GURUR MERT ÇALIKLI
O, parmağımı yavaşça kavrayıp, buradayım, demeye çalıştığında, işlenen bir cinayetin ortasında kurban olmama rağmen ben, yeniden gözlerimi açarım ve yaşamak denen şeyin faili olurum zannetmiştim. Fakat o parmağımı sıktığında, bana burada olduğunu tüm ışıltısını kullanarak gösterdiğinde, bilmeden bir namluyu da göğsümde ateşlemişti.
Nihan’ın sesi kafamın içinde bir bir el sıkılmış kurşun oldu ama zihnimde o ses, bir şarjör boşaltmış kadar çok yankı uyandırdı. Zerda’mın parmakları işaret parmağımın etrafını yavaşça sarmaya devam ederken gözlerimi Nihan’ın gözlerinden ayıramadım. Başka hiçbir yöne bakamadım.
Nihan gözlerine biriken yaşları elinin tersiyle sildikten sonra, “Zeliha’nın iyiliği için, gebeliğe son vermemiz gerek,” diye fısıldadı.
Birinin yere yığıldığına emindim ama gözlerimi Nihan’dan çekip ayıramadım. Sadece gözlerinin içine baktım. Gözlerimde her ne gördüyse, sildiği gözyaşları gözlerinin çukurunda yeniden can buldu.
Karnında ikimize ait bir parça taşıyordu ve yine karnında, onu koruyamamış olmamın büyük yarası açık duruyordu. Bana karnında dünyaları sunmaya hazırdı ve sırf onu koruyamamış, onu karnında bir bıçakla bulmuştum.
“Gülbahar Hanım,” dediğini duydum birinin, sanırım doktordu ya da hemşireydi, bilmiyordum. Gözlerimi Nihan’dan ayıramıyordum. Zerdali, gözlerini açmamış olmasına rağmen hayata tutunmaya çalışıyor gibi işaret parmağımı güçsüzce sıkmaya devam ediyordu.
Öyle bir kabusun içindeydim ki, yatağımın ucunda dikilen biri bir şarjör boşaltsa üzerime, uyanmayacakmışım gibi hissediyordum.
Nihan, sessizce önümden çekilip Gülbahar Anne’ye doğru ilerledi. Artık karşımda boş, beyaz bir duvar vardı. Hareketsizdim. Uğultu yeniden oradaydı. Zihnimin içinde kaçınılmaz bir şekilde büyüyerek, aklımı içinde boğan o beyaz ışığı içeriye sızdırıyordu.
Yavaşça dizlerimin üzerine çöktüğünü hatırlıyorum. Sanki Emsal bu odadaydı, bir köşeye geçmiş sessizce beni izliyor ve bir sonraki kararımı merak ediyordu. Zeliha parmağımı güçsüzce kavramaya devam ederken gözlerimi yavaşça Zeliha’ya çevirdiğimi hatırlıyorum. Dizlerimin üzerinde, çaresiz, bitmiş, tükenmiş, ruhu bedenine tutunmakta güçlük çeken, mantığı kafasının içinde parçalara ayrılmış, aklının olduğu yerde yeller esen bir paçavra gibi ona baktım.
Parmağımı kavrayan küçük elinin üzerine alnımı bastırıp, “Zeliha,” dedim, bu hatırladığım küçük bir parçaydı; koca bir sessizlik zihnimi vurmadan öncesiydi. “Ben şimdi ne yapacağım?”
Ben şimdi ne yapacağım Zeliha?
Ne seni koruyabildim, ne senden olanı koruyabildim.
Zeliha, ben şimdi ne yapacağım?
Bir ömür minnetle başım önüme eğik, şükürler edip sevinçle ağlayacağım bir haberin tam şu an beni şakağımdan vurmuş bir kurşun olduğunu bile bile ben şimdi ne yapacağım?
“Mahvettim hayatını,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum. “Ve mahvettiğim hayatının ortasında durdum, mahvolan benim sandım.”
Mahvettim seni.
Sana bunu neden yaptım?
Sana bunu nasıl yaptım?
Dudaklarımı elinin üstüne bastırıp gözlerimi yumdum. Şakaklarımdan kayıp giden gözyaşlarını hissettim.
Sen benden hiç nefret etmezsin de ben kendimi nasıl affedeceğim?
Hatırlıyorum. Alnımı eline bastırıp sadece ağladığımı hatırlıyorum. Özür dilemeye yüzümün olmadığını, tek kelime etmeye hakkım olmadığını, sadece ağlayabildiğimi, sesimin içimde bir yerlere bıçak gibi saplanarak söyleyemediğim her cümlenin beni kanattığını hatırlıyorum.
O odadan çıkarken, bir anlık dikilen o umudun altında kaldığımı hatırlıyorum.
Kahraman Baba’nın mavi gözleri gözlerime değdiğinde, felaketin bir adım arkasında durmuş, her şeyini kaybetmiş ve yine kaybettiği her şeyi avucunun içine gizlemiş gibi öylece ona bakıyordum.
Koridordaki portatif sandalyeye oturmuş, kolları bacaklarının arasından aşağı doğru sarkmış, çıtını bile çıkarmadan, düşmüş omuzlarıyla bana bakıyordu. Bir şey söylemesini bekledim. Boğazıma sarılmasını, yakama yapışıp dünyanın kaç bucak olduğunu bana göstermesini ama yapmadı. Verdiği en büyük cezanın sessizliği olduğunu biliyor muydu? Tanrının bana sırtını döndüğünü hissettiğimde üşüdüm, oysa hala küçük bir çocuk olan yanım sürekli yalvarıyor, ondan yardım dileniyordu.
Yanından yavaşça geçtim. Gözlerini benden ayırmadı, sakinliği büyüyüp zihnimdeki çınlamayı takip etti. Şimdi ne yapacaktım? Şimdi ben delirmeden, aklımı yerinde tutmak için çabalarken, bir sonraki adımı atmadan önce ne yapacaktım?
Bilmiyordum.
Koca bir hiçlik zihnimin içinde süzülüyor, Zeliha’ya ait anılara çarparak anıların kafamın içine saçılmasına neden oluyordu.
Günler sonra hastanenin kapısından çıkıp, hastanenin bahçesini aşarak uzaklaştığım ilk an, o andı.
Arkamdan bahçenin çıkışına kadar gelen birilerinin olduğunu biliyorum ama kimler geldi, kim ismimi zikredip durdu, kim nereye gittiğimi sorguladı işte bunu hatırlamıyorum. Yağan yağmur saçlarıma tutunurken, o boş kaldırımda insanların üzerime yürümesine aldırış etmeden ve çarparken yabancı bedenlere, sadece uzaklaştığımı hatırlıyorum.
Ve yağan yağmurun altında saklanan gözyaşlarımın, yağmurun soğuk damlalarından daha sıcak bir şekilde, cehennemi içinde taşıyormuş gibi tenimi yakarak çeneme akıp gittiğini hatırlıyorum.
Nihan’ın sürekli olarak, kafamın içinde bir yerlerde çok derinlerde, “Zeliha’nın iyiliği için, gebeliğe son vermemiz gerek,” diye fısıldadığını hatırlıyorum.
Ve ağladığımı. Yağmura karışan gözyaşlarımı. Çok ağladığımı. Durmadan yürüdüğümü. İnsanlara çarptığımı. Hastaneden uzaklaştığımı ama gerçeklerden uzaklaşamadığımı. Bunları hatırlıyorum.
Ne kadar yürüdüğümü kendimin bile bilmediği bir anda, bir elin omzuma dokunduğunu, beni kendine doğru çevirirken yüzüme zamk gibi yapışan ifadenin bir an olsun dağılmadığını hatırlıyorum. Karşımda duran kişi Devran’dı.
“Nereye Merdo?” diye sorduğunda, sadece gözlerinin içine bakıp bir cevap vermeden önüme döndüğümü, yeniden yürümeye başladığımı hatırlıyorum.
“Gurur… Çok kan var…”
Kaldırımın basamağından indiğimi hatırlıyorum. Zeliha’nın omzunun üzerinden bana yavaşça çevirdiği bakışlarındaki acıyı gördüğümü, yüzünü saran gözyaşlarını hatırlıyorum. Aniden yükselen korna sesleri, Zeliha’nın gözyaşlarıyla kaplı yüzüne baktığım o kısa anda zihnimi parçalara böldü.
“Merdo!” diye bağırdığını duydum Devran’ın. Ardından kafamı kaldırıp önce sağıma sonra soluma baktım ve yolun tam ortasında dikildiğimi anlamamı sağlayan bedenime çarpmak üzere olan arabanın yaptığı ani fren oldu. Kaybolmuş gibi sadece baktım.
Devran beni omzumdan tutarak geriye çektiğinde, sürücü arabadan inip, “Birader, her şey yolunda mı?” diye sordu korkuyla. Sadece boşluğa baktım, adama bakmadım ve Devran, “Devam et kardeşim, bir sorun yok,” dedi sadece.
Beni kenara çekip, kaldırıma çıkardıktan sonra, “Ne yapıyorsun amına koyayım sen?” diye bağırmasını beklemiyordum.
Tepki vermeden sadece gözlerinin içine baktım. Nasıl tepki vermem gerektiğini hatırlayamadım. Kafam allak bullak, kafam karman çormandı.
Hiç beklemediğim bir anda Devran iki avucunu yüzümün kenarlarına yerleştirip, kafamı sarsarak, “Kendine gel lan!” diye bağırdı. “Kendine gel, kardeşim. Zeliha için kendine gel lan!”
“Gurur… Çok kan var.”
Ürperdim. Devran’ın ürpermem sonucu duraksayarak ellerini geri çektiğini fark ettim. Gözlerimin içine bir bilmeceyi çözmeye çalışıyor gibi uzun uzun baktı.
“Hadi dönelim kardeşim,” dedi Devran, bana nasıl yaklaşacağını bilemediğini anladım, ben de kendime nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum.
Hiçlik her yerime bulaşmış bir is lekesi gibiydi.
Derin bir nefes almak istedim ama göğsümdeki düğüm buna engel oldu. Titreyen elimi kaldırıp işaret parmağımla sus çizgime dokundum. Devran’ın ellerime baktığını fark ettim. Gözlerimi yumdum, kafamın içinde çınlamalar sürerken, “Devran,” dedim.
“Söyle biraderim, söyle kardeşim. De bana.”
“Zeliha,” diyerek gözlerimi zar zor araladım. Devran gözlerimin içine bir cevap ararcasına bakmayı sürdürüyordu. “Zeliha hamileymiş.”
Devran, eğer ki belimde bir silah olsaydı ve o silahın namlusunu onun çenesinin altına yaslasaydım, bu kadar derinden bir sarsıntıyla afallayıp bana bakakalmazdı.
“Koruyamadım,” dedim, daha sonra çınlama yüzümü buruşturmama neden oldu, elimi neredeyse kulağıma yaslamama neden olacak türden bir uğultuyla zihnimin içini dağıttı. “Onları koruyamadım.”
“Merdo,” dedi tereddütte kalmış bir sesle.
“Nihan bana dedi ki,” diye mırıldandığımı hatırlıyorum, çınlama çoğaldığı için anılar birbirine karıştı; birbirinin üzerine yığıldı. “Zeliha’nın iyiliği için gebeliği sonlandırmak gerektiğini söyledi.”
Devran’ın yüzü kireç gibiydi şimdi. Yani benim hatırladığım buydu. Başka bir mimik yaptıysa da ben bilmiyordum bunu. Hiçbir şeyi bildiğim yoktu.
Sadece elini ensemde hissettiğimi hatırlıyorum. Çınlama kafamın içinde beynimi parçalamak istememe neden olacak bir sinyal sesine dönerek tekdüze şekilde ilerlerken, benim hatırladığım bir bu kalmıştı. Devran’ın elinin ensemdeki duruşu.
Bir de, “Koruyamadım,” deyişim. “Ben ne Zeliha’mı ne de evladımızı koruyamadım. Ben şimdi ne yapacağım?”
⛓️
Sessizlik, yavaşça ilerleyip tüm organları etkisi altına alan bir kanser hücresi gibiydi. Kahraman Özdağ, avuç içlerindeki çizgileri izlerken koridorda yapayalnızdı. Gülbahar’ına bakacak hali bile kalmamış, gücü hepten çekilmiş, zihni durmanın eşiğine çoktan gelmişti. Gözünden sakındığı, saçına rüzgar değse göğsünde sızı hissettiği kızı hala uyanmış değildi. Bir de üzerine, kızının bir bebek beklediğini hiç ummadığı bir anda, ummadığı bir yerde, ummadığı bir şekilde öğrenmişti. Ne hissetmesi gerektiğini bilmiyordu. İçinde yavaşça büyüyen acının daha ne kadar derinlerinde konaklayacağını merak ediyordu. Bu duruma nasıl tepki verilirdi, bilmiyordu.
İkisi de onun gözünde cahildi, birbirini koşulsuz seven iki insandı; iki insan birbirini sevince elbet yanlış da yapardı. Bunu anlıyordu. Bunu anlamak bir baba için iç kaşıtan türden sarsıcı bir gerçekti lakin anlıyordu.
Bir yanı fırtına gibiydi. Esmek, dam üstünde dam bırakmamak, yakıp yıkmak istiyordu; diğer yanıysa öyle sessizdi ki, fırtına onun üzerinden geçip gitmiş de geriye harabe bir şehir bırakmış gibi hissediyordu. Gurur’a elbette içten içe kızgındı, hatta kendisine de delice kızdığı çok nokta vardı ama durup olduğu yerden olup bitene baktığında, Gurur’un da hali ortadaydı. Yine de bir yanı kaşınıyordu işte. Bir yaranın iyileşirken kaşındığı gibi değil, bir yaranın kanamak uğruna kaşındığı gibi kaşınıyordu.
Düşünüyordu. Şimdi ne olacaktı? Karnında bir bıçak yarasıyla hayata tutunmaya çalışan sadece kızı değildi. Allah’ın üflediği bir canın daha varlığını hissetmek onu derinden, ruhunun köklerinden sarsmıştı. Düşünüyordu. Zeliha bu gamı, bu kederi, böylesi bir gerçeği nasıl kaldırır, nasıl taşırdı? Henüz gözünde hala bir kız çocuğuyken, karnında bir bebek taşıyordu. Bu gerçek sarsıcı bir şekilde gelerek çenesinin titremesine, gözlerinin birdenbire yaşlarla dolmasına neden oldu. Kızı hala bir çocuk sayılmaz mıydı? Sayılmazdı elbet, koskoca bir kadındı ama Kahraman Özdağ bunu daima görmezden gelmeyi seçen taraf oldu; onun gözünde Zeliha hala kınalı bir kuzu, saçları örgülü küçük bir kız çocuğuydu.
Ellerini kaldırıp, avuçlarını yavaşça yukarı doğru açarak kafasını yukarı dikti. “Rabbim,” dedi yakarırcasına. “Sen kızımı bana bağışla. Sen kızımın acısını dindir. Sen kızıma bir kez can üfledin, bana verdin. Bir kez daha can üfle.” Gözlerini yumunca kirpik diplerine takılan gözyaşı kayarak çaresizliğin portresi haline gelen yüzünde ıslak bir yol çizdi. “Rabbim, ikisi de sevmiş birbirini, bir cahillik etmişler, sen onları beni sınadığınla sınama yaratan Allah’ım.” Avuçlarını yüzüne götürüp sessizce duasını tamamladı. Avucu yüzünden kayıp giderken gözyaşları artık daha şiddetli akıyordu.
“Amca,” diye fısıldayan Simge’ydi. Kahraman Özdağ, gözlerindeki yaşları silerek bakışlarını yeğenine çevirdi. Yeşil gözlerinde uykusuzluk, biraz da gözyaşıyla amcasına bakıyordu.
“Simge’m,” dedi, evlat yarısıydı besbelli. Zeliha’dan Eymen’den ayırmamıştı Simge’yi. Üçü bir arada, aynı çardakta oyunlar oynayarak büyümüşlerdi. “Gel zümrüt gözlüm.”
Simge tedirgin bir şekilde amcasının dizinin dibine doğru yürüdü, dizlerinin üzerine çöküp, avucunu amcasının dizlerine bastırdıktan sonra, “Neden ağlıyorsun mavişim?” diye sordu korka korka. “Yengem nerede?”
Kahraman Özdağ bir anlığına suspus oldu. Kızın yeşil gözlerine uzun uzun baktıktan sonra gözyaşlarıyla ıslanmış avuçlarını kızın esmer yanaklarına bastırdı. “Zeliha’m,” dedi, “uyanacakmış amcam. İyi olacakmış. Öyle dediler. İyi olurmuş. Güçlüymüş benim kızım. Güçlüdür diye dediydim ben zaten herkese.”
Simge başını sallayarak, “Duydum,” dedi ama hala kafasında koca bir soru işareti vardı. “Ağlamasana o zaman. İyi olacakmış.”
Belli ki kız bilmiyordu. Kahraman Özdağ, eğilip yeğeninin alnından öptü. Kızı kendisine çekip, yüzünü boynuna gömmesini sağladı. Siyah saçlarını yavaşça okşarken, “İyi olacak elbet amcam,” dedi sessizce.
“Hava alalım mı?” Simge’nin çaresizlikle, amcasını iyi etme arzusuyla sorduğu soru, Kahraman Özdağ’ı bir müddet düşüncelere sürükledi. Esasında yalnız kalıp biraz ağlamaya, günlerdir sustuklarını Allah ile paylaşmaya istekliydi lakin karşısında korkuyla onu izleyen kızı daha da telaşa sürüklemek istemedi.
“Olur zümrüt gözlüm,” dedi zar zor. Gönlünü kırmak istemedi kızın. Simge bir şeylerden şüphelenmiş, amcasının gözlerine ısrarla bakar olmuştu ama dudakları yeni bir soru için aralanmıyordu bir türlü. Görünen o ki, kız da korkuyordu duyacaklarından.
Zaman koridorun içinde çarpa çarpa ilerleyip, saniyelerden oluşan kollarını yeni bir ismin bedenine sararak onu kadrajına aldı. Günlerdir gelip gittiği, uğrak mekanı haline getirdiği koridorun köşesinde durmuş askerlerin yüzlerini izleyen kişi Onur Kırgız’dı. Çocukların günlerdir lokma yemediğini hesaba katmış, gelmeden önce onlar için bir şeyler yaptırmıştı ama askerler teşekkür etseler de yiyecek halde değil gibilerdi.
Onur, “Sırası değil biliyorum fakat bunu yapan kişiyi bulmak lazım, Binbaşı,” dedi sonunda. Söylediği şeye kendisi de pişman oldu, insanların acıları olduğunu, ortada hala çözülmemiş büyük bir düğüm ile yutkunmakta güçlük çektiklerini biliyordu.
Muşta, “Bunu yapanın yanına bırakmayacağız,” dedi, sesi kemik gibiydi ama içi paramparça, içi yangın yeriydi; suçluluğu en dibine kadar göğsünün kafesinin içinde ikinci bir kalp gibi taşıyordu.
