyormuş gibi garip bir nefes verdi, daha sonra nefes sesleri çoğalarak deprem gibi bedeninin yerküresini sarsmaya başladı. Sıcaktı, çok sıcaktı, parmak uçlarımdaydı. Daha fazlasını arzulayan bedenim yeniden ihtiyaçla kavruldu, ihtiyaçla sarsıldı. Gözlerim anlık olarak yola kaydı, karanlık yolda ilerlemeye devam ediyorduk, Eğirdir’in sınırlarından çıkmış değildik ve o kadar az sokak lambası vardı ki neredeyse gök yerdeydi ve yeryüzü karanlığın boyunduruğu altına girmişti.
“Parmak uçlarımı yakıyor,” dediğimde neyi kastettiğimi iyi biliyordu, eminim parmak uçlarım da beni yaktığı gibi onu yakıyordu.
Parmaklarım biraz daha aşağı inecekken alt dudağını ısırarak, “Buna emin misin?” diye sordu.
“Beni durduracak mısın?”
Sorum onu afallattı ama çok geçmeden başını iki yana salladığını fark ettim. Boynunu koklarken ellerim biraz daha uzandı ve ağacın kökünden yukarı tırmanarak gövdesine doğru ilerleyen dalları takip ediyormuşum gibi hissettim.
Aletinin gövdesi kalındı, sertti, bu kadar çabuk bu hâle gelmiş olması akıl karıştırıcı, zihin bulandırıcıydı. Nefeslerimin onun nefeslerine ayak uydurarak hızlanması beni şaşırtmıyordu çünkü bedenim alarm hâlindeydi.
Dudaklarımdan belli belirsiz bir, “Kalın,” kelimesi döküldü, bu onu daha derin bir nefes almaya itti.
Kalın gövdenin üzerini saran dallar gibi, onun aletinin derisini saran parmağımla yarış edebilecek kalınlıktaki damarları hissettim. Bu koca cüssenin böyle bir organa sahip olması garip değildi, beklenen bir şeydi ama dokunduğumda sürüklendiğim duygu çok daha farklıydı. Tahmin edilenden daha fazlası olduğunu ona dokunduğunda, temas seni de onu sarstığı gibi sarsmaya başladığında anlıyordun.
“Senin için yeterince ısınmış mı?”
“Benim için,” diyebildim sonunda konuştuğumda, “âdeta alevler içinde.”
Sertçe yutkunurken, “Bunu sevdin mi?” diye sordu, direksiyon hâkimiyetini nasıl kaybetmiyor, nasıl bu kadar iyi bir şekilde, yolunu biraz olsun şaşırmadan kullanabiliyordu şaşırmıştım. O bana dokunurken ben değil dikkatimi, aklımı bile kaybediyordum çünkü.
“Evet. Bunu kesinlikle çok sevdim.”
“Daha rahat hissetmek ister misin?” diye sorunca afalladım çünkü neyden bahsettiğini bilmiyordum, tek bildiğim ona dokunuyor olduğumdu, onu hissediyordum, parmaklarım usulca onun derisinde ilerliyor ve onun dokusunu ezberime kazıyordu.
“Nasıl?”
“Elin böyle ağrımıyor mu?”
Sertçe yutkunup, “Evet,” dedim. “Böyle biraz zor oluyor.”
“O zaman neden fermuarımı indirmiyorsun?” Bu soruyu sorduğunda aleti kasılarak elimin altında hareket etmişti, bunu garipsedim ama daha sonra bunu sevdiğimi fark ettim. Bedeninin bana verdiği tepki farklı ama güzeldi.
Ben bunu yapmak için elimi çekecekken, o elimi çekmeme izin vermeden direksiyonu tek eliyle tutmaya devam ederek bir elini fermuarına götürdü. Büyülü bir an izliyormuşum gibi tüm dikkatimi vererek fermuarını aşağı indirişini izledim.
“Senin için böyle daha kolay olacak,” dediğinde elim boxerın içindeydi, kendi elimin kıvrımlarını boxerın kumaşının altından görebiliyordum.
Fermuar açıldığı için artık elim daha rahattı, daha az sıkışık hissediyordum ama elimin altında onu kavramıyor oluşuma rağmen gitgide büyüyerek bulunduğu ortamı gerginleştiren aleti, bir süre sonra fermuarının inmiş olmasını da anlamsız kıldı. Çünkü yine o sıkışık his oluşmuştu. Onu kavramak istesem de bunu yapamadım çünkü vereceği tepkilerin anbean çoğalışını izlemek istiyordum.
“Parmaklarımı sadece sürtecek miyim?” Sorum onu gülümsetti ama gülümsemesi bile gergindi. Aracın içindeki karanlık belli hatlarını gizliyor olsa da yüzüne çöken şeyin güzelliğini örtmeye yetmiyordu. Onu böyle görmek çok farklı hissettiriyordu.
“Daha fazlasını mı yapmak istiyorsun?” Sorusuyla gözlerimiz buluştu.
Tırnaklarımı yavaşça derisine sürttüğümde, aleti tekrar aynı şekilde kasılarak parmaklarımın altında hareket etti. Gözleri şimdi öyle yoğun bakıyordu ki, bu yoğunluk bacaklarımı birbirine bastırmama neden oldu.
“Evet,” diye fısıldadım, tırnaklarım tekrar deride dolaştı, o benim için yeniden kasıldı ve alt dudağını dişlediğini gördüm. Gözlerimi gözlerinden ayırıp boxerının önüne indirdiğimde artık iki eli de direksiyondaydı, bu yüzden kolu önüme küçük bir bariyer örmüştü. “Seni kavramak,” dediğimde parmaklarım usulca onu kavramak için çabaladı; sonuç başarısız sayılırdı. Genzinden yükselen inilti sesiyle beraber ayak bileklerimin bile titrediğini hissettim. Bir inilti sesi, tüm bedenimi, bağışıklık sistemimi, beni nasıl böyle tehdit edebilirdi? “Seni kavrayamamak mı demeli yoksa?”
Bu fısıltım onu gülümsetecek sandım ama yüzü kaskatıydı, ilk kez bana gülmek yerine sadece dahasını izliyor, sınırın ötesine geçmemi istiyor gibi yüzüme dik dik baktı.
“Parmakların benim standartlarımı göz önünde bulunduracak olursak ince ve küçük sayılabilirler,” dedi genizden gelen, ilgi uyandırıcı bir sesle. Parmaklarımı onun aletinin etrafına sardığımdaysa bunu doğrularcasına bana baktı, göz ucuyla da olsa büyüklük taslayan bakışları artık yüzümün ortasındaydı. “Sana söylemiştim.”
“Büyük olduğunu zaten biliyordum, bir insan sana bakınca her uzvunun büyük olduğunu tahmin edebilir,” dedim, sesim arzudan kısıldığı için kelimeler fısıltı gibi dökülüyordu dudaklarımdan. “Burası yeterince daraldı gibi,” diyerek penisini parmaklarımın arasında tutmaya devam ederek boxerın içinden çıkardığım anda gözlerimiz birleşti. Gri bir silüet gibi görünmesine neden olan karanlıkta onun hatlarını göremeyecek olmama rağmen, gözlerimi gözlerine çevirdim, bedenindeki bir parçaya değil, yüzündeki parçaya, yani gözlerine baktım. “Sanırım şimdi daha iyi,” dediğimde gözleri kısıldı. “Sen de daha özgür hissediyor olmalısın. Yine de Gurur, gözlerini yoldan ayırmamalısın.”
