Gelinciğin, askerlerin ölmeden önce gördükleri son çiçek olduğunu biliyor muydun?
Bu yüzden ona asker çiçeği dendiğini…
Ve yine gelinciğin, yarını olmayan bir çiçek olduğunu…
Bunları biliyor muydun?
Onun hayatına girdiğimde, bana ilk kez Dağ Gelinciği diye seslendiğinde, yaşananların onun gözlerinin elasına bulaşmış yeşil ormanın derinliklerine bir nefes gibi çekilerek göz bebeklerinin karasına hapsolacağını bilmiyordum. Gelincik benim için doğru bir tanımdı belki de.
Japonlar gelincik için şöyle derlermiş: Gelincik insan ömrü gibidir. Dünü vardır. Yaşamıştır. Bugünü vardır. Yaşıyordur. Ama yarını belli değildir.
Yani yarını olmayan gelincik, beni en iyi anlatan çiçekti belki de. Gurur bunu bildiği için mi bana öyle seslenmişti yoksa bu sadece acı bir denk geliş miydi? Bunu bilmiyordum.
Şimdi içimde bir gelincik yetiştiriyordum. Dünü vardı, ben uyurken bile içimde yaşamıştı. Bugünü vardı, hala içimde yaşıyordu ama yarını belli değildi. Onun yarını olmamasından korkuyordum.
İçimde yarını olmayan bir çiçek mi yetiştiriyordum?
Hayatın okuduğum romanlardan farksız olduğunu fark etmiştim aslında. Bir sonraki sayfada senin neyi beklediğini bilmiyordun. Tek bir fark vardı, kitabı okurken nefes alman gerektiği anlarda kaldığın sayfaların arasına bir ayraç koyabilirdin ama hayat öyle değildi, arasına bir ayraç koyup nefes almak için duramıyordun. Zaman akıyor, hayat kaldığı yerden devam ediyordu ve bir sonraki sayfaya geçmek zorunda kalıyordun. Hayatımın bir sonraki sayfasından korktuğum bir andaydım.
Ağrılar ruhsal hezeyanıma bir süreliğine ket vurabilir sanmıştım ama şimdi hissettiğim ağrıların yanına bir de zihnimdeki sarsıntılar eklenmişti. Yine de birdenbire bana çarpan bu gerçek, sonsuz süreceğine inandığım bir uykudan uyanmak gibiydi.
Şimdi öfkeliydim. Şimdi tükenmiştim. Şimdi ruhum bedenimin içinde değildi ama tüm canlılığımla burada, kendi hayatımın içindeydim. Peki ruhum neredeydi? O karanlık odada, hala cenin pozisyonunda uzanıyor ve o yabancının sesinden bir masal mı dinliyordu? Farkındalık damarlarımı yakıp yıkarak ilerledi, gözlerimi açtığımda uyandığımın hayatımdan fazlası olduğunu, bir kabus olduğunu fark ettim ve durmadım. Artık duramazdım. Verdikleri sakinleştiriciler ya da ağrılarımı ehlileştirmek için damarlarıma salınan ağrı kesiciler; tüm bunlar etkisiz elemana dönüştüler. Merkezime yıldırım gibi düşen acının sebebi ne karnımdaki bıçak yarasından kaynaklıydı ne de günler sürdüğünü fark ettiğim uykunun bedenime bıraktığı yorgunluktandı. Merkezime yıldırım olarak düşen ağrı Gurur’un sesinden duyduklarımdandı.
Tavandaki ışıkları çift gördüğümü hatırlıyorum. Uzandığım yerde alnımda damlacıklar şekilde kabaran soğuk terin farkındaydım. Zihnim bulanıktı ama çektiğim acı çok gerçekçiydi ve net bir şekilde görüyor, duyuyor, hissediyor, deneyimlemekten öteye geçerek o acıya dönüşmüş hissediyordum.
Hazır olmadığımı bildiğim ama yine de çocukça hayallerini kurduğum o gerçeğin içine uyanmayı beklemiyordum. Önceden olduğum Zeliha olmaya devam etseydim, bu gerçeği ilk duyduğumda örtünün altına saklanır, bu gerçekten kaçmaya uğraşırdım belki. Şimdi ise anlam veremediğim bir duygu göğsümün ortasında beklenmedik şekilde hüküm sürmeye başlamıştı. Bu duygunun adı neydi bilmiyordum, neden içimde bu kadar net bir şekilde hükmünü ilan etmişti bilmiyordum. Sadece hissediyordum. Koruma içgüdüsü tüm bedenimi etkisi altına alarak ağrıların önüne geçmişti.
Korktuğum bir şeyi delice kucaklamak, korumak, herkesten ve her şeyden kaçırarak güvenli bir alana götürmek istiyordum. Tavana bakarken kanı gördüm, bıçağın soğukluğunu hissettim ve biri mavi diğeri yeşil olan gözler gözlerime saf bir gerçekle tutundu. Beni öldürmek için gelmişti. Belki beni öldürememişti ama içimde yer edinen bir parçayı öldürmek üzereydi. Titreyerek doğrulup kalktım. Doğrulduğum için karnımdaki ağrı göğüs kafesimden yukarı tırmanarak soluk boruma sert bir nefes sapladı. Dışarı dökülen nefesin ardından bakışlarımı Simge’ye çevirdim. Gözlerimin içine dikkatle bakıyordu ve hissettiği panikten olsa gerek birdenbire ayaklanmıştı.
“Bu kadar ani hareketler yapmamalısın,” dedi yumuşak bir sesle. Bana bilerek hassas yaklaştığını fark ettim. Yüzüne dikkatle baktıktan hemen sonra, “Gurur nerede?” diye sordum ve cevabı korkularımı dev bir dalga boyutuna ulaştırdı: “Doktorun yanında.”
Elim ben fark etmeden karnımın altındaki yerini aldı.
Korku içimde çatırdayan bir ateşti. Farkındalık o ateşin etrafında dolaşıyor, ateşten kaçamadığı için tutuşuyor, küle dönüyordu. Zihnimin içine çekildiğimi hissettim ve birdenbire o karanlık gecenin içindeydim. Biri mavi, diğeri yeşil gözler gözlerime tüm gerçekliğiyle bakıyor, bıçağın soğuk ve keskin yüzeyi karnımı yararak içime saplanıyordu.
Ayaklarım yere temas ettiği anda zihnimin içinden geri itilerek dışarı fırlatıldım. Simge kolumu tutup, “Hayır,” diye karşı çıktı. “Ne yapıyorsun sen?”
“Yavrum biraz su iç,” diyerek içeri giren Yener, elinde tuttuğu cam su şişesiyle gözlerimin içine bakakaldı. Simge önce Yener’e, ardından bana baktı ve “Zeliha, uzan, yalvarırım,” diye fısıldadı. Yener beni yeniden ayaklanmış görmeyi beklemediği için tedirgin bir şekilde odanın içinde ilerledi. Cam su şişesini sehpanın üzerine bıraktıktan sonra bana doğru dönüp, tereddütte kalmış bir sesle, “Zeliş,” dedi, “böyle ani hareketler yaran için iyi değil.”
“Bana sen mi söylüyorsun bunu?” diye sorduğumda elini ensesine götürüp sert bir nefes verdi. Hiçbir şeyin altında kalmayacağımın farkına varmıştı, kafamın içindeki karmaşanın dışarı kamçı gibi uzandığını da görüyordu. Benimle nasıl diyalog kurması gerektiğini kestiremediğini fark ettim, umurumda olduğu da söylenemezdi.
Gerçek birdenbire titrememe neden oldu. Kollarımı bedenime sardım, güçsüz bir şekilde kendimi kucakladım çünkü anladım ki, uyandığım kabusta kendime sarılmazsam, kimse bana sarılıp geçeceğini söylemeyecekti. Çünkü benim kabul edemediğim ama herkesin farkına vardığı bir şey vardı: Geçmeyecekti.
“Gurur’a kızgınsın,” dedi Yener sessizce, bunu çok uzun süre sustuktan sonra birdenbire söylemişti. Söylediği şey durup onun gözlerinin içine kırık bir cam parçası gibi bakmama neden oldu. “Zeliha, ölüyordun.” Bana bir adım atınca kendime daha sıkı sarılıp titreyerek Yener’e baktım. “Hatta ölmüştün.” Söylediği şey, bir tokat olup yüzüme çarptı ama acısını yüzümde değil, ruhumda hissettim. “Ölmüştün, herkes vazgeçmişti, herkes bittiğini düşünmüştü. O anlarda senden vazgeçmeyen tek bir kişi vardı.” Gözlerinin içine dolu gözlerle baktım. Yener tam önümde durdu, yavaşça eğilip avucunu omzuma koydu ve dokunuşu beni ürpertti. “Gurur senden vazgeçmedi.”
Bedenime sarılı kollarımdan birini aşağı kaydırıp, avucumu karnımın altına bastırırken, “Ondan niye vazgeçiyor?” diye sordum titreyen, kaybolmuş bir sesle. Ardından hüngür hüngür ağlamaya başladım. Yener karşımda bir ceset gibi buz kesti, gözlerimin içine saklayamadığı büyük bir acıyla baktı ama dudakları hissettiklerini ifade edecek herhangi bir cümle veya öylesine tek bir kelime için bile aralanmadı. Hıçkıra hıçkıra, her şeyi elinden alınmış, evinin kapısı yüzüne kapanmış, kalabalık bir pazar meydanında annesini kaybetmiş küçük bir çocuk gibi ağladım. “Neden herkes ondan vazgeçmemi istiyor?” Çaresizce Yener’in gözlerinin içine bakarken sayısız gözyaşı gökyüzünü terk eden yıldızlar gibi gözlerimin çukurundan yanaklarıma kayıyordu. “Ben ölmüşüm. O benden vazgeçmemiş. O ölmedi. Ondan neden vazgeçiyor?”
Yener’in gözlerinin içinde kendi paramparça olmuş yansımamı gördüm. Ağzını açıp tek kelime edemeden, avucu hala omuzumda sabit dururken gözlerimin içine hissettiği şaşkınlık ve yıkımla baktı. Farkındalık bir anlığına ona da dokundu. Bunu hissettim. Kimsenin görmediği, benim gözlerimi kapatsam bile görmeye devam edeceğim o gerçeği Yener bir anlığına da olsa gördü.
Simge sessizce, “Düşüğü kaldıramazsın,” dediğinde bakışlarım hala Yener’in gözlerindeydi. Ağlamaya devam ediyordum. Hıçkırdığımda karnımdaki acı tüm bedenime uyarıcı sinyaller yolladı ama aldırış etmedim.
Yener’in gözlerinin içine bakarken Simge’yi titreyen bir sesle yanıtladım. “Kürtajı kaldırabilirim, öyle mi?”
Yener gözlerini sıkıca yumarak söylediğim gerçekten uzaklaşmaya çalıştı ama uzaklaşamazdı; tıpkı ben gibi, onlar da benim gerçeğimin tam ortasında duruyorlardı.
“Gurur iyi değil,” dedi Simge yavaşça. “Ona kızgınsın biliyorum ama Zeliha, yemin ederim o iyi değil.” Simge’nin kurduğu cümleler kafamın içinde birbirine değen domino taşları gibiydi ve sonunda öne doğru hızla yıkılmaya başlamışlardı. Bunu biliyordum. Zaten görmüştüm. “Sensizliğin ona ne yaptığını gördüm. Sensizlik ihtimalinin o adama ne yaptığını gördüm.”
“Bensiz kalmamak için canımı yakmaya hazır olduğunu söylüyorsun,” dedim, bu bana ait bir cümle gibi değildi; ben böyle cümleler kurmazdım. Acı birdenbire dilimin üzerine zehrini yaymıştı. Durdurmak istedim ama içimdeki kaos çok büyüktü, etrafa saçıldığında yaratacağı tahribatın da büyüklüğünün farkına varmıştım. “Ne istediğimi bilmiyor olabilirim Simge,” diyerek gözlerimi kuzenime çevirdim. “Ama ne istemediğimi biliyorum.” Avucumu karnımın altına bastırdım. “Gitmesini istemiyorum. Ona bunu yapamam. Bunu kaldıramam.”
“Kanamam oluyor, düşük yapmıyorum,” diye kestirip attım ve başım döndüğü için gözlerimi yumdum. Yener beni omuzlarımdan tutarak yavaşça yatırmaya çalıştığında omuz silkerek dokunuşundan arındım. “Benden bunu nasıl istersiniz?” diye fısıldadım ama sesim bana çok uzaklardan geldi.
Yener ve Simge bir şeyler söylediler ama o andan itibaren duyduğum tek şey, yüksek bir sinyal sesiydi. Gözlerim boşlukta, yüzümde kayıp gitmeyi sürdüren onlarca yaşla öylece durup sinyal sesini dinledim.
Bir karar vermem gerektiğini biliyordum. Bu kararı etrafımı sarmış akbabalar gibi beklediklerini biliyordum. Kararım geride bir leş bırakacaktı. Korkuyla sarsıldım. Kollarımı karnıma sarıp boşluğa bakmaya devam ettim. Bunu, içmem için getirdikleri çorbaya kaşığı sokup, ağzıma uzatan annemi karşımda görene kadar sürdürdüm.
“Aç ağzını,” dedi annem sessizce.
Dudaklarım aralandı, çorbadan bir yudum içtim. Annem kaşığı geri çekip karton kasenin içine soktuğunda bakışlarım ısrarcı bir şekilde annemin yüzünü aşındırıyordu. Annemin benimle göz teması kurmamaya çalıştığını fark ettiğimde bakışlarım daha da ısrarcı bir noktaya sürüklendi.
“Bakma bana öyle,” dedi annem sonunda, sesi titremişti. Kaşığı dudaklarıma yaklaştırdığında ağzımı çorbadan bir yudum almak için değil, konuşmak için açtım.
“Beni seviyorsun,” dediğimde duraksayarak çökmüş yüzüme baktı.
“Çok seviyorum.”
“Canını da verirsin benim için,” dediğimde kaşığı yavaşça kasenin içine geri bırakarak gözlerimin içine, ruhuma baktı. Oradaki enkazı gördü, kulağımda çınlayıp duran sesleri duydu; hissettiklerimin farkına vardı.
“Bir kez olsun düşünmem,” dedi.
“O zaman beni anlıyorsun.”
Annem uzun uzun gözlerime baktıktan sonra, “Annelik hissi gelmiş sana, ben nasıl koparayım alayım bunu kalbinden senin?” diye sordu sessizce.
“Ne istiyorsun benden Zeliha?” diye sordu annem yakarır gibi. “Göz göre göre seni bilinmez bir yola mı sokayım annem ben?”
“Yardım et bana,” dedim elini daha sıkı tutarak.
“Doktor dedi ki…”
“Doktor sürekli bir şeyler söylüyor,” dediğimde gözlerini yumdu. “Öldüğümü de söylemiş size. Ölmedim.”
“Ölmedin evet ama bizi öldürdün,” diyen kişi babamdı, ne zaman içeri girdiğini anlayamadım ama annemin elini bırakıp sessizce başımı önüme eğdim. Babam çenemi tutup havaya kaldırıp ona bakmamı sağladı. “Ne istiyon sen bizden?” diye sordu. “Ne istiyon kızım sen bizden? Öleyim mi babam ben kahrımdan? Deli mi olsun o çocuk senin kahrından babam? Sen ne istiyon bizden?” Gözlerime dolan yaşlar orada kaldılar sandım ama çeneme birdenbire akıp gittiler. Babama bakmamak için gözlerimi boşluğa çevirdim ve babam çenemi daha fazla yukarı kaldırdı. “Bak bana,” dedi yakarır gibi. “Bak bana babam, katil değiliz biz. Senin yavrunu elinden almaya çalışmıyoz babam biz.” Gözlerim babamın mavi gözlerine dokundu; kendimi durduramayıp içli içli ağlamaya başladım. “Eziyet ediyon bize, eziyet ediyon kendine, biliyom babam çok zor, biliyom. Allah bir can üfledi içine, biz sana vazgeç diyoz, biliyom, ben daha kalbi atmamış sabiye kıyacak kadar canavar mıyım? Ben katil miyim babam?” Yüzümü avuçlarının içine aldı. “Seni düşünüyom ben. Kızımsın sen benim. Gözümün ilk ağrısısın. Ben seni düşünmek zorundayım.”
“Oğlumu neden kimse düşünmüyor?” diye fısıldadığımda babam birden dondu kaldı. “Herkes niye sadece beni düşünüyor?”
“Oğlum mu?” diye sordu babam sessizce.
Sadece babamın gözlerinin içine baktım. Bir başkaldırı ve durduramadığım bir keskinlikle. Yanacağımı ve hatta olduğum yerde küle dönüp, külden ibaret kalacağımı bilsem de içimdeki bu hissi görmezden gelmeyecek, doğru bildiğimin peşinden gidecektim.
Babam elini dizime bastırdı ve sustu. Artık konuşabileceği hiçbir şey kalmadığını biliyordu. Ne söylerse söylesin ağlayarak tam tersini savunacağımı iyi biliyordu.
“Söyle baba Gurur’a,” dediğimde o kadar uzun süre susmuştuk ki geçen zamanın farkında bile değildim. Zaman algım yoktu. “Ne olursun söyle, yalvarıyorum sana. De ona. O beni anlamadı, beni sen de anlamamazlık etme, beni bari sen anla.”
Babam susup gözlerimin içine baktı. Sadece baktı ama ne olumlu ne de olumsuz hiçbir şey söylemedi. İçimdeki korkunun biraz daha büyüdüğünü hissetsem de bir şey diyemedim. Çaresizce çırpınıyor ama kimse tarafından görünmüyordum.
Gurur yanında doktorla içeri girdiğinde yüzümün bembeyaz kesildiğini hissettim. Kendimi bir aynada görmüyorsam bile ne halde olduğumu tahmin edebiliyordum. Korkuyla yatağın bir köşesine sinip doktorun gözlerinin içine baktım. Doktor, elinde bir tomar kağıtla bana yaklaşıp, “Bugün nasılsın?” diye sorduğunda gözlerim hemen doktorun çaprazında duran Gurur’a dokundu. Bakışlarını bana değdirmiyordu, sanki değdiremiyordu. Bana baksın istedim. Gözlerime baksın, beni görsün istedim ama o benden saklanmaya devam etti.
“İyiyim ben,” döküldü dudaklarımdan. Doktorun bakışları yüzümden sıyrılarak babama çevrildi. Aralarında geçen bakışmaya tanık olmak istemedim. Gözlerim hala Gurur’daydı. Ayakta dimdik duran sadece oydu ama yine sadece o yerde, dizlerinin üzerinde gibiydi. Gözlerini gözlerime değdiremedi.
Evet, dimdik durdu ama aslında dizlerinin üzerindeydi.
Doktor derin bir nefes aldıktan sonra, “Zelihacığım,” diyerek söze girdiğinde çarşafı avuçlarımın içine alıp sıktım ve gözlerimi Gurur’dan ayırıp doktora çevirdim. Doktor bakışlarım karşısında rahatsızlık duymuş gibi yutkunup kaşlarını kaldırarak elindeki kağıtlara baktı. “Gebeliğinin beşinci haftasına girmişsin.”
Çarşafı daha sert kavrayarak doktorun gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Öyle bir bakıştı ki bu, sanki uzanıp ruhundan büyük bir parça koparacak gibiydim. Doktor boğazını temizledikten sonra, “Riskleri konuşmuştuk,” dedi ama duyduğum sadece sinyal sesi olduğu için söylediği hiçbir şey kafamın içinde barınmamıştı. “Bu sürecin senin için ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsun. Böylesi büyük bir düşük riski varken…”
“Bir şey yap,” dedim doktorun gözlerinin içine bakarak ama bunu doktora değil, ona söylüyordum. Doktorun karşımda donup kaldığını fark etsem de aldırış etmeden çarşafı daha sıkı kavradım ve “Bir şey yap!” diye yakardım. Gözlerimi yavaşça Gurur’a çevirdiğimde, evet, işte şimdi doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Başına bir kılıç vurulacak, başı boynundan ayrılacak olsa kafasını kaldırıp bana bakamayacağını sanıyordum ama gözlerini ayıramadan beni izlemeye başladı. “Bir şey yap,” diye fısıldadım. “Ben seni bırakmadım, sen de onu bırakma.”
“Zerda.” Bin ağlayan görse birinde çatlamazdı sesi belki ama benim bir gözyaşıma paramparça oldu.
“Bir şey yap.”
Bana doğru bir adım atıp, “Çıkın dışarı,” dedi tek nefeste.
“Yalvarırım,” diye fısıldadım Gurur’un tişörtünü avucumun içine alıp kumaşın soğukluğunu avucumun içinde sıkıca kavrarken. “Bir şey yap.”
Doktor ağzını açacak oldu ama babam sadece başını sola doğru yatırarak doktora kapıyı gösterdi ve birlikte sessizce odadan çıktılar. Gurur tam önümde dururken yüzümü karnına bastırıp, tişörtünü avucumun içinde daha sıkı kavradım ve “Beni koruduğun gibi lütfen onu da koru,” diye fısıldadım zayıf bir sesle. “Bunu kaldıramam Gurur.”
“Seni koruyabildiğim gibi mi?” Sesi bir makineden yükselmiş gibi donuk yükseldiğinde titredim ama ondan ayrılamadım, yüzümü karnına iyice gömüp tişörtünü koparacak gibi sıktım. “Seni koruyabilseydim sen şu an burada durmuş bana bunun için yalvarıyor olacak mıydın?”
