En karanlık gecenin sonunda ışığını kaybetmeyen her yıldız, yaralarıyla hayatına devam edebilen insanlara benziyordu.
Ben en karanlık gecenin sabahında, sırtımda derin, ölümcül yaralarla güneşe bakarken hâlâ hayattaydım. Bu yaralarla daha ne kadar hayatta kalabilirdim bilmiyordum. Kendimi iyileştirmenin bir yolu olmalıydı.
İnsanın yeniden gülümseyebilmesi için bir sebebi olmalıydı.
Cip, karanlığı delip geçmek istiyormuş gibi büyük bir hızla öne doğru atıldığında, bakışlarımı ön camdan ayıramasam da onun sert yüzü hafızamda olduğu için sanki şehri değil, onu izliyordum. Kalbimde yaşayan korku duygusunun içimde kapladığı yer o kadar büyüktü ki, titreyen ellerimi kotuma bastırarak ne kadar korktuğumu ondan gizlemeye çalışıyordum.
“Benden ne istiyorsunuz?” diye sordum. “Beni nereye götürüyorsunuz? Bir cevap verin.”
“Bana neden söylemedin?” Sert sesinin içinde taşıdığı soru cümlesi, kafamı hızla ona çevirmeme, gözlerimi kırpıştırarak dehşetle ona bakmama neden oldu. Neyden bahsettiği konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu.
“Neyden bahsediyorsun?” diye sordum. “Neyi söylememişim? Anlamıyorum.”
“Bana neden hukuk öğrencisi olduğunu söylemedin?” Zincir’in sert bir sesle bana yönelttiği soru, bir duvara toslamışım gibi hissederek, korkuların büyüyüp derinleştiği gözlerimdeki şaşkınlıkla ona bakakalmama neden oldu.
“Sana bunu söylemem mi gerekiyordu?” diye sordum, gözlerim iri iri açılmıştı. “Beni nereye götürüyorsun?”
Zincir başını iki yana sallayarak, kaşlarının ortasında bir yarıkla, “Orada olmamam gerekiyordu,” dedi sitem eder gibi bir sesle. “Seni de kendimi de bunun içine sürüklememem gerekiyordu.” Burnundan sert bir nefes verdi. “Bana okuduğun bölümü söylemen gerekiyordu.”
“Ne için?”
“Gittiğimizde Muşta’nın sana sorduğu her soruya olumlu cevaplar vermeye çalış,” dedi, sesindeki uyarıyı algılasam da bir anlam yükleyemedim. “Ona diklenme, bundan hiç hoşlanmaz.”
Gözlerimi yüzünden ayırmadan, “Beni de mi öldüreceksin?” diye sordum kendimi tutamayarak. “İstediklerinizi yapmazsam, ölür müyüm?”
Aniden bana çevrilen bakışlarında ölümün rüzgârlarının estiğini hissettim. Sarı gölgelere sahip ela gözleri gözlerime mıhlandı; karşı şeritte ilerleyen bir arabanın far ışıkları gözlerini delip geçti, gözlerinin rengini aydınlıklara boyadı ve sonra o gözler karanlığa gömüldü.
“Kimsenin seni öldüreceği yok. Bize katilmişiz gibi davranmayı kes!”
Çenesinin seğirdiğini görünce bir an gözüme olduğundan daha sert ve korkunç göründü, bakışlarımı atar topar ondan uzaklaştırarak ellerime indirdim.
“Bu cümleler bana yeterli gelmiyor,” dediğimde sessizdi, araç biraz daha hızlandı, diğer ciplerin de etrafımızdan kayarak geçip ilerlemeye başladıklarını gördüm. “Birini gözlerimin önünde öldürdün. Sen bir askersin, bir sivili öylece öldüremezsin!”
“Biliyorum,” dediğinde onu tanımıyor olmama rağmen sesindeki huzursuzluğu hissettim. Sanki bu onun için de beklenmedik bir durumdu. Gözlerimi yüzüne çevirdim, bir süre hayatımdan bir geceyi ateşe veren o yabancıyı izledim. Onu izlediğimi hissediyor olmalıydı ama bakışları beni bulmadı.
“Öyle olmaması gerekiyordu. Bu senin için işleri çıkmaza sürüklemeyecek mi?”
“Eğer sen susarsan, hiçbir şeyi çıkmaza sürüklemiş olmam.” Demirden sert sesi, vicdanıma indirilmiş acımasız bir darbeydi. Kaşlarım çatılırken tırnaklarımı ellerimin üzerine geçirerek dişlerimi sıktım. Benden yapmamı istediği şey çok zordu.
“Hukuk okuduğumu öğrendiysen, vicdan mahkememin de ne kadar sert kurallara sahip olduğunu bilmen gerekir.” Bu cümlem, korkuma okuduğum bir meydandı sanki; beni karanlığa sürükleyen adama değil de içimde taşıdığım korku duygusuna başkaldırıyordum.
“Senin iyiliğin için diyorum,” dedi, aslında cümlesi tehdit içermiyordu ama bünyem yine de bunu tehdit olarak algılayarak savunma mekanizmasını geliştirip yabancının önüne set gibi dikti. Araç dağ yoluna saparak dik yokuşu tırmanmaya başladığında, yağmurun yeryüzüne akıttığı gözyaşları daha da şiddetlenmiş, gök yarılmaya başlamıştı.
“Henüz gördüklerimi atlatamadım,” dedim. “Bana bunu yapma. Bırak, evime gideyim.”
“Susmayacağını açıkça dile getirdin, seni nasıl evine gitmen için serbest bırakayım? Seni neden serbest bırakayım, Zeliha? Hayatımı mahvetmen için mi?”
Karanlığın nefesi tenimdeydi.
“Yaptığın şeyin ağırlığını ömür boyu içinde taşımayacak mısın zaten?” Sorum, gözlerinin kısaca bana dokunmasını sağladı. Ela gözleri yosun bağlamış sarı boyalı bir duvarı anımsatıyordu ve bakışları da tıpkı o duvar gibiydi; aşılması güçtü, derinlerine sızması imkânsızdı. Onun ne düşündüğünü anlamak, neden var olduğumuzu anlamaktan daha zordu. “Senin hayatın zaten mahvoldu, benimkini neden mahvetmek istiyorsun, Zincir?”
Dişlerini sıkınca yüzünde ölümün doğduğu o çukuru anımsatan derin çukurlar oluştu.
Burnundan içeri sert bir nefes çekti, başını sol omzuna doğru yatırıp, “Hiç kimse her zaman dürüst değildir,” dedi. “Tanrı bile hile yapar.”
“Hayatımı mahvetmene göz yumamam,” dedim sert bir sesle. İçimdeki korkuyu yenmem gerektiğinin farkındaydım ve ilk atağı gerçekleştirmiştim. “Beni o karanlığa sürüklemene izin vermeyeceğim. İstersen beni şimdi, burada öldür. Umurumda bile değil!”
“Benimle bir katille konuşuyormuşsun gibi konuşmayı kes!” diye hırladı, anlık yükselen sesi beni oturduğum yerde sıçratırken, gözlerinin beni bıçaklarından geçirmesiyle tüm bedenim aniden titremeye başladı. “Şu yaşıma kadar vatanıma bir an olsun ihanet etmedim. Kendi canımı vatanımın önüne siper ettim. Mesleğime leke sürdürecek hiçbir şey yapmadım ben.” Gözleri gözlerime ateşler salıyordu. “Sadece bir gece…”
Bir an söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Titrediğimi fark edince burun delikleri genişledi, gözlerini yumup sabır dilenir gibi derin bir nefes aldı. Gözlerini tekrar yola çevirdiğinde sesim çıkmıyordu ama kalbimin atışlarının sesi aracın içini inletiyordu.
Araç, karanlık dağ yolunda son hızla ilerlemeye devam ederken kafamın içine yığılmış ölüm ile ilgili tonlarca düşünce vardı. Başımı aracın camına yaslayıp, soğuğun şakaklarıma sinmesine izin vererek gözlerimi dışarıdaki yoğun yağışa diktim. Ortadan kaybolup durmamı arkadaşlarıma nasıl açıklayacağımı bilmiyordum, aynı zamanda tekrar her şeyin başladığı tesise döndüğümde yaşayacaklarım da koca bir soru işaretiydi. O tesiste beni nelerin beklediğini çok merak ediyordum ama bir yandan da bu merak, içimi oyarak oyduğu boşluğa korkularımı dolduruyordu.
