Alışılagelmiş bir şeyin, başlangıçta değişecek küçük bir hareketiyle, öngörülmesi imkânsız sonuçları doğurduğu o an. Bir kelebek kanadını tek seferde çarpar ve dünyanın yarısını yıkacak kuvvetteki kasırgayı oluşturur.
Kural bu.
Kelebek etkisi.
Başlayan bir kaosun, büyüyerek her yana dağılması, artması, şiddetlenmesi…
Murat beni o duvara yasladığında, nefesi yüzüme yavaşça çarptığında, nefesi bir kelebek etkisi yarattı ve o küçük nefes, büyüyen bir kasırganın zihnimi devirerek kaosu başlatmasına neden oldu.
Hafıza, tek bir damla kan dökmeden öldürebilen bir silahtır. Ama kendisine ait olmayan şeyleri ön görmene sebep olmaya başladığında, o silah artık kafanın içinde sana doğrultulmuş halde duruyordur. İşin garip yanı, tetiği çekecek kişi yine sensindir.
Göz bebeklerim genişleyerek siyah gözlerimin harelerine yayıldığında, gözlerimin koyuluğundan dolayı bu etkiyi göremediğine emindim ama sıcak nefesi yüzüme çarpmaya devam ederken oluşturduğu kelebek etkisi, defalarca kez hafızamın üzerinden geçerek orayı dağıtan bir kasırgaya dönüştü.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordum, sesim yavaşça tenine dökülünce, çakmağın ucundan fırlayan aleve parmaklarını uzatmış ve usulca ateşi tatmış gibi irkildi ama geri çekilmedi. Bedenini bedenime biraz daha yaslayınca, nefesinden kopacak bir diğer kasırganın bana çarpacağı anı beklemeye başladım.
“Sadece…” Bir adım geri çekilince, kasırga da çekildi ve dağılmış bir zihinle ona bakmaya devam ettim. “İyi olup olmadığını sormaya çalışıyordum.”
Yalan. Yalan söylediği su katılmaz bir gerçekti.
“İyi görünmediğini düşündüm, tuhaf tuhaf bakınıyordun, ne olduğunu merak ettim,” dedi, sesi bir anda olduğundan katbekat sert, soğuk ve duvarlarla dolu gibi gelmişti. Birkaç saniye içerisinde yukarı çektiği duvarların en tepesinde ne olduğuna bakma gereği bile duymadan, duvar kenarından çekilerek, “Bana üçüncü kez öylece dokunmaya kalkacak olursan, kolunun kaynasa bile bir daha eskisi gibi kullanamamana neden olacak bir kemiğine büyük hasar veririm,” dedim sakince.
“İliklerime kadar ürperirken, aynı zamanda iliklerime kadar tahrik edildim, senin tarafından.”
Bu söylediği ruhsuz bir sesin okuduğu düz bir metinden ibaret gibiydi, aldırış etmeden binanın çıkışına yöneldim. Arkamdan geldiğini hissettiğimde bile dönüp ona bakmadım. Hemen arkamda bıçağıyla ilerliyor olsa, sırtıma atlayacak olsa, o bıçağı defalarca kez sırtıma saplayacak olsa bile ona bakmak istemedim.
Binadan çıkar çıkmaz yüzüme çarpmaya başlayan yağmur damlaları soğuktu, tenimde uzun süre asılı kalmıyor, sanki ateşin üzerine düşmüş gibi hemen buharlaşarak yok oluyordu. Arabama bineceğim sırada, “Yeterli fotoğraf çektiğine inanıyor musun” diye sorunca, ona arabanın tavanının üzerinden kayarak ona çevrilen boş bakışlar fırlattım. O an, gözlerimiz birbirine tutundu ve bir şeyler patlamadı ama zihnimde, derinlerde bir yerde bir kanat çırpıldı; ve kaos başladı.
Patlayan silah sesini duydum, bir başkası duymadı, kuşlar bile duymadı; yağmur yağdı. Barutun kokusunu aldım, irkildim, havayı kokladığım sırada gözlerimiz birbirinden kopmuştu. Havayı kokladığımı fark edince garip bir pozisyon aldı, saldırıya hazır bir hayvanın pozisyonu gibiydi, omuzları geriye gitmiş, geniş göğsü öne meyletmişti ve camgöbeği gözleri keskinleşmişti.
Havayı neden kokladığımı biliyor gibiydi, belki de sadece bildiğini sanıyor ama yanılmaktan öteye gitmiyordu.
Kapıyı sertçe kapatmamla Murat’ın duruşu daha da vahşileşti, buna aldırış etmeden hızla çamura batarak binanın bahçesine daldım ve Murat’ın da arkamdan geldiğini duydum. Silah sesinden geriye bir inilti, ardından da kan kokusu kalmıştı. Havaya kalkan kan kokusu öylesine yoğundu ki, sanki benim içimden akıyordu.
“Bana ne olduğunu söyle,” diye hırladığında, ona omzumun üzerinden öyle ölümcül bir bakış attım ki, bahçenin üzerinde kalan basamaklarda öylece durup bana bakakaldı.
“Sakın emir kipleri kullanayım deme,” dedim ölüm sakinliğiyle, ardından bahçenin kuzeyine kıvrılan çamurlaşmış toprak yola doğru salındım. Kanın kokusu yoğunlaşıyordu. Gözlerimle etrafı tarayarak ilerliyordum, yağmur damlaları devamlı olarak çamurun üzerine düşerek çamurları etrafa sıçratıyordu.