“Avuçlarının içinde olmam çok mu hoşuna gitti?” diye sordu.
Boğuk gelen sesinin daha da sarsıntılı çıkmasını istediğimi fark edince, aletinin sıcak derisi avuçlarım arasında usulca kaymaya başladı. Bunu yapmamla eş zamanlı olarak, hislerinin bir yangının büyüyüp tüm ormanı kapladığı gibi içinde büyüyerek kasıklarına ulaştığını, oradan da tüm vücuduna sıçradığını gördüm.
“Siktir,” döküldü dudaklarından. “Parmaklarının beni sıkıca sardığını daha önce de hayal etmiştim ama benim koca ellerim, senin narin parmakların gibi hissettirmiyordu.” Gözlerini yola dikerken sıkı çenesini biraz daha gerdi ve “Senin bana dokunman, senin bana dokunduğunu hayal etmekten daha farklı, daha azdırıcı. Düşüncesi bile öylesine azdırıcıydı ki, gerçeğinin beni bu hâle getirebileceğine ihtimal verememiştim.” Konuşuyordu, evet ama her kelimesinde harflere farklı bir basınç uyguluyor, kelimeler dudaklarından saniyelere düşman gibi yavaşça dökülüyordu.
“Bunu mu hayal ediyordun?” İtirafının üzerimdeki etkisini görmesini ister gibi parmaklarımı daha çok bastırıp aletini hafifçe sıktığımda, dişlerini sıkıp burnundan sert bir nefes vererek başını olumlu manada ağır ağır salladı. “Başka?” diye sorduğumda gözlerini kıstı, bunu profilinden görebilmek gayet mümkündü.
Araç yolda yağ gibi kayıyor, hatasız bir şekilde ilerliyordu ama Gurur’un direksiyonu kavrayan parmak boğumlarına kan gitmeyecek kadar sıkı kavradığını biliyordum. İsteseydi tek bir hamleyle eminim ki direksiyonu yerinden çıkarabilirdi.
Yeniden, “Başka?” diye fısıldayıp dudaklarımı boyun boşluğuna bastırdım ve parmaklarım ereksiyonunu kavrayarak sıvazlamaya devam etti.
“Hayal ettiklerimi anlatmaya başlarsam, kenara çekmek zorunda kalırız çünkü küçük deliğinin söyleyeceklerime karşı savunmasız olduğunu biliyorum. Hatta bana dokunurken, yani o narin ellerin benim senin için sertleşmiş sikimi kavrarken bile çoktan bir su kuyusu kadar ıslak olduğunu da biliyorum. Birbirimizi zorlayacaksak Zeliha, söylemeliyim ki benim dilim çok zehirlidir. Temas ettiğinde de yakar, kelimeleriyle de yakar.”
Öfkeyle kurduğu cümleleri dinlerken bacaklarımı birbirine bastırma dürtüsünü yok sayamadım, vajinamı bacaklarımın arasına sıkıştırmaya çalıştım.
“Hayal ettiklerin arasında neler var, bilmek istiyorum,” dediğim anda kasılarak kalçasını hafifçe kaldırıp aletini avucumun içine itti. Bu hareketi avucumu aşındırır gibi acıtmıştı çünkü kapladığı yer, avucumu sıkmaya çalıştığım da göz önünde bulundurulursa genişti ve birden öyle kendini itince avuç içim sıyrılmış gibi acımıştı. “Bilmek istiyorum,” diye bastırarak acıttığı avuç içimi aletinin etrafına bir yılan gibi doladım, onu sertçe sıktım ve bunun onu inletmesi beni de inletti.
“Ağzıma yasladığında,” dedi kesik bir nefesle. “Dilim senin deliğinin tadına baktığında, şu an avucunun içinde kaydırmaya çalıştığın şeyin içinde olmak istediği tek yer senin deliğindi. Avucundan fazlasını o an istemiştim. Senin içini doldurmayı, içinde damarlarımın çarpmasını, köküme kadar beni hissetmeni, içine akmayı istediğim anlardan birisiydi.” Her söylediği şeyin sonunda verdiği nefes, avucumu hızlandıran bir düğmeye dönüşmüş gibiydi. O konuşuyor, nefesi veriyor, nefesiyle beraber benim avucum da hareketlerine hız kazandırıyordu.
“O an orada istediğin şey,” diye fısıldadım, “benim ıslak deliğimin içine girmek miydi yani?” Dudaklarımı kulağına sürterek fısıldadığım şeyin aletini bu denli genişletebileceğini o âna dek bilmiyordum.
“Evet,” dedi, “o an istediğim şey, senin küçük amcığını avucundakiyle doldurmaktı.”
İri aletinin başlangıcı ve bitişi yokmuş gibi hissettiren neydi bilmiyordum, tutku muydu yoksa onun korkutucu büyüklüğü müydü? Her hareketimde aletinin kökünden gövdesine uzanan kalın damarların nasıl şişerek deriyi gerdiğini hissediyordum. Tıpkı aletinde nabız gibi vuran baskıyı da hissettiğim gibi.
“Başka?”
“Seninle kafamın içinde kaç farklı şekilde boşaldığımızı mı merak ediyorsun?”
Sert sorusuna karşılık neredeyse bir kedi gibi mırlayarak, “Evet,” dedim.
“Sen söyle,” dedi aniden başını bana doğru çevirerek. “Sen kafanın içinde beni kaç farklı şekilde içine aldın? Ya da aldın mı? Seni düşünüp kavrulan sadece ben miydim?” Aletini tekrar avucuma iterken sorusunu düzetti: “Biz miydik?”
“Hayır,” derken gözlerimi yüzünden kaçırdım. “Bunları hayal eden yalnızca siz değildiniz.”
Avucumda hacim kazanan aletine bakma isteğiyle kasılarak gözlerimi yavaşça karnına doğru indirdiğimde yüzüm hâlâ boynunun sınırlarındaydı. Ve onu karanlığa rağmen bir gölge olarak da olsa görebildim, nefesimi tutmama neden olan görüntüyle ilgili düşüncelerimi merak ediyormuş gibi yutkundu.
“Demek beni hayal ettiğinde tahrik oluyordun?” Soruya cevap beklemeden yeni bir soruyla geldi. “Onu görebiliyor musun?”
“Yeterince ışık yok,” çıktı dudaklarımdan farkında olmadan.
“Ve yeterince ıslak da değil,” diye fısıldadığında, ne demeye çalıştığını o an için idrak edemedim, beyin fonksiyonlarım durmuş gibiydi. “Dokunuşların eşsiz,” dedi kesik bir nefesle. “Ama o ördek dudaklarını aralayıp benim için tükürürsen, ikimiz için de daha kolay olurdu.”
