🎧: Emir Can İğrek, Bir Karanfil
🎧: Kemal Sahir Gürel, Deyr-ül Zeferan
🎧: Kemal Sahir Gürel, Aşka Sürgün
🎧: Kemal Sahir Gürel, Sultan
“Boynumuz yiğit boynudur, bükerse yalnız sevda büker.” Ali Kınık
Bir gün, her sevdanın biteceğini, yerine derin bir sevgi, şefkat ve bağlılığın kalacağını ama aşkın eskiyip toprağın altına gömüleceğini söylerler. Ama onlar, Gurur ve Zeliha’yı tanımıyordu.
Sevgi ve şefkatin bittiği yerde bile sevdalarının devam edebileceğini, toprağın altına gömülen onlar dahi olsa, sevdalarının asla son bulmayacağını bilmiyorlardı.
Ruh bir cemre gibi bedene düşer, düşerken avucunun içinde sevdasını gizler. Bir bebek ilk nefesini aldığında, ilk acısını da tatmış olur, ilk gözyaşını dökmüş de olur ve o bebek büyür, ruhunun avucunun içine gizleyerek onun derinlerine ektiği sevdayı aramaya başlar. Bir gün o sevdayı bulur. Zeliha’nın ruhu bir cemre gibi bedenine düştüğünde, avucunda gizlediği sevdayı yıllarca içinde besleyip onu yollara düşürdüğünde, içinde o sevdayla bilmediği bir şehre gittiğinde ve o sevdayı nihayet hiç ummadığı bir anda göğsüne vurgun gibi yediğinde yaşanacakları bilmiyordu ama ruhu, ezelden bugünü bekliyordu. Bazı sevdalar, sonu nasıl gelecekse gelsin, efsane olur. Ruhu, Zeliha’nın bir efsaneyi yaşayacağını biliyordu.
Zeliha, bir yiğidin göğsünde dağ çiçeği olup açtığında, o efsanenin yapraklarını çürüteceğini elbette bilmiyordu; yine bilmediği bir şey vardıysa, o yiğidin toprağında çürümek de güzeldi.
Gurur, karanlık odanın içinde, büyük yatağın tam ortasında uzanıyor, kollarının arasında gözünden sakındığı sevdayı tutuyordu. Gözleri açıktı, sevdası uyuyordu, o ise gözlerini kırpmadan tavana bakarken büyük parmaklarını kızın saçlarında dolaştırıyordu. Mavzer gibi gürültülüydü içi, çekilmemiş bir tetik gibi tetikteydi ama dili öyle sessizdi ki, nefesi dudaklarından dökülmese dudaklarını lal bağladığını düşünürdünüz.
Onu uyutmayan şeyin nedenini o an kendisi de bilmiyordu. Kızı sıkıca tutuyor, uyuyan bedeninin ellerinden kayıp gitmesinden bir nedenden çok korkuyordu.
Sayfa çevrildi, romanın ortasına lacivert renkteki ip yerleştirildi ve Gurur gözlerini yumdu.
Uyuyamayacağını biliyordu.
Korkuyordu.
Muşta gözlerini ekrandan çekmeden bekledi. Kulaklığa cızırtılı bir ses doldu. “Merdo,” dedi Devran öksürerek, “Baba, Merdo’yu durduramıyorum.” Sesler kesildi, Muşta yumruğunu sertçe masaya vurup oturduğu yerden aceleyle kalktı.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Gecenin karanlığı bağrında soğuk ayazı taşıyordu. Yolun sağında orman, solunda çorak düz bir arazi yer alıyor, araba açık camlardan dolan rüzgarın uğultusunu içine hapsederek son sürat ilerliyordu. Direksiyonu asılarak daha sert kavradım, altımızdaki yolda ateşin kıvılcımlarını bırakacak kadar büyük bir hızla sürmeye başladım. Devran başını arkaya doğru çevirdi ve arka koltukta oturan, yüzünde zerre duygu kıpırtısı olmayan Zafer’e, “Her şeyi aldın mı?” diye sordu ketum bir sesle.
Dikiz aynasından baktığımda Zafer’in sadece gözlerini kırparak Devran’ı onayladığını gördüm. Arabayı daha da hızlandırdım ve Devran bakışlarını bana çevirdi. “Gidip kalaylayalım şunları amına koyayım,” diyerek güldü.
Arabayı biraz daha hızlandırırken, “Konumu aç,” dedim sadece ve Devran konumu açarak telefonu sabitledi. Gözlerim anlık konuma dokundu, bakışlarım anlık haritaya dokunduktan sonra çenemi havaya diktim. Karanlık saklandığı yerden çıkarak ruhumu bir kılıf gibi sardı ve bakışlarımı ele geçirdi.
“Zeliha’nın bu geceden haberi var mı?” Sorusu Vural’ın dudaklarından dökülmüştü.
Bu soruyla beraber, hızla ileri atılan ibre, zihnimin içinde geriye doğru sürüklenmeye, içinde hızla ilerlediğim zaman tutukluk yaparak beni birkaç saat öncesine doğru son sürat düşürmeye başladı.
Var olma arzusunu ilk kez tattığımda, onun gözlerine bakıyordum. Hangi andı bunu hatırlamıyorum ama gözlerinde bana karşı hala saf bir nefret taşıdığı andı, orası kesindi; güzel gözlerinde sevdiği adama değil, düşmanına bakıyormuş gibi bir ifade vardı. O ifadeyi bile sevebileceğim aklımın ucundan geçmezdi. O ifadenin bana yalnızca acı vermesi gerekmez miydi? Vermemişti. Dilim ona acı sözler söylerken, yüreğimden ona kan renginde bal akıyordu. Zaman benim yaralarımı iyileştirmez sanmıştım ama o geldiğinde, yaralarımın üzeri önce yavaşça kabuk tutmaya başladı, sonra kabuklar düştü, silik izler kaldı geriye; o izler bazen kaşınsa da artık yaralarım eskisi gibi kanamıyordu.
İbre çok fazla geriye gitmiş olacak ki yavaşça hareketlenip yukarı doğru tırmandı ve evet, şimdi evin içindeydim. Arabanın içinde son sürat ilerleyen bedenim, birkaç saat önce gerçekleşen anıda hala o evin içinde, onunla birlikteydi.
Onun gözlerine bakarken acı da benimleydi mutluluk da. Acıyı hala hissediyordum çünkü ona hak ettiği güzellikte bir hayat bahşedebilecek kadar iyi değildim. Yine de gözlerimin içine bakarken artık düşmanına değil, sevdiği adama bakıyor gibi bakıyordu. Elinde tuttuğu su bardağını masanın üzerine bırakıp, camdan içeri sızan ışıkları arkasına alarak bana doğru döndü. Mutfakta pişirdiği yemeğin ağır kokusu vardı ama onun kokusu bir şekilde bu kokunun ciğerlerimden teğet geçmesini sağlayarak içime doluyordu. Bu gece görev olduğunu öğrendiği ilk anda, yani hala su bardağını tuttuğu sırada, bana bugün okulda yaşanan bir hadiseyi anlatıyordu; onunla ilgili değildi, iki sevgili ile alakalıydı ama onun ağzından saçma sapan, beni hiç ilgilendirmeyen şeyleri dinlemek bile güzeldi.
Sesimi çıkarmadan onu dinlerken bir anlığına susmuş, suyundan bir yudum almış, konuşmaya hevesi kaçmış gibi derin bir nefes almıştı ve tam da o sırada, “Bu gece küçük bir operasyona katılacağım,” demiştim. Su bardağının elinden kayıp gideceğine neredeyse emindim, sanırım o da emindi, kendini son anda toparlayıp, sertçe yutkunarak bardağı masaya koyup bana döndü.
Mutluluk onun yanındaydı, omzunun kenarına geçmiş, ona çok benzeyen bir surete bürünerek beni izliyordu. Öte yandan acı da buradaydı, o da onun suretiyle mutfağın bir köşesine geçmiş beni izliyordu. Sertçe yutkundu, doğru cümleyi aradı ama bulamamış olacak ki bakışlarını yere indirdi. Bir süre sonra, “Günlerdir üzerinde araştırma yaptığın konuyla ilgili sanırım,” dedi.
Gözlerim narin parmağındaki yüzüklere kaydı. Yüzüklerden birinin bir eşi de benim parmağımdaydı. Ona bu tür operasyonların benim için çerez olduğunu, önemsiz olduğunu söylemek istesem de ağzımı açıp tek kelime edemedim çünkü yüreğine ektiğim huzursuzluğun farkındaydım.
“Öyle.”
“Bir gecede halledilebilecek bir şeydir sanırım,” dedi, onu doğrulamamı, rahatlatmamı istiyordu. Gülümsedim, ona doğru ilerleyip güzel yüzünü avuçlarımın arasına aldıktan sonra, “Elbette öyle. Toplanacak birkaç çöp var işte. Yener meselesi,” dedim sakince. Sesim sakindi lakin bendeki var olma arzusu yine arşa tırmanmıştı. Artık biraz daha yakındım korku denen duyguya. Her şeye gözü kara bir şekilde atlayan o adam, şimdi bu kadın için yaşama sımsıkı tutunmuş, her ihtimali önüne çeker olmuştu.
Biliyordum aslında, bu gece geçen seferki gibi gafil avlanacak insanlar olmayacaktı karşımda. Haber ortalığa zehir gibi yayılmış, karşımdaki itler her şeye hazırlıklı, tetikte gezmeye başlamışlardı. Yine de benim için çerezdi. Çerez olmasına çerezdi ama burnumda bir damla kan ile dönecek olursam, bana ses etmese de tüm gece yatakta dönüp duracağını, lavaboya diye kalkıp gittikten sonra kapıyı kapatıp ve hatta kilitleyip, klozetin kapağını indirerek üzerine oturduktan sonra titreyen narin ellerini ağzına kapatacak, için için sessizce ağlayacaktı. Yaşanmıştı bu. Bilmiyorum sanıyordu sadece. Biliyordum oysa. Hep bilmiştim. Gözünden akan bir damla yaş için, bin kelle alacağımdan habersiz, benim için ağlayacaktı.
Ve hatta, bu kapıdan çıkıp gittiğimde, kapı aramıza benim kim olduğumu gösteren bir duvar gibi dikildiğinde, bu dört duvarın içinde bir başına kaldığında da ağlayacaktı.
“Asma şu kurban olduğum yüzünü,” dediğimde bir defa daha yutkundu, yutkunuşunun sesini dinlemek gücüme gitti.
Bilse, eminim karşımda böyle yutkunmazdı. En büyük korkusu yüreğime dert olmaktı ama onu sevdiğim günden beri göğsümün içinde çok sevdiğim bir dert gibi taşıyordum varlığını. Bir dert, ancak böyle sevilirdi, ancak böyle hiç geçmesin istenirdi. Ben bu dertten ilk günden beri razıydım da kabullenmesi zor olmuştu. Kabullendiğimde sıkıca sarılmıştım. O derdi kucaklayıp, çöreklendiği yüreğime daha da derine girsin diye iyice bastırmıştım. Tapmıştım o derde, o derdi en büyük mutluluğum yapmıştım.
Sanki ruhumu bir bilmece gibi çözüyordu. Düşüncelerimi görüyordu. Bunu hissettiren cümlesi şu oldu: “Burnun kanarsa, alırsın yastığını uyursun salonda. Ona göre.”
Gülümsedim. “Benim burnum kanamaz da bu gece çok burunlar kırılacak.”
Ağzının içinden homurdandı: “Ben söyleyeyim de yine. Burnun bile kanamayacak, o kadar.”
Yüzünü avuçlarımın içinde kıstırıp, fındık burnuna bir öpücük kondurduktan sonra gözlerinin içine baktım.
“Emrin başım üstüne gülüm,” dedim, bu söylediğim onu gülümsetti, çillerinin yukarı toplanmasını sağlayan belirgin elmacıklarına baktım; gülümsediği vakit, çilleri birbirine iyice yanaşıyor, elmacıklarının üzerinde yıldızlar gibi parlıyordu. Göktü bu yüz. Göğümdü. “Aklın kalmasın, Zeliha’m.”
“Lafa bak, kalmayacak da sanki.”
“Şafağa kalmaz gelirim.”
“Şafak sayar gibi dakika sayayım da gör sen,” diye homurdandı, yüzünü biraz daha sıktığımda öpülesi dudakları öne doğru meyletti. Dudaklarımı dudaklarına sürttüm ama bastırmadım, bir sürtünmeydi ki kalbimde kıvılcımlar çaktırmıştı. Gözlerinin içine baktım.
“Beni bekleme uyu diyeceğim ve bunu söylediğim için illaki ağzıma sıçacaksın, değil mi?” diye sordum önemsenmenin kalbimde yaktığı ışık yüzünden içim ışıl ışılken.
“Orası Allah’ın emri canım,” dedi tek kaşını kaldırarak.
“Uyumazsın da kesin.”
“Ya dana, ben ders çalışmak için alt kata insem, çalışmam bitene kadar uyumuyor beni bekliyorsun. Sence ben uyuyabilir miyim ya?”
“Öf ya o kadar da uyuyor numarası yapıyordum, yemiyormuşsun.”
“Beni kandıramazsın sen.”
“Ama sen beni bir bakış, bir göz süzüşle her şekilde, her anda, her konuda kandırabilirsin,” dediğimde söylediğim şey onu heyecanlandırmış ve hatta utandırmıştı.
“Hadi oradan, çenesi düşük sen de,” dedi ama söylediklerimden hoşlandığını, kalbinin deli divane, benimkinden farksız attığını biliyordum.
Ona, senden Önce ağzımı kimseye bıçak açmıyordu, kendimle bile konuşasım gelmiyordu, demek istedim ama demedim. Sadece gözlerinin içine baktım. Eğilip alnımı alnına bastırdığımda gözlerim usulca kapandı, derin bir nefes aldım ve gerdanından yükselen derin kokusu ciğerlerime misk gibi, amber gibi, cennet gibi yayıldı.
“Hazırlanayım ben,” dedim gözlerimi açmadan, alnımı alnından ayırmadan. Kalayım istedim, burada, ölünceye dek.
“Hazırlan sen,” diye karşılık verdi ve onun da zihninin içinden, kal burada, gitme, ölünceye dek, diye devam ettirdiğini hissettim. Belki hayal gücümdü, belki bambaşka şeyler düşünmüştü ama bir bağ vardı ki aramızda, o bağ bana aynı şeyleri düşündüğümüzü, aynı şeyleri hissettiğimizi, aynı şeyler tarafından kavrulduğumuzu söylüyordu. Böyle bir bağ, binde bir bile değil, milyonda, belki milyarda bir bulabileceği bir şeydi insanın ve çok şükür ben, bulmuştum.
Alnımı alnına sürterek geri çekilip, “Senden bir şey isteyebilir miyim?” diye sordum, gözleri ondan bir şey isteyeceğim için mi bilmiyordum ama parladı. Belki de o gözler, hep parlaktı.
“İste.”
“Yarın akşam patates yemeği yapar mısın?” diye sordum, sorum onu şaşırttı ama başını aşağı yukarı salladı.
“Yaparım.”
“Canım kıymalı patates yemeği istedi de. Baban çok güzel yapmıştı. Eminim sen daha da güzel yaparsın.”
Gülümsedi, yüzü aydınlandı ve aynı anda içim de ışığına bulandı.
“Yaparım deli,” dedi, “istediğin kıymalı patates yemeği olsun. Yaparım.”
“Her şeyi yapar mısın yoksa benim için?”
“Yaparım,” dedi gözünü bile kırpmadan, bu cevap beni korkuttu ama ona gülümsedim. Ben sadece benim için yaşasın istiyordum, nefes alsın, kalbi atsın, yüzü gülsün, gözleri hep böyle parlasın. Başka bir şey istemiyordum ama gözlerinde benim için her şeyi yapabilecek deliliği görüyordum.
“Gülüm benim,” diyerek alnını tekrar öptüm. “Güzel çiçeğim.” Burnunu parmaklarımın arasına alıp sıktığımda nefes alamadığı için küçük eliyle omzuma pati vurdu. Bu beni güldürdü. “Yarın akşam yemekte kıymalı patates var, tatlı olarak da Zeliha dudağı.”
“Ahlaksız.”
“Seversin yavrum, seversin,” dedikten sonra onu kollarımdan azat edip boynumu esnettim.
“Kimlerle gidiyorsun?” diye sorarken yavaşça tezgaha doğru döndü.
“Yener deli sikine tutulur gibi tutuldu, o da geliyor,” diye homurdandığımda güldü, bu içten bir gülüştü.
“Onun için erken değil mi ki?”
“Anlamıyor ki laftan yavşağın özü.”
“Deli sikine tutulur gibi tutulmak da garip bir deyimmiş bu arada.”
“Bende daha ne deyimler var.”
“Mesela dilin at siki gibi dışarı uzaması mı?” diye sorunca bir an duraksadım, anlamadığım için kaşlarım çatıldı ve omzunun üzerinden bana bakıp, yüzümdeki ifadeye yüksek sesle güldü.
“Eymen ile yaptığınız at şeyi muhabbetini duydum.”
“Sen de harbiden mobese Beşir gibi her yerdesin amına koyayım,” dediğimde bir kahkaha koyverdi.
“Gözümden kaçmıyor diyelim ya.”
“Ayaklı arşivim benim, böceğim, dinleme cihazım, gizli kameram,” diyerek güldüğümde gözlerini kısarak bana baktı.
“Böceğim derken masanın altına yapıştırılanlardan mı yoksa bacakları olan iğrenç şeylerden mi demek istedin Gurur.”
“Galiba senin regl yakın Zeliha.”
“Böcek oldum ben az önce.”
“Sen böcek olsan ben seni yine severdim, o malum soru gelmeden cevaplamak istedim.”
“Köteği yersin.” Tek kaşını kaldırdı. “Kaç kişi gideceksiniz? Sen hazırlanana kadar size ekmek arası bir şeyler hazırlayayım. Vaktin varsa tost makinesine de koyabilirim ekmekleri.”
“Lan senin Allah’ına kurban, şu an şuracıkta Zeliha Atak mı geçireyim istiyorsun?”
“Ay her an geçirmiyon sanki.”
“Ulan yörük kızı,” diyerek kollarımı beline sarıp çenemi omzuna koyarak güldüm. “Benden başkasına tost yapma, fare zehri koyarım elinin değdiği şeyi yiyenin ekmeğine,” diye alay ettim.
“Mağaramıza dinozor kemiğinden koltuk da alır mısın?” diye sordu ciddi bir sesle.
“Ayıp ediyorsun, Yaman’ı televizyon diye köşeye bile koyarım, kanal değiştirmek istediğin vakit bir kase tavuklu pilav verirsin, kumandayla zap yapmak gibi düşün. Yaman tavuklu pilavdan her bir kaşık aldığında, başka bir kanala geçmiş olursun.”
“Yener’den daha renkli bir televizyon olurdu sanki.”
“Yener Cine5 gibi yavrum, kırmızı noktalı kanal o. Yaman iyidir. Edepli kanal. Kanal 7 gibi.”
Güldükten sonra, “Kaç kişi olacaksınız?” diye sordu yeniden.
İbre birden yükseldi, kalmak istediğim yerde bir anıya dönüştüm ve şimdi yeniden hızla ilerleyen arabanın içindeydim. Boş yolda birden önümüze geçen bir diğer araç dikkatimi çekti. Aracın tavanından dışarı yükselen bedeni gördüm. Yener, aracın tavanından dışarı uzanmış, iki parmağını dudaklarına götürmüş ıslık çalıyordu. Sevinçliydi. Bir savaş kazanmış gibiydi, çünkü bizimle gelebiliyordu. Bunu doğru bulmuyordum. Henüz iyileşmemişti ama operasyondaki fişini çekecek olursak gireceği bunalımın da farkındaydım. Muşta’nın sözünü çiğneyememiştik.
“Ulan bu kadar sevineceği hiç aklıma gelmezdi,” dedi Vural.
“Doğru yapmıyoruz,” dedi Devran derin bir nefes alarak. “Yarası bile tam iyileşmedi. Kalbi ne durumda Allah bilir. Hareketlerine bak, son sürat giden arabanın tavanından dışarı kafasını uzatmış, kurşunu ben yemişim gibi hareketler yapıyor.”
Bir el, Yener’in kafasını kavrayıp onu içeri çekti. Ardından Sado, tavandan kafasını çıkarıp bize onay işareti verdi. Onu duyamasam da, “Ulan Allah’sızın oğlu, gir lan içeri,” diye çemkirdiğine emindim.
Görev başta Devran, Zafer, ben ve Vural içindi ama Yener serseri bir mayına dönüşüp patlayacak kıvama geldiğinde, bir de artık hazırlıklı olabilecekleri gerçeği önümüze halı gibi serildiğinde, operasyon ekibi genişletilmişti. Sadullah, Adnan, Kerim ve Yener de buradaydı. Diğer arabada, hemen önümüzde ilerliyorlardı. Adnan gelmişti çünkü Yener’i dizginleyebilecek tek figür o gibiydi; herifin bizi sikine sürdüğü yoktu.
Numan için çıkılan bu yolda, bu gece çok sayıda çöp ele geçireceğimizi biliyordum. Uyuşturucu, kadın ve kumar batağına saplanan bir grup çöp, onları enseleyeceğimizden bihaber ama her şeye karşı tetikte bir şekilde bu zifiri alaca gecenin içinde durmuş bizi bekliyordu.
Plan basitti. Yaman ve Devran görsel olarak birbirlerini az çok andırdıklarından bu gece iki erkek kardeşi oynayacaklardı. Uyuşturucu için mekana gelmiş, paraya para demeyen iki tipti. Sado ve Adnan, Onur’un içeri sızdırdığı bir adam sayesinde mutfak bölümünden içeri dahil olacaktı. Ben ve Vural kumar için oradaydık, Zafer de öyle; Zafer iyi bir eldi çünkü kumar ve bahis konusunda her türlü kalpazanlığı yapabilecek kapasiteye sahipti. Kerim ve Yener görünmeyeceklerdi, her ihtimale karşı son ana dek Adnan’ın onları aldığı kiler bölümünde harekete geçeceğimiz anı bekleyeceklerdi. Çünkü Kerim fazla agresif, Yener de kabul etmese de hala yaralıydı.
Bu çöpler içeride yetişmiş olsalar da bizi tanımıyorlardı, artık buna emindik, yüzümüz sadece profesyoneller tarafından biliniyor olmalıydı ama her ihtimale karşı Muşta destek ekibini yola çıkarmak adına orada, bağlanan dinleme cihazlarının öteki ucunda, bir karavanda bizi bekliyor olacaktı.
Yaman ve Devran dışında herkes farklı isimler kullanacaktı. Ben Gurur değildim, sadece Mert’tim. Zafer de Zafer değil, Gökhan’dı. Vural’a da Vatan diye seslenecektik. Diğerleri de her ihtimale karşı kendilerine birer isim vermişti. Adnan Ahmet, Sado Salih. Yener ve Kerim ise kilerde bekleyecekleri için iki isimsizdi.
Arabalar mekanın arka kapısında, koruluğa bakan alanda durdu. Gece, karanlığın içinde hayalet olmaya uygun araçlarımızı içine alarak kamufle etti.
Arabadan inip kapıyı yavaşça kapattıktan sonra üzerime takımın ceketini geçirdim. Beyaz gömlek, siyah üzerime tam oturan bir takım elbise. Kravat takmadım, ciddiyetsiz görünmek şarttı. Gömleğin birkaç düğmesini açtım ve gözlerim nişan yüzüğüne kaydı. Çıkarmayacaktım. Deri eldivenleri ellerime geçirip, boynumu esnettikten sonra mekana doğru ilerlemeye başladım. Mekanın arka kapısı açıktı, dışarı vuran sarı ışığı görebiliyordum. Kapının hemen arkasında bekleyen adamın Onur’un adamı olduğunu anlaması kolaydı. Adam etrafı kolaçan ettikten sonra Adnan, Sado, Kerim ve Yener’i içeri aldı ve bana bir BMW anahtarı verdi.
“Siyah, 35 plaka,” dedi. “Koruluk yolunda. Onunla gelin.” Ardından elindeki bir diğer araba anahtarını Yaman’a uzattı. Saç kesimlerinden, tiplerine kadar onları benzetmiş olacak ki Devran’a baktı. “Siz ikinizin arabası da çıkışta. Bu arabayla giriş yapın. Vale bizden biri ama kameralarla kapılar izleniyor. Arabanızın lüks olduğu görünsün,” dedi. “Dikkatli olun. Kendi aralarında herhangi bir baskın olabileceği konusunda konuşuyorlar. Bu gece böyle bir şey bekliyorlar diyemem, her gece bekliyorlar diyebilirim. Tetikteler.”
Yaman, “Eyvallah,” dedi ve Vural ile Zafer’e çenemle işaret yaparak yürümeye başladım.
Siyah BMW söylenen yerde bizi bekliyordu. Önceliği Yaman ve Devran’a bırakarak arabanın içinde beklemeye başladık. Yaklaşık yirmi beş dakika süren bekleme, Zafer’in, “Sikiş başlasın mı biraderim?” diye sormasıyla tamama erdi.