Kuzeye saptığım anda, yere yayılmış çamurlu kanı ve sürünme izlerini görüp, “Kadın burada vurulmuş,” dedim, boynumda asılı duran ıslak fotoğraf makinesini kaldırırken kanın kokusu ciğerlerimi patlatacak kadar ağır bir darbe halinde içime akmaya devam ediyordu. İki bulanık, bir net fotoğrafın ardından Murat’ın nefesi ensemi gıdıkladı.
“Kadını burada vurduysa, etrafa kan bulaştırmadan onu üst kata çıkarmasının imkanı yok,” dedi Murat duygusuz, zaten bildiğini resmeden soğuk bir sesle.
“Sadece şu noktaya kadar sürüklenmiş,” diyerek izleri gösterdim. “Sonra bitkin düşüp bağırarak yardım dilenmiş olmalı.” Gözlerimi yere diktim. “Onun karnını deşenle, vuran kişi aynı kişiler değil.”
Murat, “Hım?” dedi sorar gibi.
“Buradan sonra sürüklenme ve kan izi yok,” dedim. “Kadının cesedini yukarıda, karnı deşilmiş halde buldular. Etrafa saçılmış kurşun kovanları vardı.” Gözlerimi kıstım. “Ama kadın bu noktada vuruldu. Kurşun kovanları burada olmalıydı. Üstelik kadın o haldeyken binaya nasıl çıkabilir? Çıksa bile neden? Biri çıkarsa illaki kan izi olurdu. Doğrudan üst katta vurulmuş gibi görünmüyor muydu?”
“Akıllıca,” dedi Murat.
“Aptalca,” dedim. “Karındeşenimiz her kimse, akıllı görünen bir salak. Ya da detaylı iş yapamayacak kadar umursamaz.” Derin bir nefes aldım. “Ama DNA bile bırakmayan biri, nasıl böyle bir hata yapar?”
“Gördüğün hatayı söyle bana.”
“Kadını vuran kişinin aynı zamanda onu deşen kişi olduğunu düşünmemizi istedi,” diye mırıldandım. “Suçlu profilini yeniden oluşturmamızı istiyor. Bunu yapanın bir insan olduğuna inanmamızı istiyor. Hayvan seçeneğini ortadan kaldırmamızı istiyor.”
Murat’ın nefesi bir defa daha enseme aktı.
“Yani?”
“Yanisi, bu kanıtı bilerek bıraktı. Önce vuran kişinin karındeşen olduğunu düşünmemizi istedi, sonra da her ihtimale karşı o kişiyi suçlamamızı isteyen başka bir suçlu olduğunu düşünmemiz için bu kanıtı bıraktı. Yani diyor ki, ben bir insanım aptallar ve gördüğünüz gibi başka bir insana suç atabiliyorum. Bir hayvan falan değilim.” Yeri tekmeledim. “Sinsi.”
“Basit bir bilmece çözer gibisin,” dedi Murat.
Başımı iki yana salladım. “Kimi arıyorsanız, o hiç basit biri değil.”
“Biliyorum.” Kelimelere vuran sesinde bir şey beni duraksattı, gözlerim yavaşça ona çevrildi, camgöbeği rengi gözleri yağmur bulutlarının gölgesini taşıdığından mıdır bilinmez, şimdi küflü bir yeşil gibi görünüyordu. Uzun süre o gözlere bakamadım. Yavaşça yanından kayarak geçip aracıma doğru ilerledim, arkamdan geldiğini hissettim ama konuşmadı.
“Bir ekip daha yollamalarını isteyeceğim,” dedim. “Meriç’i arayacağım.” Sadece dinliyordu, umursamadan konuştum. “Bu tarz bir acemiliği nasıl yapabilirler, aklım almıyor. Binanın çevresini de incelemeleri gerekirdi.”
“Az daha konuşursan, hükümetin bir şeyleri gizlemeye çalıştığını söylemeye çalıştığını düşüneceğim,” dedi, sesinde alay olmasa da gülümsediğini hissedebildim. Ona bakmadan arabama atladığımda onu burada bırakıp basıp gitmek aklıma yatmıyor desem, yalan olurdu. Ama hemen arkamdan araca binince, böyle bir şansım kalmadığını anladım.
“Seni aldığım yere mi bırakayım?” diye sordum donuk bir sesle.
“Beni ilk bulduğun yere bırakmanı tercih ederdim,” deyince tek kaşımı kaldırdım ama devamında yola bakmayı sürdürerek, “Komşuyuz,” diye mırıldandı. “Ve laboratuvardaki işim bitti.”
“Pekala,” dedim ruhsuz bir sesle. Daha sonra, binada yaşanan her şeyi karanlık bir koridorun içinde ateşe verdim, külleri zihnimin duvarlarına is lekesi bırakırken arabayı hızlandırdım. Şehrin içinden öyle büyük bir hızla geçtik ki, saniyeler önce metrelerce önümüzde olan arabalar, saniyeler sonra bizi seçemeyecek kadar gerimizde kaldılar.
“Her zaman böyle magandasın yani,” dedi alçak bir sesle, ayağımın altındaki gaz biraz daha körüklenince, dudağının kenarının yukarı kıvrıldığını fark ettim. Her nedense, söylenip durmasına rağmen hızın onun da hoşuna gittiğini fark ettim.
“Ablan seni bilerek Ece’nin evine yönlendirmiş,” dediğimde, bana yandan bir bakış attı, bu onu gördüğüm andan beri öfkeyle baktığı ilk andı. Bakışlarını fark etmiş olmama rağmen bir k vermedim; yeşil gözler, bu sessizliğe önce şaşkınlık, ardından içime ulaşan bir dikkatle baktı. “Söylesene, şüpheli listesinde kaçıncı sıradayım?”