Zaman, bir kez daha duvarlara çarpıp bu defa içine Gülbahar’ın bembeyaz yüzünü aldı. Kadın, cansız bir şekilde karşısındaki hemşireye bakıyor, damarlarından içeri akın eden ilaç onu sakinleştirmeye yetmiyor, sanki daha da çıldırmanın eşiğine getiriyordu. “Biraz sonra ilaç etki edecek,” dedi hemşire Gülbahar’ın gözlerine bakarak. “Yaşananlar sizin açınızdan çok ağır biliyorum fakat sağlığınızı düşünmek zorundasınız. Durumunuz ortada, tansiyonun şakası olmaz.”
Gülbahar tek kelime etmeden karşısındaki hemşireye baktı. Sınırda olduğunu o da biliyordu, biraz daha kötüleşirse kaçınılmaz şeyler yaşanabilirdi ama şu an umurunda olan tek şey, kızıydı. Gözünden sakındığı kızının başına gelenlerden sonra bir de gebeliği ortaya çıkmıştı; gebe olması değildi sorun olan, sorun olan bir şey vardıysa, o da bu gebeliğin kızının canına olan kastıydı. İçi sıkıştı. Allah kızına ve kızının karnının derinliklerine bir can üflemişti, şimdi o canı almazlarsa, kızı canından olacaktı. Tansiyonunun biraz daha yükseldiğini hissettiğinde gözlerini yumdu. Kızı için ayakta kalmak zorundaydı.
Zaman, Gülbahar’ın içinde tutulduğu odadan ayrılarak yavaşça koridora yayıldı ve içine alacağı yeni bedene doğru ilerlemeye başladı. Yener oradaydı, yüzünde buz gibi bir ifadeyle Nihan’a bakıyordu. Nihan başını önüne eğmişti, söylediklerini kendisi bile kaldıramıyorken, birileriyle paylaşmak daha da derinden acı duymasına neden oluyordu.
“Gebeliği sonlandırmamız lazım. Yani Zeliha’nın sıhhati için, bu en iyi çözüm,” dedi gözlerini yerden çekmeden. “Beşinci haftası neredeyse doldu.”
Yener neredeyse nefes alamayacakmış gibi daraldığını hissetti. Kalbinin içeride bir yerlerde iyi çalışmadığını gösteren bir sıkışıklık hissi göğüs kafesini düğümledi. Bir müddet sustuktan sonra, “Zeliha bu bebeği isterdi,” dedi, sesi kendisine bile yabancı gelmişti. Zeliha’nın şefkatli yanını, anaç tavırlarını biliyordu; onu öz kız kardeşini seviyormuş gibi seviyordu ve her huyunu ezberinde taşıyordu.
Zeliha elbette bu bebeği isterdi. Belki varlığından korkardı ama ona asla sırtını dönmezdi.
Nihan, Yener’in gözlerinin içine baktı ve “Zeliha yaşamak da ister, değil mi?” diye sordu, bu soruyu sormak kendisine de zor geliyordu ve elbette bu sorunun yöneltildiği kişi olan Yener için de oldukça zordu.
“Ailesi ne dedi buna?” diye sordu Yener sessizce.
“Böyle kritik bir durumu aileden saklamamak gerek ama yine de çok üstelemeseler susardım…” Nihan sustu.
“Gebelik sonlanmazsa ne olacak?”
“Zeliha’nın hayati tehlikesi var,” dedi Nihan sessizce. “Üstelik gebeliği sonlandırmazsak şayet, zaten çok yüksek ihtimalle düşük yapacak. Böyle bir durumda sadece bebeği değil onu da kaybedebiliriz çünkü kritik bir noktada duruyor.”
Yener bu duruma isyan etmek istedi, hatta içinde bir yerlerden bir çocuk gibi köşeye çekilip duvara yaslanmak, yere çöküp ağlamak geliyordu. Yine de ayakta kalmayı denedi. Denemekten öteye geçti, buna mecbur hissetti.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Saniyede bir yanıp sönen ışığa bakıyordum. İleride, camın arkasında bir noktadan geliyordu. Herhalde bir sinyal ışığıydı. Gökyüzü boğucu, koyu bir mavi rengindeydi. Siyaha çok yakındı, aydınlıktan bir o kadar uzaktı. Sis gökten yere doğru devrilmiş, zeminde asılı duran bir bulut kümesi gibi görünüyordu. Kırmızı ışık sisin içinde yanıp sönmeye devam ediyordu.
Koruyamamıştım.
Ne onu koruyabilmiştim ne de onun bana vereceği armağanı koruyabilmiştim. Günün sonunda fark ettiğim yeni bir şey varsa, bu da onun başına gelen her şeyin tek sorumlusu vardı; o da bendim.
Gözlerimi yatakta uzanan bedenine çevirdim. Karanlık odanın içinde bağlı olduğu makinelerden yükselen sesi saymazsak, koca bir sessizlik bana eşlik ediyordu. Oturduğum tekli koltuğun bir mezar gibi derinleşip beni içine çektiğini hissettim.
Gözlerim beyaz örtünün altında saklı duran karnına kaydı. Elbet gözünü açacaktı, elbet yeniden gözlerimin içine yaşamını eşsiz bir yıldız gibi parlatarak sunarken uzun uzun bakacaktı. Avuçlarımın içinde yeniden atmaya başlayan kalbi elbet yine içinde beni sakladığını gözleriyle bana gösterecekti. Peki ona ilk cümlem ne olacaktı? O güzel gözleri yeniden gördüğümde, ona söylemem gereken ilk şey ne olmalıydı? Ona kafama sık diyemezdim, beni öldürmesi için yalvaramazdım, beni affetmesini isteyecek yüze de sahip değildim. Sadece çok çaresizdim. Çaresizlik günbegün kaybolup bedenimi terk etmek yerine daha da derine batarak içime ait bir parçaya dönüşüyordu.
Yavaşça oturduğum yerden kalktım. Ona sokulmak istedim, alnını öpmek, saçlarını alnından çekmek, parmağımı avucuna yaklaştırıp yeniden güçsüzce de olsa beni kavrayıp burada olduğunu bana göstermesini istedim ama bunlara hakkım olmadığını anladığımda sadece ağlamak istedim. Tek kelime etmeden odadan çıkıp, ışıkları sönen koridorda ilerledim.
Karanlık bahçede yürüdüm. Kirli, rezil, çaresiz haldeydim ama o an, bunlara aldırış etmedim. Gözlerini açacağı gerçeğine tutundum, daha sonra karnına giren o bıçaktan sonra, karnına yerleşen bir parçamızı oradan söküp alacakları gerçeğiyle yüzleştim. Tutunduğum her şey, düştüğüm derin bir uçuruma dönüştü.
Sokak lambasının ışığının dokunmadığı ücra bir noktada, benim kadar ıssız görünen bir bank olduğunu gördüm. Adımlarım oraya yönlendirdi beni. Yürürken boşluğa bastığımı hissettim. Yerin ağzı açılacak, beni içine çekecek, yerin dibine gireceğimi hissettim ama gerek yoktu; ben zaten yerin dibine girmiştim. Bankın önünde durup sağıma, soluma baktım; hiçbir sokak bana onu getirmedi. Hiçbir sokaktan çıkıp bana doğru yürümeye başlamadı. Yavaşça çöküp banka oturdum.
Ambulansın acilin önüne doğru hızla saptığını gördüm. O lacivert şafağın içinde otururken ambulansın kırmızı mavi ışıkları yüzümü aydınlatıp karanlığa terk etti ve elim cebime gitti. Ezilmiş sigara paketimi çıkarıp, paketin içine baktım. Sigaralar kırılmıştı, kırılmayanlar da neredeyse dümdüz olmuştu. Ezilmiş sigaralardan birini çıkarıp yavaşça parmaklarımın arasında yuvarlayarak şekillendirmeye çalıştım. İşte onu da böyle ezmiş, mahvetmiş, sonra da parmaklarımın arasında iyileştirmeye çalışmıştım. Başardım sanmıştım. Dışarıdan düzeltirken, içeriden parçaladığımı fark etmemiştim.
Sigarayı dudaklarıma götürürken parmaklarımdaki kuru kan dikkatimi dağıttı. Aldığım nefes göğsüme değil, sırtıma battı. Titreyen parmaklarımın arasındaki sigarayı zar zor dudaklarımın arasına yerleştirdim. Çakmağın ucunda yanan alev oldukça küçüktü, lakin bu alevi kuru bir dal parçasına tutsam, bir ormanı yakacak büyüklükte bir yangına evrilebilirdi. İşte o bana bunu yapmıştı. Küçük bir alev parçası olarak düştüğü hayatımda koca bir yangına dönüşmüştü.
Sigarayı içime çekerken nikotin başımı döndürdü. Günlerdir hiçbir şey yemediğim, uyumadığım, ilaçlara maruz kaldığım için olsa gerekti. Pek sikimde değildi. Sigaranın dumanı burnumdan dışarı dökülürken parmaklarımın arasında sigarayla şakağıma dokundum. Nisan yağmuru dinmişti ama toprakta hala nemi olduğu için ıslak toprağın kokusunu alabiliyordum. Gözlerimi yumdum, sinyal sesi hala orada bir yerdeydi ama günlerdir benimle olduğu için varlığına alışmıştım, artık benden bir parçaymış gibi kulaklarımda çınlarken beni rahatsız etmiyordu.
“Seni paramparça ettim, parçalarını topladım, bir araya getirdim ve yeniden eskisi gibi olabilirsin zannettim,” diye fısıldadım, sesim zihnime çok geç düştü, bu cümleyi kurduktan dakikalar sonra bu cümleyle yüzleştim. Bu, aslında bir cümleyle değil, bir gerçekle yüzleşmekti. “Sana bunu neden, sana bunu niye, sana bunu nasıl yaşattım?” Sigaraya baktım. Ucunda yanan turuncu alev bile solgun görünüyordu. Her şey rengini kaybetmiş gibiydi. Onun gözleri kapalıydı ve dünya artık siyah beyaz bir fotoğraf karesi kadar renksizdi. “Sana bunu ne uğruna yaptım? Sana bunları ne uğruna yaşattım?”
Ağladığımı gözyaşım sigaranın ucunda yanan güçsüz turuncu ışığın üzerine düşene ve sigaranın ucundaki alevi söndürene kadar fark etmedim.
“Bir duş almalısın,” diyen kişinin varlığını, bana bu cümleyi kurana kadar fark etmemiştim. Kafamı kaldırdığımda Kahraman Baba başımda dikiliyordu. Elinde bir sigara tuttuğunu fark ettim, onun sigarasının ucundaki alev, benimkinin aksine hala yanıyordu.
Mahcubiyet bir dalgaydı, içine utancı da aldığında büyüyerek okyanusu ikiye yarıp başımın üzerinde yükselmişti. Onun gözlerine bakarken yaptığım her şeyden utandım. Onun gözlerine bakarken kızına yaşattıklarımdan utandım. Kendimden utandım. Hala nefes alabiliyor oluşumdan, kafama sıkmayışımdan, atan kalbimden, damarımda ilerleyen kandan, çarpan nabzımdan utandım.
Söylemesi gereken ilk şey bu olmamalıydı. Beni alıp yere vurmalı, tekmelerin ardı arkası kesilmemeli, boğazımdan kalbim geçip ağzımdan canım çıkana kadar bana vurmalıydı. Neden yapmıyordu? Hak ettiğimi görmüyor muydu? Cezamı kesmemesi, ceza vermesinden daha ağırdı.
Sigarayı dudaklarına götürdü, bir süre orada bekletti ve bu olurken mavi gözlerini gözlerimden ayırmadı. Sigaranın dumanını yana üfledikten sonra, “Üstünü başını değiştirmelisin,” dedi. “Bir şeyler yemelisin. Biraz uyumalısın.”
Bana söylemen gerekenler bunlar değil, demek istesem de tek kelime etmeden kafamı kaldırıp ona bakmaya devam ettim. Ayaklarına kapanıp, beni tekmelemesi için, öldürmesi için, canıma okuması için yalvarmayı düşündüm ama bunu da yapamadım. Tek yapabildiğim ona bakmaktı.
“Kay,” diyerek çenesiyle yanımı işaret etti. Söylediğini komut almış bir asker olarak doğrudan yerine getirdim. Yanıma oturdu. Bana bakmadan karşıya, ileride duran ışıkları sönmüş ambulansa baktı. “Sana Zeliha’dan vazgeç demeyeceğim. Çünkü bunu ne istiyorum ne de senin yapabileceğini düşünüyorum.” Söylediği şey bir bıçak gibi içimde dolaştı. Karnımdan başlayıp boğazıma dek beni yardı. “Ama bebekten vazgeçmek zorundasın.”
Bu söylediği ona daha ağır gelmiş gibi başını önüne eğdi. Ben kıpırdamadan, soluk bile almadan ona bakıyordum. Zeliha’dan vazgeçme ama bebekten vazgeçmek zorundasın. Çınlama kafamın içine bir yıldırım gibi düştü. Bu benim tek başıma alabileceğim, uygulayabileceğim bir karar değildi; yine de Zeliha için canımdan bile vazgeçebilecek biriydim, bunu Kahraman Baba da biliyordu. Bunu içime ruh ve bir can üfleyen Allah da biliyordu. Başımı önüme eğip tek kelime edemeden, dilimde var olan ve yok olmasının artık imkansız olduğunu bildiğim bir lal ile öylece bekledim. Neyi bekliyordum? Ölmeyi mi?
“Rabbimin verdiği canı yalnızca Rabbim alır,” dediğinde gözlerimi kırpmadan zemine bakıyordum. Zemin hala ıslaktı. Açık gözlerimden bir damla yaşın hızla yere damladığını gördüm. “Ama beni anlıyorsun değil mi? Kızımın canı söz konusu. Kızım söz konusu. Beni anlıyorsun değil mi?”
Gözümden bir damla yaşın daha yere aktığını gördüm. Sessizdim.
Sigarayı tutan elini dizime koyup, “Zeliha’m iyi olsun istiyorsun değil mi?” diye sordu solgun bir çaresizlikle.
Başımı hızlıca aşağı yukarı salladım sadece.
“Evleneceksiniz ileride. Her şey geçmişte kalacak, geleceğe umutla bakacaksınız. Rabbim illaki bir evlat daha bağışlayacak size. Bir bebeğiniz muhakkak olacak,” dedi, söylediği her şey en çok kendisine batırıp çıkardığı kanlı bir bıçak gibi ortamızda asılı durdu. “Yine olacak. Baba olacaksın, anne olacak, bir yuva kuracaksınız, yine olacak.” Dizimi sıktı, sigarasının külü kırılıp dizime düştü. “Olacak yine oğlum.”
Neden şimdi olmuyordu? İçimde mutlak surette beni de yok edecek bir yıkım başladı.
“Kızmıyor musun bana?” İlk sorduğum soruydu bu, sesimi duyduğu ilk andı o şafak vaktinde.
“Kızsam ne fayda Gurur Mert?” diye sordu. “Seni şurada eşek sudan gelene kadar dövsem, kanını akıtsam ne fayda? Neyi değiştirecek? Sana elim kalkınca, ben neyi değiştirmiş sayılacağım?”
Sustu, ben zaten yine sessizdim; içimde çok gürültülüydüm aslında ama ağzım yine bir bıçak dudaklarıma saplı durmuyormuş gibi sımsıkı kapalıydı.
“Bir cahillik etmişsiniz, sevmişsiniz, bir cahillik etmişsiniz.” Sessizce kurduğu cümlesi beni utandırmamak için mi böyle hassastı yoksa kendisine itiraf etmekte zorlandığı bir gerçek yüzünden mi böyleydi anlayamadım. “Suçlama artık kendini oğlum.”
Ben senin bu şefkatini, beni kanatlarının arasına almanı, beni affetmeni hak etmiyorum.
Diyemedim bunu.
Ama kafamın içinde hiç susmadı bu ses. Benim sesim, benim cümlem, benim cehennem azabım.
“Toparlan,” diyerek dizimi daha sert kavradı. “Şu üstünden başından arın. Kızımın kanından arın. Zeliha gözünü açacak, açtığında yanında güçsüz düşmüş, savrulmuş bir erkek değil, güçlü bir adam görecek. Beni anladın mı?”
Başımı hızlıca aşağı yukarı salladım, bu kez gözyaşı yanağıma devrilip elmacık kemiğimden aşağı doğru kaydı. Kahraman Baba gözyaşıma baktı.
“Zeliha bir kabusa uyanacak ve bu kabustan elini tutup onu çıkaracak biri varsa, o sadece sensin. Çünkü bu kez uyanacağı kabus yalnızca onun kabusu değil, aynı zaman da senin de kabusun.” Bebeğimizi kaybedeceğimizi ona nasıl söyleyeceğimi düşündüm ve o kabusun içinde Zeliha’sız kaybolmaya başladığımı hissettim.
Kahraman Baba dizime sertçe vurdu ve ayağa kalkıp sönen sigarasını yere fırlattı. “Gidip bir duş alıyorsun, hadi,” dedi.
“Ya uyanırsa?” Sesim bana yabancı geldi.
“O uyanmadan her şeyi hallet gel o zaman. Hadi.”
Parmaklarımın arasında duran, gözyaşımla sönmüş sigaraya baktım. Kahraman Baba benden uzaklaşmaya başladığında gökyüzü hala lacivertti, karanlık silinmemiş, güneş dünyayı mı bilmem ama içinde bulunduğum şehri sanki bir daha dönmemek üzere terk etmişti.
Kahraman Baba gitti ve ben olduğum yerde kaldım. Sanki herkes gitmiş, bir ben kalmıştım. Bir ben her şeyin ortasında kalmıştım. Ne kadar süre olduğum yerde oturdum, hareketsiz bekledim bilmiyorum ama ayağa kalkıp arabaya yöneldiğimde gökyüzü hala lacivertti. Alacalı bir lacivert. İçinde koyu mor, küllü gri, kan pıhtısı gibi bordo bir kızıllık vardı.
Yener’in cipinin önünde durdum, anahtarım olmadığını fark ettiğimde omuzlarım düştü. Buraya ambulansla gelmiştim, arabam evin önünde kalmıştı, hatta belki kapıları bile hala açıktı. Günler birbirinin üzerine devrilmişti ve ben bir an olsun buradan çıkıp başka bir yere gitmemiştim. Bir an olsun bu hastaneyi terk etmemiştim. Zeliha derin bir uykudayken, kaybolmuş bir ruhla her koridorda, dolaştığım her yerde onu aramıştım. Bulamamıştım.
Yener’in, “Anahtar mı lazım?” diye sorduğu ana kadar onun burada, yanımda olduğunu bilmiyordum. Kafamı çevirip omzumun üzerinden ona baktığımda gözlerini yüzümde dolaştırdı. Sakalı uzamıştı, herhalde benimki de şu an uzun olmalıydı; kendimle alakalı parçaları toparlayamıyordum. Başımı aşağı yukarı salladığımda elini ceketinin cebine attı, arabasının anahtarını çıkardı ve “Bir şartla,” dedi, “ben de seninle geleceğim kardeşim.”
