🎧: Murat Yılmazyıldırım, Ben Sana Ölüyorum
Bazı kelimeleri, tohumum dünya topraklarında filizlendiğinden beri doğum lekesi gibi ruhumda taşıyordum.
Hiçbir zaman ruhumu okuyabilen biri olmamıştı.
Eve döndüğümüzde ılık bir duş almak için banyoya geçerken, o çoktan alkolün kollarına teslim olmuştu bile. Tam olarak ayılmış hissetmesem de kafam güzel de diyemezdim. Soğuk hava bana iyi gelmişti. Suyun altına girdiğim anda, bedenimde kalan son sarhoşluk emaresi de silindi ve bunun yerini içimi tükettiğini hissettiğim bir huzursuzluk aldı. Ilık suyun altında dikilirken düşüncelerin gaddar ellerinin zihnime dokunduğunu hissediyordum. Ellerimi soğuk duvara yasladım ve açık olan gözlerimin uzun kirpiklerine çarparak yüzüme akan suyun altında öylece durdum.
“Seni çok özlüyorum,” döküldü dudaklarımdan. Su, dudaklarımın arasından içeri sızdı, kelimelerim boğulmaya başladı. Gözlerimi yumdum. Ruhumun direği sızlıyordu. “Dayanamıyorum.”
Suyun bedenime dökülürken çıkardığı sesler, bir kitabın sayfalarının çevrilirken çıkardığı sese dönüştüğünde, anıların yeniden etrafımı sardığını hissettim. Bir takvim yaprağı gibi ânın içinde süzülerek geçmişe doğru düşmeye başladım.
Hatırlıyorum. Sırtımın duvar boyunca kaydığını, yere oturduğumu, dizlerimi göğsüme doğru çekişimi ve çıplak ayak parmaklarımın içeri doğru bükülüşünü… Islak saçlarım omuzlarımı örtüyordu. Altımda suyun altına girdiğim için sırılsıklam olmuş beyaz penye bir şort dışında çırılçıplaktım. Çıplak göğüs uçlarımın dizlerime yaptığı baskıyı hatırlıyorum. Kalbim acıyla çırpınıyordu, damarlarımda dolaşan kan değildi de asitti sanki ve beni eritiyordu. Aynaya baktığımda elim, ayağım, yüzüm, hepsi yerli yerindeydi. O hâlde eriyen içim miydi?
Pencereye vuran yağmur damlalarının sesini duyabiliyordum. “Kovan kovan balın olsun,” diye fısıldadım sesim çatlarken. “Bin çiçekli dalın olsun. Denizlerde salın olsun. Uyu…” Burnumu çektim. “Uyu yavrum ninni, uyu.”
Yavaşça ninniye uyan o küçük melodiyi mırıldanırken sesim bir enkazdan farksızdı. Hatırlıyorum. Göğsümde boşluk büyüyordu.
“Sepet sepet meyven olsun. Akarsular ömrün olsun… Saraylarda tahtın olsun. Uyu…” Artık ağlıyordum. “Uyu ninni, uyu bal gözlüm, ninni.”
Hatırlıyorum. O gece, babamın sesi zihnimdeydi; daima orada olacaktı.
“Uyu bal gözlüm, ninni.”
Bir insanın unutabileceği en son yüz, katilinin yüzüydü ama bir kız çocuğunun unutabileceği en son yüz, daima babasının yüzü olurdu. Babası tarafından öldürülen kız çocukları için durum aynı değildi. Bir insan hem katilini hem de babasını aynı anda nasıl unutamazdı ki? Tek bir şansın vardı ve sen tek bir şansı yere düşürüp kırmış, ikiye ayırmış, parçalamıştın. Bir parçası katiline, bir parçası babana aitti. Birleştirdiğin an aynı yüz oluşacaktı zihninde.
Babam ölerek, benim katilim olmuştu.
Annem ölerek, babamın elinde tuttuğu, namlusu alnıma dayalı duran silah…
Hatırlıyorum. Kimsesiz hissediyordum o gece. Kimsesiz bırakılmış hissediyordum. Yaralı avuçlarımın içinde tuttuğum donmuş bir kalp ve ışığı sönmüş bir ruh kalmıştı. Beni benimle yalnız bırakmışlardı.
“Uyu bal gözlüm, ninni,” dedim hıçkırıklarıma yenik düşerek.
Babamın yokluğuyla yüzleştiğimde, annemin yokluğunun rüzgârı saçlarımı uçuşturuyordu. Kapı zilinin çaldığını işitir gibi oldum ama sesler soluktu, sanki kulaklarımın etrafındaki her ses zayıf bir nabız gibi yavaş ve ölüme yakındı. Çenemi dizime bastırdım, gözümden akan yaş, diz kapağımı ıslattı ve çok küçükken düşüp büyük bir iz bıraktığım dizimdeki o küçük girintili çıkıntılı yara izinin girintilerini doldurdu.
“Lavin!” dedi biri ama bu sesi seçemeyecek kadar yorgun olan zihnim, kulaklarımı birkaç fazlalık kelime ile tıkamıştı.
Burnumu çektim. Sırtımdaki kemik, duvarın soğuğuyla sızlamaya başlamıştı.
“Aç şu kapıyı!”
Zile bir kez daha bastığında, artık sesler biraz daha belirgindi. Sanki biri elindeki kalemle etrafımda silikleşmiş her şeyin üstünden geçerek onları tekrar hayata döndürüyordu. O an, bu kişinin kim olduğunu anladım.
Kardelen.
Bakışlarım yavaşça dar koridora kaydı. Koridor karanlıktı. Yerde bir halı bile yoktu, fayans soğuktu.
Beni bu hâlde görmesini istemiyordum. İnsanların önünde hiçbir zaman şu an olduğum kişi olmamıştım. Babamın ve annemin paramparça olmuş cesetlerini gömdükleri toprağa bakarken bile ruhsuz olan ifadem, zamanla tamamen silinmiş ve yerini daha da yankılı bir boşluğa terk etmişti.
Aslında her şey o gün başlamıştı. Tanınmaz hâle gelen bedenlerini toprağın altına yerleştirip, üstlerini yine o toprakla örttükleri gün. Ben o gün, tüm insani tepkilerimi de onlarla birlikte o toprağın altına bırakmıştım ve üstüne toprak atılırken öylece izlemiştim.
Kardelen bir şeyler söylüyordu ama zihnim burada değildi. Burası boşluktu, ben bu boşlukta asılı duran o bedendim ve algılarımı bu boşlukta büyüyen her sese kapatmıştım. Kapı aniden açıldığında, Kardelen’in koyu renk dalgalı saçları gözlerimin önüne döküldü. Büyük bir hızla başını bana doğru çevirdiğinde, dolgun dudakları aralanmış duruyordu ve iri kahverengi gözlerinin içinde endişenin dikenli dalları büyümüş, kirpiklerine tıpkı bir sarmaşık gibi dolanmıştı.
“Aptal!” dedi dehşet içinde bana doğru koşarken. Kolundaki çanta kayarak yere düştü, Kardelen, bunu umursamadı. Banyonun kapısı açıktı, içeriden sızan su yavaşça koridora doğru yayılmış, küçük bir yol çizerek ilerlemeye başlamıştı.
Kot pantolonunun dizleri koridorun zemini boyunca kaydı, Kardelen yerde emekleyerek bana geldi ve beni sertçe kollarının arasına çekerken, “Aptal!” diye bağırdı. “Çok korktum, çok endişelendim, aptal!”
Dizlerim ikimizin arasında kalmıştı, yüzüm onun saçlarının arasına yerleşmişti ve bakışlarım boş, dingin ve umursamazdı. Şu an gözlerime çizdiğim bu umursamazlığı, ruhuma ve kalbime de pay edebilmek istiyordum.
Bu mümkün değildi.
“Dayanamıyorum,” diye fısıldadığımda gerildiğini hissettim ama beni bırakmadı. Bana daha sıkı sarıldı. “Onları çok özlüyorum.”
“Dayanabilirsin,” derken sesi titriyordu. Dudaklarını ıslak saçlarımın üstüne bastırıp saçlarımı koklayarak öptü. Onun kokusunu seviyordum, ıslak yaprak gibi kokuyordu. Sanki sonbahar yağmurları onun can vermek üzere olan, yeşilden sarıya doğru kavisler çizmeye başlamış yaprağını ıslatmıştı. “Bu mümkün, dayanabilirsin. Sen dayanamazsan hiç kimse dayanamaz. Sen çok güçlüsün, sana imreniyorum, biliyorsun… Biliyorsun, değil mi? Biliyorsun!”
Burnumu çekerek, “Dayanamıyorum,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum, sesim o kadar kısıktı ki, onun duyuyor olması bile mucizeydi. Sanki ben, oturmuş, kendime sarılmıştım ve kendimle konuşuyordum. Kendime derdimi anlatmaya çalışıyordum.
Dayanamıyordum.
“Dayanamadığın zamanlarda beni düşünüp, benim için dayan!” dedi aniden benden ayrılıp yüzümü avuçlarının arasına alarak. Tam gözlerimin içine baktı. İri gözlerinde kendi yansımamı görüyordum. Ona baktığımda, renkli bir tarafımı görüyordum.
Ben hep beyazdım. Ölüydüm ve canlıydım. Yaşamdım ve ölümdüm.
Kardelen, benim aksime tüm renkleri içine almış bir ebru sanatı gibiydi. Ona bakınca toprağın altına bıraktığım renklerimi görüyordum.
“Ben buradayım!” dedi kaşlarını çatarak. “Dayanamadığın zamanlarda her zaman buradayım!”
“Dayanamadığım zamanlarda,” dedim ona dikkatle bakarak. Gözlerimden yaşlar benden izinsiz kayıyor, Kardelen’in avuçlarını ıslatıyordu. Avuçları bile ıslak yaprak kokan Kardelen, bana genişçe gülümseyerek başını olumlu anlamda salladı.
“Hadi gel, seni giydireyim,” diye fısıldadı gülümsemesi yavaşça solup, yerini anaç bir tebessüme bırakırken.
Geçmiş, damarın reddettiği bir kan gibi beni şu âna savurduğunda, o artık yanımda değildi.
