Hissettiğimi sandığım ne varsa, kendimi hissetmediğime inandırdığım her şeyin üzerinde idam edilirdi. Hiçbir zaman içime yerleşen bir şeyi kolayca kabullenemezdim, o şeyin içimde fırtınalar yaratmasından korktuğumdan değil, o fırtınalara teslim olmak istemediğimden yapardım bunu.
Özay ile lisenin üçüncü sınıfında başlayan ilişkim, üniversitenin ilk yılında sona ermişti. Ben üçüncü sınıfken, o dördüncü sınıftaydı ve mezun olduktan hemen sonra yurt dışındaki okullara başvurusunu yapmıştı. Bu başvuruları ailesinin baskılarıyla yaptığını sandığım zamanlar olmuştu. Ama ben üniversitede istediğim bir bölüme başladığımda ve Özay hâlâ Türkiye’de bir üniversiteye girmeyip, yurt dışındaki üniversiteleri araştırmaya devam ettiğinde, aslında onun da içindeki isteğin yurt dışına gitmek olduğunu artık ben de biliyordum.
Gitmesi için ondan ayrıldım, bunu hiçbir zaman bilmedi. Çünkü ayrılmazsam, biliyordum ki benim için kalacaktı ve ben hissettiğimi sandığım bir şeyin gerçekliğiyle yüzleşmiştim. Ona benim için böyle bir fedakârlık yapmasına izin veremeyecek kadar değer veriyordum ama ona âşık değildim. Bu gerçekle yüzleşmem uzun sürdü sansam da aslında uzun zamandır bu gerçekle yaşıyordum. Yine de Özay gittiğinde, onunla birlikte bir parçam da gitmiş gibi hissetmiştim. Çünkü alışkanlık vardı, birlikte geçirilen günler vardı, verilen sırlar, beraberken gülümsenen anlar vardı.
Pencereyi açıp söken şafağı izlerken kollarım göğsümün üzerine toplanmış, tırnaklarım farkında olmadan avuç içlerime saplanmıştı. Gökyüzü aydınlıkla taçlanmaya başlamış olsa da hilâl şeklindeki ay hâlâ teninde asılı duruyordu.
Kartal’ın bir planı vardı. Şimdilik planın sadece küçük bir parçasını görebilmiştim ve bu parçanın içinde sarışın bir kadın beni izliyordu. Bana tamamen güvendiğinde planın tamamını anlatacak mıydı bilmiyordum ama şimdilik aramızda büyük bir güven bağı yoktu.
Aynı kolda, iki farklı yöne giden damar gibiydik.
İçimizde taşıdığımız kan, Kardelen’i temsil ediyordu. Kartal ile tek ortak noktamız buydu. İkimiz de içimizde Kardelen’i taşıyorduk.
Birkaç saat sonra ilk hamle için harekete geçeceğini biliyordum. En azından, kıyıya bir parçasını taşımamı isteyen bu adamın davranışlarından bunu sezebilmiştim. Bana bir şey anlatmıyordu, şimdilik anlatmayacağını da biliyordum ama bu demek olmuyordu ki ben de öylece susup onun beni sürükleyeceği her yere sorgusuz gidecektim. Benim bir tasmam yoktu, bu işe birlikte girdiysek, davranışlarına bir çekidüzen vermesi gerektiğini ona öğretecektim.
Bir duş almıştım, üzerime beyaz boğazlı bir kazak, altıma da buz mavisi bir kot giymiştim. Bedenimi nasıl böyle cuk oturtmuştu hiçbir fikrim yoktu ama kot pantolon tam bana göreydi. Elbise dolabının alt rafındaki spor ayakkabıları giymek için ayağıma bir çorap geçirdiğimde kafamda yeni bir soru işareti dolaşıyordu. Ayakkabı numaramı da mı biliyordu, yoksa bu sadece bir tahmin miydi? Boyum uzundu, ayaklarım ise boyuma göre küçüktü. Yani ayaklarımın küçük olduğunu tahmin etmek zor olmalıydı, bana boydan bakan biri en az iki numara daha büyük ayakkabı giydiğimi düşünürdü.
Gün çoktan doğmuştu, buna rağmen evin koridoru karanlıktı. Banyodan su sesi geldiğini duydum. Salona girip sehpanın üzerindeki sigara paketinden bir dal çektim, insanlara ait eşyalara dokunma huylarım yoktu ama şu an başka çare de bulamıyordum. Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirip sehpanın üzerini inceledim. İçtiği içkinin kadehi sehpanın üzerindeydi, kül tablası da ağzına dek izmarit cesediyle kaplıydı. Yerdeki boşalmış içki şişelerinden biri devrilmiş, dibinde kalan kehribar rengi sıvı zemine akarak yerde küçük bir birikinti yaratmıştı. Zipposuyla sigaramı yaktım ve zippoyu yerine bırakmak için eğildiğimde arkamda bir hareketlilik hissettim. Göğsümü boydan boya mengene altına alan panikle arkama baktığımda onu gördüm. Kartal Alaşan, altında krem rengi bir havluyla hemen salonun girişinde dikilmiş bana bakıyordu. Altın kahve gözler doğrudan bana kilitlenmişti. Siyah saçlarından aşağı sicimle inen su damlaları önce boynuna, ardından da belirgin köprücük kemiklerine damlıyordu. Çıplak, gökyüzünü bağrına indirmiş göğsünde de gözyaşı gibi kayan su damlaları olduğunu gördüm.
Göğsünde dövme yoktu ama o kadar fazla beni vardı ki, bu benler dövmelerinden bile daha ilgi çekici görünüyordu. Ona biraz daha dikkatli baktığımda, gözlerinin tonundan biraz daha koyu olan ama genel olarak açık renk görünen küçük benlerinden güçlü duran omuzlarında da olduğunu gördüm.
Sayısız yıldız gibi…
Alnımda, iki kaşımın ortasında oluşan o çukur, karnımda dolaştığını hissettiğim bıçak yüzünden miydi yoksa bedenini mesken tutan benlerin ellerindeki mızraklarla kalbimi hedef almasından mıydı bilmiyordum ama kaşlarım çoktan çatılmıştı.
“O sigarayı içecek misin artık?” diye sordu ukala bir tavırla. “Eğer kül yere dökülecek olursa başın belaya girer, haberin olsun.”
“Ne o?” diye sordum afallayışımı bastırmaya çalışarak. “Titizlik hastası mısın? Öyle olsan yere içki mi dökerdin?” Tırnağımdan daha uzun duran külü kül tablasına silkerken ona bakmamaya çalıştım.
“Kendi dağınıklığımla başa çıkabilirim ama bir başkasının dağınıklığıyla başa çıkmak zorunda değilim,” dedi sadece.
Gözlerimi tekrar Kartal’a çevirdiğimde koltuğun kolçağına bıraktığı küçük havluyu eline aldığını gördüm. Havluyu ensesine bastırırken dirseğinden kıvrılan kolunun pazusu genişledi ve kolundaki dövmenin ritmik hareketini izledim. Havluyu saçlarına doğru kaydırdı, altının yüzeyini andıran gözleri doğrudan gözlerime sabitli duruyordu. Ben sigaradan bir duman daha aldığımda, “Hazırlan,” dedi tok bir sesle. “Vakit kaybetmeden çıkmamız gerek. İşlerimiz var.”
“Ben hazırım zaten,” dedim parmaklarımın arasındaki sigarayı hafifçe döndürürken. “Hazırlanması gereken senmişsin gibi duruyor. Altında havluyla İstanbul sokaklarında dolaşmak senin için sorun teşkil etmiyorsa bilemem tabii.”
Çatık kaşlarının altında kurnazca parlayan gözlerini gördüğümde şaşkınlığımı dizginleyemedim. “Aklını başından aldığım için mi giyinmemi istiyorsun?” diye sordu, sesi soğuk olsa da kelimelerine sıcak bir alay karışmıştı.
“Pardon?”
Alayla omuz silkti ve “Kıyafet seçimini vasat buldum ve bu benim kişisel yorumum,” dedi. Bir an ona bakakaldım. Bu herifin problemleri mi vardı?
“Ne varmış kıyafet seçimimde?”
“Eskiden daha güzel giyiniyordun,” demesini beklemediğim için duraksadım, ben çoğunlukla insanlara dikkatli baktığını ama onlarda bir şey gördüğü için değil, onları huzursuz etmeyi sevdiği için öyle yaptığını düşünürdüm. Nasıl giyindiğimi mi hatırlıyordu?
Şaşkınlığımı ya hissetti ya da fark dahi etmedi ama birden konuyu değiştirerek, “O elbise dolabından bula bula bunları mı buldun?” diye sorarak kafamın içine yerleştirdiği düşünceleri dağıttı.
“Şu an bize vakit kaybettiren sensin, bunun farkında mısın?” Tek kaşımı kaldırdım. “Ortada Banu Alkan edasıyla havluyla dolaşmak yerine gidip giyinmeye ne dersin?”
Kartal şaşkınca, “Kim edasıyla?” diye sordu.
İşaret parmağımla çıplak, kemikli ayaklarını gösterip, “Parmak uçlarında da yürürsen, tam Banu Alkan,” dedim neşesiz ama alaycı bir sesle.
“Değişik,” diye homurdandı.
“Hareket et,” dedim kollarımı göğsümün üzerinde toplayarak. “Vakit kaybettiriyorsun, Alaşan.”
“O küçük ağzın çok büyük laflar ediyor,” dedi beni süzerek. “Hoş değil, Lavinia.”
“Lavin.”
Başını iki yana sallayıp arkasını döndüğünde bir an olduğum yere çakıldım sandım. Havlu düşük durduğu için, bel gamzesinin hizasında duran izi az çok görebilmiştim. Bu bir yanık iziydi. Belinin solunda kalıyor, kalçasına doğru iniyordu. Tenine bir dövme gibi örülmüştü iz. O gitti ama bedenindeki iz kafamın içinde kaldı.
Ruhum, izlerle kaplı bir beden gibiydi.
Ruhumda gerçek bir yangının vaveylası vardı. Kartal’ın belindeki yanık izi de benim ruhumdaki iz ile aynı gibiydi. Teninde gerçek bir yangının vaveylası mı vardı?
Olduğum yerde bir süre boşluğu izledim. Boşlukta bir yangın büyümüş, ateşlerin açtığı çetelede geçmişim bir kâğıt parçası gibi yanmaya başlamıştı. Yaşananların külleri her zaman göze kaçar, gözlerde yaşlara dönüşürdü. Bunu biliyordum. Geçmişimin küllerinin gözlerime kaçmasından korkuyordum.
Kartal, dudaklarının arasında duran sigarayla salona döndü. Siyah boğazlı bir badi, koyu lacivert bir pantolon gitmişti. Bir elinde iki tane siyah deri ceket tutuyordu. Ayakkabıları lüks bir markanın kış sezonu için yarattığı yeni koleksiyonlarından birine aitti, onları görür görmez tanımıştım çünkü karıştırdığım dergilerden birinde fotoğraflarına denk gelmiştim. Badisinin uzun kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı, dirseğinden aşağı uzanan dövmesinin çizgileri görünüyordu.
Bana bakmadan yanımdan geçerken elindeki ceketlerden birini bana doğru uzattı. Sehpanın üzerindeki zipposunu alıp dudaklarının arasındaki sigarayı yaktıktan sonra deri ceketi üzerine geçirdi ve “Hadi,” dedi.
İçeriden çantamı alıp, bana verdiği deri ceketi üzerime geçirdikten sonra birlikte evden çıktık. Kartal cebinden cipin uzaktan kumandasını çıkarıp sigarasını kenara fırlattıktan sonra kumandanın tuşuna dokundu ve araba sanki sahibini tanıyan bir aslan gibi hafifçe hırlayarak kilitlerini açtı. Araca binip emniyet kemerimi bağladığım sırada o da aracı çalıştırıp geriye doğru sürmeye başlamıştı.
Gece kayıp bir kente benzeyen bu yerde, nihayet bir hareketlilik görebilmiştim. Bakır rengi saçları dümdüz, ütülenmiş gömleği ve bedenini saran şık takımıyla bir kadın kaldırımda telefonla konuşuyordu. Hemen önündeki son model kırmızı arabanın ona ait olduğuna emindim ve ayaklarındaki en az on beş santimlik stilettolarla tıpkı spor ayakkabılarla olduğu kadar rahat görünüyordu.
Sessizlik, pahalı bir palto gibi omuzlarıma çökmüştü ve sanki şimdiye dek hiç paltom olmamış gibi sıkıca sarılarak sahiplenmiştim onu.
“Dünün aksine bugün oldukça sessizsin.” Kartal’ın sesi, sessizliğin tuğlalarıyla ördüğüm o büyük kulenin üzerine yıldırım gibi düşmüş, kalemin sessiz duvarlarını yıkmıştı. Göz ucuyla ona baktığımda bana değil, yola baktığını gördüm. Bakışları farklıydı. Ruhu çekilmiş, ifadesi bir tabutun içine koyulup toprağın altına gömülmüş bir bakıştı bu. Bu bakışı nerede görsem tanırdım, çünkü uzun zamandır gözlerim hamallığını yapıyordu.
“Nereye gidiyoruz?”
“Lafımı geri mi almalıyım şu an?” Kaşlarını çatarak omzunun üstünden bana kısacık baktı. Gözlerindeki tedirginlik veren ifade beni afallatsa da aldırış etmemeye çalıştım. “Kayıt yaptırmaya gidiyoruz.”
“Ne kaydı?”
“Okul.”
Duraksayıp, “Ne okulu?” diye sordum bu defa.
“Dans.”
Kaşlarımı kaldırdım. Ne demek istediğini anlayabilmem için biri şu herifin yüzüne bir de altyazı seçeneği getiremez miydi?
“Dans okulu mu?”
“İlkokula da dönelim mi, ne dersin? Cümleleri fişler şeklinde dağıtırım sana, onlarla oynayarak cümle kurmayı ve cümleleri anlamayı öğrenirsin.”
“Horoz gibi kabaracağına soruma düzgün bir cevap versen münakaşa etmek zorunda da kalmayacağız,” diye söylendim.
“Kafam kazan gibi, bir de sana açıklama yapmakla mı uğraşayım?”
“Sabaha kadar içersen kafan aşure kazanı gibi olur tabii.”
“Aşure kazanı,” diye fısıldadı kendi kendine.
Başka hiçbir şey söylemedi, ben de bir şeyler söylemek istemedim çünkü onunla didişip durmak istemiyordum. Tek hâli olmayan o değildi. Trafik söylendiği kadar vardı. Araç bir kaplumbağadan daha hızlı hareket etmiyordu. Kartal’ın sürekli dişlerini gıcırdattığını, ağzının içinde küfürler yuvarladığını duydum.
“Sokacağım artık ha,” diye homurdandığı sırada telefonun melodisi aracın içini doldurmaya başladı. İfadesi biraz olsun yumuşamadan telefonu açıp kulağına yasladı ve “Söyle amcık ağızlı,” dedi kabaca.
Ettiği küfür karşısında kaşlarımı kaldırarak bakışlarımı yan tarafımdaki cama çevirdim. “Ne yapıyor olabilirim, Burak?” diye sordu sertçe. “Anasını avradını siktiğimin trafiğindeyim ve her an bagajdan beyzbol sopasını alıp birilerine ışığı gösterebilirim.” Sessizlik yaşandı. “Bunları telefonda konuşmak istemiyorum,” dedi. “Şu an yeterince gerginim, birilerinin canını yakmak istemiyorum. Çeneni kapatmaya ne dersin, kardeşim? Şayet şu an katil olmaya yalnızca birkaç adım mesafe uzaktayım.”