Cip, tesisin önünde durdu, diğer ciplerin de hemen yanımızda sırayla durduklarını gördüm. Zırhlı ciplerin kapıları bir bir açılmaya başladığında, Zincir de kendi kapısını açmış ve soğuk, o geceyi içime mühürlemek istiyormuş gibi tenime akarak zaten titreyen bedenimi tam olarak zangırdatmaya başlamıştı.
Yaslandığım kapı sertçe açıldı. Karşımda duran iri, esmer adama baktım. Gözlerim adamın koyu gözlerine tutundu, yağan yağmurun altında ıslanan adam bana yolu açarak, “Geçin, bayan,” dedi, ona göz ucuyla baktıktan sonra tedirgin bir şekilde yüksek cipten atlayarak indim.
Yağmur damlaları can yakıcı büyük iğneler gibi saç diplerime saplanarak beni ıslatmaya başladığında, çevremi sarmış beş asker ile tesise doğru ilerlemeye başlamıştım. Büyük kapı gürültüyle açıldı ve beyaz koridor, anılarımı hatırlatmak istercesine önüme serildi. Zincir, belime dokunarak beni yavaşça içeri doğru yöneltti, adımlarım koridora düşmeye başladığındaysa ciddi anlamda titriyordum. Her an yere kapaklanacakmışım gibi hissediyordum.
Koridora sıralı odalardan birinden uzun boylu, üç numara tıraş edilmiş saçlara sahip, altında kamuflaj pantolonu olan bir er çıktı. “Nerede kaldınız abi? Muşta ağzınıza sıçacak,” dedi genç er. Gözlerini koridorun diğer ucuna çevirdi. Sonra tekrar bize baktı. “Bu arada Adnan abi, Bora uyandı, geri uyumadı, senin için ağlıyordu. Muşta’nın yanına götürünce sustu, Muşta onu uyuttu. Bora’yı ağlattığın için seni ekstra olarak dövecekmiş, öyle söyledi.”
Adnan’ın kim olduğunu bilmediğim için omzumun üzerinden askerlere baktım. Uzun boylu, az önce kapımı açan iri adamın Adnan olduğunu yüzünü saran dehşet dolu ifadeden anlamıştım.
“Hem beni göreve gönderiyor hem de oğlum uyanıp beni bulamadığı için ağladı diye beni dövüyor,” diye homurdandı.
“Bonus dayak kazandınız,” dedi Yener, aralarından sadece onun adını biliyordum, aralarında en kısa boylu da oydu ama o da aslında 1.90 küsur boylarında olmalıydı. Yine de yanındaki adamlar o kadar dev gibiydi ki, Yener gibi uzun boylu bir adam bile yanlarında kısa durabiliyordu.
“Kes lan, satılık,” dedi Adnan, dirseğiyle Yener’e sertçe vurdu. Yener ona kötü kötü baktı.
Mahlasının Yargı olduğunu hatırladığım kısa saçlı, bronz tenli asker kaşlarını çatarak, “Çocukluğun sırası değil,” dedi sertçe. “Yiyeceğimiz dayağın toplamasını çıkarmasını sonra yaparız. Adamı daha fazla bekletmeyelim.” Gözleri iri, zeytin gibi ve simsiyahtı. Gözlerini büyük bir ağırlıkla bana çevirip, gözlerimin içine baktı. “Seni görmesi gerekiyor. Yanlış bir şey söylememeye çalış.”
“Ne söylemem gerektiğini bile bilmiyorum,” dedim sert bir sesle, adamın bakışları donuklaştı, gözlerini benden kopardı.
Muşta’nın, yani Hakan Basri Şenkaya’nın odasının önüne gelene dek aramızda herhangi bir konuşma yaşanmadı. Tıpkı benim gibi onların da gergin olduğunu hissedebiliyordum. Adnan kapıyı tıklattı, içeriden gelecek herhangi bir ses benim yüreğimi hoplatabilecekken adamın yüzünde herhangi bir duygu değişimi yaratmazmış gibi duruyordu.
“Gir,” dedi sert sesin sahibi. Bu ses, kâbuslarımda bile peşimi bırakmayacakmış gibi geliyordu bana. Bakışlarım omzumun üzerinden Adnan’a kaydı, bir süre adamın gözlerinin içine baktıktan sonra Adnan’ın araladığı kapıdan içeri girdim ve masasının arkasında oturan Hakan Basri Şenkaya’nın gözleri usulca bana doğru hareket edip gözlerime saplandı. Nefesimi hızlandıran bakışlardan kaçınamadım.
“Gel, Zeliha,” dedi mekanik bir sesle, birbirlerine bastırdığı avuç içlerini birbirlerinden ayırdı, dirsekleri masanın üzerinde duruyordu. Parmağıyla masasının önündeki koltuğu işaret etti. “Geç, otur şöyle.”
Omzumun üzerinden aralık duran kapıya baktım. Zincir kapının önünde durmuş, gözlerini bana dikmişti. Hemen yanında Adnan ve Yargı lakaplı asker duruyordu, Yener’i göremiyordum. Zincir, çenesini yavaşça oynatıp başını aşağı yukarı salladı ve kalp atışlarım güçsüzce göğsümü dövmeye başladı. Bakışlarımı ondan ayırıp karşımda duran güçlü olduğundan emin olduğum adama çevirdim. Ağır adımlarım yere düşerken uğuldayan nabzımın bile sesini duyabiliyordum.
Hakan Basri’nin işaret ettiği koltuğa oturup, gergin bir şekilde parmaklarımı diz kapaklarıma bastırarak omzumun üzerinden ona baktım. Çelik mavisi gözlerinden hiçbir ayrıntı kaçmazmış gibi duruyordu. O mavi gözler öyle güçlü bakıyordu ki, karşısında dimdik duran herkesin dizleri birbirine çarpardı.
Hakan Basri, avuçlarını yeniden birbirine bastırdı, çenesini dimdik duran parmak uçlarına yaslayıp gözlerini gözlerimden çekmeden bir süre bekledi. Sanki bana soracağı hiçbir şey yoktu, her şeyi anlatması gereken bendim…
Sonunda, “Neden burada olduğumu bilmiyorum,” dedim kurak bir çöl gibi hissettiren boğazımdaki yumruyla. “Benden o geceyi hiç yaşanmamış saymamı istediniz ama o geceyi hatırlatmak istercesine karşıma çıkıp duruyorsunuz.”
Hakan Basri dudaklarını birbirine bastırdı, yüzü ifadesizdi, gözleri bir bıçaktan daha keskin bakıyordu; bakışları onun en güçlü silahı olmalıydı. Parmak uçlarını burnuna kadar çıkardı, gözlerini yumdu ve bir süre öylece bekledi, ardından ellerini yüzünden uzaklaştırıp masanın üzerine koydu, yumruk yaptı.
“Neden bir hukuk öğrencisi olduğunu benimle paylaşmadın, Zeliha?”
Ne diyeceğimi bilemeyerek ona bakakaldım ama onun gözleri hâlen daha kapalıydı. Aralık duran kapıya bakma ihtiyacıyla doluydum, her nedense Zincir’e bakarsam bir şekilde konuşabilirmişim gibi hissediyordum ve bu çok tuhaftı. Sertçe yutkundum.
“Bu size söylemem gereken bir ayrıntı mıydı?”
“Evet,” dedi Hakan Basri, sesi yumuşaktı ama gözlerinin neden hâlâ kapalı olduğunu anlamlandıramıyordum. “Bir hukuk öğrencisiysen, bunu söylemen gerekiyordu.”
“Hukuk öğrencisi olmam sizi korkuttu mu?”
Hakan Basri Şenkaya, bir anda gözlerini açtı, şimdi o gözler çivit mavisiydi ve içinde yıldırımlar ışıltılar saçıyordu. O yıldırımlardan biri beni yakabilecek kadar güçlüyken, ben yine de gözlerimi dikkatle onun gözlerine dikmiştim ve bir cevap bekliyordum. Canıma susamış olmalıydım.
“Bu beni neden korkutsun, çocuk?”
“Eğer bunun bir sorun teşkil edeceğini düşünmemiş olsaydınız, şu an burada olur muydum?”