“Dayanamıyorum,” diye fısıldadım sırtımı duvara dönüp, çıplak bedenimi ıslatan suya aldırış etmeden duvar boyunca kayıp yere otururken. “Dayanamıyorum, üstelik sen de yoksun şimdi.”
Burnumu çekerken su genzimi yaktı, ağlamak için bahaneden sayabilir miydim bunu? Olmazdı. Dişlerimi sıkarak, “Dayanamıyorum,” diye fısıldadım. “Üstelik çok da özledim seni.”
💫
Sanki dünya gözlerimin önünde parçalanıyordu ama bana bir şey olmuyordu. En zoru da bu yıkımı izlemekti. Bir süre yumuşak yatağın içinde, gözlerim tavanda öylece uzandım. Güneş ışığı, ince bir sütun çizerek içeri sızmış, karnımın üstüne kadar çektiğim çarşafın üzerinden geçerek karşıdaki elbise dolabına kadar uzanmıştı. O güneş ışığından sütunun etrafında küçük toz parçaları uçuşuyordu.
Uyuyamıyordum. Yine.
Dış kapının açıldığını, ardından da Kartal’ın, “Senin burada ne işin var?” dediğini duydum. Sesi, içeride uyuyup uyumadığımı zerre umursamıyor gibi gür, şiddetliydi. Gerçi muhtemelen uyumadığımı biliyordu.
Gözlerim kapalı kapıya uzandı. Yerimden kalkmadan sesleri dinlemeye başladım.
“Bir yanlış yapmaman için buradayım,” dedi tok bir ses.
“Merhabadan önce bunu söyleyerek dürüst bir giriş yaptığın için sana minnettar mı olmalıyım?” Kartal’ın sesi gergindi, onu göremesem de, şu an karşısındaki adama saldıracak gibi baktığına emindim.
“Sen de bana hoş geldin demeden önce burada ne işin var diyerek gün geçtikçe daha da kibar bir adam hâline geldiğini ispatladın,” dedi aynı ses. “Beni içeri davet etmeyecek misin?”
Yavaşça yattığım yerden doğrulup çatık kaşlarla konuşmalarını dinlemeye devam ettim. Aralarında soğuk bir rüzgârın estiğini, yaşanan küçük sessizlikten anlayabilmek mümkündü.
“Davet etmesem bile içeri girmenin bir yolunu bulursun, öyle değil mi Yunus?”
“Evet,” dedi o sesin sahibi. “Beni tanımana sevindim.”
“Bak ben aynısını söyleyemeyeceğim işte. Gir içeri.”
Üstümdeki çarşafı bir kenara ittikten sonra çıplak ayaklarım ahşap zeminle buluştu. Evimin soğuk fayanslarının aksine, bu evin ahşap zemini sıcacıktı. Yavaşça gerinip, başımı sağa sola yatırdıktan sonra komodinin üstünde duran sigara paketine uzandım. Çakmak da hemen yanında duruyordu. Sigarayı dudaklarımın arasına sabitledikten sonra çakmak ile sigaranın ucunu tutuşturdum.
Bol, yuvarlak yaka beyaz bir tişört giymiştim ve altımda gri bir tayt vardı. Saçlarımı taramadan, ıslak bir şekilde yattığım için açık renk saçlarım tıpkı kafamda tüp patlamış gibi duruyordu. Yaktığım sigaradan derin bir nefesi ciğerlerime çektim. Sigaradan iki duman daha aldıktan sonra uzayan külü silkmek için ayağa kalktım ve odanın penceresini açıp sigaranın külünü aşağı silktim.
İçeride kimin olduğunu bilmiyordum, ilgilendiğim de söylenilemezdi. Omzumu pencerenin pervazına yaslamış, sabahın ayazı yüzümü yakarken öylece sokağı izleyerek sigaramı içiyordum.
Odanın kapısı aniden açıldığında, öyle hızlı o tarafa doğru döndüm ki, elimde bir bıçak olsa hiç düşünmeden kapının olduğu yöne fırlatabilirdim. Kartal bir an duraksadı, o an onunla göz göze geldiğimiz andı. Üstünde siyah bir sporcu atleti, altında dizleri beyaz ve eski duran buz mavisi bir kot vardı. Saçları dağınık, gözlerinin altı çökmüş vaziyetteydi ama yine de duruşu bana Kardelen’i hatırlattığı için iyi göründüğünü düşünüyordum.
“Sakin ol,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Topraklarına düşman ayak basmış bir komutan gibi bakıyorsun.”
“Senin kapı çalma âdetin yok mudur?” diye sordum ona ters ters bakarken. “Beni uygunsuz bir şekilde de yakalayabilirdin, biliyorsun değil mi, Doktor? Sınır koymayı bilmiyorsun herhâlde?”
Eli hâlâ kapının kulpundaydı, kapının kulpuna uyguladığı kuvvet yüzünden dirseğine kadar uzanan damarı belirginleşmişti. Bir süre cevap vermeden öylece yüzüme baktı, bakışlarındaki düzlükte koşmaya başlasam saatler sonunda yine aynı noktaya varırmışım gibi hissediyordum.
“Dalgınlığıma geldi, kusura bakma. Hem abartma. Ne çıplaksın ne de başka bir şey yaparken yakaladım seni.”
“Başka bir şey derken?”
Gözlerini yüzüme dikip, “Ne bileyim, mastürbasyon falan,” deyince yüzüme yayılan tiksintiyi gizleyemedim.
“Dangalak mısın sen?”
“Ağzına bu tür kelimeler hiç yakışıyor mu?” diye sorarken gergin görünse de sesinde alay vardı.
“Bir daha öyle dan diye odama girme sakın,” diyerek sigarayı aşağıya fırlattım ve bedenimi ona doğru çevirdim. “Kim geldi?”
“Bana emir kiplerinin havada uçuştuğu cümleler kurma,” dediğinde sesine bulaşan ciddiyet tek kaşımı kaldırmama neden oldu. “Bir arkadaşım geldi.”
Kartal’ın cümlesinin tamamlanmasıyla, arkasında başka bir bedenin belirmesi bir oldu. Elaya yakın kahverengi gözlerin sahibinin sert yüz hatları vardı. Saçları yoğundu, Kartal’dan daha beyaz bir tene sahipti. Onda ilk dikkat çeken şey soluk boşluğundaki minyatür bıçak dövmesiydi. Dövmeyi görmemle, bu adamın mezarlıkta gördüğüm, elini Kartal’ın omzundan bir an bile ayırmayan o adam olduğunu hatırladım. Gözlerini doğrudan gözlerime dikip, “Merhaba,” dedi mesafeli bir sesle.
Adama düz düz bakıp, “Merhaba,” dedim.
“Bu herifin maşası sen misin?”
“Pardon?” Kaşlarım sertçe çatıldı, gözlerimde yargılayıcı bir ifadeyle Kartal’a baktım ama Kartal öyle düz bakıyordu ki, aradığım cevabı onun yüzünün sınırlarında da bulamadım.
“Maşası.” Adının Yunus olduğunu duyduğum adam odaya girince bakışlarım tekrar ona çevrildi. Hemen hemen Kartal ile aynı boylardaydı, fiziken Kartal’dan daha inceydi ama ince olmasına rağmen vücudu kasla çevriliydi.
“Ateşin içinden istediği her şeyi çekil alabilmek için seni ateşe sokup duracak. Bu seni onun maşası yapmaz mıydı?”
Kartal, dişlerini sıkınca belirginleşen elmacık kemiklerinin altında oluşan çukurlarda siyah gölgeler büyüdü. Sabrın bünyeme acilen yerleşmesi gerekiyordu yoksa cinnete bir adım kalmıştı.
“Ben kimsenin maşası değilim,” dedim. “Olmaya da hiç niyetim yok.”
Yunus gözlerini kısıp, kaşlarını kaldırarak alay ve biraz sorguyla bana baktı. Daha sonra o alay, yerini bir ölüden daha cansız bakan gözlere bıraktı. “Kartal,” dedi ölümü hatırlatan gözleri bende saplı dururken. “Bu kızla başa çıkabileceğine emin misin lan salak?”
Kartal’ın gerginliği odanın atmosferini değiştirmişti. “Benim başa çıkamayacağım kadın yok,” dedi ama sesinde rahat olmadığını ortaya koyan bir şeyler vardı.
Gözlerimi devirdiğimde Yunus’un gözleri hâlâ bende asılı duruyordu. Ona soru işaretleriyle ters ters baktığımda, tek kaşını havaya kaldırdı ve “Neye bulaştığının farkında mısın?” diye sordu, sorusu bir anlığına bakışlarımın alıklaşmasına neden oldu. “Seni nasıl bir şeyin içine sürüklemek üzere olduğunun farkında değilsin, değil mi?”
Kartal, “Kes şunu,” dese de Yunus susacağa benzemiyordu. Gözlerini gözlerime dikip, beni caydırmak ister gibi uzun uzun bana baktı ama kararlı bakışlarımdan tek bir an bile taviz vermediğim için şaşkınlığın yavaşça bedenine yerleştiğini gördüm.
“Gözlerimin içine meydan okur gibi baktığına göre, senin iyiliğin için seni uyardığımı anlamıyorsun ya da anlasan da umursamıyorsun.”
“Beni tanıyor musun da iyiliğimi isteyesin?” diye sorduğumda, Yunus’un dudaklarında yamuk bir tebessüm belirdi.
“Sen benim biricik kız kardeşimin kız kardeşi değil misin?” diye sordu ve bu soru kalbimi neredeyse durdurdu. “Nasıl senin kötülüğünü isterim?”
Damarlarımdaki kan çekilmiş gibi yeni tanıdığım bu adamın gözlerinin içine donuk hâlde bakakaldım.
“Bak,” diyerek yeniden söze girip tüm duyguları sonraya erteledi. “Cesur görünüyorsun, lafım yok, buna eyvallah ama neye bulaştığının farkına varman gerek.” İşaret parmağıyla Kartal’ı gösterirken ciddiydi. “Bu adamın nasıl bir adam olduğunu benden iyi kimse bilemez. Neler yapabileceğini bilmiyorsun. Siz, hiçbiriniz şu an bu herifin kafasında dönen dolapları bilmiyorsunuz. Bu ibnenin kafasında öyle büyük planlar var ki, kendini yakmayı geçtim, yanındakini de yakar ve yanındakinin yanması onun zerre umurunda olmaz. Şu an düşündüğü tek şey intikam.”