Yol açılınca Kartal aracı ilerletti. “Aynen,” dedi. “İçeri giriş biletimi buldum. Taşları öyle düzgün dizeceğim ki… Şans ya yanımda olacak ya da köpeğim olacak ama her şekilde benim tarafımda olacak.” Derin bir nefes aldı. “Tamam, kızlara ve o yavşağa selam söylersin. Dikkatli olun. Eyvallah.” Kartal telefonu kapatıp direksiyonu sağa kırdı ve daha açık bir yolda ilerlemeye başladık. Gökyüzü yağmur bulutlarını toplamıştı ama hava yağacağa benzemiyordu. Gri bulutlar şehrin üzerini örtmüştü. Sahil yolunda ilerlemeye başladığımızda çevreme bakma gereği bile duymadım.
Araç yavaşlamaya başladığında başımı kaldırıp ön camdan dışarı baktım. Büyük, dış cephesinin bir kısmı camdan oluşan bir binanın önünde benim yaşlarımda birkaç arkadaş grubu dikiliyordu. Saçı sakalı birbirine karışmış bir gencin sırtında gitar kutusu vardı ve birkaç küçük kız çocuğu üzerinde beyaz kostümleriyle binanın bahçesinde gülüşüyordu. Hepsi küçük birer kuğuya benziyordu. Saçları sımsıkı topuz şeklinde toplanmış kız çocukları, eskiz defterimin sayfalarının uçuşmaya başlamasına neden oldu.
Açılan sayfada bir anı vardı. Ayak parmaklarımın sızladığını hissettim.
“Bir gün gerçek bir kuğu olacaksın, senin yerin sahneler. Bazen bir buzun üzerinde yüzecek o kuğu, bazen zeminin, belki de bazen ait olduğu yerde, suyun yüzeyinde süzülecek… En ön koltukta oturup kuğumun ihtişamla süzülüşünü izleyeceğim. Sakın vazgeçme, Lavin. Biliyorsun, vazgeçersen çığ olup insanların önüne dökülemez, onlara beyazını gösteremezsin. Karanlıkta gizlenemeyecek kadar ışık saçıyorsun, kızım. Bırak parıltını herkes görsün. Biliyorsun, vazgeçersen heyelan olup seni yok etmek isteyenleri göçük altında bırakamazsın. Adının hakkını vereceksin, benim beyaz kuğum.” Babamın anıların içinde keskinleşen bir bıçak gibi bana doğru gelen sesi, kalbimin derinliklerinde bir ağrı bıraktı.
“Geldik,” dedi Kartal ve anıların ince ipleri koptu, zihnim anılarımın altında kaldık. Babamın sesi zihnimdeki göçüğün altında kaldığından yutkundum. Kalbimde büyük bir ateş yandı ama Kartal, bunu görmedi.
“Bir sorun mu var?” Bu soruyu sormasını beklemediğimden bedenim birdenbire buz kesti. Gözlerimi ona çevirdim ama gözlerindeki sorguyu görünce bakışmamızı kısa kesmek zorunda kaldım. Kalbimde yanmaya başlayan ateşi görmüş olabilir miydi? Kaşlarım çatıldı.
“Ne sorunu olacak?”
“Sadece sordum,” dedi düz bir sesle.
“Yok sorun.” Bakışlarımı ondan ayırıp kapının koluna uzandığımda, aniden kapıya uzanan elimi yakaladı ve zihnimde sakladıklarımın attığı çığlık, kalbimin derinliklerinde de büyük bir tayfun yarattı. Gözlerimi önce bileğimde duran eline, sonra da omzumun üzerinden usulca ona çevirdim. Bakışlarımdaki soru işaretlerini görünce bileğimi kavrayan parmakları gevşedi.
İfadesizce, “Dur,” dedi.
“Ne oldu?”
Elini bileğimden çekmedi ve dikkatlice bana bakarak, “Anladığın bir dans türü var mı?” diye sordu.
Babamın söylediklerini hatırladım. Daha sonra kana bulanan puantlarımın görüntüsü de tıpkı babamın söyledikleri gibi zihnime yayıldı. Sessizce, “Yok,” dedim ama bunun yalan olduğunu biliyor gibi bakıyordu bana.
“İlgi duyduğun bir dans türü var mı?”
“Yok.”
“O küçük kız çocuklarına nasıl baktığını gördüm.”
Kelimelerin boğazımı urgan gibi sardığını hissettim. Kelimelerin harfleri kendini asmıştı. Gözlerimi ön cama çevirdim, küçük kızlar hâlâ oradaydı. Sarışın olan küçük kız olduğu yerde hafifçe dizini kırarak eğilip selam verince gülümsedim ama parmak uçlarında ustaca yükseldiğinde kalbimdeki ağrının arttığını hissettim.
“İyi bir analizciyimdir,” diye fısıldadı, sesi geceden karaydı. “Ve sen dürüst bir kadın değilsin.”
“Analizlerin ya da hakkımda düşündüklerin biraz olsun umurumda değil.” Bileğimi saran parmaklarına öfkeyle bakıp, “Çek elini,” dedim.
“Ne kadar saklarsan, o kadar çabuk görür, o kadar çabuk ulaşırım sana, Ölüm Çiçeği.”
Sessizlik. Tıpkı kindar bir kurdun, yoldaşı olan bir diğer kurdun cesedinin başında ulurken nefret ile parlayan gözleri gibi parlamıştı sessizlik. Kartal elini aniden geri çekince sessizlik dağıldı ve “İşte orada,” diye fısıldadı sinsi gözlerle ön cama kitlenerek. Gözlerim işaret ettiği yere döndüğünde hafızama yatırdığım o yüzü gördüm.
Kartal’ın giriş bileti. İrem Naz Parlak.
Dans Akademisi olduğunu anladığım binanın giriş kapısına doğru yürüyordu. Saçlarını sıkı bir atkuyruğu yapmıştı, yanaklarına doğru birkaç tel özgür şekilde kıvrılarak iniyordu. Altında dar, kusursuz fiziğini gözler önüne seren bir tayt, üzerinde ise sporcu atleti vardı. Omzuna taktığı büyük çanta, giydiklerinin aksine şık görünüyordu.
Anlaşılan burada olmamızın esas nedeni de bu kızdı.
“Büyük oynayacaksın, değil mi?” diye sorarken hâlâ kıza bakıyordum. “Amacın yalnızca o mekâna sızmak sanıyordum, bir okula değil.”
“Sağlam adımlar atacağım,” dedi hiç düşünmeden. “Bir acemi gibi dal düz yangın yerine dalacak değilim.”
Tek kaşımı kaldırdım, gözlerimi ön camdan ayırmadan kızı izlemeye devam ettim. Saçlarının uçları açık yeşile boyanmış, uzun boylu bir kızla konuşmaya başlamıştı.
“Yangından korkar mısın?” diye sordum gözlerimi kızdan çekmeden.
“Bir yangın, bir başka yangından korkmaz.”
“O zaman neden yangın yerine dal düz dalmıyorsun? Bırak yanalım.”
Güldü. Bu ruhsuz ve ürpertici bir gülücüktü.
“Çünkü ben yangın yerine daldığım gün, orası yangın yeri değil, mahşer yeri olacak, Ölüm Çiçeği.”
Dibe çıkan bir merdiven… İşte biz buyduk.
Kartal’ın altın rengindeki bir harabeyi andıran gözlerine baktım.
“Her şeyi yapabilecek kadar öfken var,” dedim.
“Her şeyi aynı anda yapmayacak kadar zekâm da var.”
Bir süre hiçbir şey söylemeden sadece birbirimizin gözlerinin içine baktık. Bir zamanlar bakışlarına yakalanmaktan korktuğum o gözlerin içinde, şimdi bana ait bir yansıma duruyordu.
“Kimliğin yanındaydı, değil mi?” diye sorduktan hemen sonra aniden gözlerini gözlerimden çekerek ön cama çevirdi.
“Evet.”
“Güzel.” Parmaklarını direksiyonun üzerine yerleştirip hafifçe vurarak ritim tutmaya başladı. “Bu akademi öğrencileri ile ilgili hiçbir bilgiyi ikinci kişilerle paylaşmaz. Zaten Sadık ve diğer kaymak tabaka insanların da çocuklarını bu akademiye göndermesinin esas nedeni bu. İçeri girerken ciddi bir gizlilik sözleşmesi imzalanıyor. Senin soyadının bir önemi yok şimdilik. Tanınmıyorsun. Bu konuda derin bir araştırma yaptım. Ama benim soyadımın bir süre bilinmemesi en mantıklısı olacak.” Sertçe yutkundu. “Olay medyaya yansımasa da mekân sahipleri onun soyadını biliyor. Kayhan Alaşan da Türkiye’nin en ünlü cerrahlarından biri, o yüzden bu soyadla ilgi çekerim.”
Babasına ismiyle seslenmesini garipsedim ama bir yorum yapmadım.
“Peki gizlilik anlaşmasına rağmen soyadın ifşa olursa ne olacak?” diye sorduğumda kaşları çatıldı.
“Büyük bir tazminat ödemek zorunda kalırlar, bunu göze alamazlar. Sözleşmedeki şartlar oldukça sivri ve tek bir öğrencinin bile bilgisi sızdırılırsa bunun onların sonu olacağını biliyorlar.”
“Anladım.”
Kendi tarafındaki kapıyı açıp dışarı çıktığında ben de çantamı omzuma takıp arabadan indim. Binanın geniş bahçesindeki gözlerin üzerimize çevrildiğini hissettim ama o bakışlara karşılık vermedim, Kartal da vermedi. Çoğunun zengin çocuğu olduğu her hâllerinden belliydi ve akademiye yeni birilerinin geldiğini görmek merak duygularının uyanmasına neden olmuştu. Hemen köşedeki hamakta oturan iki kızın büyük bir dikkat ve ilgiyle Kartal’ı süzdüğünü görebilmiştim. Göz ucuyla Kartal’a baktığımda değil kızlara bakmak, onları fark bile etmediğini gördüm. Birden bana bakınca göz göze geldik ve midemde rahatsız bir hisle gözlerimi farklı yöne çevirdim.
Otomatik kapının serin rüzgârı saçlarımı dağıttı. İçerisi düşündüğümden daha büyüktü. “Bu taraftan,” dedi Kartal beni yönlendirerek. “Burası kayıt odası.” Kartal’ın tekdüze sesini takip eden bakışlarım cam bir kapının yüzeyinde durdu. Tam kapıya uzanacaktım ki, “Dinle,” dedi sakince. “Telefon ile ön kayıt işlemlerini hallettim ama senin için herhangi bir bölüm seçmedim. Sen benim kuzenimsin, tamam mı?” Ona düz düz baktım. “Henüz kararsız olduğun için bir bölüm seçmedin, akademiyi gezdikten sonra karar vereceksin. Tamam mıdır?”
“Kuzenim mi? Halamın oğlu musun, yoksa dayımın oğlu musun? Malum soyadlarımız farklı. Bu arada umarım meymenetsiz halamın oğlu değilsindir.”
“Detaya inmeye gerek yok.” Cama düşen yansımamıza bakıp yansımamın gözlerini kavradı. “İçeride birkaç belge imzalayacaksın, eğer istersen bir bölüm seçersin, istemezsen de şimdilik keşif yapacağını söylersin.”
Yanaklarımın içini havayla doldurduğumda, “Rahat ol,” diye mırıldandı ve cam kapının yanındaki küçük kutuya parmaklarıyla tıklattı. Cam kutudan pürüzlü, metalik bir ses yükseldi.
“Gelebilirsiniz.”
Kartal, cam kapının kulpunu ileri doğru itip kapıyı açtıktan sonra bana geçmem için yol verdi. Tam yanından geçerken gözlerimin içine uyaran gözlerle bakmıştı. İçerisi fulya çiçeğini anımsatan hoş bir esansla ferahlatılmıştı; burası da tıpkı binanın gördüğüm kısımları gibi cam ve beyaz boya ile zenginleştirilmişti. Müdire, hemen karşımızdaki kumtaşı masanın arkasında oturuyor, önündeki dizüstü bilgisayarın klavyesini kıracak kadar büyük bir hızla bir şeyler yazıyordu.
“Ah. Hoş geldiniz,” dedi kadın, dizüstü bilgisayarı yavaşça kenara çekti ve tamamen odağımıza girdi. “Kartal Alaşan’dı, değil mi? Kayhan Hoca’nın oğlusunuz.”
“Evet ama dediğim gibi soyadım…”
“Tabii ki. Kayhan Hoca büyük bir hekim, elbette oğlunun burada eğitim görmeye başlayacağı bilinsin istemez. İlkelerimizden birisi de öğrencilerimizin tüm kimlik bilgilerinin sonsuza dek gizli tutulması yönündedir. Üstelik Kayhan Hoca’nın hayatımdaki önemi büyüktür, yıllar evvel babamı hayata geri döndürdü. O yüzden hiç şüpheniz olmasın, bilgileriniz öğretmenler de dahil olmak üzere hiç kimseyle paylaşılmayacak.”
Kartal başını hafifçe salladığında kadının kahverengi gözleri bu kez bana çevrildi. “Buyurun, ayakta kaldınız. Oturun lütfen.” Hemen masasının önünde duran deri koltuğu işaret etti. Koltuğa yerleştiğim an sorular sormasını beklemiştim ama bu olmadı. Sadece kimliğimi istedi, birkaç belge imzaladı ve bana da imzalattı. Kadının kısa misyon ve vizyon açıklamalarından sonra nihayet esaret sona erdi ve o odadan çıktık.
Derin bir nefes alarak üst kata giden merdivenlere yöneldiğimde, Kartal, “Sen nereye?” diye sordu.
Merdivenlerin tırabzanlarına tutunup arkama doğru ters bir bakış attım. “Gezeceğim.”
“Tek başına mı?”
“Elimden tutup sen mi gezdireceksin?” diye sorduğumda kaşları çatıldı.
Kartal bir elini pantolonunun cebine sokup, “Bölümleri de gözden geçir öyleyse,” dedi. “Gezme işin bitince binanın önünde bekle beni.”
“Emredersin.” Ona bakmadan önüme dönüp hırsla basamakları tırmanmaya başladım. “Çattık ya!” Tam koridora kıvrılmak için son basamağa adımımı atıyordum ki büyük, cüsseli bir bedene çarparak afallayıp geriye doğru sendeledim. Son anda büyük bir el, beni dirseğimin altından kavrayıp merdivenlerden aşağı yuvarlanmama engel oldu.
“Hop hop hop!” dedi neşeli, tok bir ses. “Yakaladım seni!”
Sesin sahibine baktım. Saçları sarıya dönüktü, oldukça açık bir renkti. Üzerindeki yeşil tişörtün kollarını neredeyse omuzlarına kadar sıvamıştı ve altındaki siyah eşofman her an kayıp aşağı düşecekmiş gibi bol duruyordu. Neşeyle parlayan mavi gözlerin sahibine tip tip baktım.
“Homurdana homurdana yürürken önüne de bakmayı ihmal etmemelisin,” dedi genişçe gülümseyerek.
Tek kaşımı kaldırarak, “Pardon,” diye mırıldandım. Abartılı vücuduna bakılacak olursa, günün belki de on iki saatini spor salonunda geçiriyor olması kuvvetle muhtemeldi. Teninden gelen pahalı, baharatlı parfüm kokusunu alabiliyordum.
“Önemi yok.” Elini ensesine götürüp hafifçe ovaladıktan sonra arkamdaki kıza yol vermem için beni tırabzanlara doğru çekiştirdi. “Hocalardan biriyle mi takıştın? İzin ver de tahmin edeyim, Asrın Hoca değil mi?”
“Anlayamadım?”
Yüzüne komik bir ifade ekleyip taklidimi yapmaya çalıştı ama daha çok burnundan nefes veren bir boğaya benzemişti. Ya da ben o an gerçekten öyle görünüyordum. “Bu şekilde merdivenleri sarsarak bir goril edasıyla çıkmanın başka bir açıklaması olabilir mi? Kesin Asrın Hoca. Ondan gıcığı değil bu akademide, bu evren üzerinde yaşamıyor.”