Diğer avucumu güçsüzce kaldırdım, damar yolum hala açıktı ama bileğime bağlı bir serum yoktu. Yumruğumu sertçe göğsüne vurdum ve o vurduğum göğe sığınmaya devam ettim. “Beni korudun,” dedim dudağımı büke büke. “Onu da koru.”
“Kendine gel artık.” Bu cümleyi böylesine keskin, içimi deşip dışarı kan leş içinde çıkan bir bıçak gibi duymayı beklemiyordum. Belki duyardım ama onun dudaklarından, onun sesinden olmazdı bu. Sarsıldım. Yumruğumu göğsüne bir kez daha vurup alnımı karnına bastırarak ağlamaya başladım. Gurur avucunu saçlarıma bastırdı, saçlarıma dokundu, şefkati hissettim ama sonrasında gelen cümle kalbimi ortadan ikiye böldü. “Ne seni koruyabildim ne onu koruyabildim, görmüyor musun? Neden anlamak istemiyorsun? Bana onu koru diyorsun. Onu koruyabilseydim şu an bu durumda mı olurdunuz?” Sesindeki sertlik değil, cümlelerindeki soğukluk beni bin farklı yerimden büktü. Yine de geri çekilemedim, yumruğumu onun göğsüne sertçe geçirip ona sığınmaya, onun göğsünde ondan saklanmaya devam ettim. “Sizi koruyamadım, anlamak istemiyor musun?” Birden omuzlarımdan tuttu, nazik bir şekilde beni teninden ayırıp kafamı kaldırmamı ve ona bakmamı sağladı. Gözlerimiz birleştiğinde gözyaşlarım birdenbire akmayı bıraktı. “Kendine gel artık!” Göz bebeklerimin büyüdüğünü hissettim. “Ölmek mi istiyorsun? Ölmemi mi istiyorsun?” Yakarışına bulaşan öfkesi bile beni koruma odaklıydı ama içimdeki yıkım bu koruma içgüdüsünü altına alarak yok etmek, parçalara bölmek istedi.
Yanağımdan aşağı akıp giden gözyaşını takip eden gözleri donuk bakıyordu.
“Yapma,” diye fısıldadı. “Bu benim için kolaymış gibi davranıyorsun, yalvarıyorum sana, ayaklarının altını öpeyim, yapma.”
Avucumun karnımın altındaki yerini aldığında, “Benden gitmeyi göze alıyorsun, gidersen o benimle kalacak mı sanıyorsun?” diye haykırdığında dondum. İrkilerek, kara zorla kirpiklerimi kaldırıp ona bakmaya çalıştım. Ağlıyordu. “Her olasılık benim ölüm fermanımın altında senin imzan anlamına geliyor. Sen sanıyorsun ki ben buradan elimi kolumu sallayarak çıkıp gideceğim, yanıma seni aldım diye huzura ereceğim. Ermeyeceğim lan ermeyeceğim.” Ellerini omzumdan çekip avuç içlerini yüzüne kapattı. “Bir sen mi onu kaybedeceğinden korkuyorsun!” Parmaklarını yüzüne öyle bir bastırdı ki yüzünü parçalayacağını zannettim. “Ben onu kaybedeceğim düşüncesiyle yanmıyorum mu sanıyorsun?”
Sessizce ona bakmaya başladım.
“Zerda, neden görmüyorsun? Neden o sadece seninmiş, sana aitmiş, o benim biraz bile umurumda değilmiş gibi davranıyorsun!” Avuçlarını yüzünden çekmedi. Ağlıyordu.
Sessizce ona bakmaya devam ettim.
“Neden suçumu yüzümü vurup duruyorsun!”
Avuçlarını yüzünden sıyırarak çenesine kadar indirdiğinde beyazı kızıla dönmüş ela gözlerinin yemyeşil olduğunu gördüm. Yüzü kendi gözyaşlarıyla parlıyordu.
“Neden onu senden alacak benmişim gibi benden korumaya çalışıyorsun?” diye fısıldadı güçsüzce.
Titreyen elimi kaldırıp yavaşça yanağına kaydırdım. Sessizce gözlerinin içine bakarken dudaklarımın büküldüğünü fark ettim. Çenem titrerken yavaşça baş parmağımla elmacık kemiğine inen gözyaşını sildim. “Özür dilerim,” diye fısıldadığımda çenesini sıktı, alt dudağı titredi ve bana sadece baktı. Küçük bir erkek çocuğu gibi baktı. “Çok özür dilerim.” Dudaklarımı büke büke ona sokuldum, parmağım yanağında kayarken ilk kez onun da içeri çektiği dudaklarının büküldüğünü gördüm. “Gurur, çok özür dilerim.” Titreyerek kollarımı boynuna sarmaya çalıştığımda benim için eğildi. Kollarımı onun boynuna sarıp, yüzümü soğuk boynuna yaslayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. “Çok özür dilerim.”
“Ben özür dilerim,” dedi beni sıkıca sararken. “Seni koruyamadım. Onu koruyamadım. Sizi koruyamadım. Ben özür dilerim.” Yüzünü saçlarıma gömdü, gözyaşları saçlarıma akarken onu ilk kez karşımda bu kadar çıplak gördüm. İlk kez bir çocuk gibi, böyle içten, titreyerek ağladı. “Çok özür dilerim Zerda’m, çok özür dilerim, onu benden koruyacak kadar seni yaraladığım için çok özür dilerim. Sana yaşattığım her şey için çok özür dilerim.”
“Onu hatırlıyorum,” dedim gözyaşları içinde. “Onu hatırlıyorum.” Duraksadı ama bana sarılmaya devam etti. “Gurur, onu nasıl bırakırım? Onu hatırlıyorum.”
Bana daha sıkı sarıldı ama hiçbir şey söyleyemedi. “Rüyamda gördüğüm o çocuk, yine oradaydı, oradaydı, o karanlıktaydı, oradaydı,” diyerek ağlamaya başladım. “Deli değilim, delirmedim, oradaydı, yalnız değildim. O karanlıkta yalnız değildim. Oğlumuz yanımdaydı.”
Geri çekilip gözlerimin içine dünyasını başına yıkan benmişim gibi baktı ama biliyordum, yıkılan dünyasının altından onu çıkaran bendim.
“Beni bırakmadı. Onu nasıl bırakabilirim?” diye sordum çenem titrerken, ardından Gurur’a yaptığımı bildiğim haksızlığın altında kalıp gözlerimi yumarak hıçkırdım. “O beni hala bırakmamışken, ben nasıl onu bırakabilirim?” Gurur alnını alnıma yaslayıp sustu. O kadar uzun sustu ki, alnını alnımda hissetmesem gittiğini düşünürdüm. Elini kavrayıp güçsüzce karnımın altına yerleştirdim ve avucunun karnıma tam anlamıyla yaslanmasını sağladım. “O gitmedi Gurur, söylesene, onu içimden nasıl kovabilirim?” diye fısıldadım. “O hala burada.”
Gurur, hissettiği acının onu hapsettiği bir düşten birdenbire uyanmış gibi gözlerimin içine baktı. Artık kaçacak bir yeri kalmadığını biliyordu, artık o gerçeğin tam ortasında benimle beraber duruyordu. Parmaklarını karnımdan çekmeden sertçe yutkundu. O kadar uzun süre gözlerimin içine baktı ki, bu gerçeğin altından kalkamayacağımızı hissettim ama istiyordum, Gurur başımızın üzerindeki ağırlığı kaldırıp atsın ve bizi kurtarsın istiyordum.
“Lütfen,” diye fısıldadım gözlerime ulaşmayan bir gülümsemeyle. “Onun için savaşalım.”
Sertçe yutkundu. Vermesini istediğim karar, hayır, kabul etmesini istediğim gerçek onu derinden sarsmış olmalıydı. Onu buna mecbur bıraktığım için kendimi müthiş çaresiz hissediyordum ama tıpkı diğer herkes gibi, o da ondan vazgeçsin istemiyordum.
Alnını alnıma bastırdığında gücünün tükendiğini anladım. Daha fazla direniş gösterecek hali kalmamış gibiydi. Onu bu hale getirdiğim için kendimden tiksindim, yine onu bu halde görmek bana umut oldu. Bir avucum karnımda, onun elinin üzerinde duruyor, diğer elim güzel yüzüne yerleşmiş ona dokunuyordu. Alnımı alnından ayırmadan, “Gitmek de kalmak da onun vereceği bir karar olsun, lütfen,” diye fısıldadım.
Hiçbir şey söylemeden alnı alnımda, avucu karnımda öylece bekledi. Bu bile benim için tutunabileceğim bir umut kırıntısıydı. Tek bir korkum vardı, o da bu umudu benden alacak olmasıydı.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Doktor, ahşap masasının arkasında oturmuş tahlil sonuçlarını incelerken tam karşısında durmuş, ondan gelecek bir cevabı bekliyordum. Damar yolum açıktı ama neden açık olduğunu pek hatırladığım söylenemezdi. Nihan bana iyi geleceğini, ayaklanmamı sağlayacağını söyleyerek ilaçlı bir serum takmıştı işte, sadece o kadarını açıklıyordum.
“Büyük bir düşük riski var,” dedi geriye yaslanıp gözlerini Kahraman Baba’ya çevirerek. Burada olduğunu fark ettim ama kafamı çevirip ona bakamadım. “Bu düşüğün kötü sonuçları olabilir. Henüz yeni bir operasyon geçirdi ve…” Açıklamalar arka arkaya ateşlenen füzeler gibiydi. Sürekli olarak olabileceklerden, gelişebilecek semptomlardan, Zeliha’nın mental durumundan, fiziksel sağlığından bahsedip durdu. Günün sonunda kararı bize bırakıyor olsa da açıkçası onun kararı belli gibiydi. Avucumun içinde hala onun karnını hissediyormuş gibi farkında olmadan yumruğumu sıktım.
Kahraman Baba bir anda, “Peki,” diye söze girdi, “bir ihtimal var mı? Düşük yapmadığı küçük bir ihtimal?” Gözlerim Kahraman Baba’ya işte tam da o an çevrildi. Oysa onun kararını biliyordum, düşüncelerini görmüştüm, kahrolsa da seçimi kızından yanaydı ki bu çok normaldi. Avucumun içindeki ateş büyüdü.
“Elbette, yok diyemem.”
Gözlerim birden doktora çevrildi.
“Ama gerek geçirdiği operasyon, gerek bir süre komada kalmış olması durumu, gerekse de kanamaların sürmesi…” Doktor derin bir nefes aldı. “Ben hastamın sağlığını öncelikli tutmak durumundayım. Zeliha Hanım mental olarak büyük bir travma geçiriyor. Yaralanma esnasında yaşananları elbette bilmiyoruz ama sonuç itibarıyla bu genç kadın bıçaklı bir saldırıya uğramış. Mental olarak toparlanması zaman alacaktır, toparlanması için ilaçla destek alması gerekebilir. Ki bence gerekiyor çünkü mental durumunu iyi görmedim. Bu tür tedaviler de gebelik için büyük riskler oluşturur. Kaldı ki çok büyük bir düşük riski taşıyor.”
Sessizce odadan çıktım. Sırtımı duvara yaslayıp avucumun içine baktım. Avuç içime bakarken parmaklarımın titrediğini görebiliyordum ama aldırış etmedim. Sadece avucumun içine baktım.
Oğlunu koruyamadın.
Sevdiğin kadını koruyamadın.
Sana yalvardı, onu koruman için sana yalvardı ve sen yine öylece durup, hiçbir şey yapamadın; koruyamadın.
Gözlerimi yumup titreyen elimi yumruk şekline sokarak dudaklarıma götürdüm. Yumruğumu dudaklarıma bastırırken kapalı gözlerimin arkasında Zeliha’nın bana yalvarırken takındığı surat ifadesi asılı duruyordu. Sinyal sesi bir ok gibi kulak deliğimden girip kafamın içine çivi gibi saplandı.
Onur Kırgız’ın varlığını çok sonradan fark ettim. Gözlerimi açtığımda karşımda duruyor, kollarını göğsünün üzerinde toplamış, duvara yaslanmış beni izliyordu. “Merhaba,” dediğinde cevap vermeden gözlerine bakmayı sürdürdüm.
“Sırası olmadığının farkındayım,” dediğinde titreyen elimi aşağı indirdim. “Ama Zeliha Özdağ’ın ifadesini almamız gerek. Bunun için memurlardan gerekli izni aldım, ifadeyi onlar değil, uygunsa ben alacağım. Öyle olmasını isteyeceğini düşündüm. Sanıyorum mental olarak iyi hissetmiyor, yabancı birileriyle aynı ortamda olmak istemez ama yanında sen varken bana rahatlıkla ifade verebilir diye düşünüyorum.”
“Bunu biraz daha erteleyebilir misin?” Sorum karşısında bir an duraksadı. “Ben ifade verebilirim. Ama şu an ona ne olduğunu sormak, ona bir şeyleri yeniden hatırlatmak sadece daha çok yıkılmasına neden olacak. O iyi değil.”
Onur başını sallayıp, “Bir şeyler ayarlayacağım,” dedi.
“Sağol,” dedim, tam sırtımı dönüp gidecektim ki durup omzumun üzerinden ona bakmaya karar verdim. “Sana iki can borcum vardı, bu da üçüncü borcum oldu.”
Gözlerimde bilenen duyguların onu kesip geçtiğini gördüm. Bir yabancıya kendi hayatımla acı vermek tuhaftı. Alışkın olduğum bir durum değildi.
Onur, “Lafı edilecek şeyler değil bunlar, Çalıklı,” dedikten sonra derin bir nefes aldı. “Gerekli parmak izleri alındı, incelemeler yapıldı ve salon… Temizlendi.” Gözlerinin içine uzun uzun baktım. Cevap vermeyeceğimi anladığında, “Leon ve Pars’tı sanırım isimleri, öyle yazıyordu. Onlar da iyi. Sizin tesisteler, geri dönmenizi bekliyorlardır,” dedi ve ilk kez gerçek bir gülümsemeyle gözlerime baktı.
“Sana iki değil, dört can borçluyum o zaman,” dediğimde duraksadı. Ne söylemeye çalıştığımı anlamış olacak ki başını önüne eğdi.
“Umarım bebek için geç kalınmamıştır,” dedi ve bunu gerçekten yüreğinden koparak söylediğini anladım. İnsanlar yalan söylediğinde, içten olmadıklarında, bir şeyle ilgili gerçek duygularını ifade etmediklerinde bunu rahatlıkla anlardım. Gerçeği söylediğini bu yüzden net bir şekilde görebiliyordum.
“Ben genelde hep geç kalan bir adamım.” Cümlem yüzündeki gülümsemenin silinmesine neden oldu. Sessizce sırtımı döndüm, o koridordan silindim.
Kafamın içinde sürekli kendini tekrara alan sinyal sesine alıştığım için artık dışarıdaki sesleri de algılayabiliyor, sinyal sesini ve başkalarının cümlelerini bir arada idare edebiliyordum. O yüzden bahçeye çıkıp bir sigara yaktığımda ve toplanan yağmur bulutlarını izlemeye başladığımda, Çolpan’ın, “Gurur, kolun kanıyor,” dediğini anında duydum. Gözlerimi dirseğimin iç kısmında açık duran damar yoluna indirdim. Yavaşça aşağı doğru kan akıyor, akan kan parmak uçlarıma ulaşıyordu. Kanı gördüğüm an sinyal sesi kafamın içinde birdenbire okyanusta belirerek büyüyen bir dalga gibi şiddetlendi. Kendimi hızla toparlamaya çalıştım ama kan yere damlayıp zeminde leke bıraktığında şakaklarım zonkladı.
“İyi misin?”
Gözlerimi Çolpan’a çevirdim. “Yalan söyleyecek halde değilim.”
Bir müddet gözlerimin içine baktıktan sonra başını salladı. “Zeliha’nın yanındaydım, ağrı kesicilerin etkisinden olsa gerek, uyuyakaldı,” diye mırıldandı.
Uyuduğunu duymak bana her zaman huzurlu hissettirir sanmıştım ama şimdi uyuduğunu duymak sadece göğsümün içine diri diri yumruk sokulmuş gibi hissettiriyordu.
“Kabullenemedi,” diye fısıldadı Çolpan kollarını bedenine sarıp, bu gerçekten kendini korumaya çalışıyor gibi. “Kendini düşünmüyor ve ona asla kızamıyorum. Çünkü o hep böyledir… Önceliği hiçbir zaman kendisi olmadı. Üstelik artık işler… Daha farklı.” Başını önüne eğip yere baktı. Ben de yere damlamaya devam eden kanıma baktım. Sinyal sesinin şiddetlenmesi artık sorun değildi. Kafamı patlatmasında bile bir sakınca görmüyordum. “O zaman her zaman anaçtı. Arkadaşlarına karşı, ailesine karşı, yabancılara karşı… Sana karşı.” Kafasını kaldırıp bana baktığını hissetsem de ben ona bakmadım. Bir kan damlasının içinde tüm geçmişimi gördüm. “Şimdi bebeğini böyle sahiplenmesi, bırakmak istememesi, hepimizi potansiyel tehlike olarak görmesi çok normal. Ona alınmıyorsun, değil mi? Ağzından çıkanı kulağı duymuyor, ona bunları anaç tarafı söyletiyor.” Beni yere yatırıp ağzımdan kalbim çıkana kadar tekme atsa da ona tek kelime etmez, durması için ayağını tutmaz, bana vereceği her cezaya gözüm kapalı razı olurdum. Bunu dile getirmeme gerek bile yoktu. Bu önce Allah’ın, sonra Zeliha’nın, sonra da herkesin bildiği değiştirilemez bir gerçekti.
Çolpan cevap vermeyeceğimi anladığında susup yanımda kalmaya devam etti.
İçmediğim ama çoktan filtresine kadar yanan sigarayı yere atıp üzerinden geçtim, bakışlarımı Çolpan’a çevirdim ve “Ne yapacağım?” diye sordum. Benden böyle bir soru duymayı beklemediğini irileşen gözlerinden anladım. Oysa tam şu an önüme gelen herkesi, yabancıları bile çevirip, bu soruyu sormak istiyordum. Çaresizce herkese bu soruyu sorup bir cevap almak istiyordum. Bir cevap bulmak istiyordum. Bilmiyordum.
“Zeliha’nın vereceği karara saygı duymak istiyorsun ama korkuyorsun,” dedi başını sallayarak. “Zeliha’yı nasıl ikna edebileceğini ben de bilmiyorum.”
Onu ne için ikna etmeye çalıştığım aklıma gelince kafamın içine bir bıçak saplanmış gibi hissettim. Avucumu yavaşça sıktım ve kolumdan akan kanın avucumun içine yayıldığını hissettim. Karnına dokunduğum bu avuç, şimdi kendi kanımla ıslaktı ve birdenbire olduğum yerde sarsılmama neden olan, onun kanının da bu avuca böyle bulaşacağını düşünmek oldu. Zeliha’nın neden benden korktuğunu, neden onu benden bile korumak istediğini şiddetle fark ettim. Avucuma onun kanı bulaşacaktı.
“Benden korkuyor,” dediğimde Çolpan’ın gözlerinin dolduğunu gördüm. “Haksız da sayılmaz. Onu ikna etmek için çabalıyorum, hala bunu yapıyorum, onu kurtarmak için bunu yapmaya devam edeceğim.” Avucumun içini açıp, avuç içi çizgilerime dolmuş kanı gösterdim. “Bu ellerle onun karnına dokundum, onun oradaki varlığını hissettim,” dediğimde Çolpan’ın yanağından kayıp giden gözyaşı çenesine ulaştı. “Bak, şimdi bu ellerde kan var. Onun kanı ellerime bulaşacak ve bunu yapmaktan başka bir çarem yok.” Kalbim göğsümün içinde büyük bir sessizliğe gömüldü. Artık içinde atmak istediği beden bana ait değildi. Kalbimin bile bana sırt çevirdiği bir andı.
Çolpan tedirginliğini ve hüznünü benden gizlemeden gözlerimin içine baktı. “Sen Zeliha’nın iyiliğini istiyorsun, iyi olmasını istiyorsun. Bu seni korkunç biri yapmaz,” diye fısıldadı. “Eğer bu gebelik ona zarardan başka bir şey getirmeyecekse, elbette onu korumak zorundasın. Ama yine de…” Durdu, doğru cümleyi aradı ama bulamadı. Sustu.
“Ama yine de?” diye sordum.
Cevap vermek yerine burnunu çekip yere baktı.
“Söylesene Çolpan. Söyle. Ne olursunuz biri artık bana bir şey söylesin.”
“Ya bir ihtimal varsa?” Çolpan’ın sorusu içimdeki enkazın dışarıya gösterdiğimden daha fazlası olduğuyla yüzleşmemi sağladı. “Ya gerçekten bu bebeği doğurabilecek gücü varsa?”
İşte o ihtimal ki, varken de canımı alıyordu, yokken de canımı alıyordu.
Bir ihtimale tutunup avuçlarımın içinde attırdığım o kalbi susturmaktan korkuyordum.
Yine bir ihtimali görmezden gelip avuçlarımın içini oğlumun kanına bulamaktan korkuyordum.
Dizlerimin üzerine çökmek istedim, ayaklarım bu büyük bedeni taşıyamadı ama yapmadım. Kahraman Baba’ya verdiğim sözü tutmak zorundaydım.
Çolpan’ın gözlerinin içine baktım ve “Çolpan,” dedim, o beni kendinden yüksekte sanıp kafasını kaldırarak bana baktı ama ben aslında yerde, dizlerimin üzerindeydim. “Bir süreliğine buradan ayrılacağım. Uyandığında beni ara, olur mu? O uyanmadan gelmeye çalışacağım.”