Alt dudağımı ısırarak yavaşça eğilip karnına yaklaşırken mantık devre dışıydı. Gurur bu hareketi beklemiyormuş gibi sırtını koltuğa sertçe yasladı ve tek eli direksiyonu kavrarken bir diğeri usulca saçlarıma doğru geldi. “Buna gerek yok,” diyebildi, sesi öyle karanlıktı ki, bu karanlığı gece bile kaldıramazdı. “Sadece avucuna tükürmen yeter-”
Yanağımı karnına yaslayıp ıslattığım dudaklarımı sıcaklığına temas ettirdiğim an, “Siktir amına koyayım!” diye sert bir küfrü ortaya savurdu. “O dudaklarını öyle uzatıp, senin için ânında taş kadar sertleşen bir şeyi öyle pervasızca öpecek misin yani?” Bu soruyu o kadar hiddetli sormuştu ki, eğer karnım kasılmıyor, vajinam ihtiyaçla zonklamıyor olsaydı kesinlikle yanlış bir şey yaptığımı düşünebilirdim. Parmakları saçlarıma resmen gömüldüğünde, “Ne yaptığının farkında bile değilsin, sevgilim,” diye fısıldadı dişlerinin arasından ıslıkla dökülen baştan çıkarıcı bir sesle. “Neyi öptüğüne dikkat et.”
“Neyi öptüğümün farkındayım, sevgilim,” diye fısıldadım dudaklarım aletinin başına hafifçe temas ederken.
Yeterince ışık olmadığı için onu göremiyordum, eğildiğim için tamamen karanlığa gömülmüştüm çünkü cipin alt kısmına sokak lambalarının ışığı da yansımıyordu. Ama öptüğüm an, tüm bedenimde yankılar uyandıran o hissi durduramadım. Bedenim her şeyin farkındaymış gibi beni yönetip yönlendirdi, dudaklarımı usulca araladım. Kalp atışlarım göğsümü patlatacakmış gibi sert yumruklarıyla beni sarsarken aralanan dudaklarımın arasından uzanan dilim usulca aletinin başına temas etti. Onun tadı dilime bulaştığında, kasıklarımda başlayarak beynime kadar hızla fırlayan ateşin her şeyimi, tüm varlığımı ve hislerimi çıra gibi yaktığını hissettim. Gurur saçlarımı parmaklarının arasına doladı ve bu beklenmedik temasın ardından, “Ağzını aç,” dedi sertçe.
“Böyle mi?” diye sorarak dudaklarımı aralayıp aletinin başına dudaklarımı sardım, dudaklarım onun sert etini o şekilde kavrayınca iniltisi içimi kaşıyarak zihnime doluştu.
“Evet, yavrum,” dedi kesik nefeslerin ardından. “Tam da böyle.”
“Tadın,” diye fısıldadım, devamı gelmedi çünkü başını ağzımın içine alıp büyük bir şekeri emiyormuş gibi emerken gözlerim kapanmıştı. Zaten ıslak olan iç çamaşırımın artık ıslak olmasının tek nedeni göle girmiş olmamız değildi, hissettiğim yoğun zevkin vajinamın kasılmalarıyla birlikte iç çamaşırıma usulca aktığını hissediyordum. Kulaklarım sağır gibiydi, Gurur’un iniltileriyle birlikte bana yönelttiği son derece bel altı konuşmaları duyuyordum ama zihnim filtresinden geçiremediği için anlamak konusunda güçlük çekiyordum.
“Ağzını aç bana, sevgilim,” dedi yeniden, bir eli direksiyonda, bir eli başımın üzerindeydi, beni zorlamasa da öyle bir davette bulunuyordu ki hayır demek zordu. Ağzımı biraz daha araladığımda çene kemiğimin kasıldığını hissettim. Kalın aletinin birazını daha ağzıma aldığımda ağzımdaki sıvılar benim isteğim dışında dudaklarımın çevresinden usulca onun aletine doğru süzülmeye başlamıştı.
“Siktir, Zeliha,” dedi, ismimi yine o ses tonuyla, kalbimi ve tüm bedenimi kendisine mühürlüyormuş gibi delirtici bir şekilde dillendirmişti. “Ağzın benim için çok küçük.” Saçlarımı hafif hafif çekiştiren parmakları başıma biraz baskı uygulayınca dişlerim aletine sürttü ve bu onu resmen tıslattı. “Siktir,” dedi. “Yavaş, yavaş yavrum.”
“Yavaş,” diye fısıldayıp dilimi boylu boyunca dişimi sürttüğüm yerde gezdirdim.
“Off!” Başımı bu kez elinde olmadan kendisine doğru bastırırken, “Senin şu küçük ağzını da tıpkı küçük deliğini doldurmak istediğim gibi dolduracağım. Dilini nasıl kedi gibi sürtüyorsun öyle, aklımı kaçırayım diye mi?” Saçlarımı sıkarak başımı aletine iterken parmak uçlarımı aletinin kök kısmına yerleştirip aletini dik konuma getirdim, göğüs kafesim parçalanacak gibi şişip iniyor, aldığım hızlı nefesler dilimin ıslattığı aletine yayılıyordu. “Aferin gelinciğime, aç küçük ağzını. Dişlerini sürtmeden.” Dişlerimi sürtmemeye dikkat ederek aletini yarıya kadar ağzıma alıp dilimi ağzımın içinde aletinin derisine yavaşça değdirip çekmeye başladım. “Hassiktir,” dediğini duydum. “O dolgun dudaklarınla resmen derimi sıyırıyorsun.”
Onu sıyırmak. Bu kavram olarak, onun dudaklarından bir kelime bütünüyle dağılıp zihnime dolduğunda, benim açımdan bakılınca bir şeyleri parçalıyor, bir şeyleri yeniden bütünlüğüne kavuşturuyordu. Dilim aletinin sınırlarını çizerek ilerledi, yabancı bir duygunun göğsüm de dâhil tüm vücuduma ekildiğini hissettim. Ruhuma bile ekilmişti.
“Durma. O âşık olduğum ağzı bana vermeye devam et.” Bu kelimeler dudaklarından hoyratça dökülüyor olsa da saçlarımı şefkatle tutuyordu. Evet, tüm arzular oradaydı, sadece tutku değil sınırsız şehvet de oradaydı ama değişmeyen bir şey varsa, değiştirilmesi imkânsız bir şey varsa o da onun bana duyduğu sınırsız şefkatti. Ağzım onu daha fazla kavramaya başladığında inledi, dilim her noktasına değmek istiyor gibi süründü, bir sürüngen gibiydi ve her noktada ıslak izler bırakıyordu.
“Dudaklarını bastır, evet,” dedi, parmakları saçlarımda kayarak başımı kavradı ve başımı dilimle senkronize olacak şekilde kaldırıp indirmeye başladı. Dudaklarım Gurur’un tamamını alamadığından parmaklarımı aletinin gövdesinin alt kısmına yerleştirdim ve iki elimle aşağı yukarı sıvazlarken yeniden başını emmeye başladım. Bu hareketim, onun da başımı kendisine doğru bastırışlarıyla daha da hız kazandı. Dilim aletinin başının ucunda kaydı ve gözlerimi kaldırıp Gurur’a baktım, çene kemiği sivri bir ok gibi duruyordu, saplandığı yeri parçalayabilirdi. Gözleri doğrudan yoldaydı ama dilimi her hissettiğinde kirpikleri gözlerinin önünü örtüyordu.
Bakışları bana kaydığı anda gözlerimiz birbirine mıhlandı. Gözlerinin gece kadar siyah olduğunu gördüm, orada renkler yoktu, orada arzu vardı, bana duyduğu tüm hisleri altına alarak daha güçlü yanmaya başlayan bir tutku vardı. Dilim aletinin başında kayarken gözlerimiz birbirinden bir an olsun ayrılmadı, bakışlarım nasıldı bilmiyordum ama onun bakışları çoktan sırılsıklam, hatta yapış yapış olmama yetmişti de artmıştı bile.