“Güzel,” dedim Yunus’un hiç beklemediği bir şekilde. Kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. “O zaman gerçekten olmam gereken yerde, olmam gereken kişiyle, olmam gereken şeyin içindeyim. Çünkü ben de intikam istiyorum.”
Yunus’un uğultulu bakışlarına maruz kaldığım sırada yüzümdeki ifade bomboştu. Yunus, gözlerimin içine bakarken gözlerimin arkasına sakladıklarımı değil, benim ona sunduğum kadarını görebiliyordu ama bundan bile bir şeyler çıkarabilecek biri olduğunu anlamıştım.
“Peki,” dedi Yunus hiç beklemediğim bir anda. “Ben de varım.”
Kartal, “Eyvallah ama buna gerek yok,” dedi sabit bir sesle. “Çomak sokma, yeterli.”
“Çomağına da sokarım sana da sokarım, Kartal. Tek başına mı bırakayım seni savaş meydanında amına koyayım?” Yunus’un öfkeyle sorduğu sorunun ardından verdiği sert nefes, Kartal’ın bu yaklaşımının onu çıldırttığının yazılı bir metni gibiydi.
“Tek başıma da halledebilirim ama gördüğün gibi şu an tek değilim,” dedi Kartal, altın rengi gözleri bana çevrildi. “O benimle.”
Ben onunlaydım. Bu doğruydu. Gözlerim gözlerine tutundu, sadece birbirimize baktık. Yunus hiçbir şey söylememişti, yaşanan sessizlikten anladığım kadarıyla o da bunu kabullenmişti. Kabullenmek intihar gibiydi; bir eylemi sonsuza dek durdurabilmek, bir kalbin atışını sonlandırabilmek, akan kanı kurutabilmek gibiydi. Bunu biliyordum çünkü ben de kabullenmiştim.
Kabullenmek, istemek değil, zorunda bırakılmaktı. Kendini istemek zorunda bırakmak…
İkisi odadan çıktığında kendimle baş başa kaldım. Bir sigara daha içtim ve daha sonra elbise dolabının kapağını açıp beyaz boğazlı bir badi ve lacivert bir kot çıkarıp üstüme geçirdim. Dudaklarımın etrafında çatlaklar vardı, göz altlarım da uykusuz geçirdiğim geceleri ele veriyordu. Gözlerimin altını hafifçe kapatıp, dudaklarıma renksiz bir nemlendirici sürdükten sonra daha ayık bir ifadeye sahip olabilmek için kirpiklerime rimel dokundurdum. Dişlerimi fırçalamak için lavaboya girdiğimde salondaki sessizlik tüm eve yayılıyordu.
İşlerimi halledip salona geçtim. Kartal bu kez alkol almıyordu, hatta bu onu ilk kez içki dışında bir şey içerken görüşümdü. Elindeki siyah kupanın içinde sıcak çay vardı, çayın kokusunu alabiliyordum. Pencerenin pervazına kalçasını yaslamış, kapalı camdan dışarıyı izliyordu. Üstündeki sporcu atletini çıkartmış, buz mavisi kotunun yerine de siyah bir kot giymişti ve ayaklarında çorap yoktu.
“Arkadaşın nerede?” diye sorduğum anda varlığımın farkına varan Kartal, bakışlarını omzunun üstünden yavaşça bana kaydırdı.
“Çıktı. O böyledir, bir var olur, bir yok olur.”
“Hayalet gibi mi?”
“Evet, bir hayalet gibi.”
“Bir hayalete benzediği kesinlikle doğru,” dedim. “Çünkü onu daha önce fotoğraflarda gördüğümü de hatırlamıyorum.”
“Fotoğraf çekilmeyi uzun zaman önce bıraktı,” dedi Kartal sadece.
Gözlerindeki koyu halkalara ve gözlerine sinen yorgunluğa dikkat kesildim. Başta ona soru sormak istemiyordum, özel alanına girmek doğru gelmiyordu ama sonunda dayanamadım ve “Ne zamandan beri uyumuyorsun?” diye sordum yavaşça.
Kartal’ın cevap vermeyeceğini biliyor gibiydim. Ön planda olmayı seven biri gibi görünse de kendi hakkında konuşmamayı tercih ettiği çok belliydi. Herkesin maskeleri vardı. Kartal’ın da öyle. Acı, girdiği atölyede kendine hep yeni bir maske yapardı.
Cevap vermeyeceğini anladım ama yine de bir soru daha sormak için dudaklarımı araladım.
“En son ne zaman uyudun?”
Gözlerini gözlerime sabitleyip, “Sen en son ne zaman uyuduysan, o zaman,” dedi. O an, sadece o an için, onun elinde bir bıçak olduğunu ve o bıçağı tam gözlerimin içine bakarak kalbime sapladığını düşündüm.
Onun ölümünü kabullenen bizdik, uykularımız değildi.
“Anladım.”
“Gerçekten anladın mı?”
“Evet,” dedim. “Anladım.”
“Güzel.”
Kendi kendimize bile yalan söyleyen insanlardık belki de. Sanki bazı yalanları çevremize değil, kendimize de söylüyorduk ve işin acı yanı, bu yalana inanıp gerçeği bulandırıyorduk.
Bir müddet onu değil, hemen arkasındaki pencerenin camından gözyaşı gibi inen yağmur damlalarını izledim. Kartal’ın bakışları tam yüzümün ortasındaydı. Eskiden mutlu olduğumuz tüm anlar, kaybın ardından üzerimize yıkılıp bizi ezmek, tozumuzu dumana çevirmek zorunda mıydı? Camdan akan bir yağmur damlası sanki bana bu soruyu yöneltiyordu. Güldüğümüz her an, bir diğer ânın sancısı olmak zorunda mıydı?
Bir an bakışlarım onun gözlerine tutundu. Ona Alyeska demiştim, ona baktığımda gerçekten bunu görüyordum. Sanki bir kurttu, deniz onun cesedini acımasızca kayalıklara çarpmıştı ve gür tüylerinin arasından akan koyu renk kan denizi bile kendi rengine boyamıştı. Bir yara nasıl olurdu da böyle bir kalkan yaratabilirdi?
“Gidelim,” dedi Kartal pencere pervazından ayrılıp salonun diğer ucuna yürürken. “Bir kazak giyip geliyorum.”
O gittiğinde hâlâ aynı yerde duruyordum. Düşünceler kafamın içini ateşe vermişti. Önümde iki seçenek vardı. Ya kalıp savaşa dahil olacaktım ya da her şeyi geride bırakıp bu acıyla yaşamaya alışacaktım. İntiharın satırları zihnimde yazılıyordu, yaşamın o zayıf nabzını duyuyordum. Artık saklanmak değil, saklandıkları duvarları başlarına yıkmak istiyordum. Her şeyini kaybetmiş bir insanı başka bir kayıpla korkutamazdınız, benim artık kaybedecek bir şeyim kalmamıştı.
Koridora çıktığımda, “Telefonunu unutma,” diye seslendi Kartal kendi odasından. “Mutfakta, şarja takmıştım. Merak etme, karıştırmadım.”
“Kendim takardım,” diye söylenerek mutfağa girdim. Mutfakta, balkonun camdan kapısında bile kayıp zemine akan yağmur damlalarını görünce, dışarıda çok şiddetli bir yağmur yağdığını anladım. Telefonum tezgâhın üzerinde şarj oluyordu, ekrana parmağımı bastığımda hiç bildirim görmeyeceğimi biliyordum. Öyle de oldu. Cevapsız çağrı veya mesaj yoktu. Birkaç gün içinde operatörümden ya da herhangi bir reklam şirketinden mutlaka mesaj gelirdi ama beklediğim insandan gelmezdi.
Ekran kilidini kaldırıp bir süredir girmediğim WhatsApp uygulamasına tıkladığımda, son konuştuğum kişinin o olduğunu görmek, olduğum yerde ayaklarımdan zemine çivi gibi çakıldığımı hissettirmişti.
Aldebaran Yıldızım: CANIM BAL!
Aldebaran Yıldızım: İşin bitti mi? İş nasıldı? SANA SALÇA OLAN BİR ANDAVAL OLDUYSA SÖYLE, GİDİP MEKÂNINI BASAYIM İCABINDA.
Lavin: Asıl sen neden bu saatte uyanıksın bakayım?
Aldebaran Yıldızım: Gece ne giyeceğimi seçmeye çalışıyordum Canım Bal
Lavin: Yalan atma, rahatça uyuyabilmek için eve dönmemi bekliyordun, değil mi?
Aldebaran Yıldızım: SANA NE BE
Aldebaran Yıldızım: Sen benim sorularıma cevap ver önce
Aldebaran Yıldızım: Canını sıkan bir hırto falan oldu mu? Başımı belaya sokmaktan korkuyorsan bil ki YAR BEN BELANIN TA KENDİSİYİM
Lavin: Merak etme, her şey yolundaydı…
Lavin: Kesin uykusuzluktan mahvoldun şu an. Çalıştığım geceler beni beklemek zorunda değilsin, Aldebaran.
Aldebaran Yıldızım: Seni tüm evrenlerde daima bekleyeceğimi bilmiyormuşsun gibi.
Aldebaran Yıldızım: Lütfen bir şeyler yemeden uyuma
Aldebaran Yıldızım: Kapının altından soğuk hava giriyor, oraya da bez gibi bir şey sıkıştır
Aldebaran Yıldızım: Öğlen sonu eve uğradım, anahtarı yine aynı yere bıraktım merak etme hehehehe.
Aldebaran Yıldızım: Buzdolabına yemek bıraktım, hepsini yemezsen ben de senin kafanın etini yerim ok?
Aldebaran Yıldızım: Hatta şimdi yemeği yiyip bana boş kalan tencerenin fotoğrafını atmazsan uyumayı düşünmüyorum, teşekkürler…
Lavin: Söz yiyeceğim, hadi doğru uyumaya. Akşam çok geç kalma, geç kalırsan beni hiçbir kuvvet evden dışarı çıkaramaz haberin olsun.
Aldebaran Yıldızım: Sen beni beklersin de ben hiç gelmez miyim Canım Bal?