Arabayı çalıştırdım, direksiyonu çevirdim ve koruluktan hızla çıkarak ana yola bağlandım. Vural, “İçeri silahla girmek kolay olacak mı?” diye sorduğunda, Zafer, “Asıl silahı olmayan birinin öyle bir ortama alınacağını mı düşünüyorsun?” diye karşılık verdi. “Kumar ve uyuşturucunun olduğu yerde silah her daim olmak zorundadır. Üzerimizi aramayacaklar bile. Onur’un ayarladığı herif gereken tezgahı kurmuştur.”
“Mekan bu heriflere ait değil, bu herifler burada alem yapıyor. Sadece tetikteler, hepsi bu,” dedim. “Mekana söz geçirebilecek türden tipler değil bunlar. Böyle paçavralar kendini bir şey sansa da aslında hiçbir şeydir.”
Gaza kökledim, arabada Zeliha yokken ölüm sürüşü yapmak ne kadar kolaysa, arabada Zeliha varken karınca hızıyla ilerlemek bile ecel gibiydi.
Mekanın zikzak çizen yolunda ilerleyip rampayı geçtiğimizde valeyi gördüm. Kapıda dikilmiş, sessizce arabaları izliyordu. BMW’yi gördüğü anda tanıdı ama yüzündeki ifadeyi sabit tutmayı başardı. Zafer boynunu kütlettikten sonra bana doğru döndü. O da benim gibi siyah bir takım giyiyordu, içindeki gömlek griydi ve kumral yoğun saçları, sakallı yüzüyle bir askere benzemediği için şanslıydı.
“Peki bunları dolandırmamız etik mi?” diye sorunca ona düz düz baktım. “Ne? Ekmeğimizdeyiz.”
“Sik analarını, bana ne amına koyayım,” dediğimde Vural’ın güldüğünü duydum. Zafer kaşlarını kaldırıp indirerek sırtını koltuğa yaslayıp, “Öyle keyiflendim ki şu an,” dedi.
Vural, “İçeride çok fazla eşlikçi kadın var,” dedi. “Rol icabı da olsa bazılarıyla yakınlık kurmanız gerekebilir. Ben kurmam, şimdiden söyleyeyim.”
“Benim yüzüğüm var lan,” dediğimde Vural güldü.
“Kanka, eldivenin altındaki nişan yüzüğü geçersiz sayılıyor görünmediği için.”
Zafer, “Sana yanlayan olursa ve ilgilenmezsen mekanda adın ılığa çıkmasın,” diye cinsiyetçi bir şaka yaptı.
Vural, “Ben Nihan dışında herkese gayim kardeşim.”
“Hala bir şansım mı var yoksa Vural’ım,” dedi Zafer pis pis sırıtarak.
“Irz düşmanı ibne, bana mı göz koydun lan sen?”
Vural, Zafer’in ensesine gelişine bir tane oturttu. Zafer tam Vural’a doğru dönüyordu ki onlara zehir gibi bir bakış gönderdim.
“Tepişmeyin amcıklar,” diyerek emniyet kemerini çözdüm.
Kapıyı açıp dışarı çıktığımda, mekanın etrafındaki boşluklarda çınlayan rüzgar gömleğimin altına sızarak tenime dokundu. Soğuğun beni rahatlattığını hissettim. Muğla’da o kadar çok güneşe maruz kalmıştım ki artık güneşi gördüğümde silah çekmemek için zor duruyordum. Neyse ki geceydi, karanlıktı, soğuktu ve benim tek güneşim Zeliha’ydı, diğer güneşle de birtakım kişisel problemler geliştirmiş durumdaydım. Zeliha beni aydınlatırdı da ısıtırdı da. Diğer güneş de hayatımızdan siktir olup gidebilirdi.
Vural arkamdan yaklaşarak, “Kanka ben sana söyleyeyim,” dedi, “eğer olur da takım elbisenin kumaşına başka bir kadının elbisesinin dahi kumaşı değecek olursa, Zeliş’e öterim. Bacımdan saklamam. Ve bir kadın sana dokunacağına, bir erkeğin yüzünü darmaduman etmesi Zeliş için daha kabul edilebilir bir şey gibi geldi bana.”
“Siktir lan götveren,” diyerek girişe doğru yürümeye başladım. Zafer arkamızdan gülerek geliyor, birbirimize takıldığımız için kameralara oldukça normal bir arkadaş gibi görünüyorduk.
Mermer görünümlü sert duvarların arasından geçerken üstümüzün aranmaması beni şaşırtmadı çünkü buradan bakılınca, nüfuzlu orospu çocuklarına benziyorduk. Kumarbaz, kadına aç, uyuşturucuya muhtaç, eğlenceye düşkün, işsiz güçsüz yavşaklara benziyorduk. Aslında tam girişte bekleyen badigart bakışlarını üzerimizde dolaştırırken üzerimizi aramak istediğini hissetmiştim ama Zafer birdenbire Vural ile kumar konusunda ciddi ve epey bilgili bir sohbete tutulduğunda, adamın sikinde olmayı bırakmıştık. Yani evet, paralı götlekler olduğumuza inanmıştı.
Burası illegal bir mekandı, bilen kişi sayısı azdı ve neredeyse ormanlık bir alana, Allah’ın bile siktir ettiği bir yere kurulmuş, baskın yeme ihtimalinin en az olduğu lokasyonuyla iyi paralar indirmeye başlamıştı. Burayı bulmak bizim gibi profesyoneller için bile zor olmuştu.
Kulağımın içine asla görünmeyecek şekilde yerleştirilmiş küçük kulaklıktan cızırtılı bir ses yükseldi. Muşta, “İkiz dingiller çoktan kendileri için bir satış temsilcisi buldu,” dedi. Sessizce ilerlemeye devam ettim. Büyük bir alana yayılan karanlık, tepede saniyede bir yanıp sönen ışığın tamamının etrafa yayılmasına engel oluyordu.
Geniş deri koltuklar birbirlerinden uzak platformlara yerleştirilmişti. Fuhuşun döndüğü taraf kendini doğrudan belli ediyordu. Yabancı uyruklu, bu çukura düşmeseydi modellik yapma ihtimali olacak ama benim nezdimde Zeliha’nın tırnağı olamayacak kadınların çoğunluğu o tarafta kemik bir kadro şeklinde toparlanmıştı. Onları pazarlayan yavşağın evladı da yanına aldığı kumral kızı karşısındaki lüks saat takıp, lüks ayakkabılar giyen kodamana peşkeş çekmeye uğraşıyordu.
Kısa bir göz taramasından sonra Yaman ile Devran’ın sağ köşede, duvar dibindeki deri koltukta olduklarını gördüm. Satıcıları da hemen yanlarında oturuyor, sonunda onlara güven duymuş gibi sıcak bir gülümsemeyle onlarla irtibat kurmaya çalışıyordu.
“Beyler,” diyerek Zafer’in gömleğinde kırmızı tırnaklarını dolaştıran platin saçlı kıza dokundurduğum donuk bakışlarım, kızın kontak lens ile rengi değiştirilmiş gözlerine saplandı. Kız bakışlarımdan huzursuz olmuş olacak ki gülümsemesi yüzünde dondu, bakışlarını benden uzaklaştırıp Zafer’e çevirdi. “Burada bir damınız olursa, daha farklı kapıların da açıldığını görürsünüz. Eşlik etmemi ister misin?” Zafer, kızın sorduğu soru karşısında, yüzünde sinsi bir gülümsemeyle, “Ya da beni çok beğendin,” diyerek karşılık verdi.
Kızın sırtlan gülümsemesi yeniden dudaklarında şekil bulmuştu. “Aksini söylesem bile inanmazsın sanırım,” dedi cilveli bir edayla.
“O halde bu gece benimlesin,” dedi Zafer, buranın dili bu olmalıydı ve Zafer bu dili zaten biliyor gibiydi. Irzı kırığa yandan bir bakış yolladım. İzin günlerinde hangi deliklere girip, ne naneler yediğini daha net gördüğüm bir an herhalde olmayacaktı.
Kız, Zafer’e cilveli bir gülümseme eşliğinde, “Seve seve,” dedikten sonra bakışlarını Vural’a çevirdi.
“Hanımefendi, ben geyim,” dedi Vural doğrudan, hiç kıvırmadan. Yüzüm buz kesti.
Kız kaşlarını kaldırıp önce bana sonra Vural’a bakınca, Vural’dan bir adım uzaklaşıp bakışlarımı farklı yöne çevirdim ve tek seferde, “Ben nişanlıyım,” dedim. “Evlenmeme de çeyrek var.”
“Nişanlısı da deli,” diye ekledi Vural. “Siz Zafer’e eşlik edin lütfen.”
“Ne kayıp ama,” dedi kız beni süzüp, başını Zafer’in omzuna yükleyerek. “Üç filinta geldi, birini sakallılar yiyor, diğeri de boynuna bir tasma taktırmış.”
“Diğeri de tam şu an seninle,” dedi Zafer, ortamı yumuşatmak istiyor gibi gevşek ama soğuk bir gülümsemeyle.
“Neyse ki şanslıyım, en yakışıklı olanı kaptım,” dedi kız.
Çenem seğirdi ama yorum yapmadım.
“İsmin ne?” diye sordu kız merakla. Anlaşılan, ortama giren yenilerin adını öğrenmek için yollanmış bir maşaydı.
“Gökhan ben,” dedi Zafer. “Sana unutulmaz bir gece yaşatacak olan o adamım.”
Kız, büyülendiğini gizleyemeden Zafer’in yeşil gözlerine uzun uzun baktıktan sonra sertçe yutkundu. Ardından bakışlarını Vural’a çevirdi. “Senin adın ne?”
“Vatan,” dedi Vural başka bir yöne bakarak.
Bakışlarını bana uzattığını hissettiğim an, yüzümde donuk bir ifadeyle, “Gökhan’la ilgilen, prensip olarak nişanlım dışındaki kadınlarla diyalog kurmuyorum,” dedim ve sırtımı dönüp boş koltuğa doğru yürümeye başladım.
Vural arkamdan gelirken, “Keşke nişanlıyım deseydim, kız bana seni sakallılar yiyor dedi resmen,” diye fısıldadı. “Ayrıca Gökhan ismi de şey ismi gibi.”
“Amcı,” diye tamamladım Vural’ı.
“Heh, hay ağzını öpeyim. Öpmeyeyim. Iy.”
“Korkma benim sakalım yok şu an,” dediğimde Vural bana dehşetle baktı. Gülmedim ama gülesim gelmedi diyemezdim. Gözlerimi kıstım. “Etrafta çöp görüyor musun?”
“Evet,” dedi Vural, birlikte deri koltuğa yerleştik. Garson kıyafetleri içindeki Sado’nun elinde bir tepsiyle alanda ilerlediğini gördüm. Sağ taraftaki iki masa da onlarla kaynıyor. Tiplere bak amına koyayım.” Sado’yu görünce kaşlarını çattı. “Oy lelem, Sivereklim, inşallah elindeki tepsiyi birine sokmaz.”
“Kumarhane aşağıda olsa gerek,” dedim burnumun altını, sus çizgimi kaşıyor gibi yaparak.
“Masayı donattırıp, yüksek hesapla kalkmazsak bizi o alana almazlar,” dedi Vural boynunu esnetiyor gibi yaparak. “Önce boş kese olmadığımızı göstermeliyiz. Raconu budur bunun.”
“Öyle mi şekerim?” diye takıldım.
“Sus amına koyayım, beni sakallı birinin yemesi bile Nihan’ın yemesinden daha az korkutuyor şu an.”
Parmağımı kaldırıp Siverekli’ye işaret çaktığımda, mekanın karanlığına geçmiş adamların bize baktığını hissettim. Ne kadar çok para harcarsak, o kadar dikkatlerini çekip, bizi alana almalarını sağlayacağımızı bildiğimden bu gece kesenin cebini açmam gerekiyordu.
Sado sanki bizi tanımıyor gibi yaklaştı, gözlerimize bile bakmadan, “Amına goduklarım,” dedi, “söyleyin ne zıkkım getireyim size?” Karşıdan ona bakan biri saygıyla konuştuğunu düşünebilirdi ama o bize bakmadan, saygıyla karşımızda duruyorken bizi kalaylıyordu.
“En pahalı şişelerden oluşan bir buz kovası getir, hesabın diğerlerinkinden daha yüklü gelmesini sağlayacak ne varsa hepsinden işte,” dedim. “Garsonlar arasında da kumar oynamaya geldiğimizi konuş. Kulaklarına gitsin ne için burada olduğumuz.”
Siverekli saygıyla başını salladı, bunu yaparken bize gıcık olduğunu biliyordum. Ortadan hızla kayboldu. Gözlerim Yaman ve Devran’ın olduğu masaya yavaşça kaydı. Satıcı çöpün yanında turuncu saçları beline kadar inen, üzerinde yok denecek kadar az kumaş parçası olan bir kadın oturuyordu. Buna oturmak da denemezdi, koltuğun kolçağına kalçasını yaslamış, elini adamın omzuna koymuş, Yaman’a yiyecek gibi bakıyordu ama Yaman kafasını kaldırıp kadına bakmıyordu bile. Kız onun gey olup olmadığını düşünüyor olmalıydı. Hayır, o sadece bakirdi. Münzevi bir bakir. Kız, Yaman’dan biraz bile insani tepki alamayacağından habersizdi. Bu herif porno bile izlemezdi. Muhtemelen kadının ilgisinin farkında değildi ya da bu ilgi sikinde bile değildi.
“Yaman ve Devran buradakileri paket edecek, biz de diğer alandakileri,” dedi Vural ensesini kaşıyor gibi yaparken. Bunu bana değil, kulaklıkların ardında bizi dinleyen Muşta’ya söylüyordu.
Masaya gelen gösterişli siparişle birlikte, yine masaya burada çalışan kızlardan birini koluna takarak gelen Zafer, mekanın kodamanlarının anında dikkatini çekmişti. Zafer’in oldukça geveze kızla kurduğu içli dışlı diyalogu izlemek midemi bulandırdığından önümdeki bardağa doldurduğum içkiyi fondipledim.
Çok geçmeden iki iri herif önümüzde bittiler. Zafer kızın ağzına kiraz verirken, kafasını kaldırıp önümüzde beliren heriflere baktı. Yanımızdaki kazanovadan utansam da aslında bunu görev olarak gördüğünü, kıza biraz bile ilgi duymadığını biliyordum.
“Beyler,” dedi biraz daha kısa olan, saçları usturayla kazınmış adam. “Bu gece şeytanınızın bol olacağı bir oyun oynamak isterseniz, sizi VIP alanımızda ağırlamaktan şeref duyarız.”
“İşte bana bunlarla gelmelisin,” dedi Zafer, aramızdaki en yavşak oymuş gibi davranmasının sebebinin bir role bürünmesinden kaynaklı olduğunu biliyordum. “Kadınlarınız güzel, içkiniz güzel ve eminim oyun masanızda da onun üzerine çöküp terleteceğim şeytanınız vardır.” Eğilip fısıldadı: “Çünkü şeytanın bacağını kırmaktan öte, şeytanı felç bırakmak gibi huylarım vardır.” Gözlerini bana çevirdi. “Sana buranın bir öncekinden çok daha keyifli olacağını söylemiştim.”
“Henüz bir atraksiyon almadım,” dedim donuk bir sesle. Adam memnuniyetsizliğimden rahatsızlık duymuş gibi bana baktı ama bunu beni daha çok memnun etmesi için yaptığımı bilmiyordu. Ki istediğim oldu. Düşündüğüm gibi, beni memnun etmek için her yolu denemeye başladı.
Bizi güverte adını verdikleri özel bir koridordan geçirdiler. Çift kanatlı bir kapıyı iterek önümüzden ilerlediler ve karanlık bir alanın hemen arkasından sigara dumanının havada bulut gibi asılı durduğu kumarhaneye giriş yaptık.
Kumarhane olarak adlandırdıkları alanın üzerini kaplayan dumana baktı. Sigara ve yasaklı maddenin ağır ve keskin kokusuyla birleşen viski ve ter kokusu mide ekşitiyordu. Masanın bir ucunda Numan’ın oturduğunu gördüğümde yüzümdeki ifadeyi sabit tuttum. Numan, uzun yılların verdiği deneyimden olsa gerek becerikli olduğunu bakışlarından da okuyabildiğim bir kumarbazdı. Aynı zamanda bu masaya para değil, uyuşturucu yatırdığını, kaybettiği takdirde ödemeyi uyuşturucu ile yaptığını biliyordum. Bizi fark etmemişti bile çünkü henüz sona ermemiş olan eli dikkatli gözlerle takip ediyordu.
Bu gece onu bu masada zorlayacak bir kumarbaz daha olacaktı. Zafer. Buradaki lüks kumaşların içinde oturan tüm adamların cebinden her şeyi alabilecek kadar iyiydi bu işte. Zaferi tıpkı ismi gibi cebinde bu masaya getirmişti.
Oyun yeniden başladığında artık masada üç yabancı daha vardı. Tanışma faslı kısa sürmüştü. İsimlerimizi söylemiş, hiç ilgilenmediğim birkaç konuda kısa sohbetin ardından oyunu odağımız haline getirmiştik. Tam karşımda kalın sakallarıyla dikkat çeken bir adam daha oturuyordu, onun da aradıklarımızdan biri olduğunu elinin üst kısmındaki kuş dövmesinden anladım.
Zafer onlar için dişli bir rakipti. Her elde, onlara soğuk terler döktürüyordu. Çoktan onları elemeye başlamıştı bile. Yeni oyuncular dahil olmaya korkar hale gelmişti çünkü karşılarında stratejik olarak da psikolojik olarak da üstünlük kuran biri vardı.
Bilmem kaçıncı elde, Zafer elindeki kartları gözden geçirdi, muhtemelen şu an diğer oyuncuların her hamlesini analiz ediyordu. Bakışları kısaca bana dokunduğunda, dudaklarında alışkın olduğum o sinsi gülümsemenin büyüdüğünü gördüm. Oturduğu ilk dakikadan profesyonellere ter döktürmeye başlamıştı.
“İyi oynuyorsunuz,” dedi kalın sakallı, dövmeli adam. Gözleri Zafer’e çevrildi, karşılık alamayınca bana baktı. Cevap vermedim ve oyuna devam ettik.
Masada bahisler yavaşça artmaya başladı, oyunun gerilimi birkaç dakika içinde ikiye katlanmış, her saniye biraz daha artarak tavana tırmanmaya başlamıştı.
“Mert,” dedi kalın sakallı adam gözlerini bana çevirerek. Sesindeki alay kaşımın seğirmesine neden oldu. Ona donuk gözlerle baktım. “Bu el senin için zor olacak gibi görünüyor.” Sesindeki alayın dozu artınca, Zafer tek kaşını kaldırıp adama baktı.
Zafer, yani Gökhan ilk elde vurgunu vurmuştu ama bir sonraki el, sinirler iyice gerilmeye başladığı için herifler bana ve Vural’a sataşmaya başlamıştı.
“Ben kazanırsam o da kazanmış sayılır, sen kendi derdine yan. Bu el çok fazla şeyi gözden çıkardın. Ne yapacaksın?” diye sordu Zafer, herif böyle bir soru beklemediği için öksürüp gözlerini elindeki kartlara indirdi. Bir süre durduktan sonra tekrar bana baktı.
“Elini görmek isterim delikanlı,” dediğinde gözlerimde saklayamadığım yırtıcı bir bakışla doğrudan adama baktım. Kaşlarım yavaşça çatıldı, sigaramı dudaklarıma götürdüm ve ardından dumanı ağır ağır dışarı üfledim.
“Biraz sabırlı olman gerek, annene dokuz ay boyunca çile çektirmiş olmalısın.” Bu cümlem, adamın yüzündeki rengin griye dönmesine neden oldu. Numan bıyık altından güldü, masada tanımadığım beş adam daha vardı, ikisinin onlarla bağlantısı olduğunu biliyordum.
Viskiden bir yudum aldıktan sonra masada hızla değişen jetonlara baktı. Her elde bahisler biraz daha artıyordu. Elimdeki kartları sırasıyla gözden geçirirken, bizi rakip olarak gören heriflerin gözlerindeki tedirginliği görebiliyordum.
Ellerimdeki kartları sırayla gözden geçirip tek kaşımı kaldırdım. Herkes, özellikle de ağzını sikmek istediğim eleman kendince bana blöf yapıp, kozunu koruma konusunda dikkatlice düşünüyordu.
“Şansın arkadaşınınki kadar yaver gitmiyor anlaşılan,” diyerek tekrar konuştuğuda, biraz daha gülümsedim ve kartlarımı gözlerimi herife dikerek masaya yerleştirdim.
“Şansın elbette bir noktada önemlidir ama bazen yetenek çok daha önemlidir yarrağım,” dedim kendimi tutamadan ve jetonlarımla oynamaya başladım.
“Durman gerektiği yeri bilmiyorsun.”
“Öğretecek misin? Yerinde olsam çenemi kapatır oyuna devam ederdim,” dedim gözlerimde alaycı bir ifadeyle.
“Sen kim olduğunu sanıyorsun?”
“Bu gece altındaki donu alacak adamım. Motosikletini Gökhan zaten aldı, sıra donunda, değil mi?”
Adam bir an masadan kalkacak gibi olunca, Numan elini göğsüne yaslayarak, “İbo, dur,” dedi. “Oyun oynuyoruz şurada. Bozma keyfimizi. İki saattir herifle uğraşıyorsun, karşılık verince mi suç oldu?”
“Ağır konuşuyor,” diye tıksırdı yavşak.
“Gururunu mu incittim?” diye sordum alayla dudaklarımı öne doğru uzatarak.
Başını iki yana sallayarak kül tablasına bıraktığı otu aldı, içine çekti ve cigaranın kokusu tütünden daha ağır bir şekilde masaya yayıldı. Oyun ilerledikçe, masadaki her oyuncu bir sonraki hamleyi düşünmeye başladı. Ben, her elde bahisleri arttırmak ve bu yavşağın evlatlarını zorlamak için her fırsatı değerlendiriyordum.
Zafer arka arkaya beş eli de alıp, sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi ve “Gerisi Mert ve Vatan’a kalmış, bu gece beni sağlam doyurdunuz beyler,” diyerek geriye doğru yaslandı.
İşte şimdi, bahisleri daha da arttırıp karşımda bu gece oldukça fazla yenilgiye uğramış o herifin şah damarını koparma zamanı gelmişti. Zafer varken şansımın olmadığını biliyordum, Zafer varken hiçbirinin şansı olmazdı ama masadan Zafer kalktığı vakit, geriye tek bir şeytan kalıyordu. Zafer şeytanı felç bırakabilecek adam ise eğer, onun felç bıraktığı şeytanı asıp derisini yüzmek de benim işimdi.
İbo, sonunda hamlesini yaptı ve masanın ortasına bir yığın jeton attı. Benim sıram geldiğinde kartlarımı yavaşça açtım, iki kupa gösterdim. Masadaki birçok oyuncu, tüm oyun boyunca sessiz bir şekilde ilerleyen bu çakalın blöf yeteneğini ilk kez o an görmüş oldu. Zafer’in keyif dolu kıkırtısını işittim.
Saniyeler içinde masadaki hakimiyetimi ilan etmemi beklemeyen İbo’nun çenesinin kaskatı kesildiğini, kahverengi gözlerini gözlerime mıhlayarak bana düşmanına bakıyormuş gibi baktığını gördüm.
“Onun kalkmasını bekliyordun,” dedi bana.
“Yenilmeye doymuyorsun anlaşılan.”
“Bitmedi.”
“Bu gece vereceğin başka neyin kaldı? Canın mı?”
İbo dişlerini gıcırdatarak, “Melina’yı getirin,” dedi ve bir an yüzüm buz kesti. “Altımdaki kadını alabilecek kadar taşaklı mısın görmek istiyorum. Sadece sen ve ben. Bir el daha.”
Oyunun devam edeceğini anlamıştım ama masaya bir kadının bedeninin sunulacağını hiç hesaba katmamıştım. Damarlarımın üst üste bindiğini hissettim, öfke bir anda geldi; tüm bedenimi kapladı ve deri eldivenin altındaki ellerimin bile damar dolu tepeciklerle şiştiğini hissettim. Zafer ve Vural birbirlerine temkinli birer bakış gönderdi. Bakışlarını hissettim ama gözlerimi doğrudan İbo denen yaratığa dikmiştim, tüm dikkatim ona saplı bir bıçak gibiydi ve bıçak ucundan kan aksın istiyordu.
Sigaramı parmaklarımın arasına aldığım sırada kapı açıldı ve üzerinde siyah takım elbise olan, gecenin bu saatinde bile güneş gözlüğü takan kel bir adam, bir kızı dirseğinin altından kavrayıp sürükleyerek içeri soktu. Kız, hoşnutsuz bir şekilde adamın elini itip, dirseğini ovuştururken çatık kaşlarla bahislerin yükseldiği, jetonların bir yığına dönüştüğü masaya baktı.