Saçlarımı okşayıp, gözlerimin içine bakarak, “İçine alabilecek misin bunu?” diye sordu karanlık bir sesle.
Başımı sallayıp aletinin başını dudaklarımla kavradığımda gözleri kısıldı, bu yaptığım onu büyülemiş gibi bakıyordu; nefesi düzensizdi.
Saçlarımı okşamaya devam ederken, “Şimdi içine almak ister gibi kasılıp gevşiyor mu?” diye sorduğunda neyden bahsettiğini biliyordum, dudaklarım hâlâ aletinin başını sarmaya devam ederken gözlerimi kapatıp açarak onay verdim. Bu hareketim her nedense onu derin, uzun uzun inletti.
“İçine aldığında hissedeceklerine dair bir fikrin var mı peki?” diye sordu bu kez, bir an gözlerim gözlerinde takılı kaldı, aletinin başını ememedim, sadece ağzımın içinde duran aletiyle öylece, her şeyden bihaber gibi ona bakakaldım. Gülerken burnundan sert bir nefes vermişti, gözleri anlık yola çevrildi, boş yolu kontrol edip tekrar gözlerini aşağıya indirerek bana baktı. “Hiçbir fikrin yok ama bedenin bunun için deliye dönüyor, deli gibi istiyor, değil mi?” Dudaklarımı aletinin başına sarmamla dişlerinin arasından ıslıklı bir nefes verdi. “Buna cevabın evet demek. Senin deliğine yerleştiğimde, deliğin benim sikimle uyum sağlamaya başladığında, beni acıyla değil, isteyerek, kendini bana iterek almaya başladığında, ne zaman vücudunda bir noktaya dokunsam açlık hissedeceksin. Yeniden o küçük amına girmemi isteyeceksin. Devamlı kasılacak, devamlı beni arayacak, içine beni yutmak, beni içinde boşaltmak ve benimle boşalmak isteyecek.”
Dudaklarım onu özgür bıraktığında aletini avucumun içinde kaydırmaya devam ederek gözlerinin içine baktım. “Şu an bu hissi hiç bilmiyor, hiç tatmamış olmama rağmen, seni bir defa bile içime almamış olmama rağmen, deli gibi istiyor olmam normal mi peki?” Sorumla beraber dişlerini sıktı, yüzüne çöken çukurları izlerken ona dokunmaya devam ediyordum. “Sadece saçlarıma dokunuyorsun ama tüm vücuduma dokunuyormuşsun gibi kasılıyorum. Kendimi hiç bu kadar aç hissetmemiştim. Bir insana duyulan açlığın ne olduğunu seninle keşfediyorum.” Dudaklarımı başına sürterek ona alttan alttan baktım. “Yola baksan iyi edersin.”
“Bana kör gibi hissettiriyorsun, pek mümkün olmuyor. Baktığım yerde gördüğüm yol değil. Sensin. Ve yaptığımız şey,” diyerek aletini dudaklarıma doğru iterek daha fazlasını almamı ister gibi inledi. “Başını em.”
“Böyle mi?” Onu emdim, yavaşça, tüketmek ister gibi, küle döndürüp dağıtmak ister gibi. Emdiğim an boyunca, “Evet,” dedi. “İşte böyle. Benim çilli kızım, tam da böyle. Em beni.”
Söylediğini yaptım. Ardından aletini avucumun içine alıp karanlığın içinden ona bakarak yanağıma yasladım ve açlıkla, “Senin bana yaptığını yapmak istiyorum,” dedim. “Senin beni rahatlattığın gibi, ben de seni rahatlatmak istiyorum.”
“Yap.”
Gözlerimi kısarak aletini yanağıma sürte sürte çeneme dek indirdim, ardından onu yeniden ağzıma aldım ve dudaklarım organını sardığında, kasılmaları şiddetlenmeye başladı. Dudaklarımın arasında sanki mümkünmüş gibi daha da büyüyen ereksiyonunun patlamaya seviyesine ulaşacağını hissettiğimde kendimi zorlayıp, büyük aletini biraz daha derine almak için çenemi ağrıtana dek ağzımı araladım ve o büyüklüğün boğazımın girişini hafifçe kaşımaya başladığını hissettim. Bu, beni kusturacak kadar zorlayıcı bir histi, baskı boğazımı yakıyordu ve parmaklarım boğazıma girmiş gibi öğürme isteğiyle kasılıyordum. Bu onu çıldırttı, delirmiş gibi inledi, aracın içi o koca adama ait nefes ve inilti sesleriyle dolup taştı.
“Hepsini alabileceğini mi sanıyorsun?” diye sordu gür bir sesle. “Madem öyle sanıyorsun, o zaman hepsini ağzına al, yavrum.” Gözlerimin etrafında toplanan yaşların nedeni boğazımdaki baskıdandı, biraz daha derine alırsam biliyordum ki nefes alamazdım, her ne kadar hislerim beni bunun için tetikliyor, bedenim istekle uğuldarken bunu yapmam için âdeta bana yalvarıyor olsa da dediğini yapamadım çünkü o, daha ileri gidilemeyecek kadar büyüktü. Ağzımdan onu çıkarıp derin bir nefes aldığımda bu onu güldürdü ama gülüşü bile yoğundu, sanki aldığı zevk tüm uzuvlarına bir örtü gibi serilmişti. “Ne o?” diye sordu nefes nefese ama keyifle. “Seni boğdum mu yoksa, gelincik?”
Dilimi aletinin etrafında gezdirip, “Ne o?” diye sordum kısık sesle. “Beni bu şekilde boğmak çok mu hoşuna gitti yoksa?”
“Evet,” dedi karanlık bir sesle. Saçlarımı kavrayıp büyük elleriyle beni aletine doğru bastırdığında ona istediğini verdim. Dudaklarım onun için bir defa daha aralandı, büyüklüğü ağzımın içini yavaşça doldurdu ve boğazıma dayanmış bir bıçak gibi nefesimi kesen noktaya dayandı. Bu kez daha iyi hissettim, ilkine nazaran daha rahattı, ilkine nazaran vücuduma yaydığı etki de daha baştan çıkarıcıydı. Aleti ağzımı doldurup boğazıma ulaşarak beni yavaşça zorlamaya devam ederken ellerim aletinin dışarıda kalan gövdesini sıkmaya, okşamaya devam etti.
Onu sona yaklaştırmak istedim, tıpkı bana yaptığı gibi onu bir karahindibayı nefesimle dağıtıyormuşum gibi ağzımla dağıtmak istedim. Onu sınıra yaklaştırdığımı kasılmalarından anlayabiliyordum, aletinin gövdesi parmak uçlarıma nabız gibi vuruyordu, çok geçmeden Gurur’un arabayı yavaşlatmaya başladığını hissettim, dikkatinin dağıldığını, dikkati gibi tüm iradesinin de dağılarak parçalanmaya başladığını anladım.