Aldebaran Yıldızım: Bak, uyudum bile!
Aldebaran Yıldızım: Seni sonsuz kez seviyorum. Uçsuz bucaksız seviyorum!
Aldebaran Yıldızım: İyi geceler!
Lavin: Ben de seni sonsuz kez, uçsuz bucaksız seviyorum Aldebaran.
Lavin: İyi geceler.
Aldebaran Yıldızım: Son mesajı atan kişi olmayı seviyorum, o yüzden buna cevap verme
Aldebaran Yıldızım: Uçsuz bucaksız, sonsuza kadar ve sonsuzluktayken de. <3
Telefonu tezgâha bırakırken, kalbimi de telefonla birlikte bu soğuk tezgâha bırakmış gibi hissettim. Keşke, dedim. Keşke geç kalsaydın. Keşke o akşam evde kalsaydık.
“Hadi,” dedi tok bir ses. Yavaşça ona doğru döndüm. Gri bir kazak giymişti. Deri ceketini sol koluna geçirirken, “Ne oldu?” diye sordu tek kaşını kaldırarak.
“Bir şey olmadı.”
“Yüzün kireç gibi,” dedi gözlerini üzerimden çekip, arka cebine anahtarları sıkıştırırken.
“Hiç. Bir şey soracağım. Dün gece kaçar gibi çıktık mekândan. Ne diyeceğiz?”
“Kimseye bir açıklama yapmak zorunda değiliz,” dedi sadece, sonrasında konuyu mühürledi ve evden çıktık. Araç trafiğe karıştığında duyduğum tek şey yağmurun tavana vururken çıkardığı seslerdi. Dans akademisinin olduğu sahil yolunda ilerlerken, “Şu Emir denen şişme herifle yüz göz olma,” dedi Kartal gözlerini yoldan ayırmadan. “Yılışık birine benziyor. Bir de onunla uğraştırma beni.”
Bakışlarımı ön camdan ayırmadım. Soluk renkteki gökyüzünün, yeryüzüne düşürdüğü yağmur damlalarının camın yüzeyinden kayarak aşağı doğru akışını izledim. Silecekler birkaç kez daha yağmur damlalarının üzerinden geçerek onları etrafa dağıttı.
“Beni duyuyor musun sen?”
“Sağır değilim,” dedim düz bir sesle. “Kimseyle yüz göz olmuyorum.”
“Ben uyarımı yapayım da.” Kartal, uzun ve kemikli parmaklarıyla direksiyonu daha sert kavradı. “Gerisi sana kalmış.”
“Gerisi bana kalmışsa akıl vermene de gerek yok demektir.” Yüzümü buruşturdum. “Bir şeyi yalnızca bir kez söylemek istediğini dile getirip, aynı şeyi kırk kez söyleyerek kendinle çelişiyorsun.”
“Her söylediğime verecek bir cevabın var, değil mi?” diye sordu Kartal, direksiyonu yavaşça kırıp park alanına girerken. Keskin gözleri dikiz aynasından arkayı kontrol etti.
Cevap vermedim.
“Cevabın kalmadı mı?”
“Canım cevap vermek istemedi.”
Kartal’ın bakışları omzunun üstünden bana kaydı. Ona bakmadım. Bakışlarımı yavaşça kaldırıp bahçedeki kalabalıkla yüzleşince midemdeki bulantı tekrar açığa çıktı. Bir şekilde insanların iki ayağının üzerinde, adlarına yakışır şekilde yürüyebiliyor olması, bir tuvalet köşesinde yerde sürünerek ölen dostumun uğradığı haksızlığı yüzüme çarpıyordu.
Kardelen, yaralı bir hayvan, çaresiz bir av gibi ölmüştü.
Yerde. Sürünerek.
Dişlerimi sıkarak emniyet kemerini çözdüm ve tek bir an Kartal’a bakmadan arabadan inip kapıyı çarparak kapattım. Kapıyı çarpmamın etkisiyle bahçedeki çoğu gözün bana çevrildiğini hissettim. Burnu havada, günlük sıkıntıları büyük problem hâline getirmiş biri olduğumu düşünüyor olmalıydılar. Kalbimi iki duvarın arasına koyduğumu ve duvarların gitgide birbirine yaklaşıp, arasında kalan kalbimi yavaşça ezdiğini bilen yoktu. Onlara sanki bu ölümden onlar sorumluymuş gibi baktığım sırada Kartal yanıma geldi.
Bir an ikimiz de aracın çaprazında öylece yan yana dikildik. İkimizin de boş bakışları bu sürünün üzerinde dolaştı. Yavru ceylanı parçalayan bir çakal sürüsünü izleyen kurtlara benziyorduk. Sanki o yavru ceylanı ormanın derinliklerinde henüz bir bebekken bulmuş, ikimiz büyütmüştük. Yırtıcı doğamızdan sakındığımız o ceylanı bir gün bu sürünün içindeki bir çakal katletmişti.
Bu affedilemezdi.
“Bakışların çok keskin. Yumuşat,” diye fısıldadı Kartal yavaşça kafasını eğerek. Sıcak nefesi saç diplerime yayıldı.
“Sen yumuşatabiliyor musun?”
“Benim mizacım böyle. Sorun olmaz.” Derin bir nefes aldı. “Onlara yamyam gibi bakmayı kes.”
Kafamı kaldırdığım an Kartal ile yüz yüze geldik. “Benim de mizacım böyle.”
Kartal kafasını eğmiş, bana üstten üstten öylece bakarken çevremizdeki gözlerin rahatsız edici okları tenimde dolaşıyordu. Dişlerini sıktı, yüzünde oluşan gölgeli çukurlar dikkatimi çekmiş olsa da bakışlarımı onun gözlerinden ayırmadım. Ondan bir cevap bekledim, o cevap gelmedi.
“Gençler!” Bu ses, birbirimize dikilmiş bakışlarımızın odağını dağıttı ve sesin geldiği yöne baktım. Emir, kolu ile beli arasına sıkıştırdığı kitabı sıkıca kavrayarak, “Günaydın,” dedi. “Akşam nereye kayboldunuz?”
“Ve beklenen soru,” diye fısıldadım Kartal’a doğru. Ardından bakışlarımı Emir’e çevirdim. “Başım çok şiddetli ağrıyordu, haber veremedik, kusura bakma.”
“Sıkıntı sıfır,” dedi Emir boşta duran eliyle açık renk saçlarını karıştırarak. “Zaten benim kayışlar kopmuştu, gözümü açtığımda odamdaydım, nasıl oldu inan hatırlamıyorum.”
Arkadan biri kitabıyla Emir’in kafasına vurduğunda, Emir ağır bir küfrü dilinin ucunda yuvarlayarak arkasına baktı. Arkasındaki kişi, Emir’in heybetli vücudu yüzünden görünmüyordu. “Lan cüce, ne vuruyorsun?”
“O kadar içersen tabii hiçbir şey hatırlamazsın, ayı,” dedi tanıdık gelen ses. “Güya vişne suyu içecekti…”
“Berra, sabah sabah ötme kuş gibi.”
Berra, Emir’i iterek önümüze geçti. Sıkıca bağlayıp atkuyruğu şeklini verdiği saçları, onun küçük yüzünü tamamen germiş, ortaya çıkarmıştı. Kocaman gözlerle bana bakıp, “N’aber?” dedi genişçe gülümseyerek.
“İyi,” dedim. Hemen samimiyet kurulmasından hoşlanmıyordum. Aslında sorun bu değildi, samimiyet umurumda olan şey değildi, tek sorun aşamadığım o duvarı bana aştıran kişi artık yoktu ve ben izlemem gereken yolun haritasını kaybetmiş gibi hissediyordum.
Berra derin bir nefes alarak, “İrem aradı, trafik yüzünden geç kalacakmış, Ceyda kafeteryada, hadi gelin bir şeyler yiyelim,” dedi.
Bu daveti geri çevirmek isteyen yanım, Kartal’ın işine geleceğini bilen yanımla anlık bakıştı. Sessiz kalarak kararı Kartal’a bırakmayı tercih ettim.
Kelimelerimin dürüstlüğü her zaman silahımdı, şimdi benden dürüst olmamam istenerek silahım elimden alınmıştı ve ben silahsız şekilde savaş meydanına atılmıştım. Sessiz kalmak dürüstlük değildi, sessiz kalmam bile bana bunu hatırlatıp ruhumu zincirliyordu. Kartal’ın sessiz onayıyla birlikte okulun içine, oradan da en üst kata, terastaki kafeteryaya geçtik. İrem’in birazdan bize katılacağını biliyordum, bu arkadaş grubuna girebilmenin kolay olmayacağını düşünen tarafım artık sessizdi çünkü tam olarak bu arkadaş grubunun oturduğu masada oturuyordum. Evet, henüz onlardan biri değildik ama olacağımızı da biliyordum. İstemesem de.
İrem’in Kartal’dan etkilendiğini görebiliyordum. Bu kadar kolay olması beni şaşırtsa da bunu yadırgamamam gerektiğini anlamıştım. Nasıl erkeklerin çapkını varsa, kadınların da çapkını olduğunu biliyordum; hiçbir şey tek bir cinse özgü değildi. Bazı kadınlar ne kadar çapkın olursa, o kadar da kendini tehlikeden korumayı biliyordu ama İrem’in kendini korumayı bilen biri olduğunu düşünmüyordum. Ateşe uçan biri gibiydi. O daha çok hemen teslim olup, kendini o kişiye adayacak türden bir kadına benziyordu. Bunun bir sakıncası yoktu ama tehlikesi çoktu.
Önüme koyulan espressonun durgun yüzeyini izlerken çevremde dönen uğultulu muhabbetin odağında ya da içinde değildim. Katılmıyordum. Bir çakmak sesi duydum, her nedense tüm gürültünün içinde zihnimin o yöne devrilmesine neden olan ses, o çakmağın sesiydi. Alevin uğuldayarak yukarı çıkışı ve bir sigaranın ucunu ateşe verişinin o uğultulu sesini dinlerken bakışlarım o yöne kaydı. Kartal’ın elinde duran çakmağa baktım. Ucundaki ateş hâlâ yanıyordu.