“Bu halde nereye Gurur?”
“Ona temiz kıyafet getireceğim,” dediğimde Çolpan duraksayarak gözlerimin içine baktı. “İç çamaşırına, temiz kıyafete ihtiyacı var. Tarağa ihtiyacı var. Saçlarını tararım. O sevmez öyle karışık saçla durmayı, saçlarına sinir olmaya başlamıştır.” Çolpan tedirgin gözlerle bana bakıyor, sıraladığım cümlelere karşı duyduğu hayreti gizleyemiyordu.
“Çocuklara söyleyeyim, biri seninle gelsin. Hatta bizim eve git,” diyerek çantasından anahtarı çıkarıp bana uzattı. “Zeliha’nın odasında hala kıyafetleri var. Bizim kıyafetlerimizden de alabilirsin. Oraya gitme.”
Çolpan’ın gözlerinin içine baktım. “Bir gün oraya dönmem gerekecekti zaten.”
Başını iki yana sallayarak, “O gün, bugün değil,” diye karşı çıktı. “Gideceksen de biriyle git.”
Gülümsemeye çalıştım ama yapamadığımı biliyordum. Sessizce bahçeye ilerlediğimde arkamda kaldı. Bir şeyler söylediğini duydum ama cümlelerine odaklanamadım. Elim eşofmanımın cebine gitti, bir anlığına masanın üzerinden Yener’in cipinin anahtarını aldığım anı hatırladım ve avucumun içinde anahtarı hissettim. Ben cipin önüne geldiğimde yağmur ufaktan atıştırmaya başlamıştı. Uzaktan kumandaya basıp kapıyı açarken omzumun üzerinden hastaneye doğru baktım.
“Allah’ım,” diye yalvardım, “sen bana doğru yolu göster. Sen o doğru yolda Zeliha’yla yürüyebilmeyi nasip et bana. Ne yapmam gerektiğini bana göster.” Arabaya binip kapıyı sertçe kapattıktan sonra motoru çalıştırıp direksiyonu sertçe çevirdim. “Ne olursun bana doğru yolu göster,” diye fısıldadım ve hızla bahçenin çıkışına doğru sürmeye başladım.
Tüm camları indirdim, rüzgar içeri doldu, yağmur damlalarını tenime taşıdı ama içimdeki yangın dinmedi. Esen rüzgar sanki o alevleri daha da büyüttü, ruhuma sıçrattı, zihnime sıçrattı, tüm benliğimde cehennemi yaşadım.
Ara sıra çift görsem ve ibreyi biraz olsun aşağı çekmesem de o sokağa tek parça ulaşabildim. Güvenlik arabayı gördüğü anda bariyeri kaldırdı, içeri doğru sürerken binalara bakamadım. Arabayı girişte durdurduğumda artık aracımın orada olmadığını fark ettim ama üzerinde durmadım.
İki yana kayarak açılan kapının önünde durup, cam kapıdan içeriye, lobiye baktım. Lobi boştu. Asansörlere dokunan gözlerimin görüntüleri zihnime aktardığı anda sinyal sesini besleyeceğini biliyordum ve öyle de oldu. Asansörlerin kapalı kapılarına bakarken kalbimin sıkıştığını, boğazıma bir elin sarıldığını, nefesimin ciğerlerimden boşaldığını hissettim. Nefes almak istedim, elim boğazıma gitti, boğazımı anlamsızca, sertçe kaşıdım ve nefes alabilmek için kimseye göstermeden yavaşça çırpındım. Sonunda bir parça nefes alabildiğimde hızla merdivenlere yönlendim. Hızlı adımlarla merdivenleri tırmanırken nabzımın damarlarımı yırtarak hızlandığını hissetsem de bu beni durdurmadı. O kata geldiğimde sanki bir mezarın içindeydim ve toprak üzerime çökerek kefenimi delip gırtlağıma doldu.
Öyle bir an gelmişti ki bir adım atmak bile çok zor sanmıştım ama şimdi olduğum yerde durmak bile çok zordu. Değil o adımı atmak, burada olmak bile çok zordu. Yine de yaptım. Önce durdum, sonra o adımı attım ve o koridordaki varlığımın içime battığını hissettim. Birkaç sarsak adımın sonunda onunla anılarımızı biriktirdiğimiz evin kapısının önündeydim. Anahtarım cebimde duruyorken bile kapısını o açsın diye çaldığım kapının önünde, içeride onun olmadığını bilerek durmak ecel gibiydi.
Elim eşofmanın cebine gitti ve evin anahtarını avucumun içine aldım. Kendi mezarımın üzerine atacağım toprağı avucumun içine alıp sıkmak gibiydi. Gözlerimi kapatarak avucumun içindeki anahtarı daha sert kavradım. Gözlerim kapalı, anahtar avucumun içindeyken yaşananlar bir nehir gibi gözlerimin önündeki karanlığın içinde akıp gitmeye başladı. Bu ev, sadece anılarımızın değil, kabuslarımızın da yuvasıydı. Bu evde ona sarılmış, onu öpmüş, onu koynumda saklayarak derin uykulara yatırmıştım ve yine bu evde onu kanlar içinde bulmuş, onun kanına basıp kaymış, onun kanına bulanmıştım. Kapının deliğine anahtarı sokarken tüm anılar kafamın içinde süregelen bir fırtına gibiydi. Kapı açıldığında nefesimi tuttum çünkü içeriden onun teninin kokusunun değil, kanının kokusunun gelmesinden korktum. Gözlerimi açtığımda içeride beni bekleyen bir karanlık vardı. Şimşeğin ışığı cam duvardan yansıyarak zemine döküldü ve o ışığın altında zeminde onun kanını gördüm. Oysa yoktu, biliyordum; bu bana aklımın oynadığı, bir daha asla kurtulamayacağımı bildiğim, sonsuza dek beni takip edecek bir oyundu. Bu illüzyonla yaşamayı öğrenebilecek miydim? Bilmiyordum. Hiçbir fikrim yoktu. Öğrenmekten korkuyordum. Bununla yaşamaya devam edeceğim gerçeğinden korkuyordum.
İçeriye düşen adım sesimi duydum ama sanki içeride değildim; hatta bu bedenin içinde bile değildim.
Bakışlarımı omzumun üzerinden hole çevirdim. Dar holde karanlık saklanıyordu. Gündüz vakti olmasına rağmen evin bu kadar karanlık olmasının nedeni onun burada olmamasından mı kaynaklanıyordu yoksa göğü ikiye bölecek gibi yağmaya başlayan yağmurdan mıydı?
Gözlerim zemine geri döndü. Soğuk, kanlı parmaklarıyla bana dokunmaya çalıştığını anı hatırlar gibi oldum. Kanının ayaklarımın altını kaplayışını ve bana kısık, yalvaran fısıltısıyla nefes almak istediğini mırıldanışını… Öldüğü bir dünyayı düşünmek istemiyordum. Onun olmadığı bir yerde barınamayacağımı biliyordum. Ağır adımlarla koridorda yürüdüm, mutfağın kapısını avucumla ittiğimde kapı yavaşça açıldı ve bakışlarım mutfakta dolaştı. İçtiği kahvenin fincanı tezgahın üzerinde duruyordu, ara sıra saçını topladığı kalem de mutfak masasının üzerindeydi.
Mutfak masasının önündeki sandalyede oturduğu görüntü anılarımın toprağının içinden bir çiçek gibi başını kaldırarak çıktı. Gözlerim yüzünde asılı kaldı. Gülümseyerek bana bakıyor, anılarımın içinde hapsolduğunu sandığım sesiyle, “Evlendikten sonra burada oturmaya devam ederiz, değil mi?” diye sordu. Gözlerimi kısarak yüzüne bakıp bu anının içinden çıkmayı denedim ama içimden geçip giden bedenimin önümde dikildiğini gördüğümde avucumu sıkarak yumruk haline getirdim.
“Burayı seviyor musun?” diye sordu bedenim ona, ardından karşısında duran sandalyeyi çekip oturdu ve ellerini uzatıp masanın üzerinde duran narin ellerine dokundu. “Ben daha büyük bir yere geçeriz diye düşünmüştüm.”
Uzun uzun gözlerimin içine baktıktan sonra, “Burası her şeyin başladığı yer, buradan öyle kolay vazgeçemem sanırım,” diye yanıtladı. Parmaklarını parmaklarımın üzerinde dolaştırdı ve “Ama bazen göl kenarında evi olanlara çok imreniyorum. Mesela Muşta’nın oradaki kulübesi doğrudan göle bakıyor, çok güzel görünüyor.”
Güldüm. “Göl tarafına taşınalım istiyorsan bu bana uyar,” dediğimde kaşlarını çatıp, “Oraları çok sessiz ama,” dedi. “Hem burayı seviyorum ben. Sadece gölü izlemek bazen ruhuma iyi geliyor. Beni dinlendiriyor.” Gözlerimin içine baktı. Kapının eşiğinde durup anılarımın içinde yaşamaya devam eden o anın içine sıkışmış bedenlerimizi izledim. Bana göz kırptı ve “Bakarsın Muşta balayımızda kulübeyi kullanmamıza izin verir,” dedi. O an anıların içinde bana ait olan beden de, kapının önünde durmuş onları izleyen ben de aynı anda gülümsedik.
Bir sis gibi yavaşça dağıldı, gözlerimin önünden kayboldu ve geriye oturduğu boş sandalye kaldı. Masaya doğru ilerledim, masada duran kalemi avucumun içine alıp saçlarının arasında durduğu anı hayal ettim. İnce boynu ne zaman saçlarını bu kalemle yukarıdan tuttursa açığa çıkar, boynundaki benler belirgin bir şekilde kendini gösterirdi. Yeniden bu evde, bu mutfakta, saçları bu kalemle toplu halde bana baktığında gözlerinde eski neşeyi göremeyeceğimi o an fark ettim. Yıkım uzun zamandır içimde esen bir rüzgardı ve şimdi o rüzgar geri çekilerek geride bıraktığı enkazı izlemeye başlamıştı. Artık bir enkazdan ibarettim.
Mutfaktan çıkarken farkındalık sırtımda taşıdığım bir yaratık gibi benimle geldi. Gözlerim salonun zeminine dokunmasın diye çabaladım ama bakışlarım farkında olmadan yeniden zemine dokundu. Bu kez kanı görmedim ama biraz daha oraya baksam, kandan fazlasını, onun yerde uzanan bedenini göreceğimi anladım. Merdivenlere yöneldim. Allah’tan yardım dileyerek merdivenleri tırmanmaya başladım. Üst kata geldiğimde onun kokusunun eve yayıldığını fark ettim. Banyoya girip ışığı yakmadan ama kapıyı açık bırakarak içeride ilerledim, lavabonun önünde durduğumda aynaya düşen yansımam günler sonra ilk kez tam karşımda duruyordu.
Aynadaki görüntüme bakarken yüzümdeki ruhun çekildiğini, ifadelerin kaybolduğunu gördüm. Yüzümde sakallarım vardı, gözlerimin altı mosmordu ve kan damarları gözümün beyazını sararak o rengi altına alıp kaybetmişti. Kapıdan içeri sızan az miktarda ışık yalnızca yüzümün yarısını aydınlatıyordu.
“Mecburum,” dedim aynadaki yansımaya. “Bir şansım oldu, onu yaşattım ve ikinci bir şansım olup olmayacağı meçhul.” Kurduğum cümlenin beni öfkelendirdiğini hissettim. Gözlerimin içine uzunca bakamadım. Kendi gözlerimde yansımama uzanan belirgin bir suçlama vardı. Suçlayıcı bakışlarımdan kaçmaya çalışarak gözlerimi lavabonun tezgahına indirdim. “Bunu yapmazsam ona zarar verebilirim, bunu kaldıramaz, bunu kaldıramayabilir.” Aynaya baktığımda o suçlayıcı gözler hala oradaydı, beni izliyordu. “Bunu yapmazsam ölecek,” dedim ama bir yanım buna inanmıyordu. Asıl bunu yaparsam onun ruhunu öldüreceğimi söyleyen tarafım gözlerini aynanın öteki ucundan bana dikmiş, ruhumu deşiyordu. Gözlerim bana suçlarımı söylüyordu, çaresizliğini anlatıyordu, onu koruyamadığım için bana kızıyordu, ona bunu yapmamam için bana yalvarıyordu.
Birden ağrıyla gözlerimi yumdum. Kafamın içinde büyüyen sesler düşüncelerimin önüne geçerek her şeyin ipinin ucunu kaçırmama neden oldu. Gözlerimi açtığımda boşluk gözlerimdeydi. Birdenbire her şey anlamını kaybetti. Çaresizliğim, hissettiğim acı, kayboluşum, yaşadığım her şey derin bir sessizliğe gömüldü ve sadece kendi gözlerimin içine baktım.
“İsmim…” Durdum. Gözlerimin önünde kendi yansımam varken gördüğüm Zeliha’ya dönüştü. Adım kafamın içindeki kaosa karıştı ama onun adı oradan hiç silinmedi, o kaos onun adını yutamadı.
Elim tezgahın üzerinde kaydı, tezgahın üzerinde duran her şey etrafa saçıldı. Kafamın içinde adımı aradım. Damarlarımda kan değil, ateş akmaya başladı. Kafamı kaldırdım. Kafamı kaldırdım ve aynaya baktım.
Aynaya bakarken, “Ben Gurur Mert Çalıklı,” diye fısıldadım ismimi unutmamak ister gibi çünkü bazen kafamın içinde bir zelzele yaşanıyor, ismim o zelzelenin içinde kaybolarak benden uzaklaşıyordu. “İsmim Gurur Mert.” Avuç içlerimi lavabonun soğuk, mermer tezgahına bastırıp kendi gözlerimin içine daha büyük bir dikkatle baktım. “Benim sevdiğim kadına bu yaşatıldı.” Aynaya doğru eğildim. “İsmim Gurur Mert. Doğmamış olmayı dileyeceksiniz.”
Aynanın çaprazındaki dolaba bir tane geçirdiğimde dolap yana devrildi, ayna ortadan ikiye çatladı ve hızla banyodan çıkıp yatak odasına ilerledim. Çekmeceleri söker gibi açmaya başladım. Bazı çekmeceler kuvvetle çektiğim için yerinden çıkarak yere düştü, yedek kamuflajımın altındaki zinciri çıkardım ve soğuk zincir avucumun içine geldiği an ucu aşağı doğru yüksek bir ses çıkararak sarktı.
Cebimden telefonu çıkarırken zinciri bileğime sardım ve ikinci çalışta açılan telefonun öteki ucundaki kişiye, “Göl kenarında satılık, kiralık fark etmez, tüm evlerin bir listesini çıkarıp bana yolla,” dedim.
Hattın öteki ucundaki ses yalnızca, “Emredersiniz Yüzbaşı’m,” dedi. Telefonu kapatıp cebime koyduktan sonra bakışlarımı odada dolaştırdım. Oda o yokken solgun ve ıssızdı. Yere saçılan çekmecelerden etrafa dağılan eşyaları izledim. Ardından hızla yatağın üzerindeki çarşafları söküp, elbise dolabının camına bileğime dolanmış zincirin ucuyla sağlam bir tane geçirdim. Elbise dolabının camı gürültüyle patladı, cam kırıkları yere devrildi. Durmadım, abajurun kablosunu kökleyerek koparıp lambayı duvara çarptım. Durmadım. Durduramadım. Ayağımın önüne ne geldiyse tekmeledim. Birkaç saniye içinde oda darmaduman oldu. İçimdeki öfke daha da büyüdü, zincirin dolandığı yumruğumu arka arkaya makyaj aynasına indirmeye başladım. Parçalanan cama aldırış etmedim. Merdivenleri inerken bedenimden dışarı ateşin saçıldığını hissettim. Sehpayı tekmeleyerek yere devirdikten hemen sonra gözüm kenardaki kolonyaya dokundu. Bilinçsizce kolonyayı onun uzandığı zemine dökmeye başladım. Ardından zipponun ucunda yanan alevi zemine fırlattım ve günler önce onun yığılıp uzandığı zeminde ilerleyen ateşi izledim. Yere çöktüm, sadece kolonyanın ıslattığı kısım alev alev yanıyor, onun içinde uzandığı zemini ateşten bir halenin içine alıyordu. Yansın istedim. O anı kafamın içinde de yansın, küle dönsün, beni bıraksın, beni terk etsin istedim; geriye sadece o kalsın istedim ama o ateşten çemberin içinde yeniden onun bedenini gördüğümde şakağımdan girmiş gibi hissettiren kurşun sarsılmama neden oldu.
Uzun saçları yüzünü örtüyordu ama gözlerini görebiliyordum, uzandığı yerde cenin pozisyonunu almış, karnına saplı bir bıçakla zar zor nefes alarak bana bakıyor, ateşler onun bedeninin etrafında yansa da ona dokunmuyordu. Zihnimden silinmesi için yakmaya çalıştığım o anının içeride bir yerleri talan etmeye başladığında gerçekle hayal birbirine karıştı. Hissettiğim çaresizlikle, “Zerda,” dediğimi hatırlıyorum, “Zerda!” Ardından korkuyla yaktığım ateşe ilerlediğimi hatırlıyorum.
Tam ateşin içine girecekken bir elin beni omzumdan kavrayarak kendine çevirdiğini, “Ne yapıyorsun sen?” diye bağırdığını hatırlıyorum. Korkuyla tekrar ateşe baktığımı ama o çemberin ortasında uzanan bedeni göremediğimi… Muşta öfkeyle, “Allah kahretsin!” diye bağırarak beni ateşten uzaklaştırdı. “Çekil!”
Gözlerimi ateşten çekemedim, eşofmanımın paçasında ilerleyen ateşi fark etmemi sağlayan Muşta’nın ceketini çıkarıp bacaklarıma vurması oldu. Ateş söndü. Muşta bu kez ceketini çembere doğru savurdu, köşedeki halıyı çekip ateşin üzerine sertçe vurduğunda henüz her yere yayılmamış olan ateş biraz olsun zayıfladı.
Muşta, omzunun üzerinden bana bakıp, soluk soluğa, “Bir daha bu eve gelmeyeceksin!” diye bağırdı. “O kafanı toparlayana kadar bensiz soluk almayacaksın sen!”
Avucumda tuttuğum zinciri daha sıkı kavrayarak, “Bu evde işim bitti,” dedim, Muşta’nın bana baktığını hissettim. Yerde zayıf da olsa yanmaya devam eden ateşe vazonun içindeki suyu döküp, halıyı kalan son ateş parçalarının da üzerine örttükten sonra derin bir nefes alıp doğruldu.
“Bence de bitsin,” dedi Muşta öfkeyle. “Neden tek başına buraya dönüyorsun?”
Muşta’nın gözlerine uzun uzun baktıktan sonra, “Delirdiğimi düşünüyorsun, değil mi?” diye sordum hiç düşünmeden. “Aklımı kafamın içine geri tıktığımda önümde dağ olsan seni yıkıp geçeceğim.”
“O ne demek?”
“Taşınıyoruz. Buradan.” Kapıya yöneldim, Muşta arkamdan gelirken, “Aklındakini söyle bana,” dedi.
“Bundan sonrası benim şahsi meselem.”
“Bu hepimizin meselesi,” dedi Muşta sertçe.
Öfke dilimin altında bir kor parçasına dönüştü ve “Salonunun ortasında Cenan’ı karnında bir bıçakla bulmadın sen!” diye bağırdım. Muşta donarak gözlerimin içine baktı. Koridorun beyaz ışığının altında, gözlerimde saklayamadığım o öfkeyle, “Geç de olsa kızına kavuştun sen!” diye bağırdım bu defa. Kollarımı iki yana açtığımda zincirin ucu etrafa sağa sola sallandı. “Bak bana!” Sertçe yutkundu. “Zeliha benden korkuyor, ben kendimden korkuyorum. Sen şu eve girip sevdiğin kadını tek parça ve ayakta bulacaksın, kızın sana doğru koşup boynuna sarılacak. Bak bana! Sevdiğim kadın benden korkuyor! Oğlumun daha kolları bile oluşmadı! Karşımıza geçip karar verin diyorlar, henüz kolları olmayan bir şeyin bana tutunmasını bekliyorum ama onu tutan ben olamıyorum! Şimdi bak bana! Sence bu senin meselen mi? Benim meselem mi?”
Muşta sessizce, “Özür dilerim,” dedi.
“Özürler bir anlam ifade etseydi, alnımı Zeliha’nın karnına yaslar son nefesimi verene kadar özür dilerdim ben.” Geri çekildim, kollarımı indirip Muşta’nın gözlerinin içine baktım. “Şimdi rütbelerimden mi olacağım? Kimliğim mi yanacak? Olayım, yanayım. Şunu bil ki, durmayacağım. Bir planım yok, planınız varsa da uymayacağım. Çünkü şu andan itibaren ben planın ta kendisiyim.”
“Ne birkaç rozet umurumda benim ne de başka bir şey,” dedi Muşta sertçe. “Benim için önemli olan önce vatan, sonra sizsiniz çocuk.” Muşta beni kollarımdan kavradı. “Bırak köklerini kazıyalım, size bunu yaşatan kimse onu birlikte ortadan kaldıralım.”
“Ortadan kaldırmak mı?” Gülümsediğimde Muşta birden durup gülümseyişime baktı. Orada her ne gördüyse yutkundu. “Bak bana,” dedim gülümsemem hala yüzümde asılı duruyorken. “Ben bununla yetinecek birine benziyor muyum?”