“Siktir Zeliha,” dedi nefes nefese. Karnı içeri çöktü, karın kasları o kadar belirginleşti ki çukurların yarattığı kavisleri karanlığa rağmen gördüm; kaslarının aralarındaki çukurlar karanlıktan bile daha koyu, daha gölgeliydi. Saçlarımı kavrayarak, “Boşalacağım,” dediğinde sanki tüm bedenim ateşle dağlanıyormuş gibi sızladı, bacaklarımın arasından akıp gidenin ter olmadığını biliyordum. “Boşalacağım!” diye bir kez daha bastırarak konuştuğunda geri çekilmem için saçlarımı hafifçe parmaklarına dolamıştı ama bunu yapmadım, geri çekilmedim. Bedeninden dudaklarıma akan şey sadece şaşkınlığı değildi, zevkiydi. Geri çekilmemem onu delirtmiş gibi, “Sikeceğim,” diye tısladı. “Seni öyle fena sikeceğ-”
Devamını getiremedi, araba ani bir frenle durduğunda, dudaklarımın arasına dolan sıvıyı hissedebiliyordum. Bu belki bir başkasıyla yaşansa iğrenç gelebilirdi, asla denemek bile istemeyeceğim bir şey olabilirdi ama ona ait her zerrenin beni parçaladığını, hiç sorun etmeden onu yutkunduğumda anladım.
O kadar bütün olmuştuk ki, geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktu; sadece o vardı. Ben vardım. Biz vardık.
“Zeliha,” diye inledi kısık küfürlerin arasından. “Benim en büyük sınanışım, Zeliha.”
Dalgaların kıyıyı allak bullak ettikten sona sanki her şeyi altüst etmemişçesine geri çekildiği gibi, dudaklarımızdan dökülenler geri çekildiğinde, saniyeler aracın içine düşen yağmur damlaları gibiydi. Sustuk, o da ben de bir süre sadece susup birbirimizi dinledik. Onun nefesleri düzene girene dek, sanki kendimizi kaybetmemişiz, raydan çıkmamışız gibi sakince bekledik. Başım onun göğsündeydi, araba durmuştu, karanlık bir yolun ortasında öylece duruyorduk ve göğsünün nasıl vurduğunu duyuyordum.
Dudaklarımda onun tadı vardı, kalbimde ona dair yeni sızılar hissediyordum, sanki eline bir kürek almıştı da içimi kazıyor, kendine daha büyük bir yer açıyordu.
“Su,” dedi, ardından boğazını temizleyip, “Sana su vermemi ister misin?” diye sordu. Başta nedenini anlayamasam da beni düşündüğünü fark ettim, ne yaptığımızı hatırlayınca başımı iki yana sallayıp, “Sorun yok,” diyebildim, daha fazlasını söylemek istesem de kalp atışlarım öyle düzensizdi ki ağzımı tekrar açacak hâl bulamamıştım kendimde.
“Deli,” diye mırıldandı. “Sen harbi delisin.” Sertçe yutkundu. Ardından beni göğsüne bastırıp torpidoya uzandı, torpido gözünden küçük bir ıslak mendil paketi çıkardığını gördüğümde yanaklarım ısındı. Paketten bir mendil çıkarıp, “Bak bakayım bana,” dedi şefkatli bir sesle. “Kaldır kafanı.”
“Bana ne?”
“Kaldır kız.”
“Bana ne?” diye söylendim.
“Az önce gözlerimin içine bakıp ahkam kesiyordun cengaver, ne oldu?”
“Az önce az öncede kaldı.”
“Kaldır kafanı.”
“Şu arabayı kenara çek bari, ortada duruyoruz.”
“Araba korkunu biraz yendik mi sanki?” Muzip bir sesle sorduğu soruya karşılık gülümsememi bastıramadım, yüzümü onun göğsüne bastırıp kıkırdadığımda derin, göğsünü şişiren bir nefesi ciğerlerine çekti.
“Gülüyor bir de kikirdek,” diye mırıldandı şefkatle. “Kaldır şu güzel suratını da bir yüzüme bak.”
“Yoo.”
“Kız kaldırsana kafanı ya, amma inatçısın, dağ keçisi amına koyayım.”
“İnatçıysam da inatçıyım, kırdırsana inadımı,” dediğimde, ıslak mendili birden dudaklarıma bastırdı ve “Al böyle zorbalık yaparak kıracağım senin keçi inadını, dağ keçisi,” dedi sertçe. Dudaklarımı ıslak mendille sildiği sırada homurdanarak geri çekilmeye çalıştım ama sonuç başarısız olmuştu, kıpırdamama izin vermemiş, beni resmen sıkıca kavrayarak kafeslemişti.
“Şurada bağırırım zorba adam diye bak.”
“Bağırsan kaç yazar, etrafta bir sen varsın bir ben varım bir de dağ eşiğine inen yabani domuzlar var. Domuzlara mı şikâyet edeceksin beni?”
“Seni sana nasıl şikâyet edeyim, Gururcuğum?” diyerek surat astım. Islak mendili dudaklarımdan çektiğinde ona dik dik bakıyordum. Fermuarını çektiğini gördüm ama dikkatlice incelemedim, sonunda bakışları bana doğru çevrildi.
Bir an için, bakışlarımız birbirine saplandı ve öylece kalakaldık.
Farkındalık çok ani çarptı, bir yıldırımın düştüğü yerde alevleri yükseltmeye başlaması gibiydi. Bir şeyler yaşıyorduk, biz çok gerçek şeyler yaşıyorduk ve bunun farkındalığı birbirimizin gözlerine saplanıp kaldığımızda daha da yok sayılamaz bir şekilde dışarı vurmuştu sanki. Artık saklanmıyorduk. O da saklanmıyordu ben de. Beni ilk sobeleyen o olur sanmıştım, sonunda dayanamam ve dudaklarım ona kilitlerini kırar, kelimeler onun uğruna dökülür sanmıştım ama bu olmamıştı. Onun dudaklarının kilidi benim için kırılmış, kelimeler onun dudaklarından benim uğruma dökülmüş, benim kalbim onun kalbini sobelemişti. O kaçınılmaz gerçeğin aramızda büyüdüğünü, bir kasırgaya dönüştüğünü, kara bir örtünün üzerimizden usulca çekildiğini, farkındalığın kör edici bir ışık gibi üzerimize yayıldığını hissettim.
“Seni seviyorum,” dedi beklenmedik bir anda, kalbim tökezledi, bu gerçeği kolayca kabullendim çünkü bu gerçeğe ihtiyaç duyduğumu fark etmiştim.
Gurur’un beni sevmesine ihtiyaç duyduğumu yeni fark ediyordum. Bir insana ihtiyaç duymak garipti, benim lügatimde olan bir şey değildi, kelimelerin anlamları böyle bir durumun içine girdiğim an kaybolur sanıyordum ama öyle olmamıştı. Şimdi ona ihtiyaç duyuyordum ve artık ihtiyaç duyduğum yalnızca o da değildi, onun sevgisine de ihtiyacım vardı. Gurur, her şeyiyle benim ihtiyacım hâline gelmişti.
İnsan ihtiyaçlarının tamamını karşılamadan da yapardı evet, belki Gurur’un sevgisi olmadan da yapabilirdim ama gölgesini hep hissetmek isterdim. Bunu şimdi en yalın, damarlarımı en çok acıtan hâliyle çırılçıplak hissediyordum.
Hislerin içimi bu denli acıtması normal miydi?
“Seni seviyorum,” dedim beni çırılçıplak bırakan sevgiyi kabullenip, tüm kalbimle bu hisse sahip çıkarak.