Kartal, sigarasını dudaklarının arasında tutmuş, sigaranın ucunu ateşe dayamıştı. Sigarayı içine çekti, yanakları içeri gömüldü ve oluşan boşluk, belirgin kemiklerini sergiledi. Gözleri kısıldı, uzun kirpiklerinin elmacık kemiklerinin belirgin yatağına düşürdüğü büyük gölgeler demir parmaklıklara benziyordu. İki kaşının ortasında belirgin bir yarık oluştu, kaşları daha da çatıldı. Sigaranın ucunda büyüyen turuncu ışık, ateşin tütüne kondurduğu sıcak bir buse gibiydi.
Bir an onu neden bu kadar dikkatli incelediğimi düşündüm.
Kaşlarımın çatılmasıyla birlikte gözlerim hemen ondan ayrıldı ve aynı saniyeler içinde kafeteryanın kapısından içeri giren sarı saçların sahibiyle göz göze geldim. Dümdüz fönlü saçları omuzlarından aşağı, göğüslerine doğru uzanmıştı. Büyük çantasını koluna takmış, uzun bacaklarının daha sıkı görünmesine neden olan yüksek topuklu çizmeler giymişti. İlk bakışta gerçekten çekici bir kadın olan İrem, tüm erkeklerin ilgisini çekecek türden biri gibiydi. Sadece erkeklerin de değil, tüm kadınların ilgisini çekebilirdi. Güzeldi ve güzel olduğunun farkındaydı.
Mavi gözleri ışıldıyordu. Uzun saçlarını omuzlarının arkasına doğru savurup, telefonunu tuttuğu elini kaldırıp bana el salladı. Başımı sallamakla yetindim.
“Günaydın,” dedi İrem armutlardan birinin üstüne yüzünü buruşturup, rahatsızlığını belli ederek otururken. “Şunları da bir sevemedim. Hiç konforlu değil. Ortamın kalitesini de düşürüyorlar.”
“Aksine, tam yayılmalık,” dedi Emir armudun üstüne tamamen yayılarak. “Ee ama sen de haklısın. O topuklu ayakkabılar ve seni biraz daha ince göstersin diye iki beden dar aldığın kıyafetlerin içinde oturmak zor oluyordur, şekerim.”
“Haha, ne kadar da espritüelsin bu sabah sen.” İrem gözlerini devirdi, ardından o açık mavi bakışlar hızla odağını Kartal’a çevirdi. Kartal’ı boylu boyunca süzmeye başladığında, Kartal sanki İrem masada değilmiş gibi büyük bir rahatlıkla sigarasını içiyor, terasın üstünü örten cam tavana bakıyordu. Cam tavana düşen yağmur taneleri onun da dikkatini çekmiş gibiydi.
“Gece nereye kayboldunuz?” diye sordu İrem.
Kartal, cevap vermeyerek topu yine bana atmıştı. Her nedense ben de cevap vermek istemiyordum. Espressodan bir yudum aldıktan sonra bakışlarımı İrem’e çevirip, zoraki bir şekilde, “Başım çok ağrıyordu, haber veremedik,” dedim.
“Ah, iyi misin?” İrem yavaşça öne doğru eğilip kocaman gözlerle bana baktı. Samimi görünüyordu. “Bir doktora göründün mü?”
“Migren,” dedim düz bir sesle. “Oluyor böyle arada.”
Yüzümde bomboş bir arazi, yanmış bir tarla vardı.
“Bölüm konusunu ne yapacaksın, Lavin?” Bu soruyu ortaya atıp, katılmaktan kaçındığım sohbetin içine beni çeken kişi Emir olmuştu. Başımı kaldırıp ona dik dik baktığımda bir an kaşlarını kaldırdı. “Bana neden dövecek gibi bakıyorsun?”
“Kahvesini içerken konuşturulmayı sevmiyor,” dedi Kartal.
Bakışlarım omzumun üstünden su gibi akıp Kartal’a kaydı.
Kendi düşüncelerimden oluşan o yıkılmış, tavanı başıma çökmüş harabenin içindeki bedenime fener ile ışık tutan biri artık yoktu. Her nedense gözüm bir an için o ışığı algıladı sandım ama bu yalnızca bir yanılgı, özlemin zihnimde yarattığı soluk bir yankıydı.
“Ha, anladım,” dedi Emir gülerek. “Kusura bakma genç, bir daha tekrarlanmaz.”
Ceyda, “İstersen sana bölümler hakkında kısa bilgiler verebilirim,” dediği sırada poğaçasının üstündeki zeytinleri çatık kaşlarla ayıklıyordu. “Emir neden zeytinli aldığını sorabilir miyim acaba?”
“İbnelik olsun diye,” dedi Emir. “Lavin’in fiziği tam balerin fiziği değil mi ya?” Durup bana baktı. “Geçmişten bir eğitimin olsa, şimdi o sınıfın parmakla gösterilen öğrencilerinden biri olurdun.”
Bakışlarım donakaldı. Avuçlarımda tuttuğum espresso fincanı parmaklarımın arasından kayıp üstüme dökülse ve sıcak kahve tüm derimi kaldırsa böyle hissetmezdim sanırım. Cevap vermek yerine gözlerimi hızlıca kahvenin yüzeyine indirdim ve kahvenin koyu yüzeyindeki yansımamla göz göze geldim.
“Onun hakkında çok fazla yorum yapıyorsun,” diyen Kartal’ın kalın sesindeki sakinlik ürperticiydi. Bu sakinliğin dişlerinin arasında, kopardığı kıyametten dökülen cesetlerin kanlı ve çürük etleri vardı. “Onu bu kadar dikkatli incelememen çok sağlıklı bir davranış olacaktır.”
“Vay canına!” dedi İrem heyecanla. “Birbirinizi bu kadar sıkı kollamanız mükemmel ötesi bir şey. Gerçekten kardeş gibi olmalısınız.”
“Ya,” dedim alayla. “Öyle. Kardeş gibiyiz.” Bakışlarım İrem’in yüzünde dolaştı. “O kadar kardeş gibiyiz ki, kardeşlikten ölüyoruz.” Son kurduğum cümleyi, hemen yan tarafımda oturan Kartal dışında hiç kimse duymamıştı.
“Kardeş çocuklarıyız sonuçta,” dedi Kartal aynı alayın daha sert bir tonuyla. “Olsun o kadar.”
Gözlerimi devirerek bakışlarımı farklı yöne çevirdiğimde, duvara kurulmuş hoparlörden cızırtılı bir ses yükseldi, ardından bir adam, “Gökçe Özkaya, Müdire Hanım’ın odasından bekleniyorsunuz,” dedi. “Gökçe Özkaya, Müdire Hanım’ın odasına lütfen.”
“O müptezel hâlâ yaşıyor mu ya?” dedi Emir irite olmuş bir sesle. “Bu okulda mı hâlâ o?”
Kartal bir an oturduğu yerde dikleşti. “Müptezel mi?”
Emir ensesini kaşırken, “Aynen birader,” dedi. Emir her nedense bu konudan çok rahatsız gibi görünüyordu. “Kızın İstanbul’da uğramadığı mahalle, tanımadığı torbacı yok. Deli içiyor, keş bildiğin.”
“Bizim mekânda da çok takılıyordu bu,” dedi İrem yüzünü buruşturarak. “Kızın ayık gezdiğini hiç görmedim. Müdire kesin uyarı için çağırıyor, geçen yıl okuduğu okulun tuvaletinde damardan alırken yakalamışlar.”
“Her torbacıyı tanıyor demek,” dedi Kartal sessizce. “Ve sizin mekânda çok takılıyor?”
İrem, Kartal’ın ona soru sorması üzerine oturduğu yerde yavaşça Kartal’a doğru dönüp, “Evet,” dedi ilgiyle. “Böyle kalitesiz insanların bizim kulübümüzde ne işi var, anlamıyorum. Babama defalarca dedim, babam çalışanları uyarmasına rağmen bir şekilde içeri sızıyorlar işte.”
Kartal, ifadesiz bir şekilde İrem’i izlerken yağmur hızlanmıştı, tepemizdeki cam tavanı kıracak kadar şiddetli yağan yağmurun sesini dinlerken bakışlarım İrem ve Kartal arasında tur bindiriyordu.
“Baban çalışanları uyarıyorsa, çalışanlar babanı dinlemek zorundadır.” Kartal sigarasından bir duman aldı, kaşları alayla havaya kalkmıştı. “Bir çalışan patronunu neden dinlemez? İşine son verirsiniz, olur biter.”
“Babam bu tür konularda çok vicdanlı bir adamdır, kimsenin işine son veremez,” dedi İrem gülümseyerek.
“Yine de bir çalışanın onu dinlememesi çok saçma.” Kartal, sigaranın dumanını dudağının aralığından dışarı sızdırırken, gözlerindeki o alaycı parıltının arkasında siyah bir el görmüştüm. Ellerini ovuşturup, avına saldırmayı bekliyordu. Saklanıyordu.
“Bence de,” diye onayladım Kartal’ı. Oyun başlıyordu. “Baban oranın sahibi değil mi? Onun koyduğu kurallara uyulmak zorunda. Sonuçta orası çok elit bir mekân, öyle değil mi?”
İrem köşeye sıkıştırılmış bir av gibi ürkek gözlerle ikimize bakarken, aslında şu an hiçbir şeyden haberdar olmadığını biliyordum. Umurumda olduğu söylenemezdi. Antalya, İstanbul ya da soktuğumun başka bir şehri, fark etmezdi. Kardelen, onlara ait bir mekânın içinde, bir cinayete kurban gitmişti. Bu bir cinayetti. Hiç kimse bunun bir cinayet olmadığını iddia edemezdi.
“Haklısınız, babamla bir kez daha konuşacağım bu konuyu, hem son yaşanan olaydan sonra yine aynı şeyi yaşamak istemeyiz. Bu bizim yıkımımız olabilir.”
Gözümün döndüğünü hissettim. Ama sakinliğimi korudum.
Bakışlarımı İrem’den hızla uzaklaştırdım. “Benim bir lavaboya gitmem gerek,” dedim etrafından çatlayan, dizginlenmesi zor olan öfkeyi içine hapseden sesimle. Öfke, sesimin parmaklıklarını sallıyor, sarsıyor, dışarı çıkmak için deliriyordu.