Muşta’nın omzumda duran elini ittim. “Yoluma çıkma baba,” dediğimde sertçe yutkundu. “Bu kez karşında sadece bir yüzbaşı yok. Bu kez karşında Zincir var.” Sırtımı ona dönüp merdivenlere yürürken sessizce fısıldadım: “Bu kez burada karşısına kendisi çıksa, kendisinin boğazına dolanacak bir Zincir var.”
“Bu yola girerken Zeliha’yı düşün. Ve bizi arkanda bırakma,” dediğini duydum.
Merdivenin başında durup aşağıya doğru uzanan basamaklara bakarken, “Zeliha Zincir’in uyandığını hiçbir zaman bilmeyecek,” dedim ve hızlı adımlarla aşağı doğru inmeye başladım.
⛓️️
ZELİHA ÖZDAĞ
“Zeliha, anneciğim,” diyen kişi Şebnem teyze olmalıydı. Tilki uykularından birine dalmak üzereydim ama odanın diğer ucundan bana seslendiği anda onu duydum. Gurur yoktu. Şebnem teyzeye baktım. Ayakucumda durdu, ellerini çarşafın altındaki bacaklarımda dolaştırdı ve beyazı kıpkırmızı olmuş gözlerini yüzüme değdirmeden, “Uyuyacaksan sonra uğrayayım anneciğim,” dedi.
Ruhsal olarak hissettiğim karmaşa tekrardan oradaydı. Yine de dudaklarımda belli belirsiz de olsa bir gülümseme meydana geldi. “Lütfen kalın,” dedim yorgun bir sesle.
Şebnem teyze, “Uykun varsa, gideyim anneciğim,” dediğinde onun bana gösterdiği mahcubiyetin daha büyüğünün içimde genişlediğini hissettim.
“Yeterince uyudum,” dediğimde her nedense sessizce başını önüne eğdi. Çok uyumuştum, evet, bu uyku boyunca herkesin göğsüne endişe tohumları ekmiştim ve eğer gözlerimi biraz daha açmasaydım, bu endişe tohumunun çatlayarak karanlık ağaçlara dönüşeceğini biliyordum.
Şebnem teyze ne diyeceğini bilemiyor gibi göründüğünden, “Eğer siz de beni kandırmak için geldiyseniz…” diyerek söze girecektim ki bir an bana öyle bir baktı ki susma ihtiyacı hissettim. Gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra, “Benim seni ne kandırmaya ne de senden senin istemeyeceğin bir şeyi istemeye hakkım yok,” dedi. “Benim senden tek istediğim, iyiliğindir, hoşluğundur, mutluluğundur canım kızım.”
“Ama herkes canımdan bir parça istiyor gibi,” dediğimde Şebnem teyzenin gözleri doldu. Gözyaşlarını benden gizlemeye çalıştı belki ama bunu beceremedi. Başını önüne eğip elbisesinin kumaşıyla oynarken, “Herkes canın yerinde dursun istiyor, ondan öyle çocuğum,” diye fısıldadı.
Bu söylediğine verecek bir cevap bulamadım. Bir yanım onları kendimden korkarak anladı, bir yanım kendimden nefret ederek bu anlayışı yok saydı. Gözlerimi Şebnem teyzenin gözlerinde parlayan yaşlara sabitledim, verebileceğim tüm cevapları ağzımın içine gizledim ve onu yalnızca izledim. Gözlerimi öylece yüzüne dikiyor oluşum onu daha da zora sokuyor olacak ki bana doğru yürüdü, avucunu saçlarımda kaydırdı ve “Allah dermanını vermeyeceği hiçbir derdi kulunun göğsüne çiçek edip ekmez,” dedi, “bir musibetin sonunda inan ki bana bin kahkaha da gizlidir güzelciğim.”
“Ben tek bir tebessüme de razıyım Şebnem anne, bin kahkaha gelmesin, yerinde dursun ama şu göğsümdeki huzursuzluk da artık son bulsun.”
“Annen kurban olsun, geçecek bugünler de, içinde ne kadar acı kaldıysa her biri dinecek. Derin bir nefes alacaksın, geçecek.” Elini saçlarımdan çekmeden bana güven veren gözlerle baktı. Benden bir parça koparmaya çalışmadı, aksine içime umudu ekmeye çalıştı ama onun da umudu taşıyan ellerindeki yara izlerini görebildiğimin farkına varamadı.
Ona inanmak istedim, bana uzattığı umudu ellerinden alırken ellerindeki yaraları iyileştirebilmek istedim. Yorgun bir şekilde gözlerimi yumdum, bir süre bekledikten sonra, “Gurur size bir şey söyledi mi?” diye sordum.
“Hayır,” dedi Şebnem anne. “Sen şimdi ne benim oğlanı düşün ne de başka bir şeyi. Sen şimdi dur, uzan, biraz kendini, biraz da istediklerini düşün. Ani kararlar verme, içindeki kırgınlık yüzünden insanları da kırıp üzme. Yarın olur, kırgınlığın diner, kırdığına üzülür kalırsın yavrucuğum.” Saçlarımı bir defa daha okşadı. “Yememezlik de etme, e mi? Sana çorba alırım, aslında kendim yapardım da buradan ayrılmak istemiyorum hiç. Çorba getireyim içireyim sana, olmaz mı annem? Boğazından sıcak bir şeyler geçsin. Direncini kırma hepten. E mi kuzum?”
“Olur,” dedim, onu kırmak istemedim. Hem belki çorba içersem güçlenirdim, sağlığımı geri kazanırdım, onu içimden almak için üzerime yürümelerine engel olabilirdim; belki de onu en önce kendimden korumalıydım.
“Ah güzelciğim benim, annesini de üzmezmiş, güzel kızım benim. Hemen sana şifa niyetine çorba bulur getirir annen. Dinlen kuzum, istirahatini et, kimsecikleri görmek istemiyorsan da dikerim kapıya Yener’i, kimsecikler gelip üzmez kızımı, yormaz. Olur mu annem?”
Belki de gerçekten içten gülümsediğim an, sadece o andı. Başımı aşağı yukarı sallamamla eğilip alnımı, yanaklarımı öptü ve heyecanla odadan çıktı. Birden annemi görme ihtiyacıyla sarsıldım, annemin göğsüne saklanmak ve beni herkesten koruması için ona yalvarmak istedim ama onu üzeceğim gerçeğini önüme alıp dikkatlice incelediğimde bunun doğru olmadığını fark ettim. Annem son olaylar yüzünden yeterince yıpranmış olmalıydı, onu temelinden sarsmıştım ve daha beter hissetmesini istemiyordum. Yine kendimle baş başa kalmıştım.
Neredeyse uykuya yenik düşecektim ki kapı yavaşça aralandı. Gözlerim ağır ağır da olsa kapıya döndü ve Yener’i gördüm. Kucağında bir fil ile içeri girip, filin arkasına saklanarak hortumuyla beni selamladı. Doğrulmak istediğimde ise filin arkasından çıkarak, “Hareket yok bacım, yolmayayım saçını başını şimdi,” dedi sırıtarak.
“Sana da gün doğdu, anında saçıma yapışmayı düşündüğüne göre,” dediğimde gülümsemesi daha da derinleşse de gözlerine ulaşmadı. Fili kucağıma bırakıp çaprazımdaki berjere oturdu ve “Şebnem anne tarafından senin koruman olarak görevlendirildim. Sigortamı da yaptı,” dedi ve eğilip fısıldadı: “Kelle paça.”
“Ha?”
“Sigortam diyorum, kelle paça.”
“Salak.”
“Görüşemedik aretim,” diyerek bacak bacak üstüne attığında beni neşelendirmeye çalıştığını bildiğimden gülümsedim. “Canını sıkmışlar, tabancamı hastaneye almıyorlar yoksa onların topuklarına sıkardım. Kimmiş benim bacımın canını sıkan? Hastaneden çıkınca göster, bahçeye ayak bastıkları an topuklarına birer el ateş edeceğim.”
“Liste çok uzun.”
“Muşta yoktur umarım listede, en son ona erkeklik yapıp boyun kilidi atmaya karar verdiğimde ayaklarımın altına tuz sürüp keçilere yalatacaktı çünkü. Bizim erkeklik bir yere kadar maalesef.”
“Henüz listede mi yoksa değil mi bilemiyorum.” Bir süre sustum, sessizliğime karşılık olarak o da tek kelime etmedi. Filin yumuşak tüyleriyle oynarken, “Yener,” dedim sonunda. “Senin düşüncen ne?”
Sorduğum sorunun altında gizlenen gerçeği görmüş olmasına rağmen, vakit kazanmak istiyormuş gibi, “Ne konuda balım?” diye sordu.
Gözlerinin içine baktım, gözlerimin içine bakarken duraksadı ve dirseklerini dizlerine koyarak elleriyle oynamaya başladı. “Zeliha’m, sorma bana böyle sorular.”
“Öfkelenmeyeceğim,” dediğimde gözlerini ellerine indirdi.
“Mevzu senin öfkelenmen değil ki çiçeğim, mevzu benim içimi sikecek bir soru sorman.”
“Sen de herkesle aynı fikirde misin?”
Sustu. Ne düşündüğünü anlayamadım ama merakım derinleşti. Yine de yeni bir soru sormak yerine filin hortumuyla oynayarak, “Dışarıda olup bitenden bihaberim,” dedim. “Benimle alakalı başka bir gelişme var mı? Doktor başka bir şey söyledi mi size?”
Yener, “Söylemedi,” dedi sadece.
“Gurur onu istemiyor, değil mi?”
“O nasıl soru Zeliha gözünü seveyim,” dedi Yener hızlıca, kafasını kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. “Gurur’un ne halde olduğunu görmedin mi? Senin gördüğün iğne ucu kadar değildi. Ben onu ne hallerde gördüm bilsen, sen bu soruyu öylece soramazdın.”
“Kızdın mı bana?”
“Sana nasıl kızabilirim? Sana kim kızabilir şu an? Sen olmayan senin halinden ne anlasın?” Gülümsedi. “Ama Gurur olmayan da Gurur’un halinden anlamaz, bunu unutma çiçeğim benim. Bir başına girmedin o ateşin içine. Gurur o ateşin içinde senin gelmeni bekliyordu.”
“Sen anlarsın beni, öyle hissettim,” dedim son söylediği şey içimi acıtsa da cevapsız bırakarak. Gurur’un gözleri odanın bir köşesinden bana çevrilmiş gibi hissetsem de o burada değildi. İçimdeki acı çoğaldı.
“Bana artık asker olamazsın dediklerinde hissettiğim şey çok büyüktü ve biliyorum, yemin ederim Zeliha, biliyorum çiçeğim, senin hissettiğinin yanında benimki bir hiçtir.”
“Ama bak, sen hala askersin.”
Yener gözlerimin içine bakakaldı.
Gülümsedim. “Belki ben de anne olabilirim, değil mi?”
Ne olur Yener, yalvarırım bana olabilirsin de, sen söylersen inanırım. Çünkü küçük kız kardeşler abilerine daima inanır.
Yener susup gözlerimin içine bakarken kalbimin göğsümün içinde suskunlaştığını hissettim. Yalvarmak istedim ona, bana bir umut versin diye, içimde bir inanç yaratsın diye. Ağlamak istedim. Ama hiçbirini yapamadım. Sadece sustum. Bazen susardın, kalbin senin yerine konuşurdu; bazen tek bir damla gözyaşı akmazdı gözünden ama kalbin senin yerine kanlı yaşlar dökerdi.
Kalbim kanlı yaşlar döktü ama gözlerim kuruydu.
Yener uzanıp elimi iki avucunun içine alarak sakladı. “Bak bana,” dedi, “gözlerimin içine bak.”
Dediğini yaptım.
“Allah tüm yaptıklarımdan sonra beni duyar mı bilmiyorum ama boğazımdan nefes geçtiği her saniye Zeliş’im, her saniye, ben sen anne olabil diye dua edeceğim.”
Dudaklarım büküldü, bunu görünce, “Şşş,” diye fısıldadı ama duramadım, durdurmadım; gözlerimden akmaya başlayan yaşlara engel olamadım. Yener oturduğu yerden kalkıp yatağın kenarına oturarak beni kollarının arasına çekip göğsüne yasladı. “Ağlama,” dedi, “ben kız kardeşini ağlatan değil, güldüren abi olmak istiyorum.”
“Seni çok seviyorum,” diye fısıldadım gözyaşlarımın arasından.
“Asıl ben seni lan,” diye karşılık verdi bana daha sıkı sarılarak.
“Salaksın da zaten,” dedim dudaklarım iyice bükülürken.
“Canım çok teşekkür ederim.” Güldüğünü duydum. “Bir sır vereyim mi?”
“Hı-hı.”
“Gurur’u sevdiğimden bile çok seviyorum seni. Gurur benim götümü yesin.”
“Üzdüm de onu zaten. Kırdım,” dediğimde güldü.
“Kafasını yarsan, arsız köpek kafasını uzatıp tam yaramadın bir daha yar der. O sana hiç kırılmaz.”
Kafamı dağıtmak ister gibi, “Anlatsana bana bir şeyler,” dediğimde bana tuhaf tuhaf baktı.
“Ne anlatayım?”
“Bilmiyorum. Seninle ilgili şeyler.”
Yener yanımdayken kollarımı karnıma sarma gereği duymadım nedense. Sanki o, bebeğimi korumam gereken biri değildi. Oysa onun dışında herkesin yanında, Gurur’un bile yanında kollarımı karnıma sarmış, kendimi ve onu koruma ihtiyacı duymuştum.
“Kafanı benimle alakalı şeylerle doldurmak doğru olmazdı.”
“Olurdu,” dedim. “Kafamın içinden kurtulmak istiyorum.”
Yener gülümsedi ama bu gülümseme zayıftı, çektiği acıyı gördüm. Çevremdekilere acı verdiğim için kendimi kötü hissettim ama daha büyüğünü içimde hissettiğim için bir şey yapamadım. Acılarını durduramadım. Çünkü benim içimdeki acı durmuyordu. Benim içimdeki acı durmadan, onların acısını nasıl durduracaktım? Bilmiyordum.
Yener derin bir nefes alarak, “Bana hep cesaret veriyorsun, biliyor musun?” dediğinde çatık kaşlarla ona baktım. Parmaklarını çıtlatıp gözlerini yere indirdi. “Biliyorsun ki ben sevilmeyi hak etmediğimi düşünen biriyim. Hep öyleydim. Hep öyle kalacağım ama bir şekilde sen bana hep cesaret veriyorsun. Sevilmek için bile. Sevmek için bile. Yani benim nezdimde, sevilmek kabul edilecek şey değil doğrusu ama bir yanımın nasıl delice sevilmek istediğini bana gösteren de sen oldun. Ben o timin içindeki kurum lekesiyim, yani hep öyleydim, bu şu an kendime koyduğum isim değil, yıllardır kimlik olarak taşıdığım mahlasımdı benim. Bazen kendine çok acımasız yakıştırmalarda bulunur, bazense insan gerçekten kim olduğunu bilir ve kendine doğru olanı kondurur. Ben kim olduğumu biliyordum. Kurum lekesiydim.”
“Değilsin desem de inanmayacaksın.”
“Üzerinde biraz düşünsen, sen bile bana kurum lekesi derdin.”
“Demem.”
“Derdin,” diyerek gülümsedi. “Neyse, konumuz bu da değil zaten.”
“Neymiş o zaman konumuz?”
Yener, gözlerini yere indirdi ve parmaklarıyla oynarken uzunca bir süre kadar sustu. Ve sonra, “Simge’yi seviyorum,” dedi.
İçten içe bildiğim bu gerçeği, doğrudan onun ağzından duymak beni şaşkına çevirdi. İfademi, tepkilerimi görmek ister gibi kafasını kaldırıp bana baktı. “Kızdın mı?” diye sordu sessizce.
“Kızmak mı?”
“Benim gibi birinin onu sevmesi seni kızdırmadı mı?”
“Senin gibi biri mi?”
Başını yavaşça salladı. “Benim gibi bir kurum lekesi.”
“Hepimiz çok mu ak pak insanlarız sanıyorsun sen?” diye sordum hiç düşünmeden.
Bu soru, bir anlığına bana bakakalmasına neden oldu. Kafasının içinden ne geçirdi bilmiyordum, ifadeleri bir perdenin arkasında görülmekten korkuyor gibi gizleniyordu. “Bunu ona söyleyecek misin?” diye sorduğumda irkildi. Bakışlarını yüzüme sabitledi ve “Ona mı?” diye sordu. “Simge’ye mi?”
“Çıkıp amcama söyleyecek değilsin ya Yener,” dedim ilk kez gerçekten gülerek.
“Söylemem mi gerek ki?”
“Amcama mı?”
“Hayır,” dedi. “Ona.”
“Amcama?”
“Lan hayır, Allah Allah, çok mu narkoz verdiler sana ya?”
Kendimi gerçekten gevşemiş hissettim, Yener bana iyi geliyordu. Gülümsemem genişledi. “Simge’ye. Simge’ye onu sevdiğini söyleyecek misin?”
“Bu şart mı?”
Sorusunun alıklığı karşısında ona düz düz baktım. “Değil mi?” diye sordum.
“Ben de sana sordum.”
“Reis senin bazen beyin fonksiyonları duruyor olabilir mi ya?” Tek kaşımı kaldırdım. “Elbette söylemelisin. Yoksa bir ilişkiye başlayamazsınız ki.”
“İlişki mi?”
“Evet. İki insan arasında yaşanıyor genelde. Biraz daha açıklamamı ister misin?”
Bana dik dik baktı, daha sonra gözlerini kaçırıp duvara bakarken kaşlarını çattı. “O ve benim aramızda ilişki olabilir mi ki?” diye sordu bu defa.
“Daha kaç farklı şekilde saçmalayacağını düşünüyorum.”
“Saçma olur, doğru,” dediğinde ona inanamayan gözlerle baktım. “Biliyorum, saçmaladığımın farkındayım. O ve ben, ilişki yaşayamayız. Benim gibi biriyle—”
“Tansiyonum düştü.”
“İyi misin?” diye sordu telaşla.
Ona düz düz baktım. “Hep mi salaktın yoksa aşktan dolayı mı salaklaştın diye düşünüyorum da sen hep salaktın galiba ya.”
Bana dik dik baktıktan sonra, “Beni yerden yere vurma da akıl ver,” dedi.
“Hasta yatağımda benden akıl dileniyor, serum kablosunu boynuma dolayacağım şimdi. Lan verdim ya işte! Aklın yok ki verdiğim aklı sindiresin!”
“Saçmalıyorsun demedin mi?”
“E saçmalıyorsun. İlişki yaşayamayacağınızı düşünerek saçmalıyorsun. Kendinden yatağın altındaki canavarmışsın gibi davranmaktan vazgeç artık. Özümüzde hepimiz yatağın altındaki o canavarız, bunu da kabul et. Bu dünyadaki en kötü insan sen değilsin.”
“En iyisi de değilim, olamayacağım.”
“Simge de en iyisini istemiyor zaten.”
“Benim gibi birini isteyecek mi?”
Parmağımı kaldırıp tişörtünün altından belli olan kolyesini işaret ettim. “Allah rızası için mi taktı o kolyeyi boynuna bu kız senin andaval herif?”
“Kalbimin iyileşmesini umut ettiği için vermiş.”
“Sokaktan geçen herkese kalbin iyileşsin al bunu tak diye kolye mi dağıtıyor bu kız, salak?”
“Aaa gebertti beni,” dedi Yener sonunda dehşet içinde. “Andaval oldum, salak oldum, akılsız oldum.”
“Çemkirme hiç, hak ediyorsun ki söylüyorum. Hem olmadığın şeyler değil neticede.”
“Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum,” dedi dürüstçe.
“Aranızda bu konuyla alakalı hiç diyalog geçmedi mi? Hiç mi bir şey konuşmadınız?” diye sordum.
Yener, bir şey hatırlamış gibi bir süre boşluğa baktıktan sonra, “Aslında,” diye mırıldandı ve sonra susup boşluğa bakmaya devam etti. Orada her ne görüyorsa, gördüğü şey sanırım geçmişte yaşanan bir anıya aitti.
⛓️
YENER AÇIKGÖZ
Saçları geceye rengini veren karanlığın ta kendisiymiş gibi siyahtı.
Onu ilk gördüğümde, yüzüne ilk kez baktığımda, o otobüsten inip bize doğru ilerlemeye başladığı saniyelerde, henüz yeşil gözleri gözlerime tutunmamışken ve bakışları bir yangın olup içimdeki kurak ormana sıçrayarak o ormanı küle çevirmemişken, varlığının bir değişime gebe kalacağını hissetmiştim. Güçlü bir rüzgar gibi bedenime çarpacağını, beni devireceğini, ayağa kalkmak için ellerimi yere bastırıp doğrulmaya çalıştığımda eskiden olduğum kişiyi bir daha aynı yerde bulamayacağımı biliyordum.
Onu arabaya bindirdiğimde bana karşı koymadı ve biliyordum ki eğer istemeseydi, yani bu arabaya binmekten nefret etmiş olsaydı, gerekirse ensemden yakalayıp bana kafa atardı ama yine de bu arabaya binmezdi. Bu arabaya bindiğine göre, o da burada olmak istiyordu. Onun da kafasında, tıpkı benim kafamda olduğu gibi yanıt bekleyen sorular vardı.