Konuşmadı, sustu, onunla birlikte sustum ama hislerini gördüm. Karmaşalar en başından sonuna, yani şu âna dek evet vardı ama şimdi gördüğüm şey karmaşa değildi, hissettiğim de bu değildi. Her şey yalındı, çıplaktı, canım acımıştı ve biliyordum, onun da canı acımıştı. Yasak bir şeyin içinden yara bere alarak birbirimize âşık şekilde çıkmıştık, bu yasak canımıza okumuştu, bu yasağın içinde ilerlediğimiz süre boyunca birbirimizi istesek bile birbirimizden kaçmıştık. İki insan birbirini sevdiğinde, ne kadar kaçarsa kaçsın, sonunda birbirlerine basılıyormuş. Bunu şimdi öğreniyordum. Onunla öğreniyordum. Benimle öğreniyordu.
“Eve gidelim mi? Yoksa dayanamayacağım, arabada eniklemek zorunda kalacağız.” Ciddiyetle söylediği şeyin bana kahkaha attırması onu da gevşetmiş olacak ki gülümsedi, gülümsemesi koca bir sırıtışa dönüşene kadar kahkaha atmaya devam ettim.
“Eniklemek mi?”
“Evet. Burada çiftleşiriz, hem de öyle bir çiftleşiriz ki tek seferde eniklemiş oluruz. Dokuz ay sonra da enikleri kucağımıza alırız.”
“Sen şimdiden benden çocuk yapma hayallerine daldın, şşşt, uyan uyan, hayal kurma.” Kıkırdayarak koluna vurduğum için kaşlarını çattı.
“Kurarım hayal, kurduğum hayalleri duymak için can atıyordun az önce. Ne o, vaz mı geçtin bir anda, Madam Zekâ Küpü?”
“Sen böyle durmadan yüksekken kurduğum cümleleri mi kakacaksın kafama?”
“Ha yüksektin yani…”
“Öf ya,” diyerek sırtımı koltuğa yasladığım an bu kez sesli şekilde gülme sırası onundu.
“Hanımefendi gitgide bana benziyorsunuz, haberiniz olsun.”
“Hım?”
“Öf ya,” diye mezeledi beni.
“Bir sen mi öf ya diyebiliyorsun bu memlekette?”
“Evet.”
“Kıçım üşüdü,” diye söylendim yerimde kıpırdanarak. “Hadi eve gidelim artık.”
“Kıçın göle girdik diye mi üşüdü yoksa çok ıslandın da ondan mı üşüdü?” derken yine iki nokta üst üste küçük d harfi gibi gülerek bakıyordu yüzüme.
“Gıcık.” Aracın motorunu çalıştırdı, bedenimi rahat bir konuma getirmek için dizlerimi karnıma çekip ayaklarımı koltuğa bastırdım ve “Karnım aç,” diye söylendim.
“Doymadın mı?”
“Arsız.”
“Arsız kimdi bilemeyeceğim, Zelihacığım.”
“Arsız olanın kim olduğu belli de neyse…”
“Eşitiz bence.”
“Eline su dökemem.”
“Valla döküyor gibiydin.”
Araç sessizlik içinde ilerlemeye başlamadan önce utancımı gizlemek için bıyık altından gülerek, “Gıcık,” diye mırıldandım. O da gülümsedi ama şimdi gözleri bende değil, yoldaydı.
Yol boyunca içimde yepyeni duygular birbirine çarptı. Bir yanım onun kalbindeki kırıkları tamir edebildiğimi düşündüğü için huzurluydu, öteki yanımsa mutluydu çünkü onun dudaklarından o gece duymayı beklediklerimi bu gece duymuştum. Cip binanın önünde durduğunda araçtan indim, bana binaya girmemi söyledi ama girmedim, o cipi otoparka indirene ve yürüyerek geri dönene kadar binanın önünde durup onu bekledim. Beni gördüğünde şaşırmıştı ama tek kelime etmemişti, sadece elini bana uzatmış, parmaklarımız birbirine geçip zamanla aynı toprakta yaşadığı için kökleri birbirine dolanan iki ağaç gibi birbirlerine karışmışlardı. El ele girdiğimiz binanın üst kata çıkan asansöründen de el ele çıktık.
Saat gecenin ikisiydi, binanın duvarlarından çıt sesi bile yükselmiyordu. Gurur anahtarları çıkarıp kapıyı açarken bir eli hâlâ elimdeydi, parmaklarımız birbirine kök salmaya devam ediyordu. Kapıyı açmasıyla Leon ile Pars’ın kapının arkasında belirip ayaklanarak üzerimize çullanmaları bir oldu.
“Yavaş oğlum lan,” diye söylenerek iki koca bebeği evin içine doğru göndermeden önce onları tek eliyle okşadı. Önce Leon’u, sonra da Pars’ı.
Ardından hiç beklemediğim bir anda, sokak kapısı kapandığı an beni belimden yakalayıp dudaklarımdan tiz bir çığlık dökülür dökülmez doğrudan sırtına attı. Başım bel boşluğuna yakın bir hizadaydı, hâlâ nemli olan saçlarımın uçları lüle lüleydi ve onlar da ters döndürülmenin etkisiyle kalçalarına kadar inmişlerdi.
“İndirsene beni, deli! İndir,” diye homurdansam da bana mısın demedi, beni omzundan indirmeden üst katın merdivenlerini tırmanmaya başladı. Sarhoş gibi hissediyordum kendimi. İçimde devamlı olarak elinde bir kazmayla beni kazıyarak derinlerime gizlenmiş huzursuzluğu çıkaran his uzaklaşmıştı, kazmasını bir kenara bırakmış, öylece ortadan kaybolmuştu.
Gurur beni banyoya sokana kadar çırpınmadan bekledim çünkü çırpınmanın bir anlamı olmayacağını biliyordum. Artık bunu anlamıştım. Soğuk suyu açıp duş başlığını bana bir silah gibi doğrultmadan sadece beş saniye öncesinde beni duş kabininin içine attığını hatırlıyorum. Sonra üzerime çullanan suyla beraber saate aldırış etmeden çığlık attım çünkü bedenim soğuk karşısında âdeta şoka girmişti. Su bedenime akın ederken ısınmaya başladı, çok geçmeden normal bir sıcaklığa ulaştı ve Gurur, duş başlığını üzerime tutmaya devam etti.
Gülüyor, ben ıslanıp küçücük kabinin içinde oradan oraya kaçtıkça gülüşleri kahkahalara dönüşüyordu. Nihayet duş başlığını silahını indiren bir düşman gibi yere doğru indirdiğinde, sinirle üzerimdekini çıkarıp ıslanan kumaşla ona sertçe vurdum. Beklemediği için gözleri irileşti, başta ne yapacağını kestiremesem de sonunda tekrar duş başlığını kaldırıp beni hedef aldı ve o beni ıslatırken duş kabininin kenarına sinerek kaçmayı bırakıp sulara teslim oldum.
Bu, suyun altına benimle girip beni ve kendisini sessizlik içerisinde, neredeyse kapkaranlık olan banyonun duvarları bizi saklarken temizlemeye başlayana dek böyle devam etti.
Ben onun kollarına sığınana, onun elleri saçlarımda, bedenimde beni keşfetmekten ziyade, beni temizlemek için gezinene dek böyle devam etti.