Cevap vermedim, sadece gözlerinin içine baktım.
Orada her ne gördüyse, sertçe yutkundu.
Kabul etmemi, reddetmemi veya başka bir şey söylememi sanırım o da beklemiyordu. Sadece bir şart koşmuştu, sikimde değildi, sadece yüzüne bakmıştım; kabul etmemiş, reddetmemiş, hiçbir şey yapmamıştım. O bunu kabul olarak algılamıştı.
“Ben süreceğim,” dediğinde de cevap vermedim. Sürücü kapısını açıp arabaya bindi, kapıyı kapatmadan önce tekrar gözlerimin içine baktı. “Geliyor musun Zincir?”
Tek yaptığım aracın önünden dolaşıp, ön yolcu kapısını açmak oldu. Aracın içi dışarıdan daha soğuk geldi. Bir morgun içine girmişim gibi hissettirdi. Sırtımı koltuğa yasladım ama emniyet kemerimi bağlamadım. Yener önce bedenime, sonra profilime baktı, bunu hissettim ama o bakışlara karşılık vermedim. Aracın ön camından dışarıya, ileride tüm ışıkları sönmüş halde duran ambulansa baktım. Sessizce motoru çalıştırmadan önce derin bir nefes aldığını duydum, sonra o da benim gibi sustu ve duyulan tek şey aracın motorundan gelen gürültünün sesi oldu.
Araç hastanenin bahçesinden geriye doğru çıkarken gözlerimi hastaneden ayıramadım. Ondan gidiyormuşum hissi az daha Yener’in direksiyonu kavrayan elini tutup, onu durdurmak istememe neden olacaktı; az daha çalışan arabanın kapısını açıp kendimi dışarı atacaktım. Aklımın yerinde yeller estiğinin belki de en büyük kanıtıydı bu. Kendimi tuttum. Kahraman Baba’nın söylediklerini kafamın içinde dipdiri, capcanlı tutmaya çalıştım. Yıkılmış bir erkek değil, ayaklarının üzerinde duran korumaya hazır bir adam olmaya çalıştım. Bu neye yarardı ki? Onu koruyamamıştım. Adam değildim. Araç keskin bir u dönüşüyle beraber başını yola çevirdi. Yener kasisi dönmeden önceki rampada yavaşladı, ardından kasisi döndü ve göbekten ters dönerek hızla ilerlemeye başladı. Aracın camını indirdim, rüzgar yüzüme dokundu, saçlarımın arasında ilerledi; geceyi hissettim, oysa şafağın ortasında duruyordum ama gece hiç kaybolmamış gibiydi.
Hastaneye uzanan yoldan ayrılarak merkeze dönen yola girdik. Hastaneden uzaklaştıkça, içimde birikerek büyüyen o sıkıntının bedenimi altında kaybedecek büyüklüğe evrildiğini hissettim. Lacivert gökyüzünün kademsiz ışıltısı aracın içine dolarken rüzgar da içeride çınlıyordu. Yener, “Tesise gidelim,” dedi ama tek söylediğim, “Ev,” oldu.
Yener reddetmeye hazırlandı, bir süre sussa da kelimelerinin retle bana çarpacağını hissettim. “Tesis,” dedi sonunda.
“Ev,” dedim tekrardan dişlerimin arasından.
“Senin canınla alıp veremediğin ne?” diye sordu birdenbire, bu soru duraksamama neden oldu. Canımı içeride isteyen kimdi? Çıkıp, siktir olup gidebilirdi. Bir şey söylemeden önümüzde akıp giden yola bakmaya devam ettim. “Seni olay yerine götürdüğümde olacakları hesaba katmak zorundayım amına koyayım.” Bu kadar açık ne düşündüğünü söylemesi beni şaşırtmadı, çevirmek yerine doğrudan gerçekleri konuşmayı biliyordu. Bu onun pozitif huylarından biriydi aslında. Yine de düşüncelerini umursamadım. Eve gitmek istiyordum. Artık orası ev gibi hissettirmese de.
“Kapısından giremeyeceğin yerlere gitmeyi, sonra kapıdan dönmeyi huy edinme. Ben edindim. Bir daha kurtulamıyorsun,” dedi. Söylediği şey mantık çizgimde dosdoğru ilerledi. Haklıydı. Bir daha o evden içeri bir adım atamayacağımı biliyordum. Bir daha cebimden anahtar çıkarmayacaktım, bir daha o kapının zilini çalamayacaktım; bir daha bana kapıyı açmasını delice istesem de o kapının önünde duramayacaktım. Gerçekler üzerime hızla yıkılmaya başladı. Çok hızlıydı.
Nefesimin hızlandığını fark etmemi sağlayan Yener’in, “İyi misin?” diye sorması oldu. “Durayım mı? Su alayım mı sana?”
Başımı çevirip ona bakarken göğsüm hızla inip kalkıyordu.
Bana yalvarır gözlerle bakıp, “Su alayım mı sana?” diye sordu.
Göğsüm daha şiddetli bir şekilde havaya kalktı. Başımı bu defa cama çevirdim, açık camdan dışarı bakarken rüzgar kirpiklerimin kirpik diplerime sivri oklar gibi batmasına neden oldu. Arabaya bindiğimiz andan beri ağladığımı fark etmemi sağlayan rüzgarın soğuk dokunuşunun gözyaşımı dondurması oldu. Titreyen elimi kaldırıp arabanın açık camından dışarı sarkıttım, derin bir nefes aldım ve “Sür,” dedim. “Eve.”
Esasında o kapıdan giremeyeceğimi biliyordum ama orada kapanmamış bir hesabım vardı. Yener ile bunu paylaşmayacak kadar özel olduğundan, saklı olduğundan değil, sesimi kullanacak halde olmadığımdan açıklamalar yapmadım.
“Çok hızlı nefes alıyorsun,” dedi tereddütle, gözlerimi yoldan çekmedim, başımı yana doğru çevirip yanağımı koltuğa bastırdım. Gözyaşımın şakağımdan döşemeye aktığını hissettim. “Oraya…”
“Eve,” dedim tekrardan.
Bunun devamında söyleyeceği hiçbir şeyin beni kafama koyduğum şeyden döndüremeyeceğini o da biliyordu.
Yener direksiyonu sertçe çevirip merkez yolunda ilerlemeye başladı. Onunla geçtiğimiz yolları izledim, şafağın böylesine keskin bir şekilde kendini tüm lacivertliğiyle yeryüzüne sunduğu anlarda genelde birlikte bir arabanın içinde olurduk. Bazen bana dik dik bakar, düşmanca sözleriyle ruhumu keserdi; o zamanları özlediğimi hissettim. O anlara bir daha geri dönemeyeceğimiz kadar uzaklaşmıştık.
Evin olduğu sokağa girdiğimizde, araç biraz olsun yavaşladığında, sessizliğin içinde rüzgarın uğultusu duyulmaya başladığında ayağımı salladığımı fark etmemi sağlayan bir elimi dizime koymam ve dizimin sürekli olarak kalkıp inmesi oldu. Gözlerimi kapatıp bu sokaktan uzaklaşma isteğiyle doldum. Gözlerimi kapatamadım, bu sokaktan uzaklaşamadım; son sürat o sokakta ilerledim, son sürat birlikte anılar biriktirdiğimiz eve doğru ilerledim.
Cip köşeyi döndüğünde ilk gördüğüm bir zamanlar içinde yaşadığı o bina oldu. Küçük odasına çekilir, balkon camından dışarıyı izlerdi; bazen o balkon camının önüne gider, o beni hiç görmese de ve bu yaptığım yasak olsa da elimde olmadan sokak lambasının altında durur onu izlerdim. Çalışma masasının önüne gelir, dağınık saçlarını tepeden topuz yapar, sandalyesini çeker oturur ve laptopunu açardı. Bazen laptopunu açmaz, bir defteri önüne çeker, kalem kutusunun içini karıştırır ve en sevdiği kalemi bulmaya çalışırdı. Koyu pembe, ucundan aşağı süslerin sarktığı cicili bicili bir kalemi vardı. En çok o kalemi severdi. Ne zaman defterine yazdığı o ana denk gelsem, genelde elinde tuttuğu kalem o kalem olurdu. Elimde olmadan gülümserdim, bir sigara yakar, neden gülümsediğimi sorgulayarak onu izlerdim; onu izlemek bile güzeldi. Onu izlemek, onu yaşamak kadar güzeldi kaldı ki o zamanlar onu yaşamanın ne demek olduğunu dahi bilmiyordum. Bilinmezdi, ön görülemezdi. Bunu severdim. Bunu sevdiğim için kendime anlam veremezdim. İçimde büyüyen hisler beni korkuturdu.
Gözlerim o binadan ayrıldı ve içinde anılar biriktirdiğimiz yüksek katlı binada takılı kaldı. Yener arabayı biraz daha yavaşlattı, neredeyse durdurdu. İstemiyordu. Beni oraya götürmek istemiyordu. Yaşadıklarımın başa sarmasından korkuyordu ama ben o geceden beri her şeyi sürekli olarak başa sarıyor, o geceyi sil baştan yaşayıp duruyordum. Araç rampadan geçti, güvenlik bariyerinin havaya kalkışını izledim ve yağmur çiselemeye başladı.
Ön cama vuran yağmur damlalarını izlerken artık sitenin içinde ilerliyorduk. Binanın önüne geldiğimizde kendi aracımın hala binanın önünde durduğunu fark ettim. Yasaktı ama hala orada duruyordu. Yener hemen benim arabamın önünde arabasını durdurdu. Bakışları omzunun üzerinden bana çevrildi ama ben kafamı ona döndürmedim, ona bakmadım, sadece kendi arabama baktım. O geceyi daha net hatırladım. Sancılı ve sarsıcıydı. Arabadan inişim, asansörlere ilerleyişim, asansörün gelmeyişi, merdivenleri koşar adımlarla nefes nefese tırmanışım ve o kapının önüne gelişim… Her şey birbirinden bağımsız, kopuk parçalardan oluşuyordu ama bir o kadar da netti; gerçekti. Geçmişin içinde beni bekleyen, bana çok benzeyen bir canavar gibiydi.
Yener, “Gidelim mi?” diye sorduğunda cevap vermek yerine kapıyı açıp, arabadan indim. Zemine ayak bastığımda duyduğum ilk şey sedyenin tekerleklerinin zeminde bıraktığı seslerdi. İrkildim. Bedenimden buz gibi bir ürperti geçti. Olduğum yere çakılırım sandım ama tek yaptığım girişe doğru yürümek oldu. Kapının önünde durdum, ardından bakışlarım içeride, lobide dikilen güvenliğe saplandı. Yener’in arkamdaki varlığını hissettim. Geceyi hissettim. Şafağın ortasındaydım ama o lacivert gökyüzü birdenbire zifiri zindana dönüşmüştü; bir anda o gecenin içindeydim. O geceden kaçsam da o gecenin bana doğru koşup beni saklandığım her yerde sobelemeye devam edeceğini anladım.
Kapıyı ileri doğru ittiğimde çıkan gürültü, lobideki güvenliğin irkilerek bana doğru dönmesine neden oldu. Gözlerimin yüzümün ortasında bir nefret yansımasına dönüştüğünü hissettim. Güvenlik görevlisi tam bir şey söylemek için ağzını açıyordu ki, Yener, “Gurur,” dedi tedirgin bir sesle. Gerisini duymadım. Bir anda kendimi güvenlik görevlisinin üzerinde buldum.
Onu lobiye yatırıp, üzerine gölge gibi çöktüğümde Yener, “Gurur!” diye bağırdı. Bunu beklediğini anladım. Beni durdurmak için atıldığını fark ettim ama yumruğum herifin yüzüne patladığında, Yener atakta geciktiğini anladı. “Senin görevin ne?” diye sorduğumda adam bana şaşkınlıkla baktı. “Senin görevin ne?”
Yumruğumu bir defa daha yüzüne geçirdiğimde bileğimde derin bir sızı hissettim; kendi eklemlerimin sesi zihnimde çınladı ve o kaçınılmaz sinyal sesi birdenbire gücünü arttırarak kafamın içinde çark gibi dönmeye başladı. “Bu amına koyduğumun yerinde, senin görevin ne?” Sesimi tanıyamadım, sanki konuşan ben değildim, sanki yeniden bedenimin dışındaydım; dışarıya savrulmuştum. “Seni buraya ne diye diktiler?”
Sanki her sorum, yüzünü yumrukladığım adama değil de kendimeydi. Sanki lobiye yatırdığım bir yabancı değildi, bendim, sanki her bir yumruğu kendi yüzüme indiriyordum. Bu öfkemi daha yüksek bir seviyeye taşıdı. Bir süre sonra adamın kana bulanmış yüzünün yerinde kendi yüzüm vardı. Kendime öfkeyle baktım. Kendime nefretle baktım. Ardı arkası kesilmeyen yumruklarımı savurmaya başladım.
“Dur!” diye bağırdı Yener. Belimi kavradı, beni resmen kucakladı ve kendimin üzerinden aldı. Adam yere yığıldığında bir an için onun ben olmadığını anladım; Yener’in kollarının arasında hareketsizce durup yere yığılan adama baktım. Adam yavaşça kafasını kaldırıp, kan revan içindeki suratıyla bana baktığında, o suratta gördüğüm yeniden aynadaki yansımamdı. Öfkem birdenbire içimde fişek gibi ilerledi, kafamın içinde bin farklı renge dönerek patladı. Yener’i savurdum, geriye doğru sendeleyip düştü ve işte şimdi yeniden adamın üzerindeydim.
“Dur amına koyayım, dur!” diye bağıran kişi Yener miydi yoksa başkası mıydı bilmiyorum. Biri beni kollarımın altından kavradı, sonra bir kişi olmadıklarını anladım; üç kişi tarafından adamın üzerinden ayaklarım yerden kesilerek kaldırıldım. Adam, “Özür dilerim,” dediğinde bunu beklemiyordum. Göğsüm körük gibi inip kalkıyorken sadece adamın gözlerinin içine bakabildim. Pişmanlığı bu kadar saf görmeyi beklemiyordum. Bu özrü onun ağzından duymayı beklemiyordum. Sarsıldım. Birileri onu yerden kaldırırken, “O haklı,” dediğini duydum, “lütfen durun.” Sesi parça parça ulaştı zihnime. Kan tükürdü. Gözlerim yere yayılan kana dokundu. Bedenim birden kasıldı ve Yener’in avucunu omzumda hissettim. Omzumu sıkıca tutup, “Dur,” diye fısıldadı, sesi bitkin geldi. “Polisi aramayın,” diyen yumruklarımla bilincini yerinden oynattığım adamdı. “Onu anlıyorum. Lütfen durun.”
Söyleyecek bir şey bulamadım. Sadece adama baktım. Öfkem içimde daha da kaynadı ama her nedense birdenbire sadece duruldum; hareket edemedim. Her şey sustu.
Yener, “Güvenlik kameralarının sorununu çözebildiniz mi?” diye sordu birine. Adamı yerden kaldırdıkları anı izlerken sessizdim; birileri hala kollarımın altından kavramış beni tutmaya devam ediyordu. Birileri beni tutarken bile düştüğümü hissediyordum.
“Hayır,” diyen kişiye bakışlarımı çevirmek istedim ama yapamadım. Lobinin arkasındaki sandalyeye oturttukları kan revan içindeki güvenlik görevlisini izledim. Mahcuptu, sessizdi, acı içinde yüzünü tutuyor, kendi kanını parmaklarıyla dağıtıp sadece yutkunuyordu.
“Size güvenliği arttırmanız için bilgi aktarılmadı mı?” Yener’in sesi bıçak kadar keskindi, aralarında geçen diyalog bir anlığına dışına itildiğim, duymadığım ayrıntılarla doldu.
Bakışlarım yavaşça asansörlere doğru döndü. Konuşmaların uğultusunun içinden geçip yavaşça asansörlere doğru ilerledim. Asansörlerin kapısının önünde durduğumda anılar şiddetle geldi. Arka arkaya sıkılan kurşunların kovanları düşüncelerimin içine gürültüyle düşmeye başladı. Bir bina ortadan ikiye yarılarak kendi içine çöktü. Bir deniz kabardı, tüm şehri altına alacak büyüklükte bir dalga kıyıya doğru ilerlemeye başladı.
Asansörün metal kapısında kendi yansımamı gördüm. Nefesim birden boğazımdan yukarı taştı, dudaklarımın arasından ıslıkla karışarak dışarı döküldü. Göğsümün içindeki kalbin şişerek göğsümü kapladığını hissettim. Başımdaki zonklama gözlerime indi, gözlerimin yuvalarından çıkacağını sandım. Elim boğazıma gitti, üzerimdeki kirli yeşil tişörtün yakasını aşağı doğru çektim, yırtılırken çıkardığı sesi duydum ama hava içime dolmadı; nefes almam için yeterli alan açamadım.
Gurur, çok kan var.
Nefes almak istiyorum.
Boğazımdaki sıkışıklık hissi daha da büyüdü, bir şey oraya oturmuştu da havanın aşağı akmasına engel oluyor gibiydi. Artık kontrol yoktu. Bir aralar vardıysa bile, artık onu biraz olsun hissetmiyor, kendimle alakalı bir şeylerin iplerini yakalayıp yönlendiremiyordum. Zihnimin içinde büyüyen her şey dışarı yansımasını bırakmaya başladı. Elimi asansörün dibindeki duvara bastırıp başımı önüme eğdim, ağzımdan içeri soluklar doldurmaya çalıştım ama aldığım her soluk boğazımda bir yere takılarak oraya doldu ve yüzümün morarmaya başladığını fark ettim.
“Gurur!” Bu sesi duydum ama zihnim sesi kabul etmeyip dışarı itti, sesin sahibinin ne yüzü ne de ismi kafamın içinde belli bir düzene oturmadı ve belirsizlik orada karanlık gibi büyüdü.
Boğazıma dizilen nefes yüzünden kasılarak avucumu duvara daha sert bastırdım. Asansörün zilinin sesini duydum ve birden başımı havaya dikip kutuda beliren sayılara baktım. Sayıları çift görüyordum. Birinin bana dokunduğunu hissettim, ardından bedenim geriye doğru sendeledi ve beni tutan kişinin göğsüne yaslandığımı son anda fark ettim. Eğer o göğüs orada olmasaydı, yere yıkılacağımı biliyordum.
“Kardeşim,” dedi Yener, “buradayım. Nefes al.”
Gözlerim asansörün metal duvarındaki yansımama dokundu. Alnımdaki damarların dışarı fışkırdığını, yüzümün tamamen morardığını o an daha net görme şansım oldu.
“Ambulans çağırıyorum!” diye bağırdı biri ama Yener sadece, “Durun!” diye bağırdı. “Uzaklaşın.”