Kartal’ın ruhsuz ve alaycı bakışlarını hatırlayınca, “Emin olma,” diye homurdandım.
“Daha gıcık bir hocayla mı tanışıyorsun yoksa?”
“Hayır. Asrın Hoca ya da diğer hocaları tanımıyorum. Akademideki ilk günüm. Bölümlere göz atacaktım.”
“Ha sen genel olarak sinirli bir goril edasıyla zemini titreterek yürüyenlerdensin?”
Ona düz düz bakıp son basamağı da çıktığımda artık yan yanaydık. Bir şey söylemeden yanından geçerek koridora yöneldiğimde arkamdan geleceğini hissetmiştim. Hissettiğim gibi de oldu.
“Henüz bir bölüm seçmedin mi?” diye sordu merakla. “Hobi olarak dans ediyorsan bu akademi hobiden fazlası için var. Yurt dışındaki çoğu üniversiteyle paslaşıyorlar, buradan çıktığında yurt dışındaki çoğu sanat üniversitesinin kapısı senin için açılıyor.” Görüntüsü kocaman, havalı ve korkutucu olsa da görüntüsünün zıttı şekilde geveze ve şirindi.
“Yurt dışındaki üniversitelerle ilgilenmiyorum. Şu anlık ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yok.” Hızlı adımlarla kalabalığı yararak yürüyordum. Bana yetişmek için adımlarını hızlandırdı.
“Ben sokak danslarıyla ilgileniyorum,” diye şakıdı. “Belki ilgini çeker. Sokaklar, özgürlüğü dibine kadar hissedeceğin büyük sahnelerdir.”
Yavaşlayıp ona doğru döndüm ve “Sokak dansı mı?” diye sordum merakla.
“Evet.” Elini bana uzatınca dirseklerinden kırdığı kolunun geniş pazuları sanki mümkünmüş gibi daha da genişledi. Kendini beğenmiş bir tavırla etrafa küçümseyici bakışlar attıktan sonra, “Ben Emirhan,” dedi. “Ama Emir dersen memnun olurum. Emirhan’ı kullanmıyorum.”
Emir’de farklı bir şey vardı. Ona baktığımda kötü bir enerji hissetmiyordum, aksine ruhu sıcaktı. Bir süre tereddütte kalmış gibi bana uzanan eline baktım ve sonra elimi ona uzatmadan, “Lavin,” dedim.
Emir yüzünü buruşturup boşta kalan eline bakarak, “Kaba kız,” diye söylendi. “Bunu kabul etmiyorum.”
Şüphe, benim ruhumun yılmaz bekçisiydi. Kendi topraklarıma ektiğim yegâne tohumlardan bir tanesiydi. Elimi istemeyerek de olsa Emir’in eline uzatıp onunla tokalaşırken yeniden, “Lavin,” diye mırıldandım.
“Emirhan Bikeç,” dedi Emir gülümseyerek. “Instagram’dan eklemek istersin diye soyadımı da söyleyeyim dedim. Emir Bikeç’i tercih ederim tabii.”
Elimi geri çekerken, hafızama eklediğim bu yeni yüzün yanına ismini de iliştirdim. Emir hemen yanımda yürümeye başladığında şaşırmıştım. Yanımızdan geçip giden tüm kadınlar bir şekilde onu ya süzüyor ya da onunla cilveleşiyordu. Bana bölümleri tek tek tanıttı, sınıfları gezdirdi. Dört bir yanı aynalarla kaplı, bir ev büyüklüğündeki sınıflar kalbimin atışını hızlandırmıştı çünkü uzun zamandır dans edebileceğim bir alanım olmamıştı.
“Ve burası da kafeterya,” diyerek otomatik cam bir kapının önüne geçtiğinde kapı aralandı, saçlarımı dağıtan rüzgârın altından geçip tavanı cam olan, bir terası anımsatan ama duvarların örttüğü kafeteryaya girdim. Etrafta sandalyeler yoktu, armut koltuklar vardı. Neredeyse hiç boş yer olmadığını fark ettim. Kafeteryaya yayılan gençlerin kimisi kalem ile kısa masaya vurarak ritim tutuyor, kimisi arkadaşlarıyla koyu bir sohbete dalmış gibi görünüyordu.
“Günün çoğu burada geçiyor,” dedi Emir. “Toplanma alanımız gibi bir yer. En keyifli sohbetleri genelde burada ederiz.”
Etrafı incelerken Emir’i dinlemeye devam ediyordum. Kirpiklerim çok kısa bir an için birbirine tutundu ve gözlerimi açmamla, bakışlarım tam da o an hedefe kilitlendi. İrem, yanında iki kız ile hemen çaprazımızdaki masada oturuyordu. Bir eli atkuyruğu yaptığı saçının ucunu kıvırmakla meşguldü, diğer eli çantasının üzerindeydi ve pek de oralı değilmiş gibi bir görüntü çizerken karşısındaki turuncu kazaklı kızı dinliyordu.
“Kime bakıyorsun?” diye sordu Emir baktığım yöne bakarak. “Berra’ya mı yoksa Ceyda’ya mı?” Gözlerini bana çevirdiğini hissettim. “Yoksa İrem’e mi?”
“Onları tanımıyorum. Sadece bir anlığına dikkatimi çektiler.”
“Evet, genelde dikkat çeken tiplerdir.” Emir gülümsedi. “Dünya onların etrafında dönüyor ama kötü kızlar değiller, emin ol.”
“Kötü olduklarını neden düşüneyim ki?” Omzumun üzerinden kaşlarımı çatarak Emir’e baktığımda yavaşça omuz silkti.
“Genelde göz alıcı arkadaş grupları kitapların ve filmlerin kötü karakterleri olarak tanımlanırlar, ondan diyorum.”
“Tanımadığım insanlar hakkında herhangi bir yorum oluşmuyor benim zihnimde,” dedim bakışlarımı İrem’e çevirerek. “Nasıl biri olduklarıyla ilgilenmiyorum açıkçası.”
“O zaman kızları yiyecek gibi bakmasan mı?” diye sorunca tek kaşımı kaldırdım. Ellerini havaya kaldırdı. “Anladım, senin normal bakışın böyle.”
Çenemle omzumun üzerinden kızları işaret ederek, “Hangi bölümdeler?” diye sordum, sesim ilgisiz geliyordu ama zihnim merakla kavruluyordu.
“Onlar mı? Bale. Ceyda’nın bölüm değiştireceğini duydum ama şimdilik o da balede.”
Kalbimi bir yılan gibi saran hatıraların çatallı dili, zehrini kalbimin damarlarına bıraktığında gözlerimi yere indirdim. Emir, “Her şey yolunda mı?” diye sordu sessizce ama o an ona verecek bir cevap bulamadım. Zihnimde babamın sesi yükseliyordu; bir buzun üzerinde birlikte kayıyorduk ve babamın sesine buzun yüzeyine bıraktığımız çiziklerin sesi eşlik ediyordu. Buz balesine yeni başlamıştım o zamanlar. Parmak uçlarım daha az yara oluyor diye buz balesi yapmamı daha çok sevse de hiçbir şeyi puantlarımı sevdiğim kadar sevmediğimi biliyordu.
Emir tam elini omzuma koyup, “Hey?” diyordu ki, bir başka el de omzumun üzerindeki elin yüzeyini kapladı ve sert bir baskı hissettim.
“Evet biraderim, her şey yolunda ve sen de elini hemen oradan çekiyorsun,” diyen kişinin buzdan sesi, anılarımın içinde hızla ilerledi. Kartal, Emir’in elini bileğinden tutup omzumun üstünden kaldırırken, “Neymiş?” diye tekrarladı. “Evet, elini böyle çekiyormuşsun.”
Olup bitene şaşkın gözlerle bakakaldım. Emir, tekrar elini havaya kaldırıp geri çekildi ve aynı saniyeler içinde gözlerini saran şaşkınlık kıvılcımlarının alevlere dönüştüğünü gördüm. İşaret parmağını Kartal’a doğru sallayıp, “Aa, sen!” dedi şaşkınca. “Seni tanıyorum.”
Kartal, deri ceketinin fermuarını boğazına kadar çekmişti ama yine de boğazlı badisinin siyah kumaşını görebiliyordum. Altın kahve gözlerinde anlık olarak endişe belirdi, harelerine dolaşan kuşkuyla kaşlarını çatıp, “Ne?” diye sordu.
Emir parmaklarını şakaklarına bastırarak, “Nereden tanıyorum ben seni ya?” diye sordu. “Hah, evet! Burak’ın arkadaşısın, değil mi?”
Kartal, beni dirseğimin altından usulca yakalayıp kendine doğru çekti. Emir, birden ondan uzaklaştırılmamı tuhaf bulmuş gibi şaşkınca Kartal’a baktı ve daha sonra, “Burak ile spor salonundan tanışıyoruz,” diye açıklamada bulundu. “Sizi birkaç mekânda yan yana görmüştüm.”
Kartal elini dirseğimin altından çekmediği için kaşlarım sertçe çatıldı ama bana aldırış etmeden Emir’e, “Ee?” dedi sorar gibi.
“Eesi bu kadar?”
Gözlerimi Kartal’a çevirdim, kuşkuyla parlayan gözlerinin Emir’in üzerinde dolaştığını gördüğümde duraksadım. İnsanları analiz etmek konusunda iyi olduğu her hâlinden belliydi, muhtemelen şu an Emir’e yaptığı da buydu. İremlerin oturdukları yerden kalktıklarını fark ettiğimde, Emir’in de Kartal’ın da gözleri kızlara çevrilmişti.
Turuncu kazaklı, minyon tipli kız Emir’e bakıp el salladı ve “Emir!” diye bağırdı neşeli bir sesle.
“Berra.” Emir gülümseyerek kızı selamlarken bu ismi söylemişti. İrem de dâhil olmak üzere adını öğrendiğim Berra ve diğerinin de Ceyda olduğunu düşündüğüm kız grubu bize doğru yürümeye başladı. İrem’in gözleri telefonunun ekranındaydı, tek bir an gözlerini kaldırıp bize bakmamıştı.
Berra, Emir’in yanında dikildikten hemen sonra, “Nasılsın?” diye sordu ve gözleri bana dokundu. Dudaklarına samimi bir tebessüm yerleşti. Aynı gülümsemeyle Kartal’a da baktı ama kaba adam bunu umursamadı; hoş, ben de umursamamış, kıza bomboş bir suratla bakmıştım.
“İyidir…” Emir durdu. “Ya da kötüdür. Asrın Hoca’nın dersinden çıktım.”
Berra’nın iri kahverengi gözleri kocaman açıldı, dudaklarındaki tebessüm sırıtışa dönüştü. “Çok geçmiş olsun…”
Adının Ceyda olduğunu tahmin ettiğim kızın koyu renk, siyaha yakın tondaki çekik bakışları beni bulduğunda, ani bir refleks eşliğinde benim de bakışlarım onun bakışlarına saplandı. “Seni daha önce görmedim,” dedi soğuk bir sesle. “Yeni misin?”
Kıza cevap vermedim, ortamın gerginliğini bastırmak isteyen Emir, “Yeni,” dedi. Kartal büyük bir sessizlikle kızları inceliyor, duygusuz bakışları sık sık telefon ekranına bakan İrem’e dokunuyordu. Gözlerinde tek bir duyguya dahi rastlayamadığım o adamın, kıza bakarkenki gözlerine çöken karanlık bir an duraksamama neden oldu.
Ceyda, “Hangi bölüme geldin?” diye sorunca, Kartal’daki bakışlarım apar topar Ceyda’ya çevrildi. Gözlerinde daha samimi gölgeler görmeyi beklemiyordum, dudaklarına küçük bir tebessüm yayılmıştı. Uzun boylu, ince ve oldukça beyaz bir tene sahip olan kıza uzun uzun baktıktan sonra ağırlığımı tek ayağımın üzerine bıraktım.
“Henüz bir bölüm seçmedim.”
Emir, “Sokak dansları diyorum, denemelisin diyorum!” diye şakıdı neşeli bir sesle.
“Kardeş misiniz?” diye sordu aniden Ceyda, Kartal’ı işaret ederek. “Yoksa sevgili mi?”
Karnıma yumruk atsa, bu kadar sarsılmazdım sanırım. Özay’dan sonra hayatımda biri olmamıştı, insanlar beni her zaman Özay’la birlikteyken görmüştü, birileri yanımda Özay duruyorken bu soruyu sorardı. Kartal değil. Geçmişime doladığım beyaz iplik erimişti ama dikiz izi ruhumdaki yerini koruyordu. Bu ruhun dikiş izlerinin etrafına dikenli teller dikmiştim ve kökü dikiş izlerime bağlı olan teller, benim ruhumun sınırlarıydı. Özay’dan sonra hiç kimse o sınırları aşıp içeri girememişti. Bazen onun bile sınırları tamamen aşamadığını düşünürdüm.
Kartal’ın deri ceketinin altındaki omuzlarının gerildiğini, deri ceketin bağlarının da net bir şekilde gerilmiş olmasından anlayabilmiştim. Kısa sessizlik, İrem de dâhil olmak üzere tüm meralı bakışların üzerimize dönmesine neden oldu. İrem’in tıpkı temiz bir okyanusu andıran açık mavi gözleri gözlerime kısaca dokunduktan hemen sonra dolgun dudaklarında silik bir tebessüm oluştu.
Ceyda, “Bu sessizliğin nedeni zor bir soru sormuş olmam mı yoksa gerçekten sevgili olmanız mı?” diye sorunca çatık kaşlarla ona baktım.
“Kuzeniz,” dedim bir çırpıda.
“Bana tıpkı bir tehlikeymişim gibi bakmasından anlamalıydım,” dedi Emir gülerek. “Korumacı bir abi gibi. Sanırım ikinizin de kardeşi yok ve birbirinizi kardeş gibi benimsediniz.”
Tek bir kalp atışı sonrası acı, şiddetle ruhumun kıyılarına vurdu. Tırnaklarımı kalbime geçirmek, tüm damarlarımı sökene dek kalbimin duvarlarını parçalamak istedim. Kartal’a bakamadım, daha doğrusu bu cümleden sonra ona bakacak gücü kendimde bulamamıştım. Belki onun yerinde başkası olsa sarsılabilirdi ama Kartal, soğukkanlılığını korudu.
“Hey,” dedi İrem aniden, sesi tok ve güzeldi. “İnsanları sorgulamayı bırakın da tanışalım.”
Kafeteryadaki uğultuyu bölen bizim seslerimizdi. Tanışma faslı kısa sürdü. Ceyda birdenbire, “Daha önce hiç Lavin adında biriyle tanışmamıştım,” dedi. “İsmin çok güzelmiş. Anlamı ne?”
Tok ses, beklemediğim kadar yakınımken, ummadığım kadar da uzağımdı. “Çığ,” dedi Kartal. “Çığ, heyelan. Adının anlamı.”
“Vay,” diye mırıldandı İrem. “İsimler ve anlamlarıyla bayağı ilgileniyorsun sanırım.” Açık mavi gözlerindeki ilgiyi saklamadan Kartal’ı süzdüğünü gördüğümde, Kartal’ın amacına ulaşmasının çok da zor olmayacağını anladım. “Peki İrem isminin anlamını biliyor musun?”
Kartal’ın ruhsuz bakışları İrem’e dokundu. “Hayır.”
Emir, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı ama boğazından yükselen komik sesi durduramadı. Ceyda ve Berra da gözlerini kaçırarak gülmemek için kendilerini sıkıyor gibiydiler. İrem’in açık mavi gözlerinin üstündeki açık renk kaşlar, hafifçe havaya kalktı. Telefonunu çantasına atıp elini Kartal’a doğru uzattığında, hedefine kilitlenmiş bir avcıya benziyordu ama aslında av olan oydu.