“Melina, bebeğim,” dedi İbo tükürüklerini saçarak. “Gel bana.” Melina, bir kuklaymış da ipleri İbo’nun parmaklarından aşağı sarkıyormuş gibi bu komuta uydu, yüzüne sahte bir gülümseme ekleyerek adama yaklaşıp elini adamın omzuna koydu. “Bana uğur getirmelisin uğur böceğim, aksi halde bu geceyi benim sıcak kollarımdan ayrı geçireceksin. Bunu istemezsin, değil mi?”
Kadını istemediğimi, bunu kabul etmeyeceğimi söylemek istedim ama Muşta, “Oyunbozanlık yapma,” dedi, sesi pürüzlü geliyordu. Dişlerimi sıkarak, “Kadınını masaya yatırdığına göre, elinden geleni ardına koymamalısın birader,” dedim, ona birader demek beni tiksindirdi. Melina, bunu duyduğu anda beti benzi atmış halde önce omzuna dokunduğu İbo’ya, ardından da masanın ortasına yem olarak bırakıldığını bizzat seslendiren adama, yani bana baktı. Gözlerimi kızın gözlerine değdirmedim bile ama bana çatık kaşlarla baktığını hissedebiliyordum.
“Senin masaya koyabileceğin neyin var?”
“Arabam,” dediğimde İbo güldü.
“BMW ile gelmişlerdi, değil mi?” diye sordu ayakta dikilen adamlardan birine.
“Evet, reis.”
“Güzel. Bu elde BMW’ni alacağım.”
“Al alabiliyorsan,” dedikten sonra elenen diğer oyunculara baktım. Her biri çatık kaşlarla içkilerini yudumluyor, sessizce ikimizi izliyordu. Bazıları oyundan çekilmiş, bazıları da Zafer tarafından yenilerek elenmişti ve her biri artan gerilimin farkındaydı.
Melina, “Umarım kazanırsın, yoksa diğer tüm geceler yalnız uyumak zorunda kalacaksın,” diye fısıldadı ve bu, diğer oyuncuların kendi aralarında bıyık altından gülmelerine neden oldu. İşte bu noktada İbo denen yavşak, öfkeyle kaşlarını çatmış, Melina’ya uyarıcı bir bakış göndermişti.
Gözlerimiz her elde dikkatlice kartları inceliyor, İbo potu büyütmeye devam ediyordu. Bu işten oldukça zararlı çıkacağını kendisi de biliyordu ama canını da alsam vazgeçmeyecek gibi bir hali vardı. Masanın ortasında biriken jetonlar, artık büyük bir miktara ulaştığında ve her elde daha büyük riskler alınmaya başladığında, Numan sessizce eğilip, “Emin misin?” diye sordu. İbo buna cevap vermedi. Kartlarımı sakince masaya yerleştirdim ve potu büyütmeye devam ettim. İbo sessizliğini korumaya devam ediyor, sadece kartlarını incelemekle yetiniyordu.
Vakit daralıyordu.
Muşta, “Az kaldı,” dedi, bunu sadece Vural, ben ve Zafer duyduk.
Masadaki herkes İbo’nun kumar konusunda büyük bir tehdit olduğunu düşünüyor olmalıydı ama bu tehdit, iki herif tarafından paramparça edilmeye başlamıştı. İbo’nun öfkelenmesine neden olan belki de buydu. Çizdiği imajı bir gecede yerle bir etmemiz kanına dokunmuştu. Masaya kadın koyan birinin kanına dokunacak şeylerin olması oldukça gülünçtü.
İbo’nun bakışları soğuk ve tedirgindi ama ben kararlı ve dikkatlice devam ediyordum. Kartlarımı inceledim ve son hamlemi yapmaya hazırlandım. Sessizliği bozan, bahsi yükseltme girişiminde bulunan İbo, bununla birlikte masaya bir anahtar bıraktı.
Gülümsedim, cebimdeki gümüş detaylı silahı masaya bıraktığımda nefesler tutuldu. “Bu silah, arabanla aynı fiyattadır,” dedim keyifli bir sesle. Ardından jetonlarımı pota ittim. Kartlarımı gösterdiğim sırada İbo da kartlarını alnında beliren ter damlalarına rağmen soğukkanlı görünmeye çalışarak yavaşça açtı.
Masadaki sessizliğin ardından sonuçlar ortaya çıktı. Zafer’in genizden gelen kahkahasını duydum, Vural omzuma sağlam bir tane geçirdi ve İbo donmuş bir halde bana baktı.
“Bu son eldi,” dedim gülümseyerek.
Melina, “Ve beni kaybettiğin eldi,” diye fısıldadı dehşet içinde İbo’ya bakarak.
“Bir el daha,” dedi İbo. “Son bir el. Melina senin olsun, arabam, yatırdığım tüm para, tüm mallar senin olsun ama senden son bir el istiyorum.”
“Karşılığı ne olacak?”
“Masaya tek bir şey koyacaksın.” Gözlerime öfkeyle baktı. “Altına aldığın karıyı. Kazanırsam, sen her şeyimi alacaksın ama o karıyı altıma vereceksin.”
Zafer birdenbire dikleşerek, “Merdo,” dedi yaklaşan uğultuyu duymuş gibi.
Tek bir hareket. Elim masanın altına gitti. Yukarı doğru hızla kalktı ve masa yana doğru devrildiğinde jetonlar etrafa saçıldı, kağıtlar havada uçuştu. İbo, oturduğu yerden kalkmadan bana bakarken, Melina denen karı sıçrayarak kenara kaçıp bir çığlık kopardı. Bir adım sonra, ben bir rüzgardım, esip tüm kartların havada kalarak girdaba kapılmış gibi dönmesine neden olan o adamdım. Kartlar henüz yere süzülmeye başlamamış, havada döner durumdayken İbo’yu götünü koyduğu sandalyeyle birlikte yere devirdim; artık onun üzerindeydim.
Zafer panikle, “Yener, Kerim!” dedi kulağındaki kulaklığa bastırarak. “Tüm girişleri kapattırın! Hemen!”
Deri eldivenler o boğazı sardı, parmaklarımı öyle bir bastırdım ki orospu evladının dili dışarı uzandı. Gözlerimin önünde çakan şimşeklere rağmen, yüzüme çizilmiş ölümcül gülümsemeyle, her gece oturup izlediğim o duvarda kurduğum tüm cinayet senaryolarının dışarı taşmasına izin verdim. Çığlıklar koparken kumarhanenin çift kanatlı kapısının açıldığını duydum.
“Senin ananı da bacını da sülalendeki tüm karıları, tüm herifleri karım yaparım orospunun oğlu,” dediğimi hatırlıyorum. Biraz daha bastırdığımı, Numan’ın beni omzumdan tutup yukarı asılmaya çalıştığını, Zafer’in Numan’ı ensesinden kavrayarak duvara yasladığını hatırlıyorum. “Senin o babanı götünden doğurturum, senin o babanı götünden diri diri doğurturum.” Boğazını sıkıca kavrayıp kafasını hafifçe kaldırdım, sertçe betona çarptım, gözleri geriye kaydı. Bir kez daha. Bir kez daha. Bir kez daha. Başının arkasında birikmeye başlayan sülük gibi akışkan kanını izlerken gözlerim daha da karardı. Dişlerimi göstererek sırıtırken gözlerimin yuvalarından çıkacağını hissettim, iri iri açtığım gözlerimdeki deliliği muhakkak gördü; beyninde bir kan deryası baş göstermiş, zihni alabora olmuş durumdayken bana dehşete düşmüş halde baktı. Ölmesine izin vermedim ama yaşaması artık yasaktı. Boğazını kavrayıp kafasını bir daha kendi kanıyla kaplanmış betona vurdum. “Ölünü sikeceğim senin, ölünü diri diri sikeceğim, cesedini sikeceğim senin,” diye tısladığımı hatırlıyorum. Havada uçuşan sandalyeler kafamın üzerinde az önce uçuşan kart destesi gibi uçuştuğunu hatırlıyorum. Sikimde bile olmadı. “Senin sülalendeki her canlının kafasını böyle patlatacağım bak, böyle.” Sırıttım, gözlerim daha da irileşti, kafasını kan dolu zemine bir daha vurduğumda ağzından dışarı fışkıran kan beyaz gömleğime sıçradı. “Ölme orospu evladı, ölme, bitmedi, ölme.” Yanağını kanına bastırıp, genzine kendi kanının dolmasını sağlarken, “Açsana ağzını lan,” diye tısladım. “Açsana ağzını, konuşsana yine.”
“Yard—”
“Seni elimden Azrail gelse alamaz, bu gece seni almaya gelen tek Azrail benim,” diyerek yüzünü tamamen kendi kanıyla bolmuş betona bastırıp boğulmaya başladığı anı izledim.
“Merdo, dur,” dediğini duydum Devran’ın. Ne zaman içeri girdiğini bilmiyordum ama sikimde değildi. Hadi durdur, diye kükreyerek gözlerimi yüzüne dikmemek için kendimi sıkıp herifi biraz daha kendi kanına batırdım.
“Konuşsana amını yurdunu siktiğim,” diyerek sırıtıp üzerine biraz daha çöktüm. Deri eldivenlerim kana battı, “Merdo, herif bize lazım, dur!” diye bağırdı Devran ama durmadım, onu biraz daha kendi kanına bastırdım. Çırpınmaya, titremeye başladı; epilepsi nöbeti geçiriyor gibi titremesi başımı sola doğru yatırıp yüzümü yüzüne yaklaştırırken, “Seni karım yapacağım,” diye fısıldadım.
“Sakin durun orospu evlatları,” diye kükrediğini duydum Zafer’in. Ve muhakkak bildiğim şey, şu an aradığımız tüm isimlerin birbir paketlendiğiydi.
Sırıtarak açtığım ağzımı yavaşça kulağına yaklaştırıp, “Yüzbaşı,” diye fısıldadım. “Gurur Mert Çalıklı.” Adam altımda çırpınmayı bıraktı, sadece bedeni ölümle yüzleşiyor gibi titriyordu.
“Merdo! Dur!” Öfkem içimde fişek gibi patladı. “Merdo!”
“Sikerim lan senin de Merdonu!” diye kükreyerek başımı kaldırdığım vakit, Devran’ın dehşet dolu gözlerle bana bakan yüzüne rastladım.
“Dirisiyle daha çok eğlenirsin aslanım, ölüsü sana anlık zevk,” dedi Devran gözlerini gözlerime dikerek. “Kalk.”
“Bırak gebertsin,” dedi Yaman buz gibi bir sesle. “Buradakiler yeter de artar bize.”
Tam orospu evladının üzerine ecel gibi çöküyordum ki, Numan’ın, “Dur!” diye bağırdığını duydum az ileriden. “Kim için geldiğinizi biliyorum! Dur!”
Yumruğumu kan nehrine dönüşmüş betona indirmeden önce gözlerimi sıkıca yumup, çenemi kasabildiğim kadar kastım.
“Sen Gurur Mert Çalıklı mısın?” diye sordu Numan yeniden, ben ise gözlerimi altımdaki paçavraya bakmak için yavaşça aralamış, hareketsiz duruyordum. “Canımızı bağışlarsan sana bildiğin her şeyi anlatacağım!”
“Sarı torbaya paramparça değil, tek parça girmek istiyorsan,” diyerek yavaşça omzumun üzerinden adama doğru baktım. “Konuş.”
Devran birdenbire omzumdan tutarak beni ayağa kaldırdı ve ellerimi arkada birleştirip kelepçeyi bileklerime taktı. Eğer buna izin vermeseydim yapamazdı ama direnmedim. Ellerim arkada bağlı halde gözlerimi heriften çekmeden, yüzümde biraz bile ifade barındırmayarak, “Seni iki kolum olmadan da altımdaki itten beter hale getiririm. Oyalanma, anlat.”
Numan sertçe yutkunup, yerde kendi kanları içinde uzanan herife baktı.
“Bildiğim ne varsa anlatacağım.”
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Şafak, gökyüzündeki karanlığı narin parmaklarıyla sökmeye başladı ama Gurur gelmedi.
Sehpanın üzerindeki üçüncü kahve bardağına baktım, dibinde buz tutmuş kahveden sadece bir yudum kalmıştı. Evin içi karanlıktı, Leon ve Pars’ın bir köşede uyuduklarını biliyordum ama onları göremiyordum. İçeri sızan tek ışık pıhtısı, gökyüzünde ağarmaya başlayan günün içeri düşürdüğü gri mavi yansımalardan oluşuyordu.
Şakaklarımdaki ağrıyı geçirmesi adına parmaklarımı ağrıyan noktalara bastırıp dizlerimi karnıma çekerek çenemi dizime yasladım. Şafağın hüküm sürdüğü gökyüzüne toplanan bulutlar, bugünün kapalı geçeceğini kanıtlıyordu.
Kapının deliğine giren anahtarın sesini duymamla, kalbimin boğazıma yükselmesi bir oldu ama bir sebepten hareket dahi edemedim. Anahtar döndü, kapı yavaşça açıldı. Aralan kapıdan içeri önce gölgesi devrildi. Ardından içeri girdi, kapıyı yavaşça kapattı ama hala kaybolmayan karanlık yüzünden görebildiğim yalnızca büyük, cüsseli silüeti oldu.
Bir sebepten tutulup kalmış gibiydim, ağzımı açıp tek kelime edemeden, başımı omzumun üzerinden ona doğru çevirmiş sadece silüetine bakıyordum. Sessizlik içinde merdivenlere yöneldiğini gördüğümde bir an donup kaldım. Dilimdeki sessizlik büyüdü, yüreğimdeki tedirginlik de sessizliği takip ederek yükseldi.
Ağır adımlarla üst kata tırmanmaya başladı. Ardından banyonun kapısının açılıp kapanırken çıkardığı sesi duyup, oturduğum yerden kalkarak basamaklara yöneldim. Yorgun muydu? Bu sessizliğin özünde yorgunluk mu vardı? Nasıl bir gece geçirmişti? Bir şey olmuş muydu? Herkes iyi miydi? Benim için en önemli olan, bencilce bir şekilde kalbimi vurduran şeydi biliyordum ama asıl o iyi miydi?
Basamakları hızla tırmanıp banyonun önüne geldim. Kapalı kapıya uzunca bir süre baktıktan sonra yavaşça kapıyı tıklattım. Suyun açıldığını duyduğumda ise ondan bir komut beklemeksizin kapıyı açıp, karanlık banyoya girdim. Duş kabinin cam kapısını kapatmıştı. Yerdeki kanlı gömleği gördüm, karanlığa rağmen gömleğin üzerine sinen lekeden bunun kan olduğunu anlamak gayet mümkündü.
Yaralı olup olmadığını merak ederek, “Gurur,” diye fısıldadım ama suyun şiddetli sesinden olsa gerek beni duymadı. Titremeye başlayan ellerime lanet ederek yavaşça eğildim, yerdeki gömleği elime alıp üzerine boca edilmiş kan lekesine kanım çekilmiş halde baktım.
“Yaralı mısın?” Korkuyla cam kapıya doğru ilerledim. “Gurur.”
Tedirgin bir şekilde cam kapıyı açtığımda, onun çıplak bedenine çarpan su benim üzerime sıçrayıp tişörtümü ve şortumu saniyeler içinde sırılsıklam etti. Islak bileğini kavrayıp onu kendime doğru çevirdiğimde kapalı gözlerini açıp, su hala sırtına ve saçlarına vuruyorken ıslak yüzüyle bana baktı. Karanlığa rağmen belirgin bir şekilde gördüğüm ela gözlerde bir duygu kırıntısı aradım.
“Yaralı mısın?”
“Hayır,” dedi sakin bir sesle, konuşurken dudaklarından başından aşağı akan su damlıyor, çenesinin keskin yüzeyinden göğsüne dek uzanıyordu.
“O kan…”
“Benim kanım değil,” dedi, sesindeki durgunluğun özüne inemedim. Hiç beklemediğim bir anda, bir adım öne geldi ve büyük bedenine çarpan su tamamen beni ıslatmaya başladı. Eğildi, çenesini omzuma bastırdı. Ellerim ıslak saçlarına gitti, saçlarına dokunurken, “Her şey yolunda mı Dağ Domuzu?” diye sordum sessizce. İçimde büyüyen merak duygusu, tedirginliğin besleyerek büyüttüğü kanlı dişlere sahip bir canavara dönüşmüştü. “Herkes iyi, değil mi?”
“Evet.”
“Sen de iyisin?”
“Tam şu an, evet.”
Saçlarına dokunmaya devam ederek, “Çok yorulmuş olmalısın ve burada durmuş aptal aptal sorular soruyorum, üzgünüm,” diye fısıldadım.
Islak elini bel boşluğuma yerleştirip, avucunu belime bastırarak çenesini omzuma bastırdı. Arkamızda açık duran kapıdan sızan küçük ışık parçasına baktığını hissedebiliyordum ama nasıl bir ifade takındığıyla alakalı en küçük bir fikrim dahi yoktu.
“Görev başarılı mıydı?”
“Daima,” dedi aynı sessizlikle.
“Sanırım iyi bir uykuyu hak ettin.”
“Kollarında, evet,” dedi, daha sonra burnunu çekti ve çenesinin sertleştiğini hissettim. Dişlerini mi sıkıyordu? Neden? Söylemediği bir şey mi vardı? Canını sıkan bir durum mu gelişmişti? Yaralanan biri mi vardı yoksa istediği şekilde bir sonuç alamamış mıydı? Merak kafamın içinde okyanus derinliğine ulaşsa da üstüne gitmek istemedim. Yorulmuştu, gece boyu neler yaşanmış, takımının gömleği nasıl kana bulanmıştı bilmiyordum ama yorgunluğunu yüreğimde hissedebiliyordum. Tüm yorgunluğunu çekmek, ruhuma yük edinmek, ondan koparıp almak istedim ama biliyordum ki o asla böyle bir şeye izin vermezdi.
“Ama gitmem gerek.”
Söylediği şey, birdenbire içimde koca bir yarık oluşturdu; derinlerimde bir obruk gibi büyüdü. Korkuyla sarsıldığımı hissettim ama bu korkunun nedenini çözemedim. Gitmekten bahsetmesi neden beni böyle ürküttü, bunu anlayamadım.
Su hala çıplak sırtına vuruyorken, “Nereye?” diye sordum çatık kaşlarla. “Henüz yeni döndün.”
“Sorgulanacaklar.”
“Adamlar mı?” Sorduğum soru çok aptalca geldiği için cevap vermesine izin vermeden, “Onları siz değil, o herif sorgulamayacak mıydı?” diye sordum. Onur’un ismini zikretmedim çünkü bundan hoşlanmadığını biliyordum. Onun hoşlanmadığı her şeyden benim de onun kadar hoşlanmadığımı ise henüz yeni keşfediyordum.
“Birlikte sorgulayacağız. Öğrenmemiz gerekenler var. Şimdilik sepetledik,” dedi kısaca. Her bir kelimenin arkası, kısa bir dinlenişin ardından bir yenisiyle dolduruluyordu.
“Dinlenmeyeceksin yani, anladım,” diyebildim, oysa onu kollarımın arasında uyutmak, dinlendirmek, iyi hissettirmek istiyordum.
“Sen de benimle gel,” demesini beklemiyordum. Böyle bir şeyi teklif edecek Allah’ın kulu değildi. Genelde yatıp uyumamı, dinlenmemi, onu beklememi söylerdi ama şimdi onunla gelmemi istiyordu.
“Tesise mi?” diye sordum sessizce.
“Evet,” dedi, “hangi cehenneme gidersem gideyim, yanımda seni de götürmeye karar verdim. Her yere birlikte gitsek olmaz mı?”
Yorgun olmasına rağmen arka arkaya konuşmasına şaşırarak, “Olur tabii,” dedim, “canıma minnet benim, deli.”
Çenesini yavaşça omzumdan çekip gözlerimin içine baktı. Parmaklarımı ıslak, kemiklerin belirginleştirerek bir tablodan güzel hale getirdiği yüzünde dolaştırdım. “Sen duşunu al o halde, ben de hazırlanayım,” dedim sessizce. “Olur mu?”
Gözlerime uzun uzun baktıktan ve neredeyse hiç konuşmayacağına, bu bakışmanın sonsuza dek süreceğine beni inandırdıktan hemen sonra, “Olur,” dedi.
Elim ayağım çekilmiş halde banyodan çıkıp yatak odasına girdim. Elbise dolabının kapağını açarken sertçe yutkundum. İçimde birkaç gündür süregelen o huzursuzluk hissi tüm gece daha da ağır bir şekilde göğsümü yoklayıp durmuştu. Gurur nihayet buradaydı burada olmasına ama sanki bir o kadar da burada değildi. Yorgunluğuna bağlamam gereken bu durgunluğun içimdeki huzursuzlukla bir araya gelmesi içimde kırk kat düğüm oluşturmuştu.
Henüz yeni söken şafağın da getirisi olan soğuğu hesaba kattım, üstelik emin olduğum bir şey varsa, bugün havalı kapalı geçeceğiydi o yüzden boğazlı yün bir elbise çıkardım. Bu siyah elbise tüm bedenimi kavrıyor, bedenimi ikinci bir deri gibi sarıyordu ve uzundu. Her iki tarafında da dizimin biraz altına dek uzanan yırtmaçlar bulunuyordu. Yeni bir iç çamaşırı takımı giydikten sonra elbiseyi üzerime geçirdim, dağ havasını hesaba katarak ince siyah külotlu çorabı bacaklarımdan geçirdim ve kulağından etiketi sarken yeni postallarımı kutusundan çıkardım. Etiketini kestikten sonra kulakları aşağı doğru sarkan siyah postallarımı giyip, dolaptan deri ceketimi çıkardım. Saçlarımı at kuyruğu yaptım, at kuyruğumun üst kısmından yukarı doğru kalkan birkaç saç telini umursamadım. Boynuma bir iki fıs parfüm sıktıktan sonra omzuma alacağım çantama telefonumu, cüzdanımı ve vakit bulursam ders çalışmaya devam edebilmem için tabletimi yerleştirdim.
Gurur belinde küçük bir havluyla içeri girdiğinde çantamı omzuma atmış, sessizce yatak odasının ortasında dikiliyordum. Gökyüzü bulutlarla kaplı olduğu için hala gecenin içindeydik sanki ve içeri sızan ışık pıhtılaşmış bir kan gibiydi. Gurur doğrudan elbise dolabına yöneldi. Kamuflaj takımını çıkardıktan sonra temiz bir boxer aldı ve altındaki havlu bacaklarından kayarak ayaklarının üzerine düştü. O giyinirken sesimi çıkarmadan bir köşede dikilip onu izledim.
Üzerine kamuflajın bir parçası olan yeşil tişörtünü giydi, bedeni hala nemli olduğu için zaten sıkı olan tişört onun vücuduna ikinci bir deri gibi oturdu. Kemerini taktıktan sonra bana doğru dönüp, “Gidelim yavrum,” dedi, sesi hala durgundu ama hiç değilse artık daha yakın hissettiriyordu.
Arabaya inene kadar hiç konuşmadık, emniyet kemerimi bağladığım sırada arabayı geri geri sürerek park alanından çıkarıyordu. Radyoyu açıp, çalan müziğin sesini kıstıktan sonra, “Hiç uyumadın, değil mi?” diye sordu.
“Cevabını bildiğin sorular soruyorsun, Yüzbaşım,” dedim ortamı yumuşatmak ister gibi. Esasında gece neler olduğunu bilmek istiyordum ama şu an benimle ayrıntıları paylaşacak bir ruh halinde olmadığını görebiliyordum. O yüzden onu neşelendirmeye çalışmak dışında yapabileceğim başka bir şey yoktu.
“Ders çalışabildin mi?”
“Aklım sendeyken pek mümkün olmadı ama tesiste uygun bir alan bulursam, çalışacağım. Tabletimi yanıma aldım.”
“Aferin kızıma.”
“Ödül olarak öpücüğe hayır demezdim, Yüzbaşım.”
Göz ucuyla bana baktı, direksiyonu yavaşça çevirip ara yola girdikten sonra yolun henüz boş olmasını fırsat bilerek yavaşça eğilip yanağıma sert bir öpücük kondurdu. Dudaklarıma yerleşen gülümsemeyi durduramadım. Beni mutlu etmesi işte bu kadar kolaydı.
“Uykun varsa gözünü yum biraz,” dedi. “Tesise gidene kadar uyu.”
“Yok, seni görünce cin gibi oldum.”
“Ben de neden çarpıldım diyordum,” diye mırıldandı, gülümsemem büyüdü ama onun çehresi hala solgun görünüyordu. Hiç uyumamıştı, gömlekteki kanı göz önünde bulunduracak olursam büyük ihtimalle epey de efor harcamıştı. Evham yapmamam gerektiğini, kendi içime bir mezar oymayı bırakmam gerektiğini düşünerek derin bir nefes alıp gözlerimi yola çevirdim. Onu boğmak istemiyordum. Hoş, o böyle sessizken boğulan ben oluyordum; sessizliği bir okyanus gibi beni içine alarak derinliklerine çekiyor, ciğerlerimi tuzuyla yakıyordu.
Ona neden beni de tesise götürmek istediğini sormaya yeltenmesem de içimde bu soru bir yankı gibi sürekli olarak kendisini tekrarlamayı sürdürdü.