Beni kendisine çevirdiğinde yüzümde saklayamadığım dehşet dolu bir ifadeyle Yener’in gözlerine baktım. Yener hiç beklemediğim bir anda yüzümü avuçlarının içine aldı ve “Geçti,” dedi, “nefes al.” Gözlerinin içine saklayamadığım o dehşetle bakmaya devam ettim. “Nefes al kardeşim.” Denedim, bunun için uğraştım. “Nefes al Zincir!” diye emrettiğinde boğazımda düğüm olan o nefes dışarı koca bir haykırış olarak döküldü.
Yener gözlerini yumup, yüzümü daha sert sıktı ve “Evet,” dedi, “böyle kardeşim. Devam et.” Arka arkaya soluklanırken Yener’i çift görmeye başladım. “Şşşt!” Gözlerimin kaydığını anlamamı sağlayan Yener’in kafamı avuçlarının içinde sarsması oldu. “Burada kal. Bende kal. Nefes. Nefes al.” Dediğini yaptım, gözlerimi yumdum ve bir nefesin boğazımdan yavaşça içeri kayarak derinlerime indiğini hissettim. “Buradan çıkalım, tamam mı?” Cevap vermedim. “Burada işimiz bitti. Buradan çıkıyoruz, tamam mı?” Cevap veremedim. Yener kafamı daha sert kavrayıp parmaklarını şakaklarıma bastırdı ve “Su getirin!” diye bağırdı binanın lobisindekilere.
Gurur… Çok kan var.
Elimi farkında olmadan Yener’in omzuna koyduğumu ve tüm gücümle sıktığımı hatırlıyorum. Birinin su şişesini açıp Yener’e uzattığını, Yener’in bir elini kafamdan çekip su şişesini alarak dudaklarıma yaklaştırdığını ve “İç,” diye emrettiğini. Aralanan dudaklarımdan su içeri aktı ama daha fazlası çenemden dışarı, üzerime aktı. Suyun boğazıma dolduğunu, beni neredeyse boğacağını hissettiğimde öksürmeye başladım.
Yener ben öksürürken sadece sırtıma vurup bekledi, bir şeyler söyleyip kafamı karıştırmadı. Beni tutup binanın dışına çıkardı ve yağan yağmurun altında dikildiğimizde “Burada bekleyeceksin,” dedi, durup gözlerinin içine bir bilinmezlikle baktım. “Arabanın içinde değil, burada.” Elini omzuma koyup sıktı. “Temiz kıyafet getireceğim sana, tamam mı?” Ona bomboş gözlerle bakmaya devam ettim. “Buradan ayrılma. Yanımda kelepçe yok, seni bağlayamam, duydun mu?” Sadece gözlerinin içine baktım. “Beni burada bekle.”
Başımı aşağı yukarı salladığımı hatırlıyorum ve o an, Yener’in gözlerimde her ne gördüyse gözlerini yumup derin bir nefes alırken dişlerini sıktığını…
Yener o binaya geri döndüğünde, şimdi yağmurun altında yalnızdım. Sadece yağmur ve ben vardık. Yener’in cipine yaslanıp kafamı kaldırdım ve yağmurun soğuk dokunuşlarını yüzümde hissetmeye başladım. Sanki soğuk elini yüzümde dolaştırıyor, sessizce bana eşlik ediyordu. Kayıp yere oturdum, bir bacağımı öne uzatırken diğerini kendime doğru çekip çenemi diz kapağıma bastırdım.
“Seni koruyamadım,” dediğimde dudaklarımdan içeri sızan yağmur damlalarını hissettim. “Sizi,” dediğimde kaşlarım çatıldı, “koruyamadım.”
Yağmur sürekli olarak üzerime akmaya devam etti. Bakışlarım binaların ortasında duran boşluğa takıldı. Yavaşça doğruldum, bir süre nefes almadan bekledim ve daha sonra o tarafa doğru bir adım attım. Yağan yağmur şiddetini arttırdı. Yüzümden sıcak bir şeyin aktığını hissettim, sıcak olduğuna göre bu yağmur damlası olamazdı.
Yiğidi gül ağlatır, annem için mi ağlıyorsunuz?
Binaların ortasındaki boşlukta durdum, yavaşça yere çöktüm ve yere uzandım. Yağmur üzerime yağarken gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. Genzime yağmur suyu doldu. Zeliha’yı düşündüm. Bir yatağın içinde yavaşça bana sokulup, göğsüme sığındı. Yüzünü boynuma saklamadan önce bana geçirdiği yorucu gün ile alakalı bir şeyler anlattı, anlattığı her şeyi can kulağıyla dinlerken yumuşak saçlarında dolaşan parmaklarımda huzuru hissettim. Gülümsediğimi fark ettim. Gözlerimi araladığımda gri gökyüzü başımın üzerinde yas tutuyor, kollarımda Zeliha değil bir boşluk uzanıyordu.
Yener’in arabasının kapısını açıp kapattığını duydum, daha sonra bana yaklaştığını fark ettim ama gözlerimi gökyüzünden çekmedim, çekemedim. Bir süre başımda dikildikten sonra yere çöktü, yanıma uzandı ve benim gibi yüzünü göğe çevirirken, “Böyle mi duralım?” diye sordu.
Bir şey söylemedim.
“İyi, böyle duralım o zaman.”
Yine sessizdim.
Bir süre yağmur üzerimize yağdı, zemine biriken suyun içinde birlikte sessizlik içinde uzandık. Gözlerimi yummadan öncesinde, “Uyanacak,” diye fısıldadım, Yener, “Uyanacak,” diye onayladı beni.
İçimde büyüyen o karanlık hisle, “Bir kabusa uyanacak,” dediğimde Yener’in bakışlarının bana çevrildiğini hissettim. “Böyle hayal etmemişti. Ben de böyle hayal etmemiştim.”
Yener, “Neyi?” diye sordu ama bu soruyu sormak için ikilemde kalmış olmalıydı.
“Bir bebeğimiz olacağını ilk o öğrenip, sırtıma atlayacak ve bana baba oluyorsun diyecekti, yani kafamda hep böyleydi,” dediğimde sessizlik sırası artık bende değil, Yener’deydi. “Şimdi sırtımda bir cenazeyle onun uyanmasını bekliyorum ve bir kabusa uyanacağını bile bile uyansın diye Allah’a yalvarıyorum.”
“Sırtında bir cenaze yok,” dedi Yener, kaşlarını çattığını hissettim. “Yapma şunu kendine.”
“Ne olacağını ikimiz de biliyoruz, beni kandırmaya çalışma. Aklımı yerinde tutamıyorum diye bir çocuğu oyalar gibi beni oyalama,” diye fısıldadım.
Yener sustu, artık kelimelerin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini o da biliyordu. Ortada bir gerçek varsa eğer, ondan kaçamıyordun. Yalanlar seni bir yere kadar ilerletiyordu, sonunda o gerçek yüzüne çok sert bir tokat olup illaki çarpıyordu.
“Bir keresinde, hafif sarhoşken bana bir şeyler söylemişti,” dediğimde Yener’in bakışlarının profilimde toplandığını hissettim. “Muhtemelen hatırlamıyordur. Ama ben her şeyi unutsam bile onunla ilgili hiçbir şeyi unutmam.” Yağmur yüzüme vurmaya devam ederken gözlerimi kapattım ve o ana geri döndüm. Saçları karışmış, gözlerimin içine sevgiyle bakıyordu. Parmağında ona taktığım yüzük vardı, denize girdiğimiz için küçük vücudu ıslaktı ve ceketim omuzlarını örtüyordu. Karanlığın içinde benim için doğmuş bir yıldız gibi görünüyordu. “Bana demişti ki…” O anının içine karanlığın içine düşmüş gibi sertçe çekildim.
Kumsalda oturuyorduk. Yanağı göğsüme yaslıydı, az ileride hala denize girmeye devam eden, kendi aralarında bağıra çağıra eğlenen arkadaşlarımıza bakıyordu. Alkollüydü, mutluydu, bazen ıslık çalıyor, bazen ıslık sesi çıkaramadığı için homurdanarak kendine sinirleniyordu. “Hani beni hamile sandılar ya az evvel,” dediğinde gözlerimi yüzüne indirdiğim o anı hatırlıyorum. Çenesini göğsüme yaslayıp bana alttan, bir ceylan yavrusunu anımsatan içi büyük gözleriyle baktı. “Gerçekten hamile olsaydım neler olurdu diye düşündüm. Sen de düşündün mü?”
Cevap veremedim, sadece gözlerinin içine baktım.
Kıkırdayıp, “Düşünsene,” dedi hevesle, “ikimizden bir parça. Karnımın içinde bir çiçek gibi büyüttüğüm bir parça. Senin ya da benim değil, ikimizin değil; bizim.” Elini karnına götürüp bunu hayal ediyormuş gibi gözlerini yumdu. Normalde böyle şeylerden bahseden biri olmadığı için şaşkındım ama heyecan göğsümün içinde taklalar atarak nabzımı hızlandırıyordu. “Herhalde çok zorlanırdık. Bu karmaşanın içinde bir de benim hamileliğim… Seni korkuturdu elbet. Hatta beni de korkutabilirdi ama bir an düşündüm de…” Gözleri kapalıyken gülümsedi, parmaklarını karnına bastırıp, “Her şeye rağmen umudun hala var olduğunu da hissetmez miydik? Karanlığın en şiddetli olduğu gecelerde bile içimde bir mum alevi gibi parlayıp bize yolu göstermez miydi? Saçmalıyor muyum Gurur?”
Sorduğu soruya gülümsedim ama sorduğu diğer sorular içimde merakın büyümesine neden oldu.
“Okula devam etmemi sorun etmezdin, değil mi? Bizim sınıfta hamile bir kadın var, biliyor musun? Geçenlerde doğum yaptı gerçi. İlk hamile olduğunu duyduğumda deli herhalde, neden okula devam ediyor demiştim ama sonra düşündüm de böyle bir şey yaşansa, ben de okula devam ederdim. Ne okuldan vazgeçerdim ne de küçük mucizemden vazgeçerdim. Zorlanırdım belki ama zorlanmanın en güzel hali bu olmaz mıydı? Çok mu bencil düşünüyorum? Seni düşünmeden mi konuşuyorum?” Çok sık bu kadar hızlı ve fazla konuştuğunu görmediğimden şaşkınlıkla onu izlediğimi fark etti. Gülümsedi. Parmaklarını çenemde dolaştırdı. Biliyor musun Cenan da okuluna devam ederken hamileymiş, Muşta’dan ayrıldıktan sonra okuluna Ankara’da devam etmiş, ne Dide’den vazgeçmiş ne de okulundan.” Başımı salladım, gülümsemesi derinleşti. “Ay hamileliğe meraklı gibi konuştum, değil mi?”
Kıkırdadı, kıkırtısını dinlemek ruhuma iyi geldi. Beni toparladı. Beni daha güçlü bir adam yaptı.
“Neyse, ben okulumu bitirince evleniriz biz, mesleğimi ele alınca da çocuk yaparız. Babamın kalbine inmesin şimdi.” Kıkırdadı. Parmaklarımı çenesine koyup kafasını kaldırmasını sağladım. Gözlerimiz birleşti. “Bir gün babası olduğun bir bebeği dünyaya getirmeyi çok istiyorum,” dedi yavaşça. “Sen çok güzel bir baba olursun.”
Gülümsediğimi hatırlıyorum, eğilip küçük burnunun ucunu öptüğümü ve ona, “Ben çok güzel bir baba olmak için canımı dişime katarım ama senin çok iyi, güzel bir anne olmak için hiçbir şey yapmana gerek yok. Zaten öyle olacaksın,” dedim.
O an hazırdım. Terapi gerekiyorsa, giderdim. Öfkemi durdurmak için ne gerekiyorsa yapardım, normal bir insan olmak ilaç kullanmaktan geçiyorsa kullanırdım, iyileşirdim, iyi bir baba olmak için canımı dişime takardım, iyi bir eş, iyi bir baba olmak için her şeyi yapmaya hazırdım.
Gözlerimi açıp gri gökyüzüne baktım. Yener, “Kararı Zeliha’ya mı bırakacaksın?” diye sordu, bu soruyu sorarken onun da canının yandığını hissettim.
“Bir karar için geç kalınmadan uyanırsa eğer,” diye fısıldadım, bu gerçek içime bir cam parçası gibi batıp derinlerime saplandı. Beni içeriden bir daha kabuk bağlamayacak, iyileşmeyecek şekilde kanatmaya başladı. Korktum. Korku içimde uçsuz bucaktı. Mecbur kalacağım her şeyden korktum. Mecbur bırakıldığım her şeyin sonum olacağından korktum. Zeliha gözlerini açtığında, içimde kopan tüm ipleri gözlerimde görecekti. Bundan da korktum. Alacağımız kararın ruhunda bırakacağı yaradan korktum. İhtişamlı ruhunun bir yıldız gibi yavaşça sönmesinden, onu bir karanlığa hapsedecek olmaktan korktum. Nefret ettim. Kendimden ölesiye nefret ettim.
Yener bu söylediğime bir cevap vermek istedi belki ama ağzını açıp tek kelime edemedi. Kalbimdeki ağırlıkla yavaşça doğrulup, “Kafama sıkmama engel olan tek bir şey var Yener,” dedim içeride kalan son akıl pıhtısıyla. “İntikam.”
Bakışlarım boşluktayken Yener doğrulup kalkarak elini bana uzattı. Elini tutup ayağa kalktım. Son kez yan tarafta kalan binaya baktım ve sonra Yener’in arabasına doğru yürümeye başladım.
Yener beni tesise götürdü çünkü eve girersem, yeni bir krizin enseme bineceğini biliyordu. Evin ne halde olduğuyla ilgili bir fikrim yoktu, düşününce bile göğsüm daralıyordu. Tesis ilk kez bir morg gibi soğuk ve boş geldi, etraftaki askerlerin varlığı bile içeriyi doldurmaya yetmedi çünkü bu tesis, içinde sadece o varken bir yaşam alanına dönüşüyordu. O yokken, onun olmadığı her yer soğuk ve ıssız bir morg gibiydi.
Tesisteki odama girip ranzanın üzerine oturdum. Yener kıyafetlerimin olduğu poşeti köşedeki metal sandalyenin üzerine bırakıp, “Girip bir duş al,” dedi.
Hastaneye çabucak gitmek istediğimden söyleneni ikiletmedim. Soğuk suyun altına girdiğimde bedenimden akıp giden kanını tutmak istedim, kanı benimle kalsın istedim, suyun altında boğulduğumu hissettim ve dakikalar tüm bu histeri krizinin ortasında akıp giderken biraz daha kayboldum.
Suyun altında parmağımda duran yüzüğe baktım. Kuruyan kanı yüzükten arındırmak için yüzüğü çıkarmam gerekiyordu ama bunu yapamadım. Bunu yapacak gücü kendimde bulamadım. Yüzüğü parmağımda oynatarak içeri su gitmesini sağladım, suyun rengi değişerek zemine aktığında nefesim yeniden tıkandı ama kendimi toplamak zorundaydım. Bunu Kahraman Baba’ya borçluydum.
Üzerime beyaz bir tişört, altıma siyah eşofmanımı giydim. Bedenim bir anlığına poşetteki bir şeyin varlığıyla sarsıldı. Saçlarımın kenarlarından akıp şakaklarımı takip eden iri su damlaları ranzamdaki eski yatağa damlarken poşette boynuna doladığı şalın varlığını fark ettim. Kahverengi, üzerinde açık pembe çiçeklerin olduğu yumuşak, ipek bir şaldı. Kokusu şiddetle genzime dolduğunda yüzümü şala gömdüm. Yener’in aklımı yerinde tutabilmek için onun kokusunu taşıyan bir şeyi bilerek poşete koyduğunu anladım. Kokusunu aldığım an zihnim daha berraktı. Gözyaşlarım daha sıcaktı. Ceketi pas geçerek şalını bileğime doladım, bilekliklerimiz şalın altında kaldı. Sessizce odadan çıktığımda Yener koridorda dikilmiş, kollarını göğsünün üzerinde toplamış beni bekliyordu.
“Gidelim,” dediğimde bu kadar berrak bir şekilde konuşmuş olmam onu duraksattı, daha sonra gözleri bileğime sarılı şala kaydı ve doğru bir karar verdiğini anlamış gibi başını yavaşça aşağı yukarı salladı.
“Gidelim, kardeşim.”
⛓️
Sigarasının ucuna değen ateşi izledi, ardından sigarasından büyük bir duman alarak kibriti sallayıp söndürdü. Biri yeşil, diğeri mavi olan gözleri yolu takip ediyor, sürücü koltuğunda oturan şoförü sessizlik içinde nereye gideceklerini sormadan sadece sürüyordu. Çünkü soracağı herhangi bir sorunun beynine bir kurşuna mal olacağını biliyordu. Bu yüzden sessizdi, sadece sürüyordu ama içten içe nereye gitmeleri gerektiğini o da merak ediyordu. Camı indirip sigarayı tutan elini dışarı uzattı ve boynunu esnettikten sonra, “Slovenya’ya dönmeyeceğim, zaten ortam bu haldeyken yurt dışına gitmem imkansız görünüyor,” dedi soğukkanlı bir sesle.
Şoförü, “Özel bir jet ile çözülmeyecek bir sorun değil efendim,” dediğinde, “Binbaşı Şenkaya’yı tanımıyorsun,” diye alay etti burnundan sert bir nefes verip gülerek. “Havada uçan sineği bile çoktan radarına almıştır.”
“Belki de henüz Türkiye’ye dönmemeliydiniz,” dedi şoförü, mavi gözünü kısıp adama yandan bir bakış attı. “Elbette kararlarınızı sorgulamıyorum.”
“Hastaneye birini sokabildin mi?”
Şoförü, “Hayır efendim,” dedi. “Hastaneyi sarmaşık gibi sarmışlar. Her kapıda bir asker var. Şu Onur Kırgız denen adam da hastanenin her köşesine bir ekip dikmiş. Sızıntı imkansız görünüyor.”
“İçeriden bilgi almak mümkün değil o halde.”
“Değil efendim, lakin kız hayatını kaybetmiş olsaydı bunu duyardık. Ölüm haberi tez yayılır.”
“İstesem onu oracıkta öldürürdüm,” dedi gözlerini yola çevirip, sigarayı dudaklarına götürerek. “Ben o yüzbaşı benimle bir kumar masasına oturup her şeyini o masada bırakmak zorunda kalsın istedim. İyi yapmış mıyım?”
Şoför bir müddet sustu. İçten içe bunun doğru bir karar olmadığını, geleceği büyük bir karanlıkla mıhladığını düşünüyordu ama dile getirirse olacaklardan korkuyordu. Yüzbaşı Çalıklı’da böyle bir yara açmanın akla hizmet eden tek bir yanı yoktu. Adamın namını hepsi biliyordu, sonunda ayağa kalktığında omuz üstünde baş bırakmayacak birisiydi. Şoförün sessizliği, “Ne o?” diye sormasına neden oldu. “Sen de mi korkuyorsun bu Çalıklı oğlandan?”
Şoför aracı biraz daha hızlandırırken, “Verdiğiniz karara saygı duyuyorum efendim,” dedi sadece.