Murat’ın bu soruyu beklemediği kesindi ama benim tüm gün zihnimde pırpır eden bu sorunun cevabıydı. Binaya girdiği ilk andan itibaren kim olduğumu biliyor gibiydi, sanki bir şekilde bir şeyler onu bana itmişti ve bu işin altından benim çıkma ihtimalimi düşünüyordu. Saçmaydı, tutarsızdı ama yine de Murat’ın içine yerleşen o şüphenin kokusunu alabiliyordum.
“Seni şüpheli olarak gördüğümü düşünme sebebin?” Sorusu basitti, yine de bir süre durdum.
“Birdenbire beni bu işin içine çekmeye çalıştınız. Ablan ve sen.”
“Farah ile seni bir yere çektiğimiz yok,” dedi alayla, hâlâ bana bakıyordu. Sisin yükselerek bir dağı tamamen yutup orada yokmuş gibi nötrlediği yoldan geçip dağı arkada bıraktığımızda, omzumun üzerinden ona baktım ve dakikalardır beni izliyor olduğunun o an farkına vardım.
“Ablan fazla sorguladı, sende de sadece sevişmek için oynaşan birinin gözlerinden fazlası var.” Kelimelerimdeki soğukluk onu şaşırttı ama kurduğum cümlede her ne bulduysa, tüm dişlerini ortaya sererek, o ruhsuz yüzüne uymayacak kadar geniş bir şekilde sırıttı.
“Seninle sevişmek istediğimi mi düşünüyorsun?”
“Bir saat öncesine kadar, evet,” dedim. “Ama binaya geldiğimizde fikrim değişti. Bence benden bir şey istiyorsun ama bu kesinlikle seks değil.”
Cıkladı ve gözleri dudaklarım ile gözlerim arasında kısa, sarsılan bir tur bindirdi. “Oysa sana bakınca, tahminleri daha doğru bir kadın görmüştüm, ne yazık,” dedi ve sonra gülerek önüne döndü. “Çünkü arabayı köşeye çekip üzerime binsen, bu şu an için beni dünyanın en mutlu adamı yapardı.”
Bakışlarım bir an için yüzünün kemikli sarayında asılı kaldı. Düz inen burnu yüzünü güzelleştiren nadide bir parçaydı, kirpikleri ileri doğru duran, düşmanın yayında gerilmiş saplanmayı bekleyen zehirli oklardandı. Siyah saçları dağınıktı, aralarında birkaç ton açık teller olduğunu anında gördüm. Arabayı hızlandırırken ince sayılabilecek dudaklarına baktım, ardından boynuna, boğazını yaracak gibi dışarı fırlamış adem elmasına, eğittiğim askerlerin yara bere içindeki büyük, kaslı bedeninin aksine zayıf ama kaslı, estetik bedenine… Çok kısa sürede, bir insanın erişemeyeceği bir hızla hepsine bakıp görüntüleri hafızama kopyaladım.
“Kaç yaşındasın?” Murat’ın sorusu, benim onun görüntüsünü zihnime göndermemden yaklaşık üç dakika sonra dudaklarından dışarı akarak beni hedefi haline getirmişti.
“Yirmi bir,” dediğimde, şaşkın bakışları anlık bana dokunup, hızla yola çevrildi.
“Yeni nesil büyük bir hızla büyüyor,” dediğinde, bir an ona dönüp yaşını sormak istedim ama bunun yerine sakin bakışlarımı yoldan ayırmadım.
Bir süre durulduk.
“Babamın altmış üç yaşındaki profesör arkadaşı gibi konuştun,” dediğimde, ruhsuz bir homurtu çıkararak güldü ama bir şey söylemedi. “Sen kaç yaşındasın?”
“Bilmem, en son yirmi yediydi.”
Kum fırtınası gibi bir anda belirip tüm solunum yolumun üzerini kaplayarak nefesimi anlık olarak kesen cevabın, bu etkisini nereye dayanarak böyle güçlendirdiğini merak ettim. Oysa normal bir insan zihninde belirdiğinde, bu makul bir cevaptı, hatta neredeyse normal bile sayılabilirdi ama benim zihnim bu cevabı kustu; yeterli olmadığını, daha fazla detay bilmesi gerektiğini, bu kadarını içeride tutamayacağını söyledi.
Zihnime kusup durduğu cevabını geri tıkmak için çok uğraştım, sonunda vazgeçip direksiyonu sola kırarak anayola indim, bir yokuşu geride bırakarak düzlüğe çıktığımızda, sağ tarafımızda kalan çayır Mavi Yaka’ boyunca eserek buraya ulaşan kar taneleriyle doluydu; rüzgarın şiddetiyle uçuşarak bu yakaya gelen kar tanelerini donuk gözlerle izledim. Yağmur durmuştu, artık rüzgârın taşıdığı beyaz ölüm pulları vardı.
“Hakkında bir şeyler duydum,” dedi, sanki konuşmayacağımı anlamıştı ve bir nedenden beni konuşturmaya karar vermişti. “Orduyla alakalı.”
“Doğru duymuşsun.”
“Tam şu noktada korkmalı mıyım yoksa tahrik mi olmalıyım kestiremiyorum.” Cümlesi tek kaşımı kaldırmama neden oldu, karşı cinsten gelen bu tarz şakalara aldırış etmiyordum, canımı sıkarsa çenesini kırmak çok kolaydı çünkü. “Ve kestiremediğim bir şey daha var, acaba neden hâlâ çenemi kırmadın?”