Elleri arkadan bağlanmış adam, iskemlenin üzerine oturmuştu. Ağzından akarak çenesine kayan, çenesinin ucundan üzerindeki gömleğe damlayan kan, beyaz bir sayfanın üzerine kızıl bir mürekkep damlamış gibi yayılarak kumaşın üzerinde genişledi. Sık nefesler alıyor oluşunun nedeni uğradığı şiddetin korkunç boyutu değildi, tedirgindi, korkuyordu; yaşama isteği içinde bir çığ gibi büyümüştü ve yaşamının elinden alınacağını hissediyordu. Devran, Gurur’un arkasında dikilmeye devam ediyor, gözlerini adamdan tek bir an olsun ayırmıyordu. Numan öksürdü, biraz kan ve tükürük ağzının aralığından dışarı püskürdü. Vural, yüzünde iğrenti dolu bir ifadeyle silahının namlusunu adamın çenesine yasladı ve adamın kafasını havaya kaldırmasını sağladı.
“Slovenya’dan döneceğini söyledin ama bir tarih vermedin,” dedi Vural, Numan’ın bakışları Vural’ın onu izleyen gözlerine takılıp kaldı. Vural’ın tehditkar bakışları onun içini buz tutturdu.
“Bir tarih yok, bizimle paylaşılmadı.” Öksürdü, acıyla inledi.
Gurur’un göğsü dinginleşmemişti. Sessizdi, elleri arkadan kelepçeliydi, hareketsizce duruyor, ağzını bıçak açmıyordu lakin tüm Alaşafak Timi biliyordu ki, fırtına henüz dinmemişti, Gurur’un az önce gösterdiği bir ön gösterimdi; fragmandı yalnızca. İkinci esişinde boyun üstünde baş bırakmayacaktı. Belli aralıklarla yerde can verecek gibi titremeye devam eden herife bakıyordu, sakin görünse de kelepçesi çözülse, herhalde herife son nefesini verdirir, sonra da cesedini parçalamaya başlardı. Yapardı. Herkes biliyordu. Başladı mı durmak nedir bilmezdi Zincir. Durdurulamazdı.
Diğer herifler de yanındaki sandalyelere bağlanmış durumdaydılar. Dövülmüşler, ıslatılmışlar, bilinçlerini kaybedecek duruma getirilmişlerdi. Hele bir tanesi vardı ki, aralarındaki en iyi tetikçi muhtemelen oydu ve Yener’in rotası o olmuştu. Acısını çıkarırcasına yumruklamış, yakasına yapışmış, çenesini sıkarken gözlerinin içine adamın celladıymış gibi bakmıştı. Yine de doymamıştı. Bunu ona yapanın karşısındaki herif olmadığını biliyor olmasına rağmen, eğer olayın seyrini değiştirmeyeceğini bilseydi onun kafasına sıkardı ama Muşta’yı karşısına alamamıştı. Operasyonlardan tamamen aforoz edilmek istemiyordu.
Devran yerde yatan, ölüden farksız adama baktı. İbo denen adam, Gurur’un elinde az daha ölecekti. Muhtemelen yediği dayağın ardından çok da yaşamazdı. Müdahale edilmediği takdirde evet, yattığı yer mezarı olacaktı. Devran, Gurur’un gözünün bir anda dönmeyeceğini, birdenbire bu hale gelmeyeceğini pek tabii biliyordu ama ağzını açıp soru soramıyordu. Neydi Gurur’u bu denli cinnetin eşiğine sürükleyip, bir adamı öldürene dek dövdüren şey? Zafer ve Vural her şeyi duyan taraf olduğu için daha acımasız yaklaşmışlardı. Hatta bir şekilde Yaman da neler olduğunu anlamış gibiydi, cümlenin ağırlığını bilmiyordu ama Gurur’u bu hale getirecek şeyin Zeliha ile ilgili olduğunu tahmin edebiliyordu.
“Arslanbey,” dediğinde bir an Gurur’un da Devran’ın da kaşları çatıldı. “Biz alt kademedekiler, ona Arslanbey deriz. İsmi her grupta farklı anılır. Gruplara ayırdıkları öğrencileri için farklı isimleri vardır.” Adam öksürdü. Bağlı olanlardan biri uyarı dolu bir bakış attı ama artık ömür bir pamuk ipliğine bağlıydı ve Numan o ipliğin kopmasından korktuğu için eteğindeki taşları dökmeye karar vermişti. “Arslanbey’in hedefinde sizlerin değil, sizin sevdiklerinizden birinin olduğunu söyleyebilirim. Bir sır gibi gizlediler, adı nedir, sanı nedir bilmiyorum lakin hedefinde birisinin olduğunu biliyorum.”
Gurur, şakağından içeri bir mermi girmiş gibi doğrudan adama bakıyordu. Numan gözlerini kaldırdı ve Gurur’a baktı.
“Bilmelisin ki operasyonun yıldız ismi sendin. Operasyonun başarısız olmasının nedeni de sendin. Hedef tahtasında seninle bağlantılı biri olduğunu düşünüyorum.”
Bu bir kurşundu ve bu kurşunun ilk deldiği kişi Gurur olmuştu.
Gurur, “Konuş,” dedi. Numan sadece öksürdü ve Gurur ileri atılırken bileklerine bağlı kelepçeyi zorladı. “Konuş,” diye tısladı zehir zemberek bir sesle. Devran onu tutmadı, Yaman yüzünde donuk bir ifadeyle kelepçeyi çözdü ve bu, Gurur’un yerdeki kan gölünün içinde bekleyen silahına atıldığı an oldu. Gurur, namluyu Numan’ın ağzından içeri iterken ecel gibi adamın başına dikilmiş, öfke dolu gölgesi adamın bedenini altına almıştı. “Konuş!”
Numan’ın gözünden akan yaş, şakağına dek kayarken Gurur’un gözlerinin içine korkuyla baktı.
“Konuş orospu çocuğu, konuş!” Namluyu daha derine iterken, adamın konuşmayacağını biliyor, tetiğin üzerine bastırdığı parmağını adamın beynini dağıtmak için bekletiyordu.
Numan’ın göz bebeklerinin titrediğini gördü. Bir cümlenin boğazında toplandığını fark ettiğinde namluyu ağzının içinden çıkardı ve Numan’ın şakağına yasladı.
“Konuş.”
“Tek bildiğim…” Numan öksürdü ve ardından yeniden konuşmak için Gurur’un tam gözlerinin içine baktı.
“Sevdiğin kadına dikkat et, Yüzbaşı.”
Gurur’un başının üzerindeki tavan, bu cümleyle beraber kimse görmese de yıkıldı; damarlarında alev gibi ilerleyen öfkenin etrafını korku sardı ve kanı damarlarının içinde girdap gibi dönmeye başladı.
Saniyeler sürmedi. Saliseler birbirine çarparak bir saniye bile doğuramadı. Gurur, namlusunu Numan’ın ağzının içine tepti ve tetiği çekti. Silah patladı.
Tesis sessizdi. Askerlerin çoğu muhtemelen tesiste değildi. Timin uzun süren izininin ardından, tesisteki nöbetleri uzayan askerlerin de izne ayrıldıklarını anlamak mümkündü. Yine de içeri girip beyaz koridorda ilerlemeye başladığımızda, cızırdayan floresanın altında beliren kısa saçlı, bir seksen boylarındaki asker, “Yüzbaşım,” diyerek Gurur’u selamladığında, tesisin tam anlamıyla boş olmadığını anlamak mümkündü. Gurur büyük elini elime kaydırdı, parmakları parmaklarımı sardı ve elimin onun elinin içindeyken ne kadar küçük olduğunu fark etmemi sağladı. Bu yeni fark ettiğim bir şey olmasa da, her yüzleştiğimde çok hoşuma giden bir şeydi.
Toplanma salonuna girmeden öncesinde, “Kış bahçesine in istersen,” dedi bana. “Ya da istersen buradaki odamda da çalışabilirsin. Uykun varsa, uyuyabilirsin.”
Tedirgin bakışlarım yüzünde dolandıktan sonra, “Bahçeye inerim o zaman,” dedim.
Bana doğru döndü, elimi bırakmadan diğer elini kaldırıp avucunu yanağımda kaydırdı. Yüzümü onun yanağına bastırıp gözlerinin içine baktım. “Seni özledim, ondan gözümün önünde ol istedim,” dedi ruhumu ısıtan bir sesle. “Bencillik etmedim, değil mi?”
Dudaklarım yukarı kıvrılırken, “Ben halimden çok memnunum, Yüzbaşı,” dedim.
Hiç beklemediğim bir anda eğildi, dudaklarını alnıma bastırdı. Gözlerimi yumdum, dudaklarının dokunuşunu alnımda hissederken kendimi bu dünyada en şanslı gibi hissettim ama bildiğim bir şey varsa, aynı zaman da en şanssız insanlardan da birisiydim.
“Bekle o zaman beni bahçede. Baktın geç kalıyorum, çıkar odama uyursun.”
“Olur.”
Gurur toplanma alanının büyük, çift kanatlı kapısını ittiğinde arkasından baktım. Elimde hala onun sıcaklığı, alnımda dudaklarının ılık izi vardı. Aralanan kapının ardında Onur Kırgız’ı gördüm. Karton bardaktaki kahvesini içiyor, Muşta ile konuşuyordu. Tesise girme yetkisi olduğunu ve sorgunun burada olacağını hatırlayıp derin bir nefes aldım. Onur Kırgız’ın yorgun bakışları yavaşça bana çevrildi, ardından gözlerini yeniden Muşta’ya döndürdü ve kapı sallanarak kapandı.
Kış bahçesinde geçen yarım saat, kırk beş dakikaya döndü, kırk beş dakikanın sonrasında dakikalar birbirine sırt döndü ve bir saat geride kaldı. Tabletin şarjı bittiğinde neredeyse hiç çalışamamış, aynı notların üzerinde dönüp durmuştum.
Kendime bir bardak kahve almak istedim ama burası her ne kadar benim için bir yuva olmuş olsa da çok rahat hareket edebildiğim söylenemezdi. Kış bahçesinin kapısı açıldığında ve cam bir kutunun içinde gibi hissettiğim bahçeye Girdap girdi. Yağmur çiselemeye başlamış, gökyüzü koyu bir gri renge boyanmıştı ve oldukça yüksek olduğumuz için bulutlar dağın eteklerine sokularak bahçeyi içine almıştı. Muhtemelen merkezde daha şiddetli yağan yağmur, bulutların arasında olduğumuz için gözüme az görünüyordu. Girdap’ın elindeki karton kutuyu görünce neredeyse boynuna atlayıp ona teşekkür edecektim.
Karton bardağı önümdeki masaya bırakırken, “Çalışıyormuşsun, hain Gurur sana bir kahve bile getirmemiş,” diye alay etti. Üzerinde sadece kamuflaj tişört olduğu için tüm dövmeleri görünüyordu, sanki artık dövmelerinin varlığından rahatsızlık duymuyordu. Eskiden bu dövmeler ona yükmüş gibi görünürdü. Ağzını açıp tek kelime etmese de dövmelerini gizlemeye çalıştığını hep hissetmiştim.
“Sorgudalar mı?”
“Evet,” dedi, çenesiyle karton bardağı işaret etti. “İçsene, sana getirdim.”
“Teşekkür ederim,” diyerek bardağı yavaşça önüme çektim. Parmaklarıma dolan ısı derimi sızlatırken kafamı kaldırıp Girdap’ın gözlerinin içine baktım. “Mehtap nerede?”
Girdap pantolonunun cebinden bir sigara paketi çıkarıp, dudaklarının arasına bir dal sigara yerleştirdikten sonra sigaranın ucunu yine paketin içinden aldığı çakmakla tutuşturdu. Derin bir nefes aldı, içine dolan dumanı dışarı üflemeden hemen öncesinde, “Güvende. Bizimkiler operasyona gittiğinde onun yanına uğradım. Sevdiği tatlıdan bıraktım,” dedi, ardından başını yana çevirip dumanı dışarı üfledi.
“Operasyonla ilgili bir sorun mu var peki?”
Girdap kaşlarını çatarken, “Bunu nereden çıkardın ki?” diye sordu.
“Bilmem, Gurur biraz garipti sanki.”
“Bir tane leş var. Zorluk çıkardı herhalde, infazı yapılmış,” dedi Girdap, içimde biraz bile rahatsızlık hissi uyanmadı çünkü o tür pisliklere karşı merhametim yoktu. “İnfazı Gurur gerçekleştirmiş. Kalabalıklarmış falan. Yorulmuştur belki, ondandır.”
Girdap’ın gözlerine daha dikkatli baktım, bir gerçeği koparmak istiyor gibi ruhuna bakıyor oluşum kaşlarını çatmasına neden oldu.
“Ne? Yalan söylemiyorum,” dedi. “Başka bir şey yok.”
“Anladım,” dedim sessizce.
“Boşuna evham yapıyorsun. Bunlar bizim için çıtır çerez. Asıl önemli olan Yener’e sebep olan yavşağı bulmak ve çetenin bel kemiğini kırmak.” Sigarayı dudaklarının arasına götürdü, ardından yine kafasını farklı bir yöne çevirerek dumanı dışarı üfledi. Dumandan rahatsız olmamam için yaptığını anladığımda tek kaşımı kaldırdım.
“Bir tane sigara alabilir miyim acaba?”
“Gurur beni tütün tarlasında devirip şey yapsın diye mi?” diye sordu küfrü yumuşatarak. “Yok canım ya, almayayım.”
“Yirmi üç yaşındayım ben.”
“Vay canına büyük kız. Bizim tesiste sigara ve alkol kullanımının yaş barajı yirmi beş ne yazık ki.”
“Güvenmiştim sana…”
Gülerek sigara paketini önüme koydu. “Naneli sakız mı çiğnersin, şuradaki çiçeklerden koparıp dişlerine mi sürersin bilmiyorum ama kokusunu Gurur almasın. Ben sana ona kahve götür dedim, sigara mı ver dedim diyerek beni kuman yapar.”
“Ona neymiş?” Paketten bir sigara aldım, dudaklarımın arasına yerleştirip sigarayı yaktım. Sigaradan ilk dumanı aldıktan sonra Girdap’a baktım. Mehtap ile ilgili sorular sormak istemiyordum, çünkü kafasının içinde çok fazla soru işareti vardı ve bu soru işaretlerini silen Mehtap olsun, kimse de daha fazla çoğaltmasın istiyordum ama dilimin ardında biriken çok fazla soru vardı.
Girdap sigaranın dumanını dışarı üflerken kafasını kaldırıp cam tavana baktı. “Sor.”
“Ha?”
“Gözüme kuzu gibi bakıyorsun ya, sor.”
“Sen anlat. Soracaklarımı az çok bilmiyormuşsun gibi konuşma şimdi benimle.”
“Eğer merak ettiğin, Mehtap’ın ne olup bittiğiyle ilgili bilgi verip vermediyse, yok vermedi,” dedi. Her şeyi biliyor olmanın ağırlığı ruhuma çökerken sigarayı dudaklarıma götürüp sessizce Girdap’a bakmaya devam ettim. “Ama anlatacağını söyledi. Muşta ve Cenan’ın nikahı var haftaya biliyorsun, nikahtan sonra anlatmak istediğini söyledi.”
O kadar vakitleri var mıydı? Gerçi Gurur bu işin peşini bırakmazdı ve eminim ki o herifin hemen harekete geçeceğini düşünüyor olsaydı, Mehtap’ı beklemez, Girdap’ı bir şekilde olanlara karşı uyandırırdı. Birden içim çok acıdı. Mehtap, Girdap’ın gireceği hali göz önünde bulundurmuş, kimsenin başı ağrısın istememişti; Cenan’ı düşünmüştü. Nikahı düşünmüştü. Kalbinin güzelliği göğsümdeki ağrının derinliğini arttırdı.
Gurur, operasyon üzerinde çalıştığı gecelerden birinde bana, “Şu an Mehtap’ı döndürmek için blöf yapıyor,” demişti adamı bir kitap gibi okuyarak. “Uzun süre Mehtap’ın korkuyla yaşamasını ve sonunda dönüp ona gelmesini bekleyecektir. Korkup annesinin eteğine saklanan hiçbir orospu çocuğu karşısına Girdap gibilerini alamaz. Almaya büzüğü yemez.” Son cümlesine hayretle baksam da bir noktada bana haklı gibi gelmişti. Önceliği Mehtap’ı korkutup geri döndürmeye çalışmak olacaktı, eğer bunu başaramazsa harekete geçecekti. Nedense bu bana oldukça mantıklı gelmişti.
“Anlatacaklarının seni öfkelendirmesinden korkuyor olabilir mi?” Sorum, Girdap’ın kaşlarının ortasında bir çukur belirmesine neden oldu. Gözlerini tavandan çekmedi, sigarayı dudaklarına götürürken, “İllaki,” dedi, “ya benden başka birini sevmiş olma ihtimalinin beni çok yaralamasından korkuyor ya da sakladığı bir şey var. Her iki ihtimalde kalbimi bir taşla eziyor. Bilmemek de kafamı eziyor ya her neyse.”
“Sen ne olduğunu düşünüyorsun peki?”
“Gönlüm ona bir şey olmamış olmasından yana. Ona kötü bir şey olmuş olacağına, bir başkasını sevmiş olsun, razıyım. Razıyım buna, düşünsene. Buna bile razıyım.” Gözlerini yumup, sigaranın dumanını usul usul dudaklarının arasından dışarı sızdırdı. “Ne kadar zormuş bir başkasını sevmesine bile razı olacak kadar iyiliğini istemek anasını satayım. Ne kadar zormuş, başka birini sevdiğini bile kabul edip, ona kötü şeyler olmamış olmasını dilemek.”
Girdap gözlerini açtı.
“Düşük yapmış. Söylerken içimden bir şeyler düşüyor gibi oluyorum. Bana kucağında bir çocukla bile gelseydi ben o çocuğu çocuğum bilir, bağrıma basar, onu kabul ederdim ama o canından bir parçayı düşürmüş. Zoruma gitti. Şeyi de düşündüm. Acaba dedim, bebeğini kaybedince adama olan sevgisi mi tükendi, içinde hala bir parçam vardı da o parçam mı dirildi? Adamdan vazgeçip bana mı geldi?”
Soruları o kadar kırıcıydı ki kalbimin ağrıdığını hissettim. Girdap öğrendiklerini kaldırabilecek miydi? Hadi kaldırdı diyelim, altında kalmadan ayaklandı, dimdik durdu; o yükler üzerinde duruyorken hayatına devam edebilecek, yürüyebilecek miydi? Yoksa yerinde mi sayacaktı? Bilmiyordum.
“Belki de bu sessizliğinin, bu çekingenliğinin, bu korkan hallerinin nedeni budur. Bebeğini kaybetti, kolay mı?” diye yeni bir sordu sessizce.
Bir bebek kaybetti sanıyordu lakin bilmediği bir şey vardıysa, bu da Mehtap’ın iki bebeğini de kaybetmiş olmasıydı. Karşısındaki adamı tek bir an bile sevmemiş olmasıydı. Karnında bir başkasının bebeği varken dahi Girdap’ı bir an olsun unutmamış olmasıydı. Yüreğinin her zaman Girdap’a dönük durmuş olmasıydı. Girdap, şu an bile düşünceleri altında böyle ezilip büzülüyorsa, bu gerçekler onu ne hale koyardı?
“Her şeyine tamamım. Kahrına, cefasına, vereceği her türlü acıya tamamım da gözlerinde o bakışı görmesem keşke. O tek bir bakış, nasıl bir kurşun yarası oluyor bana hala anlamıyorum aslında. Gözlerinin içi gülerdi o kızın. Şimdi karşımda durmuş genişçe gülümserken bile gözlerinde tek bir ışık yanmıyor. Bu zoruma gidiyor. Bu korkutuyor beni.”
“Sen iyi edersin onu. Birbirinizin yaralarını sararsınız yavaş yavaş. Bundan sonra birbiriniz için yaşarsınız, olmaz mı?”
Sorum, bir süre kaşları çatık halde tavana bakmasına neden oldu. Sonra gözlerini indirdi, yüzüme baktı ve “Olmaz mı? Olur,” dedi. “Ben sadece gönlüme sefası için sevmedim onu, içimde en büyük cefayken bile saltanatını tek bir an olsun kaybetmedi bende. Onun için yaşamayacağım da kim için yaşayacağım ben zaten Zeliş? Yaşarım elbet. Bugün gitse, benim için değil, yine el işin yaşasa, ben yine onun için yaşarım. Öyle bir mevzu bu kız bende.”
“Seni seviyor Girdap.”
“Biliyorum, gördüm bunu. İnanmaktan korktum fakat inanmamaktan da bir o kadar korktum.”
“Gitmesinden korkuyorsan eğer, sıkıca tut çünkü bence Mehtap giderse, yalnızca senin için gider.”
Durdu, kaşları çatılırken, “O nasıl söz?” diye sordu. “Benim için gidermiş. Kabul etmiyorum ben bunu. Asıl giderse biterim, bunu bilmiyor mu? Bunu geçen onca zamanda hiç mi anlamadı?”
“Girdap, sen çok güzel seviyorsun.”
“Çok güzel sevmek değil bu, çok deli sevmek. Gurur’a bak anlarsın. Bu tesisteki adamlar çok güzel değil, çok deli severler Zeliha.”
“Örneklendirmene gerek yok, biliyorum sanırım,” dediğimde güldü.
“Hadi hadi kahveni iç, soğuyacak bak. Muğla’dan sonra nevrim döndü ya. Bir döndük, sanırsın karakış geri döndü şehre. Ya da belki karakış hep buradaydı da biz kaçmıştık.”
Sigarayı taş kül tablasına bastırıp söndürdükten sonra kahvemden büyük bir yudum alarak, “Girdap,” dedim, “tabletimi şarja koyabileceğim bir yer var mı?”
Girdap az ilerideki cam köşeyi gösterdi, yerdeki prizleri ilk kez o an gördüm. “Çalışıyorlar. Orada şarj edebilirsin. Ben de sorgu odasına döneyim, belki tokatlayabileceğim birkaç atıştırmalık kalmıştır da stresimi atarım.”
Metal sandalyeye sıkıca bağlanmış teröristin bakışları odanın içinde dolaşan iri cüsseli askerlerin üzerinde dolaşıyordu. Odayı kasvetli bir sessizlik doldurmuştu. Bu sorgulanacak üçüncü adamdı, diğer ikisinin ağzı birdi ve çapraz sorguya alındıklarında da anlaşılmıştı ki yalan söylemiyorlardı. Teröristin az evvel bağlı olan gözlerini kapayan bez parçası boğazına indirilmişti. Nefesleri hızlı ve düzensizdi. Numan gözünün önünde öldürülmüş, İbo’nun da akıbeti ondan farklı olmamıştı. Biri yediği o korkunç dayağın ardından yaşaması imkansız hale getirilmiş, diğeri de gözlerinin önünde ağzına sokulan bir namlu tarafından kafası parçalanarak infaz edilmişti.
Herif, karşısında duran öfkeli askere baktı. Sorgu masasının arkasına oturmuş, dosyaları düzenliyordu. Onur Kırgız kollarını göğsünün üzerinde toplayıp, masaya doğru ilerledi ve askerin hemen arkasında durduktan sonra, “İrfan Refik Delici. Doğum tarihi 15 Eylül 1987,” dedi. “Sivas doğumlusun. Uyuşturucu ticareti yapıyorsun ve aynı zamanda örgütte bir süre eğitim gördün. Bundan öncesinde de Suriye’deydin. El Kaide bağlantılarını da inkar edemezsin. Listen epey kabarık, değil mi?”
Onur’un sesi donuktu, yankılı yükseliyordu. Herif sertçe yutkunup önce Onur’a, ardından önünde oturan askere baktı ve “Ben sadece…” dedi ve sustu. Kendini açıklayamayacağını biliyordu. İki Yüzbaşı tarafından farklı anlarda, farklı metotlarla sorgulanmış ve tıpkı diğer ikisinin birkaç saat önce olduğu gibi bu odadaki yerini almıştı.
“Konuşacak mısın yoksa Yüzbaşı mı konuştursun? Eminim çok iyi konuşturma yöntemleri vardır,” dedi Onur, duvar kenarına sinmiş Gurur’u işaret ederek. “Bizzat görgü tanığısın. Biliyorsundur.”
İrfan sertçe yutkundu.
“Ben sadece yardım ediyordum,” dedi sonunda.
“Yardım mı?” diye soran Onur’du. “Bombalardan mı bahsediyorsun? Masumların kanını dökmekle mi yardım ediyordun? Daha derine inecek olursam, başka bokların da çıkacaktır.”
İrfan’ın gözleri iri iri açıldı. “Ben…” Bakışları bir boşluğa dönüştü. Sustu.
Onur, keskin bir sesle, “Dürüst ol,” dedi. “Sizin gibi orospu evlatlarının insanlık dışı eylemlerini hangi ideolojiyle meşrulaştırıyorsunuz? Söyle.”