Sırıtarak arkasına yaslanıp, “Bir süreliğine şehirden ayrılalım, sen de ne yap ne et içeriye birilerini sok. Yavru ceylanın durumunu merak ediyorum,” dedi keyifle.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Boğazımdan geçen bir yudum suyu saymazsam eğer, rahatlıkla hiçbir şey yemediğimi, sigara dışında bir şey içmediğimi, hiç uyumadığımı, doktorların ve hemşirelerin bana yönelttiği tüm teklifleri reddettiğimi söyleyebilirdim. Yine odada, her zamanki köşeme geçmiş, bir süre onu izlemiştim. Sık sık kontrolleri yapılıyordu, durumunun iyiye gittiğini doktorların yüzlerinde beliren aydınlık ifadeden anlayabiliyordum. Sinyal sesi hala kafamın içindeydi, ara sıra bedenimin dışında durmuş kendimi izliyormuşum gibi de hissediyordum ama tek parçaydım, bedenim tek parçaydı, kafam tek parçaydı; yaşıyordum.
Bir ara içimin geçtiğini hatırlıyorum. Artık beynim bana türlü oyunlar oynamayı bırakarak doğrudan kendini kapatmıştı. Kaç dakika uyudum bilmiyorum ama kasılmış bir çene, sıkılmış yumruklar ve kan ter içinde kalmış bir vücutla gözlerimi açtığımda tüm kaslarım seğiriyordu. Neredeyse bağıracaktım, kendimi zar zor toparlamıştım ama bedenim adeta çınlıyordu. Cama doğru ilerledim, güvenlik nedeniyle sadece bir kısmı açılan camı yavaşça açıp nefes almaya çalıştım. Tekrar odanın ortasına döndüğümde bakışlarım yüzüne tutundu. Kaç gündür uyuyordu artık bilmiyordum, sayılar kafamın içinde şekilsiz semboller gibi duruyordu ve o solgun görünüyordu. Yüzünde renk yoktu. Gözlerinin altında derin çukurlar oluşmuş, çukurların içi karanlıkla dolmuştu.
Gözlerim yavaşça karnına dokundu.
Hala oradaydı. Hala orada, onunla beraberdi. Hala ona tutunuyordu. O da hayata tutunuyordu. Olduğum yerde sendeleyip derin bir nefes aldım. Hem uyanmasını diledim hem de uyanacağı kabus yüzünden sonsuz bir uykuya dalmayı diledim.
Koridora çıkarken yere düşen adımlarımı hissedemiyordum. Boşluğa basıyormuşum gibiydi. Onur’un az ileride, portatif koltuklarda oturduğunu gördüm. Hemen yanında Ayça ve Çolpan da vardı. Çolpan ayaktaydı, Ayça oturuyordu ve sakince Onur ile konuşuyorlardı. Beni fark eden Çolpan oldu, onlara her ne söylediyse tüm bakışların birdenbire bana çevrildiğini hissettim.
Çolpan ağır adımlarla bana sokulurken, “Gurur,” dedi. “Uyanmadı değil mi?”
Başımı iki yana salladım, gözlerim boşluğa çevrildiğinde Çolpan ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bir süre bekledi ve daha sonra korka korka, “Bebek ile alakalı bir gelişme var mı?” diye sordu. Demek ki o da biliyordu. Belki de artık herkes biliyordu.
Başımı iki yana salladım.
Onur oturduğu yerden kalkarken, “Yüzbaşı,” dedi, “bir sigara içelim mi?”
Sadece başımı aşağı yukarı salladım ve beni takip edeceğini düşünerek sessizce koridorda yürümeye başladım. Arkamdaki varlığını hissettim. Üst kattaki balkona çıkıp çöken karanlığı izlediğim sırada paketini bana doğru uzattı. Sessizce paketten bir sigara aldım. Kendisi de bir sigara alıp yaktı ve daha sonra çakmağını bana uzatarak, “Bugün yarın gözünü açar,” dedi. “Doktorlarla görüştüm.”
Bir şey demeden sigaranın ucunu yaktım. Dumanı içime çektiğimde kafamın içi bir anlığına döndü, her şey birbirinin üzerine yığıldı ve içeriyi allak bullak eden duman dudaklarımın arasından usulca döküldü.
“Bebek konusunda üzgünüm, Çalıklı.” Bu cümleyi kurarken ses tonu dağınıktı. Gözlerimi yumup sigarayı tutan elimi korkuluğa bastırdım. Rüzgarın yüzümü çizerek saçlarımın arasından geçip gidişini hissettim. “Ve sakın bu işin peşini bıraktığımızı düşünme. Hepimiz son sürat, her şeyi en ince ayrıntısıyla araştırıyoruz. Peşini asla bırakmayacağız.”
Başımı aşağı yukarı sallarken gözlerim kapalıydı.
“İfadene başvurmak için bekleyen memurlarımız var,” dedi Onur istemeye istemeye.
“Onur,” dedim gözlerimi aralayıp karşımdaki manzaraya bakarak. “Biliyor musun az önce senin ismini unuttum. Neydi diye düşündüm. Yirmi senedir tanıdığım Muşta’nın adını unuttum, neydi diye düşündüm. Sayı saymayı unuttum biliyor musun? Bir ve ikiden sonra ne geliyordu diye düşündüm, dört altıdan önce miydi sonra mıydı diye düşündüm.” Korkuluğa yaslı duran, sigarayı tutan elim titriyordu. “Kendi adımı bir an durdum ve düşündüm. Neydi benim adım diye, durdum bunu düşündüm.” Onur’un yüzündeki rengin kaybolduğunu gördüm. “Her şeyi unuttuğum noktada hatırladığım tek bir şey vardı. Neydi biliyor musun?” Gülümserken çenem titredi. “Zeliha.”
Başını önüne eğdi, bir şey söyleyemedi. Söyleyebileceği her şeyin anlamsız olacağını, söylediğim şeyin ne anlama geldiğini, bu anlamdan daha büyük anlamlara sahip bir şeyi bana sunamayacağını o da anladı.
Yavaşça korkuluğa doğru eğilip dirseklerimi korkuluğa yasladım. Sigaradan bir duman daha aldıktan sonra, “Ne kafama sıktınız ne kafama sıktırdınız, bana delirmekten başka ne kaldı geriye?” diye sordum yavaşça.
Onur hiçbir şey söyleyemedi. Sessizliği, açılan otomatik kapının arkasında beliren başka birinin sesiyle bölündü. Muşta, “Gurur,” dedi sessizce, bunu duydum ama kafamı çevirip ona bakmak yerine önümde uzanan manzara bakmaya devam ettim. Onur yavaşça sırtını dönüp Muşta’ya doğru yürüdü. “Siz biraz baş başa konuşun,” dedikten sonra çıkıp gitti.
Muşta bir müddet olduğu yerde hareketsizce durdu, bana doğru gelmedi. Çakmağın ucundan fırlayan alevin sesini dinledim ve bir sigara yaktığını fark ettim. “Gurur duyuyor musun benimle baba?” diye sorarken sigarayı dudaklarıma doğru götürüyordum. Muşta’nın tam arkamda donup kaldığını hissettim. “Gurur duyuyor musun evladınla?” Derin bir nefes aldığımda bile yukarı kabarmadı çöken omuzlarım. “Oğlun Gurur, ne sevdiği kadına ne de kendi evladına sahip çıkamayan bir piç kurusu olduğu için gurur duyuyor musun benimle?”
Muşta sessizce yanımda dikilip bir elini korkuluğa yasladı ve her şeyden haberdar olduğunu hissettiren sakinliğiyle, “Senin suçun değil,” dedi.
Burnumdan sert bir nefes vererek keyifsizce güldüm.
“Bir oğlum olacaktı,” dediğimde Muşta’nın donduğunu hissettim ama durmadım. “Rüyalarıma geldi. Bana deli diyebilirsin, kafayı yediğime inanabilirsin ki biliyorum yedim, ben kafayı yedim.” Sigarayı dudaklarıma götürürken yüzümdeki ifade birden dondu, sigarayı dudaklarımın arasına alamadım. Donup kaldım. “Eskiden bizim çocuklarla konuşurduk ve ben hep, ileride olacaksa bir kızım olsun, prensesim olsun diye alay ederdim. Hiç düşünmemiştim aslında, Zeliha’dan önce ben hiç yuva kurmayı, baba olmayı, ailemin olmasını düşünmemiştim. Öylesine söylenen sözlerdi. Dalgasına söylerdim. Kızım olacak, prensesim falan derdim. Allah kızdı mı bana?” Sinyal sesi sol kulağımdan girerek zihnimin içini parçalayarak derinlere inmeye başladı. Gözlerimi sıkıca yumup, sigarayı tutan parmaklarımı kulağıma bastırdım. “Allah kızdı mı bana? İlk kız evladım olsun istedim diye, kızıp oğlumu aldı mı benden? Ben Allah’ı kızdırdım mı?” Eğilip alnımı korkuluğa bastırdım ve “Oğlumu gördüm, baba,” diye fısıldadım, fısıldamadım, haykırdım ama haykırışım bana çok sessiz geldi. Oysa sesimin yankısı bana yeniden ulaştığında haykırdığımı bir ben değil, herkes biliyordu. “Rüyama geldi. Ben oğlumu gördüm baba.” Alnımı sertçe korkuluğa vurdum. “Ben rüyamda oğlumu gördüm baba.”
Tam yeniden alnımı oraya vuracaktım ki Muşta avucunu korkuluğa yasladı ve alnım onun avucuna çarptı. Gariptir ki bu kez ağlamadım. Sanki tüm gözyaşlarımı akıtmıştım. Akacak gözyaşım kalmamıştı. Tükenmiştim. Bitmiştim. Alnım Muşta’nın avucuna yaslı, öylece durdum bekledim.
“Benim talihim neden hiç gülmüyor baba?” diye sorup alnımı avucuna daha sert bastırmamla, diğer elini omzuma koyup avucunu yavaşça sırtımda kaydırması bir oldu. Yanağımı avucuna yaslayıp ona yandan bir bakış attığımda, mavi gözlerinin yaşlarla parladığını gördüm. Gözyaşlarını benden saklayamadı. Ben ağlayamadım belki ama Muşta benim için ağladı.
“Ben rüyamda efemi gördüm baba,” diye fısıldayıp sessizce Muşta’nın yaşlı mavi gözlerine baktım; bakışlarım donuktu, gözlerim kuruydu ama içimde bir okyanus yükselmiş, ben çoktan boğulmuştum.
Muşta birden beni kendine doğru çekti. Kollarını bedenime sardı, beni bağrına bastı ve alnım onun göğsüne yaslandığında dişlerimi kıracak gibi sıktığımı fark ettim. “Koruyamadım,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum. “Oğlumu koruyamadım. Zelzelemi koruyamadım. Ben neden varım ki? Olduğum yerde sadece zedeyim. Vuruk iziyim. Yarayım. Gittiği yere uğursuzluğunu götüren piç kurusunun tekiyim.”
“Hiçbir şey için geç sayılmaz. Hiçbir şey için geç sayılmaz,” dedi Muşta ama buna kendisi de inanmadı, biliyordum, buna belki de artık tanrı bile inanmıyordu.
“Yapamadım,” dedim sessizce. “Koruyamadım oğlumu. Koruyamadım Zeliha’mı.” Dudaklarım yukarı kıvrılırken titriyordu. “Şimdi ne yapacağımı o kadar çok bilmiyorum ki kafam parçalanacak. Üstelik tetiği çekip kafama sıktığım için değil, bu düşünce, bu his, bu çıkmaz yüzünden kafam parçalanacak.”
Muşta, “Kahraman Özdağ senden bir söz aldı. Ona bir söz verdin,” dediğinde gözlerimi Muşta’nın gözlerine dikerek bekledim. Haklılığı birden kanımı dondurdu. “Şimdi o ayaklarının üzerinde dimdik duracaksın, sızlanmayı bırakacaksın ve asıl bu saatten sonra koruyabileceğin ne kaldıysa onu sıkıca kavrayıp canın pahasına koruyacaksın. Beni anladın mı Gurur Mert Çalıklı?”
“Söylemesi kolay. Nasıl yapacağımı neden söylemiyorsun?” Sorum onu bozguna uğratmış olacak ki sadece gözlerimin içine baktı. “Söylemesi kolay, sen hiç ben oldun mu? Sen hiç benim yerimde oldun mu?” Sorduğum sorular en çok beni yaraladı. Ona bunları söylemek istemezdim. Hiçbir zaman ona bu şekilde yaklaşmak istemezdim ama içimde bir kördüğüm çözüldüğünde ortaya çıkan tüm ipler aslında acımın ve karmaşamın bir yansımasıydı. Cevap vermedi. Sadece gözlerimin içine baktı ve beni daha çok yakan bir şey varsa, bu da onun mavi gözlerindeki anlayışı görmüş olmamdı. Başımı önüme eğdiğimde sessizlik bir rüzgar gibi uğuldayarak etrafımızı sardı.
Sonunda konuştuğunda, “Ben sen olamam,” dedi, “hiçbir zaman senin kadar güçlü olmak zorunda bırakılmadım.” Elini omzuma koydu. “Ama emin olduğum bir şey varsa eğer, bir şeyden eminsem yani… Bu da Allah’ın herkese taşıyabileceğinden fazla yük vermeyecek olması. Sen güçlü bir adamsın. Sende gördüğüm her zaman buydu. Şimdi dirilme zamanı. Gücünü nerede bıraktıysan dön ve eline al. Buna ihtiyacın olacak.”
Bir adım sonrası delilik olan bir adama bunu söylemesi kısa süreliğine komik gelse de haklılığını yok sayamazdım. Zeliha’nın bana ihtiyacı vardı, benim de ona ihtiyacım vardı ama benim ihtiyaçlarım hiçbir zaman o kızın ihtiyaçlarından önemli olmayacaktı; hayatım ona endeksliydi, yaşamım onun parmak uçlarında var olur ve yok olurdu. Ben ondan ibarettim. Onun için vardım. Onun için güçlü olmak zorundaydım.
“Sana ve ona bunu yaşatanların yanına hiçbir şeyi bırakmayacağız. Öncümüz de sen olacaksın,” dedi Muşta. “Toparlan. Çünkü Zeliş dağılırken onun yere düşen parçalarını toplamak sana kalacak. Tek parça kalmazsan, onun parçalarını bir araya getiremezsin.”
Tek parça kalmazsam, onun parçalarını bir araya getiremezdim. Doğruydu. Parçalanma lüksüm yoktu, paramparçayken düşündüğüm şey tam olarak buydu.
Muşta elini omzumdan çekmeden, “Toparlanma zamanı evlat,” dedi sadece.
Kafamın içinde aniden bir ışık yakılmış gibi yalnızca başımı aşağı yukarı salladım. Bakışlarım hala ruhsuzdu, hissettiklerim hala rayından çıkmış ölüme giden bir tren gibi hızla ilerliyordu ama başka çarem yoktu. Bunu Zerdali’me borçluydum.
Zaman yavaşça ilerledi ve beni birkaç saat sonrasına götürdü. Elimde tuttuğum paramparça direncin neredeyse küle döneceğinden habersizdim.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Kapalı gözlerimin üzerini kaplayan bir buz tabakası varmış gibi hissediyordum. Kirpiklerimi yukarı itmeye çalışsam da o buzdan duvar kirpiklerimin yerinde sabit durması için can yakıcı bir baskıyı gözlerime iletiyordu. Merkezimde ilerleyen acıyı yavaşça karşılayıp varlığıyla sarsıldım. Tüm hücrelerimin dirilirken bir yandan yarattıkları baskıyla beni köşeye sıkıştırdıklarını hissettim.
Nihayet gözlerimi araladığımda ilk gördüğüm beyaz tavan oldu. Ardından tavan bulanıklaştı, gözlerimi kontrol etmeye çalışıp yana doğru bakmaya uğraştım ama bunu yaparken çok zorlandım; gözlerimin kaydığını hissettim. Görüş alanıma giren yüzü çift gördüm ama o yüzü gördüğüm anda güçsüzce çarpan kalbimin öne doğru atılarak sert bir hamle yapmasına engel olamadım. Oradaydı, hemen yan tarafımda duruyor, parmaklarımla oynuyordu. Dokunuşunu hissetmemi sağlayan şey onu görmek oldu. Onu görene dek parmaklarımda dolaşan parmaklarının varlığını dahi hissetmemiştim oysa.
Beni sarsan ilk şey, yüzünü saran kirli sakal ve o kirli sakalın sardığı yüzdeki zayıflık oldu. Yüzü daha keskin duruyordu, yanakları içeri çökmüş, elmacıkları dışarı kavislenmişti. Kirpikleri gözlerinin üzerinden aşağı uzandığı için gözlerini göremedim; ellerimize bakıyordu. Başımı çeviremediğim, sadece gözlerimi ona yöneltebildiğim için beni fark etmedi. Sanki burada değildi. Bir an bir rüyanın içinde olup olmadığımı sorguladım, nerede olduğumu merak ettim, sonra bir uğultu sesiyle birlikte anılar kafamın içinde birbirine çarpan keskin kılıçlara dönüştü.
Bileğine bağlı şalımı gördüm, kalbimi tam da o anda hissetmeye başladım. Hala atıyordu, hala yaşıyordum.
Bana bakmasını istedim, bunu diledim. Sesim çıkmadı, gözlerimi hareket ettirdiğim gibi başımı da hareket ettirmeyi denedim ama sonuç başarısızdı. Saçları normalden biraz daha uzun görünüyordu, gözlerimin geriye doğru kayacağını hissettiğimde bunu engellemek için kendimi zorladım ve kalan son gücümle onun parmağını kavrayıp sıktım. Birden sıçradı. Evet, yerinden sıçradı ve bakışları parmağını kavrayan parmaklarımdan ayrılarak yüzüme taşındı.
Ona gülümsemek istedim, kafamı çevirip yüzüne daha net bakmak istedim ama tek yaptığım gözlerimle onu takip edebilmek oldu. Ela gözleri floresanın beyaz ışığının altında yeşil görünüyordu. Kan damarlarının gözlerinin etrafını sarıp kızıl bir sarmaşığın içine takılmış yeşil bir güneş görüntüsü almasını sağladığını fark ettim. Göz bebekleri ışığın altında genişledi, siyahlık neredeyse tüm gözlerini kapladı ve nefesini tuttuğunu fark ettim.