Hakan Basri’nin dudakları zehirli bir kıvrımla yukarı çekilince, düşüncelerim zihnimde üst üste bindi ve panik, her ne kadar kabul etmek istemesem de kanımda dörtnala salınmaya başladı.
“Küçük kız çocuğu,” dedi sakin tutmaya çalıştığı sesiyle. “Evet, seni bir sorun olarak görüyorum, Zeliha Özdağ. Buna engel olabilir misin?”
“Askerlerinizden biri bir sivili öldürdü,” dedim bu gerçeği bas bas bağırmak istiyormuş gibi sertçe. Hakan Basri Şenkaya’nın burun delikleri genişlerken gözleri yeniden kapandı ama herhangi bir yorumda bulunmadı. “Beni bir kız çocuğu olarak gayet tabii görebilirsiniz, benimle ilgili farklı düşünceleriniz varsa diye söylüyorum, bu beni rahatsız etmez. İnsanların düşünceleri beni ilgilendirmez ama bu konu, hepimizi ilgilendiren bir konu. Askerinizin bir sivili öldürmüş olması.”
“Benim askerim, senin neyin?” Gözlerini tekrar açıp başını omzuna yatırdı. “Senin askerin değil mi? Geceleri başını yastığa huzurla koyuyorsun, bunun için inan çok seviniyorum ama bizim olmadığımız bir yerde bunu yapabilir misin?”
“Şu anda da yapamıyorum,” dedim sertçe. “Beni nasıl bir vicdan azabıyla baş başa bıraktığınızı biliyor musunuz?”
“Biz sana bir şey yapmadık, seni yalnızca koruduk. Koşulsuz, şartsız, beklentisiz.” Hakan Basri Şenkaya, yumruk yaparak birleştirdiği ellerini masanın biraz daha ortasına ilerletti. “Sen bize bakarken ne görüyorsun bilmiyorum ama karanlık işler peşinde değiliz. Biz sadece huzuru sağlamak için buradayız. Huzursuzluğu değil. Evet, o gecenin hiç yaşanmamış olması gerekiyordu ama yaşandı, bunu değiştirebilir misin, Zeliha? Askerimin sana yardım etmek için başına nasıl büyük bir bela açtığını biliyor musun sen? Onu böyle körü körüne suçlarken, asıl suçun sende olabileceği gerçeğini düşünmek bile senin egonu mu zedeliyor yoksa?” Hakan Basri Şenkaya, huzursuz bir gülücük sergiledi. Her şeyi, kelimeleri ve hatta yutkunuşumu bile boğazıma dizmişti kurduğu cümleler. “Kapatın kapıyı,” dedi sertçe, o an kapının kapanma sesi kulaklarıma çalındı. Gözleri beni yakaladı, kıskıvrak kavradı. “Zeliha, Zincir’e neden Zincir dediğimizi biliyor musun?”
“Neden?”
“Çünkü takımı o bağlıyor. Ve sen zincirimizi koparmak istiyorsun. Bu, hepimizi karşına almak demek.”
“Beni tehdit mi ediyorsunuz?” diye sordum, gözlerimi adamın mavi gözlerinden tek bir an olsun dahi ayırmadan. Sadece bir kez bağırsa korkudan titreyerek ağlamaya başlayacağım adamın karşısında korkusuzca, onun gözlerinin içine bakarak ona kafa tutmak çok zordu ama yine de yapabiliyordum.
“Seni tehdit etmiyorum, küçük kız. Seni uyarıyorum. Çünkü Zincir yanarsa, sen de yanarsın. Seni de onu da korumaya çalışıyorum.”
“Beni neyden koruyorsunuz, Hakan Bey?”
“Seni senden koruyorum,” dedi mavi gözlerini gözlerimden çekmeden. “Unutma, seni ısıran itin başını okşarsan, etini kopartmak için seni tekrar ısırır.”
“O adam ne yapmış olursa olsun öldürülmeyi hak etmiyordu.”
“Ülkede kaç kadın cinayeti işlendi, biliyor musun?” diye sordu Hakan Basri Şenkaya. “Sadece soruyorum. Medyaya yansımayan, hasıraltı edilen kaç kadın cinayeti var, biliyor musun?”
Bir an gerçekler beni sarstı. O gece Zincir olmasaydı, ben o adamı yalnız başımayken bulsaydım belki de bana daha fazla şiddet uygulayacaktı. Belki daha karanlık şeyler yapacaktı… İhtimaller her zaman vardı ama ihtimalleri düşünmek, karanlığın daha da büyüyerek her yana yayılmasına neden oluyordu. Yutkunmakta güçlük çektim.
“Biz şu âna kadar hiçbir karanlık işe bulaşmadık. Bir gece aramızdan biri bir kadını savundu, en ince noktasına parmak sokulduğu için kendini kaybetti diye onu aramızdan atacak değiliz.” Hakan Basri Şenkaya’nın bakışları ellerine kaydı. “Anlıyor musun?”
“Benden susmamı istiyorsunuz,” dedim başımı sallayarak.
“Evet,” dedi. “Sadece bunu istiyoruz. Fazlasını değil.”
“Susacağımı zaten söylemiştim. Ama… Ben sizin daha karanlık işler yapmadığınızdan nasıl emin olabilirim ki?” Gözlerinin içine beni ikna etmesini dileyen gözlerle baktım. “Evet, hata yalnızca askerinizin değil, ben de onun kadar hatalıyım. Onun hayatını karartacak kişi olmak istemiyorum ama ya siz zaten böyle insanlarsanız?”
Yorgun bir gülüş bahşetti bana. Gerçekten zihni sorunlarla doluymuş gibi duruyordu. “Seni buna nasıl inandırabiliriz?”
“Bilmiyorum,” dedim. “Gerçekten bilmiyorum.”
“Peki şöyle yapalım,” dediğinde kafamı kaldırıp ona baktım. “İstediğin zaman tesise girebilme izni vereyim sana. Ne zaman istersen buraya gel, burada olan birinin içeride dönenlerden bihaber olması imkânsızdır, öyle değil mi?”
“Ben…” Bir an suspus oldum. Söylediği, teklifini yaptığı şey çok cesurca bir şeydi. Her nedense gözlerime gerçekten samimi olduğunu belirten gözlerle bakıyordu. Ama yine de bunun peşini öylece bırakamazdım. Gözlerimdeki endişe yavaşça silinirken başımı salladım, Hakan Basri bunu beklemiyor gibi görünüyordu. Diretmemi beklemişti ama hayır, öyle olmayacaktı. Eğer her şey düşündüğüm gibiyse, buradaki çoğu şey karanlık gölgelere ekilmiş ve büyütülmüşse, başlarına gerçekten büyük bir bela alırlardı. Bu her ne kadar vicdanımı rahatlatmaya yetmeyecek olsa da bu tesise istediğim her an girebilmek benim adıma iyi bir şeydi. Neyin ne olduğunu daha iyi kavrayabilirdim.
“Kabul ediyorum,” diye fısıldadım. “Ama bunu o gece yaşananların etkisinden çıkamayan genç bir kadın olarak değil, bir avukat adayı olarak kabul ediyorum. Bilmenizi isterim.”
Hakan Basri Şenkaya’nın gözlerinde anlam veremediğim bir parıltı gördüm, ardından başını yavaşça salladı. “Akıllı bir kızsın,” dedi yavaşça. “Asıp kesmeden önce dinlemeyi, gözlemlemeyi biliyorsun. Bu güzel.”
“Ama ne zaman istersem…” diyecekken, beni durdurdu.
“Ne zaman istersen bu tesise giriş yapabilirsin.”
Gözlerimde keskin bir ifade belirdi, bu ifade geceden karanlık, güneşten yakıcıydı. Başımı salladım, burada neler döndüğünü tam olarak anlamadan bir sonraki adımımı atmayı düşünmüyordum ama göreceğim herhangi bir ters durum, konuşmam için yeterli olacaktı. Bu işin sonunda suçlanacak kişi ben bile olsam, böyle şeylerin olmasına müsaade edemezdim.
“Fakat, Zeliha. Buraya sık sık geldiğini kimsenin bilmemesi gerekiyor. Beni anlıyor musun?”
Sesindeki tereddüt bariz bir şekilde belli oluyordu. Hakan Basri Şenkaya’nın yüzünü buruşturduğunu gördüm, kendisiyle derin bir kavga içerisinde olmalıydı. Onu böyle bir anlaşmaya mecbur kıldığı için Zincir’e çok öfkeli olduğunu düşünüyordum.