İrfan’ın yüzündeki ifade korku ve belirsizlik arasında gidip geldikten sonra, “Biz sadece adalet istiyorduk,” dedi. “Uyuşturucu konusunda bir savunmam yok ama katıldığım toplulukların tek bir davası va—”
“Katıldığın topluluklar mı? Örgüt üyesisin oğlum sen!” diye kükredi sonunda masada, herifin tam karşısında oturan asker. Bu kişi Devran’dan başkası değildi. “Hayatını sikerim senin. Duydun?”
“Duydum,” dedi herif korkuyla.
“Sen bir teröristsin ve sizin için adalet falan yok amın oğlu,” dedi Devran öfkeyle. “Şimdi bildiğin başka şeyler de varsa anlatmak senin için en iyi seçenek olur. Yoksa senin…”
Kapı birdenbire açıldı. Vural ve Adnan geri çekilerek içeri giren askere baktılar. Gurur, kolları göğsünün üzerinde, sırtını duvara yaslamış, gözlerini İrfan’a dikerek baskınlık kurmaya devam ediyordu. Ağzını bile açmayan bu Yüzbaşı’nın bakışları İrfan’ın kanını dondurmaya yetiyordu da artıyordu bile. Konuşmadan bile kurduğu bu üstünlük, İrfan’ın korkunç bir şekilde dehşete düşmesine neden oldu.
Asker tedirgin bir sesle içeridekilere baktı ve “Yüzbaşım, istihbarat biriminden acil bir rapor geldi,” dedi.
Gurur, gözlerini İrfan’dan çekmeden, “Raporu bana ver, sonra dışarı çık,” dedi. Devran bakışlarını yeniden İrfan’a çevirdi. Herif, odadaki tehdidin boyut atladığını hissedebiliyordu.
Asker raporu Gurur’a uzattı, Gurur tek kolunu göğsünden uzaklaştırarak raporu aldı. Asker, üstlerini selamladıktan sonra odadan çıktı.
İrfan, “Biz ona Arslanbey diyoruz, söylediğim gibi, Numan kardeş de söylemişti, her gruba kendini farklı bir kimlikle tanıtır çünkü kimseye güvenmez. Çoğu insan onu görmez bile. Biz yalnızca adını biliyorduk. Üstlerimiz vardı, ondan öğrendiklerini bize aktararak bizi eğitiyorlardı…” İrfan konuşmaya devam etti. Gurur elinde raporla odadan çıkarken Onur arkasından baktı ama diğer askerler gözlerini Gurur’a çevirmedi bile.
Gurur raporu inceleyerek soğuk havanın üflendiği dar koridorda ağır adımlarla ilerlediği sırada, Muşta demir kapılardan birini açtı ve koridorda belirdi. Gözleri Gurur’un elindeki rapora kaydı, ardından bakışlarını adamın buz gibi ifadeyle kaplanmış yüzüne çevirdi.
“Zincir,” dedi, çünkü dün geceden beri burada olan kişinin Gurur değil, Zincir olduğunu biliyordu. “Rapor mu geldi?”
“Evet,” dedi Gurur gözlerini rapordan ayırmadan.
Muşta seğiren çenesiyle, “Benimle gel,” dedikten sonra bir cevap beklemeden Gurur’a sırtını dönüp koridorda ilerlemeye başladı. Gurur, elindeki rapordan ayırdığı gözlerini, kafasını kaldırmadan, yalnızca gözlerini kaldırarak Muşta’nın sırtına dokundurdu. Derin bir nefes alıp gözlerini sıkıca yumduktan sonra emre itaat ederek Muşta’yı takip etmeye başladı.
Muşta, koridorun sonundaki asansöre ilerledi. Kartal ve aslan sembollerinin olduğu alandan geçen Gurur, Muşta’nın kapılarını açmak için düğmesine basıp içine girdiği asansöre bindi. Asansörün kapıları kapandığında birbirlerine bakmıyorlar, ikisi de asansörün metal kapısına düşen belirsiz bir silüetten farksız olan yansımalarını izliyordu.
Asansörün kapıları açıldığında ve başka bir koridor onları içine aldığında da sessizlik baki kaldı. Muşta’nın odasının kapısının önünde durdular. Muşta kartını okuttu, odanın kapısının kilidi açıldı. İçeri girdiklerinde Gurur kapanan kapının önünde durmayı tercih etti. Muşta, ağır adımlarla yürüyüp taş masasının arkasına geçip oturdu ve arkasına büyük Atatürk tablosunu alarak gözlerini Gurur’a dikti.
“Öfkenin sırası mıydı evlat?”
Soru, Gurur’un tam da beklediği yerden gelmişti.
“Hiç bu kadar sırası olmamıştı.”
Muşta, bu cevap karşısında tek kaşını kaldırdı. Masanın üzerinde sabit duran gümüş rengindeki dolma kalemi parmaklarının arasına aldı. “Zincir,” dedi üstüne basa basa. “Bir görevdeydin ve sorgusu yapılmamış iki iti infaz ettin.”
“Yerimde olsaydın farklı bir şey yapmazdın.”
Muşta’nın çenesi seğirdi. “Şu an senin karşında abin olarak değil, Binbaşın olarak duruyorum Zincir!” diye kükreyerek kalemi duvara fırlattı. Gümüş kalem duvara sertçe vurup yere düştü, yuvarlanmaya başladı. Gurur’un ayaklarının önünde durdu ama Gurur eğilip kalemi almadığı gibi, gözlerini indirip kaleme bakmadı bile.
“Lakin ben şu an senin karşında bir Yüzbaşı olarak değil, kardeşin olarak da değil, namusuna, sevdiğine dil uzatılmış adam olarak duruyorum,” diyen Zincir’in mahlasını aratmayan soğukluk ve sertlikteki bakışları, Muşta’nın bir anlığına durulmasına neden oldu. “Sen o herifin bana ne söylediğini biliyor musun?”
“Sorguladıktan sonra leşini paramparça etsen ses mi çıkaracaktım lan sana?” Muşta dişlerini sıktı. “Oğlum sen beni deli mi edeceksin lan? Gurur. Bu kadar zaafına yenik düşme oğlum. Bu kadar zaaf iyi değil. Bu zaaf seni öldürür.”
Zincir tek kaşını kaldırıp bakışlarını farklı bir yöne çevirdi ama bu keskin cümleye bir cevap vermedi. Muşta şakaklarını ovup, “Slovenya’dan dönmüş mü dönmemiş mi?” diye sordu sert bir sesle.
“Belirsiz. Emsal’in verdiği isimlerin hiçbiri bu herifle yan yana dahi gelmemiş, sadece eğitilmişler. Görünen o ki bu herif kimseye güvenmiyor ve arkasına kalabalığı alsa da aslında tek başına ilerliyor.”
“Tek başına ilerlediği yolda onu parçalara ayıralım da görsün.” Muşta gözlerini Gurur’un ruhsuz bakan gözlerinde dolaştırdı. “Zeliha ile ilgili bir durum olduğunu söyledi bana Devran. Doğru mu?”
“Herifin neden kafasını patlattığımı düşünüyorsun?” Zincir derin bir nefes aldı, sakinleşmeyi diledi, iğnelerini geri çekmeye çalıştı ama iğneler sivri dikenlere dönüşmüştü. “Bildikleri tek bir şey var, ortak paydada toparlandıkları tek bir cümle. O da bu herifin benim peşimde olduğu. Ama saldırmak istediği ben değilim. Benim çevremdekiler.”
“Bu timdekiler de olabilir. Kesin olarak Zeliha diyebilir miyiz? Diyemeyiz,” dedi Muşta, tek kaşını havaya kaldırmıştı. Ona göre bu oldukça mantıklı bir düşünceydi; Zeliha’ya yoğunlaşmasını sağlayacaklar, Gurur’u daha farklı bir yerden vuracaklardı. Genelde çok zeki insanlar böyle yapardı ama karşısında zekiden öte bir insan vardı; yozlaşmış bir canavar vardı. Gurur bunu ön görebiliyordu. Muşta kafasında başka seçenekler oluşturmuş olsa da Gurur’un kafasında hep aynı isim dönüyordu.
Sonunda, “Eylül’ün eve dönmesini istemiyorum,” dedi, “Tesisteki odasında kalsın. Sınavlara çalışırken ona yardımcı olacakmışsınız zaten, öyle söylemişti. Cesur’u da yanıma alacağım. Annem konusunda kafamda soru işaretleri var. Onu bu tarafa çekmek mi daha tehlikeli olur yoksa orada bırakmak mı bilmiyorum.” Zeliha konusunda bir yorum yapmaması Muşta’nın dikkatini çekmişti.
“Ama Zeliha’yı tesise kapatamazsın, oğlum.”
“Korku bir idam ipi değildir oğlum, sakınmak bir idam ipidir ve o ip boğazına dolandığında, işte o zaman ayağının altındaki iskemle korkuyu temsil etmeye başlar. Boynuna idam ipi dolanmış herkesin sonu, o iskemleye gelecek bir tekmeye bakar. O yüzden çıkar boğazından o ipi.”
“Korkmak benim fıtratımda olmayan bir şey sanıyordum baba.” Zincir gözlerini Muşta’nın çivit mavisi gözlerine sabitledi. “Meğer o evin içinde öldü sandığım korku, o kızı gördüğüm sokakta yeniden içimdeki yerini almış.”
“Zeliha yeterince stres altında. Ona keza Eylül, yaşadığı durumun ne denli yıkıcı olduğunu, ruhunu toparlamasının yıllar süreceğini biliyorsun oğlum. O iki kızı korkutma. Unutma, korku ayağın altındaki sehpadır. Fakat Cesur’a anlat. Cesur’u bu işin dışında bırakma. Üçünü aynı anda kanatlarının altında saklayamazsın.”
“Niyetim biraderimle paylaşmak zaten,” dedi Gurur başını sallayarak. “Ben dağ isem Cesur benim yeryüzüne düşen gölgem. Ondan başka güveneceğim, emanet edeceğim kimsem yok.”
“Ha şunu bileydin. Cesur bir asker değil, kızların etrafında pervane olması daha iyi. Sakınan göze çöp batar, sakınıyor gibi görünmemek en iyisi. Bu işler aydınlığa kavuşana dek en azından.”
Zincir sustu.
Muşta, “Kendini suçlama, ortada fol yok yumurta yok,” dedi metanetli bir sesle.
Zincir gözlerini yere indirdi. “Nasıl suçlamam, Muşta?” diye sordu. “Güle yel değse, değen yelden yiğit sorumludur bundan sonra.”
⛓️
Geçen bir hafta, anlam veremediğim bir sessizlik ve bu sessizliğin içinde sürekli beni izlediğini hissettiğim buz sıcağı gözlerdeki ağırlığın ruhuma uyguladığı baskıyla geçip gitti. Evden okula, okuldan eve gidiyordum ve belli aralıklarda da tesise uğruyordum. Tüm bunlar olurken kendimi çok fazla derslerime vermiş olmamdan kaynaklı olsa gerek, sürekli etrafımda dönen Cesur ve Gurur’un, hatta ekibin varlığını garipsememiştim. Hatta tüm bunları parmağımdaki nişan yüzüğüne bile yorduğum olmuştu. Sanki Gurur üzerime daha bir titrer olmuştu.
Sorgulamıyordum ama ara sıra gözlerinin içine baktığımda, neden diye sorduğumu görüyor olmalıydı. Benimle çocuğu gibi ilgilenmesinden rahatsız olduğumu söyleyemezdim ama işi gücü varken bile beni önceliği haline getirmeye çalışması bazen kendimi yük gibi hissetmeme neden oluyordu.
9 Nisan günü gelip çattığında, tesis ve oturduğumuz bina da dahil olmak üzere kök saldığımız her noktada belirgin, kendini gösteren, heyecanlandıran ve paniğe sürükleyen bir karmaşa vardı. O gün şafak sökerken uyanmış, hazırlık yapmaya başlamıştım.
Şafakta başlayan yağmurun, tüm gün dinmeyeceğini biliyordum ve düşen sıcaklık derecelerine rağmen, giymek için yatağın üzerine serdiğim elbiseyi giymekten vazgeçmeye niyetim yoktu.
Elbisemi giyip aynadaki görüntüme baktım. Yumuşak, iptenden elbisemin kumaş pürüzsüz, biraz parlaktı. Pastel tonlarda bir akşam mavisi rengindeydi. Dizimin biraz altında biten elbise, belime tam oturacak olsa da kalçamdan aşağısı uçuş uçuş ve salaştı. Saçlarımı jilet gibi keskin görünmesine sağlayacak şekilde fönlemiş, ardından tam tepemde sıkı bir at kuyruğu şeklinde toplamıştım. Gümüş rengi halka küpeler açık duran kulaklarımdaki boşluğu güzel bir şekilde doldurmuştu. Elbisenin üzerine giymek için krem, pelüş bir kürk çıkardım ama bu kürkü sadece üşürsem giymeyi düşünüyordum.
Krem stilettolarım çok yüksekti, tüm gün bunlarla ayakta duracak olmak beni zorlayabilirdi ama elbisenin altına çok yakışacaklarını düşündüğüm için vazgeçmeye niyetim yoktu. Gümüş bilekliklerimi ve gümüş ince saatimi de bileğime taktıktan sonra makyajımı yapmaya başladım. O sırada Gurur duştan çıkmış, onun için ütüleyip yatağa serdiğim takımı giymeden önce gözlerini üzerimde gezdirmişti. Acı kahverengi kalemin vurguladığı buğulu bir göz makyajı yapıp, dudaklarımı natural renkte bıraktım ve biraz olsun parlaması adına gloss ile üzerinden geçtim.
“Her rengi nasıl bu kadar sana özelmiş, senden başkasına asla yakışmazmış, senin parçanmış gibi taşıyorsun ben bunu anlamıyorum anasını satayım,” dedi arkamdan sokulup, büyük ellerini belime yerleştirerek. Yanaklarım yüzümde allık varmış gibi ısınarak pembeleşti.
Gurur ütüleyerek daha keskin görünmesini sağladığım kahverengi, yuvarlak yaka bir tişört giymiş, tişörtün üzerine de krem rengi takım ceketini ve takımın pantolonunu giymişti. Özel günlerde seçimlerini bana bırakmasını seviyordum, onunla uyumlu giyinmek istememi garip karşılamıyordu.
Gurur’a doğru dönüp kollarının arasına girmeden hemen önce, pastel tonlarda, elbisemle aynı kumaş ve renkteki mendili takım ceketinin cebine iliştirdim. Ardından çatık kaşlarla mendile bakıp, “Oldu mu bu?” diye sordum.
“Sen oldu diyorsan olmuştur.”
Gözlerimi kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Sana da çok yakışıyor bu renkler.”
“Bana sen yakışıyorsun.”
Gözlerim kısılırken dudaklarımdaki tebessüm genişleyerek tüm yüzümü kapladı. Gurur, elini arkaya attı ve at kuyruğumun keskin yüzeyini avucunun içine aldıktan sonra, “Ben de sana küçük bir dokunuş yapabilir miyim?” diye sordu.
“Sorman hata.”
Gözlerini yüzümden çekmeden, beni uzun uzun izledikten sonra at kuyruğumu yavaşça yukarıda döndürdü, eğilip masadan tel toka aldı ve kafamın üzerinde yarattığı topuzu tel tokayla tutturdu. “İşte şimdi gerçekten müzik kutusundaki balerine benzedin.”
“Topuz seviyorsun.”
“Hayır, ben senin saçlarını seviyorum.”
“Şımaracağım.”
“Şımarmayı senden daha çok hak eden birine rastlamadım.”
“Rastlasaydın bir de,” diyerek stilettolarımı görmesi adına ayaklarımı işaret ettim. “Olmuş mu?”
“Çok yüksek, ayakların ağrımaz mı?”
“Fotoğraflarda yanında cüce gibi görünmem en azından.”
“Bodur tavuk her zaman piliçtir bu arada,” demesiyle avucumun içiyle omzuna sert bir tane geçirdim. Güldü. Gülümseyişi beni rahatlattı çünkü son birkaç günü mahkeme duvarından hallice bir suratla geçirmişti.
“Ben gayet uzunum, sen dana kadarsın. Boyunun 2.01 olduğuna da inanmıyorum ayrıca. Bence daha uzunsun sen. Sizi yanlış ölçmüşler.”
“Ölçersin bir ara,” diyerek sırıttı.
“Ölçerim.”
“Santimi santimine ölç ama. Her yerimin ölçüsünü al.”
“Köpek.”
“İyelik eklemedin.”
“Anlamadım?”
“Köpeğim diyeceksin yavrum, köpeğim diyeceksin.”
“Tövbe tövbe ya.”
Aniden eğilip yanağıma sert bir öpücük kondurdu. “Çıkalım, tesistekiler başımın etini yedi. Götümde köpükle çıkmak zorunda kaldım duştan anasını satayım. Arayıp duruyorlar,” diye homurdandı.
“Benim telefonum da hiç susmadı. Çok panikliler. Sanırsın Muşta ve Cenan değil de onlar evleniyor. Sizinkiler ne düğün meraklısıymış ya.”
Gurur gülerek yatağın üzerindeki kürkümü aldı ve “Şunu giy gülüm,” dedi, duraksayarak ona baktım. Bana birdenbire böyle şeyler söylediği zaman ne diyeceğimi bilemiyor, gözlerime far tutulmuş gibi hissediyordum. “Seherin yeli karakıştan zehir olur,” dedi. “Üşürsün.”
Evden çıkarken Gurur’un zoruyla giydiğim kürk burnumu kaşındırıyordu. Yağmur delice yağdığı ve saçlarımın bozulmasından korkarak dışarıya dehşetle baktığım için Gurur, hiç istemediğim ve hatta reddettiğim halde arabayı binanın girişine kadar getirdi. Kafamın üzerine avucunu gerip beni arabaya doğru hızla yürütüp ön koltuğa binmem konusunda bana yardımcı oldu. Arabaya bindiği an ısıtıcıları açmış olmalıydı çünkü içerisi dışarıdaki zehir zemberek soğuğa rağmen yuva gibi sıcacıktı.
“Nikah saat kaçtaydı?”
“9’da. Kıyılacak ilk nikah bizimkilerin nikahı olacak. Normalde saat 12’de başlıyor nikahlar ama Muşta gizlilikten dolayı saati erkene aldı,” dedi Gurur. “Muşta da amma istemem yan cebime koycu birisiymiş.”
“Sabahın dokuzu geç olmuş ya, şafakta kıydırsaydı nikahı,” diye alay ettiğimde, “Biz öyle yaparız,” diye takıldı bana.
“Nikahtan sonra ne yapacağız peki? Bir program hazırlamadılar, değil mi?”
“Biz hazırladık,” dedi Gurur. “Nikah dediğin eğlencesiz olur mu? İstedikleri kadar küs rolü yapsınlar, ikisi de liseli gibi heyecanlıdır şimdi. Göl manzaralı bir mekanda hep birlikte akşam yemeği yiyeceğiz. Yener rezervasyonu yaptırmıştı.”
Nikah dairesinin önü sadece bizim gruptan oluşuyordu. Isparta Belediyesi Evlendirme Memurluğu’nun önündeki saçakların altında bizimkilere rastladığımda güldüm. Hava o kadar yağmurluydu ki saçağın altına sığışabilmek ve yağmurdan korunabilmek için dip dibe girmişlerdi.
Cenan beyaz bir etek takım giyiyordu. Kalem eteği güzel fiziğini vurgulamıştı ve ayaklarında da beyaz stilettolar vardı. Gelinlik giyen tek kişinin Dide olması içimi sıcacık yaptı.
Neredeyse timdeki herkes lacivert takım giymişti. Siyah takım giyen tek kişi Muşta’yı, gömleğine dek siyah giyinen Muşta’nın mavi gözlerinin sık sık Cenan’a dokunduğunu görebiliyordum ama ona yaklaşmıyordu. İkisinin de heyecanı belirgindi, birbirlerinden kaçırdıkları gözleri, yine sık sık birbirlerine kayıyordu.
İçeri alındığımız salon beyazdı. Beyaz güller, nikah masasının arkasındaki beyaz platformun üzerini kaplamıştı. Muşta ile Cenan sandalyelerindeki yerlerini aldığında, kendimi şahit sandalyesinde bulmayı beklemiyordum. Hemen yanımda da Gurur oturuyordu.
Nikah memuru, küt sarı saçları olan, ellilerinin başında şık giyimli bir kadındı. Nikah masasının olduğu yüksek platformun altında kalan salondaki sandalyeleri tim ve birkaç tanıdık, bir de bizim kızlar dolduruyordu.
Dide, babasının kucağındaydı.
“Bugün burada Hakan Basri ve Cenan’ın nikahını kıymak için toplanıyoruz,” diyerek söze giren nikah memuru mikronu dudaklarından uzaklaştırıp gülümsedi. Birkaç saniye süren sessizliğin ardından, “Sen Pınar kızı Cenan, Hayrunnisa oğlu Hakan’ı kocalığa kabul ediyor musun?” diye sordu. Bu soru, Cenan’ın sessizce yutkunmasına neden oldu. Muşta’nın mavi bakışlarının Cenan’ın profilinde toplanıp bir fırtına dönüştüğünü gördüm. Cenan, Muşta’nın bakışlarını hissetmiş olacak ki göz ucuyla ona baktı. Gözleri birbirine dokunduğunda, Dide, “Evet efendim, ediyoruz,” deyince, tüm salon ve nikah memuru kahkahalara boğuldu ama sanki Cenan ile Muşta birbirleri dışında hiçbir şey duymuyor, görmüyorlardı.
Birbirlerinin gözlerinde ne gördüklerini merak etmeden duramadım.
Cenan mikrofona eğildi ve “Evet,” dedi.
“Sen Hayrunnisa oğlu Hakan Basri, Pınar kızı Cenan’ı karılığa kabul ediyor musun?”
Muşta’nın mavi gözlerini usulca yumduğunu gördüm. Ağır ağır yumulan o gözlerin ardında anılar yüzlerce farklı şimşek gibi çakıyor, aydınlığıyla onun gözlerinin ardındaki karanlığı aydınlatıyor olsa gerekti.
Muşta mavi gözlerini açtı, yavaşça mikrofona eğildi ve “Evet,” dedi. Bu, cüssesi bir dağ gölgesi, sesi bir mavzer kurşunu olan Muşta’nın fısıltısını duyduğum ilk andı.
“Siz, Zeliha ve Gurur, şahitlik ediyor musunuz?”
Gurur ile aynı anda, “Evet,” dedik.
“Öyleyse ben de bu güzel yağmurlu Isparta gününde, değerli Isparta Belediye’sinin bana verdiği yetkiye dayanarak, sizi karı koca ilan ediyorum.”
“Ayağına bas,” diye fısıldadım.
Muşta bana dik dik baktı, Cenan ise gözlerini kısarak bana bakarken söylediğimi yaptı. Muşta yerinde hafifçe hareketlendiği an, Cenan’ın onun ayağına bastığına emindim.
İmzalar atılırken ki sessizlik, Muşta ile Cenan ayağa kalktıklarında yerini küçük bir alkış tufanına terk etti.
Cenan’ın elinde evlilik cüzdanları vardı.
“Gelini öpebilir mi?” diye sordu Dide meraklı meraklı.
Nikah memuru, “Elbette,” dediğinde, Hakan abim yavaşça Cenan’a doğru döndü. Cenan’ı bileğinden kavrayıp kendine çevirdikten sonra, “Kızım öyle uygun görmüş,” dedi ve iki avucunu Cenan’ın yanaklarına yaslayıp, dudaklarını Cenan’ın alnına bastırdı.
Duydum, çok kısık bir sesle söylenmiş olsa da, o öpücüğün ardından kurulan cümle zihnimde yankılandı.
“Şarapnel Parçası, bundan sonra hem kanım hem de karımsın benim.”
Sanki Isparta, dokuz yılın ardından birbirine kavuşan, dokuz yıl önce elleri birbirinden kayan ve bugün burada, elleri yeniden birleşen o iki insana ağlıyordu. Öyle bir yağmurdu ki; bir ağıttı. Gökyüzü vuslatın sona erişini ağıt yakarak kutluyordu.
⛓️
GİRDAP DEMİRALP
Kimlikte koca bir adam, o kızın karşısında dokuz yaşında bir çocuktum.
Ve şimdi yine, bu evin kapısına geldiğimde, cebimdeki kimlikte yazılı olan yaşın çok gerisinde hissediyordum. Yener, binanın koridorunda durup cebindeki sigara paketini çıkardı. “İçmemen lazım,” dedi Gurur kaskatı bir çeneyle.
“Beni bir sigaradan bile kıskanıyor musun yoksa yakışıklı?” diye sordu Yener göz kırparak. Ardından Gurur’un ona dik dik bakmasına aldırış etmeden sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi. Eski bir bina olduğundan yangın alarmı yoktu, sigara içilmeyeceğine dair bir uyarı da konmadığından Yener rahatça sigarasını içmeye başladı. Tüm bu karmaşanın orta yerinde, Gurur’un neden benimle gelmek istediğini bir türlü anlayamamıştım. Yener zaten benim kuyruğumdu, istemesem de her yere benimle gelmek onun tercihiydi ama Gurur’un buradaki varlığı tuhafsanacak şeydi doğrusu.