Direksiyonu çevirirken, “Emniyet kemerini bağla,” dedim ve dikiz aynasından arkamızda kalan Zeliha ve Gurur’a baktım. Ecevit ve Sadullah da oradaydı. Çocukları arkamda bıraktığım için vicdanım hiç rahat değildi ama yine de ifademi toparlayarak ona baktım. Ahdar sessizlik içinde gözlerini yüzüme dikmiş, neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibi bakıyordu. “Kemerin,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Bağla onu.”
Kaşlarını çattı, kemeri bağlarken bana bakmaya devam ediyordu ama ağzını açıp tek kelime etmedi. Ne düşündüğünü merak ediyordum. Onu öyle çok tanımak istiyordum ki, bir bakışından bile kafasının içinden ne geçiyor bilmeliydim; belki buna hakkım yoktu ama şu an bu, bu hayatta en çok istediğim şeylerden biriydi. En çok istediklerim listesinde başı çekiyordu. Belki de bu listede başı çeken oydu. En çok istediğim şey oydu.
Araba ara sokağa girdi, yokuş aşağı sürerken gözlerimi ona çeviremedim. Birdenbire o bakışlardan korktuğumu hissettim. Ben onun gözlerine bakınca ruhunu göremiyordum ama sanki o bir şekilde bana bakıyordu ve ruhumu, düşüncelerimi, sakladığım ne varsa, kendimin bile bilmediği her şeyi görüyordu.
Gözlerinin baskısını hissediyordum. Bana öyle bir bakıyordu ki, hiçbir kadın bana böyle bakmamıştı. Baktıysa da görmemiştim. Gördüysem de umurumda olmamıştı ama o öyle bir bakıyordu ki, her seferinde sobeleneceğimden korkarak bir çocuk gibi en karanlık köşelere saklanıyordum ve sonunda geceleri, o yanımda olmamasına rağmen onun yeşil gözlerine sobeleniyordum.
Ahdar, “Konuşmayacak mısın?” diye sorduğunda içimde yardım dilenen o kurum kaplı yanım, hiç susuyor muyum sanıyorsun, diye sordu ama Simge bunu duymadı. Ağzımı bıçak açmadı. Arabayı biraz daha hızlandırdım. “Konuşulacak şeyler olduğunu söyledin, beni aldın bu arabaya bindirdin, şimdi de susuyor musun?”
Arabayı biraz daha hızlandırdım, ibre öne doğru fırladı ve kalbim hislerle allak bullak dağıldı. Zamanında her şeyimi kaybettiğimi sandığım çok oldu. Bir tırın altına, son sürat ilerleyen motosikletle girmenin eşiğindeyken ve hatta kalbimi delip geçen kurşun neredeyse tüm rozetlerimi sökmek üzereyken, babamın tabutunun üzerine sarılı al bayrağa çenemi yaslayıp sessizce beklerken, bir kadın geçirdiğimiz gecelerden birinin ardından gözlerime bakarak kimsenin benim gibi bir adamı istemeyeceğini söylediğinde onun yüzüne bakarak boş boş gülerken ve hatta Ahdar’ın bir otobüsten inip henüz kimliksiz bir yabancıyken bana doğru yürüdüğünü görüp kalbimin yerini sorgularken… Her şeyimi kaybettiğim çok oldu.
Issız bir sokakta frene basıp arabayı durdurduğumda ve saniyeler hala onun gözlerine bakamadan öylece kayıp giderek zamanı ilerletmeye başladığında, “Ne istediğini bilmeyen küçük bir oğlan çocuğu gibisin,” dedi sonunda.
Ve sen, diyemedim. Sen o küçük oğlan çocuğunun babasına son bir kez sarılmayı istediği gibi, delice istediği tek şeysin.
Bir yanım şiddetle ondan kaçmam gerektiğini söylüyordu, çünkü o yanım şiddetle onu önemsiyordu. Diğer yanım ise çok bencildi, tek istediği ona doğru atılmak, ona doğru ilerlemek, onu kollarının arasına almak ve bir daha başka hiçbir yöne bakmamasını sağlamaktı. Korkuyordum, çünkü sonunda onun kalbini kırmaktan korkuyordum. Korkuyordum çünkü adını bile hatırlamadığım o kadının bana hayal kırıklığıyla bakarak hiç kimsenin istemeyeceği türden bir adam olduğumu söylediğinde gülsem de bunu söyleyen Ahdar olursa paramparça olacağımı biliyordum. Ve dahası, onun gibi bir kadının istemeyeceği türden bir adam olduğumu da biliyordum.
“Aramızda konuşulmamış şeyler var,” dedim, “cevap bulmamış şeyler var, biliyorum.”
“Ve konuşmamaya, cevapları ikimizden de saklamaya devam ediyorsun. Söylesene bana sen, bir söyle gerçekten ya, sen ne istiyorsun?”
“Ben ne istediğimi biliyorum,” dememi beklemiyordu, ben de beklemiyordum. Birden ona doğru döndüm ve yağmur kalbimin göğsümü dövdüğü gibi ön camı sertçe dövmeye başladı. “Sen söyle, sen ne istediğini biliyor musun?”
“Belli değil mi?” diye sordu birden, bu kadar açık bir soruyu beklemediğimden gözlerine baktım, baktım ve o yeşil gözlerde kayboldum. Bana doğru eğildi, biraz öfkeli, biraz da gücenmiş bir ses tonuyla, “Belli edemiyor muyum?” diye sordu, sesi hala sertti ama içindeki kırgın kız çocuğunun bana nasıl baktığını görebiliyordum. “Yener sen bu kadar mı körsün?”
İçimden ona sokulmak, göğsüne yaklaşıp saçlarımı okşaması için yalvarmak gelse de tüm bu isteği bastırarak, “Sen benim nasıl bir adam olduğumu biliyor musun?” diye sordum sertçe. Duraksadı, biliyordu, elbette o adamdan çok da korkuyordu ama ateşe doğru kanatlarını çırpan bir kelebek gibi üç günlük ömrünü benimle yanmaya adamak istiyordu.
“Ne istediğini biliyorsan, nasıl bir adam olduğunun ne önemi var?” diye sordu birden.
Nasıl bir adam olduğumu biliyor olması beni gülümsetti. Bu gülümseme nasıl bir gülümsemeydi de onu duraksatıp, geri çekilmesine neden oldu bilmiyorum. Yağmurun sesini duyuyordum ama kalbimin sesini de duyuyordum.
“Yok mu?” diye sordum.
“Eğer aynı adam olarak kalmayı düşünüyorsan, var,” dediğinde ona hayır demek istedim, o adam olmayacağımın uğruna yeminler etmek istedim ama bunu yapamadım. “Nasıl biri olacağına sen karar vereceksin, eskiden olduğun insan değil.”
“Ben Gurur gibi biri değilim.”
“Ben de Zeliha değilim zaten,” diye çıkıştığında kalbim yavaşladı. “Sen Yener’sin, ben de Simge’yim.”
“Yener kim biliyor musun?”
Durdu, bir süre sustu ama gözlerini gözlerimden ayırmadı. “Sen Yener’i kafanda nasıl bir yere koydun bilmiyorum ama kafanda kendini koyduğun yerde değilsin. En azından şu an değilsin,” dedi sonunda. “Ha ama fikrin başkaysa, zikrin de fikrin gibi olacaksa, o zaman bırak da siktir olup gideyim.”
Neredeyse eline uzanıp, gitmemesi için ona yalvaracaktım.
En son yalvardığım kişi Muşta’ydı; asker olarak kalabilmek için yalvarmıştım.
Şimdi de Simge’ye yalvarmak istedim; kendim için değil. Kalması için.
Emniyet kemerini çözmesiyle, o istek eyleme dönüştü ve birden bileğini kavradım. Gözlerini önce bileğini saran parmaklarıma, ardından gözlerime çevirdi ve kaşlarını çatarak uzun uzun yüzüme baktı. “Bitmedi,” dedim.
“Konuştuğumuzu mu sanıyorsun?”
“İzin vermiyorsun ki.”
“Durup senin olduğunu sandığın insanla savaşını izlemek istemiyorum.”
“Olduğumu sandığım insan mı? Ben olduğum insandan bahsediyorum.” Bileğini bırakmadım, elini geriye çekmeye çalıştığında onu kendime doğru çektim ve arabanın içinde bana doğru eğilmek zorunda kaldı. “Benimle yüzleşmeye cesaretin mi yok senin?” diye sorduğumda, bu tür bir soru beklemediği için gözleri iri iri açıldı. “Hem dilim çözülsün, o dilsiz Yener sana bülbül gibi şakısın istiyorsun, hem de o Yener’in gerçeklerini dinlemeye biraz olsun cesaretin yok.”
Söylediklerim onu şoka sokmuş gibi, “Sen ne söylediğini sanıyorsun?” diye sordu ama kafasının içinde cümlelerim yankılanmayı sürdürüyormuş gibi dehşetle gözlerimin içine baktı.
“En son konuşulacak şeyler değil bunlar,” dedim, “en başta konuşulması gerekenler. Bugün yüzüme gülüp, yarın sırtını döneceksen bana, bakma lan öyle gözlerime.”
“Nasıl bakıyormuşum gözlerine ben senin?” diye sordu Simge şaşkınlıkla, öfkeliydi ama bu defa öfkesi pasifti.
“Böyle,” dedim sertçe. “Böyle.” Birden alnımı alnına bastırdım ve işte orada huzur dolu bir sessizlik vardı. Gözlerinin içine baktım. “Her şeyimi elimden alacakmışsın gibi.” Gözlerimi yumdum. “Her şeyimi elimden alabilecek güce sahip olduğunun zaten farkındaymışsın gibi.”
Sarsıldı ama geri çekilmeye çalışmadı. Bileğinde atan o zarif nabzın parmak uçlarıma bulaştığını hissediyordum. Canlılığı içimdeki ölünün toprağını kazıyor, cesedimi uzandığı çukurdan çıkarıyor, kan oluyor, can oluyor, kalp atışı oluyor, nefes oluyor, nabız oluyordu.
“Simge bana arkanı dönüp gideceksen, ne olursun o gözlerle bakma gözlerime. Öyle bakma işte,” diye fısıldadım gözlerim kapalı nabzını hissetmeye devam ederken. “Ben kendimi biliyorum çünkü. Ben kendimi anladım. Sen gözüme böyle bakıp arkanı dönüp gittiğinde, ben belki arkandan gelemem ama beni bıraktığın yerde bir ömür oturur geri gelmeni beklerim. Çünkü içeride bir yerde bir çocuk var, yıllar geçti babasının gidişinin üzerinden, hala o damda oturmuş babasını bekliyor.”
Nefesini tuttuğunu hızlanan nabzından anladım. Gözlerimi açıp ona bakmak için biraz geri çekildiğimde, iri gözlerinin içinde kendi yansımamı gördüm.
“Belki dönersin, belki yıllar geçer, bir daha hiç geri gelmezsin ama ben beni bıraktığın yerden kalkıp da başka bir yöne tek bir adım atamam. Çünkü bu gözler benim felaketim, bu gözler benim kötürüm kalma sebebim.”
Simge tam ağzını açacaktı ki parmağımı kaldırıp dudağına bastırarak onu susturdum. Ben çok susmuştum, şimdi o susacaktı, beni dinleyecekti.
“Ben sik gibi bir adamım,” dediğimde irkildi ama gözlerini gözlerimden çekmedi. “Şu ana kadar tek bir kadının bileğini tutup, nabzıyla sarhoş falan da olmadım. Ama şimdi üflesem, kaç promil çıkar nefesimden, inanamazsın. Ben de inanamam. Hala duruyorum, hala sorguluyorum, bu içimde kaçak yapıp duran, kafamdaki tüm şalterleri attıran şey nedir diye, ben hala sorguluyorum. Bak ben çok kadının gözünün içine baktım, doğru.” Ona sokulup yeniden alnımı alnına bastırdım. “Ama hiç kimseye böyle bakmadım.” Geri çekilip bileğini tutmaya devam ederken hiç düşünmeden konuştum. Düşünürsem susardım, düşünürsem içimdeki kurum lekesi depreşir, onu korumak için dilime yeni bir kilit vurup kaçardım. Yapmadım. “Sen şimdi böyle bakıyorsun bana, yarın yine bir canavara bakıyor gibi bakarsın, belki sende yaprak oynatmaz öyle bakmak ama ben sırf sen öyle baktın diye gecelerde bir damla uykusuz, şafağa dek yanarım. Ben sana demiyorum, yarın bir başkası olacak, ben yine herkesin bildiği o insan olacağım, demiyorum, çünkü olmaz. Çünkü artık öyle olacak diye karar versem de olmaz. Çünkü artık seni yok sayıp devam etmem gerektiğine inansam da edemem. Ama sen dün olduğum adamı bugün yüzüme bir tokat gibi atarsın, bu belki hakkındır, belki bir ömür o tokadı hak edecek türden bir adamımdır ama olmaz, kaldıramam. Herkes o tokadı atsın, sen atma. Dayanamam.”
Göğü yaran ışık arabanın içini aydınlattı ve çok geçmeden şimşeğin sesini duydum. Gök, gürlüyordu ama kalbimden beter değil. Gök, bağırıyordu ama kalbimden şiddetli değil.
Ahdar uzun süre gözlerimin içine baktı. Bu kadar çok kelimeyi ardı arkası kesilmeden benden duymak beklediği şey değildi. Alnımı bir kez daha alnına dayadım ve yarılan göğün ışığı yüzümüzün bir yarısını aydınlattı. Ardından göğün haykırışını duydum ve aracın tavanına vuran yağmur damlaları daha da şiddet kazandı.
“Anladın mı?” diye fısıldadım sessizce.
Bir müddet sessiz kalsa da sonunda, “Anladım,” diye fısıldadı.
“Şimdi sen söyle,” diye fısıldadım. “Söyle Ahdar, kaçmalı mıyım senden?”
Bir eli usulca göğsüme kaydı, avucunu hasarlı kalbime bastırıp alnını alnıma sürttü, ardından hasarlı kalbimde asılı duran parmakları yukarı kaydı ve yüzüme yaslandı. Avucunu yanağıma bastırarak, “Kaçma,” dedi. “Çünkü seni çoktan sobeledim.”
Evet, haklıydı. Beni çoktan sobelemişti. Hatta, bilmediği zamanlarda da öyleydi. Onu o otogarda gördüğümde, o yolcu otobüsünden indiğinde, bir yabancı olarak ve en gerçekçi yıldırım olarak hayatıma düştüğünde, tam da o gecede ben ona zaten sobelenmiştim. Uzun uzun sustuk, yağmur yağmaya devam etti.
“Bir şey söyle,” dedi sessizce. Küçük eli hala yüzümde asılı duruyordu. Söylemek istedim ama kelimeler dudaklarımın arkasında kilitli kaldı, sesimi çıkaramadım. “Söyle,” diye tekrarladığında ne duymak istediğini bilmiyordum. Söylemek istedim. Ne duymak istediğini bilmesem de ona bir şeyler söylemek istedim. Kalbimden bir şeyler kopsun, ona çarpsın, onu devirsin, kalbimden kaçan her kelime onun kalbinde yer edinsin istedim. Ama bir yanım, öyle bir dilsizdi ki, yüreğim ona feryat figanken bile neyden korkusundan bilmiyordum da durduruyordu ya beni. Gözlerime öyle bir beklentiyle baktı ki, tek yapabildiğim derin bir soluk alabilmek oldu. Elini yüzümden yavaşça çektiğinde, kaybolmuş hissettim.
Kaybolmayayım, demek istedim. Elini çekme, pazarda kaybolmuş küçük bir çocuğun annesini ararken ağladığı gibi ağlatma beni, demek istedim. Diyemedim.
“Anladım,” dedi kırılgan bir sesle. İşte şimdi, annemin en sevdiği değeri paha biçilmez melek biblosunu düşürmüşüm de tuz buz etmişim gibi hissediyordum. Hayatımın ortasına koyduğum melek biblosu, tuz buz olmuş gözleriyle bana bakıyordu. Yedi harflik bir kelimeden oluşan cümlesi tüm hayatıma bedeldi ama yine ağzımı açamadım. Emniyet kemerini çözdü, arabanın kapısını açtı ve dışarıdaki soğuğun kokusu onun kokusunun etrafından geçerek ciğerlerimi doldurdu. Soğuk bir gecede, cam bir kapının ardından anneme dokunan yabancı bir adamı izlerken hissettiğim şeyler yine birikip göğsümde infilak etti. Soğuğun kokusunu sevmezdim. Yaşadıklarımı hatırlatıyordu bana. Soğuğu sevmiyordum. O küçük çocuğu camın önünde bulmuşum, elimi uzatmışım ama tutmamış, durup annesini izlemeye devam etmiş gibi hissettiriyordu bana.
“Anladım, senin yine söyleyecek bir çift güzel lafın ve hatta kötü de olsa, can yaksa da, tek sözün yok bana,” dedikten sonra arabadan indi. Yağan yağmurun altında durdu ama bana bakmadı. Kapıyı arkasından kapattığında tek başıma kaldığımı hissettim. Bu koca dünyada, bir yanım her zaman kaybolmuş, her zaman yalnızdı ve o yalnızlık şiddetli bir tokat gibi yeniden çarptı suratıma.
Ama bu kez durmak istemedim. Durmak çok büyük bir hata gibi geldi bana. Gerekirse o camın önünde, karanlıkta, soğukta bekleyen oğlan çocuğunu almadan çıkıp gidecek, geleceğe tek başıma yürüyecektim ama bu kez olduğum yerde durmak istemiyordum.
Kapıyı açıp hızla arkasından çıktım. Geceyi kıskandıran siyah saçlarına düşen yağmur damlaları, sanki mümkünmüş gibi, geceden de siyah bir gölgeyi saçlarına düğümlüyordu. Ağır adımlarla uzaklaştığı anı izlerken kalbim sıkıştı. Yeni bir his değildi, onu ilk gördüğüm vakit de kalbim böyle ızdırapla sıkışmıştı ama şimdi göğüs kafesim kalbimi öyle bir kıstırıyordu ki, gelişini izlerken sıkışan kalbim, gidişini izlerken sıkışmanın da ötesinde eziliyordu. Elimi arabanın tavanına sertçe vurdum, yumruğuma kan oturdu ama aldırış etmedim ve en nihayetinde söylemeliyim ki, acıyı da hissetmedim.
Arkasından hızla yürümeye başladım. Gök önce beyaz bir ışıkla aydınlandı, ardından gürültüsü geldi. İşte ben de o gök gibiydim. İçim duygularla doluyken, önce çok sessizdim; şimdi içimde tutamadığım o çığlık dışarı taşıyordu. “Simge!” diye bağırdım arkasından.
Durdu. Durmak istemediğini anladım ama yapamadı, belki bana ihanet eden sesim gibi, vücudu da ona ihanet etti ve durdu. Adımlarım hızlı, aceleciydi; kaçırdığıma inandığım her şeyi yarı yolda yakalama umuduyla koştum ona. Belki umutsuz bir umuttu, belki çaresizliğin kabzasına dayanmıştım bilmiyordum ama koştum işte.
Omuzları düşük duruyordu. Benim boyum onun ayaklarının altında kalmıştı ama bilmiyordu. Islanan tenine dokunsam ateşe dokunmuş gibi yanardım sanki; öyle geliyordu. Yine de yanmak pahasına tuttum omzunu, dokundum, çevirdim onu kendime. Islanan saçları kırbaç gibi havada şakıyıp yüzüme çarptı ve sonunda o güzel esmer yüzü, ahdar gözleri, yağmura karışan yasemin çiçeğinin kokusunu, her birini gördüm, kokladım, hissettim.
Yaşamak bir yumruksa eğer, yumruğu bana doğrudan indiren bu kızın elleriydi. Ellerini geri çekse, yaşam beni teğet geçip gidecekti.
Vur demek istedim, indir şu yumruğu Simge bana, bir kere de ben senin için yaşayayım.
“Ne var?” diye sorduğunda yağmurun altında ıslanan sadece o değildi artık. Sırılsıklamdık. Sırılsıklam olmamın nedeni yağmur da değildi, yeşil bir gölün içinde bir süredir boğulan bedenim sonunda karaya çıkıp onun esmer kayalıklarında soluk almıştı. Esmer bir yüzün ortasında iki yeşil göl, hangisine dalsam, birinde elbet öleceğimi biliyordum.
Tek söyleyebildiğim, “Gitmesen olmaz mı?” oldu. Gözlerimin içine önce küfredecek, sonra da boynuma sarılacak gibi baktı.
“Sen deli misin?” diye sorduğunda, başımı aşağı yukarı salladım suçlu küçük bir çocuk gibi.
“Deliyim evet ama bir sana,” diye cevap verdiğimde bunu beklemediği kesindi. Durdu. Çatık duran kaşları gevşedi, yüzündeki bariton sertliği kırıldı ve kırılgan bir kız çocuğunun yeşil harelerin içinden bana uzanan küçük ellerini gördüğüme emindim. O an anladım, elini tutmamı bekleyen tek çocuk geçmişteki halim değildi, şimdi gelecekteydim ve onun gözlerindeki kız çocuğu elini tutmam için bana yalvarıyordu.
“Çok aptalsın, Dilsiz,” diye fısıldadı sonunda başını önüne eğerek.
Parmağımı çenesine yerleştirip kafasını kaldırdım, gözlerini görmeyeceksem çakan şimşeklerin ışığının bir anlamı yoktu; dünya karanlıktı. Göz göze geldiğimizde sadece ışıkları yanan yıldırımların şimdi sesini de duyuyordum. Ya da belki de bu benim kalbimin sesleriydi. Çözemedim. Zaten onu gördüğümden beri her kalp atışım, bir yıldırım niteliğindeydi.