“Öğren o hâlde,” dedi Kartal’a pürdikkat bakarken. “Zor bulunan bir isim değil.”
“Yalnızca canım öğrenmek isterse,” diye fısıldadı Kartal ve sinsi bakışları kızın eline dokunup, tekrar kızın mavi gözlerine tırmandı, “öğrenirim, İrem.”
Kız, bundan haz almış gibi sırıttı. Kartal elini uzatmayınca, İrem narin elini kaldırıp sallayarak, “Kibar olmalısın,” dedi.
“Kartal,” diyerek yalnızca ismini sunan Kartal’ın sesi mekanik ve duygulardan uzaktı. Ruh okuyabildiğini düşündüğüm keskin bakışlarını kızın yüzünden çekmeden yeniden konuştu. “El, bir insanda dokunacağım son yerdir.”
Kızın gözlerine şaşkınlık bir mürekkep gibi bulaşsa da sakince, “Peki,” diye fısıldadı. “Öyle olsun, Kartal.”
“Herkes tanıştığına göre bu vahşi cazibe yavaştan kaçar,” dedi Emir, bileğindeki siyah Rolex’e baktığı anda kaşları çatıldı. “Spora yetişmem lazım.”
“Ayı gibi oldun, hâlâ spor yapacağım diye uğraşıyorsun,” diye homurdandı Berra, Emir’i süzerek. “Taner amcanın şu omuzların yüzünden geçemiyorsun diye evin kapılarını genişlettiğini duydum, Emirciğim.”
Emir yapmacık bir şekilde, “Ha ha ha,” diye güldü gözlerini devirerek. “Bunu bana parmak kız mı söylüyor? Uğraşma benimle, cüce. Benim vahşi seksilikteki vücudum seni ne ilgilendiriyor? Kadınlar çok beğeniyor bu vücudu ama tabii sen küçük bir kız çocuğu olduğun için anlamazsın.”
Ceyda gözlerini devirirken, “Yine başlamayın,” diye söylendi.
Berra, Emir’e tip tip bakarak, “Uyuz,” dedi.
“Cüce.”
Emir ile Berra birbirlerine sataşmaya devam ederken İrem’in bakışları Kartal’ın üzerinde geziniyordu. Kartal’ın çekim alanına çoktan girmişti. Gerçi Kartal, geçmişini de göz önünde bulunduracak olursam, kadınların her zaman ilgi odağı olmayı başardığından, bu durumu çok da garipsememiştim.
İrem, “Emir,” derken gözleri hâlâ Kartal’daydı. “Akşam babamın mekânındayız. Gelecek misin?”
“Her gece başka bir mekânda boy göstermekten sıkıldı bu yakışıklı, kızlar,” dedi Emir. “İnzivaya çekilmeye karar verdim.”
İrem dudaklarını büküp Emir’e baktı. “Mızıkçılık yapmasana! Yeniler için güzel bir açılış olurdu hem. Partilerken gelişlerini de kutlamış oluruz.”
“Onlara sormadın bile,” dedi Emir gözlerini Kartal’a çevirerek. “Gelecekseniz spor sonrası amino asidi basar, gençleşir ve size katılırım.”
Bu, Kartal için kaçırmanın aptallık olacağı bir fırsattı ama ben yine de vereceği olumlu cevabı duymak istemiyordum. Uzun bir süre, belki de tüm hayatım boyunca bir daha değil o mekâna girmek, hiçbir bara girmek isteyeceğimi sanmıyordum.
“Olur,” dedi Kartal, kabul etmesi kalbimi sıkıştırdı ama kalbimin sızısı yüzümden okunmadı. “Adresi ve saati söylersiniz.”
“Tamamdır. Numaramı vereyim, kaydet o zaman bro.” Emir, telefon numarasını söyledi ve Kartal da hızlı bir şekilde kaydederek ona çağrı attı. İrem gözlerini dikmiş ikisini izliyordu. Bunca insanın içinde birdenbire içimi dürten bir yalnızlık hissettim.
Kızlar çalışmalara katılacakları için yanımızdan ayrıldığında Emir de çoktan ortadan kaybolmuştu. Kartal ile armutlara yerleştik ve kafamı kaldırıp cam tavandaki safir grisi gökyüzünü izlemeye başladım. Sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdiğini fark ettim, daha sonra zipponun ucundan fırlayan alevin sesini duydum. Sanırım burada sigara içme yasağı yoktu, etraf duvarlarla örülü olsa da duvarlara havalandırmalar yerleştirilmişti ve çaprazımızdaki masada da sigara içen bir kız grubu vardı. Havalandırma iyi çalışıyor olsa gerek, neredeyse hiç sigara dumanı kokusu almamıştım.
“Ne yiyeceksin?”
Sorusuyla kaşlarım çatıldı ama göğe bakmaktan vazgeçmedim. “Fark etmez.”
“Fark etmez diye bir seçenek yok.” Bakışlarımı indirip ona baktığım anda çatık kaşlarla beni izlediğini gördüm.
“Fark etmez,” dedim yeniden.
Kartal, işaret yaptığı an yanımızda biten uzun saçlı çocuğa, “Bir peynirli tost, iki de sert kahve. Tostta domates olmasın,” deyince bir an duraksadım. Benim nasıl tost yediğimi nereden biliyordu? Gözlerimi yüzüne nasıl diktiysem bakışları bana çevrildiği anda tek kaşı havaya kalktı.
“Ne?”
“Hiç,” diye mırıldandım.
“Bazen bana garip garip bakıyorsun,” dediğinde tek kaşını kaldırma sırası benimdi. “Hoş, ne zaman denk gelsek bana garip garip bakardın.”
“Öyle mi yapıyordum?” diye sordum ama bunu sormamın nedeni merak etmem değildi, ona öyle baktığımı zaten biliyordum.
Gözlerimin içine bir anlığına nefesimi kesecek kadar derin bakınca afalladım. “Evet,” dedi. “Hep.”
Tost çok kısa zamanda geldiği için şanslıydım çünkü bu konu hakkında başka bir yorumu olmadı ve sessizce sigarasını içerken gözlerini bana yeniden dokundurmadı. Tostun kâğıdını yavaşça yırttım, daha sonra iştahsız hissettiğim için yırttığım kâğıdı tostun üzerine geri kapattım ve bunu yapmamla, kaçtığımı sandığım gözlerin radarına yeniden yakalandım.
“Neden bir ağzın yokmuş gibi davranıyorsun? Bir şeyler yemelisin.”
“Canım istemedi.”
“Güçten düşmen benim için büyük sorun olurdu,” dedi bencilce. Ardından tostu işaret etti ve “Şimdi o ağzını kullanmaya ne dersin?” diye sordu.
Önüme konan kahve fincanını parmaklarımın arasına alırken, “Şimdi o seviyesiz ağzını kapatıp, benimle düzgün konuşmayı öğrenene kadar açmamaya ne dersin?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
“Ağzımın ne kadar mükemmel işler çıkardığını bilseydin, ağzımı bir an olsun kapatmamı istemezdin.” Gözlerinde dolaşan gölgeli ifadeye bakakaldım. “Ama asla bilemezsin.”
“Sen tam bir fuckboy olabilirsin ama senin imaların benim dalımda yaprak oynatmaz,” dedim ters bir tavırla. “O çirkin imalar ağzının içinde kalsın ya da o imaları yapabileceğin başka birini bul.”
Bana cevap vermedi ama dudaklarına anlık da olsa alay dolu tebessümü gördüm. Sonunda istemeyerek de olsa ona hak verip tostu yedim ama her lokma ağzımın içinde büyüdü, boğazımdan geçerken de düğüme döndü.
“Baksana,” diye mırıldanırken kahveye uzanıp, etrafımdaki kalabalığa kısaca göz gezdirdim. “Akşam ben gelmesem?”
Kartal’ın kaşları havaya kalktı. “O niye?”
Derin bir nefes aldığımda, nefesimin zehri boğazımı yardı ve içimde koca bir boşluk uludu. “Sadece…”
“Bu işin içine duyguları karıştırma, ufaklık.” Kartal bu cümleden hemen sonra kahvesinden bir yudum alıp, duygudan uzak gözlerini gözlerime sapladı. Nefesi, zemheri gecelerden bile soğuktu ama kelimeler nefesiyle birleştiğinde, geçmişten geldiğine inandığım bir yanık kokusu alıyordum. “Bir yola çıktık, duygularımızı arkamızda bıraktık. Ki zaten sert kabuğu olan bir kızsın. Göründüğün kadar ruhsuz olsan yeter.”
“Göründüğümden çok daha ruhsuzum.”
“Gözlerinden de anlaşılıyor.” Göz bebeklerinin içinde kendi yansımamı gördüğümde yeniden konuştu. “Ama şu an sadece hassas, küçük bir kız çocuğu görüyorum. Bunu bize yapma.”
Bize, demesi garip gelse de üzerinde durmamaya çalıştım. Dikkatli bakışları yüzümün sınırlarında büyüdü, beni tam anlamıyla içine çekti. Onun gözlerindeyken uzayın ortasında gibi olurdunuz. Ne boşluğa sürüklenir ne de hareket edebilirdiniz; sabit duran bir yıldızdan farksız hissederdiniz. Etrafınızda galaksiler patlar, gezegenlerin karınları yarılır ve yarıklardan yıldız tozları akardı. Dikkatli bakışları, bir ruhun derisini parmaklarıyla soyabilecek kadar güçlü ve gaddardı.
“Üzgünsün,” demesini beklemediğim için bir an duraksadım. “Ama üzüldüğünde durup öylece beklersen bir şeyleri değiştiremezsin. Ne olursa olsun devam etmelisin, üzüntün geçmese bile hiç değilse sonuna dek gidebilmiş olursun. Bazen sonunu görmek, mutlu olmaktan daha önemlidir, Ölüm Çiçeği.”
“Yine de o mekâna gitmek istemiyorum.”
“Gideceğiz.” Sigarasının uzayan külünü hafifçe silkip gözlerini benden çekerek sigarasının ucunda yanan ateşe indirdi. “Ve son olarak, hedefimiz İrem Naz Parlak. Şu ilaçlarla şişirilmiş vücuda sahip olan hıyar değil.”
“Ne?”
“Erdi miydi neydi, ondan bahsediyorum. Yüz göz olunmasına gerek yok.”
“Emir,” diye düzelttim onu. “İyi bir insana benziyor, bilmiyorum.”
“Tanımadan bilemezsin.”
“Tanırım o hâlde.”
Altın kahve gözleri seri bir şekilde bana çevrilince neredeyse yutkunacaktım. “İşimiz bittiğinde istediğin herkesi tanırsın,” dedi tekdüze, buzdan bir sesle. “Dediğim gibi, duygulara yer yok.”
“Emir o kızlarla samimi gibi,” dedim, imalarından kaçınarak. “Onunla kuracağımız arkadaşlık lehimize olurdu.”
“Akıllıca,” dedikten sonra sigarasının izmaritini kül tablasına bastırdı. Kollarını göğsünün üzerinde toplayıp, kaşlarını çatarak bana dik dik baktı. “Peki ya bu süre zarfında o herife bir şeyler hissedip işleri berbat edersen? Her ihtimali düşünmek lazım.”
Kaşlarım ânında çatıldı. “Emir’e bir şey hissetmek mi?”
“Tekrar etmene gerek yok.”
“Kimseye bir şey hissedecek değilim, saçma sapan varsayımlarını kendine sakla.”
“Dediğim gibi, ufaklık. Bu iş bitene kadar duygulara yer yok. Hiçbir şekilde, hiç kimseye karşı bir şey hissetmeyeceksin. Amacımıza odaklanacağız. Hepsi bu.”
Kollarımı tıpkı onun gibi göğsümün üstünde toplayıp, alaycı bakışlarımı onun yüzüne yerleştirdim. “Peki ya sen İrem’e karşı bir şeyler hissedecek olursan, Alaşan?”
Kartal, burnundan sert bir nefes verdi, bu daha çok bastırılmış bir kahkahanın nefesi gibiydi. Kollarını çözdü, yüzünü yüzüme yaklaştırarak, “Bana bir şeyler hissettirebilecek olan kadın ne yaratıldı ne de yaratılacak,” dedi sıcak nefesini yüzüme yayarak. Çok kısa bir an için, gözleri gözlerimdeyken, o gözlerde bir şeylere rastladım ve bu şey, ne olduğunu bilmesem de beni duraksattı. “Ben hissetmem. Hissettiririm, Lavinia.”
Bir an ona söyleyecek hiçbir şey bulamayıp gözlerinden uzağa sürüklenmek için bakışlarımı farklı bir yöne çevirdim.
“Çok kalmayız, değil mi?” diye sordum sıkıntılı bir sesle. Orada olmak benim için bir şeylerin tekrarı olabilecekken, bir de katlanabileceğimden daha fazla vakit geçirmek ölüm gibi gelebilirdi. Kartal, o âna şahit olmamıştı, iyi ki de olmamıştı ama ben her şeyi zihnimde taşımaya devam ediyordum. Anılar, zihnimin musalla taşına yatırılmış bir tabut gibiydi. Güçlü bir hafıza seni intihara sürükleyebilirdi ve benim hafızam çok güçlüydü.
“Gerektiği kadar,” dedi Kartal. Düşüncelerimi duymadığı için mi bu kadar rahattı?
“Olabildiğince çabuk ayrılalım oradan.”
“Bakarız. Eğer bölümlere göz atabildiysen, hoş o iri, hormonlu hıyarla konuşmaktan vakit bulabildin mi bilemiyorum tabii, bugün buradan erken ayrılalım da hazırlan. Yine kot ve kazak ile dışarı çıkabileceğini sanıyorsan ufaklık, yemin ederim yanılıyorsun.”
Kartal hesabı ödedikten hemen sonra akademiden ayrıldık. Park hâlinde duran cipe ulaşana kadar hiç konuşmadık. Ta ki ben yolcu koltuğuna yerleşip kapıyı kapayana ve emniyet kemerimi bağlayarak yorgun bir şekilde gözlerimi yumana dek.
“Uyu biraz,” dediğini duydum ama gözlerimi açmadım.
Uyku düzenim yoktu ama yorgunluk o kadar sivri köşelere sahipti ki, ruhum o sivri köşelere çarparak yara alıyormuş gibi hissediyordum. Eğer elimde olsaydı, yani tek bir anlığına bu kafanın içinden kurtulabilseydim, eminim uyurdum.
“Uyuyamıyorum,” diye fısıldadım, gözlerimi açtığımda çoktan sahil yolunda ilerlemeye başladığımızı görmüştüm.
“Zombi gibi görünmek istemiyorsan uyumalısın.”
Başımı koltuğa yaslayıp ön camdan akıp giden yola kaşlarımı çatarak bakarken, “Sanki sen uyuyabiliyorsun da,” diye söylendim.
Buna bir cevap vermedi, belki de veremedi. Sessizliği bir ninniye dönüştü ama yine de uyuyamadım. Eve gidene dek bir daha tek kelime etmedi, ben de etmedim. Eve girdiğimiz an, Kartal’ın içki şişeleriyle dolu olan mini barına ilerlediğini gördüm. Üstümdeki deri ceketin fermuarını indirirken onu izliyordum. Kartal, dolaptan bir şişe viski çıkardıktan sonra, pahalı viski şişesini mini barın tezgâhının üzerine koydu ve kristal kadehi çıkardı. Yağmurun atıştırmaya başladığını, cama çarpan su damlalarının çıkardığı patırtıyı duyunca fark ettim. Perdesi açık olan cama baktığımda, gökyüzünün duman grisi olduğunu gördüm. Hafifçe çiseleyen yağmurun bıraktığı jilet kesiği su izleri, camın yüzeyini gözyaşları gibi doldurmuştu. Salon çok solgun, ışıksızdı ve yağan yağmurun göğe emanet ettiği renkler de içeriyi aydınlatmaya yetmemişti. Kartal, viski şişesinin içindeki, rengi gözlerinin rengini andıran içkiyi yavaşça kadehe doldurdu ve bir elini tezgâha koyarak içkiyi tek dikişte içti. Kadehi sertçe tezgâha bırakıp şakaklarını ovaladıktan sonra bakışlarını bana çevirdi.