⛓️
Gözlerimi nihayet aralayabildiğimde salondaki koltuğun üzerinde olduğumu fark etmemi sağlayan, boydan camdan sızan güneşin doğrudan yüzüme vuruyor olmasıydı. Rahatsızlık içerisinde ellerimi açarak yüzüme götürüp, “Ay hayır ya,” diye söylendim, yutkunurken boğazıma, gece uyumadan önce fırçaladığım dişlerimin etlerini hâlâ sızlatan naneli diş macununun tadı geldi.
“Uyan artık, lavanta bahçem,” diyen kişinin sesini tanıyordum, gözlerim bir anda irice açıldı. Elimi yüzümün önünden çekmeden hafifçe yukarı kaldırıp kendime gölge sağlamaya devam ederek, “Maria?” diye mırıldandım pürüzlü, uykulu bir sesle.
“Ay çok şükür bir babaannen olduğunu hatırlamışsın. Ben varlığım senin kafandaki silik haritadan tamamen silindi sanıyordum, canım bunak torunum. Neyse ki hâlâ iki metrelik komando bir sevgilin var, çıkmadık candan umut gerçekten de kesilmemeli.” Babaannemin sesini takip eden yoğun bir koku soludum, tereyağı ve kızarmış ekmek kokusuydu bu. Koltukta doğrulup omzumun üstünden sesin geldiği yöne baktığım anda babaannemin elinde bir servis tabağıyla holde dikildiğini gördüm.
Kolumu koltuğun sırtlığına yaslayıp, “Sen ne ara geldin kız?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Ağzından koltuğa akan salyalarda boğulacağını düşündüğüm bir an oldu, panik yaptım, uyandırayım mı acaba diye de düşündüm ama öyle bir horladın ki boğulmadığın kanaatine vardım ve sesimi çıkarmadan kendime biraz ekmek kızartmak için mutfağınızı karıştırdım. Mutfağa bayıldım ama fareyi içeri atsak kafasını yarar da çıkar. Öyle boş ki. Ne yiyorsunuz kız siz? Sadece ekmek ve tereyağı bulabildim. Tereyağını da bulmadım, Yener’e aldırdım.” Omzunun üzerinden mutfağa giden koridora baktı, koridoru göremiyordum ama kime baktığını adım gibi biliyordum. “Yakışıklı küçük boy komandom, nasıl şekerim, beğendin mi tereyağlı ekmeğini?”
“Ellerine sağlık, Haseki Sultan Maria,” dedi Yener koridordan bir manken edasıyla çıkıp, podyumda yürüyor gibi holde ilerlemeye başlayarak. Ağzında bir dilim kızarmış ekmek vardı, ekmeği ısırıp eline aldı, ısırdığı lokmayı çiğnerken, “Aa, Salya Kadın da uyanmış. Tatlım, yalnız o koltuğu bir silersen iyi olur. Çünkü bayağı salya akıtarak uyudun. Ayrıca Zeliha, borazan mı yuttun kuzum? O nasıl bir kükremekti? Yemin ederim kapıdan içeri girdiğimde Gurur horluyor sandım. Öyle bir sesti. Resmen iki metrelik bir komando horlamasıydı o. Senden çıkmış olması çok korkutucu geldi bana açıkçası. Hâlâ geç değil, o horlamayı duyarlarsa senden de komando olacağı kanaatine varabilirler.”
“Ne bu be ikiniz karşımda durmuş bir şeylerin kanaatine varıp duruyor ve beni rencide ediyorsunuz sabah sabah?”
“Sabah sabah mı?” diye sordular ikisi de aynı anda.
“Saat kaç ki?”
“Kız saat devri bitti, sen öyle bir uyudun ki, saat devri diye bir şey kalmadı, biz artık dijital yaşıyoruz. İnanmıyorsan bak bileğine, artık bileklerimizde zamanı gösteren çipler var. Sen uyurken çipini takmış, Gurur.” Yener ciddiyetle kurduğu cümlelerin sonunda sırıtınca yüzündeki gülümseme çizgileri belirginleşti.
“Sen Simge’yle çok takılıyorsun galiba ama ben sen değilim, öyle aptal gibi kanmam böyle şeylere. Aptal gibi de değil, bildiğin alık gibi.”
“Canım öncelikle son derece kırıcı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim,” dedi Yener işaret parmağını havaya kaldırıp beni uyarır gibi yavaşça sallarken. “Sonrasına gelecek olursak, bilemeyiz, belki de çok takılırız, kim bilebilir?”
“Aa dilsiz Yener, senin dilin çözülmüş,” dedim bu kez kaşlarımı kaldırarak.
“Kız konu ne şu anda?” Maria merakla ikimizi izliyordu. “Bakın çok merak ederim, bana da söyleyin ne olur, konu ne, Simge’yle ne alakası var?”
“Yener’e sor babaanne, dili açılmış nasılsa, anlatır sana…”
“Babaanne sensin be, git de aynaya bak, sol tarafına yatmaktan sol tarafın tepsiye dönmüş, aynı benzedin sen benim götüme.” Süslü Maria, permalı kısa saçlarını savurarak kapıya doğru döndü. “Eve gidiyorum ben, aynı senin gibi erken yaşta belleri bükülmüş, kamburları çıkmış, kaz ayakları ülkenin kabartma haritalarındaki çukurlu engebeli çıkıntılara dönmüş arkadaşlarına da tereyağlı ekmek götüreceğim. İnşallah kolesterolleri falan yoktur, hoş, içiniz yaşlı olduğundan kesin vardır.”
Babaannem evden çıkar çıkmaz, Yener, “Kız bundaki sinir ne böyle sabah sabah?” diye sordu meraklı meraklı.
“Ara sıra yaş kompleksi yapıyor, öyle zamanlarda bir Küfürbaz Haydo, bir de Süslü Maria. Hiç farkı olmaz.”
“Haa… Git yüzünü yıka, şimdi o kadar ağır konuşmak istemem de yüzün biraz şey olmuş…”
“Ne olmuş?”
“Şişmiş, balon balığı gibi aynı.”
“Sağ ol, bu çok ağır olmadı.”
“Aşk olsun Zeliş, sanki sana götüme benzedin dedim. Gerçi benzeyemezsin, benim gamzeli, kaslı, sıkı ve müthiş götüme şu yeni uyanmış gelin bohçası suratınla benzeyebileceğini sanıyorsan gayet yanılıyorsun.” Birden kafasını merdivenlere çevirip, “Sevgilim de uyanmış,” diye şakıdı. “Siz gece ayrı mı uyudunuz?” Gözlerini kısıp bana doğru baktı. “Çıngıraklı Muğlalı, ne yaptın sen benim dağ aslanıma da seni koltuğa sepetledi?”
“Telefonla konuşuyordum yukarıda,” dedi Gurur basamakları hızlı hızlı inmeye devam ederek. “Geldiğinizi duydum ama inemedim. Ayrıca ulan fındık faresi, Yener, seni elinde bu evin anahtarı var diye çat kapı buraya gelebileceğine inandıran ne?”
“Sen,” dedi Yener düz düz bakarak. “Zeliha’nın başına park bekçisi gibi beni sen dikmedin mi? Yemedim bu kıza yedirdim, içmedim bu kıza içirdim, yokluğunda köşeye patates çuvalı gibi devrilip ağlıyordu, ne yaptım? Gittim ona DeFacto’dan depresyon hırkası aldım. Devran telefonlarına çıkmadı, ben çıktım. Adnan durmadan boşluğu izlediği için bu kızdan korktu, ben korkmadım, yanındaydım. Geceleri oturup Girdap’la birlikte İbrahim Tatlıses dinlediler, ben ne yaptım? Evdeki kesici aletleri sakladım, Müslüm Gürses konserindekiler gibi birbirlerini keserler diye.”