“Anlıyorum,” dedim, sonra buruk bir gülümsemeyle adama baktım. “Peki aksi olursa, bana da mı aynısı olur? Sadece merakımdan soruyorum.”
Hakan Basri’nin yüzündeki ifade bir an dondu, yumruklarını birbirinden ayırmadan ellerini sertçe masaya koyup, “Benimle bir katille konuşuyormuş gibi konuşmayı kessen iyi edersin,” dedi sert bir sesle. “Ben şımarık çocukların kendini bilmez tavırlarını çekebilecek bir adam gibi mi görünüyorum?”
Ona sadece baktım ve bir süre sonra bakışlarım onu sadece rahatsız ediyormuş gibi burnundan sert bir nefes vererek bakışlarını benden uzaklaştırdı.
“Şu konuda anlaşalım, sen benim nasıl bir adam olduğumu bilmiyorsun, ben de senin nasıl bir çocuk olduğunu bilmiyorum. Birbirimizi zamanla tanıyacağız. Bu süre zarfında bana karşı sesini yükseltmeye devam edersen, karşında farklı birini görürsün. Ben senin yaşıtın değilim.”
Bana bu anlaşmayı teklif etmiş miydi? Etmişti. Bu konuyu hasıraltı edebilmek için daha fazla şey yapar mıydı? Evet, yapardı. Güçlü bir adam mıydı? Bu su geçirmez bir gerçekti, o Isparta’nın en güçlü adamıydı; hatta belki de Türkiye’deki en güçlü adamlardan bir tanesiydi. Onun şanını duymayan kalmamıştı ama yüzünü kimse bilmiyordu; ben o dilden dile dolaşan efsanenin karşısında oturuyor, o efsanenin gözlerinin içine bakıyor, o efsaneyle konuşuyordum.
“Saygısızlık ettiysem özür dilerim,” dediğimde artık karşımda olan adamın aslında kim olduğunu daha iyi kavramıştım. “Nasıl korkunç bir gece geçirdiğimi siz daha iyi biliyorsunuz. Ben size inanmak istiyorum. Tıpkı şehirdeki tüm insanların güvendiği gibi size güvenmek… Ama bu benim için çok zor. Ben babama bir söz verdim. Ben bir avukat olacağım ve hiçbir haksızlığa göz yummayacağım. Şu an ortada vicdanımı paramparça eden bir durum var. Çok taze, evet, belki de ilerleyen zamanlarda bunun üstesinden gelebileceğim ama şu an yapamıyorum.”
Bir an için bana olan bakışlarının hafifler gibi olduğunu gördüm. Burnundan sert bir nefes çekti, başını anlayışla sallayıp, “Kolay olmadığının farkındayım. Yoksa karşıma geçip böyle laubali konuşmana izin verir miydim sanıyorsun? Olayın şokunda olduğunu görebiliyorum,” dedi, sesi otoriterdi ama yine de biraz olsun buzlarından arınmıştı.
“Bana bu şansı verdiğiniz için teşekkür ederim,” dedim, sesim kuruydu, gözlerimi onun mavi gözlerine değdirmemeye özen gösteriyordum çünkü gözlerine bakmak bile insanın içine en engin korkuları salıyordu. “Arkamı dönüp öylece gidemeyeceğimi anladığınız için de teşekkür ederim. Hatta tekrar ediyorum, beni buraya alıkoyarak getirdiğiniz ama bana zarar vermediğiniz için de teşekkür ederim.” Burnundan sert bir nefes verdiğini duyunca yavaşça omuz silktim. “Gözlerimin gördüklerini silebilmesi, benim de bunu hazmedebilmem için zamana ihtiyacım var. Vicdanımın da mantığımın da olacakları görmeye ihtiyaçları var.”
“Söylediğim gibi,” dedi tırnaklarını yavaşça masaya vurmaya başladığında. “İstediğin zaman gelebilirsin.”
Oturduğum yerden kalkarken tek bir an olsun düşünmedim. Hakan Basri Şenkaya’nın insanı düşüncelerinden sıyırarak korkuyla dolduracak olan gözlerine bakmamak için kendimle savaşa girmiştim.
“O hâlde gidebilirim, öyle değil mi?”
“Zincir, sana evine kadar eşlik etsin,” dedi adam, sesi otoriterdi, karşı çıkabilir, bunu istemediğimi belirtebilirdim ama konuşmak boşa olurdu; kafasına koyanı kimsenin değiştiremeyeceği kesindi.
Bakışlarımı kapıya çevirip, cevap vermek yerine kendimden emin adımlarla kapıya doğru yürümeye başladım. İçimde önleyemediğim bir tedirginlik vardı, sanki tek yanlış bir adamda kafama sıkıp yere serilen cesedime büyük bir soğukkanlılıkla bakacaklardı. Oysa onlara güvenmem gerekmez miydi? O gece Zincir’in tek derdi beni korumaktı, neden vicdanımın sesi mantığımı bıçaklarından geçiriyordu?
Belki de onlardan korkmam anlamsızdı.
Elimi kapının koluna uzattığım an, “Zeliha,” dedi ve o an durup omzumun üzerinden ona baktım. Bana değil, masaya bakıyordu, işaret parmağı dudağının üzerindeydi, düşünceli görünüyordu. “Unutma, buraya istediğin gibi girip çıktığını kimse bilmeyecek.”
“Kimse bilmeyecek, Hakan Bey,” dedim. “Merak etmeyin.”
Bu cümlem onu ne kadar rahatlatmıştı hiçbir fikrim yoktu ama bu konuda bana güvenmesi gerekiyordu. Kapıyı açmamla, “Zincir, kızı götür,” demesi bir oldu ve karanlığa gömülen koridordan bana doğru yaklaşmaya başlayan Zincir’in ela gözleri gözlerime saplandı.
Yüzü yine ifadesizdi ama gözleri güçlü bakıyordu. Bakışlarımı onun gözlerinden ayırmadan kapıyı usulca kapattım ve karanlık koridor onun yüzünün tüm hatlarını sildi. Biraz sonra yükselen bir cızırtı sesiyle birlikte koridorun ortasındaki floresanlardan biri yandı; ışığı kısıntılıydı ve tuhaf bir ses yayıyordu. Nabzı bir yavaşlayıp bir hızlanan, ölüme çok yakın olan bir insan gibi… Bakışlarım yüzünün ortasına taşındı, uzun süre birbirimizin gözlerinin içine baktık ve bu esnada ışık bir kapanıp bir açılmaya başladı.
“Gidelim,” dedi, sesi ulaşabileceğim her anlamdan uzaktı; duygulardan, hatta yaşamı hatırlatan eylemlerden…
Başımı sallamak dışında bir şey yapmadım. Zincir, gözlerini gözlerimden ayırmadan beklemeye devam ediyordu. Ondan korktuğumu bir kez daha hatırlattım kendime. O geceyi… Yaşananları… O adamı nasıl öldürdüğünü. Öldürürken onda var olan gücü benim bile kalbimde hissettiğim ânı ve bu gücün beni korkutuşunu…
“Hep olmaman gereken yerlerde, olmaman gereken anlarda mı olursun, Zeliha?”
Sorusu gerçek düşüncelerimin tekrar kafalarını kaldırarak en karanlık anlarda olduğu gibi korkuyla bana bakmalarına neden oldu. Zincir’in donmuş güneş gibi görünen gözlerine baktığımda hatırladığım tek şey, o gece hissettiğim dehşetti. O gece tam olarak olmam gereken yerdeydim, o gece orada olmak zorundaydım, o gece bir can için savaşmak zorundaydım; o gece orada olmaması gereken kişi Zincir’di, ona yalvarsam da arkasına bakmamalı, gitmeliydi.
“Sanki her şeyin suçlusu benmişim gibi konuşuyorsun,” dediğimde, gözlerini bile kırpmadığını fark ettim. Sadece yüzümü izliyordu. Yüzüme çizeceğim her ifadeden yola çıkabilirmiş, beni ne kadar çok izlerse o kadar iyi tanırmış gibi…
“O gece karşıma çıkmamalıydın,” dedi sadece. “Bu sen ve ben için hiç iyi olmadı.”