“Orada kedi gibi beni izleyeceğine gidip hazırlan.”
“Henüz çok erken.”
“Kadınlar hazırlıklarına çok erken saatlerde başlamaz mı?” diye sorarken kaşları çatıldı. “Hâlâ hazır olmadığı için ektiğim kadınlar oldu.”
“Pratik bir insanım.”
Kaşlarını kaldırdı. “Güzel.”
“Mutfağı kullanabilir miyim?”
Bana düz düz baktıktan sonra, “Çişini yapmaya giderken de izin al, olur mu?” diye sordu.
“Laf sokmasan olmaz mı?”
“Olmaz, kaşınırım.”
“Uyuz olduğunu biliyordum.”
Bana dik dik baktı. “Ne istiyorsan onu yap, sormana gerek yok,” dedi.
Salondan çıktığım sırada Kartal yeniden viski şişesine yöneldi, ona bakmasam da bunu hissettim. Ne zamandan beri bu kadar çok içtiğini merak ediyordum. Kardelen’in yokluğu muydu onu bu kadar çok alkol almaya iten? Yoksa hep mi içiyordu? O hayatımın bir köşesinde olsa da onu hiç tanımadığımı şimdi daha iyi anlamıştım. Kalbimin küf tutmaya başlayan sayfaları aralandı, Kardelen’in dudaklarındaki tebessümleri hatırladım ve rol model aldığı abisiyle ilgili anlattığı her şey kafamın içinde çınladı. Abisine hayrandı.
Karanlık koridorda ilerlerken omuzlarıma düşen yorgunluğun tek nedeni uykusuzluk değildi. O küçük apartman dairesini özlüyordum çünkü onunla anılarımız o eski binanın duvarlarında hâlâ yaşıyordu. Kokusu da hâlâ odamda dolanıyor muydu? Sanki o odanın kapısının kulpu ile benim boynum arasında bir ip vardı ve ipi boynuma öyle sıkı dolamışlardı ki, kurtulamıyordum. O odadan uzaklaştıkça, ip geriliyor ve nefesim göğsümü usulca terk ediyordu.
Onsuz kalmak ölüme bir adım kala tekrar ona yakalanmak gibiydi.
Mutfak masasında oturup, masanın üzerindeki sigara paketinden bir sigara aşırmıştım. Bu paketi benim için bıraktığını fark ettiğimde içten içe ona minnet duydum. Evin her köşesinde sigara aradığımı anlamış olmalıydı. Mutfakta bulduğum galetaları mideye indirirken mutfak camının önünde dikilip yağan yağmuru izlemiştim. Öyle çok şimşek çakıyordu ki, sanki şehir bir şeyleri haykırıyordu.
Öğle sonuna doğru evin neredeyse her yerini gezmiş, evi tanımaya başlamıştım. Dişlerimi fırçaladıktan sonra hazırlanmak için odaya gidecekken gözlerim salona dokundu ve birden kendimi salona doğru giderken buldum. Kartal, koltuğa yayılmış, sonunda yakmayı akıl ettiği elektrikli şöminenin önünde oturuyordu. Hemen ayakucunda bir viski, bir de şarap şişesi vardı. Çok şükür ki şarap şişesinin dibini henüz bulmamıştı ama viski şişesi için aynısını söyleyemezdim. Şişe bomboştu ve yana devrilmişti. Sanki kafayı bulan Kartal değildi de şişelerdi.
“Şu Emir zırtingosu mesaj attı,” dedi alkol kokan sesiyle. Burada olduğumu nasıl anlamıştı anlam verememiştim, alkol damarlarını yakarken bile her şeye dikkat kesilebiliyordu. “Hazırlansan iyi olur.”
“Sen hazırlanmayacak mısın?”
“İşimiz sizden daha kısa sürüyor, kadın olmak meşakkatli iş,” dedi sessizce. Konuşurken gözlerinin ateşin yüzeyinde gezindiğini biliyordum.
“Çok özenmeme gerek yok.”
“Oradaki kızların yanında kendini doğum günü partisine çağrılıp partiye üstünde folklor kıyafetleri ve elinde kaşıklarla giden Ayşecik gibi hissetmek istemiyorsan, düzgün giyin.”
“Nasıl göründüğüm kimin umurunda?”
Kartal, derin bir nefes aldı, üstündekini çıkarmıştı ve koltuğa rağmen omuzlarını görebiliyordum. Omuzlarının üstündeki benler çok belirgindi. “İnsanların umurunda.”
“İnsanlar kimin umurunda?”
“Benimle sidik yarıştırmayı bırak da hazırlan.”
Gözlerimi devirip salondan çıktım. Elbise dolabının önünde tıpkı can almak için dakika sayan Azrail gibi dikilmiş, alacağım canın sahibini arar gibi elbiselere bakıyordum. Gece giyebileceğim çoğu parça abartılı, çok seksi ve pahalılardı. Pahalı ve çok seksi olmaları mühim değildi ama abartıyla işim olmazdı. Ben abartının askısı değildim. Herkesin kendi yarattığı bir tarzı vardı ve ben tarzımın dışına çıkmaktan hiç hoşlanmazdım.
Siyah, boğazlı ve giydiğinde bedeni saracağından emin olduğum elbise dikkatimi çektiğinde kaşlarımı kaldırarak hedefime kilitlendim. Uzun kolluydu, boyu uzundu ve sol tarafında derin bir yırtmacı vardı. Askıyı çekip çıkararak elbise dolabının aynasının önüne geçtim ve askıyı üzerime tutup yansımama baktım.
“İyi bu,” diye söylendim. “En azından elinde tahta kaşıklarla burjuva kızların doğum günü partisine giden Ayşecik gibi görünmem.”
Üstümdekileri çıkarıp, siyah bir iç çamaşırı takımını ve elbiseyi giydim. Siyah, ince bantları olan topuklu ayakkabıyı çıkarıp yatağın ucuna oturarak ayakkabıyı giydiğim sırada bir an duraksadım. Ben ne yapıyordum? Henüz onun toprağına düşen gözyaşları bile kurumamıştı ve ben kanayan yaramın kanı kurumuş gibi giyinip kuşanmıştım. Boğazımda bir yumruyla öylece yansımama bakakaldım.
Gözlerimi sıkıca kapatıp, tüm bunları onun için yaptığımı tekrarladım içimden. Bu, onun içindi. Başka bir amacım yoktu. Olamazdı da.
Makyaj masasının önüne gelip saçlarımı sıkı bir topuz yaparak siyah lastik tokayla bağladığımda kulaklarımın boş olduğunu fark ettim. Küçük pırlanta küpeleri kulağıma takarken, takı kutusunun içindeki mücevherleri görmek duraksamama neden olmuştu. Belki çok pahalı değillerdi ama hepsi bir araya gelince bana göre bir servet doğurabilirdi. Hafif rimel ve rengine bakmadan dudaklarıma bulaştırdığım ruj ile yüzüme ânında renk gelmişti. Daha fazlasına ihtiyaç duymadım, içim daha fazlasını kaldırmadı. Ruj koyu mordu, rujun dudaklarımdaki duruşuna bakarken içim hüzünle kaplandı. O da bana gözlerimle çok uyumlu duracağını düşündüğü için koyu mor bir ruj hediye etmişti ve o ruju çok sık kullanmasam da bana alan kişi Kardelen olduğu için en sevdiğim rujum hâline gelmişti. Bir ruj rengi bile bana onu hatırlatıyordu.
Siyah, zinciri gümüş olan çantanın içine ruju ve bileklerimle boynuma sıktığım parfümü koyduktan sonra odadan çıktım. Üşüme ihtimalime karşı yanıma deri ceketimi alacaktım, ceketim salondaki koltuğun üzerinde kalmıştı. Attığım her adımda, sol tarafımdaki derin yırtmaç bacağımı ortaya seriyordu.
Salona girdiğim an, Kartal’ın hâlâ aynı yerde yayılmış hâlde oturduğunu gördüm. Sesi soluğu çıkmıyordu. Eli, koltuğun kenarından yere doğru sarkmıştı ve elinde içki kadehi vardı; kadeh o kadar eğreti duruyordu ki içindeki alkol yere dökülmek üzereydi.
“Cidden,” diye mırıldandım önüne doğru yürürken. “Hâlâ hazırlanma-”
Gözlerimin önünde beliren görüntü, donup kalmama neden oldu. Akıntının beni sürükleyeceği kıyı, kayalıklarla çevriliydi. Bunu hissetmiştim, bunu ona bakar bakmaz anlamıştım. Uzun kirpikleri gözlerinin uykusuzlukla kararan çukurlarını örtmüştü. Dudakları hafif aralık duruyordu, ön dişlerini görebiliyor, aldığı düzenli nefesleri duyabiliyordum. Çenesi sertti, elmacık kemiklerinin gölgesi yanaklarının altına yayılıyordu. Göğsündeki, omuzlarındaki, boynundaki benler ve kollarını saran dövmeler, büyük bir uyumla ateşin ışığı altında onun uzayını süsleyen galaksi ve yıldızlar gibiydi.
Gezegenlerini kucaklamış bir uzay boşluğuna benziyordu.
Sessiz, belki de ifadesiz sayılabilecek kadar boşlukla dolmuş gözlerimi ona diktim. Birden onu izlemenin beni rahatlattığını fark ettim. Kardelen’e benzeyen yanı mıydı beni rahatlatan? Belki de sızdığında daha çekilir biri oluyordu.
“Kar,” diye mırıldandı aniden, kirpikleri hızla hareket etti, kaşları çatıldı. Kalbim beklentiyle kasıldı. Olduğum yerde okunu fırlatacak bir yay gibi gerilirken, dudaklarından dökülecek olan ismin yaratacağı yangını beklemeye başladım. “Kard…”
“Uyan,” diye mırıldandım çünkü o ismi, onun kanayan yarası hâlâ kapanmamışken yine onun dudaklarından duymak istemiyordum. Kalbimi paçavra hâline getiren o isimden kaçma dürtüsüyle, “Alaşan,” dedim. “Uyan!”
Tetikte bir kurt gibi aniden gözlerini açtığında, altın kahve gözler bir süre odağını yakalayamadı. Beyazı kanlanmış gözlerini hızla kırpıştırırken bedeni çoktan ileri doğru atılmış, elindeki kadeh yere düşmüştü. Göğsü hızla inip kalkıyordu. O uyumuyordu, yani birkaç gündür gördüğüm buydu; alkol eşliğinde sızıyordu. Bir süre hızlı nefesler alarak gözlerimin içine baktı.
“Her şey yolunda,” diyebildim renk vermemeye çalışarak. Oysa göğsümde kanlı bir savaşın ilk gong sesi çoktan yükselmişti.
Bakışlarını benden kaçırması beni şaşırttı. Âdem elmasının çizdiği kavisle birlikte sertçe yutkunduğunu gördüm, ardından o kavis kayboldu ve bakışları tekrardan beni buldu. Bıçaklı filtrelere sahip gözleri beni eleğinden geçirirken nasıl tenimde kesik izleri bırakmıyordu merak ediyordum.
“Güzel,” dedi pürüzlü, uykulu bir sesle. “Böyle çok daha iyi görünüyorsun.”
Kaşlarımı çattım ama bir şey söylemedim. Göğsü ter içindeydi, boynu da ter kristalleriyle doluydu ve parlıyordu. Bir anda ayaklandığı için tam önünde durduğumdan yüz yüze geldik. Aramızda birkaç santim ha vardı, ha yoktu. Bedeninden alkolle karışık parfümünün ve kendi öz kokusunun notaları savruluyor, genzime doluyordu. Gözlerimi hafifçe kaldırıp, boy farkımızı en aza indiren topuklu ayakkabıların varlığına şükrederek ona baktım. O da gözlerini indirmiş, başını oynatmadan öylece bana bakıyordu. İlginç bir esintinin sonbahar yapraklarını boncuk gibi ipine dizerek bizim etrafımızda dolaştığını, bizi bir çember altına aldığını hisseder gibi oldum. Garipti ama hissettiğim böyle bir şeydi.
“Hazırlanmalısın,” dedim viski rengindeki altın işlemeli gözlerine bakmaya devam ederken.
Bir müddet sessizce, aramızda azalan mesafeye aldırış etmeksizin dikkatini gözlerime verip bana bakmaya devam etti. Ağır ağır kırpıp geri açtığı gözlerinde duygular yok gibiydi ama bir şeylerin var olduğu gerçeğini de yok sayamazdım. Somut bir şey vardı gözlerinde. Görebiliyordum.
“Hazırlanmalıyım.”
Sıkı topuzum zaten küçücük olan yüzümü germiş, daha belirgin bir hâle getirmişti. Biraz açık bir alına sahiptim, sıkı topuz yaptığımdan alnım daha da belirgin bir hâle gelmişti. Bu kadar açık olması beni rahatsız ediyordu ve Kartal’ın bakışlarının alnıma dokunduğunu görebiliyordum.
Sanki zihnimin içinde geziyor, düşüncelerime dokunabiliyormuş gibi, “Alnını sevmiyor musun?” diye sordu aniden, aramızdaki mesafe bir türlü açılmıyordu.
Kaşlarımı çatınca alnım gerildi ve acıdı. “Bu da nereden çıktı şimdi?”
“Alnına baktığımda geriliyorsun.”
İyi bir gözlemci olduğunu her zaman bilmiştim. “Alnımla ilgili bir problemim yok,” diye homurdandım. “Biraz geniş, hepsi bu.”
Kartal kaşlarını yukarı kaldırırken, “Biraz mı?” diye sorunca ona dik dik baktım.
“Evet, başka soru?”
Elini usulca kaldırdı, aramızdaki mesafe azlığından dokunuşu dirseğimden yukarı sürtünmüştü. Ürperdim. Parmaklarının ucunu alnıma dokundurunca, şaşkınlık bir mürekkep olup darbesini çehreme indirdi.
“Bayağı geniş,” diye mırıldandı. “Seni çocuksu gösteriyor.”
“Nasıl göründüğüm umurumda değil,” diyerek gözlerimi farklı bir noktaya çevirdim.
“Utanıyor musun?”
“Utandığım falan yok, Doktor,” diyerek parmaklarımı göğsüne yerleştirip onu ittiğim an, bu yaptığımın bir hata olduğunu fark ettim. Parmaklarıma bulaşan terinin neminden ziyade, göğsündeki sıcak yangına dokunmuştum. Bir an gözlerimiz buluştu ve ellerim onun çıplak göğsünde asılı kaldı.
Gözlerindeki ipin üstünde bir cambaz vardı ve cambazın tek tekerlekli bir bisiklete binmiş, ipin üzerinde kayarak benim gözlerime doğru hızla geldiğini gördüm. “Hazırlanmalısın,” dedikten sonra hızla elimi göğsünden çektim ve ona bakmadan koltuğun kenarındaki deri ceketimi alıp çıkışa yöneldim.
Kartal yalnızca beş dakika içinde duş almış, tıpkı söylediği gibi ışık hızıyla giyinmişti. Hâlâ ıslak olan saçlarını parmaklarıyla dağıtarak odasından çıktığında koridordaki duvara sırtımı yaslamış onu bekliyordum. Beyaz spor bir gömlek giymiş, üstten birkaç düğmeyi açık bırakmıştı. Boynundan aşağı sarkan kolyeyi o an fark ettim. Bir zincirin ucuna tutturulmuş küçük bir silindir. Kolyesine dikkatle baksam da ne olduğunu anlayamadığımdan çok da üstünde durmadım. Altında siyah bir pantolon ve ayağında da asker postallarından vardı. Cüzdanını ve arabanın anahtarını arka cebine attıktan sonra deri ceketini giydi.