“Zeliha,” dediğinde sesini ne kadar özlediğimi fark ettim, bu özlemin nedenini merak ettim, bu sesi duymadan asırlar geçirmişim hissi beni ruhumdan asılarak kökten sarstı. Ona gülümsemek ve her nedense iyi olduğumu, her şeyin geçtiğini söylemek istedim ama bunu yapamadım; sadece gözlerine baktım. “Zeliha!” Yerinden kalkarken elimi bırakmadı. Sonra ne yapacağını bilemiyormuş gibi yine yere çöküp elimi daha sıkı kavrarken, “Zeliha,” diye fısıldadı; sesinin bu kadar zayıf gelmesi hissettiğim ağrıdan daha vurucu bir darbenin içimde dolaşmaya başlamasına neden oldu. Çok ağlamış olmalıydı. Onu son kez gördüğüm yerde birleşen gözlerimizi hatırladım. Düşmeden hemen öncesinde sessizce ona durumumu fısıldadığım anı…
Dudaklarım yukarı kıvrılırken bedenimde bir ağrı çınladı. Bozuk, derinden ve hırıltılı gelen sesimle, “Çok horladım mı?” diye sorduğumda, gözünden bir damla yaş kayıp çenesine ulaşmıştı. Başını iki yana sallayıp yüzünü yüzüme yaklaştırdığında gözünden aktığının farkında bile olmadığı ikinci damla yüzüme damladı. Konuşmak istedim ama yapamadım, sesim boğazıma dizildi ve sadece gülümseyerek gözlerinin içine baktım.
Dudaklarını alnıma bastırdığında gözlerim farkında olmadan kapandı. Sertçe yutkundum ve boğazımdaki acı derinleşti. Dudaklarımın neden titrediğini anlayamadım. Üşüdüğümü hissettim ama bunu dile getiremedim. Elimi kaldırıp Gurur’un tişörtünü sıkıca kavramak istedim ama bunu yapacak gücüm yoktu. Kafamın içinde koca bir boşluk vardı. Sanki yere yığıldığım o küçük an, sadece birkaç dakika evvel yaşanmış gibiydi. Ondan sonra bir şeyler yaşanmışsa da bölük pörçüktü, hiçbir şey net değildi; net olan tek şey Gurur’du.
Yüzümü avucunun içine alıp gözlerimin içine daha dikkatli baktı. Birbirimizi yıllar sonra ilk kez görüyormuşuz gibi bakması içimde dindi sandığım ne kadar fırtına varsa yeniden dirilip esmeye, her şeyi yıkarak içimde ilerlemeye başlamasına neden oldu. Alnımı alnına yaslayıp, “İşte anahtarım burada,” diye fısıldadı. “Gülüm burada.” Sesinin tınısında ağladığı her şey gizliydi. Elimi onun yüzüne götürmek için çok şeyden vazgeçerdim ama yapamadım; gücüm yoktu.
Yüzümün her yerine dokundu. “Sensiz ölecektim,” dedi, “sensiz az daha ölecektim.” Birden kafamın içi derinleşti ve haykırarak, “Yaşamam artık!” diye bağırışı zihnimdeki durgunluğu bin farklı parçaya böldü. Hatırladım. “Az daha bu gözleri görmeseydim, ölecektim,” dedi ama zihnim hala aktif bir şekilde anıları kusuyordu. Kafamın içinde sesi biraz daha derinleşti ve uzaklardan bir yerden bana, “Gitme Zeliha,” diye yalvardı. “Bırakma beni, Zeliha.” Gözlerim boşlukta takılı kaldı. Sesi kafamın içinde su gibi akmaya devam ediyordu. Yüzümü öpüp, “Sensiz ölüyordum,” diye fısıldadı. “Yaşamam artık!” İrkildim ama vücudumu kıpırdatamadım. Sessizce gözlerinin içine baktım. Yaşamam artık, diye haykırdığı anı hatırladığımı bilmiyor olmalıydı. Gözlerinin içine yaşamaması ihtimalinden korktuğumu göstererek baktım ama anladı mı bilmiyordum.
“Buradayım,” diyebildim kara zorla. Ardından farkında bile olmadan harekete geçen elimin karnımın biraz altına yerleştiğini fark ettim. Aslında bunu fark etmemi sağlayan Gurur’un birden karnıma kayan gözleri oldu. O, elimin karnımın üzerindeki duruşunu fark edip oraya bakana dek, ben karnımı tuttuğumun farkında bile değildim.
Gözlerini karnımdaki elimden yavaşça çekip sertçe yutkunarak bana bakarken, “Buradasın,” dedi, bunu daha çok kendisine söylüyor gibiydi. Bunu kendisine kanıtlamaya çalışıyor gibiydi. Sertçe yutkunup, “Sen de buradasın,” dediğimde bunu anlamadığını belli eden gözleri yaşlarla parlayarak gözlerime saplandı.
Bir kapının açılırken çıkardığı sesi duydum, ardından tanıdık bir ses, “Uyandı!” diye bağırdı ve bu sesin Nihan’a ait olduğunu anladım. Gözlerimi Gurur’un gözlerinden ayırmadım. Gözlerini gözlerimden ayırmadı. Sustuk ama sanki hiç susmadık, hep konuştuk, kelimeler bir şekilde gözlerimizden birbirine uzandı; aslında çok konuştuk.
Gürültüyü duydum ama gözlerinden kopamadım. Tüm gürültünün içinde sessizce bana uzanan gözleri daha gürültülüydü. İçeriye birilerinin girdiğini fark ettim, gözlerimiz birbirinden sadece karnımda duran elime baktığım anda ayrıldı. Parmağımda yüzüğümü göremeyince, “Yüzüğüm,” dedim çatık kaşlarla, kelimenin devamı gelmedi ve bir cümle oluşturamadım.
Babam, “Ceylanım,” dedi, belki bağırarak, belki sessizce; o anı yakalayamadım ama babamın sesini anında tanıdım. Nihan, “Her şeyin burada,” dedi, “tüm takıların.”
Yüzüğüm takı falan değildi. Yüzüğümdü.
“Yüzüğüm,” diye fısıldayarak gözlerimi Gurur’un gözlerine dokundurdum, ardından bakışlarım babamın mavi gözlerine çarptı. Yatağın kenarına çökmüş, iri mavi gözleriyle yüzüme bakarken gözlerinden akan yaşların sanırım o da farkında değildi.
Zorla gülümseyip, “Ne bu tantana?” diye sorduğumda birinin güldüğünü duydum ama kimdi bilmiyordum, babam ve Gurur arasında mekik dokuyan gözlerim çoktan yorulmaya başlamıştı bile. “Biraz içim geçmiş,” dedim dudaklarımı yukarı bükmeye zorlayarak ama gülümsemek bedenim bu denli halsizken çok zordu.
Babam, “Deli,” dedi ama hala ağlıyordu, muhtemelen ağladığını bilmiyordu.
“Gülbahar ablayı getiriyorum hemen!” dedi Nihan aceleyle, sonra muhtemelen odadan çıkıp gitti.
“Eyvah,” dedim kara zorla, gözlerimi kapatıp gülümsedim. “Yandık. Kulak tıkacı rica edebilir miyim?”
Babam güldü ama biliyordum ki hala ağlıyordu.
“Bir Muğlalı saniyede kaç farklı şekilde ağıt yakar bilmiyonuz, ben biliyom,” dedim yorgun bir şekilde gülümserken; gözlerim hala kapalıydı.
Annemin sesini duydum, ağlamasını ve gülmesini; birbirine karışan eşsiz bir melodi gibiydi. Hüzün ve neşeyle karışarak içimi fethetti ama uyku ağır bastı. Uykuya dalmadan önce, “Yüzüğüm,” diye fısıldadım. Sonra parmağımda yüzüğümün soğukluğunu hissedip gülümsedim.
“Birazdan uyanır,” dedi bir ses uzaklardan, kimindi bilmiyordum ama uyanacağımı biliyordum. Sadece biraz yorgun hissediyordum.
Ne kadar geçti bilmiyorum, hatırlayamıyorum, çok geçmediğini biliyor gibiyim. Tekrar gözlerimi açtığımda başımda biri dikiliyor, serumun şeffaf borusuna iğneyi sokuyordu. Bu kez kafamı hareket ettirebildim. Kafamı çevirip yan tarafıma baktığımda gördüğüm ilk kişi yeniden Gurur’du. Yanında Eymen vardı, Eymen’in arkasında annem merakla yüzümü izliyordu. Eymen gözlerimi açtığımı fark eder fark etmez, “Abla,” diyerek hızla bana yöneldi ve bu tüm bakışların yeniden üzerimde toplanmasına neden oldu.
Eymen’in hemen arkasından bana yaklaşan Gurur’u gördüm. Elimi zar zor hareket ettirip Eymen’in elini kavradığımda, gök gibi mavi gözlerde parlayan yaşlar elmas taneleri gibi yanaklarından aşağı yuvarlanmaya başladı. “Ablam,” dedi dudaklarını elimin üzerine bastırarak. “Çok şükür Allah seni bağışladı bana.” Dudaklarını tekrar elimin üzerine bastırıp boncuk gözlerinden dökülenlerle gözlerimin içine, ruhuma baktı. Orada, birlikte büyüdüğümüz o bahçede peşimden gelen, o zamanlar benden oldukça kısa olan küçük oğlan çocuğunu yeniden gördüm. Dudaklarım birdenbire büküldü, Eymen duraksayarak burnunu çekip, “Ağlama sakın,” dedi ama asıl ağlayan kendisi. “Ağlama, ne olursun.”
“Ağlayan sensin köpek,” diye homurdandım güçsüzce. Gülümsedi ama bunu yaparken de ağlıyordu.
“Bir daha beni böyle korkutma ne olursun, bir daha bana bunu yaşatma, ne olursun.” Gözlerimin içine baktı. “Seni bir daha hiç kızdırmam, bir daha seni hiç üzmem, bir daha hiç sözünden çıkmam, yemin ederim çıkmam, yapmam. Ama sen de bana bunu yapma bir daha, ne olursun.”
“Ağlama,” dedim, sesim hala güçsüzdü, ben sesimden bile güçsüz hissediyordum. Anılar yavaşça zihnimin kıyısına küçük dalgalar halinde vuruyordu. Bölük pörçük hatırladıklarımın tamamı o geceye aitti. Gözlerimi anneme çevirdiğimde gözyaşlarıyla yıkanmış yüzünde titreyen o aydınlıkla karşılaştım. Birdenbire tüm ışıklar yanmış, o ışığın altında kalmış gibi görünüyordu. Ne kadar uykuda kalmıştım bilmiyordum ama o süre zarfında herkesin bir karanlıkta durup beni beklediğini biliyordum.
“İyisin,” dedi, başka şeyler de söylemek istiyordu da sanki susuyordu. Kelimeler onun ulaşamayacağı bir yere kaldırılmıştı, arıyordu, ulaşmaya çalışıyordu ama yapamıyordu. Sadece ağlıyordu.
Boğazımdaki acı orayı tırmalamaya devam ederken, “İyiyim,” diye fısıldadım.
“Yormayın ceylanımı,” dedi babam telaşla. “Yormayın. İyi işte, bakın, çok iyi benim kızım.”
Gülümsemeyi denedim ama çok halsiz olduğum için tek yapabildiğim babamın gözlerinin içine bakmak oldu. Annem ellerimi öptü, Eymen kolumun iç kısmına alnını bastırıp bekledi ve bakışlarım babamın mavi gözlerinden ayrılarak Gurur’un ela gözlerine dokundu.
Nihan, “Dinlenmesi gerek,” dediğinde aralık kapıda dikilen kalabalığı gördüm. Tanıdığım yüzler merakla içeri bakıyor, Yener bana el sallıyordu. Odayı doldurmaktan kaçındıklarını fark edip onlara bakmakla yetindim, bir şeyler söylemek istedim ama yorgunluğumu onlar da görüyor olsalar gerekti; benden bir şey beklemediler. Tek beklediklerinin iyi olmam olduğunu anladım.
Gurur’a nasıl dikkatli baktıysam, babam yavaşça bakışlarını Gurur’a çevirdi ve ardından annemin omzuna dokunup, “Dinlensin gonca gülümüz,” diye fısıldadı yumuşacık bir sesle. Annem tam geri çekilecekken elini sıkıca kavrayarak onu durdurdum, bakışlarım Gurur’dan anlık olarak ayrılıp annemin kahverengi gözlerine dokundu. Tansiyonuyla ilgili sorundan korktuğum için kendimi gülümsemeye zorlayıp, “İyiyim Gülbüşüm,” dedim, “korkma.”
“Annen sana canını versin,” dediğinde ona saklayamadığım bir kızgınlıkla baktım. Zoraki bir gülümsemeyle eğilip elimin üzerini öptü. “Dinlen annem, dinlen içimi ısıtanım.”
Annem geri çekildi. Eymen çekilmedi. Alnını kolumun içine bastırmaya devam ediyordu. Gurur’un bize doğru yaklaştığını fark ettim. Zayıflamıştı, birdenbire böyle çökmesini, bu kadar tükenmiş görünmesini beklemediğimden mi bilinmez, bedenimdeki ağrının önüne geçen ruhsal bir ağrı hissediyordum.
Gurur başucumda dikildiğinde babam, “Eymen’im, babam, ablan dinlensin hadi,” dedi elinin tersiyle gözlerini silerek. Eymen bir süre hareketsiz kalsa da sonunda babamın sözüne gelerek benden yavaşça uzaklaştı.
Odada sadece Gurur kaldığında birbirine dokunan gözlerimizi büyük bir sessizlik takip ediyordu. Yüzüne dikkatlice baktığımda orada fark ettiğim şeyler beni birden duraksattı. Alnında yara izi vardı, bakışları her zamankinden daha farklıydı. Tanıdığım Gurur gitmiş, yerine başka biri gelmiş gibiydi. Sessizce, “İyiyim,” dediğimde çenesinin titrediğini görüp dondum. Dişleri birbirine çarptı ve dudaklarını birbirine bastırıp çenesinin titremesini önlemeye çalışarak bana dikkatle baktı. Gözlerinde elmas gibi parlayan yaşları gördüm ama hiçbiri göz çukurundan aşağı kaymadı. Biriktiler ve pınarlarında asılı kalıp dondular. Onu getirdiğim hali görmek beni derinden sarstı. Sanki hem buradaydı hem de burada değildi, bir yerde tutsak düşmüş, oradan çıkıp bana bir türlü gelemiyordu.
“Gurur.”
“Özür dilerim,” demesiyle sertçe yutkunup ona anlamayan gözlerle baktım. Ucu havaya bakan burnunu yavaşça çekti. Burnunun ucu öyle kızıldı ki, bu kızıllık bana o geceyi çağrıştırdı. Yatağın ucunda birdenbire dizlerinin üzerine çöküp alnını ayak ucuma bastırdı. “Çok özür dilerim. Affet beni.”
Gözlerimi indirerek ona bakmaya çalıştım çünkü kafamı hala hareket ettirebiliyor sayılmazdım. Alnını yatağın ucundaki başlığa bastırmaya devam ederken, “Seni koruyamadım,” diye fısıldadı güçsüz bir sesle; tükenmişliği öyle gerçekçiydi ki bir karadelik olup beni de içine çektiğini hissettim.
“Bunda senin…” Konuşamayıp sustum, ağrı yüzünden yüzümü buruşturmak zorunda kaldım. Senin bir günahın yok demek istedim ama bunu yapamadım. Kafamın içindeki o anıdan bana, “Yaşamam artık!” diye bağırdı yeniden, kalbimin atışları yavaşlarken bu iki kelimelik cümleyi bir ömür unutamayacağımı anladım. Kafasını kaldırıp çenesini yatağın kenarlığına bastırdı. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki ruhumun köklerinden çekiştirildiğini hissettim. Bir bakışıyla bana tüm ruhunu gösterdi.
Ruhu acı ve çaresizlik içindeydi.
“Teşekkür ederim,” dedi bu defa, çenesini oradan çekmeden.
Gözlerinin içine bakmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu, ben de öyle yaptım.
“Beni bırakmadığın için sana çok teşekkür ederim. O kapının arkasında beni bırakmadığın için…” Birden sustu, derin bir nefes aldı ya da almaya çalıştı anlayamadım bunu, sertçe yutkundu ve bu kez daha güçsüz bir sesle, “teşekkür ederim,” diye fısıldadı.
Beni o halde bulan oydu. O gece kabusu yaşayan oydu. Yüzünü boynuma gömdüğü o kısa anı hatırladım, bana yalvardığı an bir anda kafamın içinde berraklaştı, korkusunu dindirmek için son gücümle tişörtünü kavramaya çalıştığım o an derinlerden çıkıp gelerek beni acı bir gerçekle yüzleştirdi. O gece onun ruhuna verilen zarar, bir bedeni öldürmekten fazlasıydı; o gece ruhunda ölümcül bir yara oluşmuştu ve yavaş yavaş büyüyerek onu ölüme götürmeye başlamıştı. Gözümden akan yaş kulağımın içine girene dek, ağladığımın farkında dahi değildim.
Elini örtünün altındaki ayak bileğimde hissettim. Ayak bileğimi yavaşça kavrayıp okşarken, “Ben,” dedi, sonra sustu, boğazının genişlediğini gördüm. Yüzü birdenbire kıpkırmızı oldu. Buna anlam veremedim, panikleyerek başımı kaldırmaya çalıştığımda diğer elini kaldırarak, “Şşt,” diye fısıldadı başını önüne eğip kara zorla yutkundu, kafasını tekrar kaldırıp bana baktığında gülümsüyordu ama nefes alamadığına emindim. “Dinlenmelisin.”
“Gurur,” diyebildim, gözlerim boynunda belirginleşip şişen damarlarda takılı kaldı. Ardından dudağındaki o tuhaf gülümsemeye bakarken nabzımın yavaşladığını hissettim. Ona ne olmuştu? Sevdiğim adama ne olmuştu?
“Nefes al,” dediğim anda birden gözleri gözlerime saplandı, söylediğim şey onda nasıl bir tahribat bırakmışsa donup kaldığını gördüm. Korku ve endişe içimde keskin parçalara ayrılarak bana saldırdığında birden yüzünde aydınlık bir ifade belirdi.
Sahte bir ifadeydi. Beni sakinleştirmek için takındığı bir ifadeydi. Bu beni daha da korkuttu.
“Ağrın vardır,” dediğinde duraksadım, o sahte gülümseme hala gözlerindeydi ama nefes alamadığını görebiliyordum. Bunu çok iyi saklasa bile. “Sana ağrı kesici vermelerini söyleyeyim.”
Ona iyi olup olmadığını sormak, birilerinden yardım isteyebilecek güce sahip olmak istedim ama tek yapabildiğim ona bakmak oldu. O sahte gülümseme gözlerine ulaşamadı, yavaşça ayağa kalkıp bana doğru ilerledikten sonra dudaklarını elimin üstüne bastırdı ve gözlerimin içine baktı. “Hemen geliyorum sevgilim.” Gözleri bir anlığına karnıma kaydı ve “Hemen geliyorum Gökada’m,” diye fısıldadı. Ardından bana sırtını döndü. Kapıya doğru yürürken adımları yavaştı, eli kapıya gittiği an bedeninin sarsıldığını gördüm. Neredeyse doğrulmak için Allah’a yalvaracaktım. Birden kendini toparlayıp omzunun üzerinden bana baktı. “Uyumasan, olur mu?” diye sordu sessizce.
Gurur, bunu söylediği anda, bilinçsizce karnımın altına koyduğum elimin altında biriken uyuşukluğun kaybolduğunu hissettim. Gözleri karnımda duran elime, ardından yüzüme dokundu ve yine o sahte, gözlerine ulaşmayan yorgun gülümsemeyi bahşetti.