Gözlerimi kısıp ona bakmadan, “Neredeyse bir psişik olduğuna inanacağım,” diye mırıldandığımda burnundan sert bir nefes verdi.
“Konu senken bence psişikler bile yeteneklerini kullanamazlar.”
“Yani senin gibi mi?” Sorusuna verdiğim karşılık bir sorudan ibaretti ama şaşırmadı.
“Evet,” dedi. “Tıpkı benim gibi.”
Konuşmamız bundan ibaret olarak kaldı. Otoparka girdiğim ve arabanın motorunu durdurduğum an, Murat hiç konuşmadan arabadan indi, ben de fotoğraf makinesini alıp araçtan indim ve onun gidişini izlerken aracımın kilidini kontrol ettim.
Çok kısa bir an için, arabanın önünde durduğum o kısıtlı saniyelerde, Murat’ın yavaşça kaybolmaya başlayan bedeni bir anda cızırdayarak üçe, beşe ve dokuza bölündü; titreyen görüntüyle beraber her yer kızıla boyandı ama gözlerimi kırpıp geri açtığımda, dünya eski rengine kavuştu.
Murat ise orada yoktu.
🦂
Beni dibine daldığım uykunun yüzeyine bir melodi çıkardı.
Karanlığı odama taşıyan melodi gür değildi ama sanki hemen yan odamdan geliyormuş gibi yakınımda hissettiriyordu. Ayaklarımla çarşafı itişimi, sadece iç çamaşırların kamufle ettiği bedenimi kahverengi saten sabahlığımın içine sığdırıp, kalçalarımın hemen altında biten sabahlığın kumaşını bağladığım anı hatırlıyorum.
Sonra çıplak ayaklarımla odamdan çıktım ve odalarda dolaşarak müziğin nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Melodi devamlı olarak zihnimin içine sesleniyormuş, bana bir şeyler mırıldanıyormuş gibi geliyordu. Işıkları yaktım, kapattım, her tarafa baktım. Sonunda salondaki boydan camdan içeri sızan kızıl dolunayı fark ettiğimde, antredeki karanlık salonuma da seriliyordu.
Hareket eden bulut kümelerinin içinde daha önce görmediğim kadar büyük, kızıl bir dolunay asılı duruyordu, etrafı buzdandı, sanki buzlu yüzeyi kan damlatıyordu.
Bu şehirde geceleri bile güneş gökyüzünde olurdu, her yer karanlıkken güneş tıpkı bir kömür gibi gökyüzünde simsiyah yanardı.
Oysa şimdi tam karşımda devasa büyüklükte kanlı bir buzdan dolunay duruyordu. Nadiren görebildiğim bu manzaraya hayretle bakmaya devam ederken melodi devam etti.
İçli, hüzünlü, ölümü hatırlatan, yas dolu bir melodi…
Nedenini merak etmedim, çünkü evimin konumu Mavi Yaka’daki buzdan dolunayı görebileceğim açıdaydı ama yine de dolunayı hiç bu kadar büyük, görkemli ve kanlı görmemiştim. Bulut kümesi gri puslar bırakarak ilerledi, ilerledi ve ilerledi. Sonunda tamamı geri çekildiğinde, dolunayın biraz daha büyüdüğünü fark ettim. Sanki kalbi vardı ve çarpıyordu. İleri geri, şişiyor ve küçülüyor, nefes alıyor ve bırakıyor, nabzı atıyor gibiydi.
Melodi tüm zihin duvarlarıma saldırdığında, hafızam daralarak beni zorladı ve melodiden rahatsızlığını düşüncelerimin üzerine serpiştirdi. Çıplak ayaklarım beni kapıya yöneltti, yeniden… Sanki bu kaderden kaçışım imkansız gibi anahtarlarımı kapının arkasına asılı bırakarak evden çıktım. Kırmızı ışıkla aydınlanan bordo gölgelerin yaşadığı koridorumda ilerledim, merdivenleri indim, melodiyi takip ettim.
Melodi ruhumu okşadı, melodi ruhuma acı verdi, melodi beni kahretti, melodi bana huzur bahşetti, melodi bana ölümü gösterdi.
Site, Aybatışı ormanına bir kilometre uzaklıktaydı, düzlüğün ilerisinde birbirine yaslanan köknarları, sedirleri, çınarları görebiliyordum. Ormanda kar yoktu ama kızıl bir ışık gökyüzünden üzerine bir çit örmüş, kalkan gibi etrafını sarmıştı.
Gün içinde yağan yağmurun kokusu, şehirdeki arabaların benzinlerinin kokusuyla birleşerek ahenkli bir dokunuşu yeryüzüne buse gibi bırakmıştı. Çıplak ayaklarla buz tutmuş kaldırımda yürümeye başladım. Sokak lambaları, her bir adımımda beni takip ederek sönmeye, yürüdüğüm her bir karışı karanlığa terk etmeye başladı.
Ayağıma soğuk bir şey battı ama aldırış etmedim, çok kısa sürede acı dindi ama melodi dinmedi. Ruhum kanatlarını açmış, sesin geldiği yöne uçmak ister gibi içimin eşiğinde durmaya başlamıştı. Sökülüp gideceğini hisseder gibi oldum.
Melodi büyüdü, büyüdü, büyüdü. Sokak lambaları söndü. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…
Ay da beni takip etti, nabız gibi çarparak beni izledi ve benimle geldi.