Yüzüne eğilirken zaman yavaşladı, şimşekler gökyüzünde asılı kaldı ve dünya artık onun esmer tenine tezat gelecek şekilde kar beyazdı. “Ben belki dilsizim,” diye fısıldadım dudaklarımız arasında bir nefeslik mesafe varken, “sözlüğümde sana yakışan kelimeler de yoktur belki benim.” Gözlerim kısıldı, gözleri kısıldı. “Ama susmaktan daha çok yapmak istediğim bir şey varsa, o da tam şu an öpmek seni. Karşı çık, tokadı yapıştırıp kaç benden ya da dur, bırak, öpeyim seni. Seçim senin.”
Gözlerindeki ifade yumuşadı. Gözleri yavaşça kapandı. Dudaklarımız usulca birleşti. Gökyüzünde asılı kalan şimşeğin gürültüsü etrafa yayıldı. Onu öptüm, herhangi bir kadını değil, sevdiğim kadını öper gibi.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
“Yani ona hiçbir şey söylemedin?” diye sordum yorgun bir sesle.
Yener, “Yani, teknik olarak söylemedim ama dilimi kullandım,” diyerek ağzını işaret edince yüzümü buruşturdum. Eğer içimde tedirginlikler, korkular ve acılar olmasa ona gülerdim ama tek yaptığım gözlerimi devirmek oldu.
Yener omzumu sıktı. “Geçecek,” dediğinde duraksayarak ona baktım.
Başımı önüme eğerek gülümsedim ama gülümsemem içimde hiçbir noktaya ulaşmadı. Yener elini saçıma koyup saçlarımı karıştırdı. Tam o sırada kapı açıldı ve Şebnem anne elinde çorbayla içeri girdi. Yener, görevini tamamlamış gibi doğrulup kalkarken, “Şebnem annem, gerisi sende,” dedi. Gözlerini bana çevirdi. “Birilerinin bacaklarına sıkmamı istersen, bir alo de, kapındayım.”
Başımı salladım, gözlerimin içine uzunca baktı ve yavaşça odadan çıktı.
Uyumaya çalıştım. Gözlerim Gurur’u aradı, kalbim ise onu arayan gözlerime rağmen ondan saklanmaya çalıştı. Neredeydi? Bilmiyordum. Sonra derin bir uykuya çekildim. Çaresiz, karanlıkta, yalnız ve acı dolu bir uykuya.
Uyandığımda Gurur yine burada değildi. Çolpan başucumda oturmuş kitap okuyor, Ayça pencerenin önünde sessizce dışarıyı izliyordu. Gözlerimi açtığımı fark eden Simge oldu. Yaslandığı duvardan ayrılarak, “Uykucu, günaydın,” dedi gözlerine ulaşmayan bir gülümsemeyle.
Avucum karnımın altına gitti, bunu bilincimin dışında yaptığımı çok sonradan fark ettim. Sanırım hala orada mı değil miydi anlamaya çalışıyordum. Kimseye güvenmediğim gerçeği yüzüme sert bir tokat geçirmişti. Gurur’a bile. Sanki daldığım uykulardan birinde onu oradan alacaklardı ve her gözümü açtığımda avucumu karnımın altına bastırarak orada olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Sanki anlayabilirmişim gibi.
“Gurur nerede?” diye sordum yavaşça.
Çolpan kitabın kapağını kapattı ve “Senin için temiz kıyafet almaya gitti,” dedi, eve gittiği düşüncesi içimde kıpırdanıp rahatsızlık hissiyle dolmama neden oldu.
“Doktor geldi mi hiç?” diye sordum bu kez.
“Durumunu kontrol etmek için, evet,” dedi Çolpan, Simge sessizdi, Ayça kafasını çevirip bana bakamıyordu bile. Gözleri camdan dışarıda dolaşmaya devam ediyordu.
Kendi durumumu yok sayıp, “O nasılmış?” diye sorduğumda hepsi kimden bahsettiğimi biliyordu. Derin bir sessizliğin ardından, “Tek bildiğim bir karar vermeni bekledikleri,” dedi Simge. “Riskler devam ediyor.”
“Ben uyurken mi baktılar?” diye sordum bu kez çat diye. “Bir yere götürdüler mi beni? Başka bir yerde mi baktılar? Burada mı baktılar? Nasıl baktılar?”
Arka arkaya sorduğum sorular Çolpan ve Simge’nin birbirlerine bakmasına neden oldu. Kuşku arttı, stresin içimde bir yumağa dönüşüp gitgide daha da büyüdüğünü hissettim. Simge yavaşça yatağa yaklaşıp, “Senden habersiz hiçbir şey yapmazlar,” diye fısıldadı, bunu söylemek onun için çok zor gibiydi ama bana bir nimet vermiş gibi baktığımda duraksadı.
“Değil mi?” diye sordum sessizce.
“Elbette.”
Yavaşça doğrulup sırtımı yastığa yaslarken, “Biraz su içebilir miyim?” diye sordum.
“Bebeğim susamış,” dedi Simge şefkatle. “Hemen getiriyorum. Buradakiler bayatlamıştır.” Simge’nin odadan çıkışını sesimi çıkarmadan izledim. Çolpan yüzümü izliyor, bir şey söylemiyor, daha doğrusu söyleyemiyordu.
Bakışlarım Ayça’nın sırtına dokundu. Turuncu saçları bukleler halinde omuzlarından aşağı, sırtına doğru iniyordu. Çolpan, “Kendini nasıl hissediyorsun şu an?” diye sordu. “Ağrın var mı?”
Yaramın olduğu noktadaki ağrıyı yok sayarak, “Çok iyiyim,” dedim.
Ayça kendi kendine güldüğünde bakışlarım tekrar sırtına saplandı. Çolpan, “Ayça,” diye fısıldadı ama Ayça dönüp bakmadı bile.
“İyi olduğunu söylüyor ama bu bir yalan,” dedi birdenbire. Bana bakmadığı için yüz ifadesini göremiyordum ama öfkesini hissedebiliyordum. “İyi falan değilsin.” Omzunun üzerinden bana baktığında kan çanağına dönmüş gözlerini gördüm. “Bizi de kendini de kandırmayı bırak artık. Ağrıların var. Korkuların var. Yine kendinden başka her şeyi düşünüyorsun.”
Çolpan, “Ayça!” dedi sertçe ama Ayça tamamen bana doğru dönüp, dolu gözlerle, “Kendini düşün!” diye yakardı. “Bir kez olsun dur ve kendini düşün!”
Cevap veremedim, sadece Ayça’nın gözyaşlarıyla parlayan gözlerine bakakaldım. Çolpan oturduğu yerden kalkıp, “Yapma,” diye uyardı. “Şimdi ne yeri ne de sırası Ayça.”
“Ne zaman sırası gelecek? Kim ona kendini düşünmesi gerektiğini söyleyip, bunu gerekirse onun kafasına kakacak?” Ayça’nın gözünden düşen gözyaşı elmacığına kadar aktı. Bakışlarını bana çevirdi. “Kendine gel,” diye yalvardı. “Artık kendine gel ve bir kez olsun durup kendini düşün. Neyi taşıyabileceğini neyi taşıyamayacağını bilecek yaştasın. Sana yalvardık, sana kendini düşün diye yalvardık ama sen…”
“Ama ben?” diye sorduğumda susup gözlerimin içine baktı. “Olmaması gereken, olmayacağına neredeyse emin olduğunuz bir hayalin peşine mi düştüm?” Sorum Ayça’yı ona bir tokat atmışım gibi derinden sarstı. Gülümsedim. Ayça başını iki yana sallayıp hıçkırarak, “Kaçınılmaz sonu kendin görene kadar durmayacaksın, değil mi?” diye sordu. “Kendini daha kaç farklı şekilde parçalamak istiyorsun?”
“Kolay olduğunu mu sanıyorsun?” diye sorduğumda sustu, gözlerinde hala cam gibi parlayan gözyaşlarını görüyordum. “Bir karar vermek çok mu kolay sanıyorsun?” Sakince sorduğum soruların kurşun etkisi gördüğünü biliyordum. Amacım onu yaralamak değildi ama görüyordum ki bu durum onu yeterince yaralamıştı. “Bu benim seçimim mi sanıyorsun?”
“Şu an olan her şey senin seçimin,” diye fısıldadı. Ardından beklemediğim bir anda elimi tuttu ve yalvaran gözlerle, “Yapma bunu kendine,” dedi. “Düşük yaptığında sağlığın çok etkilenecek. Belki…” Sustu. “Hala toparlanamadın, bunu kaldıramıyorsun, görmüyor musun? Yalvarırım bir kez olsun kendini düşün.”
Elimi Ayça’nın yanağına kaydırıp, “Benim için bu kadar ağlayacağını hiç düşünmezdim,” diye fısıldadım, söylediğim şey Ayça’nın daha şiddetli ağlamaya başlamasına neden oldu. “Ama peki ya hiç düşündün mü Ayça?” Parmağım gözyaşında dolaştı. “Ya bir şansı varsa ve siz benden onun elinden bu şansı alan kişinin ben olmamı istiyorsanız?”
“Doktorları duydun!” Bunu kendine kanıtlamaya çalışıyor gibiydi. Ruhumda derin bir sızı hissettim ama yine de gülümsedim. Benim için çırpınıyordu ve bunu yaparken farkında olmadan yarama parmağını sokup çıkarıyordu. “Doktorları duydun.” Sesi birden kısıldı ama o da bu ihtimale tutunuyordu, görebiliyordum; herkesin içinde kaybolmaya yakın bir umut ışığı yanıyordu ve görmedikleri bir şey varsa, onlarda kaybolmaya yakın bir şekilde titreyerek yanan umut ışığı benim içimde alev alev tıpkı bir güneş gibi parlıyordu. “Bu kararı tek başına veremezsin,” dedi bu kez ağlarken. “Gurur’un da söz hakkı var. Kendini düşünmüyorsan, bırak o seni düşünsün.” Ayça alnını elimin üzerine bastırıp, “Sensizliği birkaç dakikalığına tattım ben,” dediğinde sertçe yutkundum. “Şimdi nasıl kendinle kumar oynamana izin veririm?”
Bir şey söylemek yerine Ayça’nın gözyaşlarına dokunmaya devam ettim. Kapı açıldığında içeri giren yalnızca Simge değildi. Yaman da buradaydı. Ayça hızla geri çekilip gözyaşlarını silerek başka bir yöne baktığında, Yaman elinde bir şişe suyla bana yaklaştı. Bir süre yüzüme baktıktan sonra su şişesini uzattı ve “Chicxulub asteroidinin çarpmasının üzerinden geçen altmış altı milyon yıla rağmen uyanmayı başardın,” dediğinde yaramın sızlamasına neden olan bir kahkaha attım. Yaman yamuk, belli belirsiz bir gülümsemeyle bana baktıktan su şişesinin kapağını açtı ve şişeyi bana uzattı. “Hoş geldin Dino.”
Gülümseyerek sudan bir yudum aldım. Yaman sessizce beni izlemeye devam ediyordu. Şişeyi dudaklarımdan uzaklaştırırken, “Yudumlarımı mı sayıyorsun?” diye sordum.
“Hareket eden bir aracın içinde olmadığımız için hiç problem yok,” dedi omuz silkerek. “İç istediğin kadar.”
“Annem ve babamı gördün mü?” diye sordum sessizce.
“Evet, baban kafeteryada, annen de şu kızın,” diyerek Simge’yi işaret etti, Simge ona boş boş baktı, “annesiyle koridorda oturuyor.”
“Adım Simge kanka benim.”
“Çok kalabalıksınız, adınızı ezberlemekle uğraşamam,” dedi Yaman. Ardından beni işaret etti. “Bunun bile adını unutuyorum ara sıra. Ondan Dino diyorum. Kolayıma geliyor.”
“Bu mu?” diye homurdandım.
Sudan bir yudum daha aldığımda, “Sen yine şu su işini çok abartma, yatağı tuvalete taşımak zorunda kalmayalım,” dedi. Tekrar gülmeye başladığımda Ayça’nın da güldüğünü gördüm ve içim rahatladı.
“Yüzünü güldürdün,” dedi Çolpan minnetle. “Sağol.”
Yaman göz ucuyla bana baktı, gülümsediğimi görünce, “Bir palyaço varmış,” dedi ciddi bir sesle. “Bütün ağlayanları güldürürmüş. Bir gün bir adam yoğun ağlama teşhisiyle doktora başvurmuş, doktor da demiş ki git palyaçoyu bul o seni güldürür. O da demiş ki o da benim…”
Yüzümdeki ifade dondu.
Yaman, “Bu komik değil miydi?” diye sordu aynı düz ifadeyle.
Ayça, “Ben anlamadım,” dediğinde Yaman derin bir nefes alarak yine aynı düz ifadeyle, “Adam depresif biri işte ama herkesi güldürüyor, bundan dolayı da doktordan yardım almak istiyor ve doktor ona herkesi güldüren adamın yanına git diyor. Zaten herkesi güldüren adam da o işte,” diye açıkladığında Ayça burnunu çekip, “Yine anlamadım,” dedi.
“Çok sinirlerimi bozdunuz şu an,” dedi Yaman ifadesinde hiçbir oynama yokken.
“Kanka insanların sıkıntılarını yüzüne bakarak anlayamazsınız demek işte, yani herkes neşe saçabilir ama içinde fırtınalar kopabilir,” dedi Simge.
Ayça, “Palyaçoyla ilgisi ne ya?” diye sordu birden sinirlenerek.
Yaman, Çolpan ve Simge aynı anda düz düz Ayça’ya baktılar.
Simge birden, “Bak şimdi kanka,” diyerek açıklamaya hazırlandığında Yaman, “Allah o palyaçonun belasını versin,” dedi düz bir sesle.
Gülümseyerek onları izledim. Kafamdaki karmaşa bir anlığına da olsa susmuştu. Bu yüzden minnettar hissettim. “Diğerleri nerede?” diye sordum sessizce.
Yaman, “Seni rahatsız etmek istemiyorlar,” dedi ama aslında halimi görmek istemediklerini anlayabiliyordum. Sessizce başımı sallayıp gülümsemeye devam ettim ama kafamın içindeki sesler yine acımasız bir şekilde zihnimde yankılar oluşturmaya başlamıştı.
Yaman’ın gözlerinin içine bakıp, “Sanırım sen de biliyorsundur,” dedim.
Yaman bir müddet sessiz kaldı, koyu lacivert, siyaha yakın tondaki gözleri gözlerime dokunmadı. Bildiğini anladığımda gülümsemem daha buruk bir hal aldı. “Sen de bana kızgın mısın?” diye sordum, bu soruyu neden sordum ben de bilmiyordum, artık bir şeyleri neden yaptığımı kendim de kestirebiliyor sayılmazdım.
“Sana neden kızayım?” Bu soruyu sorduktan sonra bir müddet sustu. “Günün sonunda bedenin sahibi de kararı verebilecek kişi de sensin, öyle değil mi?” Ayça ve Simge’nin Yaman’a yönelttiği bakışları hissettim ama Yaman bakışlara karşılık vermedi. “Bir kadına bebeğinden vazgeç demek kolay olmamalı. Çünkü vazgeçmenin kolay olmayacağını tahmin edebiliyorum.” Yaman elimden su şişesini aldı, kapağı kapattı ve bana bakmadan, “Karar senin,” dedi. “Verdiğin kararla yaşayacak olan sensin. Başkaları değil.”
Yaman’ın beni anladığını hissetmek içimde söndüğünü sandığım ağlama isteğinin yeniden alevlenerek yanmaya başlamasına neden oldu. Yaman sessizce sırtını dönüp, “Sen biraz dinlen Dinozella,” dedi ve çıkışa ilerledi.
Kızlar o andan sonra sessizdi. Hiçbir şey söylemediler.
Zaman korkularıma tutunarak ilerledi.
Tansiyonumu ölçtükten sonra dışarı çıkan hemşirenin hemen arkasından içeri yengem ve amcam girdi. Utancın karnımın altında birikerek büyüdüğünü hissederken sahte bir gülümseme dudaklarımdaki yerini aldı. Bana bunu kimin yaptığıyla ilgili sorular sorulmadı, hatta ifademi almak için biri bile gelmemişti ama amcam tam karşıma otururken, “Sana bunu kim yaptı?” diye sorduğunda, kafamın içi birdenbire yine karman çorman oldu.
Yengem irkilerek amcama baktı ama amcam öfkeliydi, bana bunu yapan kişinin yakasına yapışmak istiyordu; onu anlıyordum. O her zaman soğuk görünür, yaklaşımları daha sert olurdu ama amacını görebiliyordum. Yine de gözlerimin önünde bir karanlık gerildi ve o karanlığın içinde parlayan biri mavi, diğeri yeşil gözleri yeniden gördüm. Beni öldürmek için buradaydı. Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım ve o gözlerin zihnimden silinmesini bekledim ama gözlerimi kapattığımda oluşan karanlıkta o gözler artık çok daha netti. Odanın içine çöken o anlık sessizlikte saatin ilerlerken çıkardığı sesi duydum.
Yengem, “Bakma sen amcana güzel kuzum,” dedi, “dinlenmene bak. Nasılsın? Ağrın sızın var mı?” Aslında yengemin de kafasında soru işaretleri vardı, biliyordum. Gözlerimi açıp yengeme baktım, gülümsemem soldu ve bunu durduramadım.
“İyiyim,” dediğimde amcamın çakır bakışlarını daha sert hissettim. Yüzümü aşındıracak bir dikkatle beni izliyordu. Bir müddet sessizliğin içinde durduk, sonunda amcam, “Zeliha,” dediğinde gözlerimi ona çevirdim, buz rengindeki gözlerine baktım. Duyacaklarımdan korkuyordum. O her zaman soğukkanlı yaklaşırdı, her zaman mantık çerçevesinde düşünen taraf olurdu ve şimdi amcamın mantıklı yanına maruz kalmaya hazır mıydım bunu bilmiyordum.
Suskunluğum amcamın birkaç saniye de olsa susmasına neden oldu. Ölçüp tarttı, duygu durumumu göz önünde bulundurmak istedi ama sevgisi ve korumacı tavrı ağır basmış olacak ki, “Henüz çok gençsin,” diyerek söze girdi. Bu cümleden sonra tutulacağım sağanağı bildiğimden sessizce kaşlarımı çattım. Amcam, çatık kaşlarımın altından ona uzanan, yara kabuğu rengindeki gözlerimde nasıl bir ifade görmüşse bir anlığına durup boğazını temizledi. Hiç kimse için kolay değildi. Biliyordum. “Evleneceksiniz, yeni bir sayfa açacaksınız, iyileşeceksin ve çok iyi bir avukat olacaksın.” Kurduğu cümleye eklediği geleceği işaret eden hiçbir şeyin içinde oğlumu bulamadım ve bu beni paniğe sürükledi. Her zaman anaç biriydim, şefkatim sevdiğim insanlar söz konusu olduğunda sonsuzluğa uzanacak kadar uçsuz bucaksızdı ama şimdi her şey daha farklıydı; her şeyi daha derinde hissediyordum. “Önünde göreceğin, yaşayacağın uzun yıllar var,” dedi amcam ve birden cümlesini, “O uzun yılları göremeyebilirdim, şunu anladım ki amca ölüm her zaman bir adım ötemizde duruyor ve kimin geleceği göreceği tamamen muamma. Gençlik ve geleceğin birbiriyle biraz olsun bağlantısı yok,” dedim.
Amcam durup gözlerimin içine baktı. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyor gibi çenesini kaşıdıktan sonra derin bir nefes aldı ve “Mantıklı bir karar alabilecek psikolojide olduğunu düşünmüyorum,” dedi sonunda. Kurduğu cümle beni yaraladı çünkü haklı olduğunu biliyordum. Her şey yolunda gitseydi, bunu öylesine bir anda, mutluluğu hissettiğim, gelecekle ilgili planlarımın son sürat ilerlediği bir anda öğrenseydim nasıl olurdu? Kafamın içindeki boşluk derinleşti, karanlık çoğaldı. Kararımın yine aynı olacağına emindim. Bir yanım anne olmaktan korksa da bir yanım bunu tatmayı hep istemişti. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, gelecek ne kadar belirsiz görünüyor olursa olsun, onu bir kez hissettiğimde, hiçbir ihtimalde ondan vazgeçemezdim. Ağzımı açıp bunu söylesem dikkate alınmayacağımı hissediyordum, çünkü herkes psikolojik durumumu göz önünde bulundurarak vermek istemediğim bir karar verdiğimi düşünüyordu. Oysa bu kararın ne psikolojimle ne de başka bir şeyle ilgisi vardı. Bu, tüm evrenlerde ve tüm şartlarda Zeliha Özdağ’ın vereceği karardı.
“Amca, sen de bebeği aldırmamı istiyorsun,” dediğimde amcam susup gözlerimin içine baktı, bu bakış içinde onayı taşıyordu ama dudakları canımı yakacak bir cümle kurmak için aralanmadı. Canımı yakan kişi bir de o olsun istemiyordu. “Anladım.” Başımı salladım. Amcam duraksadı, yengemin bakışlarının yüzümde su gibi birikerek derinleştiğini hissettim. Gülümsedim, gülümserken çenem titriyordu. “Beni düşündüğün için teşekkür ederim amca.”
Amcamın yüzündeki ifadeler kıyıyı alabora ettikten sonra geri çekilen bir dalga gibi geri çekilerek yerini durgunluğa terk etti.