Bakışlarımı gözlerinden inatla çekmiyordum, onun çekeceği ânı bekliyordum ama sanki onun da çekmeye niyeti yok gibi duruyordu. Bir süre sadece gözlerini izledim, sonra başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım.
“Bu doğru. Asla içinde olmak istemeyeceğim bir şeyin içindeyim ve bunu tek sorumlusu o gece.”
“Beni suçlayacağını düşünmüştüm,” dedi donuk bir sesle.
“Vicdanım ikimizi de suçluyor,” dediğimde kaşlarının hafifçe çatılır gibi olduğunu gördüm ama yüzündeki mermer ifadeden bir şey kaybetmedi. “Mantığım bize karşı daha anlayışlı.”
“Mantığın olduğu yerde vicdan olmamalı.” Gözleri, gözlerimin üzerinden esip geçen bir fırtına gibiydi, bakışlarını yavaşça koridorun diğer ucuna çevirmesiyle floresanın ışığı aniden söndü ve yüzü karanlığa gömüldü.
“Gidebilir miyiz?”
Floresanın ışığı tekrar zayıf bir şekilde cızırdayarak yandı. Zincir’in adımları koridorun sonuna doğru düşmeye başladı ve yere mıhlanan ayaklarıma sert bir emir göndererek onu takip etmeye başladım. Başak gibi parlayan saçlarının arasında kan damlalarının olduğunu hayal ettim, yavaşça sallayarak yürüdüğü ellerindeyse bir bıçak… Adımları dengeliydi, yere düşen sert adımları gücünü onun ruhundan alıyor gibi duruyordu. Saçlarının, teninin, gözlerinin renginin aksine ruhu kapkaranlıkmış gibi hissediyordum.
Tesisin bir diğer koridoruna saptı, ben de onu takip ederek aynı koridora saptım, şimdi tepemizde yanan bir floresan yoktu ama ileride, koridorun ikiye ayrıldığı yerde bir betondan değil, tamamen camdan oluşan bir duvar vardı. Dağın başında olduğumuzu o cam duvardan içeri sızan şehir ışıklarını gördüğümde anladım. Çok yüksekteydik ve tüm şehir ayaklarımızın altında cayır cayır yanıyordu.
Odalardan birinin kapısı açıldı, bir köpek havlaması sesi duydum ve bakışlarımı sesin geldiği odaya çevirdim. Odadan önce açık renkli bir Chihuahua çıktı. Patilerini yere vura vura çıkıp kafasını odaya çevirerek tekrardan havladı. Olduğum yerde durmuş köpeği izliyordum, inanılmaz güzel görünüyordu ve tasması da bir prensese aitmiş gibi pembe, pahalı olduğu belli olan taşlardan yapılmış gibiydi.
“Simi, beni bekle,” diye seslendi içeriden bir kadın. Simi diye bahsedilenin Chihuahua olduğunu anlayınca yüzümde sıcak bir tebessüm belirdi ve bu tebessümün belirdiği an, Zincir’in gözlerinin bana doğru çevrildiği andı.
Genç kadın, odanın kapısından dışarı adımını attı, ardından odanın kapısını kapattı ve omzunun üzerinden bana baktı. Siyah kemik çerçeve gözlüklerinin altında pürüzsüz, bebek gibi bir tene sahip olan kadının yüzünde makyaja dair hiçbir iz bulamamıştım. Kemikli bir yüzü, kumral tonlarda aşağıdan bir atkuyruğu şeklinde topladığı düz saçları vardı. Kadının üzerindeki ona epey geniş olan siyah sweatshirt, daha çok bir erkeğe aitmiş gibi duruyordu, ince uzun bacaklarını saran siyah bir tayt giymişti ve ayağında da beyaz sporları vardı. Beni görmeyi beklemiyormuş gibi bir an kaşlarını çattı, ardından odanın kapısını kilitleyip ucunda Jetgiller olan anahtarlığı sallayarak sweatshirtünün cebine attı.
“Sen de kimsin?” diye sordu, Simi’nin de gözleri bana doğru dönmüştü.
“Kız benimle, Nihan,” dedi Zincir, Zincir’in sesini duyan genç kadın bu kez bakışlarını ona doğru çevirdi, kaşlarının havaya kalktığını profilinden anlamak mümkündü.
“Bu o kız mı?” Adının Nihan olduğunu öğrendiğim genç kadın yeniden bana baktı. “Merhaba.”
“Merhaba,” diye mırıldandım, yavaşça eğilip parmaklarımı hareket ettirerek gülümsedim. “Gel.”
“İsmi Simi,” dedi Nihan, sesi yumuşaktı ama ifadesi biraz sert gibi duruyordu. “Yabancılardan pek hoşlanmaz. Özellikle o yabancı bir kadınsa. Kıskanç bir kızdır kendisi.” Nihan’ın gülümsediğini görür gibi oldum.
Parmaklarımı oynatmaya devam ettiğimde, Simi’nin bana doğru birkaç adım atmaya başladığını gördüm ama bana bakışı hâlâ temkinliydi, gözlerini sık sık parmaklarıma indiriyor, sonra amacımı anlamaya çalıştığını belli eden bir sorguyla gözlerimin içine bakıyordu.
“Paçana yapışmadığı için şanslısın,” dedi Nihan, kollarını göğsünün üzerinde bağladığını gördüm, sırtını duvara yasladı ve Simi’nin bana doğru düşen adımlarını izlemeye başladı. Simi tam önümde durdu, gözlerimin içine bakıyordu, birden asil bir şekilde oturdu ve yavaşça havladı. Çekinerek avucumu kafasına yaklaştırdığımda, gözleri yeniden elimdeydi ama bakışları şimdi daha sakindi, amacımı anlamış gibi bakıyordu. Simi’nin başına dokunduğumda yumuşacık kısa tüyleri avucumun altında bir pelüşün tüyleri gibi dağıldı.
“Ne kadar da yumuşaksın, güzel kız,” diye mırıldandım. Simi, başını avucuma doğru iterek iri gözlerle gözlerimin içine baktı. “Uslu kız.”
“Uslu olduğunu hiç görmedim,” dedi Zincir, sesi düzdü. “Onlarla bir bağ kuruyorsun.”
Simi’nin çenesinin altını okşayarak ayağa kalktım, köpek yavaşça bacaklarıma sürtündü, ardından silkelenerek Nihan’a doğru koşmaya başladı. Gülümsemem yüzümde yavaşça solarken bakışlarımı Zincir’e çevirdim ve o yükselen okyanus dalgalarını anımsatan bakışların üzerime yığıldığını fark ettim.
Onun gözlerine baktığımda boğulacakmışım gibi hissediyordum.
“Vural anlattı,” dedi Nihan düşünceli bir sesle. “Yaşadığın kolay bir şey değil, senin adına üzgünüm. Gece seni görmüştüm ama yağmur yağıyordu, Simi’yi acilen içeri götürmem gerekti ve kalıp neler olduğunu soramadım.”
Vural diye bahsettiği adamın o gece onları yağmurun altında gördüğüm adam olduğunu anladım, Vural ve Zincir’in arasında geçen o kısa konuşmayı hâlâ hatırlıyordum. Ne diyeceğimi bilemez bir hâlde kadının gözlerinin içine baktım, Zincir’in gözlerini hâlâ yüzümün sınırlarında hissedebiliyordum.
“Hadi artık,” dedi Zincir ısrarcı bir sesle. Bir an Nihan’a cansız bir gülümsemeyle baktım, genç kadın bu bakışım karşısında sadece duraksamıştı.
Tesisten çıkana kadar Zincir ile konuşmadım. Kopmak için incelen halatlar gibiydim, daha fazla yük taşıyamayacak kadar yorgundum ama o yük sırtıma binmeden kopamayacağa benziyordum. Tesisten çıktığımız an birden bana yaklaştı, bileğimi avucunun içine aldı, parmakları bileğime gömülmüştü. Ona kaşlarımın ortasındaki yarıkla baktım ama yürümeye başladığı için beni görmemişti ve beni de resmen çeke çeke yürütüyordu.
Cipin önüne gelince bileğimi sertçe geri çekerek, “Sana bu hakkı kim veriyor?” diye sordum gözlerime sinmiş bir öfkeyle. “Bana bu şekilde dokunamazsın.”
“Neler olduğunu anlatacaksın,” dedi söylediğim her şeyi duymazdan gelerek. “Muşta’nın sana ne söylediğini bilmek istiyorum. Öylece gitmene izin mi veriyor?”