Ormana girdiğim anda, farkındalıkla titreyip etrafıma bakma şansı buldum. Burada ne işim olduğunu sorgulamayı akıl ettiğimde, ormanın içinde, köknarların hemen ortasındaydım. Etrafımda o kadar çok ağaç vardı ki, ileride karanlığa gömülen siteyi göremiyordum. Boş, buzlu yol gri bir su birikintisi gibi parlıyordu ama üzerinden tek bir araba bile geçmedi.
Melodiyi duysam da artık kendime gelmiştim. Gitmek için ormanın çıkışına yöneleceğim sırada, ruhu ikiye yaran bir ağıt sesine benzeyen melodiyle olduğum yerde ürperip dimdik durdum. Koşup kaçmaktansa, o sesin olduğu yöne gitmem gerektiğini düşündüm ama düşüncemin önüne ördüğüm mantık bariyeri yıkılması oldukça zor, güçlü bir duvardı.
Bir hayvanın gölgesi yanımdan zıplar gibi ışık hızıyla geçince, olduğum yerde sarsılıp, bir hayvan gibi pozisyon alarak etrafımı taradım. O gölge zıplayarak karanlığa karıştı, o kadar hızlıydı ki bir şekli bile yoktu; beş saniye sonra melodi kesildi ve daha güçlü bir şekilde yeniden başladı. Bir flüt sesine benziyordu, yan flüt sesine… Hızla ağaç dallarını iterek ormanın kalbine, ahmak gölgenin zıplayarak kaybolduğu koruluğa doğru ilerlemeye başladığımda, tek istediğim o gölgenin ensesine yapışmaktı.
Ama bu olmadı.
“Siktir,” diyebildim, tek diyebildiğim buydu, çünkü geniş gövdesinin arkasında saklandığım sedir ağacından yüz metre ileride koca gövdesi kesilmiş bir ağacın pürüzsüz yüzeyinde sırtı bana dönük oturan uzun saçlı adamı gördüm.
Adamdı, çünkü geniş omuzları, uzun bir bedeni vardı, kimonoya benzer kıyafetinin içinden açığa çıkan kollarındaki damarları sanki gece görüşüne ve yakınlaştırma özelliğine sahip gözlerim varmış gibi net bir şekilde görebildim. Elinde tuttuğu yan yatırdığı flütü dudaklarına yaslamış olmalıydı, bağdaş kurmuş, ayın altında flütüne üflerken, bu dünyaya ait değilmiş gibi görünüyordu.
Uzun, düz siyah saçları jilet gibi omuzlarından aşağıya sarkıyor, hafif bir kış rüzgarı saçlarından birkaç teli dansa kaldırmış gibi uçuşturuyordu. Yan flütüne üfleyip durdu, melodi içime işledi ve sedir ağacının kalın gövdesinin arkasına gizlenerek onu izlemeye devam ettim.
Neden burada olduğunu, neden üzerinde geleneksel kıyafetlere benzeyen ama bir o kadar da benzemeyen bir kıyafet olduğunu, neden flütüne üflediğini merak etsem de açıklığa çıkıp onun karşısına geçemedim ve zihnimdeki soruları ona yöneltemedim. Ay, bulutların arasına inzivaya çekildiğinde, flütündeki melodi de son nefesini verdi ve ben çok uzun, derin bir uykudan uyanmışım gibi olduğum yerde sıçrayarak bir adım geri çekildim. Şimdi sedir ağacının kalın gövdesi onu gizliyordu. Yavaşça bir adım atıp sedir ağacının arkasına saklanarak o yöne baktım.
Artık orada değildi.
Damarımdan buz gibi akan o his, afallamışlık ve gerçeğin saptığı yönü şaşırmış bir hisle hızla ormanın içinde koşmaya başladığımda, neyden kaçtığımı bilmiyordum. Belki de kaçtığım tam olarak kendimdim. Karanlık büyüyor, orman sanki üzerime yıkılıyordu.
Köknarların arasından fırlayıp büyük sedir ağaçlarını ve karakavakları geride bıraktım, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yol nihayet sona erdiğinde, bir arabanın fren sesiyle yüreğim yerinden hopladı ve çıplak ayaklarımla buzlu yolda sendeleyerek tüm farlarını yakan arabaya tavşan gibi baktım. Ellerimi kaldırıp yüzümün önüne siper etmeme rağmen, far ışıkları öylesine güçlüydü ki kör olduğumu sanmıştım. Birkaç saniyenin sonunda farlar söndü, arabanın kapısının açılıp kapandığını duydum.
“İyi geceler hanımefendi. Her şey yolunda mı?”
Bu soruyu taşıyan ses, her ne kadar boğuk, kalın ve tüyler ürpertici olsa da, soru son derece kibar bir şekilde dillendirilmişti. Gözlerim nihayet karanlığa çevrildi, bir süre yere, ardından kafamı kaldırıp karşımda duran yabancıya baktım. Siyah saçları geriye doğru taranmıştı, teninden alkol kokusu mu yoksa başka bir kokuyu mu gölgelemek için olduğunu anlayamadığım derecede yoğun bir erkek parfümü kokusu geliyordu.
Siyah gömleği, gömleğinin altındaki pantolonu, dizlerine uzanan binici çizmeleriyle çok farklı bir hava veren adamın ellerinde de ayaklarındaki deri çizmeler gibi deri eldivenler vardı. Gözlerimi yüzüne mıhladığım an, yoğun mavi gözlerin de bana mıhlandığını hissettim.