“Ama ben…” Sustum. Çenem titremeye devam ediyordu.
“Ama sen her zaman olduğu gibi kafanın dikine gitmek istiyorsun, değil mi amcam?” diye sordu sessizce.
Cevap veremedim, gülümserken çenem titremeye devam ediyordu.
Amcam oturduğu yerden kalkıp, “Kendine verdiğin zararın seyircisi olmamı isteme benden,” dedi. Sessizce odanın çıkışına ilerledi. Yengem yatağın ucuna oturup elimi avucunun içine aldı, diğer elini elimin üzerine kapatıp, “Amcan seni sevdiğinden, çok sevdiğinden böyle diyor,” diye fısıldadı.
Başımı aşağı yukarı salladım ama çenem titremeye devam ediyordu.
“Güzel Zeliş’im benim, senin doğduğun günü hatırlıyorum ben.” Elimin üzerini okşamaya devam etti. “Senin o ağlamanı daha duyduğum an, baban öyle bir ağladı ki… Öyle bir ağladı ki…” Gülümsedi. “Sen ağladın, baban ağladı. Senin ciğerini aldığın ilk nefes yaktı, ondan ağladın. Baban da senin ağlamana kıyamadı, ondan ağladı.” Yengem gözlerimin içine baktı, yeşil gözleri yaşlarla parlıyordu. “Amcan demişti ki, bu kızı evlendirdiğimiz vakit Kahraman yedi gün yedi gece ağlayacak.” Çenem titremeye devam ediyor, sessizce yengemin gözlerinin içine bakıyordum. “Zeliha’m, yengem, şimdi bir kendini değil, herkesi düşün, olur mu?” Sorusu üzerine ağlama isteği saklandığı o karanlığın içinden birdenbire yükselerek gözlerime tırmandı. Gözyaşlarının gözlerimi yaktığını hissetsem de ağlamadım. Oysa ağlama isteği oradaydı, bir bıçak gibi boğazıma takılmış, bekliyordu.
Yengem avucunu elimin üzerine bastırdı ve “Sen genceciksin,” diye fısıldadı. “Yine olur yengem.” Bir an yüzümdeki ifade dondu, o gece karnıma sokulan bıçağın bu defa kalbime sokulduğunu, kalbimin içine saplanmış haldeyken yukarı çekildiğini, kalbimi ikiye böldüğünü hissettim. “Allah yine bir çocuk bağışlar sana. Yine anneliği tadarsın…”
“Ne?” diye fısıldadığımı hatırlıyorum.
“Sağlıkla gelir, cümbüşle gelir, kederle değil, düğünle gelir yengem,” dedi yengem elimin üzerini okşamaya devam ederken.
Beni yavaşça döndürdüğü anı hatırladım, kapıyı işaret ettiği… Bir rüyanın içinde, tüm gerçekliğiyle benim yanımdaydı. Karanlığın sonunda duran o kapıdan yayılan ışık beni çağırıyordu sanki ve o kulağıma usulca, “Artık yolu bensiz de bulabilirsin,” diyordu.
Gözümden bir damla yaşın kirpiğimin ucundan kırılarak yüzüme aktığını hatırlıyorum. Bu, ifadeleri yakılıp küle çevrilmiş yüzümde sergilenen son başkaldırıydı.
Yengem, elimin üzerinde duran elini çekip yüzümdeki gözyaşını elinin tersiyle silip, “Genceciksin,” diye fısıldadı. “Allah sana yine tattıracak bu duyguyu. Bu kez ağlamayacaksın hem, sevinçten havalara uçacaksın. Bugünler geride kalacak.”
İçimde dimdik duran büyük bir ayna vardı ve kimse bilmese de çocukluğum o aynanın önünde durup, içeride bir yerlerde kendi yansımasını izlemeye devam ediyordu. Aynanın ortasında bir çatlak oluştu, çatlak yavaşça aşağı doğru kayarak ilerleyip büyüyerek bir kırığa dönüştü. İri gözleriyle kendi yansımasına bakan çocukluğum korktu çünkü kendini ikiye bölünmüş halde görmeyi beklemiyordu.
İçimde yarını olmayan bir gelincik yetiştiriyordum. Solacak gibi başını önüne eğiyordu o gelincik, dün vardı, bugün başı önüne eğilmiş olsa da direniyordu ama yarın solmasına bile izin vermeden onu küçük gövdesinden kavrayarak koparacaklar, toprağımdan alacaklardı.
Yengem, “Yıpratma artık kendini,” diyerek gözlerimden aşağı salınarak çeneme giden gözyaşını sildi. O gözyaşımı silene kadar, yeniden ağlamaya başladığımın farkında bile değildim. “Yine anne olacaksın, yeniden anneliği tadacaksın.”
“Gitmiş gibi konuşuyorsun,” dediğimi hatırlıyorum, sesim bana değil, bir yabancıya aitmiş gibi hissettirdi; üstelik dudaklarımdan kayıp gitmiş olmasına rağmen onu tutamadım, sanki benden kilometrelerce uzakta bir yerde duyulmuştu. Yengemin duraksadığını ve elini birden ittiğimi hatırlıyorum. Yeşil gözlerinin iri iri açıldığını, “Bir tanem,” dediğini ve ona, “Onu içimden çıkarmışlar, artık orada değilmiş gibi konuşuyorsun,” dediğimi hatırlıyorum.
Burası benim kırılma noktamdı.
“Sen bir annesin, annesin!” diye bağırdığımı hatırlıyorum, sonra acının tüm bedenimde bir uğultu gibi dolaşarak beni anlık dondurduğunu ve birden öfkeyle onu ittiğimi hatırlıyorum. Yengem yataktan kalkmak zorunda kaldığında, gözlerime pişmanlık ve korkuyla bakmıştı sanırım. Hatırlayabildiğim buydu. Bu kadardı. Koluma bağlı serumu söküp çıkardığımda anlık bir acı hissettim sanırım, belki de hiçbir şey hissetmedim. Yengem, “Zeliha!” dedi korkuyla.
“Defol git!” diye çığlık attım sanırım. Bir yakarış, bir yalvarış değildi bu; eminim ki bu öfke dolu bir çığlıktı. “Sen bir annesin! Sen bir annesin, nasıl karşıma geçip benimle böyle konuşabilirsin!” Ayağa kalktığımı hatırlamamı sağlayan keskin bir acı hissetmiş olmam oldu. Yengem bana yönelmeye çalıştığında ona, “Yaklaşma bana!” diye bağırdığımı hatırlıyorum, bunu hatırlamamı sağlayan boğazımdaki acı oldu. “Böyle kolaymış gibi, onu içimden çıkarıp almışlar gibi, içimde çoktan ölmüş gibi, onu içimden… Onu içimden…” Durdum, birdenbire durdum ve her şey öyle ağır geldi ki gözlerimden yaşlar boşaldı. “Onu içimden…”
Yengemin ellerini kaldırıp beni sakinleştirmek ister gibi, “Otur, kurban olayım otur yengem,” diye fısıldadığını, kahrolmuş gibi ağlamaya başladığını ve bunun beni daha öfkelendirdiğini hatırlıyorum.
Çığlıklarım nasıl bir boyuta ulaşmışsa kapı duvara çarparak açıldı ve beni ayakta gören kişi Simge olmalıydı ki, “Ne oluyor?” diye bağırdı korkuyla. Sesi kafamın içine dağıldı.
“Defolun!” diye çığlık atmaya başladım, attığım her çığlıkta bedenimdeki ağrı çoğaldı ve her şeyi hatırlamamı sağlayan da bu ağrı oldu.
Simge bana yöneldiğinde ve gözlerini koluma indirdiğinde, az önce serumun bağlı olduğu kolumdan aşağı kan boşaldığını gördüm. Kanımı görmek beni sarstı ama öfkem öyle diriydi ki kanıma bakarken bağıra bağıra ağlamaya devam ettim.
Yener içeri girdi, arkasından Adnan da içeri fırladı ama onlara öfkeyle bakmayı durduramadım. Kanım yere, çıplak ayaklarıma damlıyordu. “Yaklaşmayın!” diye çığlık attığım an, Yener bir adım geri gidip elini Adnan’ın karnına koyarak onu durdurdu. “Yaklaşmayın bana!”
“Bebeğim,” dedi Simge, ardından annesine, “Ne söyledin ona anne?” diye bağırdı kendini tutamayarak. Yengemin ağladığını duyar gibi oldum ama benim haykırışlarım, çığlıklarıma karışan gözyaşlarım daha baskındı. Bir an gözüme üzerime yıkılacak duvarlar gibi göründüler, bir an gözüme karnımdaki toprağı eşeleyip o gelinciği koparacak acımasız ellerin sahipleri gibi göründüler. Korkuyla kapıya yürümeye başladığım anda Adnan, “Zeliş,” dedi ama öyle çok ağlıyordum ki bana yaklaşamadı. Üzerimde bir önlükle, ayaklarımın altına bulaşmış kanımla açık kapıdan dışarı çıktığım an koridordaki tüm gözlerin bana çevrildiğini, diğer hastaların korkuyla yüzüme baktıklarını hatırlıyorum.
“Bulamam,” diye fısıldadım ve “Bulamam!” diye çığlık attım. Hastalar irkildi, Yener’in arkamdan geldiğini, Yaman’ın koridorun öteki ucundan bana doğru koştuğunu fark ettim ve korkuyla kollarımı bedenime sardığımda kolumdaki kan önlüğüme bulaştı. “Sensiz yolumu bulamam!”
Muşta, “Zeliş,” diyerek Yaman’ın arkasında belirdi ve koridorda o kadar çaresiz bir şekilde, “Yaklaşmayın bana!” diye çığlık attım ki bana yönelen tüm adımlar bir anda dondu.
Titreyerek, yalın ayak koridorda yürümeye başladım. Hem yürüyor hem de çaresizce, bir çocuk gibi ağlıyor, hıçkırıklarım yüzünden boğulacak gibi hissetsem de bu lanet hissi durduramıyordum.
Hemşirelerin etrafımı sardığını ama bana yaklaşamadıklarını görür gibi oldum. Muşta’nın hemen yanından titreyerek, zar zor attığım adımlarla geçtim. Vural’ı gördüm, elini bana uzattı ama uzattığı eline bakmadım, omzum o ele çarptı, yavaşça ilerlemeye devam ettim.
Koridorun sonunda beliren kişiyi gördüğümde, umut oradaydı; dışarıda yağan yağmura rağmen güneşin başımın üzerinde yakıcı bir şekilde parlayarak yükseldiğini hissettim. Gurur, bileğine sarılı zincirle, tam karşımda, hareketsiz bir şekilde duruyordu.
Ağır adımlarla, yavaşça ona doğru yürümeye devam ettim.
Durdu, hareket bile etmeden, donmuş bir halde beni izlemeye devam etti.
Babam, “Zeliha,” diye fısıldadı bir yerlerde, duydum ama sesi nereden geldi bilemedim; zihnimin içinde kayboldu. Zihnime tutunamadı.
Bir elimi kaldırdım, diğer elim bedenimi sarmaya devam ediyordu. “Gurur Mert,” dedim dudaklarımı büke büke. “Mert…” Gurur sertçe yutkundu ama hareket bile edemedi, ona uzanan elime değil, gözlerime baktı. “Gurur Zeliha’yı duymuyorsa, Mert Zerda’yı duyar.” Dudaklarım büküle büküle ağlarken ona doğru ağır ağır yürümeye, elimi ona uzatmaya devam ettim. “Mert,” diye fısıldadım. “Koru bizi.”
Gurur gözlerini yummadı, belki de yapmak istedi ama yapamadı. Titreyen kanıma bulanmış elimi ona uzatırken bir iki adım daha attım ve durdum, yürüyecek halim kalmadığında, “Koru bizi,” diye fısıldadım güçsüzce.
Gurur bana doğru bir adım attığında gülümsedim ama öyle çok ağlıyordum ki, belki de gülümsediğimi fark edemedi. Gözyaşlarım daha da şiddetlendi. Beni tutup kollarının arasına çektiğinde hıçkırıklara boğuldum ama gülümsüyordum, gözlerimden sürekli yaşlar akıyor, deli gibi ağlıyordum ama gülümsüyordum. Bedenim onun kollarında küçücük kaldı ve sarsılmaya başladı. “Koru bizi,” diye fısıldadım güçsüzce. Kendimi onun kollarında o kadar küçük hissettim ki… O da benim içimde bu kadar küçüktü işte.
Gurur, “Geçti Dağ Gelinciği,” diyerek beni kendine tamamen bastırdı. “Güvendesin.”
Ona tüm gücümle sarıldığımda bile bir elim karnımı korumaya devam ediyordu.
Ta ki o cümleye duyana kadar.
“Geçti Zerda. Sen de oğlumuz da güvendesiniz.”
Elim ilk kez o an karnımdan kaydı, kolumu güçsüzce onun boynuna sardım ve Gurur beni kucağına aldı. Ayaklarım yerden kesildiğinde boynuna sokuldum, hıçkırıklarım belirsiz iç çekişlere dönüştü ve gözyaşlarım gülümsediğim için ağzımın içine dolmaya başladı.
Etrafımı saran kalabalığın ortasından geçerken herkesin bize baktığını hissettim ama artık korkmuyordum. Kucağında sanki bir cenaze taşıyordu ama bilmediği bir şey varsa, tek bir cümlesiyle bana hayatımı geri vermişti. Yüzüm onun boynuna saklanmış halde, sessiz sessiz ağlarken, odanın kapısının önünde durdu. Kucağındaki bedenimi hareket ettirmemeye özen göstererek yavaşça yana doğru döndü ve “Bu bebek doğacak,” dedi. “Annesi ve babası olarak bizim kararımız bu.”
Sessizliğin içinde duyulan tek şey benim gözyaşlarımın sesiydi.
Dudaklarını saçlarıma bastırdığını hissettim.
“Sizi koruyacağım,” diye fısıldadı ve bunu sadece ben değil, yarını olmayan gelinciğim de duydu. Babası ona bir yarın vadediyordu. O yarını görebilmesi için ona büyük, güven veren ellerini uzatıyordu. Gurur’un bileğindeki zincirin soğukluğunu tenimde hissettim ve Gurur ile Mert aynı anda fısıldadılar: “Artık güvendesiniz.”
#EKSTRA SAHNE
CENAN KAPLANER
Yağan yağmur, Ufuk’un arabasının ön camını yıkıyordu. Sessizce ön camdan dışarıyı izlediğim sırada, Ufuk, “Cenan, Zeliha’nın durumu nasıl?” diye sordu sessizce. Arabam arızalandığı ve yağmur tek bir an olsun durmadığı için Komiser Ufuk beni eve bırakmayı teklif etmişti ve yoğun yağıştan dolayı taksi bulamadığım için bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştım. Eve biraz daha geç kalmak istemiyordum. Halledilmesi gereken işler biriktiği için zaten geç saatlere kadar dışarıda kalmıştım. Sessizliğim üzerine Ufuk omzunun üzerinden bana baktı. Arabanın içi karanlıktı, camı indirmiştim ve bir sigara yakmıştım. Ne zaman elimi camdan dışarı uzatsam sigarama düşen yağmur damlalarını hissediyordum.
Ufuk, “Konuşmaktan kaçacağın kadar kötü mü?” diye sordu sessizce.
“Bıçaklı bir saldırıdan sonra ne kadar iyi olunabilirse, o kadar iyi,” dedim, sigaranın külünü dışarı silktim.
“Onu ablası gibi sahipleniyorsun. Oysa buraya ilk geldiğinde, tek amacın gözlerini o kızın üzerine dikip ne olup bittiğini anlamaya çalışmaktı,” dedi düşünceli bir sesle. Yağıştan dolayı tıkanan trafikte durduk, sessizce önümdeki araçların ışıklarını izlerken derin bir nefes aldım. O kızı ilk gördüğüm anda, kendimden büyük bir parçaya onda rastlamışım gibi hissettiğimi Ufuk’a söyleyemedim. “Bu arada,” diye söze girdi Ufuk sessizce. “Bir şey duydum hastanedeki bir yakınımdan.”
“Nedir?”
“Hamile mi?”
Sessiz kaldım. Bir müddet bu sessizlik sürdü ve Ufuk sessizliğime hakaret sayılacak hiçbir şey söylemedi. Konuşacağım an gelene dek sabırla bekledi. Trafik akmaya başladı, araç yeniden harekete geçti.
“Evet öyle.”
“Bıçaklı saldırıdan sonra,” diyecekti ki onun sözünü kestim.
“Düşük tehlikesi devam ediyor.”
Ufuk pişmanlıkla sustu. Bu gerçeğin benim kadar olmasa da Ufuk’un da canını sıktığını, hatta onu üzdüğünü anladım. Hakan ile kızımız için evlendiğim gerçeği şu anlık büyük bir sırdı. Ne Ufuk ne de bir başkası, bir yakınım bunu bilmiyordu. Tıpkı Dide’nin Hakan’ın babası olduğunu bilmediği gibi. Ufuk ne tepki verirdi umurumda değildi, sadece bu kızımız için yola çıktığımız anlaşmalı bir evlilikti ve sanırım dile getirilmemesi şimdilik çok daha iyi bir seçenekti.
Ve biliyordum ki Ufuk, şehre geldiğim ilk andan beri bana özel bir ilgi duyuyordu. Bunu birçok kez belli etmiş, her seferinde benim tarafımdan kibarca reddedilmişti ve bir süre sonra denemeleri bir kenara koyup her şeyi akışına bırakmıştı. En azından denemeyi bıraktığı ve arkadaşlık işini sürdürebildiği için mutluydum. Araba evin yakınlarına geldiğinde karanlık sokağa baktım. Yağmurun şehre indirdiği kasvet tüm sokağı etkisi altına almıştı. Zeliha’nın sokaktaki yokluğu elle tutulurdu. Yaşanan vahşet, Zeliha ve Gurur şu an bu sokakta olmasalar da hala burada, onlara ait silinmesi imkansız bir anı gibi asılı kalmıştı.
Açık duran camdan dışarı sigaramı fırlatıp kulübedeki güvenliğe, “Cenan Kaplaner,” diyerek kendimi tanıttım ve güvenlik bariyeri kaldırılırken başımı koltuğa yasladım. Yorgundum. Uykusuzdum. Aklım Zeliha’daydı. İşleri bitirdiğim için tekrar onu görmeye gidebilirdim ama önce birkaç saatliğine de olsa dinlenmem gerektiğini biliyordum.
Araç, oturduğum binanın girişinin önünde durdu. Emniyet kemerimi çözdüğüm sırada Ufuk, “Cenan, sırası değil biliyorum ama,” diyerek söze girince gergin gözlerimi ona çevirdim. Gösterge panelinden yansıyan ışık yüzüne gölgeler çizmişti. Çatık kaşlarla bana baktı. “Her zaman yanında olduğumu unutma. Zeliha’nın başına bu işi açanların yanına kar bırakmayacağız.”
“Onur Bey yakından ilgileniyor,” dedim durgun bir sesle.
“Onur şu yeni gelen adamdı, değil mi? O terörle ilgilenmiyor mu? Bu konuyu özel olarak ele almasının nedeni ne ki?”
“Bunu ona sormaya ne dersin?” Tam kapıya uzanacaktım ki Ufuk bileğimi nazik bir şekilde tutarak beni durdurdu. Dokunuşuna karşı çatık kaşlarla omzumun üzerinden ona uyarı dalgası kabartan bir bakış attım.
“Affedersin. Temastan hoşlanmadığını unuttum bir an.” Ateşe dokunmuş gibi hızla elini geri çekip bana baktı. “Onur Kırgız gibi ben de yardımcı olmak istiyorum.”
“Peki?” dedim sorar gibi. Artık evime gitmek istiyordum.
“Gerginsin, anlıyorum. Daha fazla bu konuşmayı uzatmayacağım. İyi geceler,” dedi saygıyla. Başımı sallayıp kapıyı açtım. Dosyaları kafama tutup yağmurun altında girişe doğru koştum. Ayağımdaki stilettolar ayak parmaklarımı ve tabanlarımı ağrıtıyordu. Girişten içeri adım attığım anda lobide arttırılan güvenlikten dolayı sayısı artmış güvenlik personelleri bana baktılar. Onlara bir şey söylemeden dosyayı kafamdan çektim, blazer ceketimin üzerine düşmüş yağmur damlalarını elimle silkeledim ve asansörlere doğru ilerlemeye başladım. Dide’ye göz kulak olmak için gelen Ayten Hanım hala evde miydi acaba? Dide çoktan uyumuş olmalıydı. Ayten Hanım’ın gitmediğinden emindim. Tam asansörü çağırmak için düğmeye basacakken, arkamdan bir güvenlik görevlisinin seslendiğini duyup kafamı ona çevirdim.
“Cenan Hanım, iyi geceler,” diyerek beni selamladı. “Dairenizin güvenlik kartını ve yedek anahtarını eşiniz aldı. Sizi aradım fakat ulaşamadım, karşılığında bana evlilik cüzdanınızı göstererek onay aldı. Ben de kendisine anahtarları teslim ettim.”
Bir an, çok kısa bir an için şaşkınlık tüm çehremi kapladı. İfademi toparlayıp güvenlik görevlisinin yaka kartına baktım. İsmi yazıyordu. “Teşekkürler, Halil Bey,” diyerek asansörün düğmesine bastım.
“Ve Cenan Hanım…”
Bakışlarım tekrar güvenlik görevlisine çevrildi.