“Sana eşlik edebilirim,” diye fısıldadı İrem. Kalkmak için hamlede bulunacaktı ki elimle ters bir şekilde onu durdurup, gözlerinin içine bomboş, ifadesiz gözlerle baktım.
“Gerek yok, lise birinci sınıf değiliz. Onlar bile birlikte gitmiyor artık.”
İrem bu kez bozulmuştu. Sahte bir tebessümle bana bakarken, masadaki herkes benim espri olmayan ama espri olarak algılanan cümleme güldü. Kartal’ın bile güldüğünü görmüştüm. Oturduğum yerden hızlıca kalkıp kırışan kotumu düzelttikten sonra terastan çıktım ve kalabalık koridora karıştım. Üst kattaki lavabo ne taraftaydı, bilmiyordum. Bakışlarım hızla koridora dağıtılmış kapıların üstlerindeki yazıları takip ederken, cebime tıkıştırdığım cep telefonum titredi.
Kartal: Çok uzaklaşma.
Kaşlarım ani bir manevrayla hızlıca çatıldı. Dudaklarım aralandı, bakışlarım bir bıçak gibi kesildi. Bu ondan ilk mesaj alışım değildi ama bu durumdayken aldığım ilk mesajdı.
Lavin: Uzaklaşmadım.
Kartal: Lavabodan çıkınca birinci bale sınıfına gel, dersleri yok ve sınıf boş olacak.
Bir süre yazdığı mesaja baktıktan sonra kaşlarım daha da çatıldı. Cep telefonumu kotumun cebine sıkıştırıp etrafıma baktım.
Çok şükür ki fazla aramadan lavaboyu bulduğumda, büyük kapıyı itip içeri girdim. Çamaşır suyu ve tiner kokusu genzimi yaktı. Lavabo temiz, geniş ve her yeri aynalıydı. İçerisi boş olsa gerekti. Kabinlerin hepsinin kapısı kapalıydı ama içeride ses soluk yoktu.
Elimi musluğun altına uzattığım an su şiddetle akmaya başladı, bakışlarım hemen karşımdaki aynaya düşen yansımamda asılı duruyordu. Kabinlerden birinden tıpkı bir kedi mırlamasına benzeyen, cılız bir ses yükseldiğinde irkilerek arkama baktım. Hareketsizliğin üstüne devrilen sessizlik yıkıldı ve biri tekrar aynı sesi çıkardı.
“Her şey yolunda mı?” diye sordum çatık kaşlarla.
Karşı taraf cevap vermedi, sesler kesildi ama çok geçmeden bir tangırtı koptu. Hızla sesin geldiği kabine yürürken, “İyi misin?” diye sordum.
“Lütfen git,” diye fısıldadı cılız bir ses. “Beni yalnız bırak.”
Bu cılız ses bana hatırlamamam gereken bir şeyi hatırlatıyordu. Belki de unutamadığım, hafızamdan silemediğim bir şeydi bu. Ölümün kabzası, göğsümde iğnesi dağlanmış gümüş bir broş gibi asılı duruyordu. Elim hızla kabinin kulpuna uzandı ve kapıyı zorla açmaya çalıştığımda, kapının arkasında kapıyı açmama engel olan şeyin bir beden olduğunu biliyordum.
“Çekil,” dedim dehşet içinde.
“Kalkamıyorum ki,” diye fısıldadı aynı cılız ses.
Kapıyı aralayabildiğim kadar araladım. Odağıma giren ilk şey kızın hardal rengindeki botlarıydı; botlarının bağcıkları çözülmüştü ve kızın siyah kotunda yer yer çamur lekeleri vardı. Açabildiğim boşluktan kendimi içeri ittim. Kız klozetin kenarlarına tutunmuş, soluk soluğa boşluğa bakıyordu. Dehşet içinde kızın yanına çöktüm, siyah, kıvırcık saçlarını yüzünden uzaklaştırarak ona baktım. Teni, bir cesedin teni gibi bembeyazdı ve yer yer morarmıştı. Dudakları kupkuru, çatlak ve koyu renkteydi.
“Bana yardım et.” Dudaklarından kopup, ruhuma saplanan bu üç kelimeden oluşan cümle, elimin ayağımın boşalmasına neden oldu. Gözlerinin altındaki mor halkalara bakarken, “Sana yardım edeceğim,” diye fısıldadım onu sakinleştirmek ister gibi. “Bana ne aldığını söyle.”
“Alamadım,” dedi çaresizce. “Hepsi buraya döküldü.” Yaşlı gözlerle klozetin içini gösterdi, gözyaşları boynunu ıslatmıştı. “Onu alamazsam ölürüm, anlıyor musun?”
Onu omuzlarından tutarak kendime doğru çevirdim, çömeldiğim için kotumun bağları gerilmişti. Tam gözlerinin içine baktım, kırık kahverengi gözlerinin ışığı sönmüştü.
“Onu alırsan da öleceksin.”
“Ama şimdi değil.” Artık sarsılarak ağlıyordu. “Damarlarım kaşınıyor, sen bu hissin nasıl olduğunu bilebilir misin?”
“Bilemem,” diye mırıldandım. “Tabii ki bilemem ama bildiğim bir şey var.”
Burnunu çekti. “Nedir?”
“Ölürsen çok üzülecekler.”
“Ya kimsesizsem ben?”
“Ya bir kimsesizin kimsesiysen sen?”
Bana öyle bir baktı ki, o an onun da bir kimsesizin kimsesi olabileceği düşüncesi zihnimin patika yollarındaki toprağı yara yara ilerledi.
“Tedavi görüyorum,” dedi burnunu çekerken. “Ama…”
“Tedaviye devam edersen bunu yenebilirsin.” Ağır bir nefes alıp onun yaşlı gözlerine baktım. “Sen iradene sarılmazsan, çöken iradenin altında kalırsın.”
“Biliyorum,” dedi zayıf bir nefes vererek. “Ben… Teşekkür ederim.”
“Kalkabilecek misin?”
“Şey, bilmiyorum.” Kız duvarların kenarına tutunarak kalkmaya çalıştı, başaramayacağını fark edip doğrulup kalkması konusunda ona yardımcı oldum. Artık ayaktaydı ama yine de güçsüz duruyordu. “Halamı arasam iyi olacak,” diye fısıldadı gülümserken. “Beni gelip alacaktır.”
“Halan gelene kadar seninle beklememi ister misin?”
Başını iki yana sallarken, “Yok, teşekkür ederim,” dedi zorlanarak. “Şey… Bu olanlar…”
“Kimseye bahsetmem,” diyebildim.
“Teşekkürler.” Titreyen elini yavaşça bana doğru uzattı. “Şeyda ben,” diye mırıldandı.
Önce titreyen eline, ardından da gözlerinin içine baktım. Elim eline kayarken, “Lavin,” dedim kısaca.
“Memnun oldum, Lavin.” Hâlâ titriyordu ama bilinci yerinde gibiydi. Kapıyı yavaşça açarken, “Biraz daha aynı kabinin içinde kalırsak dedikodu çıkacak,” dedi gülümseyerek.
Şeyda zorlanarak da olsa dışarı çıktığında bakışlarım hâlâ onun üzerindeydi. İyi olup olmadığından emin değildim ama yine de ona baskı yapmak istemiyordum. Bir an, çok küçük bir an için karşımdaki kızın görünüşü puslandı ve yerini görmek istediğim bir manzaranın en pürüzsüz portresi kapladı. Bu halüsinasyonlar ile yaşamak kolay değildi, onu arayan gözlerimin ve özleyen zihnimin bana oynadığı bu oyunlar sanki gerçekmiş gibi beni etkisi altına almayı başarabiliyordu.
Şeyda telefonunu kulağına götürürken, “Baksana,” dedim kabinden çıkarak. Omzunun üstünden yavaşça bana doğru baktığında, “Bu tür şeyleri nereden buluyorsun?” diye sordum aniden.
Yüzünün çizgilerinin el ele vererek büyük bir soru işareti oluşturduğunu gördüm. “Bu şeyler?”
Ona doğru bir adım attım. “Seni bu hâle getiren şeyler.”
Şeyda gözlerini benden kaçırdı. Sanki bu büyük bir sırdı, sanki asla söylememesi gereken bir gerçekti. Bakışlarıma mürekkep gibi yayılan merakın yanına eklenen sorgu o kadar koyu kıvamlıydı ki, bir an kızın benden korktuğunu görür gibi oldum.
“Bir yerlerden işte,” diye geçiştirdi. Ardından telefonun diğer ucundaki kişi telefonu açmış olacak ki, “Hala,” dedi telaşla. “Beni almaya gelebilir misin? Evet, okuldayım şu an.” Gözleri kısaca bana dokundu. “Hayır, yapmadım,” diye fısıldadı mahcup bir tavırla. “Hala, gerçekten yapmadım.”
Ama yapacaktı. Az daha yapacaktı.
Kollarımı göğsümün üstünde toplayıp, çehremi saran o yoğun ifadeyi dağıtmadan dikkatle kızı incelemeye devam ettim. En nihayetinde telefonu kapatmış, sorgumdan çekinen bakışlarını benden kaçırarak, “Ne yapacaksın ki hem?” diye sormuştu.
“Bir şey yapacağımdan değil, yalnızca merak ediyorum,” dedim. “Yaklaşmamam gereken insanları bilmeliyim, öyle değil mi? Sen de o tür insanlara yaklaşmamalısın bence.”
“Gökçe kötü biri değil!” diye çıkıştı kız aniden.
O an, tanıdık gelen bu ismin kafeteryada duyduğum isim olduğu gerçeği yüzüme tıpkı bir tokat gibi çarptı. Gerçek tırnaklarını çıkardı ve tenime batırırken acımasız bir şekilde kulağıma bir şeyler fısıldadı. Hislerine güvenen bir insandım, uzun süredir bir şey hissetmiyor dahi olsam, önceleri hissettiklerim genelde doğrunun kapısını aralayan gerçek anahtarları olurdu.
“Sen şu isminin yanına keş kelimesi ekledikleri Gökçe’den mi bahsediyorsun?”
Şeyda başını iki yana salladı. “Ona böyle seslenme. O gerçekten kötü kalpli birisi değil.”
“Sana bunları o mu veriyor?” Bakışlarım ruhsuz bir kıvam kazandı. “Uyuşturucuyu.”