Üzerimde minicik bir sabahlıkla, yalın ayak ormandan fırlamam onu zerre korkutmamış gibiydi. Endişeli mi yoksa kurnaz mı baktığını bir türlü ayırt edemediğim gözleri üzerimde dolaştı ve son kez yeniden gözlerime saplandı. Zihni tıpkı Farah ve Murat’ın zihni gibi sessizdi; belki de düşünmüyordu, sarhoştu ve alkol kokusunu bastırmak için parfüm şişesini kafasından aşağıya boşaltmıştı.
“Her şey yolunda mı? Yardım çağırmamı ister misiniz?” Kibar bir aksanla peşpeşe sıraladığı sorulara alık alık baktıktan sonra başımı iki yana sallayarak, “Teşekkürler,” demekle yetindim.
“Birinden mi kaçıyorsunuz?” Omzunun üzerinden arkasında kalan karanlık ormana, sonra da tekrardan bana baktı. “İsterseniz polisi arayabilirim, ekipler gelene dek size refakat ederim.”
“Hayır, teşekkür ederim. Birinden kaçmıyorum.” Gözlerim bir defa daha tuhaf kıyafetlerinde dolaştı, ardından arabasına doğru kayan bakışlarımı kıstım ve arabanın içinde iki gölgenin beni izlediğini fark ettim. Adam yalnız değildi. “Sizi de yolunuzdan ettim,” dedim gözlerimi arabanın siyah ön camından görünmesi imkansız insanları gördüğümü belli edercesine arabayı işaret ederek. “Kusura bakmayın.”
Mavi gözler, o gölgeleri görmemin imkanı olmadığını belirtircesine kısılınca, bu defa savunmasız görüntüme rağmen panter bakışlarımı adama dikerek, “İyi geceler,” diye üsteledim.
“İyi geceler matmazel,” dediğinde, bir an tek kaşımı kaldırıp ona evli olmadığımı nereden bildiğini soracak oldum ama sonra durdum, parmağımda bir alyans yoktu ve muhtemelen evliliği sırtlamayacak kadar genç görünüyordum. Kuşkuyu bir kenara iterek başımı sallayıp, minicik sabahlığıma aldırış etmeden adama arkamı dönüp yürümeye başladım. Bir an, burnuma hafif, mayhoş bir kan kokusu geldi ama daha sonra uzaklaşmış olmama rağmen genzimi yakan parfümün kokusu bu mayhoşluğu keskin bir bıçakla keserek yok etti. Uzun süre arkamdan baktığını hissettim ama sonra nasıl olduysa araba sesi duymadım.
Siteye giriş yaparken güvenlik görevlisi kulübesinin içinden kafasını uzatıp bana tuhaf tuhaf baktı ama aldırış etmedim, çatlaklarla kaplı hafızası, “Bu kadın da ne tuhaf,” diye söylendi, duymadığımı düşündüğü için dönüp ona ters ters bakamadım; hoş, ayaklarım çıplakken ve üzerimde kalçalarımı zar zor örten bir sabahlık varken, adamın hakkımda böyle düşünmesi çok doğaldı.
O adamı düşündüm. Uzun, gece siyahı saçlarını, gece siyahı saçlarında oynaşan kan gümüşü ayın yansımalarını, yan flütünden dökülen ölüm fısıltısını, beni çağıran müziğine hiç sorgulamadan, bir büyünün etkisindeymişim gibi çekilerek gidişimi… Asansörün kapısı durduğunda ve otomatik kapı kayarak iki yana açıldığında, bakışları bordo rengini almış koridora dikerek birkaç saniye asansörün içinde bekledim.
Onu tanıdığımı hissettim, onun bana bu dünyadaki en yabancı insan olduğunu hissettim: İki hissin de aynı anda kalbime kan gibi pompalandığını, damarlarımın bu iki duyguyla çağladığını hissettim; birbirine karışan bu iki duygu zehirli bir kan yarattı.
Dairemin önüne geldiğimde bir an algılarım saplandığı adamdan çıktı ve anahtarın kapının üzerinde olmadığını, kapımın bir santim kadar aralık durduğunu gördüm. Omuriliğimden akan o his, karanlığa çektiği kılıçla içimde pusuya yattığında, görüş alanım tehlikeyi hissetmiş gibi kan rengine büründü.
Şimdi yine her yeri kızıl görüyordum.
Bir saniye sonra, kapıyı yavaşça itmemle, kapı ağır ağır aralandı ve kızıl dolunayın ışığını sırtına alan siyah saçlar sanki evin içinde yıkıcı bir rüzgar ediyormuş gibi dalgalandı. Bordo ışığın içinden çıktığında, yüzü yavaşça gölgelerden arındı ve onu gördüm.
“Ben de seni özledim kardeşim.”
Hemera’nın sesinde can bulan bu cümle, onu son kez görmeye gittiğimde kurduğum cümleye verilen bir cevap gibiydi. Hemera, tam karşımda, sırtına aldığı kızıl ayın önünde duruyordu.
🦂
VELENCOSO KONAĞI
Konağa çöken sessizlikle beraber, dışarıda kan renginde yükselen ayın etrafında süzülen kargaların ölümle dolu attıkları çığlıklar antrede yükseldi. Ardından yağmurun tıslamaya benzer sesi büyüdü, damlalar konağın kubbeli çatılarına vurmaya başladı. Uzun merdivenlerin trabzanlarının sonunda kanatları ikiye katlanmış iki melek heykeline çarpan şimşeğin ışığı, karanlık konağı anlık olarak gümüş renginde bir aydınlığa boyadığında, tilki adımlarıyla içeri giren genç kanbaz, beraberinde yağmurun üzerindeki fani kokusunu silen ıslak damlalarını da içeriye taşıdı.