Bu evi Yener ayarlamıştı. Mehtap’ın, göğsümün gümüşservisinin yalnız kalmak istediğini anladığım an, bir çare aramaya başlamıştım ve o anda Yener imdadıma yetişen kişi olmuştu.
Kapının önünde hareketsiz durduğumu gören Gurur, “Çalsana oğlum kapıyı,” dedi.
“Siz burada mı duracaksınız?”
“Evet, aşağı ineriz belki. Bahçede otururuz,” dedi Gurur. “Sen kıza bir bak, bir ihtiyacı var mı sor, otur, sohbet et.”
Tereddütte kalsam da “İyi madem,” diyerek kapının ziline uzattım parmaklarımı. Basmadım, bekledim. Ardından bakışlarımı omzumun üzerinden Gurur’a çevirdim. “Sen niye geldin bizimle onu anlamadım ben.”
“Tesiste canım sıkıldı.”
“Zeliha’nın kuyruğu olmaktan vazgeçtin herhalde.”
“Yener’e ebeveynlik yapasım geldi bugün. Gördüğün gibi, laftan anlamıyor.” Yener’in ensesine bir şaplak oturttu. Yener homurdanarak Gurur’a baktıktan sonra sigarayı dudaklarının arasına götürüp, “Sana dedim, yumuşak içimli içiyorum, slim sigara, taksim delisi Cenk gibi hissettiren türden,” dedi sigarayı havaya kaldırıp, Gurur’a göstererek.
İkisinin didişmesini kısaca izledikten sonra zile bastım. Çok değil, birkaç saniye sonra, yüreğini aralamakta zorlandığı gibi, kapıyı da aralamakta zorlanarak yavaşça açtı. Bana geldiğinden beri, benden kaçtığına dair bir hisle doluydum; yüreğini de tıpkı bu kapı gibi zar zor aralıyordu. Yeşil bir şal takıyordu ve gözleri her zamanki gibi yorgun bakıyordu ama beni gördüğü an, o yorgunluğun arkalarında küçük de olsa bir alev yandı. Bir ışık pıhtısını benimle paylaştı.
İçeri girerken ne diyeceğimi bilemediğimden sesimi çıkarmadım. Sanki birbirimizi uzun zamandır tanımıyorduk, sanki birbirimize iki yabancıydık; sanki onunla yeniden tanışıyorduk. Kapıyı yavaşça kapatmadan önce koridordaki arkadaşlarıma baktığını hissettim. Dar holde ilerledim, kapısı olmayan geniş salona girip üzerinde örtü olan koltuğa doğru yürüdüm. Çekingen adımları beni takip etti, yanıma değil, çaprazımdaki eski berjere oturdu. Dik durmaya çalışsa da omuzlarının düşük durduğunu gördüm. Görmedim sanıyordu. Düşen omuzlarının altında kopan benim başımdı. Bilmedi.
Bir süre sessizce, gri gökyüzünün içeri düşürdüğü soluk gölgelerin ortasında birlikte oturduk. Hiç konuşmasak da burada olması bana yetiyordu. Bir daha hiç konuşmayacak olsak da benimle olması bana yeterdi. Acınası bir gerçekti. Sessizliğine de razıydım. Aralayamadığı gönlünün önünde dikilip beni yeniden içeri buyur edeceği anı beklemeye razıydım.
Başını önüne eğip, narin parmaklarıyla oynamaya başladı. “Nasılsın?” diye soran ben oldum çünkü sesimi duymadan hafiflemeyeceğini biliyordum. Soruyu sorduğum an kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
Gönlümü feraha erdiren o cümleyi kurdu.
“Sen geldin, iyi oldum.”
Gönlüyle aramda bir adım vardı.
“Ben de şu kapıdan içeri girene dek kötüydüm, seni gördüm, iyi oldum.” Elim enseme gitti, ensemi kaşırken içimdeki bu çocuksu utancın sebebini sorguladım. Kaç yaşında adamdım, karşısında dokuz yaşındaydım.
“Allah iyilikler versin,” dedi çekingen bir sesle. “Sen hiç kötü olma.”
Bu cümle beni bağlayan o ipleri kopardı. Koltuğun ucuna kadar kayıp, hiç beklemediği bir anda dizlerinin üzerine koyduğu ellerini avuçlarımın arasına aldım. Elleri titriyordu, soğuktu ama dokunuşum onu rahatsız etmedi. Narin parmaklarını dudaklarıma götürüp öptüm, kokusunu içime çekip gözlerimi kaldırdım ve o güzel yüzüne, ömürlük tutsaklığıma baktım. Bir ömür yokluğunu içimde obruk gibi taşıyacağımı sandım kadın buradaydı, o obruk onun varlığıyla dolmuş, bir yanardağ gibi sevdamı içinden dışına taşırır olmuştu.
“Benden bir isteğin var mı? Bir şeye ihtiyacın var mı?”
“Yok Girdap, senden başka ihtiyacım yemin olsun yok.” Ellerini ellerimden kurtardı, bir an boşluğa düşeceğim sandım ama ben o boşluğa savrulmadan beni tutup yakaladı; düşmeme engel oldu. Güzel ellerini yüzüme yerleştirip, yüzümü avuçlarının içine hapsetti. “Diyeceklerim vardı sana,” diye fısıldadı, fısıltısı kalbimdeki korkunun saklandığı yerden çıkıp gelmesine, yine göğsümün ortasında hükmünü sürmeye başlamasına neden oldu. “Canım Girdap’ım,” dediği an sertçe yutkundum. Yüzümü daha da sıkı avuçladı. “Sen hazır mısın benden duyacaklarına?”
“Gidecek misin?” Bu soru birdenbire döküldü dudaklarımdan. Mehtap duraksadı, zaman da onun duraksamasının arkasına sığındı ve dondu kaldı.
“Ben denedim senden gitmeyi,” dediğinde sertçe yutkundum. “Gittiğimi sandın belki ama ben senden bir gün bile gitmedim Girdap. Bir saniye olmadı ki seni düşünmediğim. Obsesif bir şekilde her gün, her an, her saniye ben bir seni düşündüm. Şu kısa ömrümde senin kadar düşündüğüm başka hiçbir şey olmamıştır benim.”
Ellerimi hızla yüzümde duran avuçlarının üzerine yerleştirip, eklemlerini avuç içlerimle örtüp ona daha dikkatli baktım. Bir ömür böyle dursak, o anlatsa, ben dinlesem, ne güzel olurdu.
“Söyle, ne anlatırsan dinlerim.”
“Sen, bir başkasını sevdiğimden korktun, değil mi?”
Bu soruya verecek cevabım yoktu. Sadece gözlerinin içine baktım.
“Elbette korkmuşsundur. Herhalde ben, benden bir başkasını sevdiğini düşünseydim, beni bir başkası için bırakıp gittiğine inandırsaydım kendimi, muhakkak ki ölürdüm.”
“Yaşamıyordum Mehtap,” dedim açıkça. Kaşlarım çatıldı, durup çatılan kaşlarıma baktı ama ne ellerini çekti ne de ellerimi çekebildim. “Sen gittin, bir başkasının gümüşservisi oldun, ben yaşadım mı sanıyorsun? Denizi olan şehirlerden kaçtım ben. Denizi olmayan bir şehirde boğuldum ben.”
“Girdap…”
“Denizi olmayan bir şehirde senden kurtulurum sandım, meğer denizi içimde bu şehre taşımışım ben.”
“Bir damla nefes olamadım mı ben sana?”
“Geldiğin gün nefes aldım. Sen ol, başka hiçbir şey olmasın. Senin iyileştiremeyeceğin bir yara yok benim içimde. Çünkü hepsini sen açtın.”
“Senden başkasını sevmedim, yemin olsun sevmedim, Allah bir sonraki nefesi hak kılmasın ki bana, senden başkasını ben hiç sevmedim Girdap.”
Bu cümle, durmuş bir kalpten duyulan beklenmedik bir kalp atışı olabilirdi ama bu cümle aynı zamanda, en büyük korkuların ayyuka çıkışıydı. O halde nedendi? O halde neden bir başkasını seçmişti?
Ona öyle bir bakmış olmalıyım ki gözleri doldu.
Ona öyle bakmış olmaktan utandım.
“O zaman Mehtap, kurbanın olayım söyle, neden? Neden yaktın beni? Neden yaktın kendini? Gülüm yalvarıyorum söyle artık bana, benim başımda nöbet tutturan bu şey, bana bir haftada on kilo verdiren bu şey, neden seni durdurup ardına baktırmadı?” Yüzümü ellerinin arasına saklayıp, ona yalvaran gözlerle baktım. “Artık söyle kurbanın olayım, sana ne oldu?”
Mutlu gibiydin Mehtap.
Davetiyeyi paylaştığında mutlu gibiydin.
İkinizin adının harflerini yan yana gördüm ben. Alfabede duran adımın harfinden utandım. Adımın ilk harfinden utandım. Gözlerinden yaşlar akarken, “Senden başka kimsem kalmadı Girdap,” dedi, “belki de hiçbir zaman senden başka kimsem olmamıştı ama artık yok, emin olduğum, artık senden başka kimsem yok. Bir delilik etme nolursun.”
“Mehtap.” Bir an geri çekildim. “Söyle Mehtap.”
“Ben böyle olsun istemedim. Bilsem gider miydim? Sadece sana yük olmak istemedim. Tek başına her şeyi yüklen istemedim.” Gözlerinden akan yaşlar beynime girmiş bir mermi gibiydi. Ellerimi yüzüne uzattım, dokunamadım, gözyaşlarının beni yakacağını bildim ve ona dokunamadım. Kalbimde arka arkaya mayınlar patlamaya başladı. Her bir mayının patlamasının ardından korkuma bir adım daha yakın olduğumu anladım. Oradaydı. Aramızda bir mayın tarlası vardı ve mayın tarlasının öteki ucundan bana bakıyordu. Attığım her bir adımda o mayınlardan biri patladı. Ölmedim, tek parça kaldım, bir mayın daha patladı; durmadım, ona yürüdüm. Durmadı. Ağladı.
“Mehtap.”
“Girdap ben bir seni sevdim. Yüce Rabbim şahit. Bir sendin benim için.”
“Mehtap.”
Ellerimi yakalayıp yüzünü avucuma gömdü, gözyaşları avuçlarıma dolmaya başladı.
“Allah şahit, ben sadece çeyizim tam olsun istedim.”
Kalbime girdiğini sandığım o bıçağın boğazımda saplı durduğunu fark ettim.
“Mehtap,” diye fısıldadım.
“Direnirdim, öldürürdüm onu ama ben…”
“Mehtap!” Yalvarırım sus, hayır, devam etme, nolursun sus Mehtap.
“Dokunmasın istedim senden başkası bana, saçlarımı senden başkası görmesin çok istedim, ben sadece çeyizim olsun istedim.” Yüzünü avuçlarıma sürterek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Senden başkasına elimi sürmedim, ellerim kopsun ki bir sana dokunmak istedim!”
“Mehtap!” diye bağırdığımda sesimin etrafa çarparak bana geri vurduğunu hissettim. “Söyleme, onu söyleme! Sus!” Yüzünü avuçlarıma daha sert gömdü. Bedeni titriyor, sadece ağlıyordu. Mayınlar kafamın içini aştı, gözlerimden dışarı ateş saçıldığını hissettim. Bedenimin nasıl tek parça durduğunu merak ettim.
Yüzünü avuçlarımın arasında tutarken ellerimin titremeye başladığını fark ettim. Elini elimin üzerine koyup titremelerini durdurmaya çalışırken, “Özür dilerim,” diye hıçkırdı. “Sendeki beni koruyamadım ben, özür dilerim! Sadece çeyizim olsun istedim.”
Konuşamadım, dilimin ağzımın içinde ateşe döndüğünü hissettim. Konuşamadım, kalbimin son kez atacağını sonsuza dek susacağını hissettim.
“Gülüm, sus,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum, daha sonra Mehtap’ın, “Ben zaten ölmüştüm, bari sen yaşa istedim,” deyişi yavaşça ruhuma sindi. “Ederim bir çeyiz paketi olsun istemezdim.”
“Mehtap!” Ayağa kalktığım anı hatırlıyorum. Mehtap’ın benimle ayağa kalktığını, ellerimi yakalayıp beni durdurmaya çalıştığı anı hatırlıyorum. Ben, namludan fırlamış bir mermi gibi, kovanım kalbim olup yere düşmüş gibi, son hızla kapıya koştuğumu hatırlıyorum. Mehtap’ın arkamdan koştuğunu hatırlıyorum. Duramadığımı, alev almış bedenimle kapıyı asıldığımı, yerinden söker gibi açtığımı, Gurur ve Yener’in önünden fırtına gibi geçerken titrediğimi hatırlıyorum.
“Nolursun! Nolursun!” diye bağırdığını, ağladığını hatırlıyorum. Bir spiral gibi dönemeçli duran merdivenleri hızla inmeye başladığımı hatırlıyorum.
“Girdap, yalvarırım, dur, nolursun!”
Bu haykırışlar beni bir ömür yerimde tutabilir sanıyorken, yerimde duramadığımı hatırlıyorum.
“Girdap!” Gurur’un sesi binanın içinde etrafa vurarak yankılandı.
Yağmurun altına çıktığımı, koşmaya başladığımı hatırlıyorum. Gurur’un bağırdığını, Yener’in bağırdığını, Mehtap’ın yalvardığını…
“İçimde ölen sabinin hakkı için Girdap!” diye bağırdığını ve sonra yere vuran dizlerinin sesini duyduğumu hatırlıyorum. “Öldüğüm aşkının hakkı için, dur Girdap!”
Belimdeki silahı çıkardığımı, kilidi sertçe kaldırıp yağmurun altında namluyu önce çenemin altına yasladığımı, daha sonra kafamı göğe kaldırıp her şeyimi kaybetmiş gibi, parçalanıyormuş gibi bağırdığımı hatırlıyorum.
Ve yine sonra silahımı havaya kaldırıp, yağmurun altında sırılsıklam olmuşken sürekli olarak havaya sıkmaya başladığımı hatırlıyorum.
Son kurşunun kovanı yağmurun suyuyla ıslanan çamurun içine düştüğünde, Mehtap’ın bacaklarıma sarıldığını, titreyen bir çeneyle, gözlerimden çeneme dek akan yaşların yağmur suyuna karıştığını ve bağıra bağıra o yeminleri ettiğimi hatırlıyorum.
Dizlerimin üzerine çöktüğüm o an, net olan tek andı. Kamuflajımın dizlerinin çamura saplandığı o an, ömrümde ikinci bir lekenin açıldığı andı.
Mehtap’ı kollarımın arasına çektiğimde, ona sıkıca sarılıp çenemi sıyrılan şalının üzerine bastırdığımda, o haykırarak ağlayarak boynuma sokulduğunda, içimdeki acının büyüklüğü dudaklarımdan bir feryat daha kopmasına neden oldu. Silahı tutan elimi beline bastırıp, “Öldüreceğim!” diye bağırdım. “Onun etinden kemiklerini ayırıp, senin önüne getireceğim. Öldüreceğim!”
Yağmur durmadı.
Ona daha sıkı sarıldım.
“Öldüreceğim. Onu öldüreceğim.”
Alfabeden senin adının harfini sileceğim.
Sen içerideki son mayını patlattın.
Ecelin olacağım.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Tesisin kış bahçesindeki tüm ışıklar kapalıydı ve dışarıda yağmur yağmaya devam ettiğinden kararan gökyüzü içeriye bir parça olsun ışık yollamıyordu. Cenan ile karşılıklı oturmuş, kahvelerimizi yudumlarken sessizliği belirgindi. Gözlerini dağda dolaştırdığını fark ettim. Uzun zaman sonra yeniden tesisteydi, bu ilk gelişi değildi ama uzun zamanın ardından ilk kez buraya ait hissederek nefes alıyor gibiydi.
“Muşta senin yanına mı taşınacak?” diye sorduğumda, gözlerini dağdan uzaklaştırarak bana çevirdi. Önündeki karton bardakta duran kahveyi dudaklarına götürdü, bir yudum içti ve başını sallayarak, “Evet,” dedi. Bu durumu onun da garipsediğini hissedebiliyordum. Her şey beklenmedik bir hızla, beklenmedik bir şekilde gelişmişti. Isparta’ya döndüğünde tüm bunların yaşanacağını düşünmüş müydü acaba? Hiç sanmıyordum.
Üzerimdeki yeşil kazağın ucuyla oynamaya başladığımda Cenan’ın gözlerinin hala üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Bakışlarımı kaldırıp gözlerimi gözlerine sabitledikten sonra, “Mutlusun, değil mi?” diye sordum, bu soruyu beklemediği kesindi, bir an afallasa da başını salladı ve “Evet,” dedi, bunu kabul etmesini beklemiyordum ama yine de gülümsememi gizleyemedim. Bu mutluluğu hak etmişti. Bu mutluluğu onun kadar hak eden başka bir kadın olduğunu dahi sanmıyordum. Dokuz yılın ardından gözleri hala kasvetle baksa da yüreği sonunda mutluluğu tatmıştı.
“Mutlu olmamam gerekir belki de,” dediğinde duraksayarak kaşlarımı çattım. Gözlerini gözlerimden çekmeden derin bir nefes aldıktan hemen sonra, “Hakan’a yaptığım şey affedilir bir şey değildi,” dedi. “Affetmediğini de biliyorum. Belki de içten içe beni hiçbir zaman affetmeyeceğini de biliyorum ve daha kötüsü ne biliyor musun? Ona hak veriyorum. Onun haklı olduğunu biliyorum. Bu can yakıyor işte.”
“Seninle evlenmek istedi.”
“Evet, istedi. Kızımızı bahane etti, bu bahane biliyorum, benimle gerçekten istediği için evlendi. Ama yine de… Gözlerinde kırgınlığı görüyorum. Arkasına saklandığı bahaneyi görüyorum. Bana kendisi olarak gelmiyor, Zeliha. Gelemiyor. Çünkü ayaklarını kırdım onun. Ayaklarını kırdığın bir adamın sana gelmemesinden yakınamazsın.”
“Yine de, o ayakları kırmış olsan da sürünerek bile kapına gelmeyi denedi. Bir şeylerin arkasına sığınıyorsa da sığınıyor abla. Eninde sonunda açacak yüreğini sana. Ki bana kalırsa o yüreğin kapıları sana hiç kapanmadı.
“Kapanmadığını biliyorum,” dedi Cenan. “Ama içeri girmeme müsaade de ediyor değil. Sanki onunla karanlık bir odada oturduk birbirimizi izliyoruz. Kapı açık, çıksak çıkarız, defolup gitsek, defolur gideriz ama ne o kapıdan çıkıyor ne de ben. Ayaklanıp birbirimize de yürüyemiyoruz. O karanlığın iki farklı ucunda birbirimizi izliyoruz.”
“Birbirinizden öteye gidemiyor, birbirinize de bir türlü gelemiyorsunuz,” dediğimde dudaklarındaki kırgın tebessüm kalbimin üzerinde her daim taşıdığım o ağırlığın artmasına neden oldu.
“Öyle ablam,” dedi. “Bazen birinden gidemediğin gibi, birine de asla gidemezsin.”
“Ama artık evlisiniz.”
“Aynı evin içinde iki yabancı olmaktan ölesiye korkuyorum,” dedi Cenan, kafasının içinde sakladığı şeyi bu kadar net bir şekilde önüme koymasını beklemediğimden duraksadım. Gözlerini kahveye indirdi, kaşlarını çatarak, “Bu hayatta hiçbir şeyden korkmamıştım, bir gün Hakan’ın kırk kat eli olmaktan korktuğum kadar. Ve korktuğum ne varsa başıma geldi. Devam etmesinden korkuyorum. Onun soyadını taşıyan bir yabancı olmaktan korkuyorum,” dedi.
Korkularını anlıyor, elimde olmadan ona hak veriyordum. Aksini savunmayı istiyorsam bile söyleyeceğim, öne süreceğim her şeyin asılsız olacağını ben de biliyorum. Hakan abi, Cenan’a kızgın bile değildi; kırgındı. Kızgınlık sona eriyordu bir gün ama kırgınlık baki kalıyordu. Her şeye rağmen Cenan’ı delice seven yüreğinin sesini duyuyordum. Delice seven gözlerini görebiliyordum.
Elimi Cenan’ın elinin üzerine koyduğumda, Cenan sertçe yutkundu. Bir an bu hali bana o kadar çaresiz geldi ki yutkunamadım.
“Ben düzeleceğine inanıyorum,” dedim, evet, inanıyordum. Kırgınlık sonsuza dek sürse de sevdanın olduğu yerde sessizliğe gömülmeyi bilirdi. Sevda oradaydı. Sevda oradan hiç gitmemişti.
Sevda onları hiç terk etmemişti.
Kış bahçesinin arkasında kalan duvarlarda bir çınlama duyuldu. Gök birden amansızca gürledi. Şehre düşen yağmurun çok daha şiddetli olduğunu, o gök gürültüsü bulutların içinde değil de kalbimin içindeymiş gibi yankılandığında anlamıştım. Oturduğum yerden kalkarken, “Yakınlara yıldırım mı düştü?” diye sordum, ardından bu gürültünün şimşeğe ait olmadığını, çarpan demir bir kapıdan yükseldiğini anladım.
Cenan oturduğu yerden fırlayarak, “Ne oluyor?” diye sordu, kapı öyle bir gümlemişti ki tesisin tüm duvarlarını çınlatmıştı. Dışarı çıktık, koridorda ilerlemeye başladık. Çok geçmeden koridora toplanan kalabalığı gördüm. Gurur, Yener ve Devran birinin etrafını sarmışlardı ama kim olduğunu göremiyordum. Çok geçmeden koridorda başka bedenler de belirdi. Adnan ve Tayfun abinin koşarak onlara doğru ilerlediklerini gördüm. Adımlarımı hızlandırmak istedim ama Cenan yavaşça bileğimden kavrayarak beni durdurdu.
“Bekle,” dedi tereddütte kaldığı belli olan bir sesle. “Bir durum var demek ki.”
“Kim o?”
“Bilmiyorum,” dedi Cenan ve bu cevap henüz zamana yayılmamışken Girdap’ın boğazından yükselen kükremeyi duydum. Artık etrafını sardıkları kişinin kim olduğunu biliyordum.
“Bıraksanıza amına koyayım, beni ne kadar tutabileceksiniz lan? Beni nereye kadar tutabileceksiniz lan siz?” Bağırışları yankılara dönüşüyor, tesisi başımıza yıkacak gibi çınlıyordu. Gurur birdenbire Girdap’ın sırtını dönmesini sağladı ve yüzünü duvara bastırıp, “Bu amına koyduğumun kelepçesini her gün birimizin üzerinde mi kullanacağız lan biz?” diye bağırdı. O an, Girdap’ın bileklerine bağlanan kelepçeleri gördüğüm andı. Kuşku kanıma karanlık gibi karıştı.
Girdap yanağı duvara yaslı halde, “Bırak!” diye bağırdı. O kadar ıslaklardı ki yağmurun altında da boğuştuklarını anlamak mümkündü. Kamuflajları çamura bulanmış durumdaydı.
“Dur kardeşim, yemin olsun bundan sonrasında seni durdurmayacağım. Mert sözü,” dedi Gurur ama Girdap durmadı, çırpınmaya devam etti. Kanının içinde bir deli yılan sürünüyordu sanki.
Adnan, “Neler oluyor?” diye sorduğunda, Yener, “Odaya alalım bu deli zıpkını birader,” demekle yetindi ve o an, neler olduğunun farkındalığı kanıma sinen bir şüphe olmaktan çıkarak tüm varlığını gösterip yıldız gibi parladı.
Girdap öğrenmişti.
Gurur, Girdap’ın ensesinden yakalayıp onu duvardan çekti ve Devran da Girdap’ın omuzlarından tuttu ama ikisi bir olduğu halde Girdap’ın çırpınışlarına karşı koymak konusunda zorlanıyorlardı.
“Yerimde misiniz lan?” diye bağırdı Girdap boynundaki damarlar dışarı fırlayacak gibi bağırırken. “Biriniz lan biriniz, biriniz Girdap mı lan? Biriniz ben mi lan? Anlamıyor musunuz lan siz beni? Kardeşiniz değil miyim ben lan sizin?”
“Kurban olayım Girdap,” dedi Gurur buz gibi bir ifadeyle. “Seni anlamamak mı bu, seni koruyorum ben. Seni senden koruyorum.”
“Biliyordun lan, biliyordun lan! Biliyorsun değil mi lan?” Girdap deli gibi bağırmaya devam ediyor, tükürükler saçarak çırpınıyordu. “Bıraksana lan beni? Adam mısın lan tutuyorsun beni? Bırak lan beni!”
“Asıl seni bu halde bırakırsam adam değilim lan ben!” diye bağırdı Gurur öfkeyle.
“Sakladın lan benden! Sakladınız lan benden! Öldüm lan ben!”