Şeyda’nın yüzüne yayılan panik, dudaklarının aralanmasına neden oldu. Bana doğru yaklaşırken eliyle susmamı işaret etti ve etrafa ürkek bakışlar atarak, “Biri duyacak,” diye soludu. “O yalnızca bana yardım ediyor.”
“Gökçe torbacı mı?” diye sordum sesimin dozajını ayarlama gereği duymadan.
“Hayır!” Kız dehşet içinde tuvaletin çıkış kapısına baktı. “Birileri duyacak, lütfen!”
Ona doğru bir adım attım ve bomboş bakışlarımı yüzüne yaklaştırdım. Gözlerinin aynasında kendimi gördüğümde, o aynanın arkasındakileri görmek için geleceğimdeki puslu yılları ona sunabilirdim ama sırlarını bana anlatacak birine benzemiyordu. Belki zorlasam birkaç cümle daha alabilirdim. Gökçe hakkında bilmek istediklerim vardı ama bu kız Gökçe’yi tıpkı bir tanrıyı koruyormuşçasına koruyordu.
“Gökçe nereden buluyor?”
“Bak…” Kız bakışlarını kaçırarak, “Bilmiyorum tamam mı?” diye söylendi. “Bana yardım ettin, çok teşekkür ederim ama bu kadarı yeterli. Bir daha yapmayacağım, söz veriyorum.”
“Bana söz vermek zorunda değilsin,” dedim net bir dille. “Sen önce kendine söz ver. Bana verdiğin sözün benim için bir geçerliliği veya önemi yok. Ne yaparsan kendine yaparsın, bunu unutma.”
Sessizce başını salladıktan sonra arkasını dönüp çıkışa yürüdü, bu süre zarfında ne tek kelime ettim ne de olduğum yerden bir santim kıpırdadım. Kız çıkıp, beni tuvaletin duvarlarındaki boşlukla baş başa bıraktığında, duvarların arkasında saklanan gürültü üstüme yığıldı ve zihnimde açılan bir sayfa, gözlerimin germe tahtasına tuval gibi oturdu.
Lavabodan çıktım, ders başladığı için boşalan koridorda tek başıma yürümeye başladım. Kartal’ın beni boş bir sınıfta beklediğini biliyordum. Her şey üst üste binmişti. Bu oyunun sonunda bizi ne beklediğini göremiyordum. Henüz yolun başında olduğumuz için mi bitiş çizgisi görünmüyordu? Sisli bir yoldu bizi bekleyen. Belki de o yolu yürürken çok daha fazla kayıp verecektik ve bitiş çizgisine yalnızca ikimizden biri ulaşabilecekti. Kimin ulaşacağı önemli değildi, önemli olan o çizgiye birinin ulaşmasıydı.
Kartal’ın bahsini geçirdiği dersliğin önüne geldiğimde bakışlarım derslik kapısının bitişiğindeki küçük yazıya dokundu. Doğru yerdeydim. Elim kapının kulpuna uzandı ve yuvarlak kulpu yavaşça çevirmemle birlikte kapı içeri doğru açıldı. Tüm perdeler çekik ve hava kapalı olduğu için sınıfın içi kapkaranlıktı ama yine de dört yanı aynalarla dolu bu sınıfın aynalarına düşen yansımamı net bir şekilde görebiliyordum. Aynaların bittiği yerde bir pencere vardı, pencerenin kalın, muhtemelen kadife olan siyah perdesi kapalıydı, dışarıda atıştıran yağmurun cama vururken çıkardığı o içi huzura boğan hoş sesini duyabiliyordum.
Bir an karanlığın içinde gözlerim Kartal’ın varlığını aramak, onun gölgesine tutunmak istedi ama algılarım mı körelmişti yoksa gerçekten şu an burada değil miydi anlayamadım. İçeri girip kapıyı kapattığımda sınıf tamamen karanlığa boyandı.
Sertçe yutkundum, kulağıma dökülen kendi yutkunuşumun sesiydi. Çok geçmeden farklı bir nefesin varlığı dersliğin boşluklarını doldurdu. Buradaydı, onu nasıl fark etmemiştim? Bakışlarım dört yanımı çevrelemiş dev aynaların yüzeylerinde dolaşmaya başladığında, “Beni mi arıyorsun?” diye sordu kısık bir ses. Sesinin çatlaklarından akan alkol bir an duraksamama neden oldu.
Nefesinden yükselen ağır içki kokusunu alabiliyordum. Hangi arada hangi derede alkol almıştı hiçbir fikrim yoktu. Üstelik sıcak nefesi enseme çarpıyor, ensemden tırmanarak saç diplerime çıkıyor ve çıktığı saç diplerime küfrü andıran darbeler indiriyordu. Belimden yükselen ürperti ense köküme kadar çıktı, omuzlarımın gerildiğini hissettim.
Bakışlarım tam karşıma, beni hedef alan aynadaki yansımama çevrildiğinde, karanlığın içinde, hemen arkamda dikilen Alaşan’ı görmek beklemediğim bir şey değildi aslında. Çünkü onun orada, hemen arkamda olduğunu bilmek için onu görmeme gerek yoktu. Sıcak nefesi oradaydı, üstüne alkol devrilmişti ve ensemden yukarı tırmanıp saç diplerime dokunuyordu.
“Ne bu şimdi?” diye sordum. Sesimin arkasına saklanan kalp atış seslerini yalnızca ben duyabilirdim. Şu an onun duyduğu tek şey boş bakışların eşlik ettiği dümdüz bir kadın sesiydi. “Sessizce yaklaşmaktan vazgeç.”
Kartal benden uzun olduğu için arkamda olmasına rağmen aynaya düşen yansıması netti. Yüzünü görebiliyordum, çenesine kadar her şey karşımdaydı ama çenesinden aşağısı arkamda kalmıştı. Altın kahve gözleri karanlığın da etkisiyle kapkara iki mezar, içi bomboş siyah bir çukur gibi görünüyordu şu an. Bu açıdan bakıldığında yüzünün kemikli kısımları karanlığın gölgeleri tarafından sarılmış, esrarengiz bir örtü tarafından yutulmuştu.
“Sessizce yaklaştığımda o küçük kalbin kuş gibi çırpınıyor mu yoksa, Lavinia?”
Gözlerimi kıstım, dikkatle bana bakan bu adama karşı o kadar karmaşık düşüncelere sahiptim ki, ben bile bu düşüncelerin ne yönde olduğunu anlayamıyordum. Eskiden bu bakışlardan korkardım, şimdi bu bakışlar bana ne hissettiriyordu bilmiyordum.
“Hangi ara derede içtin yine sen?” diye sordum sakince. Hemen arkamda dikiliyor olması, bana bir nefes kadar yakın duruyor olması umurumda değilmiş gibi davranmaya çalışsam da, sıcak nefesi tenime çarptıkça o rahatsızlık hissi büyüyordu.
Kartal yavaşça öne doğru eğildiğinde çenesi başımın üstüne yerleşti. İrkilerek geri çekilmek istedim ama gözlerini kısarak baktığı için savunma mekanizmasını durdurmak zorunda kaldım.
Gözünde ürkek bir kedi, her şeyi yanlış anlayan bir kız çocuğu olmak istemiyordum.
“Canım içki içmek istedi, içtim.” Sesindeki sakinlik sinirlerimi zıplatıyordu. “Benim canım yeter ki bir şeyler istesin, istediğim an yaparım.”
“Kendine çok güveniyorsun.”
“Her konuda,” diye fısıldadı çenesinin ağırlığını tamamen kafamın üstüne bırakarak. “Tahmin bile edemeyeceğin kadar.”
“Tahmin etmek için kafamı yormama değecek misin? O da var tabii.”
Kartal burnundan sert bir nefes verirken, bunun alay dolu olduğunu biliyordum.
“Eğer canım isterse, tüm gün benim hakkımda düşünmeni sağlarım.”
Kaşlarım çatıldı, kendimi geri çekip ona doğru döndüm ve “Ee?” dedim düz düz.
Kartal’ın rengi görünmeyen gözlerinde keyifli bir ifade belirir gibi oldu ama yine de omuzlarında asılı duran kederi görebildiğimi düşünüyordum. Anlıktı. Eğlenmesi, dalga geçmesi belki de yaptığı her şey anlıktı.
“Şu Gökçe denen kız hakkında kısa bir araştırma yapmayı düşünüyorum,” dedi elini ensesine atıp hafifçe ovarken. Bu hareket, pazularının genişlemesine neden olmuştu.
“Bence de yapmalısın,” dedim. Kartal durup bana dikkatle bakınca, “Az önce lavaboda bir kızla tanıştım,” diye devam ettim. “Kızın durumu berbattı. Uyuşturucu alıyor.”
“Gökçe miydi?”
“Hayır,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Şeyda diye bir kız ama Gökçe’nin arkadaşı olduğunu düşünüyorum çünkü tanrıyı savunur gibi Gökçe’yi savundu bana.”
“Nasıl savundu?”
Bu konu Kartal’ın ilgisini çekmiş gibi görünüyordu.
“Açıkça uyuşturucuyu ona kimin verdiğini sordum, bana isim vermedi ama üstüne gittiğim anda Gökçe kötü biri değil diyerek Gökçe’yi ifşa etmiş oldu.” Mavi bir ışık siyah perdenin kumaşını yararak içeri doluştu, ardından gök gürledi ve yağmur hızlandı. “Kız uyuşturucuyu Gökçe’den alıyor. Asıl sorun şu, Gökçe uyuşturucuyu kimden alıyor?”
Kartal’ın kararan bakışları beni merceği altına aldı. Dudakları dümdüzdü, elmacık kemikleri belirginleşmiş, zayıf yanakları içeri çökmüştü ve kaşlarının ortasında zihnini yoran düşüncelerin çizdiği belirgin bir yarık vardı.
“Şu Gökçe, İremlerin mekânında da takılıyor,” dedi düşünceli bir sesle. “Mekânlara, okullara falan şu siktiğimin şeyini bulaştıran kişileri tanıyorsa bizi onlara götürebilir. Muhtemelen bu kız biraz otlanabilmek için şunların torbasını tutuyor. Bunlar her zaman birlik içindedir. İstanbul, İzmir, Antalya, aklına gelebilecek her şehirde birbirlerinin şubesi gibidirler, birbirlerini tanırlar.”