“Uyumam,” diyebildim, duydu mu bilmiyordum ama kapıyı açıp çıktığında, artık o beyaz odanın içinde tek başımaydım. Kapı kapandığı an koridorda bir takırtı duyuldu, merakla kapıya baktım ama hareketsizdim. Karnımın altında duran elimle başımı yana doğru çevirip yastığa bastırdım. Gözlerimi kapatmamak için direnmeye başladım.
Ne kadar geçti bilmiyorum, zaman algım kayıptı.
Ama odaya girenin Gurur olmadığını biliyorum. Nihan ve bir doktor içeri girdiler. Nihan neredeyse hiç göz teması kurmadı, sadece bana gülümsedi ve sonra gözlerini doktora dikti. Doktor bir şeyler söyledi, bana gülümsedi ama kelimeleri zihnime tutunamadı. Onu bomboş gözlerle dinledim. Gurur odaya geri geldiğinde uykuluydum. Babam ile hemen baş ucumdaydılar, hiç konuşmadılar, sadece gözlerini üzerimde hissettim ama karşılık veremedim. Ağrı kesicinin kanıma karıştığını çöken sakinlikten anladım, sesler birden sıfırlandı ve Gurur’a verdiğim sözü tutamadım; kısa süreceğini bildiğim bir uykuya daldım.
Yeniden gözümü açtığımda, son uykuya daldığımda bir rüya gördüğümü hatırlıyordum ama rüyanın ana hatlarını hatırlamıyordum. Sadece karanlık bir odada olduğumu, yerde uzandığımı ve yalnız olmadığımı hatırlıyorum. Yanımda Gurur gibi hissettiren birinin olduğunu ama Gurur olup olmadığından emin olamadığımı hatırlıyorum.
Uyandığımda farklı bir odada olduğumu da hatırlıyorum. Daha canlı hissedip, kısa cümleler kurabilecek kadar da olsa boğazımın acısının dindiğini hatırlıyorum. Bir hemşire tansiyonumu ölçtü, biri perdeyi yavaşça açtı ve gri gökyüzünün solgun ışığı odaya doldu. Köşedeki sehpada beyaz çiçekler gördüm, büyük papatyalar ve kırmızı güller… Tekli koltukta Gurur’un kamuflaj ceketi vardı. Hemşireyle konuştuğunu gördüm, ardından odaya Nihan ve Vural girdi ve Vural bana göz kırpıp hüzünlü bir şekilde gülümsedi. Bana sürekli olarak temas eden hüzünlü gözlerin varlığının altında ezilsem de onlara sürekli olarak gülümsedim.
Ve hatırlıyorum. Nihan’ın Gurur’un gözlerinin içine dikkatle baktığını, Gurur’un ruhsuz bakışlarının Nihan’dan sıyrılarak bana döndüğünü, bana döndüğü anda gözlerinde yeniden beliren o ışıltıyı gördüğüm anı… Simge’nin saçlarımda dolanan parmaklarını ve Yener’in kapının kenarından bana baktığı anı… Bir nedenden içeri giremiyor gibiydi.
Gurur bana yaklaşırken elim farkında olmadan örtünün altından doğrudan karnımın altına gitti. Yaramı mı ondan saklamaya çalışıyordum, karnımı mı korumaya çalışıyordum bunu anlayamadım ama bu tamamen elimde olmadan yaptığım bir şeydi.
Gurur, Simge’ye başıyla yavaşça bir hareket yaptı. Gözlerimi Gurur’dan ayıramadığımı fark ettim. Bu yüzden Simge’nin gözlerinde beliren ifadenin yüzüne ne şekilde aktığını göremedim. Karnımda bir krampla olduğum yerde yavaşça sızlandığımda Gurur panikleyerek elimi tutup, “Zerdali,” diye fısıldadı.
İfademi anında toplayarak, “İyiyim,” diyebildim. “Hiç yemek yemedin mi sen?” Pürüzlü gelen sesimden ona yöneltilen soruya karşı şaşkınlığını gizleyemeden gözlerimin içine, ruhuma baktı. Soruma bir cevap bulamayacağımı anladığımda, “Annem ve babam nerede?” diye sordum bu defa.
Gurur uzun uzun gözlerimin içine baktıktan sonra, “Gelirler şimdi. Herkes burada,” dedi bitkin bir sesle. Gözünü üzerimden ayıramıyordu. “Konuşalım mı biraz?” Sorusuna şaşkınlıkla baktım, daha sonra o geceyle ilgili sorması gerektiği sorular olduğunu anlayıp sertçe yutkundum. Elbette çok zorlanıyor, paramparça hissediyor olmalıydı ama o gece neler olduğunu öğrenmek zorundaydı. Başımı salladım. Sanırım anlatabilirdim, anlatabileceğimi düşünüyordum. Ona zorluk çıkarmak istemiyordum. Yeterince tükenmiş görünüyordu. Ona baktığımda bir cesede bakıyor gibi hissetmek canımı acıtıyordu.
Simge, Vural ve Nihan’ın odadan çıktıklarını duydum ama gidişlerini görmedim, gittiklerini seslere odaklanarak anladım. Gurur yavaşça yere çöküp, çenesini elimin üzerine bastırarak bana alttan alttan baktı.
O kadar uzun baktı ki… Dakikalarca baktı.
Sonunda, “Gurur,” diye fısıldadım ve birden bedeni kasıldı. Gözlerinin sağa sola hızla titrediğini gördüm, ardından bakışları yeniden yüzümün ortasına toplandı.
“Sevgilim,” dediğimde bir an duraksadı, söylediğim şey yanaklarımı ısındırdı, vücudumdaki ağrıya rağmen utanmış hissettim. Gözlerimin içine bakakaldı. “Sormak istediklerini sorabilirsin,” dediğimde duraksadı.
Kasıklarımdaki sızıyla yüzümü buruşturup, “Of,” diye fısıldadığımda bedeni daha da kasıldı ve “Ne oldu?” diye sordu.
“Sanırım lavaboya gitmeliyim.”
Duraksadı, korkuyla gözlerimin içine bakıp, “Doktora haber vereyim, kıpırdama,” dedi ve yerinden fırtına gibi eserek kalktı.
“Gurur,” dedim utanarak, “lavaboya gitmeliyim.”
Tedirgin gözlerle, “Kalkamazsın Dağ Gelinciği, şimdi olmaz,” dediğinde bu kadar evham yapması buruk bir tebessümle ona bakmama neden oldu.
“Ben götüreyim ama soralım mı kalkamayabilirsin,” dedi panikle. “Başka şekilde halledilir belki.”
“Saçmalama,” diye sızlandım kara zorla.
Fırtına gibi esip gitti. İçeri geri geldiğinde Nihan ve Simge yanındaydı. Nihan, “Lavaboya götürebiliriz ama onu dikkatle kaldıralım lütfen,” dedi Gurur’a. Gurur bu bir komutmuş, verilmiş bir emirmiş gibi başını hızlıca salladı. Gurur beni yavaşça kaldırmaya çalıştığında çektiğim acıyı gizlemek için dişlerimi sıktım. Üzerimde bir hasta önlüğüyle kucağındaki bedenimi yavaşça odanın içindeki lavaboya taşıdı. Klozetin kapağını kaldırırken, “Yere basabilecek misin?” diye sordu panikle.
Nihan, “Dikkatli ol,” dedi kapının eşiğinden. “Panik yapmadan lütfen. Basabilir.”
Bir kolumu Gurur’un boynuna sararak ayaklarımı zor da olsa yere bastım. Çıplak ayaklarımda fayansın soğukluğunu hissettim. Ayakta durmamla, bacaklarımın arasından sızanı hissetmem bir oldu. Başta panikledim, utandım, ardından Gurur’un bacaklarıma dikilen gözlerini fark edip ben de bacaklarıma baktım. Bacaklarımın arasından yavaşça akarak diz kapaklarımın içine gözyaşı gibi inen kanı gördüm.
Gurur’un kolumun altındaki ensesinin kaskatı olduğunu hissettim. Utançla, “Regl oldum,” dedim ve ağlamamak için kendimi kasarak, “Simge,” diye seslendim kapıya doğru. “Simge gelsin. Sen git, ne olursun.”
Gurur hareketsiz, sessiz, sadece bacaklarıma bakıyordu.
“Bakma,” dedim sessizce. “Simge.”
Nihan ve Simge’nin donmuş bir halde bacaklarıma baktıklarını gördüğümde, “Pede ihtiyacım var,” diye fısıldadım, dizlerim titriyordu.
Nihan sertçe, “Gurur!” diye bağırınca, Gurur irkilerek başını sağa, sola ve sonra tekrar sağa çevirerek Nihan’a, ardından hızla bacaklarıma baktı. “Kızı oturt.”
Gurur’un titrediğini o an fark ettim. Beni yavaşça klozete oturttu. Simge bir adım geri çekilip bacaklarıma baktıktan sonra, “Ped getireceğim,” diye fısıldadı ve yavaşça oradan ayrıldı.
Nihan sessizce, sanki, “Bir karar ver, ben de doktorla görüşeceğim,” dedi ama o an kendi kendime sızlandığım için bunu duymadığımı sandı. Ne söylemeye çalıştığını anlayamadım ama anlamaya çalışacak halim de yoktu. Ben klozette otururken, Gurur dizlerinin üzerine çökmüş, tek başımıza kaldığımız lavabonun ortasında, dizleri yerde, sessizce bacaklarımdan akan kanı silmeye başlamıştı. Peçeteyi bacaklarımdan kaydırıyor, yüzüme bir an olsun bakmıyordu. Utancın karnımın altında büyüdüğünü hissetsem de ağrı çektiğim için tepki veremiyordum. Gurur’un kanıma bulanan peçeteyi kenara bırakırken elinin titrediğini gördüm, yeni bir peçete parçası kopardı ve yine titreyerek dizlerimin içini yavaşça sildi.
“Bir bunu yaşamadığımız kalmıştı,” diye fısıldadım gülümserken. Aslında utancım biraz geçsin diye kurmuştum bu cümleyi ama Gurur birdenbire yüzünü dizlerime bastırdı ve hareketsizce, yüzünü benden gizleyerek öylece beklemeye başladı.
Ona bunu yaşattığım için mi bilmiyorum ama birdenbire gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Sessizce elimi saçlarına götürüp, kumral saçlarına dokunarak avucumu başına bastırdım.
Çıplak ayağıma düşen gözyaşını hissettiğimde durdum. Kumral saçlarında asılı duran parmaklarımın sızladığını hissettim. Gözlerimi ondan çekemedim ve yüzünü görememek kesinlikle eziyetti. Kanın onu tetiklediğini fark ettim. O geceden sonra bu normaldi, onu anlıyordum ve bu halde olduğu için perişan hissediyordum. Kendi kanımı görmek benim de tüylerimi diken diken etmişti. Belki bedenimde bu denli büyüklükte, şiddetli bir ağrı olmasaydı, ben de kanı gördüğümde donup kalabilirdim ama algılarım sadece hissettiğim ağrıyı ayırt edebiliyordu.
“Geçecek,” dedim, henüz kabusumun başlamadığını bile bile. Acı geri çekildiğinde, var olacak şeyin beni nasıl sarsacağını biliyordum. Şimdilik yalnızca ağrıyı hissettiğim için belki de bu kadar rahat davranıyordum. Yaşadığım şey parçalar halinde zihnimin kıyısına vurup duruyordu. Gurur alnını dizime bastırıp öylece durmaya devam etti. Kısıtlı bir şekilde aldığı nefesin geniş omuzlarını zar zor hareket ettirdiğini görüyordum. Bana bakmasını istedim ama o gözyaşlarını benden sakladığını anladım. Kendimi çok aciz ve utanmış hissetmemin yanında, bir de onu böyle görmek beni parçalamaya devam ediyordu.
Gurur, bir süre sustuktan sonra, “Affedebilecek misin beni?” diye sordu. Sorduğu sorunun içinde kaybolduğumu hissettim. Kendini her şeyin sorumlusu ilan etmesi canımı hem çok yaktı hem de içten içe öfke dolmama neden oldu. Ayak bileğimi avucunun içine hapsederken alnını dizime daha sert bastırdı ve “Sen beni nasıl affedeceksin?” diye sordu sessizce.
“Affedilecek bir şey yapmadın ki,” diye fısıldadım, sesimin zayıflığından bile kendini sorumlu tuttuğunu biliyor, olabildiğince az konuşmam gerektiğini düşünüyordum. “Baksana bana.”
Kafasını kaldırıp bana bakmadı. Sanki bakamadı. Parmaklarımı saçlarında dolaştırdım. “Neden bakmıyorsun bana?” diye sordum zayıf bir sesle.
Dudaklarını dizime bastırıp gözlerini kaldırarak bana alttan öyle bir baktı ki, kalbim gözlerinde duracak sandım. O bakıştı ki, daha önce gözlerinde bir benzerine bile rastlamamıştım.
Gözünü ayıramadığı yüzüme, şimdi bakarken utanıyor gibiydi.
Simge elinde ped ve iç çamaşırıyla içeri girdiğinde Gurur’un gözleri hala yüzümdeydi. Burnunu çekerek başını yavaşça Simge’ye çevirmeye çalıştı ama yapamadı, sadece yana doğru baktı.
Simge, “Ben hallederim Gurur,” dediğinde, Gurur sadece elini arkaya doğru uzattı. Utanarak ona baktım ama nedense ağzımı açıp tek kelime diyemedim. Simge tereddütte kalsa da başımı yavaşça salladığımda ped ve iç çamaşırını Gurur’a verdi. Gurur pedi paketinden çıkarırken elleri titriyordu. Sessizce bir ayağımı yavaşça kaldırıp iç çamaşırını yavaşça bacağımdan geçirdi, diğer ayağımı da kaldırıp çamaşırı dizime kadar çektikten sonra titreyen elleriyle pedi çamaşırıma yerleştirdi.
Tek dizini yere bastırıp yavaşça ayaklandı, ardından çamaşırımı tamamen yukarı çekerken, “Gel bana,” diyerek beni belimden narince kavrayıp yerimden kaldırdı. Tekrar kucağına almadan öncesinde gözlerimiz birleşti ve yüzlerimiz çok yakın olduğu için ela gözlerinin altında birikmiş vaziyette bekleyen büyük damlaları gördüm. Elim yavaşça yüzüne gitti, yanağında birikmiş ıslaklığı avucumun içiyle sildiğim sırada gözlerimizi birbirinden ayırarak beni yavaşça lavabodan çıkardı.
Yatağa döndüğümüzde kendimi çok kirli ve bir öncekinden daha yorgun, sancılı hissediyordum. Bacaklarımı beyaz çarşafla örterken ellerinin hala titrediğini fark ettim. Gözlerim parmağındaki yüzüğe dokundu.
“Kendimi daha iyi hissediyorum,” diye yalan söyledim, çünkü elleri titresin istemiyordum.
Gurur gözlerini bedenimde, ardından yüzümde dolaştırdı ve “Biraz daha uyumak ister misin?” diye sordu, sanki bir şeyden kaçıyordu. Yüzüne uzun uzun baktıktan sonra, “Bizimkileri görmek istiyorum, hem uykum da yok,” dedim ama hayır, uykum vardı aslında. Geceyle ilgili detayları sormaktan mı çekiniyordu? Anlatırken nasıl hissedecektim bilmesem de ona yardımcı olabileceksem her şeyi anlatırdım ama ona anlatmasam olmaz mıydı? Muşta’ya anlatmam daha kolay olurdu. Gurur’u daha fazla yıpratmaktan korkuyordum.
Simge sessizce, “Annenleri çağırayım mı o zaman?” diye sordu odanın köşesinden.
“Dangalak Yaman’ı bile çağırabilirsin, bana bir şişe su borçlu olduğunu da hatırlat kendisine,” dedim zoraki bir gülümsemeyle.
Simge başını sallarken gülümsedi ama gülümsemesi içten değildi. Herkesi yıprattığım için suçluluk duygusu midemin içinde kaynadı. Bulantı hissiyle yüzümü buruşturup çarşafı avucumun içinde sıktım. Karnımdaki yaranın sızısından ve kasıklarımdaki ağrıdan sürekli olarak bedenime sıçrayan o karışıklık hissi şimdi midemdeydi. Narkozu bünyemden atamamış olabilir miydim? Narkoz almış mıydım? Almış olmalıydım. Midem aşırı bulanıyordu.
Bulantım olduğunu gizlemeyi denedim, Gurur’un önünde kanamam başlamıştı ve şimdi de kusmak istemiyordum. Belki aramızda artık bu tür şeyleri geri plana attığımız bir bariyer kalmamıştı ama yine de çocukça bir hisle utanıyordum.
Simge odadan çıktığında Gurur sessizce, “Zeliha,” diye fısıldadı. Adımı sesinden duymak çok güzeldi ama sesi bu haldeyken duymaktan hoşlandığım söylenemezdi. Ona baktım. Bana bir mucizeye bakıyor gibi baktı ama göz bebeklerinin karasında o mucize ellerinden kayıp gidecekmiş gibi de korku vardı.
“Artık korkma.” Kurduğum cümleyle duraksayıp başını önüne eğerek sertçe yutkundu. “Buradayım ben.”
Ne tuhaftı, ona korkmamasını söylüyordum ama asıl korkan bendim, korkumun geçmesini sağlayan ise onun buradaki varlığıydı. Yanımda olmasıydı.
“Sana söylemem gereken bir şey var.”
Bu cümleyi tek seferde, mekanik bir sesle söyledi. Sanki bir robottu ve ona yazılan bir metni seslendiriyordu. Sesinde duygu yoktu, sesinde renkler yoktu; sesi kayıp ve ıssızdı.
Ona ne söyleyeceğini sormak istedim ama bir şey içimi o gece beni deşen bıçak gibi deşerek korkuyu uyandırdı. Korkuyla beraber midem daha da şiddetli bulanmaya başladı ve bulantı sonucunda Gurur’un güzel yüzünü çift gördüm. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra kirpiklerim birbirinden ayrıldı ve yeniden onun yüzüne baktım. Artık yüzü daha netti. Söyleyecekleri ise belirsizdi. Tıpkı güzel sesindeki duygular gibi.
“Söyle.”
Midemdeki bulantı çoğaldı.
“Ben sen uyurken…” Durdu, bakışları boşlukta asılı kaldı ve sanki kulağı çınlamış gibi avucunu farkında olmadan sertçe sol kulağına bastırdı.
“Gurur,” dedim saklayamadığım bir merak ve panikle.
Avucunu kulağına yaslı dururken gözlerini sıkıca yumup, derin bir nefes aldı ve gözlerini açtığında bakışları boşlukla çınlayarak gözlerime dokundu.
Zihnimin içinden yabancı bir ses, “Bir yıldız doğarken sessizmiş ama ölürken tüm gökadayı ateşe verip, bir süpernova patlamasına neden olurmuş,” dedi ve bir anı parçalar halinde kafamın içinde uçuştu.