“Ya ne yapmasını isterdin?” diye sordum dehşetle, gökyüzü şimdi kan rengiydi ve yağmur bulutları gri bir paltonun altında gökyüzüne doğru ilerlemeye başlamışlardı. “Beni öldürmesini mi?”
Bir an dudakları aralanır gibi oldu ama sonra dudaklarını birbirine bastırıp ifadesiz gözlerle gözlerimin içine baktı. Ona böyle bir şey söylemiş olmam onu öfkelendirmişe benziyordu ama öfkesini çok profesyonel bir şekilde gizlemeyi başarıyordu. Şimşek önce gökyüzünü ikiye yarıp bir koldaki damar gibi bulutların arasına ve berrak kan rengindeki gökyüzüne yayıldı, sonra ışığı patlayarak parladı, rengi solduktan sonra damarlardan çekilen kan gibi çekilen beyaz rengi izledim. Bu sırada Zincir hâlâ bana bakıyordu. Gökyüzünün attığı çığlık içime dolduğu sırada gözlerim yeniden onu buldu. Yüzüme gökyüzünden düşen bir gözyaşı damlası gibi düşen yağmur damlası kirpiklerimin titremesine neden oldu.
“Arabaya bin,” dedi donuk bakışları yüzümdeyken. Elini belime koyup beni yavaşça arabaya doğru ilerletti. Ona öfkeyle baktığımda, “Hadi!” dedi sertçe. “Sadece dediğimi yap.”
“Neden senin dediğini yapayım?” Gözlerinin içine baktım. “Bana da mı aynısını yapacaksın?”
“Eğer binmezsen seni burada bırakır, tesise geri dönerim,” dedi donuk gözlerini gözlerimden çekmeden. “Ve inan bu saatte, dağda tek başına kalmak istemezsin.”
Ona duyduklarıma inanamıyormuş gibi baktım. Daha çok beni tehdit etmesini, beni kendi canımla korkutmasını beklemiştim ama o, benim zihnimde filizlenen düşüncelerin aksine bu tür şeylerin imasını bile yapmamıştı. Peki aklından geçen neydi? Madem dikkat çekmememiz gerekiyordu, beni bu zırhlı ciple şehre indirmesi ne kadar doğru olurdu? Bir süre ona boş boş baktım.
“Laftan anlamıyor musun?” Sorusunun ardından derin bir nefes alıp cipi işaret etti. “Hadi.”
“Boyun postun, gücün kuvvetin yerinde ama zeki değilsin,” dedim sertçe, ona tokat atmışım gibi baktı. “Beni şehrin göbeğine zırhlıyla mı götüreceksin? Aklını peynir ekmekle yedin herhâlde?”
Dilini ağzının içinde gezdirdiğini fark ettim. “Matmazel Zeki,” dedi bana yapmacık bir ciddiyetle. “Seni şehre götürdüğümü kim söyledi?”
Birdenbire donup kaldım, gözlerinin içine gizlemeye çalıştığım bir korkuyla bakmaya başladım. Beni öldürecek miydi? Peki ya Hakan Basri Şenkaya ile yaptığım anlaşma? O ne olacaktı? Boğazımda, beni ölümle yaşam arasında dimdik tutan bir bıçak varmış gibi hissediyordum.
Zincir, yanaklarının içini havayla doldurup zırhlı aracın kapısını açtı. “Zeliha, bence her yere hukuk bölümü açmayı bırakmalılar.”
“Ne?”
“Bin, garaja götüreceğim seni. Arabam orada. Zırhlıları tesisin önünde bırakmayız.”
İçim ferahlasa da çaktırmadan kapıyı açarken, “Ne demek istiyorsun?” diye sordum merakla.
“Ülkede çok fazla hukuk bölümü var,” dedi direksiyonun başına geçerken. “Sen de bunun bir kanıtısın.”
“Beni mi aşağılıyorsun?”
“Yok, estağfurullah,” dedi ve aracı çalıştırdı.
“Zeki olmadığımı mı düşünüyorsun?”
“Bak tam şu an aşırı zekisin,” dediğinde zırhlı cip sarsıldı, araç bir yokuştan aşağıya inmeye başladı. Bir şeyler söylemek istesem de kendime engel olup yumruklarımı sıktım. Yokuş bir patika gibiydi ve dönemeçleri vardı, aşağıya doğru birkaç halka oluşturacak şekilde inen araç sonunda dağın içine gömülmüş gibi görünen bir konutun önünde durdu, simsiyah demirden bir kapısı olan bu yerin garaj olduğunu fark etmiştim. Zincir garajın önüne yaklaştı, otomatik camı indirdi, cebinden çıkardığı uzaktan kumandanın üzerine bir şifre girdi, ardından yeşil butona basarak kumandayı garajın kapısına doğrulttu. Önce kesik bir siren sesi duyuldu, siren sesini binlerce açılan kilit sesi takip etti ve kapı yavaşça aralanmaya başladı.
Ben daha ne olduğunu anlamadan garajın iki yaka gibi ayrılan kapısının içinden girmiştik. İleri doğru genişleyen bir otoparktı burası, belli aralıklarla sıralanmış beyaz kolonların aralarında bir sürü siyah, koyu yeşil, kamuflaj desenleri olan cipler, zırhlılar, akrepler vardı. İlerideyse iki spor araba, bir normal cip, bir de üzeri açık eski, antika olduğu belli olan bir araba… Hemen üzeri açık klasiğin yanında bir klasik daha vardı, onun üzeri kapalıydı ve ikisi de epey eski zamanlara ait gibi durmalarına rağmen gıcır gıcırlardı.
“Ne kadar fazla,” diye mırıldandım elimde olmadan.
“Daha fazlaydı,” dediğinde ona inanamayan gözlerle baktım. “Tesisteki askerlerin çoğu doğuya göreve gönderildi, onlar gidince arabaları da depoya kaldırıldı.” Sertçe yutkunduğunu gördüm ama yüzü hâlâ bir kaya parçası gibi sertti. “Geri geleceklerini düşündüğümüz arkadaşlarımızın arabalarını hâlâ burada tutuyoruz aslında ama bir daha geri gelemeyeceğini bildiklerimizin araçları depoda, güvende.”
“Geri gelemeyeceklerini?..”
Omzunun üzerinden bana baktı. “Şehit düşenler.”
Birden Azrail gibi gördüğüm bu adamın bir asker olduğunu, her şeyden önce vatanı için savaştığını hatırlamak, içimin paramparça olmasına neden oldu. Ona durmadan ölümle ilgili yaptığım imaları aslında onun nasıl biri olduğunu görmek istemediğim için mi yapmıştım? Bakışlarımı ellerime indirip parmaklarımla oynamaya başladım. Ne söyleyebilirdim ki? Belki de burada duran çoğu araç bir süre sonra bir hayaletin arkasında bıraktığı bir anı olacaktı.
“Özür dilerim,” diye fısıldadım.
“Bu bizim için bir onurdur,” dedi, gözlerini yola çevirdi. “Her askerin erişmek istediği mertebeye ulaştılar.”
“Operasyonlara katılıyor musun?”
“Evet,” dedi. “Sınır ötesi operasyonlarına birçok defa katıldım.”
“Tesise ne zaman geldin?”
“Çok oluyor,” dedi sadece. “Hatırlamıyorum.”
Araçlardan birinin önünde yavaşladı, bakışları araca çevrildi. “Yasin Başçavuşun aracını depoya kaldırmayı unutmuşlar,” dedi yavaşça.
“O da mı?..”
“Evet,” dedi. “Geçen hafta patlamada kaybettik.”
Boğazım düğüm düğüm olurken gözlerimi izlediği araca çevirdim. Simsiyah bir zırhlıydı, camları bile mattı. Kalbimde derin bir acının ilerlediğini fark ettiğimde gözlerimi zırhlıdan kaçırdım.
“Yener’e söyleyeyim de çıkarsın buradan, bir zarar görmesin hatırası.” Zincir, aracı tekrar hareket ettirdi ama ben herhangi bir cevap veremedim.
“Hep böyle mi?” diye sorduğumda araç iki kolonun arasında durmuştu. “Yani hep birilerini mi kaybediyorsunuz?”
“Evet,” dedi sadece.
“Zor olmuyor mu?”