Velencoso soyunun en küçüğüydü, kumral saçlarının devam ettirdiği beyaz yüzüne tüm ifadeleri veren yeşil gözleri hilekarlıkla parıldıyordu. Üzerine çağın modasına uymayan fırfırları ve geniş kolları olan siyah bir gömlek, altına da gömleğin eteklerini içine alan dar, eski bir pantolon giymişti, çizmeleri pantolonunun diz kısmına dek uzanıyor, her an at sürmeye gidecek bir kontlara benziyordu. Islanan kıvırcık, gür saçlarını sallayarak geniş antreye ilerledi ve parmağını kaldırıp yukarıya doğru hafifçe sallamasıyla beraber şamdanların içindeki beyaz, uzun mumlar arka arkaya alev aldı.
Bir kanbazdı, türünü efsanelerde sıkça bahsi geçen vampirlere benzetmek mümkündü ama derinine indiğinde, güzelleştirilmiş birçok vahşi efsanenin aksine, o, öldürmenin bir tabu olduğunu düşünmüyordu. Güneş tenini yakmıyor ya da ona diğer insanlardan daha farklı bir etkiyle saldırmıyordu; her insanda olduğu gibi damarlarında kan dolaşıyor, kalbi büyük bir gürültüyle çarpıyor, bir insandan çok yırtıcı gibi hareket ediyordu.
Kanbazlar, bir diğer deyişle acrobloodlar yüzyıllardır insanların içinde yaşasa da beslenme ihtiyaçlarını karşılama şekilleri tıpkı bir yırtıcıdan farksızdı. Her on yılda bir büyümeleri on yıl boyunca duruyordu, otuz yaşına geldiklerindeyse yaşlanmaları tamamen sonlanıyor, yaklaşan ölüm onların damarlarını kurutarak onları daha vahşileşmiş birer ölümsüze çeviriyordu.
Frederick henüz oldukça genç bir kanbazdı.
On yıllık döngülerinden bir diğerini henüz birkaç yıl önce atlatmıştı. İnsan kanına olan ihtiyacı, bir ergenin kadın vücuduna duyduğu açlıktan farksızdı; Frederick’i diğerlerinden ayıran bir başka özelliğiyse, o hem kana hem de kadınlara açlık çekiyordu. Genç, çapkın Velencoso erkeğinin babası Daniel, büyük kıyımda savaşı komuta etmiş ve tür bilgisi tarihe geçirilmemiş bir yaratık tarafından on bir yıl önce katledilmişti.
Ölmeden hemen öncesinde, geride bıraktığı binlerce yaşından birini kutlamıştı.
Kanbazlar için öldürmek tabu olmasa da beslenmelerini öldürmeden de sağlayabiliyorlardı, birçok toprak parçası üzerinde onları destekleyen müritlere sahiptiler ama insanlar tarafından hâlâ kabul edilmiş, gerçeği tescillenmiş bir tür değildiler. Her birinin nadide bir yeteneği olduğu için, zehriyle temasa geçen insanlar sonsuz yaşam kazanamıyor, bir fani olarak yaşamaya devam ediyorlardı ama muhteşem bir güzellik ve bir yetenekle taçlandırılıyorlardı.
Kanbaz olunmuyor, kanbaz doğuluyordu.
Frederick, on yıllık döngülerine birine girmeden hemen önce zehriyle taçlandırdığı insan kızına hem güzellik hem de resim çizme yeteneği vermiş, şimdilerde otuzlu yaşlarının ortasında olan kız, Alaim’de ismi duyulmuş ünlü bir ressam haline gelmişti. O günden sonra Frederick onu bir daha görmemişti, o insan kız da onun bir kanbaz olduğunu hiç bilmemişti.
“Neden mi? Çünkü senin abinim,” diyen Ramon’un sesi konağa dışarıda gökyüzüne kıyan şimşeğin sesiyle beraber yayıldı. Valerio hızlı adımlarla merdivenin basamaklarını inerken pardesüsünün iplerini çekiyordu, Ramon merdivenlerin başında eldivenle kaplı zarif ellerini belinin kenarlarına koydu. “Çünkü. Senin. Abinim.”
“Duydum otuz yaşını tamamlayan bunak, benim kulaklarım hâlâ iyi duyuyor.” Valerio pardesüsünün içinden çıkardığı bıçağı arkasına bakmadan geriye doğru fırlatmasıyla, bıçak havada üç takla atıp doğrudan Ramon’un arkasındaki duvarı süsleyen tablonun ortasına saplandı.
Ramon, sinirden kudurmuş gibi köpürdü.
“O tablo tam tamına 700 senelik, sen daha babamın testislerinde dolanmaya başlamış bir vitamin bile değildin.”
Frederick şamdandaki mumların kıpraştığı ceviz yemek masasına kalçasını yaslamış ikiliyi izlerken muzır gözleri parlıyordu, biraz sonra onlardan sıkılacağını bilse de şimdilik bu kaos, izlemeye değerdi.
“Haklısın, senden daha yaşlı bir şeyin varlığı sana kendini güvende hissettiriyordur. Malum, bu konakta o tablodan sonraki en yaşlı şey sensin.” Valerio bir Sibirya kurdu gibi gülümsedi. Ramon daha da köpürdü.