Girdap’ı koridorda sürüklemeye başladıklarında korkuyla öne doğru bir adım attım. Bağırışları, haykırışları kanıma dokundu, kalbimi yaktı geçti ama ağzımı açıp tek kelime edemedim. Ne kadarını biliyordu? Bu hale gelmesine neden olan hangi biriydi? Hepsini biliyor muydu? Her şeyi bilse, herhalde ölürdü. Öyle çırpınıyordu, öyle bağırıyordu, öyle yalvarıyordu. Öyle kendini kaybetmişti.
Muşta bir kapının ardından çıkarak kapıyı sonuna dek açıp, “Sokun onu şuraya,” dedi soğukkanlı bir sesle ama gözlerine baktığım an, bir şeyleri onun da öğrendiğini anladım. Soğukkanlılığının arkasına sakladığı onu bile dehşete düşürmüş bir şey olduğu apaçık ortada duruyordu.
Girdap’ı apar topar soktukları odanın önüne kadar yürüdüm ama içeri girmeden Gurur’a baktım. Gurur, Girdap’ı metal bir sandalyeye oturttu. Arkadan kelepçeli olan ellerini sandalyenin sırt kısmından geçirdikleri için ayağa kalkması imkansıza yakın duruma gelmişti. Girdap’ın yüzündeki çamur lekelerini tam da o an net bir şekilde görme şansım oldu. Islanan saçları alnına düşmüş, aldığı güçlü nefesler üzerindeki tişörtü parçalayacak kadar gergin hale getirir olmuştu.
Adnan kapıyı kapatmadan hemen öncesinde, Girdap ruhsuz gözlerini kaldırıp Gurur’un gözlerinin içine baktı ve “Onu öldüreceğim,” dedi. “Karşımda duran her kim olursa, onun da kafasına sıkacağım.”
Cenan, kanı donmuş bir halde, “Bu çocuğu bu hale getiren şey ne?” diye sordu sessizce. Ben bu soruyu sormadım, çünkü cevap dilimin altında bir ceset gibi uzanıyordu.
Cenan ile oradan uzaklaştığımızda ve geçen yirmi dakika, Gurur’u olduğum koridora getirdiğinde, buz tutmuş ellerim pantolonumun ceplerinin içindeydi.
Gurur, “Sakinleşmesini beklemek hata biliyorum ama bir delilik yapmasına izin veremezdim. En azından şimdilik,” dedi tam yanımda durup, tesisin boydan camından dışarı bakarak.
Cenan bakışlarını Gurur’a çevirdi ve “Sorun Mehtap ve evliliği hakkında mı?” diye sordu.
Gurur sadece başını sallayarak bu soruyu onayladı ve Cenan başka hiçbir şey sormadı. Sessizce yanımızdan ayrılırken bunu bizi yalnız bırakmak için yaptığını biliyordum.
“Mehtap nerede?” diye sordum.
“Onu o evde bırakamazdım. Bitap düşmüş durumdaydı. Girdap’ın iyi olduğuna emin olmadan sakinleşmeyecek gibiydi,” dedi Gurur. “Revirde. Allah’tan Nihan bugün burada, ona biraz sakinleştirici verdi.”
“Girdap her şeyi öğrendi yani,” dediğimde Gurur, “Benim bildiklerimi bildiğini sanmıyorum ama Mehtap’ın başına ne geldiğini bildiğine eminim,” diye donuk bir cevap verdi. Bu konunun onun bile içini üşüttüğünü anladım.
“Gidip ona bakayım mı?”
Gurur bedenini bana doğru çevirip, ellerini belime yerleştirerek beni kendisine doğru çekti. Bedenlerimiz birbirine yaslanırken çenesini saçlarımın arasına bastırıp, “Biraz dinlensin,” dedi. “Sana da ağır geliyor bu konu. Görmüyor muyum sanıyorsun?”
Kollarımı Gurur’un beline sararak, “Girdap sakinleşmeyecek,” diye fısıldadım.
“Şimdi o bir ok gibi yaydan fırlayıp önüne geleni vuracak, ne Mehtap’ı dinleyecek ne de başka birini. Kız çok sarsıldı Zeliha, öyle böyle bir sarsılmak değil. Bir de üstüne Girdap’ın kendini yakışını izlerse o zaman darmaduman olur. Artık onu ne Girdap iyileştirir ne başka biri. Bu işler plansız yürümez, plansız atılan her adımda kendini de tehlikeye atmış olacak. Ama yemin olsun, o herife ne isterse onu yapmasını sağlayacağım.”
“Onu esir gibi tutarak sakinleştiremezsiniz,” dediğimde bana hak vermiş olacak ki başını sallayıp dudaklarını saçlarıma bastırdı.
“Biliyorum ama böyle bir günde onun mantığı biz olmak zorundayız. Çünkü şu an mantığı yerinde değil. Halledeceğim.”
Çok değil, bir buçuk saat sonrasında Mehtap’ın yanındaydım. Uyumamıştı, verilen sakinleştirici onu biraz olsun dinginleştirmemişti. Revirdeki beyaz çarşaflarla kaplı ranzanın ucuna oturmuş, yüzünü ellerinin arasına saklayarak hüngür hüngür ağlıyordu. Kapıda dikilmiş onu izlerken bir adım atacak halim yoktu, onun da bu adımı istemediğini biliyordum. Biri ona dokunsa, tuz buz olup yere yığılacakmış gibi görünüyordu.
Nihan yanımdan geçerken sessizce, “Sürekli aynı şeyi sayıkladı,” diye fısıldadı. “Çeyizim olsun istemiştim diyordu. Ne demek olduğunu anlamadım.”
Nihan odadan çıktığında, ben onun dudaklarından dökülen, tokat yemişim gibi hissettiren o cümle ve o cümlenin içinde gizlenen gerçekle olduğum yere çivi gibi çakıldım.
Mehtap, ellerini yüzünden çekmeden, “Sadece çeyizim olsun istemiştim,” diye fısıldadı kendi kendine. Hıçkırdı, iç çekti, parmaklarını yüzüne daha sert bastırdığını gördüğümde buna kayıtsız kalamadım ve ona doğru ilerledim. Ellerini yüzünden uzaklaştırması için bileklerini kavradım. Düşündüğüm gibi, tırnaklarını yüzüne geçirmiş, teninde yaralar açmıştı. Hissettiğim şeye yenik düşerek yüzümü buruşturup alt dudağımı ısırdım. Bana bakmadı, gözlerini boşluğa indirdi ve tırnaklarının çizdiği yüzüne boşalan gözyaşlarının cama vuran yağmur damlaları gibi kayıp gittiklerini gördüm.
“Güzelim benim,” döküldü dudaklarımdan, ardından onu kendime doğru çekip elimi ensesine yerleştirdim. Beklediği buymuş gibi yüzünü göğsüme gömüp, “Çeyizim olsun istemiştim,” diye fısıldadı ve ılık gözyaşlarını göğsüme akıtarak ağlamaya devam etti.
“Geçti,” diye fısıldadım ama geçmediğini, geçmeyeceğini, bir ömür bununla yaşayacağını, mutlu olup gülümsese bile ne zaman yalnız kalsa yaşadıklarının yüzüne bir tokat gibi çarpacağını biliyordum. Bazı yaralar vardı ki, üzeri kapansa izi bile kalmasa, hiç var olmamış gibi yok olsa da içeride kanamaya devam ederdi. Onunkisi öyle bir yaraydı. Biricik’in burada olmasını diledim. O anlardı Mehtap’ı, daha gerçekçi sarılırdı, yaralarını birbirlerine yaslarlar ve birbirlerini anlarlardı.
Sanki bu dileğim evrene ulaşmış gibi, birkaç saniye sonra açılan kapının ardında Biricik’in olduğunu anlamamı sağlayan o ses duyuldu. “Mehtap.”
Geri çekilmeyi denedim. Mehtap kazağımı kavradı, geri çekilmeme izin vermeden yüzünü göğsüme saklamaya devam etti. Bakışlarımı omzumun üzerinden Biricik’e çevirdiğimde, dudaklarında solgun, hatta ağlamaklı bir gülümsemeyle bize baktığını gördüm. Gözlerimiz birbirine değdiği an, gözlerini yavaşça kapatıp açarak bana sorun olmadığını göstermeye çalıştı ama ikisinin yarası öyle büyüktü ki, bu koca revirin içinde kendimi kapana kısılmış gibi hissettim.
Biricik üzerindeki pelüş ceketi çıkarıp sandalyenin üzerine bıraktı. Ağır adımlarla bize doğru yaklaştı. “Bir kitapta bir şey okumuştum, Mehtap,” diye fısıldadığında, Mehtap’ın kazağımı tutan elinin gevşediğini hissettim. Biricik omzumu tutup beni yavaşça ondan uzaklaştırdığında sertçe yutkundum. Dizlerinin üzerine çöküp, beyaz külotlu çorabının yere değmesini umursamadan ellerini Mehtap’ın gözyaşlarıyla ıslanmış ellerinin üzerine koydu. Birbirlerinin gözlerinin içine baktı. “İnsan yarasını yarasına benzettiği birini izlerken, diğer insanların göremeyeceği çok şey görür.”
Mehtap’ın gözünden akan bir damla yaşın çenesine dek uzandığını gördüm. Biricik gülümsedi ve yavaşça eğilip dudaklarını Mehtap’ın ellerine bastırdı. “Geçti.” Başını kaldırdı. “Bir daha aynılarını yaşamayacağız Mehtap.”
Mehtap’ın gözlerinden akan yaşların donduğunu gördüm. Başını yavaşça eğip, alnını Biricik’in saçlarına bastırdı. İki aynı yara, iki farklı kadın, birbirlerine yaslandılar ve öylece durup, birbirlerini dinlediler. Sessizdiler ama aralarında sadece ikisinin duyabileceği çok şey konuşuluyordu.
Sessizce revirden çıkıp ikisini yalnız bıraktım. Kapıyı kapatırken, gözlerimden kayan yaşları durduramadım. Sadullah, revirin karşısındaki duvara yaslanmış, kollarını göğsüne sarmış beni izliyordu. Kafamı çevirip ona bakmadan önce gözlerimden aşağı kayan gözyaşlarını sildim.
“İyisin, yenge?” dedi sorar gibi.
“Girdap’ın durumu nasıl?” diye sordum, iyi olup olmamamla ilgili konuşacak hakkı kendimde görmüyordum. Bugün bu tesis, benim şu an hissettiklerimin katlarca fazlasını yüreğinde taşıyan iki farklı kadını içinde taşıyordu.
“İyisin, yenge?” diye sordu Sadullah bastırarak.
Sessizce, “İyiyim, teşekkür ederim,” dedim ama bana inanmadığını görebiliyordum. Bir süre yüzüme baktıktan sonra, “Odayı haşat etti biraz. Masaya, sandalye ne varsa çarptı, kendini de çarptı, tam durdu sandık bu kez kelepçeli olmasına rağmen kafayı gediğine koydu Adnan’a,” dedi. “Adnan da kırılan kafam olsun, sen iyi ol deyince durdu, sustu ama çok sürmez. Zincirini zorlayan kuduz köpekten beter hali.”
“Sen söyle,” dediğimde tek kaşını kaldırdı. “Ne olacak sence?”
“Geldim geleli dökülenin kan olduğunu sanmıştım yenge,” dedi Sadullah. “Ama değilmiş meğer. Bu saatten sonra, çok kan akacak.”
Tam ağzımı açacakken kapı yavaşça açıldı. Önce Biricik, hemen arkasından Mehtap dışarı çıktılar. El eleydiler. Sadullah duvardan uzaklaşarak dimdik durup ikisine baktı. Bakışları tedirgindi. Ne yapacağını bilmez bir hali vardı. Benim de ondan farkım yoktu.
Mehtap sessizce, “Girdap iyi mi?” diye sordu Sadullah.
Sadullah, “Vallaki iyi,” dedi, “sen de gözünden yaş dökme artık, iyi ol.” Mehtap sertçe yutkundu, Biricik ise Sadullah’a gülümsedi. “Vallaki sen iyi olursan, Girdap da iyi olur.”
“Görsem onu, olur mu?” diye sordu Mehtap çekingen bir sesle.
“Yengem be, olmasa mı öyle?” diye sordu Sadullah aynı çekingenlikle.
Mehtap sessizce, “Lütfen,” dediğinde Sadullah gözlerini yumup derin bir nefes aldı.
“Tamam ama ağlama, olur mu?”
“Ağlamam,” dedi Mehtap ama Sadullah buna pek inanmış değildi. Yine de onu kıramadı ve bana bakıp, benden bir onay bekledikten sonra o onayı verdiğimde başıyla koridoru işaret etti. “Gidelim. Yengeler, siz de gelin,” dedi tedirgin bir şekilde. Neden bizi de çağırdığını anlayamadım ama tıpkı Biricik ve Mehtap gibi onu takip etmeye başladım.
Kapının önüne geldiğimiz an, Sadullah yumruğunu yavaşça kapıya vurdu. Kapıyı açan Vural oldu, yüzünde kireç gibi bir ifade vardı. İçeride Vural’dan başkasının olmadığını gördüm. Girdap’ın tek bileğine bağlı olan kelepçenin öteki ucu şimdi sandalyenin bacak kısmına bağlıydı.
Girdap, Mehtap’ı gördüğü an, durdu. Kafasını sağa yatırıp, Mehtap’a canından bir parça kopmuş, kaybolmuş, sonunda o parçayı bulmuş gibi baktı. Mehtap çekingen bir şekilde içeri girdi ama biz dışarıda kaldık. Aralık duran kapıdan içeri baktığım sırada Vural, başını iki yana salladı ve gözlerimin içine bakıp sadece dudaklarını oynatarak, “Durmuyor,” dedi.
Mehtap, sessizce içeri girip Girdap’ın önüne yürüdü, tam önünde durdu ve beklenmedik bir şekilde dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini Girdap’ın dizlerine koyduğunda, Girdap gözlerini yumup başını havaya kaldırarak derin bir nefes aldı.
“Durmazsın biliyorum,” diye fısıldadı Mehtap sessizce. “Durduralamazsın.” Alnını Girdap’ın dizlerine yasladı. “Ama yalvarırım, seni de benden alma Girdap. Ben sensiz yapamam. Çok sensiz kaldım. Bir daha kalamam.”
Girdap dişlerini sıkınca yüzünde bir mezar kazıldı. Gözlerini açtığında, gözlerinin yine yangın yeri gibi olduğunu gördüm. Gözlerinin öfkesinde titreyen bir de gözyaşları vardı. Hiçbiri kayıp düşmedi, akıp gitmedi, gözlerinde beklediler.
“Beni bir daha yakma nolursun,” diye fısıldadı Mehtap. “Çok sensiz kaldım. Bir daha kalmayayım, nolursun.”
Girdap, kelepçeden azat edilmiş elini Mehtap’ın başına koydu. Ardından yüzüne indirip, çenesini kavrayarak kafasını kaldırmasını sağladı.
“Bak,” dedi, “görüyor musun bu gözleri? Gülüm, görüyor musun bu gözleri? Benim otuz küsur senelik hayatımda senden başka kime aktı gözyaşlarım? Beni senden başka kim ağlatabildi lan?”
Mehtap yeniden ağlamaya başlamış olacak ki, “Ağlama,” dedi Girdap, tam da o anda gözünden bir damla yaş akıp yanağına süzülmüştü. “Bana dur deme Mehtap. Öl de, şarjörü kafana boşalt de. Kafana sık de. Şarjörü kafama boşaltana kadar ölmem ama bana dur deme. Dediğini yapar, öyle geberirim. Gülüm, bana dur deme.”
“Sensiz kalmayı göze alamam, Girdap. Yapamam. Her şeyi unuturum. İyi olurum. İyileşirim. Sen benimle kal, ben iyileşirim.”
Bir adım geri çekildim. Sadullah, “Dur,” dedi, “yine ağlarsa kız, çok ağlarsa, ben onu durduramam. Siz onu durdurursunuz. Kadın kadının halinden anlar yenge, gitme gözünü seveyim.”
Başımı önüme eğdim. Onlara bakamadım. Duymak istemedim. Hiçbir şeyi duymak istemedim.
“Mehtap bana her şeyi de, bunu deme!” Girdap’ın çenesi seğirdi, gözlerindeki öfke büyüdü. “Beni her şeye inandırabilirsin amına koyayım, tüm yalanlarına inanırım, söylediğin her şeyi doğru bilirim, kapına bağladığın köpek olmadım mı hiç? Yine olurum ama şimdi beni bağlasan, ben o zinciri kırıp yine gideceğim.”
“Özür dilerim,” dedi birden Mehtap, Girdap bunu beklemiyordu. “Sana söylediğim yalan adına, seni kaybetmekten korkup seni kaybettiğim için, her şey için, her şey adına, özür dilerim. Kendimi koruyamadığım için özür dilerim.” Mehtap yüzünü Girdap’ın dizlerine sakladığında, Girdap’ın havada asılı kalan elinin titrediğini gördüm.
“Gülüm.”
“Özür dilerim, kendimi koruyamadım, özür dilerim.”
“Gülüm!” Girdap masaya bağlı kelepçeyi asıldı, masa ileri doğru giderken iki elini Mehtap’ın yüzüne koydu. “Gülüm bak bana, bak gözlerime. Ben özür dilerim. Ben dilerim lan. Öleyim sana, senin ne suçun var? Gümüşservim, senin ne suçun var?” Avucunu Mehtap’ın alnında dolaştırdı. “Sen ak paksın, tertemizsin gülüm, sen günah geçirmezsin. Sen utanacak, sıkılacak, af dileyecek son kişi değilsin. Günah geçirmezimsin benim. Sudan durumsun.” Eğilip alnını Mehtap’ın alnına yasladı.
“Özür dilerim,” diye fısıldadı Mehtap.
“Ben özür dilerim lan, ben dilerim özrü, sen işlemediğin hiçbir günahın bedelini o gül yüzünü saklayarak ödeyemezsin. Bak bana, yavrum bak yüzüme. Güzel yüzlüm, bak, saklama şu yüzünü benden.” Yüzünü avuçlarının arasında havaya kaldırdı. Gözlerinde öfke ve çektiği acının dışarı bıraktığı gözyaşlarıyla, Mehtap’ın güzel yüzüne baktı. “Senin alnın açık, ak pak, sen böyle kafanı dikip bakacaksın Mehtap. Gülüm, güzel yüzlüm, işlemediğin hiçbir günahın suçlusu değilsin. Bin günah işle, bininde de böyle ak pak geleceksin bana ama yemin olsun, yemin olsun sen günahsızsın. Senin başını eğdirenin kafasını koparacağım.” Başını salladı. “Seni yüzünü göstermekten korkar hale getiren kim varsa, kim varsa, sevdam kim varsa, yüzünü kendi kanıyla yıkayacağım.”
“Sensiz ne yaparım? Beni düşün,” dedi Mehtap dizleri, Girdap’ın alnında. “Yakma kendini. Yanacağımız kadar yanmadık mı? Yakma kendini.”
Daha fazla duymak istemediğim için hızla koridora yöneldim. Biricik her ihtimale karşı orada kaldı. Mehtap’ın yalvarışları, Girdap’ın öfkesi ama bir o kadar da deli olan sevdasına ait sözler koridorlarda yankılanmaya devam etti. Şimdi neler olacağını tam olarak kestiremiyordum ama ben de biliyordum, Girdap’ın durmayacağını, öcünü almadan devam edemeyeceğini, içinde dünyaya bile sığdırılmayacak büyüklükte bir ağrı taşıdığını, o ağrının onu kıvrandırdığını biliyordum.
Adnan, “Zeliş,” dedi hızla yürüdüğümü gördüğünde. “Nereye?”
“Adnan, lütfen beni eve bıraksın biri,” dedim sonunda zar zor bir nefes alarak. Mehtap’ın sesi kafamın içinde yankılanıp duruyor, Girdap’ın öfkesi bir gölge olup sanki beni altına alırdı.
Adnan panikleyerek, “Yener’e söyleyeyim, benim incelemem gereken raporlar var. Bırakırlar seni,” dedi. “Su getireyim mi sana?”
“İyiyim iyiyim,” dedim ellerimi havaya kaldırarak. Şımarık bir çocuk gibi görünmek istemiyordum. Gurur’un nerede olduğunu sormak istedim ama ortalık zaten yangın yeriyken, bir de ben kendi derdime düşmüş gibi görünmek doğru gelmedi.
Yener, sadece beş dakika sonra yanımdaydı. “Zeliş,” diyerek saçlarımı geriye doğru atıp yüzüme baktı. “Ne bu hal kız? Betin benzin atık duruyor.” Sesini ne kadar neşeli tutmaya çalışırsa çalışsın, gözlerine çökmüş huzursuzluğu görebiliyordum. Girdap’ın durumu hepsini ruhlarının kökünden kavrayarak sarsmıştı.
“Eve gitsem daha iyi olacak Yener,” dedim derin bir nefes alarak. “Müsaitsen beni bırakabilir misin?”
“Ayıp ediyorsun, sana hep müsaitim ben.” Yener omzunun üzerinden koridora baktı. “Ecevit ve Sado’yu da alalım. Merkezde bir işleri vardı. Onları da bırakmış olurum. Sen dışarıda bekle bizi.”
“Tamam, çok teşekkür ederim,” diyerek sırtımı dönüp hızla koridorda ilerlemeye başladım. Tesisin kapısında dikilen askerler beni tanıdıkları için selam verdiler, isimlerini bilmesem de onlara gülümsedim. Çok değil, bir iki dakika sonra Ecevit, Sadullah ve Yener dışarıdaydılar. Arka koltuğa binip, kapıyı kapattığım sırada Ecevit bir sigara yakıp, aracın önünde sigarasını içmeye başlamıştı. Yener ile Sadullah, Ecevit sigarasını bitirene kadar beklediler. Araca bindiklerinde dağın soğuğu da bedenlerine tutunarak içeriye dağıldı. Çökmeye başlayan karanlığı izlerken hareket eden araba hızla patika yolu inmeye başladı.
Ecevit, “Girdap’ın problemini başını ve askerliğini yaktırmadan çözdürmemiz lazım,” dedi araç patika yolda sarsılırken.
Sadullah hemen yanımda oturuyor, konuşmadan telefonuna bakıyordu. Bu konunun beni etkilediğini fark etmiş gibiydi, yanımda konuşmaktan kaçındığını fark ettim.
Yener, “Sado, Mehtap konuştu mu Girdap’la?” diye sordu Yener direksiyonu sert bir manevrayla çevirip, dağ yoluna girerken.
Sadullah gözlerini telefondan çekmeden, “Kurbane, bunları sonra da konuşuruz,” dedi sakince. Tam o an, Yener’in dikiz aynasından bana baktığını gördüm. Bakışları temkinliydi.
Derin bir nefes alıp, “Doğru,” dedi. “Zeliş, anlat kız, nişanlılık nasıl gidiyor?”
“Henüz nasıl gittiğiyle ilgili tam bir fikir sahibi değilim,” dedim, aslında bu cümlede biraz olsun sitem yoktu ama üçü de suspus oldu. “Yani demek istediğim…”
“Haklısın, operasyondu oydu buydu derken,” diye araya girdi Yener. “Konuştukça batıyorum Sadullah bir türkü çığır ya.”
“Ben çığırtacam şimdi seni Yener he,” dedi Sadullah. Araç biraz daha hızlanıp, merkeze indiğinde Sadullah ve Yener bambaşka konulardan konuşuyorlardı. Yağmur damlaları şiddetle ön cama vuruyor, başımı yasladığım camdan aşağı ise gözyaşları gibi akıyordu. Birden büyük bir cip tarafından sollandığımızı fark ettim. Yener, direksiyonu yavaşça kırıp, “Ne oluyor amına koyayım?” diye sordu sert bir sesle.
Cip bizimle aynı hizada ilerlemeye başladığında Ecevit, “Bu Gurur’un arabası,” dedi ve yağmur yüzünden buğulanan cama yaklaşıp cipe daha dikkatli bakmaya çalıştım. Evet, bu onun cipiydi. Şaşkınlıkla kaşlarımı çattım ve Gurur arka arkaya kornaya basmaya başladı. Yener, “Ne oluyor buna?” diye sorarak arabayı kenara çekti. Gurur, arabayı önümüzde yan duracak şekilde durdurduktan sonra aracın kapısını açtı ve yağmurun altında bizim olduğumuz araca doğru yürümeye başladı.
“Bir sorun mu var?” diyerek kapısını açan Ecevit, Gurur’un öfkeli bir şekilde, “Nereye götürüyorsunuz onu benden habersiz?” diye bağırmasıyla duraksadı.
“Birader, sakin ol,” dedi Ecevit sonunda, yüzünde her zamanki kayıtsız ifade olsa da Gurur’un bu kadar öfkelenmesini beklemediği her halinden okunuyordu.
“Zeliha’yı bana haber vermeden neden tesisten çıkarıyorsunuz lan siz?” Gurur, aracın tavanına sert bir yumruk vurduğunda, içinde olduğum araç yavaşça sarsıldı. Birdenbire öfkelenerek, kapıyı açıp dışarı çıktım ve “Gurur, ne oluyor sana?” diye bağırdım. “Eve gitmek istedim, meşgul olabileceğini düşündüm ve Yener’den beni eve götürmesini rica ettim. Bu tavır da neyin nesi?”