“Alışıyor insan,” dedi ve sonra durup ön camdan dışarıya baktı. “Bir askersen, korumak istediğin toprakların karşında duran kişi baban bile olsa onu bile gözünü kırpmadan öldürürsün. Bir askersen, sabahın ya da yarının yoktur.” Gözlerini kıstı. “Allah gösterirse vardır.”
“Ne?”
“Yarın dersin var mı?” diye sordu anlamayacağım bir şekilde.
“Evet,” dedim.
“Allah gösterirse benim de yarın nöbetim var.”
Donup kaldım.
Kaşlarını kaldırdı. “Anladın mı?”
Başımı salladım ama herhangi bir cevap veremedim.
Araçtan inip, gri spor arabaya doğru ilerlemeye başladığımızda, aracın uzaktan kumandasıyla farlarının yanmasını sağlayana dek o araca bineceğimizden bihaberdim. Ön yolcu koltuğa oturduğumda aracın gerçekten yere çok yakın olduğunu fark ettim. Direksiyonun başına geçti, aracın bir kaplan gibi kükreyen motorunu çalıştırmadan önce, “Boyundan da anlaşılacağı üzere, Yener’in bu,” dedi, bir an gülecek gibi hissettim ama kendimi sıkarak bakışlarımı camdan dışarı doğru çevirdim. “Ama bir üniversiteliyi evine bırakmak için en doğru araba şimdilik bu gibi görünüyor.”
“Neden?”
“Üniversiteli gençler sever spor arabaları,” dedi. “Sizden biri gibi görünürüm belki dışarıdan, yadırgamazlar.”
“Hepsi bir değil,” diye mırıldanıp gözlerimi ilerideki klasiğe çevirdim, o her nedense çok daha güzel görünmüştü gözüme. Zincir aracı sürmeye başlayana kadar aramızda bir konuşma yaşanmadı. Garajdan çıkışımızı, garajı uzaktan kumandayla kilitleyişini ve tekrar yokuşu tırmandıktan sonra görünen tesisin bir süre sonra gözlerimin önünden silinmeye başladığı ânı hatırlıyorum. Şehir merkezinde ilerlemeye başladığımızda artık gökyüzü kan renginde değildi, huzursuz edici soluk bir pembe rengini almıştı, ön cama düşen yağmur damlalarını izliyordum.
“Muşta ile ne konuştuğunuzu anlatacak mısın bana?” Sorusu dikkatimi dağıtınca göz ucuyla ona baktım. Yolu izliyordu. “Bilmem gerekiyor.”
“Artık istediğim zaman tesise girip çıkabilecekmişim.”
Bakışlarına karışan karmaşayı fark ettim, kaşlarını çatmıştı ama hâlâ bana bakmıyordu. Bir eliyle direksiyonu çevirirken diğer eliyle aracın ön kısmına uzanıp sigara paketini aldı, sigara paketini salladı, paketten dışarı fırlayan beyaz filtreli sigaralardan birini dudaklarıyla çektikten sonra paketi yerine geri bıraktı. Cebinden çıkardığı siyah, üzerinde maça sembolü olan zippo ile sigaranın ucunu yaktı, otomatik cam yavaşça aşağı inerken sigarayı parmaklarının arasında dengeleyerek kolunu camın kenarına yasladı. Dudaklarından dökülen zehirli dumanı izledim, sonra bakışları yüzünün ortasında buz tutmuş iki güneş taşıyormuş gibi bana çevrildi.
“Tesise girip çıkman sana ne kazandıracak ki?” diye sordu, sesi kafasının karıştığını anlatan bir tonda yükselmişti. Sigaranın kokusu aracın içini çevrelemeye başladı. Omuzlarımı silktim.
“İçeride neler döndüğünü görmem için.”
“Ajancılık mı oynayacaksın?”
“Hayır,” dedim kaşlarımı çatarak. “Sadece içeride başka karanlık işler dönüyor mu bunu bilmek istiyorum.”
“Bu çok saçma bir düşünce,” dedi sinir bozucu bir ifadeyle, sigarayı tekrar dudaklarına taşıdı, otobüs durağının önünden geçtiğimiz sırada gözlerim dışarıya kaydı ve durağın hâlâ bomboş olduğunu gördüm. “Bir şey yapıyor olsak bile senin gibi sıradan bir kızın bunu anlaması mümkün olur mu sanıyorsun?”
“Benim sıradan bir kız olduğumu vurgulamana gerek yok, ben sıradan biriyken zaten mutluyum. Hem böyle söyleyerek beni şüpheye düşürdüğünün farkında mısın?”
“Aksine, Zeliha,” dedi yoğun sesiyle, sigara dumanı dudaklarının arasından süzülüyordu. “Asıl bunu söylediğim için şüphelenmeyeceksin. Çünkü kimse bir şey yaptığını açıkça belli etmez.” Gözlerinde garip bir ifadeyle bana baktı. “Bir avukat olacaksan, iyi bir avukattan söz ediyorum, psikolojiden anlaman gerek.”
Bir an şaşkınlık tüm pençelerini ruhuma geçirmişti, bunu bana ilk kez yapmıyordu, psikolojiden gerçekten iyi anlayan biri olduğu bariz ortadaydı ama aslında bu tavırları kafamı daha da karıştırıyordu. Belki de asıl istediği buydu. Kafa karışıklığı yaratmak…
Sustum, asırlardır susuyormuşum gibi hissetmeme neden olacak kadar… Sonra, “Ne olursa olsun, kendimi, vicdanımı rahatlatana kadar o tesise gelmeye devam edeceğim,” dedim, şimdi ona değil, ileriye bakıyordum. Köprünün altından geçtik, araç bir anda daha da hızlı ilerlemeye başladı ve tekerleklerin yolda su gibi aktığını fark ettim.
“Vicdanın rahatlayacak, peki ya kariyerin?” Sorusu birden içimden şiş gibi geçince duraksadım. “Bir avukat olduğunda bu yaşananları hatırlayacak mısın? Ya da bir avukat mı olacaksın? Belki kendini geliştirip bir savcı, bir hâkim olursun?” Sigarayı dudaklarına taşımadan önce tekrar konuştu, sesi ruhsuzdu: “Vicdanını rahatlatmış bir adalet insanı. Adalet bunun neresinde?”
“Ne yapmamı istersin? Gidip polise her şeyi anlatmamı mı? Çok tuhafsın. Hem susmamı istiyorsun hem de bana böyle şeyler söylüyorsun.”
“Kabul et,” dediğinde durdum. “O gece orada olduğun için susuyorsun, ikna olmaktan korkmuyorsun, sen ikna edilmek istiyorsun. Çünkü o gece orada olduğun için suç ortağı sayılacağını sen de iyi biliyorsun. Senin vicdanın değil, korkun konuşuyor. Sen, seni gördüğüm andan beri sessizsin.”
“Ben korkmuyorum,” dedim sertçe.
“Evet, sen korkmuyorsun. Çok korkuyorsun. Korkmak ve çok korkmak farklı şeyler.” Sigarayı camdan dışarı fırlatıp, gözlerini bana mıhladı, araç şimdi daha hızlı ilerliyor, her defasında güçlüce öne doğru atılıyordu. “Hukukçu olabilecek biri değilsin.”
“Ne dediğini sanıyorsun?”
“Gerçek bir hukukçu korkmaz, adaleti ister.”
“Adaleti istediğim için o tesise gelip ne haltlar yendiğini göreceğim,” dedim sertçe. “Eğer düşündüğüm gibi bir insansan, seni kendi ellerimle adalete teslim edeceğim. Sonunda öldürüleceğimi bilsem bile…”
Dudaklarını öne uzatıp kaşlarını kaldırdı, benle alay ediyor gibiydi, gözlerini yeniden yola çevirdi. “Sonra da adalet, şu âna kadar sessiz kaldığın için senin için de işlemeye başlayacak.”
“Ben… Söylerim, gerçeği araştırdığım için…”
“Okulda yasaları öğretmiyorlar galiba?”
Elimde olmadan sustum. “Ne yapmamı istiyorsun?” diye sordum yavaşça. “Her şeyi şimdi anlatmamı mı?”
“Belki daha az üzerine gidilir ama yirmi dört saati aşkındır bildiğin hâlde susup bir de üzerine okula gittiğin için seni bölümünden atacaklardır.”