“Kudurmuş köpek gibi birbirinizi ısırmaya çalışmanız, o aksanlı ağzıyla bana Fransızca şarkılar söyleyip cilveleştiğim eskort kızı hatırlatıyor.” Frederick parmağını şıklatınca konağın dev kanatlı kapısı gıcırdayarak iki yana açıldı. “Orali berbattı, diş telleri vardı ve sabahında penisim pirana saldırısına uğramış gibiydi.”
“Beslendiğin hanımefendiler hakkında düzgün konuş,” dedi Ramon, ardından gözlerini Valerio’ya çevirdi. “Kızı araştırdın mı sen ödlek?”
“Basit bir insan kızı diyorum sana, paranoyak moruk.”
“Kuzen, kapıyı senin için açtım,” dedi Frederick, Valerio’ya doğru, ardından ters bir şekilde duran kapalı servis tabağının yanındaki bıçağı alıp tırnaklarının kenarında kuruyan kan pıhtılarını deşerek çıkarmaya başladı. “Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösteriyor, o yüzden ihtiyar abinin ninnilerine kulak ver ve o kızı araştır.” Gözlerini havaya kaldırıp dev kristal parçalarından oluşan avizeye baktı. “Tanrı beni soğuk şaraplarında yıkasın, sadece fotoğrafları bile salyamı akıttı.”
“Salyanın akmadığı tek bir dişi var mı? Bir hanımefendiden bahsediyorsun Frederick, nezaketin ilk harfi bile yok sende.”
“Dişi diyerek kalbimi kırıyorsun, bu dünyada güzel olan sadece dişiler değil.” Frederick tilki gülümsemesiyle Ramon’a baktı. “Yanındaki dev arkadaşı da fena değilmiş, Donovan mıydı adı? Kimyager çocuk.” Gözlerini kıstı. “Ama ben daha minyon tiplileri tercih ederim. Sarışına gelince, o minyon olmasa da olur.”
“İnsan kızın ismi Hera,” dedi Valerio.
“Cinayetlerle Hera yakından ilgileniyor,” dedi Ramon. “Her nedense, her cinayetle ilgileniyor. Bakın, bu cinayetler üzerimize yıkılırsa, yüzyıllarca korunan sırrımız açığa çıkar. Amcamın başına gelenlerin başımıza gelmeyeceği ne malum?”
Frederick, babasının leş kargalarının didiklediği cesedini anımsasa da yüzünde herhangi bir duygu parıltısı olmadı. Ramon ona kısaca bakıp, merdivenleri bir kuğu zarifliğiyle inmeye başladı. Siyah saçlarına çarpan mum alevi saçlarındaki kurum dokuyu gözler önüne seriyordu, mavi gözler usulca Valerio’ya çevrildi.
“Sonumuz amcam Daniel gibi olmayacak Val.”
“Babamı öldüren bir yaratıktı Ram,” dedi Frederick rahat bir sesle. “Bizim karın deşmeyeceğimizi herkes bilir.”
“Bizi kimse bilmiyor Frederick.” Ramon gözlerini ona çevirdi. “O insan kıza bıraktığın yetenek yüzünden az daha enselenecektik, o ayrı.”
“Üzerinden siklerce sene geçti.” Frederick gözlerini devirdi. “Beni görse, muhtemelen küçük yeğenlerimden biri büyüdü sanır ya da küçük kardeşiyim sanır.” Tilki gülümsemesi yavaşça dudaklarına yayıldı. “Hera diyorduk…”
“Bu konuyla sen ilgilenmiyorsun.” Ramon’un sesi netti, Frederick bıçağı kenara bırakıp, “Neden?” diye sordu ağır ağır sırıtarak. “Onu gözüne mi kestirdin Ramoncuk?”
“Bu ihtiyara kim bakar?” diye sordu Valerio kahkahalara boğularak, ardından abisini şöyle bir süzdü. Her insan kadın, tek bir göz kırpışıyla bu seksi abiye aşık olurdu, biliyordu ama abisiyle uğraşmak her şeyden çok hoşuna gidiyordu. Beslenmekten bile.
Ramon, Valerio’yu ensesinden kavrayınca, bir şimşeğin gümüş ışığı Valerio’nun sarı saçlarını aydınlattı, ardından Ramon’un üzerinden geçti ve antrede yanıp söndü. Valerio hırladı ama abisi deri eldivenli parmaklarıyla ensesini daha sert sıkarak onu açık duran kapıya doğru sürükledi. Frederick haylaz bir gülümsemeyle birbirini yiyen iki erkek kardeşe bakarken keyifliydi, çünkü karnı doymuştu ve güzel iki kadınla fingirdemişti.
Valerio, konağın dışına itildiği anda Ramon parmağını şıklattı ve derinin sürtünme sesiyle beraber kapılar kapandı. Valerio dışarıda küfürler ediyor, büyük kanatlı kapıya tekmeler savuruyordu.
Ramon sakince sinsi sinsi sırıtıp konuştu.
“Hera’yı bulup ne olduğunu anlayana kadar, içeri girmiyorsun küçük kardeşim.”
Sonra merdivenleri tırmandı ve gözden kayboldu.
“Kuzen,” diye seslendi Frederick ve o tilki gözleri haylazlıkla parladı. “Üst kubbenin camını mühürle, çünkü çoktan kubbeye tırmanmaya başlamıştır bile.”
“Hay aksi!” Ramon’un çıkardığı bu tıslamaya benzer sesin ardından koridorda büyüyen koşma sesleri dört bir yana yayıldı.
Frederick sırıtırken dilini yavaşça ısırıp, “Hımm,” diye mırıldandı. “Tanışalım bakalım Heracık.”
🎧: Haggard, Hijo de La Luna