“Zeliha Hanım’ın durumu nasıl acaba?” diye sordu çekingen bir sesle. O an, güvenlik görevlisinin gözünün altındaki morluk ve dudağındaki yara izi dikkatimi çekti ve ona bunu kimin yaptığının farkındalığıyla derin bir nefes verdim.
“O iyi olacak, Halil Bey.” Asansörün kapıları açıldı. Omuzlarımı dikleştirdim. “Ve bu binada yeniden böyle bir şey yaşanmaması için elinizden geleni ardınıza koymayacağınızı umut ediyorum. Bu binada küçük çocuklar, genç kadınlar yaşıyor.”
Güvenlik görevlisi başını sallayıp gözlerini zemine indirdi. Asansöre bindim, sırtımı aynaya vererek Halil Bey’e baktım. Kapılar kapanırken gördüğüm son şey, adamın yüzündeki utanç duygusuydu. Asansör üst kata tırmanırken gözlerimi yumdum. Burada yaşanan dehşet anlarını düşündüm. O gece burada olmasam da havayı kokladığımda temizlik malzemelerinin kokusunu değil de, Zeliha’nın kanının kokusunu alıyormuşum gibi hissettim. Kafamı geriye doğru atıp aynaya yasladıktan sonra, “Keşke tüm bunlar yaşanmamış olsaydı,” diye fısıldadım. “Ama çoktan o geceyi yaşamak için kaderine ilk adımı atmıştın. Seni kim engelleyebilirdi ki? Sen dışında.” Gözlerimi aralamamla, asansörün kapıları kayarak açıldı ve daireme giden koridoru gördüm. Koridorun rengi bile daha solgun göründü gözüme. Her yer güzelce temizlenmişti ama dehşet gecesi yaşandıktan sonra binaya geldiğimde Zeliha’nın kanının tüm binaya nasıl sindiğini hala hatırlıyordum. Yerdeki kan damlalarının, kanlı bot izlerinin, asansörün aynasındaki ve zeminindeki kan kalıntılarının… Hepsinin tamamı hafızamda yaşamaya devam ediyordu.
Çantamdan anahtarımı çıkarırken bitkin hissediyordum. Hakan içeride olmalıydı. Belki de kızının yanına kıvrılıp uykuya dalmıştı. Anahtarı çevirip kapıyı araladığımda beni karanlık hol ve tam karşımdaki oturma odasının tüm duvarını kaplayan camdan içeri sızan şehir manzarası karşıladı. Uzaklarda yanan sokak lambaları güçsüzce olsa oturma odasını aydınlatıyordu. Kapıyı kapatırken ışığı açma gereği duymadım. Topuklu ayakkabılarım zeminde tıkırdarken, bir silüet fark ettim. Oturma odasındaki tekli koltuğa oturan silüetin sahibini tanıyordum. Karanlıkta ne yapıyordu? Ayten Hanım’ın evde olmadığını anladım.
“Eve bu saatte mi dönersin genelde?” Buz gibi sesin etrafından bana uzanan, kanatmak için an kollayan dikenleri hissettim. Dönüp bana bakmadı, karanlıkta oturmuş dışarıyı izlemeye devam ediyordu. Sadece kalp atışlarım ve topuklularımın sesi duyulurken yavaşça oturma odasına doğru ilerledim.
“Hastanede olacağını düşünmüştüm,” dedim yere çantamı bırakırken. Kafamı kaldırıp onun sırtına baktım. Oturduğu koltuğu bile cüceleştiriyordu.
“Birinin kızımın yanında olması gerekiyordu. Annesi olmadığına göre, görev babasınındı,” dedi, sesinde hala dikenler vardı.
“Ayten Hanım onunlaydı.”
“Evet, altmış yaşında, kafası göğsümün altına gelen yaşlı ve romatizmalı bir kadın,” dedi Hakan, sesi mahlası gibiydi; sert, soğuk, öldürücü yumruklara hazır bir muşta gibi. Bu tavrının nedeni gerçekten Dide miydi? Yoksa başka bir şey miydi? Kaşlarım çatıldı.
“Bir sorun mu var?” diye sordum merakla. “Hastanede bir şey mi oldu? Zeliha iyi mi?”
Hakan sessizdi. Omuzlarının aldığı ağır nefeslerle kalkıp indiğini gördüm ama ağzını açıp tek kelime etmiyordu. “Hakan?” diyerek ona doğru bir adım attığımda, kafasını kaldırdı ve havayı kokladı. Bir an duraksadım. “Ne zamandan beri erkek kolonyası kullanıyorsun?” diye sorunca olduğum yere mıhlanmış gibi sabit kaldım ve onun sırtına baktım.
Beni Ufuk’un evine bıraktığını hatırlayınca duraksadım, üzerimi kokladım, kendi parfümüm gibi kokuyordum. Kaşlarım daha da derin çatıldı. “On dokuz yaşından beri aynı parfümü kullanıyorum,” dedim.
“Biliyorum,” dedi. “Bende bir numunesi var.”
Söylediği şey, karnıma yumruk yemişim gibi hissetmeme, nefesimin boğazımda düğümlenmesine neden oldu. Hakan aniden oturduğu koltuktan kalkınca, koca evi kaplayan cüssesine bakakaldım. Sırtı bana dönük bir süre bekledi. Bir elini takımının pantolonunun cebine attı ve takımının siyah ceketi geriye doğru kaykıldı.
“Neredeydin?”
“Okuldaydım,” dedim. “Birikmiş işlerimi hallediyordum.”
“Sonra da bir erkek berberine uğrayıp kolonya mı dökündün?”
Sorusu beni az daha güldürecekti ama sustum. Kolunu dirseğinden kırdığında saatine baktığını anladım.
“Hangi üniversite gecenin birinde sana iş kitliyor?” diye sordu ardından, bir önceki sorusuna cevap beklemeden.
“Arabam arızalandı, yağıştan dolayı taksi de yoktu,” dediğimde, “Sanayiye uğradın o zaman?” diye sordu bana bakmadan. “Sanayidekilerin bu kadar pahalı kolonyalar kullandığını bilmiyordum. Recep Usta genelde tütün kolonyası dökünür.”
Tuhaf soruları karşısında, “Sen iyi misin?” diye sordum.
“Okula üç asker gönderdim, olabileceğin her yere, adliyede dahil, birilerini yolladım. Telefonunu da aradım ama kapalıydı,” dedi sertçe. “Civardaki bir kokoreççi bir arabaya binip gittiğini söylemiş.”
“Beni mi takip ettiriyorsun sen?” diye sordum şokla.
“Güvenliğin içindi. Senden haber alamayınca, son çarem buydu.” Bana doğru döndüğünde karanlıktan dolayı yüzünü göremedim. Yine de bakışlarını hissedebiliyordum. “Bu pahalı kolonyanın sahibi bindiğin arabayı kullanan kişi olsa gerek.”
“Ufuk beni eve bıraktı,” dedim düz bir sesle.
Bana doğru tehditkar bir adım attığında olduğum yere mıhlanıp kafamı kaldırarak ona baktım. Ayağımdaki topuklulara ve uzun boyuma rağmen, benden oldukça yüksekte duruyordu. Başını sağ omzuna yatırdı ve “Ufuk gibi kokuyorsun yani?” diye sordu, sesi tehlikeli geliyordu. Neredeyse tehlikeli.
“Kendim gibi kokuyorum. Bir kurt gibi orada durup beni koklamayı kes,” dediğimde tek kaşını kaldırdığını onu göremesem de hissettim.
“Sen benim karımsın.”
Söylediği şey sarsılmama neden oldu.
“Biliyorum, Dide için,” diye cevabı sertçe yapıştırdığımda bana doğru bir adım daha attı ve üzerimde biraz daha yükseldi. Kafamı biraz daha kaldırmak zorunda kaldım.
“Kızımız için ya da başka herhangi bir şey için. Sebep ne olursa olsun, sen benim karımsın,” dediğinde nefesimi tuttum. “Benim karımsın ve o aptal herifin telefonunu alıp beni aramak ve çağırmak yerine, onun arabasına bindin, öyle mi?”
“Ufuk benim arkadaşım,” dediğimde, “Ben de senin kocanım,” dedi gırtlaktan gelen bir sesle. “Sen buna düzenlenmiş bir evlilik diyebilirsin, kızımız için atılmış bir adım diyebilirsin, işin hukuki boyutunu kolaylaştırmak için alınmış bir karar diyebilirsin ama kabul etsen de etmesen de sen benim karımsın.”
“Tüm bunları söyleyen sensin. Ağzımı açıp tek kelime etmedim ben,” dedim sertçe. “Sen bu evliliğin sebeplerinin bu olduğunu bana kendin söylemiştin. Şimdi karşıma geçip gerçek kocammışsın gibi benden hesap soramazsın.”
“Soramam?” dedi ve ondan yayılan tehdidi daha net solumamı sağladı.
“Soramazsın.”
“Benim soyadımı taşıyorsun.”
“Evet, söylediğin gibi. İşleri kolaylaştırmak için. Hukuksal açıdan ve Dide için,” diye üzerine basa basa söyledim. “Tüm bu bahaneleri önüme sunan senken, bunlar benim cümlelerimmiş gibi davranmayı kes, Hakan.”
“Bana neyi kesip kesmeyeceğimi sen söyleyemezsin.”
Dişlerimi sıktım. “Madem senin karınım, söyleyebilirim,” dediğimde homurdandığını duydum.
“Madem benim karımsın, zor durumda kaldığında başka bir erkekten değil BENDEN yardım isteyeceksin,” diye hırladı, özellikle benden dediğinde sesi daha gür çıkmıştı.
“Kağıt üzerindeki karın,” diye düzelttiğimde bana doğru bir adım daha attı ve yutkundum. Neredeyse kuyruğumu kıstıracaktım ama yapmadım. Öyle kolay değildi.
“Kağıtlar benim sikimde değil.”
“Düzgün konuş!”
“Sikimde değil.”
“Düzgün konuş!” diye hırladım.
“Sikimde.” Yüzüme doğru eğildi. “Değil.”
Yakınlığı kalbimi allak bullak edince bir adım geri çekildim. “Sen benden ne istiyorsun?”
“Kızımın annesi olmanı ve karım gibi davranmanı,” diye homurdandı.
“Hiç mantıklı değilsin.”
“Eğer merak ediyorsan, mantık da hiç sikimde değil.”
“Küfredip durma!”
“Küfür mü diyorsun sen buna? Sikerim demedim, sikim dedim,” diye söylendiğinde elimi göğsüne koyup onu itmeye hazırlandım ama göğsüne dokunduğum an bileklerimi kavradı ve bileklerimin onun koca ellerinin arasında kaybolduğunu fark ettim.
“Bırak,” diye fısıldadım ama sesim, karakterime ters şekilde zayıf ve kırılgan çıktı.
“Karıma dokunurken sana mı soracağım?”
“Bana dokunuyorsun.”
“Evet, karıma.”
Bileğimi dokunuşundan kurtarmaya çalışırken beni kendine daha sert çekti ve göğsüm göğsüne yaslandı. Bir an duraksadım, kafamı yavaşça kaldırıp yüzüne bakmaya çalıştım ama gözleri mavilikle parlasa da yüzü gölgelerin ardına gizlenmişti. İfadelerini göremedim.
“Sen ne istiyorsun benden?”
“Başka bir erkeğin kolonyası gibi kokmaman gibi basit ama totalde beni katil etmeye çok yatkın birine dönüştüren şeyler,” dedi. “Ufuk’un kalbi yerinde kalsın istiyorsak, ki ben istemiyorum ama senin isteklerini önemsiyorum, bence bunu kesmelisin.”
“Saçmalamayı kes. Gören de beni önemsiyorsun sanacak,” dediğimde bileğimi daha sıkı kavradı ama tutuşu, tüm o sıkılığa rağmen nazikti ve acıtmıyordu. Beni göğsüne daha sert bastırdı ve nefesi tenime meltem gibi akarken, “Ne dedin sen?” diye sordu, sesi karanlıktı.
“Beni önemsiyor gibi davranmayı kes.”
“Ha?” Yüzünü biraz daha aşağı eğince kafamı önüme eğdim ve alnım göğsüne yaslandı. “Kaldır şu kafanı, bana bak.”
“Kes şunu.”
“Kafanı kaldır.”
“İstemiyorum.”
“Yalancı.”
“Sensin o,” dedim alnım göğsüne yaslıyken.
“Çocuk gibi davranma. Benden saklanırken bile bana sığındığının farkında mısın? Göğsümü kullanıyorsun.”
“Beni bıraksaydın bunu yapmak zorunda kalmazdım, çok sıkı tutuyorsun.”
“Canını mı acıtıyorum?”
“Hayır,” dedim dürüstçe.
“O zaman neden kaçmaya çalışmıyorsun?”
“İzin verecek misin?”
“Denemeden bilemezsin,” dedi, nefesi doğrudan saçlarıma aktığı için kafam karışıyordu. Tam geri çekilip dokunuşundan kurtulacaktım ki eli birden bileklerimi bırakıp bu kez belimi kavradı ve beni tekrar kendine bastırırken, “Yakaladım seni,” diye fısıldadı.
O kadar uzun sustum ki, karanlığı yırtıp geçen mavi gözleri yüzümü ezberlerken bir daha hiç konuşamayacağımı sandım.
“Kedi dilini mi yedi?” diye fısıldadı gözleri yüzümde dolaşırken.
“Bana eziyet ediyorsun,” diye fısıldadım sessizce.
“Kim kime ediyor eziyeti?” Soruyu sorarken sesindeki imalar dişlerimi sıkmama neden oldu.
“Sen bana.”
“Yapma ya?” diye alay ederken bile sesi karanlıktı.
“Ufuk benim arkadaşım,” dedim alakasızca.
“Yaşamayı seviyorsa pozisyonunu korumaya devam etmeli tabii,” diye mırıldandı, büyük avucu hala belime yaslı duruyordu.
“Etmezse?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Hoşuna gidiyor, değil mi?” Yüzü yüzüme yaklaştığında nefesimi tuttum. “Sen bu hayata beni kuduz bir köpeğe dönüştürmek için gelmiş olabilir misin?”
“Bana kızgınsan neden böyle konuşuyorsun?”
“Sana çok kızgınım.”
Geri çekilmek istedim ama izin vermedi. Sinirlenerek, “O zaman?” diye sordum.
“Sana çok kızgınım. Hepsi bu.”
“Bırak o zaman. Eziyet edip durma ikimize. Madem beni affedemiyorsun, ne diye benimle böyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorsun?” diye sordum açıkça. Bu soruyu sorabilmiş olmanın bile benim için nasıl bir enkaz olduğunu, nasıl canımı acıttığını bilmiyordu ama alacağım cevaplardan korksam da artık bir şeyler duymaya ihtiyacım vardı.
“Sen benim sorularıma doğru dürüst cevap veriyor musun da benden cevap bekliyorsun?”
“Hiç adil değilsin.”
“Adaleti senden öğrenecek değilim. Adalet savaşçısısın ama en büyük adaletsizliği bana yaşatan kişisin aynı zamanda,” dedi, parmaklarını belime daha sert bastırınca dokunuşu içimdeki özlemi uyandırdı. Söyledikleri ise kalbimi paramparça etmeyi sürdürüyordu.
Sonunda onu itip ondan uzaklaşabildim. Dışarıda çakan şimşeğin ışığı anlık olarak evin içini aydınlattı. Mavi gözlerine baktım.
“Hakan, hem benden nefret ediyorsun hem de beni önemsiyor gibi davranıyorsun!” diye bağırdığım sonunda. Kafamı allak bullak ediyordu.
Bir şimşek daha çaktı ve beyaz ışık bu defa onun yüzünü daha net görmemi sağladı. Hakan öfkeyle, “Senden nefret ettiğimi mi düşünüyorsun, aptal kadın?” diye sordu, parlak mavi gözleri duygularla kararmıştı. Öfke, acı, hayal kırıklığı ama bastırılamamış, artık saklanabilecek boyutu aşmış bir özlem… Hiç dinmeyen bir özlem. Bitmek bilmeyen bir sevda. Onu da beni de tüketen bir duygu. Kalbim titredi.
Bileğimi kavradı, içindeki karanlık dürtülere karşı savaşırken çenesi kasıldı.
“Gerçekten yaşadığımız her şeyden sonra, duygularımı sikik bir kapıyı kapatır gibi kapatabileceğime mi inanıyorsun? Ben sen miyim lan?”
Beni daha da yakınına çekti, geniş göğsü kesik nefesleriyle inip kalkıyordu. Kolonyasının ve parfümünün kokusu beni sardı.
“Önemsiyorum lan, umursuyorum seni!” diye kükredi.”
“Neden?” diye sordum tükürür gibi.
“Umursuyorum çünkü umursamayı bırakamıyorum!” diye hırladı, yüzü birkaç santim uzağımdaydı. “Senden nefret etmek istesem bile, seni unutmaya çalışsam bile, sen hala oradasın, tenimin altında, derinlerde, içimde bir yerde, beni delirtiyorsun!”
Serbest duran eli yanağımı kavramak için kalktı. Gözlerindeki öfkeye rağmen dokunuşu şaşırtıcı derecede nazikti. “Anlamıyor musun? Gittiğinde beni parçaladın. Ve şimdi, seni böyle karşımda görünce, tekrar parçalanıyorum. Beni parçalıyorsun, Şarapnel Parçası.”
Söyledikleri karşısında gözlerimi kaçırdım. Beklenmedik itirafları kalbimi olabileceğinden daha da hızlı attırdı. Hem öfkeliydi hem de özlem doluydu. Hem konuşmak istedikleri vardı hem de gururu onu susmaya zorluyordu.
“Bu böyle nereye kadar sürecek?” diye sordum sonunda.
“Gittiği yere kadar, Cenan,” dedi tak diye. “Ölümümle son bulacak ve benim hala yaşamaya niyetim var. Kaçırdığım her şey için, benim kendime hayatımı da siksen yaşama sözüm var.”
“Öfkenden bahsediyorum,” diye fısıldadım.
“Öfkeyse bir benim öfkem mi lan?” diye sorarken sesi sertti. “Senin öfken yok mu? Sen bana belki de benim sana olduğumdan daha kızgın değil misin? Hakkın da ayrıca. Hakkın bu öfke. Ama karşıma geçip tek öfkeli kişi benmişim gibi konuşma.”
“Madem öfkeyi kabul ediyorsun, beni neden önemsiyor gibi davranıyorsun? İçinde dinmeyen bir öfke belki de nefret varken sen neden hala beni umursuyorsun?”
“Ne kadar aptalsın,” dediğinde ona dik dik baktım. Serbest eli çenemi kavradı, yoğun bakışlarıyla buluşmamı sağladı. Gözlerinin mavisi hissettiği duygularla laciverte dönmüş gibiydi.
“Bir tek öfke mi görüyorsun bu gözlerde sen?” diye sordu zehir gibi bir sesle. “Gittiğinden beri seni soktuğumun her günü, her belamı siktiğin sensiz günde umursadım. Bak bana, yüzsüzün tekiyim bak, bu yüzsüz her gün acı çektim.”
Gözlerimi kaçırdım.
“Bak bana.”
“Senin sorunun ne?” diye cırladım sonunda, burada durmuş birbirimizi paramparça etmekten öteye gidemiyorduk işte. Çenemi daha sıkı kavradı ama dokunuşu nazikti, yüzümü yüzüne çevirdi.
“Benim sorunum ne bilmek istiyor musun? Sensin. Benim sorunum sensin. Tenimin altındasın, kanımdasın, içeriye saplandın ve seni çıkaramıyorum.”
Gözlerime batan yaşlara rağmen ağlamadım. Sadece durdum ve o lacivert gözlerde kayboldum. Hiç beklemediğim bir anda alnını alnıma yaslayınca gözlerimi yumdum. Karanlık oturma odasında kaybolduğumu hissettim ama işte buradaydım, onun kollarındaydım, nefesini hissediyordum.
“Cenan,” dediğinde nefesi sus çizgime ve dudaklarıma yayıldı. “İstemiyorum.”
Bir an kalbim sıkıştı. Ona beni mi diye sormaktan korktum. Alacağım cevaplardan korktum. Her şeyden korktum. Yetişkin bir kadının bedeninde hapsolmuş küçük bir kız çocuğunun kalbiyle korktum.
“Etrafında başka bir adam olmasını istemiyorum,” diyerek alnını alnıma sürttüğünde durduğunu sandığım kalbim zayıf bir çırpınışla yeniden atmaya başladı. Alnını alnıma sürttü. “Bunun attığımız imzayla ilgisi yok. Bunun gururla onurla haysiyetle alakası bile yok. Bunun Cenan ve Hakan ile alakası var. Bunun canım olmanla, cananım olmanla, isminin içimde bir şarapnel parçası olmasıyla alakası var ama diğer hiçbir şeyle alakası yok. İstemiyorum. Başka bir adamı senin etrafında istemiyorum. Yüz kilometre, bin kilometre, yüz bin kilometre, yüz bin ışık yılı yakınında bile olmasın, istemiyorum.”
“Dünya dışı bir yere mi göndereyim milleti?” diye homurdandım alnım alnındayken.
“Siktirip gidip uzayın derinliklerinde kaybolsunlar,” diye homurdandı alnı alnımdayken.
“Çok sinir bozucusun,” dediğimde iç çekti. “Hep öyleydin.”
“Can çıkar, huy çıkmaz.” Bir süre sustu. “Huy bile çıkar, sen çıkmazsın.”
🎧: Dedublüman, Bunca Yıl