Gurur’un gözlerine bilinmezlikle baktım.
“Bana sen uyurken dediler ki,” dedi ve birden avucunu yatağa bastırıp gözlerini gözlerimin yakınına getirdi. “Hamile olduğunu söylediler.”
Bir sinyal sesi kafamın içinde dalgalanarak kırıldı, şiddetle ve belirsiz bir şekilde çınlamalara dönüştü ve o yabancı ses, “Senin ölümün böyle görkemli olurdu,” diye fısıldadı anılarımın içinden.
Göğsümün içinde bir şey bağırdı ve bunun kalbim olmadığını anladım; bir kalp böyle şiddetli bir çığlık atamazdı. Elim farkında olmadan karnımın altına gitti, korku ve hissettiğim dehşetle birbirine karışarak her noktama eşit ve keskin parçalar olarak yayıldı. Hamile miydim? Onun bebeğini mi taşıyordum? O bıçak içime girip çıktığında, hayatım elimden kayıp gitmemişti ama merak ettiğim bir şey vardı, içimde köklenen hayat hala orada mıydı? Dehşet birden zihnimi çınlatan bir fırtınaya dönüştü. Hamile miydim? Ben mi? Bedenim titredi sandım ama sabit durduğum kesindi.
Gurur’un gözlerinin içine her nasıl baktıysam, “Hala orada,” dedi, kafamın içindeki soruları, sıkışıklığı, dehşeti görmüş olmalıydı. Elimi karnımın altına daha sert bastırdım.
Zihnimin içinde bir anı daha çatırdadı ve o yabancı ses, “Hayır,” dedi, “ben hala başlangıç noktasındayım.”
Elim karnımın altında, donmuş bir halde sadece Gurur’un gözlerinin içine bakıyordum ve kafamın içinde anılara ait sesler parçalanarak dağınık bir şekilde etrafa savrulmaya devam ediyordu. Hangi birini tutsam bilmiyordum ve elim hangisine gitse, beni kan revan içinde bırakana dek keseceğini biliyordum.
“Ben hamile miyim?” Sesim kendime yabancı geldi, dudaklarımdan kayıp giden o soru Gurur’a ulaştıktan çok sonra bana ulaştı. Kendi sesimi yadırgayarak Gurur’un gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum ne hissetmemem gerektiğini de bilmiyordum. Elim karnımın altında sabit dururken dudaklarım aralandı ve sonra geri kapandı, Gurur başını aşağı yukarı sallayıp gözlerimin içine bakmaya devam etti. Bunu bu şekilde öğrenmeyi beklemiyordum. Bunu şimdi öğrenmeyi beklemiyordum. Bunu Gurur’dan öğrenmeyi beklemiyordum.
Midemdeki bulantı artarken sadece, “Ben hamileyim,” diyebildim.
Söylediğim şey, her nedense göğsüne bir el ateş etmişim gibi sarsılarak başını önüne eğmesine neden oldu. Bu habere benden çok onun sevinmesi gerekmez miydi? Korkması, belki de kaçması gereken ben değil miydim? Anlamlandıramadım ve her şey kafamın içine saçılarak bir kaos doğurdu. Hamilelik kendim için beklediğim şeyler arasında sonlarda yer alıyordu; bazen düşünüyordum, çocukça bir istekle bunu arzuluyordum, bazen içinde bulunduğumuz durumları hatırlıyor ve geri çekilerek bu düşünceyi kafamın içinde karanlık bir yerde saklıyordum. Şimdiyse bu isteğin içindeydim, önümde duruyordu, uzansam ona dokunabileceğim kadar yakınımdaydı ama Gurur mutlu görünmüyordu. Tüm bunların nedeni kendini suçlu hissetmesinden miydi? Tüm bunların nedeni yaşanan o geceden sonra öğrenmiş olmasından mıydı? Hissettiği suçluluk ve karmaşa mı onu bu duruma getirmişti?
Elim onun yüzüne giderken korku göğsümün içinde büyümeye devam ediyordu. Parmaklarım yanağına temas ettiği anda, sadece onu rahatlatma isteğiyle, kendi kafamda patlak veren kaosu bir kenara iterek, “Senin çocuğuna hamileyim,” diye fısıldadım. Fısıldadığım şey kafamın içinde esti, beni devirdi, kaosu büyüterek gölgesini üzerime çöktürdü. Korku çok şiddetliydi, hissettiğim ağrının önüne geçebilecek kadar şiddetliydi. Yaşadıklarım kafamın içinde etrafa çarpılan biblolar gibiydi, her biri bir duvarda patlıyor, kırıkları yere saçılıyordu ve o kırıkların ortasında bir puset karanlığın içinde öylece duruyor, pusetin içinde bir bebek ağlıyordu. Korku daha da büyüdü. Ben bunu kaldırabilecek biri miydim? Gurur’a tutunmak istedim. Patlayan kırıkların üzerinde yürüyüp o pusete ulaşmak, dizlerimin üzerine çökmek ve o bebeği kucağıma almak istedim.
Gurur gözlerimin içine öyle uzun baktı ki onun da korkularını gördüm. Oysa korkan ben, havalara uçan o olmalıydı ama tam tersini yaşıyor gibiydik. Ben çok korkuyordum, ağrılarım dindiğinde zihnime zuhur edip beni sakat bir yırtıcıymışım gibi karanlık ormanın ortasında tek bırakacak travmaların tamamından korkuyordum ama bir yanım şiddetle bu gerçeğe tutunmaya çalışıyordu.
“Babama nasıl söyleyeceğiz?” diye sordum onu güldürme ihtiyacıyla, oysa yastığa kapanıp bağırarak ağlamak, korkumu ifade etmek, sonra da korkunun içimde buruk bir sevince evrilişini hissetmek istiyordum. Gurur’a bakarken bunlara hakkım olmadığını hissettim. Bir çocuk gibi köşeme saklanıp onu bu kaosun içinde yalnız bırakamazdım. Karanlığın ortasında duran puset ona doğru yürümemi istiyor gibi ışıldıyor, pusetin içinde bir bebek sessizce ağlamaya devam ediyordu.
Gurur, “Zeliha’m,” dediğinde kalbim birden korkuyla gümledi. Yüzüne koyduğum elimin üzerine büyük avucunu kapatıp gözlerimin içine korkularımın büyümesine neden olacak bir hüzünle baktı. “Bir karar vermek zorundasın.”
Duraksadım, birden kaşlarımı çattım ve bedenimdeki ağrının arttığını hissetsem de aldırış etmeden, “İstemediğimi mi düşünüyorsun?” diye sordum, bu soru bir şekilde onu daha da hırpaladı. “Neredeyse korkuyorsan aldıralım diyecek gibisin.”
Bu cümle dudaklarımdan buz gibi bir sese tutunarak döküldüğünde kendime hayret ettim. Korku dimdik durmuş, kara gölgesini üzerime düşürmüştü ve endişeler içimde bir girdap gibi dönmeye başlamıştı. Ne istediğimi biliyordum ama ne istemediğim kesindi: Onu yok etmek istemiyordum. İçime bir can üflenmişse, onu doğururdum. Yine de Gurur’u anlıyordum. Hazır olmadığımı düşünmesi çok doğaldı. Yaşananların lekesinin ruhumda kalacağını biliyordum, o da biliyordu; kaçacağımı sanıyor olmalıydı ama hayır, buradaydım, savaş meydanındaydım ve sonucu ne olursa olsun savaşabilecek biri olduğuma inanıyordum.
Yapabilirdim. Elbette kolay olmazdı ama Cenan yapmıştı, ben de yapabilirdim. Yapılamayacak şey değildi. Gurur vardı. Gurur varsa, ben her şeyin üstesinden gelebilecek güçte bir kadın olabilirdim.
“Öyle değil, iki gözüm,” dedi Gurur, bir nefese sığdırdığı cümle beni durdurup gözlerinin içine bakakalmama neden oldu. “Öyle değil.”
“Babamdan mı korkuyorsun?” diye sordum, sorduğum her soruda biraz daha çaresiz hissediyordum. “Durumum yüzünden hala kendini mi suçluyorsun?” Sorularıma verecek bir cevap arıyor gibi gözlerimin içine bakıyor ama sanki bulduğu her cevap onu daha karanlık bir yere sürüklüyordu.
“Zeliha,” dedi sonunda. “Bir karar vermek zorundasın çünkü… Düşük tehliken çok yüksek ve… Eğer gebelik sonlanmazsa sana zarar verebilirmiş.” İki sık nefese sığdırdığı cümleler onun dudaklarından kara zorla çıkıp gitti ama benim içime çok çabuk bir yıldırım olup düştü. Gurur’un gözlerine her nasıl baktıysam avuçlarını yüzüme yerleştirdi ama gözlerimdeki o bakış silinmedi. İçimde muhakkak bir şeyler silindi ama gözlerimden o bakışı silemedim.
Zihnimin içindeki o yabancı ses bana ulaştı ve bir anı daha kırık parçasını boğazıma yaslarken, “Artık yolu bensiz de bulabilirsin,” diye fısıldadı.
Gurur, “Özür dilerim,” diyerek yüzümü daha sert avuçladığında tek yaptığım yardım dilenen gözlerle gözlerinin içine bakmaya devam etmek oldu. Bana şaka yaptığını söylemesine ihtiyacım vardı. Bunu duymamış sayılmak istiyordum. Böyle bir şeyin içine uyanmış olduğum gerçeğini yeryüzünden silebilecek bir şey olsun istiyordum.
“Sana yanlış bilgi vermişlerdir,” dediğimde bir an bakışları yüzümün tam ortasında donup kaldı. “Muhakkak bu yanlış bir bilgidir.” Elini tutup yavaşça yüzümden çekmesini sağladım. “Saçmalama,” dedim, neredeyse kahkaha atacaktım ama bedenimdeki ağrı buna engel oldu. “Doğru dürüst dinlememişsindir doktoru sen.” Yavaşça başımı yana çevirip yanağımı yastığa bastırarak karşımdaki duvara diktim. “Git biraz uyu sen, uykusuzluktan duyduğun şeyleri anlayamamışsındır.”
Gurur yavaşça elini alnıma yerleştirip, “Zeliş’im,” dedi ama ona cevap vermeden beyaz duvarı izlemeye devam ettim.
Gözlerim birdenbire yanmaya başladı. Herhalde floresanlardan kaynaklıydı. Beyaz ışığı da hiç sevmezdim ben zaten. Titreyen nefesini duydum, boğazından kayıp giden yutkunuşun sesini duydum ama daha net bir ses vardıysa eğer, bu benim kalbimin içindeki aynanın yere düşerken çıkardığı sesti. Gurur uyumalıydı. Duyduklarını yanlış yorumluyordu. Yorgunluk ve korkudan ne dediğini bilmiyordu. Delirmişti herhalde. Eli yüzüme kaydığında kaşlarım çatıldı, duvara dik dik bakmaya devam ettim. Gözlerim daha da yandı. Floresanların beyaz ışığı amma da rahatsız ediciydi.
“Zeliha’m,” dediğinde sesi öyle çok yerinden çatladı ki, sanki sadece ismimi değil, binlerce cümleyi içinde taşıyor gibi çok yerinden çatladı.
Kapı tıklatıldı ve açıldı. Gözlerimi beyaz duvardan ayırıp gelen kişiye bakmadım bile. İçeri giren kişinin annem olduğunu hissettim, kokusundan anladım. Sonra içeri yengem de girdi, sesini duydum ama gözlerimi duvardan ayırmadım. Gurur elini yavaşça yüzümden çekti ve büyük ihtimalle anneme doğru baktı.
“Anne,” dedim gözlerimi duvardan ayırmadan. “Ona söyle gidip uyusun. Halüsinasyon görüyor.”
Annem duraksadı. “Ne oldu?” diye sordu ve bakışlarının Gurur’a döndüğünü hissettim.
Gurur hiçbir şey söylemedi ama doğan sessizlikten, annemin bir şeyleri anladığını fark ettim. Belki de Gurur gözleriyle ona bir şeyleri izah etti. Annem birden saçlarıma dokununca sıçrayacak gibi oldum. Gözlerimi duvardan çekip, buz gibi bakışlarımı anneme doğrulttum. Gözlerinin dolu olduğunu gördüm.
Elim farkında olmadan karnımın altındaki yerini tekrardan aldı, buz gibi bir ifadeyle annemin dolu gözlerine bakmaya devam ettim. Konuşmasını istemediğimi, saçmalayacak olursa kalbini kıracağımı gözlerimle ona gösterdim; ona bunu sundum. Annemin çenesi titrerken, “Güzel Zeliha’m,” diye fısıldadı ve kalbimin büyüyerek göğsümün içini doldurduğunu hissederken kaşlarımı daha sert çattım. Eğilip alnımı öptüğünde tepkisizdim. “İyi olacaksın annem.”
“İyiyim ben zaten,” çıktı ağzımdan, sesimin sert gelmesine engel olamadım. Bu insanlar benim uyuduğum süre zarfında kafayı falan mı yemişti? Herhalde biliyordu. Elbette bilecekti. Hamile olduğumu doktorlar onlardan gizlemiş olmazdı. Yine de “Okuluma engel olur sanıyorsan eğer, olmaz. Bu şekilde olsun istemezdim, böyle öğren istemezdim ama,” diye söze girdiğimde annem daha şiddetli ağlamaya başladı ve sarsıldım. “Sen de mi istemiyorsun onu?”
Annem birdenbire dondu kaldı. Geri çekilip gözlerimin içine yakarışı anımsatan paramparça gözleriyle baktı. Gurur’un yatağın kenarına tutunduğunu hissettim ama başımı çevirip ona bakmadım.
“Ben senden gelecek her şeyi istemem mi sanıyorsun?” Yüzümü okşayınca başımı geri çekmeye çalıştım. Anneme ısrarcı gözlerle, daha dik baktım. Ne diyordu bunlar?
“Uyuyacağım,” dedim buz gibi bir sesle.
Yengem, “Zeliş, güzel kuzum,” dediğinde, hissettiğim krampı onlara göstermeden, “Uyuyacağım,” diye bastırdım.
“Gülbahar, çıkalım,” dedi yengem sessizce. Gücenmiş miydi? Umurumda değildi. Uykum vardı. Floresanlar da gözlerimi acıtmıştı. Annem ağlamaya devam etti ve yengem elini onun omzuna koyup onu yavaşça kapıya yürüttü. Eğer yapabilsem, döner, bir cenin pozisyonu alır, küçücük kaldığım yatakta herkesten ve her şeyden, özellikle de bu beyaz floresandan saklanırdım. Elim karnımda, başımı yana çevirip yastığa bastırarak gözlerimi yumarken, “Uyuyacağım Gurur,” dedim.
Çıkar gider sandım ama çıkmadı. Yüz ifadesini görmedim. Kelimelerini duymadım, çünkü sesi bile çıkmadı. Sadece gidip tekli koltuğa oturdu ve gözlerim kapalıyken, başım ona dönük değilken bile beni izlediğini hissettim.
Gözlerim kapalıyken bile floresanlar gözlerimi yakmaya devam etti. Uyursam geçerdi. Uyandığımda geçecekti. Sımsıkı kapalı kirpiklerimin arasından sızan gözyaşının beyaz yastığa düştüğünü hissettim. Uyuyacaktım ve geçecekti.
Geçmedi.
Gözlerimi birdenbire açıp, “Kendi düşmediği sürece, kendi gitmeyi seçmediği sürece!” diye bağırdım birden öfkeyle, “Çıkar onu içimden çıkarabilirsen!”
Gurur oturduğu yerden hışımla kalktı, doğrulmaya çalıştığım için panikleyerek ellerini omuzlarıma yerleştirdi ama ben durmadım. “Nasıl bunu söylersin bana?” diye çığlık attım öfkeyle. “Bana nasıl karar vermelisin dersin! Benim kararımı bilmiyor gibi! Kararımı bilmeyecek gibi!”
“Zeliha,” dedi korkuyla, sessizce.
Histerik bir şekilde gülüp, “Kararımı bilmeyecek gibi!” diye bağırdım.
“Zeliha, ben mutlu muyum?” diye sordu, fısıltı gibi gelen sesine karşı öfkem daha da büyüdü. “Senin iyiliğin için canımı veririm, bilmiyor musun?”
“Canını verirsin?” Korkuyla sarsıldım. “Dokunma bana!” Elini itip kıvranarak dokunuşundan kurtulmaya çalıştım. Çırpınışım onu daha da panikletti. “Bana canını vermen için karar vermemi söylüyorsun! Canını!”
“Dur!” Kollarımı daha sıkı kavradı. “Dur, yalvarırım. Dur! Düşüğü kaldıramazsın!”
“Bunu kaldırabileceğimi düşündüren ne?” diye çığlık attım.
Odanın kapısı birden duvara çarparak açıldı. Gurur titreyen elleriyle beni yatağa yatırmaya çalışırken hemşirelerin ve tanıdığım birkaç kişinin varlığını hissettim ama gözlerimi Gurur’un ela gözlerinden ayırmadım. Bir hemşire göğsüme bastırıp beni yatağa sabitlemeye çalıştı ama durmadım, durduramadım, histeri içimde ateş topu gibi büyüdü.
Gurur geriye sendeleyip, açık duran avuçlarıyla bana bakakaldı. Kan çanağı olduğunu bildiğim gözlerimi açabildiğim kadar iri açıp, “Defolun gidin!” diye bağırmaya başladım. “İçimde, hala içimde! Orada benimleydi!” Gurur bir an duraksadı, titreyen elleri hala açık bir şekilde duruyordu.
Babam, “Zeliha!” dediğinde korkuyla ona doğru çevirdim başımı.
“Baba,” dedim ağlayarak. “Baba, gitsinler!”
Babam ellerini kaldırıp beni sakinleştirmek ister gibi temkinli bir şekilde bana yaklaşırken, “Babam, iyiliğin için, iyiliğin için babam!” dedi korkuyla. Gözlerim daha da irileşti, gözyaşları arka arkaya kırpmadığım gözlerimden akarken onun da bildiğini anladım ve sarsılarak, “Ne iyiliği?” diye çığlık attım.
Babam yüzümü avuçladı ve iki hemşire beni yatağa bastırdı. Babam dehşetle irileşmiş gözlerime baktı ve sonra eğilip dudaklarını alnıma bastırdı. “Dinle beni,” diye fısıldadı. “Sakinleş.”
“Sen benim babamsın,” dedim iri gözlerle. “Beni koruman gerek.” Delirmiş gibi kurduğum cümlenin babamın gözlerini yummasına neden oldu.
“Babanım, işte bu yüzden söylediğin gibi, seni korumak zorundayım.”
“Beni…” Başımı birden Gurur’a çevirip, bilincim kapanmadan önce kalan son canımla, “Sen onun babasısın!” diye çığlık attım. “Onu korumak zorundasın!”
Ay da sönse, güneş de donsa, ben de ölsem, sen onu korumak zorundasın.
🎧: Dedublüman, Bir İhtimal Halim