Evden çıkıp araca varana dek pek konuşmadık. Buraya geldiğimiz gece beni önüne götürdüğü mekâna gideceğimizi bildiğimden gergin hissediyordum. Aracın tavan lambası yanmıyordu. Yalnızca gösterge panelinden yayılan ışık ve içeriyi ara sıra aydınlatan sokak lambalarının ışığıyla idare ediyorduk.
“Çok fazla parfüm sıkmışsın,” diye fısıldadıktan sonra aracın camını indirdim ve rüzgârın yüzüme indirdiği darbeleri huşuyla karşıladım.
“Köpek gibi içtim,” dedi sanki normal bir şeyden bahsediyormuş gibi. “Etkilemem gereken kızın yanına tüp gibi mi gitmemi istiyorsun?”
Göz ucuyla ona bakıp, “O kız zaten cepte,” dedim ve daha sonra kurduğum cümle beni rahatsız ettiği için kaşlarımı çattım. Biriyle ilgili böyle bir cümle kurmak hiç hoş değildi.
“Cazibeme kapıldı bile,” dedi keskin gözlerini yoldan ayırmadan. “Karşı konulması imkânsız bir auram var ve İrem gibiler bu auraya asla hayır diyemez.”
“İrem gibiler derken?”
“Kurcalama.”
“Aşağılayıcı konuşma o zaman,” dedim dişlerimin arasından.
Tek kaşını kaldırıp omzunun üstünden bana baktı ve “Aşağılamıyorum,” dedi. “İnsanların karakterleri vardır, küçük hanım. İrem’in karakterini görebiliyorum. Esrarengiz şeylere çekiliyor, görüntü onun için biraz daha ön planda ve ilgisini göstermekten çekinmiyor. Yani hepimizi sınıflandıracak olursak, İrem gibiler de vardır, Kartal gibiler de vardır, Lavin gibiler de vardır. Bu aşağılama değil. Dosyayı infaza taşımaya çalışan bir savcı gibi davranıyorsun.”
“Yine de İrem gibiler derken kullandığın ses tonu çok irite edici.”
“Tamam, İrem’den özel olarak özür dilerim,” dedi gözlerini devirerek.
“Ne hâlin varsa gör ya,” diyerek bakışlarımı yola çevirdim.
“Sana yaranılmıyor.”
“Alaycı konuşmalar yapıp sonra da yaranmaktan bahsetme.”
“Bana ters yapıp durma,” dedi sadece, daha sonra bakışlarını yeniden yola çevirdi ve tek kelime etmedi. Mekânın önüne geldiğimizde kalabalık beni gerdi. İnsan yığınına dehşet içinde baktım. Müziğin şiddeti, aracın içine sızmayı başarmıştı ve ışıklar mekânın duvarlarını yarıp gökyüzüne uzanıyordu.
“Çok içmek yok,” dediğinde bana değil, mekânın önündeki izdihama bakıyordu. “Daha başlamadan işleri batırmayalım. Ayrıca gözümün önünden de ayrılmamaya çalış.” Bakışları aniden bana çevrildi. “Ve söylediğim gibi, his yok.”
Yanaklarımın içini şişirip, “His yok,” diye homurdandım. “Vurgulamana gerek de yok, zaten bir şeyler hissetmek için burada değilim ben.”
“Sen bir yükselmeden konuşmayı öğrensene önce,” dedi sert bir sesle.
“Artık inip işimizi halledebilir miyiz?”
“Soru eklerini kullanabiliyormuşsun en azından.”
“Evet, senin aksine,” dedikten sonra aracın kapısını açıp, onu beklemeden kendimi dışarı bıraktım. Gürültü, kendimi dışarı atmamla daha da çoğaldı ve müziği sızdıran baslar, kalbimin derinliklerinde çınlıyormuş gibi rahatsız bir hisle dolmama neden oldu. Müziğin sesini bastıracak olan ambulansın siren sesini duyacakmışım ve ambulans her an bir yerden fırlayacakmış hissini içimden söküp atamıyordum.
Kartal arkamdan geliyordu, hissettim ama yavaşlamadım. Mekânın önüne düşen her bir adımım bir kürek darbesiydi de ben de mezarımı kazıyordum sanki. Bu hissin beni asla terk etmeyeceği gerçeğini kabullenmeye başlamıştım. Geçmeyecek bir şeyi kabullenmek, geçecek bir şeyin acısını yüreğine zincirlemekten çok daha kolaydı.
Birkaç adım sonunda artık giriş kapısının önündeydim. İri kıyım korumaların yanında onlardan farksız görünen Emir görüş alanıma girdi. Siyah gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıvamış, yüzünde hatırımda kalan gülümsemesiyle iri adamlarla konuşuyordu. Cümlesini bitirip benden tarafa baktı, tam bakışlarını benden çekiyordu ki tekrar bana doğru bakıp kaşlarını çattı ve bir süre duraksadıktan sonra, “Lavin,” dediğini duyar gibi oldum. Gürültüden dolayı yalnızca dudaklarını oynattığını görebilmiştim.
“Mesafeni koru,” diye fısıldadı Kartal, hemen dibimden rüzgâr gibi geçerek kapıya yönelirken.
Alnımda oluşan küçük çizgi, çatılan kaşlarımın bekçiliğini yapıyordu. Kartal’ın arkasından ilerleyip, Emir’in yanında durdum. Kartal, Emir ile el sıkıştıktan sonra iri kıyım bodyguardlara selam verdi ve mekânın kapısından içeri adımını attı. Ben de çenemle Emir’i selamladıktan sonra Kartal’ı takip ettim. O korkunç tanıdıklık hissi, zihnimin pıhtılaşan kan damarlarının aniden gür bir kan akınıyla ırmağa dönüşmesine neden oldu. Bu mekân, o mekânın neredeyse görsel bir kopyasıydı. Aşağı doğru kıvrılan ürkütücü merdivenlerin duvarlarına vuran kızıl ve yeşil ışığın tenime çarptığını, ruhuma ulaştığını ve o günün sanki şu an yeniden yaşanıyormuş gibi hafızamdan dışarı sızmaya başlamasına neden olduğunu hissettim.
Aşağı doğru kıvrılarak devam eden merdivenleri indiğimiz sırada Kartal’ın omuzlarının gerildiğini gördüm. Kalabalık odağıma düştü ve dans eden kalabalığın nefesi tenime bulaşmış gibi tiksintiyle yüzümü buruşturdum. Kimisinin nefesinde arsız istekler gizleniyordu, kimisi ise ya uyuşturucu ya da alkol açlığıyla dişlerini gıcırdatarak dans ediyordu. Emir’in tam arkamda olduğunu fark ettiğimde kalabalığın içinde ilerlemeye başlamıştım. İrem, Berra ve Ceyda’yı tanımak çok zor olmamıştı. VIP olduğunu bildiğim en gösterişli loca, diğer masaların üstünde, resmen havada duruyor gibiydi.
İrem, kan kırmızı elbisesinin içinde iddialı ve ateş gibi yakıcı görünüyordu. Saçlarını salmış, dümdüz fönlü saçları bir jilet edasıyla ince beline dökülmüştü. Berra ve Ceyda da tıpkı İrem gibi göz alıcı görünseler de onlar daha sadeydi. İrem, o hengameye rağmen bizi fark etti ve gözlerimiz buluştuğu an elini hafifçe kaldırarak gülümsedi.
Tüm mekânı kuşbakışı seyredebilecekleri masaya tırmanan merdivenleri çıkarken, Kartal ve Emir arkamda kalmışlardı. Saf deriden yapılma siyah koltuğun köşesine yerleşip ısmarlama bir tebessümle kızlara baktım. İrem, hemen yanımda oturuyordu, bana doğru kaydığında bakışlarım sertleşti ama geri çekilmedim. Kartal ve Emir basamakları tırmanırken, Kartal’ın gözleri İrem ve benim üzerimdeydi.
“Gelmeyeceğinizi düşünmüştüm,” dedi İrem, kulağıma doğru hafifçe bağırarak. “Ekilmediğime sevindim.”
Başımı sallayarak ona baktım, bir an bana boş boş baktı. Ardından tekrar gülümseyerek kulağıma yöneldiğinde elimde olmadan gözlerimi devirdim. “Kartal hep böyle midir?” diye sorunca, iki kaşımın ortasındaki yarığın derinleştiğini hissettim. Bakışlarım Kartal’ı buldu, hemen çaprazımdaki koltuğa yerleşip rahatça oturduktan sonra sert bakışlarını siparişleri almak için basamakları tırmanan çocuğa çevirdi.
İrem’in kulağına doğru yaklaşıp, “Nasılmış ki Kartal?” diye sordum. Pahalı parfümünün kokusu sertti, narenciye notalarına sahipti ve onun porselen tenine yakışmıştı.
“Gizemli,” dedi İrem, o an Kartal’ın gerçekten iyi bir analizci olduğunun farkındalığıyla gözlerimi kıstım. “Onda ilk gördüğüm şey bu oldu. Hep böyle midir?”
“Kısmen,” demekle yetindim.
Kartal’ın abanoz sertliğindeki bakışları bana dokunduğunda, masadaki sessizlik, mekânın gürültüsünü bastıracak kadar yoğundu. Gözleri alev gibi ruhumu sardı.
“Ne içeceksiniz?” diye sordu gözlerini benden ayırmadan. Sanki ateşin teğet geçtiği altın rengi gözleri pot kırmamam gerektiğini yansıtan bir metni gözlerime seriyordu.
“Ben bir Kiwily alırım, fazla sert gitmek istemiyorum,” dedi Berra başını koltuğa yaslayıp, yanaklarının içini şişirerek.
“Onun içinde votka olduğunu unuttu,” diye homurdandı Ceyda, ardından bakışlarını siparişleri bekleyen çocuğa çevirdi. “Bebeğim, şimdi sana bir klişe yapacağım, beni iyi izle,” dedi. “Her zamankinden!”
Siparişleri bekleyen çocuk bıyık altından gülerek not defterine bir şeyler karalayarak başını salladı. Bu Ceyda’nın gülümsemesini derinleştirdi ve aralarındaki muhabbeti merak etmesem de Emir ve İrem’in de gülüştüklerini gördüm.
“Margarita,” dedi İrem, lafı uzatmadan.
“Sabah derse gireceğim ulan,” dedi Emir, açık renk saçlarının arasından parmaklarını geçirip yüzünü asarak. “Vişne suyu içeyim en iyisi.”
Berra gözlerini devirerek, “Emir,” diye söylendi.
“Ne var ya? Taner Hazretleri ile aynı evde sen kalmıyorsun, ben kalıyorum.” Emir kaşlarını çattı. “Ama sizden korkan da sizin gibi olmasın mı şimdi? Daya bana likörü, aslanım.”
Bir an gülmek istedim ama bunu yapamadım. En son içten kahkahamı yine böyle bir ortamda, Kardelen ile ne içeceğimize karar vermeye çalışırken atmıştım. Emir, tuhaf bir şekilde Kardelen gibi davranıyordu. Uzaklarda bir yerlerde bir fırtına koptu, ağaç devrildi ve devrilen ağacın altında ikimizin omuz omuza duran gölgeleri kaldı.
“Sen?” dedi İrem bana doğru dönerek, bu kadar sıcakkanlı görünmesini yadırgadım çünkü biraz burnu havada birine benziyordu. Onu yargılamak istemediğim için nötr düşünmeye çalıştım.
“Fark etmez.”
“Ona bir Cosmopolitan, bana da Absent,” dedi Kartal, sesi sertti.
“Sek mi shot mu, efendim?”
“Sek,” dedi Kartal.
“Biraz… Sert…” Emir şaşkın şaşkın Kartal’a baktı. “Ulan o şey sek içilir mi? Midesiz misin? Baştan diyeyim, evine kadar seni taşımaya hiç niyetim yok.”
Kartal’ın gözlerini saran alayı izledim. “Hiç gerçekten içki içmedin, değil mi?” diye sordu birdenbire. “Yoksa iki bira ile sarhoş olanlardan mısın?”
“Bu adam bana kıl oluyor.” Emir kaşlarını kaldırıp, ellerini teslim oluyor gibi havaya kaldırdı. “Kuzenine asılmıyorum, bro.”
Kartal pürdikkat Emir’e bakıp, “Zaten asılamazsın,” dedi.
“Hiç şansım yok,” derken Emir’in sesinde alay vardı.
Kartal onun aksine ifadesizdi. “Kesinlikle.”
Siparişlerin masaya gelmesi yalnızca iki, üç dakika sürdü. Daha önce hiç Cosmopolitan içmemiştim, kokteyllerden anlamıyor değildim ama genelde daha sert şeyler tüketiyordum. Yine de Kartal’ın benim için seçtiği kokteyli de beğenmedim desem yalan olurdu. Kokusu güzeldi, bu içmeyi daha keyifli hâle getiriyordu. Masada anlam veremediğim bir sohbetin temeli atılmıştı. Kartal, konuşmaktansa gözlem yapıyordu, bakışlarındaki nefret ateşinin ışığı hiç sönmemişti.
“Bu arada,” dedi Emir, bilmem kaçıncı likörünü yuvarlarken. “İstanbullu musunuz yoksa başka bir şehirden mi geldiniz? Kartal’ı birkaç kez Burak’ın yanında görmüştüm ama Lavin’i daha önce hiç görmedim.”
Kartal sabit bir sesle, “Burak’la birbirinizi yakından mı tanıyorsunuz?” diye sordu ama aslında sesinin arkasında saklanan bir şüphe vardı. Emir’in Burak’ı yakından tanıyor olması, Kartal’ı ele verebilirdi.
“Hayır, spor salonunda takıldığı zamanlar ara sıra ayaküstü sohbetlerimiz oluyordu. Genelde sporla ilgili konuşuyorduk ama çok iyi çocuktur, severim onu.”
Kartal sakince, “Antalya’da yaşadık uzun süre,” dedi ve içkisinden bir yudum aldı.
İrem avuçlarını birbirine çarpıp, “Vay be!” dedi heyecanla. “Antalya kızısın, öyle mi? Yaz aylarında sık sık geliyorum oraya. Bizim mekânın bir şubesi de Antalya’da. Hiç gittiniz mi?”
Silahın namlusundan fırlayan bir kurşunun hızını aratmayacak derecede büyük bir hızla karnıma saplanan acı, gözlerimin rengini, kanlı uzuvların uçuştuğu bir savaşın ortasında, oğlunun cesedinin parçalarını toplayan annenin yüreğinde kaynayan ağrının rengiyle değiştirdi. Gözlerim bal değil, kan rengiydi. Bir an Kartal ile göz göze geldik, gözlerinin ardına dizilmiş cesetleri gördüm.
Yaralıydık.
“Hayır,” dedi Kartal. “Antalya’nın gece hayatına çok aşina değiliz. Antalya’da çok fazla takılmıyorduk yani.”
“İyi yapmışsınız. Antalya’nın gece hayatı sanılandan daha kirli,” dedi İrem, yanaklarının içini havayla şişirerek. “Oradaki mekânda olay hiç bitmiyor. Babam da bu durumdan oldukça rahatsız. Geçenlerde bizim mekânda büyük bir olay yaşandı. Konuya tam hâkim değilim ama sanırım genç bir kız hayatını kaybetmiş. Kız bağımlıymış. Yani bu korkunç durumun bizim mekânla ilgisi yok.”
“Bağımlı olduğu alnında mı yazıyormuş?” diye sordum bir anda. “Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun?”
“Lavinia,” diye fısıldadı Kartal, İrem bana şok içinde bakakaldığından Kartal’ı duymadı bile. “Sakin.”