Gurur bana değil, açık dura ön kapıdan içeri bakıyordu.
“Karşındayım! Bana bak.” Bileğini yakalayıp onu kendime çevirdim. “Bu öfke de neyin nesi?”
Onunla derin bir karanlığın içinde yürüdüğümü hissettiren bakışlarını bana çevirdiğinde, Zincir’in o gözlerin arkasında beni izlediğini fark etmek duraksamama neden oldu.
“Giderken bana haber verebilirdin, değil mi?”
“Günlerdir bu anlamsız tavrını sorgulayıp duruyorum ama ağzımı açmıyorum!” Saçlarım saniyeler içinde sırılsıklam olmuştu, yağmur suları çenemden boynuma akıp gidiyordu.
Gurur cevap vermeden gözlerimin içine bakıyordu ama Zincir’in baskınlığını tüm ruhumda hissedebiliyordum. Konuşan bendim, bağıran bendim ama sessizliğiyle beni ezip geçerek üstünlük kuran Zincir’in ta kendisiydi.
“Bir sorun varsa, doğrudan bana söyleyeceksin Gurur. Arkadaşlarına bağıramazsın.”
Gurur, “Seni tesiste bulamayınca endişelendim,” dedi donuk bir ses tonuyla. Bir an durup, sadece gözlerinin içine bakmaya çalıştım ama Zincir tüm gerçekleri bir karanlığın içine hapsederek bana sadece boşluğu sundu.
“Eve gitmek istedim çünkü yoruldum, Gurur. Her an tesiste duramam. Evimde olmak istiyorum,” dedim.
Gözlerimin içine dikkatle baktıktan sonra, “Bana söyleseydin, seni ben götürürdüm,” dedi.
“Ha sen götürmüşsün, ha Yener götürmüş.”
“Benim için önemli ki böyle söylüyorum Zeliha.”
Öfkesini hissediyordum ama sessizliği tüm ruhunu sarmış bir kanser gibiydi. Sesini yükseltmeden bile öfkesini bana gösterebildiği nadir anlardan birinin içindeydik.
“Benimle gel,” dedi Gurur.
“Hayır,” dedim ona dik dik bakarak. “Bu davranışından hoşlanmadım. Bu şekilde davranarak her istediğini yaptırabileceğini sanıyorsan, öyle olmayacak Gurur Mert.” Ona sırtımı dönüp araca yönlendiğimde, birdenbire belime dokunup beni kendine doğru çevirdi. Islak saçlarım havada şakıyarak onun yüzüne çarptı ve gözlerinin içine çatık kaşlarla baktım.
“Bir kez olsun lafımı dinlesen, ne olurdu?”
“Gurur, anladım bir şeyler arka arkaya yaşandı ama bu tür davranışların hoşuma gitmiyor,” dedim sert bir sesle.
Gözlerimin içine bir şey söyleyecek gibi baktı ama sonra her nedense, bu şeyi söylemekten vazgeçti ve ellerini bedenimden çekerek tam karşımda kayıtsızca durdu.
“Bunu eve döndüğünde tartışırız,” dedikten sonra cevap vermesine fırsat dahi vermeden arabaya binip kapıyı kapattım. Yener tereddütte kalmış bir şekilde önce bana, sonra da Gurur’a baktı.
“Yener, lütfen,” dedim.
Ecevit, “Sorun yok,” dedi Gurur’a. “Biz yanındayız.” Bu cümleyi anlayamasam da kollarımı göğsümün üzerinde toplayıp sırtımı koltuğa yasladım ve ağzımı tek bir soru için dahi olsa açmadım.
Gurur cevap vermedi, Ecevit yavaşça kapıyı kapattı ve Yener arabayı çalıştırdı. Gurur’un yan şekilde durdurduğu cipinin yanından dönerek geçtikten sonra arabayı pürüzsüz yolda sürmeye başladı.
Sonunda, “Onun neyi var?” diye sordum kendimi tutamayarak.
“Bu aralar yaşananlardan dolayı biraz hassaslaştı,” dedi Yener kaskatı bir çeneyle. “Senin bir zarar görmenden korkuyor.”
“Bu düşünceye nereden kapıldı?”
“Bir asker eşiysen Zeliha, genelde bu düşünce o askerin zihninde her daim var olan bir gerçektir. Karşımızda girdiğimiz takdirde bizi neyin beklediğini tam olarak kestiremediğimiz bir yol var. Gurur endişeli.”
“Endişesini bu şekilde göstermesine gerek yok, Yener. Bu çok paranoyakça.”
“Onun yerinde olsaydın farklı davranacağını düşünmüyorum,” dedi Yener sadece.
“Onun ne kadar inatçı olduğunu tahmin edemezsin,” diyen Ecevit’ti. Aracın aynasından arkaya baktığını fark ettiğim an, bu cümleyi neden kurduğunu anladım. Gurur arkamızdaydı, aracı yavaşça sürüyordu ama peşimizi bırakacağa da benzemiyordu.
“Gurur’un bu kadar paranoyak davranmasının nedeni, gittiğiniz operasyonda bir şey olması mı?” Sorum boğazımdan önce beni yakarak geçti, sonra da dışarı dökülüp sorduğum kişileri ateşinden geçirdi. Ecevit sessiz kaldı, Sadullah gözlerini telefondan çekmedi ama Yener’in bakışlarının dikiz aynasından bana döndüğünü hissettim. Yener’in aynadaki yansımasına baktım. “Öyle mi?”
“Kesin olan bir durum yok,” dedi Yener ama bunu beni paniğe düşürmemek için söylediğini hissedebiliyordum. Olduğum yerde dik konuma gelerek, “Ne oldu?” diye sordum.
“Esir aldığımız piçlerden biri saçmaladı işte. Sevdiklerimizin tehlikede olabileceğini söyledi,” dedi Yener donuk bir sesle. Söylemediği daha fazla şey olduğunu fark ettim ama soracak cesareti bulamadım. Birdenbire tüm taşlar yerli yerine oturdu. Gurur’un günlerdir üzerime çökmüş gölgesinin baskınlığının, beni neden bu kadar sıkı çevrelediğinin sebebini çözmüştüm. Ya da o an, bunu çözdüğümü sanıyordum.
Araç, evimizin olduğu sokağa girdiğinde, “Yener, burada durur musun?” diye sordum. Kızlarla oturduğum binanın önünde yavaşlayan Yener, sorguyla bana baktı. Araç, binanın birkaç metre ilerisinde tamamen durdu ve hiçbir şey söylemeden araçtan inip, yağmurun altında durdum. Gurur’un cipi de durmuştu. Tam o sırada binanın otomatik kapısının çıkardığı sesi duydum. Ayça ile Simge kol kola, açtıkları tek bir şemsiyenin altında dışarı doğru yürümeye başladılar.
Gurur araçtan inerken, Simge, “Zeliha?” diye seslendi.
Gözlerimi Simge’ye dokundurmadım, bakışlarımı Gurur’dan çekmedim.
Sadullah, “Yenge, Zeliş eve gelmek istedi onu eve getirdik,” deyince, Simge birden, “Ben senin nereden yengen oluyorum lan dangalak?” diye sordu sert bir sesle.
Ecevit’in güldüğünü duydum, Yener’in ifadesi ise çözülemez olmalıydı çünkü sesi bile çıkmamıştı. Gurur hızlı adımlarla bana doğru yürüdü. Yanmaya başlayan sokak lambalarının turuncu ışığı üzerine devriliyor, saçlarına hızla çarpan yağmur damlalarını daha net görmemi sağlıyordu.
Gurur hızlı adımlarla bana doğru geldi ve etrafımızdaki insanlara aldırış etmeden yüzümü iki avucunun içine hapsedip, beklemediğim bir anda dudaklarımızı birbirine yasladı.
Tüm seslerin kesildiğini fark ettim, belki de gerçekten herkes susmuştu. Beni öyle sert öptü ki, ruhumun yerinden oynadığı, köklerinin sızladığını hissettim. Dudaklarımız ayrıldığında, alnını alnıma bastırdı ve “Özür dilerim sesimi yükselttiysem,” dedi, bu özrü beklemiyordum ama daha beklenmedik olan bir şey varsa, beni sokağın ortasında bu kadar sert bir şekilde öpmesiydi.
Cevap vermeden gözlerinin içine baktım.
“Bizim burada işimiz bitti sanırım,” diyen Yener’di.
Simge’nin, “Sen işinin bittiği her yerden kaçar adım uzaklaşırsın,” dediğini duyduğumda Gurur beni kolunun altına çekerek, “Ben sevgilimi eve götürürüm, eyvallah birader,” dedi Yener’e.
Tam önlerinden geçiyorduk ki Yener birdenbire, “İnin arabadan,” dedi Sadullah ve Ecevit’i kastederek. Aracın açık duran kapısından dışarı uzanan şaşkın bakışları gördüm. Yener ise bakışlarını Simge’den çekmiyor, doğrudan onun gözlerinin içine bakıyordu.
Ecevit ile Sadullah araçtan indiklerinde, Yener, “Bin,” dedi Simge’ye dikkatle bakarak.
Simge bunu beklemediğinden, “Anlamadım?” diye sordu.
“Sana arabaya bin, dedim.”
Ayça, “Gözümün önünde kızımı kaçırıyorlar,” diye dalga geçtiyse de ne Yener ne de Simge de tek bir mimik dahi oynamadı.
Simge, “Sen bana emir veremezsin,” dediğinde, Yener birdenbire ona doğru yürümeye başladı. Simge’yi şemsiyenin altından çekip kendine doğru yürüttüğünde, Simge geri çekilmeyi denedi ama Yener’in gücüne karşı koyamadı.
“Bizim seninle konuşacaklarımız var, bir türlü konuşmadığımız şeyler var. Sen beni sokup zehrini içeri gönderip durmaktan sıkılmıyorsun, ben de kafamın içinde seninle konuşamadıklarımızı tekrar etmekten sıkılmıyorum. Yürü.” Yener’in otoriter sesi, Simge’nin donup kalmasına neden oldu.
Sadullah, “E biz ne olacağız kurbane?” diye sorsa da Yener bu soruyu duymadı, Sadullah ve Ecevit’i doğrudan görmezden geldi.
Simge, “Bıraksana kolumu,” dese de Yener açık duran ön yolcu kapısından içeri girmesini sağladı. Kapıyı kapatıp aracın önüne dolandı ve hiç kimseye tek kelime etmeden arabasına binip motoru çalıştırdı.
Gurur, uzaklaşmaya başlayan arabaya baktıktan sonra, “Siz beni bekleyin, Zeliş’i eve bırakayım, sonra gideceğiniz yere tükürürüm sizi,” dedi.
Sadullah, Ecevit ve Ayça’yı arkamızda bırakarak siteye doğru yürümeye başladık. Yağmur biraz olsun yavaşlamıştı ama hala saçlarıma tutunan soğuk damlaları hissedebiliyordum.
Asansöre bindiğimizde kollarının arasında durmaya devam ediyordum, ta ki asansör bizi oturduğumuz kata getirene dek kollarının arasında olmaya devam ettim. Kapının önüne geldiğimizde anahtarını çıkarıp kapıyı açtı, benimle birlikte içeri girdi.
“Cenan’ı bırakacağımız zaman seni de bırakacaktım aslında. Yorulduğunu tahmin edebiliyordum,” dediğinde, Cenan’ın hala tesiste olduğunu hatırladım.
“Ortalık yangın yeriydi, yük olmak istemedim.”
“Sen bana yük olacak biri değilsin. Başımın üzeri bir ömür tahtın senin. Orada taşırım ben seni,” dedi kapıyı kapatmadan.
Ona operasyonda olup bitenlerle ilgili soru sormak istedim, o adamın ona ne söylediğini merak ettim ama ağzımı açmak yerine tek yaptığım gözlerinin içine bakmak oldu.
Elini yanağıma kaydırıp, ıslak avucunu tenime bastırırken, “Günlerdir seni çok sıktığımı fark edemedim ben,” dedi. “Özür dilerim.”
“Bugün özür dileme günün sanırım,” diye fısıldadım.
“Eşeklik ettiğimi fark ettiğim vakit, özür dilemek boynumun borcudur ama bir sana, hep sana. Benim özür dilerken boynumu önünde eğeceğim tek insansın sen.”
Ben de elimi kaldırıp, avucumu onun güzel yüzüne yerleştirdim. Gözlerini yumup dokunuşumu daha derinlerde, en içinde hissetmeye çalıştı. Bunu görmek, kalbimin hızlanmasına neden oldu. Kalbim yerinden çıkıp gidecek, onun göğsünün altına girerek kalbine karışacak sandım.
“Neden endişeleniyorsun bilmiyorum ama endişelenme,” diye fısıldadım, duraksadı, gözlerimin içine daha derin gözlerle baktı. “Sen varken bana hiçbir şey olmaz.”
Gözlerimin içine bakan gözleri parladı. Bu parıltı var olduğu müddetçe, isterse güneş hiç doğmasın, ay hiç ışık yaymasın, yıldızlar sönsün, ben yine karanlıkta kalmazdım.
“Hadi git,” dedim. “Sado ve Ecevit’i bekletme daha fazla. Yener gönül meselesi yüzünden ekti onları.”
Dudaklarını alnıma bastırıp, “Geç kalmam,” dedi. “Gelirken sıcak ekmek alırım, tereyağı süreriz, he?”
Söylediği şey beni güldürdü. “Olur Oburiks, öyle yaparız.”
Dudaklarını alnıma sürtüp, “Olur, öyle yaparız,” diye fısıldayıp yavaşça benden uzaklaştı.
Kapıdan çıkıp gidişini izlerken dudaklarımda silemediğim bir tebessüm yer alıyordu. Kapıyı arkasından kapattıktan sonra, onsuzluğun çöktüğü evde birdenbire karanlıkta kalmışım gibi hissettim. Varlığının benim en büyük ışığım kaynağım olduğunu her seferinde daha şiddetli bir şekilde fark ediyordum.
Leon bacaklarıma dolandı, eğilip parmaklarımı kulaklarında dolaştırdım ve “Bence bir kahveyi hak ettik yakışıklı,” dedim. Mutfağa geçip kendime bir kahve yaptıktan sonra salondaki büyük koltuğa oturup tabletimi açtım. Notlar üzerinde çalışmaya başladım.
Üç, dört saat kadar notlar üzerine kafa patlattıktan sonra boş kahve bardağını mutfağa götürdüm. Üzerimde Gurur’a ait, onun kokusunun sindiği beyaz, bol bir tişört vardı. Ara sıra, sapık gibi tişörtü kokluyordum. Pars ve Leon üst kattalardı, üst kattaki cam duvarın önüne uzanıp şehir ışıklarını izleyerek uyumayı seviyorlardı. Çok gürültü yapmadıkları için onlara minnettardım çünkü ezberlemem gereken çok fazla konu vardı.
Mutfaktaki duvarda asılı duran saate bakarken kahve kupasını duruluyordum. Saat 02.45’i işaret ediyordu. Gurur’un gelmesine az kalmış olsa gerekti. O gelmeden biraz daha çalıştıktan sonra ortalığı toplar, ekmeğin yanında yememiz için bir şeyler hazırlardım.
Ama Gurur, beklediğimden daha erken geldi.
Kapıya sokulan anahtarın sesini duyduğum an, musluğu kapatıp bardağı köşeye koydum. Kapı açıldı. “Ders çalışırken uyuyakaldığımı düşünüyorsan eğer,” diyerek mutfağın çıkışına ilerledim. “Sıcak ekmeği yemeden uyumayacağımı bilmen gerekirdi.”
Leon havladı, ardından havlaması küçük bir iniltiyle kesildi ve bir an olduğum yerde donup kaldım. Kaşlarım çatıldı, göğsümün altına huzursuz bir his sindi. Ağır adımlarla koridorda ilerlemeye başladım. Dış kapı açık duruyordu. Merdivenlerin önünde yere yığılmış Leon’u gördüğüm an, kafamın içinde bir şimşek çaktı. Bir ok, tam kalçasına saplanmıştı. Pars’ın havlayarak merdivenlerden inmeye başladığını gördüm ve bir ok daha havada ıslık çalarak ilerleyip Pars’ı karnından vurdu. Pars, bir an dengesini yitirdi, afalladı ve iki basamak boyunca yuvarlanıp boşluğa düştü.
Daha sonra antreye uzanan büyük gölgeyi gördüm.
“Merak etme tatlım,” diyen o kalın sesi hayatımda ilk kez duyuyordum. “Okların ucunda sakinleştirici var. İtler ölmeyecek.”
Bir adım attığında kalbimin atış sesleri bıçak gibi kesildi. Gölgenin elinde bir bıçak tuttuğunu gördüm.
Ve sonra onu gördüm.
Bir gözü yeşil, diğeri maviydi.
Bana dedi ki: “Ama senin için aynı şeyi söyleyemem.”
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Sıcak ekmeğin olduğu poşeti ön koltuğa yerleştirip kapıyı kapatırken göğsüme giren şiddetli ağrı, elimi kalbime bastırmama neden oldu. Çatık kaşlarla başımı iki yana sallayıp aracın ön tarafına dolandım. Göğsümdeki anlık ağrı kaybolsa da elim hala kalbimin üzerindeydi.
Elimi göğsümden çekip direksiyona yerleştirdim, direksiyonu sertçe çevirdim ve anılarımın içinden Emsal, “Güçsüzce benimle savaşmaya çalışıyorsun, belki de kazandığını sanıyorsun ama bir gün tüm gücünü kazandığında öyle bir şeyle savaşmak zorunda kalacaksın ki, en güçlü halinle yenilmek nedir, işte o zaman bunu tadacaksın,” dedi. Karşı şeritte ilerleyen büyük kamyonun farlarının ışığı gözlerimi alırken gecenin içinde esen rüzgarın sesini duydum.
Zeliha’yı o arabadan çıkardığım anı hatırladım.
Boğazımın gerilerinden dökülen o çığlık bana aitti ve o çığlık kendi kulaklarıma dolana kadar, çektiğim acının farkında bile değildim.
Zeliha bir gece elini yüzüme kaydırıp, “Bir rüya gördüm,” demişti, dudağının kenarında ben olan genç adamı gördüğüm geceden günlerce uzaktaydık. “Sana çok benzeyen bir adam, bana bir bardak su verip gülümsüyordu ve üzerinde kamuflajı vardı. Dudağının kenarındaki beni görmesem onu sen sanırdım.”
Arabayı elimde olmadan hızlandırdım.
Göğsümdeki ağrının kaybolduğunu sanıyordum ama birdenbire şiddetlenerek tüm bedenime yayıldı. Karnımda bir acı hissettim. Kaşlarımı çattım ve Emsal zihnimin içinden bana, “Doğduğun anı hatırlıyorum,” diye fısıldadı. “O yüzünü gördüğüm ilk an, hayatına girdiğin herkesi mahvedeceğini anladım. Yine de seni kucağıma aldım, bir bebek doğduğu ilk an gözlerini açıp doğrudan görüyormuş gibi birinin ruhuna bakamaz. Sen gözlerini açtın ve ruhuma baktın. Bana çok benzeyen bir şeyle tanıştığım ilk andı.”
Arabayı biraz daha hızlandırdım. Göğsümdeki ağrı çoğaldı.
Zeliha kafamın içindeki bir anıdan bana baktı. Güzel gözleri uykuyla parlıyordu ama uyumamak için direniyor, gözlerini yüzümde dolaştırarak sanki her bir parçamı ezberlemeye çalışıyordu.
Hissettiğim sıkıntıyı biraz olsun dindirmesi adına telefonu elime aldım, gözümü yoldan ayırmadan onu aradım. Telefonu kulağıma yasladım. Telefonu açtığı an, geldiğimi söyleyecektim, birlikte yemek yiyecektik, eğer uykusu yoksa bir şeyler izleyecektik, sonra o güzel gözleriyle yine yüzümü ezberine almak ister gibi beni izleyecek, kollarımda derin, ona hiçbir şeyin dokunamayacağı bir uykuya dalacaktı.
Telefonu açmadı.
Sesli mesaja düşen telefonun diğer ucunda konuşan telesekretere öfke besleyerek telefonu kapatıp, onu yeniden aradım. Uyuyor muydu? Telefonun sesine uyanır mıydı? Göğsüme girmiş bir bıçak hızla aşağı çekiliyormuş, beni yırtıp içimdekileri dışarı döküyormuş gibi hissettim. Karnımdaki ağrı çoğaldı, göğsümdeki sıkışıklık hissi yüzünden arabaya sığamadığımı hissettim.
Telefonu açmadı.
Direksiyonu sertçe çevirip ara yola girdim, kestirmeden ilerlemeye başladım. Rampadan geçerken yavaşlamadım, yavaşlamayı aklımın ucundan bile geçirmedim ve rampanın üzerinden geçen araç devrilecek gibi sarsıldı. Devrilmedi. Daha da hızlandım.
Biraz daha, biraz daha, biraz daha. İbre parçalanacak sandım ama göğsümdeki ağrı, ibreden hızlı davranarak içimde parçalandı. Bu paranoyaklığın getirisi bir ağrı mıydı? Çok mu kafama takıyordum? Onu çok mu boğuyordum? Onu uyarırsam, o zaten dikkatli davranırdı ama ellerindeki titremeleri gördüğüm günden beri, onu telaşa sürükleyecek şeyleri önüne sunmaktan korkuyordum. Küçücük bir kalbi vardı, o kalbe beni almıştı, beni içine bir ağrı gibi basmıştı ve varlığım onu tüketmeye başlamıştı. Elleri her titrediğinde, ona yaşattıklarımın altında daha fazla kalmaya başlamıştım.
Araç siteye girdi, binanın önüne kadar sürdüm ve tam binanın önünde durduğumda, aracı burada bırakmak yasak olsa bile sikime takmadan araçtan inerek, ekmek poşetini alıp binanın içine fırladım.
Koşarken tıkandığını düşündüğüm nefesime hayret ettim, kilometrelerce de koşsam bu vücut tükenmezdi, bu vücut zorlanmak için geliştirilmişti. Biraz koşmak nefesimi tüketmezdi. Nabzımın damarlarımı yırtacak gibi hızlandığını hissettim. Paranoyalarımın onu korkutmasından çekinsem de kendimi durduramadım.
Asansörün gelmesini beklerken onu bir kez daha aradım.
Açmadı.
Asansör bir türlü gelmek bilmediğinde ve telefonum cevapsız kaldığında, görse bundan delice korkacağını bildiğim paranoyama yenik düşerek merdivenlere yöneldim. Koşar adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladım.
Kapıya geldiğimde soluk soluğaydım.
Zihnimin içinde bir anı belirdi. Kazadan sonra, birlikte uyuduğumuz ilk ana ait bir anıydı. O anıda, uyuyan yüzünü izliyor, parmaklarımı ateşten saçlarında dolaştırıyordum. “Bendeki çürüyüp morarmış bir tendir, kemiğime tekme vurup durma ne olursun,” diye fısıldadığım vakit, yavaşça göğsüme sokuluyordu.
Zile basmak için parmağımı kaldırıyorken, bir an gözüm kapının anahtar deliğine saplanıp kaldı. Karanlık içimde yürüdü, o karanlığın içinde kaybolan ruhumun bir bıçak gibi beni deşip geçtiğini hissettim. Kapı deliğindeki zorlamayı kafamdan uydurmuyordum.
Nabzım yavaşladı.
İçimdeki tüm sesleri susturan, onun küçük bir fısıltısıydı. Bir anının içinden bana, “Göktuğ ismi sence de çok güzel bir isim değil mi?” diye fısıldıyordu.
Kapıyı itmemle, kapı birdenbire öne doğru atıldı, duvara çarparak sonuna dek açıldı.
Rüyama giren o genç adam, o rüyanın içinden bana yeniden yavaşça, “Yiğidi gül ağlatır, annem için mi ağlıyorsunuz?” diye sordu.
O uyurken, parmaklarımın yüzünde dolaştığı bir başka anıyı hatırladım. Onun için hala bir yabancıydım, bir tehlikeydim, bir düşmandım. Ona şöyle söylüyordum: “Benim hiç talihim yok, o yüzden içime işlemeyi durdur ne olursun. Çünkü içime işlediğin vakit, seni de benden alırlar.”
Karanlıkta, cam duvarın önünde dikiliyordu. Rahatlamam gerekirdi, paranoyanın sona ermesi gerekirdi, onu görmüştüm; işte buradaydı. Tüm hayatım buradaydı, dimdik ayaktaydı.
“Zerda.”
Bedeninin titrediğini gördüm, başını yavaşça omzunun üzerinden bana doğru çevirdi ve gözlerinde biriken yaşları görmek şakağıma girmiş bir mermi gibi olduğum yerde sarsılmamı sağladı.
Elimdeki ekmek poşeti yere düştü.
“Gurur,” diye fısıldadı kara zorla. “Çok kan var.”
Ve bedeni, yana doğru devrildi. Karanlığın içinde biriken siyah kanının içinde boylu boyunca uzandı.
03:03:00
🎧: Yıldız Tilbe, Çizilmemiş Resim