Bir an Zincir’in söylediği şey öyle ağır geldi ki, yutkunup koltuğun kenarına tutunma ihtiyacıyla doldum. Bakışlarım bir cesetten çekilen kana takılmış gibi boşluğa takıldı. Bu doğruydu, adım böyle bir olayın içine karışırsa beni bölümümden atarlardı, bölümümden atılırsam babam mahvolurdu; hayattaki en büyük gayelerinden biri benim adalet için savaştığımı görmekti. Özellikle yıllar önce yaşadığı hukuksal bir haksızlıktan sonra beni ve erkek kardeşim Eymen’i her zaman adaletli birer birey, dürüst insanlar olarak yetiştirmeye özen göstermişti. Beni okutabilmek için elini birçok taşın altına hiç düşünmeden sokmuştu, şimdi o taşları onu elinin üzerinden kaldırması gereken benken, onun sırtına daha büyük bir taş koyamazdım; ondan böyle bir şeyi taşımasını isteyemezdim. Babamı mahvedemezdim.
“Doğru,” diye fısıldadım. “Bu olaya karıştığım öğrenilirse… Ben atılırım.”
“Evet,” dedi Zincir. “Öyle olur.”
“Ama bu…”
“Eminim o bölüm için epey uğraşmışsındır,” dediğinde sesi ciddi gibiydi. “Kazandıktan sonra kaybetmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum.”
“Hiç kaybettin mi?” Sorum onu şaşırtmış gibiydi.
“Hayır,” dedi omuz silkerek.
“O zaman nereden bilebilirsin ki?”
“İnsanları tanıyorum,” dedi. “Duygularını, hissettiklerini, onların zihnini tanıyorum.” Dudağının bir kenarı yavaşça yukarı kıvrıldı ama bu çok tehlikeli bir kıvrımdı, hızlıca gözlerimi ondan uzağa taşıdım. “Çözemeyeceğim hiçbir duygu, hiçbir düşünce yok.”
“Sence neden bölümümü kaybetmek istemiyorum o hâlde?”
“Çünkü Matmazel Zeki,” dedi kaskatı bir sesle. “Çok uğraş verdin.”
“Üzgünüm,” dedim.
“Ne için?”
“Seni yeni bir duyguyla tanıştıracağım için.” Duraksadığını hissettim. Gözlerimi ondan kopararak yola diktiğimde kalbimde bir sızı hissediyordum. “Uğraşı ben değil, babam verdi. Ben bölümümü kaybetmekten değil, babamı hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyorum.”
Bakışlarının bana takılıp kaldığını hissettim, karşı şeritten son hızla gelen araç bir anda olduğumuz şeride kıvrıldı, tam diğer yola sapacağı sırada Zincir aracı yavaşlatmadı. Gözlerim iri iri açılırken birden elinin altındaki direksiyona kapandım. Direksiyonu sertçe çevirmemle birlikte spor araba hızla olduğu yerde iki kez hızlıca döndü ve lastiklerden kıvılcımlar yükselirken yürek hoplatan bir ses çıkararak durdu.
Üzerine öyle çok abanmıştım ki sırtım onun göğsüne yaslı duruyordu, direksiyon onun ellerinin altında, benim ellerimse onun buz gibi hissettiren ellerinin üzerindeydi. Nefes nefese ön camdan dışarıyı izlediğim sırada kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki sanki duracaktı; korku bir kök gibiydi ve içime bana ait damarlar gibi yayılarak her yanımı sarmıştı.
Sırtımı tamamen göğsüne bastırıp, “Ne halt yediğini sanıyorsun?” diye fısıldadım korkuyla. Yüzünü saçlarımın arasında hissettim, onu tamamen sıkıştırmış olmalıydım, irkilerek çekildim ve kalbimde sönmemiş bir korku ateşiyle yolcu koltuğuna otururken ona dehşet içinde baktım. “Kurtulmanın kolay yolu bu mu?” diye bağırdım dehşetle, saniyeler içinde terlemiştim, uzun saçlarım yanaklarıma yapışmıştı. “Yoksa başka bir psikolojik oyun mu bu?”
“Sadece…” Kaşlarını çattı, bana şaşkınlıkla bakıyordu. “Evet,” dedi sonra aniden. “Yaşanacak bir olaya ne kadar hızlı müdahale ettiğini görmek istedim.”
Gözlerindeki şaşkınlığı görebiliyordum ama yüzü her şeyi içine gömmüş bir toprak gibiydi; altında hazineler de olabilirdi, cesetler de. İçimde yükselen korku dalgasının içinde boğulan bir duygu vardı ve bu duygu, bu yaşananın kesinlikle psikolojik bir oyun olmadığını savunuyordu.
“Sen aklını kaçırmışsın.” Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken önüme dönüp sırtımı koltuğa bastırdım. “Sen çıldırmışsın.”
Bir korna sesi tüm sessizliği dağıtınca, Zincir aracı yeniden çalıştırdı ve bu kez daha sakin bir şekilde sürmeye başladı. Üzerimize sinen sakinlik, araç evimin olduğu sokağa girene dek sürdü. Evi tarif etmemi bile istememişti, buraya yalnızca bir kez gelmiş olmasına rağmen yolları bu kadar iyi ezberlemesi beni şaşırtmıştı; belki de sivil hayatında da buralarda vakit geçiren bir adamdı ama ben Isparta’nın en tepede kalan sokaklarından birinde oturduğumdan, bu ihtimal gerçeğe biraz uzak gelmişti.
“Burada ineceğim,” dedim hızlıca marketin önünü işaret ederek. Yılmazlar marketin önünde tamamen yavaşladı ve biraz ilerisindeki pastanenin önünde durdu. Tam araçtan ineceğim sırada, “Peki tesise ne zaman geleceksin?” diye sordu. “Oraya taksiyle falan gelmeye kalkışma.”
“Bir arabam yok, taksiden başka çarem de yok.”
“Herkes bir tesis olduğunu bilir ama tesisin nerede olduğunu bilmez,” dedi sertçe. “Bizi ifşa etmek mi istiyorsun?”
“Tesise yaklaşmadan inerim taksiden,” dedim ters bir şekilde.
“Gelmek istediğin zaman gelir seni alırım,” demesini beklemediğim için bir an ona bön bön baktım.
“O zaman hazırlıksız yakalanmış olmazsınız,” dedim kaşlarımı çatarak. “Çocuk mu kandırıyorsun sen?”
“Karanlık işlerin filmlerdeki gibi düzenli bir planla ilerlediğini sanıyor olamazsın. Gerçekten karanlık işler peşinde olsaydık, ki bu çok saçma bir düşünce ve bu düşünce seni zaten gözümde bir çocuğa dönüştürüyor, rahatça o tesise girmene izin verilir miydi?” Gözlerini devirdi. “Okuldan kaçta çıkıyorsun?”
“Ne diye soruyorsun?”
“Gelip seni alırım,” dedi.
“Kafayı mı tırlattın?”
Bana ciddi gözlerle baktığında, derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum.
“Bu kesinlikle olmaz.”
“Seni tesise birkaç defa götürürsem, yolu ezberlersin ve taksiyle tesisten biraz daha uzak bir yerde inip yürürsün.” Kaşlarını kaldırdı. “Taksideyken şehir planlama falan okuduğundan bahsedip adamla sahte bir muhabbet kurarsan, dağa gelişini sorgulamaz bile. Dağda birçok kez planlama okuyan öğrencilerle karşılaştık, projeleri için geliyorlar.”
O benim hayatıma sinen karanlık bir nefes gibiydi.
Yeni tanıdığım bir yabancının hayatıma böyle bir karanlık getireceğini nereden bilebilirdim ki?
“Tamam,” diye fısıldayarak kapıya uzandım, bakışlarını üzerimde hissetsem de onun donmuş güneş rengi gözlerine bakmadım. Kapıyı açmamla birlikte soğuk bir rüzgâr esti ve saçlarım dağılarak geriye doğru uçuştu. Araçtan indiğimde karşımda gördüğüm şey, o karanlık nefesin artık ciğerlerime dolduğunu ve bana ait olduğunu anlamama neden olmuştu.
Karanlığın nefesi içimdeydi.
Cenan Kaplaner, tam karşımda, pastanenin kapısında durmuş, kucağında dosyalarla tam gözlerimin içine bakıyordu.
🎧: Dream Theater, Space-Dye Vest