“Hey,” dedi İrem. “Emin falan konuşmuyorum. Tamam, biraz hassas bir konu ama ölüm sebebi buymuş.”
“Duyduğun şeyler hakkında, sanki o an oradaymış ve her şeyi biliyormuş gibi konuşmanı rahatsız edici buldum,” dediğimde İrem’in kaşları çatıldı. “Orada mıydın?” diye sordum aynı şekilde kaşlarımı çatarak.
Çünkü ben oradaydım.
İrem şoka uğramış gözlerle bana baksa da kaşları hâlâ çatıktı. Emir, elini kaldırdı ve “Hanımlar!” dedi ortamı yumuşatmaya çalışır gibi. “Bu hassas bir konu ve bir bakıma Lavin’i haklı buluyorum, İro.” Emir’in sesi her nedense sert geliyordu. “Sakin olun, konuyu değiştirin.”
“Üzgünüm,” diye fısıldadı İrem, ardından elini omzuma koyup hafifçe okşarken, “Haklısın,” dedi çekingen bir sesle. “İlk günden senin gözünde kendimi kötü bir duruma düşürdüm. Hadi biraz dans edelim.”
Bir an göz ucuyla ona baktım. Yüzüne çarpıp göz rengini değiştiren tavan ışıklarının altında bana pişmanlıkla bakıyordu. Gözlerinde samimi bir pişmanlık görmek beni çok şaşırtmıştı doğrusu. İrem’in özünde iyi bir insan vardı, muhtemelen bunu havalı görüntüsüyle örtbas ediyor, hatta etrafındakilere üstten bakışlar atarak yüreğindeki iyiliği gizliyordu. Neden gizleme gereği duyduğunu bilmesem de ona duyduğum anlık öfke, onun iyi bir insan olduğu gerçeğini bile geri plana atmama neden oldu.
Boş bakışlarım genişledi. Bir an ortamın değişeceğini sandım. Karşımdaki sarışın kızın yüzü değişecek, sarı saçların yerini koyu renk, dalgalı ve gür saçlar alacaktı. Dolgun dudaklar, çekik iri gözler ve giydiği kazağın açıkta bıraktığı yıldızları tenine indirmiş o müthiş uzay görüntüsünü tekrar görecektim. Genişle gülümseyecek, “Canım Bal,” diyecekti bana her zamanki gibi. “Canım Bal, gülümse biraz!”
Canım Bal.
“Üzgünüm,” diye fısıldadım gözlerimi İrem’den uzaklaştırarak.
Masaya durmadan gelen içki kadehleri ve kokteyller, bulanan zihnime sis gibi çökmeye devam etti. Tutuşmuş kelimelerimin üzerini kaplayan alkol, içimdeki ateşi yükseltiyor ve ben sustukça, içimdeki yangın daha da büyüyordu. Müzik ve tanıdık gelen, hafızamın büyük bir kısmını yıllar geçse de kaplamaya devam edecek olan bu mekânın duvarları, üzerime üzerime geliyordu. Alkol kanımı yavaşça doldurmaya, kanımın içinde yüzmeye başladı.
Kartal, çok içme dese de içmeme engel olmadı, sanırım bana baktığında kontrolü elinde tutabilen birini görmüş olmalıydı. Berra ve Ceyda’nın hemen aşağıda çılgınca dans edip, ellerindeki içki kadehlerini kafalarına diktiğini görüyordum. Votkanın midemde çaktığı ateş, tekilanın yanında yaladığım limon ve tuzun yakıcılığıyla çarpışıyordu.
Kartal, herkesin aksine tepkisizdi.
İrem ve Kartal’ın hemen karşımdaki koltukta yan yana oturduğunu fark ettiğimde, bakışlarım onlara kilitlendi. İrem, önündeki viski kadehinden bir yudum aldıktan sonra Kartal’a sokuldu ve onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Kartal, yüzüne çarpan, rengi ölümü anımsatan ışıkların altında parlayan ruhsuz bakışlarını dans eden kalabalığa saplamıştı; umursamaz görünüyordu.
“Dans edelim!” dedi Emir aniden bana doğru eğilerek. Görüş alanımı kaplayan iri cüssesine, ardından da kalabalığa baktım.
Onu gördüm.
“Canım Bal!” diye bağırıp olduğu yerde zıpladı, elindeki kokteylin uzun ve süslü pipetini dudaklarının arasına aldığını gördüm. Uzun, dalgalı ve koyu renk saçları parlaktı; tıpkı ruhu gibi, saçları da neşeliydi. Savruluyordu. Ona çarpıp geçen adamlara kötü kötü bakıp arkalarından dil çıkarıyor, hemen sonrasında neşeli bakışlarını bana çevirip, “Hadi ama! Oturmaya mı geldik?” diyerek olduğu yerde döne döne dans etmeye başlıyordu.
Sonra kayboldu.
“Hadi?” Emir’in sesi, Kardelen’in sesini yuttu ve kumdan kalem, çarpan dalgayla birlikte dağılarak yıkıldı. “Ee ama hadi!”
Emir, beni tutup basamaklara çektiğinde ayak tabanlarım acıyordu. Kartal’ın keskin bakışlarını sırtımda hisseder gibi oldum. Dans pistine sürüklenirken gözlerim insanlara dokunuyordu. Emir beni serbest bırakıp, iki elini havaya kaldırarak ağır ağır dans etmeye başladı. Kıvrak bedenine eklediği asalet, erkeksi görüntüsünü daha da çekici hâle getiriyordu ve bu, onun gerçek bir dansçı olduğunu fark etmeme yetmişti. Çevremizdeki kızların çığlık atarak Emir’e döndüklerini gördüm. Emir, hafif bir ritim eşliğinde üstündeki gömleğin düğmelerini çözmeye başladığında, çığlıklar ıslıklarla taçlanıyor, etrafını saran kadınlar aç bir kurt gibi Emir’i izliyordu.
DJ, gürültülü bir ıslık çaldı ve ışıklar aniden değişti. Her şey yavaşladı, insanlar yavaşladı. Allak bullak bir zihinle etrafımdaki insanları izledim. Beyaz ışık, gür bir patlamayla yerini yeniden hızla dönmeye başlayan rengârenk ışıklara bıraktı ve Emir, dansına kaldığı yerden aynı hızda devam etti. Berra ve Ceyda, kolonların üzerine çıkmış, Emir’e alkış tutuyor ve dans ediyorlardı.
Boynumdan sicimle akan ter, zihnimden akan kan ile aynı hızla ilerledi. Boğulduğumu hissettim. Işıklar sanki bir duvardı ve bedenime çarptıkça beni sıkıştırıp ruhumu eziyordu. Mekân bir enkazdı ve ben o enkazın altında kalmıştım. Aniden etrafıma savurmaya başladığım ürkek bakışlarımı durduramadım. Birdenbire çığlık atacağımı sandım. Bir ölüm çığlığı. Mekândaki tüm camlar parçalanacak ve kırıkları sırtıma batacaktı.
Eski bir anı hızla bana doğru geldi, takvim yapraklarından bir girdabın etrafımı sardığını hissettim ve artık şimdide değil, geçmişin içindeydim.
Antalya’nın geceleri, yaz kış fark etmeksizin renkli ve kalabalıktı. Gece hayatına çok alışkın olmasam da gecelerini çözecek kadar Antalyalı olmuştum. Aynanın önüne geçip beyaz elbisemin fermuarını yukarı çekerken bakışlarım saate kaydı.
Nerede kalmıştı bu kız?
Kapı bir anda açılınca dudaklarıma yerleşen kıvrım büyüdü. Gülümsediğim son gece olduğunu bilmiyordum; yanaklarımdaki gülücük çizgilerinin bana hatıra olarak kalacak olan yara izleri olduğunu bilmiyordum.
“Abim Adam sorun çıkarmadı!” diye bağırdı Kardelen kendini yatağıma atarken. “Bugün içim rahat şekilde gecelere akabilirim.”
Yatak onu küçük bir futbol topu gibi iki kez zıplattıktan sonra durdu ve kafasını ters şekilde yatağın ucundan sarkıtarak bana baktı. “Beyaz giymişiz,” dedi kaşlarını imayla kaldırıp indirerek. “Canım Bal, beyaz tamamen senin rengin.”
Abisine daima, Abim Adam şeklinde seslenirdi, aynı şekilde bana da Canım Bal derdi. Bu beni gülümsetiyordu, ona dair her şey dudaklarımdaki tebessümlere dönüşüyordu. Beni gülümsetebilen tek insandı.
“Uzun ve güzel bir gece olacak,” dediğini hatırlıyorum, anılardan sıyrılarak gerçekliğe dönmeme birkaç saniye kala. “Gece döndüğümüzde senin kollarında uyumak için sabırsızlanıyorum!”
O gece geri dönemedik. O gece birlikte uyuyamadık.
O gecenin son gecemiz olduğunu bilmiyorduk.
Aniden kusma isteğiyle etrafımdaki kalabalığı ite ite ilerlemeye başladım. Elbisem, kendi yarattığım rüzgârla bir flama gibi dalgalanıyor, yırtmacım daha da aralanarak çıplak bacağımı ortaya çıkarıyordu. İttim, insanları durmadan ittim. Dar bir koridora girdiğimde sesler belli düzeyde kesildi ve o an tuvaletin önünde olduğumu fark ettim.
Kapı aynıydı.
Kayıp aynıydı.
Acı farklıydı.
Olduğum yerde donmuş şekilde tuvalet kapısına bakarken ruhumdaki sızının şiddetlendiğini hissettim. Parmaklarım kapıya uzandı. Zihnimde bir kalem hareket etti, ucu mürekkepli değildi, ucu kurşundu. Saplandı. Bir ninni duyuldu içeriden, bir ses ölümü fısıldadı, acı bir çığlık kaybın habercisiydi. Kapı açıldı. Kayıp parçalandı. Geçmişin kanı bir dalga gibi ayak bileklerime vurup koridora yayılmaya başladı. Bazen olmazdı, bazen kaçamazdın, bazen kaçtığın şey, içine sürüklendiğin, içine koştuğun şeye dönüşürdü. Kaçtığım şeyin ortasına beni sürükleyen yine kendi ayaklarım olmuştu.
Bir melek, koparılmış kanlı kanatlarını beyaz mermerin üzerine bıraktı.
Beyaz floresan ışığından gelen cızırtılı ses, o gecekiyle aynıydı.
Ama yerde bana ait bir şey can çekişmiyordu.
İçeri ilk adımımı attığımda, topuklu ayakkabımın yere emanet ettiği ses, duvarlarda boş bir çınlamaya dönüştü. Gözlerimi hızla kapattım ve gözlerimi kapatabildiğim gibi içimi kavuran hisleri de kapatabilmeyi istedim. İnsan hislerinden kaçamıyordu, insan hislerinin esiriydi. Hislerimi kapatmayı denediğim olmuştu ama bunu eyleme dökmeye çalışsam da hiçbir zaman zafere ulaşamamıştım.
Zorlanarak da olsa lavabo tezgâhına tutundum ve kafamı kaldırıp aynaya çizilen yansımama baktım. Gözlerimin altındaki koyu halkalar belirginleşmişti, iri gözlerim ışığa rağmen gölgelerle doluydu. Dudaklarımı birbirine bastırırken ağlamamak için dişlerimi sıkmıştım ama çenem her ne kadar kilitlense de gözlerimin yanması geçmedi.
Onu düşündüm. Sadece onu. Tek dostumu. Kahkahalarımın mimarını, gözyaşlarımın limanını…
Ruhun bedenden ayrıldığı gibi ayrılmıştık birbirimizden. Ben bedendim. O ruh.
Kafamın içinde çanlar çalıyor, bir ölüm senfonisi yavaşça aklımın perdelerini aralayarak içeri sızıp, saklanan düşüncelerin olduğu odaları acı müziğiyle dolduruyordu.
Geçmişin içinden uzanan sesi yavaşça zihnimde yankılandı.
“Saysana, kaç tane benim var?”
Gülümserken dudaklarım titredi ve o anıya seslendim.
“Gökyüzü tane.”
Gözlerim taştı ama gözlerimden akan gözyaşı değil, benzindi. Gözlerim yanıyordu. Yaşlar yüzüme inmeden hemen öncesinde gözlerimi kaldırıp tavana bakarak gözyaşlarıma başkaldırdım ama kirpiklerim çoktan sırılsıklamdı.
Kafamı indirip tekrar aynaya baktığım an Kartal’ı görmeyi beklemiyordum. Yansımasının gözleri benim yansımamın gözleriyle çakıştığında kalbim şiddetle çarptı. Kızarmış, nemli gözlerimi onun ruhu sıyrılmış gözlerinden ayırmadım.
“Çok fazla içtin,” dedi.
“Yanlış bir şey yapmadığıma göre, çok içmiş olmamın bir sakıncası yoktur, değil mi?” diye sorduğumda, sesimde her neyin varlığını hissettiyse kaşlarının çatıldığını gördüm. Bakışları daha da derinleşti.
“Evet,” dedi yeniden konuştuğunda. “Bir sakıncası yok.”
“Anladım.” Gözlerimi onun yansımasından anlık olarak çekip, “Her şey daha farklı olabilirdi,” diye fısıldadım. Tekrar ona baktığımda yüzü ifadesiz olsa da dişlerini sıktığını fark ettim. “Değil mi?”
“Ama her şey tam da bu şekilde oldu ve artık bunu değiştirebilmek imkânsız,” dedi, sesindeki yatıştırıcı tını beni anlık olarak şaşırtsa da renk vermedim. Kabuğu anlık da olsa kırılmış gibiydi, o kırığın köşesinden asıl benliğiyle bana bakıyormuş gibi hissetmiştim.
“Biraz dışarı çıkmak istiyorum,” dediğimde bunu reddedeceğini düşünüyordum ama sadece başını aşağı yukarı sallayarak bu isteğimi onayladı. “Hâlâ anlayışlı bir yanının olmasına sevindim.” Ona doğru döndüm, gözleri gözlerimdeydi, kurduğum cümle onun için bir anlam ifade etmiyormuş gibi gözlerimin içine sessizce baktı. Ona doğru bir adım atıp, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım ve yanından geçerek lavabodan çıktım.
Ağır adımlarla koridorda yürürken omuzlarıma çökmüş yükleri çok net hissediyordum ama bu yükleri Kartal dışında görebilecek biri yoktu. Dışarıdan bana bakan biri, kafası güzel, dalgın bir kadın görürdü. Hepsi buydu. Oysa içimde bir cehennem yanıyordu.
Kalabalığın içinden bir yıldız gibi kayıp geçtim. Kendimi sokağa bıraktığımda insanlar varlığımı önemsemedi çünkü herkes yeterince sarhoştu, herkes yeterince eğleniyordu. Bense güzel kıyafetler giydirilmiş, özenle süslenmiş bir ceset gibi aralarında öylece duruyordum.
Biri arkamdan, “Ölüm Çiçeği,” diye seslendiğinde, bu kişinin kim olduğunu bilsem de dönüp bakmadım.
Kollarımı birbirine bağladım, omzuma taktığım çanta her bir adımımda yan tarafıma çarpıyordu. Biri oldukça yumuşak bir şekilde kolumu kavradığında, topuğum yamuldu ama düşmemeyi başardım, beni tutan elin sahibi bedenimi kendisine doğru çevirdi.
“Yalnız kalmak istiyor olabilirsin ama şu an kafan bu kadar güzelken bu doğru bir seçim olmaz.” Ona gözlerimde beliren soru işaretleriyle baktığımda elini usulca tenimden ayırdı. “Biliyorsun,” derken sesi biraz öncekine göre daha sertti. “Şu an ikimizin de hayatında duygulara yer yok.”
“Senin kalbinin içindeki kan mı kurudu?” diye sordum kısık sesle.
Ona tokat atmışım gibi irkilse de gözlerindeki soğukkanlı ifade kaybolmadı.