“Öf ne konuştun ya,” dedim homurdanarak, yutkunduğumda boğazıma saplanan acıyla yüzümü buruşturup parmaklarımı boğazıma bastırdım.
“Ne oldu?” diye sordu Yener hemen, bu hâli beni gülümsetebilirdi ama o kadar gevezelik etmişti ki canım ona gülümsemek istemedi.
“Boğazım acıyor ya.”
Gurur birden garip bir ses çıkararak güldü.
Yener, “Kızın boğazı acıyor, sen neye gülüyorsun mal?” diye sordu sertçe. “Boğaz pastilim var, vereyim mi?”
Bu kez ben de garip bir ses çıkararak güldüm.
“Siz bu üç hafta içinde acaba birbirinize duyduğunuz özlemden dolayı kafayı mı yediniz de böyle cinli gibi gülüp duruyorsunuz?”
“Ne konuştun lan, yürü hadi,” dedi Gurur kapıyı işaret ederek.
“Nereye gidiyorsunuz?” Gurur’u süzdüm, üzerinde siyah, yuvarlak yaka bir tişört, altında da siyah kot pantolonu vardı, kolunun iç tarafına camel rengindeki paltosunu asmıştı. Tesise gitmediklerine emindim çünkü Yener de Gurur gibi sivildi, üzerinde beyaz bir tişört, altında da buz mavisi kot pantolonu vardı. Vestiyere astığı deri ceketini alırken ikisinin de gözleri bendeydi.
“Muşta’yla küçük bir işimiz var, yavrum,” dedi Gurur, sonra da sinsi bir gülümsemeyle, “Eğirdir’e kadar gideceğiz de,” diye ekledi.
Gözlerimi yüzüne dikip, “Gidin tabii Eğirdir’e, Eğirdir’in yolları çok tenhadır, dikkat edin,” dedim.
Gurur’un gülümsemesi daha da genişledi.
“Flörtleşiyor musunuz yoksa Eğirdir’in bir anısı mı var anlamaya çalışıyorum, çok garip sinyaller yolluyorsunuz şu an,” dedi Yener tek kaşını kaldırıp ikimizi göz hapsine alarak.
“Sana ne, sevgilimle benim aramda bir şey, seni ne ilgilendiriyor, Satılık Yener?”
“Sevgilinle senin aranda demek…”
“Yürü lan hadi, faydasız.”
Yener sırıtarak kapıya doğru giderken omzunun üzerinden imalı bakışlarını bana dokundurmaya devam etti. Gurur ensesine bir tane patlatınca bedeni öne doğru hızla savruldu, yanağını az daha sokak kapısına vuracaktı. Dudaklarımda gizleyemediğim bir tebessümle ikisini izlerken ben de ayaklanmıştım. Kapıya doğru yöneldim, ikisi kapıdan çıktıkları anda açık duran kapıya yaslandım ve o an zaman yavaşlamaya başladı.
Önce karşı evin kapısı açıldı, sonra kapıdan tanımadığım bir kadın ile o kadının elini tutan Dide çıktı. Kumral bir kadındı, genç sayılırdı, Cenan’dan daha büyük olduğu yüz hatlarına oturan çizgiler ve olgunluktan belli oluyordu. Dide, kırmızı pançosunun eteklerini savurarak tam önümüzde durduğunda, Yener gülümseyerek, “Ne güzel kızsın sen öyle,” dedi, bu cümle Dide’nin yüzüne utangaç bir gülümseme çizmişti.
Zaman biraz daha yavaşladı.
Dide bana gülümsedi.
Yabancı kadının bakışları bendeydi, kim olduğumuzu anlamaya çalışıyor, cevapları benden almak istiyor gibi bir hâli vardı. Gurur, hiç beklenmedik bir anda, “Nasılsın?” diye sordu Dide’ye, Dide’nin ürkek mavi gözleri şimdi Gurur’daydı.
“Teşekkür ederim efendim, iyiyim. Siz nasılsınız?”
“Teşekkürler. İsmin nedir?” Gurur bu soruyu sorarken tek dizinin üzerine çökmüştü, şimdi Dide’ye daha yakın görünüyordu ama Dide yine de kafasını kaldırarak bakıyordu ona.
“Dide. Sizin?”
“Gurur.” Gurur, elini küçük kıza uzatırken, yabancı kadın huzursuz gözlerini tek bir an olsun Gurur’dan ayırmadı. Dide ise soğuk mavi gözlerinde ciddi bir bakışla hafifçe eğildi, kadının elini bıraktı ve pançosunun kumaşını iki yanından tutarak referans yaptıktan sonra elini Gurur’a uzattı. Küçük bir çocuğun bu kadar nazik, bu kadar soğukkanlı olması şaşılacak şeydi. İçimde yeniden ezilmeye başlayan bir hisle hareket etmeden, zamanın içinden aşağıya, oldukça derine, geçmişe düşüyormuşuz gibi hissederek ikisini izlemeye devam ettim.
Gurur ile Dide’nin elleri birleştiğinde, “Memnun oldum,” dedi Dide, ardından, “Siz Zeliha ablanın asker erkek arkadaşı olmalısınız. Askersiniz, değil mi? Geçen gece sizi asker kıyafetlerinizin içinde görmüştüm.”
“Kamuflaj,” dedi Gurur, ardından başını sallayarak, “Evet, küçük leydim,” diye ekledi. “Ben bir askerim.”
“Ya.” Küçük kızın mavi gözlerinin ışıltısı, çivit mavi gözlerde gördüğüm karanlığa gömülmüş ifadeden farklı olsa da Dide’nin gözlerini kimden aldığı belli oluyordu. “Biliyor musunuz efendim, benim babam da bir asker. Uzun bir görevde olduğu için onu hiç görmedim henüz, sanırım bazı görevler çok uzun sürebiliyormuş.” Gurur donup kaldı. Yener bu cümlelerine şaşırmamıştı çünkü daha önce Dide’yle karşılaştıklarında bu küçük ayrıntıdan haberdar olmuştu. “Ama annem bu sabah bana babamın dönüş yolunda olduğunu söyledi.” Dide, gülümsedi. “Babam benim için geri dönüyormuş.”
Gurur’un kalp atışlarının sesi, kalp atışlarımın sesine karıştı.
Cenan, kızını Muşta’nın dönüşüne hazırlıyordu. Her şey yavaşça yıkılıyor muydu yoksa usul usul inşa mı ediliyordu bilmiyordum; tek hissettiğim zamanın yavaşladığı, kalp atışlarımızın dudaklarımızdan dökülen kelimeleri taşıyan seslerimizmiş gibi birbirine karıştığıydı.
Asansörün kapılarının aralanırken çıkardığı sesi duyduğumda, sadece bir kez göz kırpabildim.
Gurur tek dizinin üzerinde, eli hâlâ Dide’nin elindeyken, Dide ile aynı anda omzunun üzerinden asansör kapısına doğru dönüp baktılar.
Açılan kapının ardında duran kişi Hakan Basri Şenkaya’ydı.
Dide’nin dönüş yolundaki babası.
🎧: Cem Adrian, Zincir