“Belki de bu kadar çok içmemeliydin.”
“Az önce sorun olmadığını söylemiştin.”
“Az önce gözlerimin içine birazdan titreyerek ağlayacakmışsın gibi bakmıyordun.” Gözlerimin içine dikkatle bakması kalbimi neredeyse durduracaktı. “Tıpkı bir çocuk gibi bakıyorsun. Çok savunmasız görünüyorsun. Alkol seni savunmasız birine dönüştürüyorsa, içmemelisin.”
“Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsun?”
Bir an sustu, saniyeler etrafımızda akıp gidiyordu ama Kartal, konuşmadan gözlerimin içine bakıyordu. Sonunda, “Buna mecburum,” dedi.
“Yani mecburiyetten mi?”
“Çocuk gibi sorular sorma,” diye fısıldayıp tekrar koluma dokununca irkilerek ona baktım. “Sana dokunduğumda neden irkiliyorsun? Benden mi korkuyorsun?” diye sordu bu kez. Ona cevap vermek istedim ama sanki o benden bir cevap almak istemiyormuş gibi, “Arabaya gidelim,” dedi birdenbire.
“Dur da biraz nefes alayım,” dedim sertçe.
“İşleri yokuşa sürmeyi bırak,” demesini beklemiyordum. Sesi birdenbire yine buzlarla kaplanmış, gözleri o buzların içinden dışarı çıkan keskin dikenlere dönüşmüştü.
“Sadece nefes almaya çalışıyorum. Beni buradan kaçar gibi götürmen daha çok ilgi çekmez mi sanıyorsun?” Burnumu sertçe çekerek sorduğum soru onu öfkelendirdi. Gerçi sorduğum soruya mı yoksa burnumu çekerek ona bakmama mı sinirlenmişti orasını çok da anlayabilmiş sayılmazdım.
“Şu siktiğimin yerine nefes almak değil, intikam almak için geldik,” dedi tıslar gibi. “Bana bak, gözlerimin içine bak.” Bana doğru bir adım atınca bedenim gerginlikle kasıldı. Tutuşu hiç sıkı olmasa da tenime dokunuyor oluşu kaşlarımı çatmama neden olmuştu. “Bu gözlerde ne görüyorsun, Lavin? İyi bak. Kaybedecek neyim kaldı sence? Bu oyunun galibi olmak zorundayım ve sen Lavin, eğer oyunu bozacak olursan, seni de kendi yangınımın kurbanı ederim.”
Öfkeden kudursam da söylediklerine karşı tek bir kelime dahi edemedim.
“Gidiyoruz,” diyerek beni yavaşça yürütmeye başladı.
“Ceketim orada kaldı.”
“Siktir et ceketi, arabanın içi cehennemden sıcak zaten,” diye homurdandı.
Aracın uzaktan kumandasıyla kilidi kaldırıp, ön yolcu koltuğunun kapısını açtı ve bitkin bir şekilde ön yolcu koltuğuna oturdum. Kapıyı çarparak kapatıp aracın ön tarafından dolandığında, boş bakan gözlerim onu takip ediyordu. Direksiyon başına geçip, tek kelime etmeden motoru çalıştırdı ve ısıtıcının sıcak rüzgârı bedenime çarpmaya başladı.
Kartal, çatık kaşlarla bir şarkı açtı ve şarkının melodisi beni ânında esir alırken kollarımı birbirine dolayıp, “Şarkı güzel,” diye mırıldandım.
“Last Light,” derken sesi umursamazdı. “86.”
“Daha önce duymamıştım.”
“Çok bilinen bir grup değildir.”
Bir an midemdeki huzursuz hisle, “Alaşan,” dedim. “Biraz durma şansın var mı?”
“Kusacak mısın?”
“Bir anda midem bulandı,” diyebildim, oysa sadece on dakikadır aracın içindeydik ama ben üç saattir yolculuk yapıyormuşum gibi hissediyordum.
“Donarsın bu hâlde. Eve kadar sabret,” dediğinde elimi kaldırıp salladım ve “Biraz nefes alayım, orada da nefes almama izin vermemiştin,” diye isyan ettim.
“Yüzün çizgi film karakteri gibi yeşile çalmaya başladı,” derken ifadesiz gözleri omzunun üzerinden beni bulmuştu. “Sanırım durmamız döşemelerim için en doğru seçim. Sakın arabaya kusma.”
Aracı kenara çektiği anda hızla inip kayalıklara doğru ilerledim. Rüzgârın uğultusu, denizin kayalıklara çarparken çıkardığı sesle karışıyordu. Birden bedenimi yakan o soğuk yüzünden hareketlerim kısıtlandı ama kollarımı bedenime sardığımda, kendimi daha iyi hissediyordum. Kartal, ön kaputa yaslanmış beni izlerken denize doğru ilerledim. Dalgalar şiddetle patlıyor, dalgalardan yükselen damlalar yüzüme geliyordu.
Denizin danteli olan kız kulesi hemen karşıda, dalgalara meydan okuyan bir kadın gibi yaralarına rağmen dimdik ayakta duruyordu. Denizin üstündeki yakamoz ışıklarını ve yaralı kız kulesini saymazsak eğer, sahil kapkaranlıktı. Başımı ağrıtan topuzu çözüp, saçlarımı özgür bıraktım ve parmaklarımla dağılan saçlarıma çekidüzen vermeye çalıştım.
Topuklu ayakkabıyla kayalığa çıktığımı gören Kartal, “Dikkat et, düşme,” dedi. Sesi ne kadar kısık olsa da sesini duyabilmiştim, rüzgâr onun harflerini saçlarıma çarpmıştı.
Cevap vermedim. Aniden kendini öne doğru atıp yaslandığı kaputtan ayrıldı ve kollarını serbest bırakarak bana doğru yürümeye başladı. Önüme döndüm, kollarımı bedenime daha sıkı sardığımda elbisemin kumaşını uçuran rüzgâr, yırtmacımın daha da açılmasına neden oldu. Aniden nefesini ensemin biraz daha yukarısında hissettim, nefesi saçlarımın engeline takıldı ve tenime tamamen sinmeden silindi. Yüzünü saçlarıma yaklaştırdığını hissettiğim an bedenim sinyal veriyor gibi gerilse de hareket etmedim.
“Dalgalar çok şiddetli,” dedi kısık bir sesle. Saçlarım hâlâ yüzüne çarpıyordu.
“Evet, öyle.”
Omuzlarıma bırakılan deri ceketi hissettim. “Daha fazla üşütme,” dedi, kendisi ceket olmadan üşümeyecek miydi? “Miden bulanıyor mu?”
“Yok, soğuk hava iyi geldi. Sen üşümeyecek misin?”
“Hayır, üşümüyorum.”
Gözlerimi kız kulesinden ayırmadım ama varlığı hâlâ arkamdaydı, saçlarım onun yüzüne yayılmaya devam ediyordu. Kanatılan ruhumu toprağa akıtma isteğim daima vardı. Göğsümün kalbimi içinde saklayan kemikten kafesini ateş olup eriten bir geçmiş vardı ki, o geçmiş henüz geçmemişti.
Kartal arkamdan uzaklaşıp yanıma geçti, kolu koluma değiyordu. “Uyuyamıyor musun sen?” diye sordu bir anda.
“Ne?”
“Pek uyumadığını fark ettim.”
Başımı sallayıp, “Uyuyamıyorum, evet,” dedim. “Sen de sızmadığın sürece uyuyamıyorsun sanırım.”
Kartal, göz ucuyla kısaca bana baktı ama ben bu bakışlara karşılık vermedim. Hemen önümüzde dev bir dalga patladı, köpükleri etrafa dağılarak cansız bir beden gibi suyun içine geri çekildi.
“Belki.” Kartal, gözlerini benden çekti. “Peki neden uyuyamıyorsun?”
“Sence neden?”
“Uyuyamaman için bir sebep yok,” dediğinde dudaklarımdan neredeyse alayla dolu bir haykırış dökülecekti.
Anıların içindeki o sesi duydum. “Gece döndüğümüzde senin kollarında uyumak için sabırsızlanıyorum!”
“Var.”
“Neymiş?”
“O gece dönebilseydik, birlikte uyuyacaktık.”
Sessizlik. Aramıza giren sessizliğin nedeni belliydi.
“Peki sen?”
“Boş ver beni.”
Dediğini yaptım. Kartal Alaşan, yürüdüğü yerlere kanatlarından dökülen ateşi emanet ederek, yanık izlerini arkasında bırakıyordu.
O izleri sürsem, belki de saklandığı kayalıkları bulup, taşları ellerimle çekerek ona ulaşırdım ama kimse bana ulaşsın istemiyorken, birine ulaşmaya çalışmak bencillikti.
“Belcekız ve Ölüdeniz efsanesini bilir misin?” diye sordu dalgalara pürdikkat, çatık kaşlarla bakarken.
“Anlamadım?”
“Fethiye’ye gittin mi hiç?”
“Evet, gittim.”
“Çok yakın bir arkadaşım orada yaşıyor, yaz aylarında yanına giderdim ve beraber Ölüdeniz’e giderdik. Ölüdeniz’i gördün mü hiç?”
Ayakkabılarımın topuğunu kayalığın küçük yarığına sıkıştırıp hafifçe hareket ettirirken omzumun üstünden Kartal’a baktım. “Çok durgun bir suyu var, gerçekten ölü gibi, hiç hareket etmiyor.”
“Peki Belcekız’ı gördün mü? Hemen onun yanında?”
Başımı salladım. “Hayal meyal hatırlıyorum,” diye fısıldadım, babam Fethiye’yi çok sever, bizi sık sık götürürdü. “Ne oldu ki?”
“Belcekız’ın dalgalarını hatırlıyor musun? Ölüdeniz’in aksine, oldukça hırçındır ve hiç durulmaz.”
Sessiz kaldım.
“Peki o ikisinin efsanesini duydun mu hiç, Lavinia?”
“Hayır.”
“Şu an merak ediyor musun, alkolik kuzucuk?” Sesi durgundu, kaşlarımı çatarak başımı salladım, bu bir onay işaretiydi ve bana bakmasa da onayı görebildiğini biliyordum.
Kartal, derin bir nefesi ciğerlerine doldurup, cebinden sigara paketini çıkarttı ve paketi sallayıp bir dal sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi. Kartal, sigarasının ucunu ateşe verdikten sonra, iki parmağının arasında tuttuğu sigaradan öyle derin bir nefes doldurdu ki ciğerine, ateşin çatırtısı ciğerinin duvarlarında yankılanıp zihnime aktı.
Bir süre durduktan sonra duman hafifçe burnundan dışarı süzüldü ve dudaklarının aralanmasıyla eş zamanlı olarak gri duman, gecenin ayazına akıp karanlığa karıştı.
“Efsaneye göre, eski çağlarda Fethiye’den geçen gemiler açıkta demirler ve içecek su almak için kıyıya sandalla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın, genç ve yakışıklı oğlu su almak için koya çıktığında, güzeller güzeli Belcekız’ı görmüş. Görür görmez de göğsüne ateş düşmüş, ruhunda yangın başlamış. Aynı ateş, Belcekız’ın da ruhuna sıçrayıp, kalbini cayır cayır yakmış. Ama delikanlı suyu alıp dönmek zorundaymış.”
Kartal, sigarasını tekrar dudaklarıyla birleştirdi, şiddetli bir dalga daha önümüzde patladı ve dudaklarının arasındaki dumanı hafifçe dışarı üfledi.
“Gemi uzaklaşıp gitmiş, Belcekız gözleri arkada, kalbinde ateşle orada beklemiş. Her gün yandığı adamın yolunu gözlemiş. Genç adam da geminin oralardan her geçişinde su alma bahanesiyle koya inermiş, Belcekız ile görüşürlermiş. Belcekız, sevdiği adam için çok fedakârlık yapar, ona hep arka çıkar, korurmuş. Hatta kıyıyı, sevdiği adam için kollarmış. Bir gün… Adam, kadını görmek için koya yaklaşırken bir fırtına patlamış. Genç adam, o koya sığınmak istediğini, oranın güvenli olacağını söylemiş ama babası, oğlunun Belcekız’ı görmek uğruna gemiyi parçalara ayıracağını düşünmüş. Fırtına o kadar şiddetliymiş ki, koya çıkmak için gemiyi oraya demirleyecek olurlarsa, gemi parçalara ayrılabilirmiş. Büyük bir kavgaya tutulmuş baba oğul, baba o kadar sinirlenmiş ki, gemi tam kayalıklara çarpacakken bir kayıkçı küreği darbesiyle oğlunu denize atmış ve dümeni kırmış. Ve tam o sırada durumu kavramış. Deniz dönerek çarşaf gibi koya gitmekteymiş. Genç adam orada ölmüş, kayalıkların üstünde sevdiğini bekleyen Belcekız da kendini kayalıklardan aşağı atıp ölmüş. İşte o gün bugündür kızın öldüğü yere Belcekız, genç adamın öldüğü yere Ölüdeniz deniyor. Kızın öldüğü yerde dalgalar bir an durmazken, adamın öldüğü yerde ne olursa olsun su hareket etmiyor, tıpkı bir ölü gibi dümdüz duruyor.”
Kartal, sertçe yutkunup bakışlarını bana çevirdi. Rüzgâr sanki ateşten bir kırbaç gibi yüzüme inerken benim de gözlerim onun üzerindeydi.
“Günün ilerleyişine göre rengi değişip duran deniz, belki de hâlâ o adam ve o kıza yanıyor.”
“Belcekız ve Ölüdeniz’e,” diye fısıldadım.
“Aynen öyle, Ölüm Çiçeği,” dedi Kartal, gözlerinde parlayan bir ifadeyle doğrudan gözlerimin içine bakarak.
“Aynen öyle, Alyeska.”
“O da ne?”
“Denizin cesedini kayalıklara çarptığı şey.”
Kartal, kafasını tamamen bana doğru çevirdi ve gözlerinde renklenen merakı gördüm.
“Beni Ölüdeniz’e mi benzettin yani?” diye sordu.
Kollarımı göğsümde toplayıp tırnaklarımı kollarıma bastırarak omuz silktim. “Belki.”
“Peki sen Belcekız mısın?”
“Arkanı kollayacağım ama Belcekız değilim.”
“Demek arkamı kollayacaksın?”
Bakışlarımı ondan ayırıp denize çevirdim. “Evet. Bu benim yeminim. Her neyse, artık gidebiliriz. İyi hissediyorum.” Kayalıklardan inip araca yöneldiğimde hareket etmediğini fark edip arkama baktım. “Hadisene?”
Sırtı bana dönüktü. “Neden sızmak dışında uyuyamadığımı merak ediyorsun, değil mi?” diye sordu.
Kalbim tekledi.
“Onun ışığını söndürürlerken, küçük kızım bir tuvaletin fayansında can verirken, ben huzur içinde uyuyordum.”
Ruhundaki yangın usulca tenine akıyordu, bunu görebiliyordum.
Bakışları usulca omzunun üstünden bana doğru geldi ve o bakışlara kalbimin ortasına bir mızrak saplı duruyor gibi hissederek karşılık verdim. Aramızdaki mesafeye rağmen, dudaklarında oluşan o yorgun tebessümü görebiliyordum.
“Bana Alyeska dedin,” diye fısıldadı. Eli gömleğinin eteklerine kaydı. Şaşkınlıkla ona bakıyordum. Hemen önünde dev bir dalga patladı ama yüzü bana dönük olduğu için göremedi. Dalga, tıpkı sudan kanatlar gibi kollarının iki yanından yayılarak denize geri gömüldü. Gömleğini yukarı sıyırıp, belini ortaya çıkardığı anda duraksadım. Yanık izi oradaydı.
“Ben cehennemim, Lavin.”
Ruhtan tene akan yanık izi.
🎧: Last Night, 86