“Ne yapacağız?” diye sordum.
“İrem’i büyük bir gençlik partisi vermesi için ikna etmemiz gerekiyor,” dedi Kartal. “O iş bende. Kız ağzımın içine bakıyor zaten. İşin geri kalanı ise sende. Gökçe’nin o partide çok iyi bir ortam olacağını, gelecek olan malın mükemmel olduğunu duyması ve ağa düşüp mutlaka o partiye katılması gerek. Yapabilir misin?”
Ona düz düz baktım.
“Gökçe’nin kim olduğunu bile bilmiyorum, kıza gidip ne diyeceğim? Bakar mısın, bir parti verilecek ve eroinler, kokainler, methler pistte çılgınca dans edecek falan mı?”
Kartal gözlerini devirirken yüzü hâlâ ifadesizdi. “Gidip söylemeyeceksin elbette. Aptal mısın? Seni duymasını sağlayacaksın.”
“Deha mısın sen ya?” diye söylendim. “Sendeki bu zekâ nereden geliyor böyle?”
“Komik kız.”
Kartal bana doğru bir adım attığında kafamı kaldırarak ona baktım. Aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı, kokusunu çok net şekilde soluyabiliyordum. Parfümüne karışmış içki kokusundan ziyade, ıslanmış toprak kokuyordu. Kafasını eğip, altın kahve gözlerinin odağımda daha da netleşmesini sağladı. Yüzü, yüzüme olmaması gerektiği kadar yakın duruyordu.
“Yapacak mısın, Lavin?”
Tam gözlerinin içine baktım.
Dudaklarından akan adımın sesinin etrafında şekillenerek zihnime ulaştığı şu zaman diliminde, kalbimizin atış seslerini bile net bir şekilde duyabiliyordum. İkimizin de kalp atışları zayıftı, soluğumun içindeki kelimelere makas vuran o kısık sesi dinlerken bana büyük bir dikkatle bakıyordu.
“Elbette yapacağım, Kartal,” dedim. “Ama bunu sen istiyorsun diye yapmayacağım, biliyorsun.”
Kartal’ın bakışları tek bir noktada yoğunlaştı ama o noktanın yüzümün hangi köşesi olduğunu kestiremiyordum. Gözlerim değildi, burnum ya da dudaklarım da değildi. Yalnızca bir noktayı gözüne kestirdi ve gözünü kırpmadan bir süre o noktayı inceledi.
Ardından o tuhaf bakışlar gözlerime tırmandı. Karanlık dersliğin içine ışık tutan bakışları, gözlerimin içine doğrultulmuş bir silah gibiydi.
“O zaman önce bu partinin temelini atmalıyım,” dedi Kartal.
“Senin için çok kolay olsa gerek.” Ağırlığımı bir bacağımın üstüne bırakıp yanaklarımın içini havayla doldurduktan sonra ona bakarak havayı dışarı bıraktım. “Kız sana karşı bayağı ilgili görünüyor. Hem kolay olacağı konusunda böbürlenen sensin.”
“Zor olacağını iddia etmedim.” Kartal başını omzunun üstüne düşürüp kaşlarını havaya kaldırarak bana alayla baktı. “İrem’den pek hoşlanmadın sanırım sen.”
“Konumuz bu değil. Üstelik kızla zerre ilgilenmiyorum. Ona karşı tamamen nötrüm.”
“Her fırsatta onun boynunu koparmak ister gibi bakıyorsun ama,” dedi Kartal sakince.
“Endişelenme,” diye söylendim. “Senin küçük İrem’inin o ince boynunu koparmayacağım.”
Kartal bana doğru bir adım daha attı ve artık aramızda mesafe yoktu. İçimde bir mehteran vardı sanki, şokla sarsılan kalbim aniden hızlanmıştı. Bunun onun bana yaklaşmasıyla bir ilgisi olmadığını biliyordum, yalnızca alışkın değildim.
Bacak boyu benim bacak boyumdan uzun olduğu izin onun dizi benim dizimin epeyce üstüne değiyordu. Aniden biri içeri girse, bu kadar yakın olmamız, özellikle karanlık bir derslikteyken hiç de doğal karşılanmazdı.
Yüzüm neredeyse boynuna değecekti. Geri adım atmak için harekete geçecekken, Kartal alnımdan yanağıma doğru akan bir saç telini işaret parmağına doladı ve kafasını eğerek bana dikkatle baktı. “Şu saçlarına tarak vurmuyor musun hiç sen?”
Gözlerimi kaldırmak için kendimi zorladım, en nihayetinde bunu yaptım da. Saçlarım hâlâ parmaklarının etrafında sarılı şekilde duruyordu. Her kadına bu kadar yakın mıydı? Bu onun için normal bir şey miydi? Anılarımda yaşayan Kartal’ın kadınlar tarafından ilgi gören biri olduğunu biliyordum ama kadınlara ilgi gösteren biri miydi, işte bunu bilmiyordum.
“Sana ne benim saçlarımdan?” diye sordum dişlerimin arasından. “Geri bas.” Elimi onun göğsüne koyup onu yavaşça ittiğimde parmağına doladığı saçım yavaşça çözüldü ve tekrar yüzüme düştü. Kartal yüzüme düşen saçıma baktıktan sonra kaşlarını kaldırdı.
“Paspal.”
“Sana ne?”
Gözlerini devirip, “Gökçe’nin kim olduğunu bulur, sana gösteririm,” dedi. “Şimdilik başka bir şey yok.”
“İyi.” Yanından kayıp geçtim. “Çıkıyorum o hâlde.”
“Nereye?”
Bu sorusu beni duraksattı. Omzumun üstünden ona baktığımda, aynadaki yansımasına baktığını gördüm.
“Kafeteryaya,” dedim. “Herkes derste.”
“Paran var mı?” diye sordu açıkça. Bu sorusu yüzümün kızarmasına neden olacak kadar kötü hissettirmişti. Amacının beni aşağılamak olmadığını bilsem de gururuma yediremiyordum. Sessizliği bozguna uğratan yine onun nefesi oldu.
“Ha bir de unutmadan, telefonundan ev sahibinin numarasını aldım.”
“Telefonuma kafana göre dokunamaz, onu karıştıramazsın sen. Hem hani karıştırmamıştın? Yalancı!”
“Çok cırlıyorsun,” dedi baygın bir tavırla. “Eşyalarını sokağa atacağını söyledi.”
“Ne?” Dehşet dolu gözlerle Kartal’a bakarken çılgına dönmüştüm. “O evin kirasını verdim, hiçbir borç yok şu an, neden böyle bir şey yapıyor?”
“Şaka yaptım.”
Bedenimi tamamen ona doğru çevirip, “Ne biçim bir şaka bu?” diye sordum burnumdan solarak.
“Burak senin için önemli olan eşyaları toplayacak,” dedi Kartal hiç düşünmeden. “Burada ihtiyacın olabilir diye düşünüyorum. Evine dokunulmayacak, yanımda olduğun sürece evinin kirasını ve faturaları aksatmadan ödeyeceğim.”
“Burak’ın ya da bir başkasının benim için özel olan şeylere dokunmasını istemiyorum. Hem benim için ödeme yapmana falan da gerek yok.”
“O şeylere ihtiyacın yok mu?”
Yumruğumu sıktım. Vardı. Günlüğüm, tuttuğum defterler, Kardelen’in bana aldığı küçük hediyeler… Hepsi oradaydı.
“Karıştırmamak şartıyla dokunabilir.”
“Burak kimsenin özel eşyalarını karıştırmaz,” dedi Kartal. “Bu konuda için rahat olabilir.”
“Peki.”
“Neleri almasını istiyorsun?”
Sırtımı Kartal’a döndüm. Yüzümdeki harabeyi görmesini istemiyordum.
Duygularımı saklamak konusunda iyiydim ama bazen deprem öyle sert vuruyordu ki, yıkılan ifadesizliğimin altındaki harabeyi saklayamıyordum.
“Elbise dolabında, beyaz elbisenin altında bir günlük var. Yine elbise dolabının çekmecelerinde tuttuğum defterler ve bir fotoğraf albümü var. Bir de makyaj masasının önündeki koyu mor ruj ile büyük eflatun kutuyu istiyorum.”
Kartal hiçbir şey sormadı, sorgulamadı, belki de merak etmedi. Yalnızca, “Tamam,” dedi.
Sınıftan çıkıp boş koridora karıştım. Zihnimin içi kargacık burgacıktı. Anıları bir köşeye süpürdüm ve kendimi şimdiye, yani yapacaklarımıza odaklamaya çalıştım. Öncelikle bu Gökçe’nin kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Kendine verdiği zarar umurumda değildi ama kendine verdiği zararın aynısını başkalarına da veriyordu.
Dersliklerden birinin kapısı açıldı ve elinde tel dosya tutan uzun boylu bir adam sınıftan çıktı. Ardından çok geçmeden öğrenciler de derslikten çıkmaya başladılar. Terli, yorgun ve kalabalıktılar. Aralarında Emir’in de olduğunu gördüm. Üstüne kısa kollu, bol ve beyaz bir tişört giymişti. Tişörtün önünde bir viski markasının amblemi vardı.
“Lavin,” dedi elini yavaşça kaldırarak. Açık renk saçlarını koyulaştıran ter, yanaklarından aşağı, boynuna akıyordu. “Hâlâ mı geziyorsun?”
“Evet,” dedim ondan uzaklaşıp yüzümü tamamen buruşturarak. “Çok terlisin, bana yaklaşma.”
Emir, yankısı tüm koridoru etkisi altına alacak türden büyük bir kahkaha attı. “Çok açık sözlüsün,” diye homurdandı. “Alınıyorum ama…”
“Üzgünüm, sen de çok terlisin.”
Emir, bir kez daha güldü.
“Sana bir şey soracağım,” dediğimde, kafasını aşağı yukarı salladı.
“Sor.”
“Şu Gökçe’yi nerede bulabilirim?”
Emir bir an duraksadı, ardından su kadar şeffaf bir renge sahip olan mavi gözleri kısıldı. Kaşları da çatılmış, yüzünün topraklarında tuhaf bir ifade koşmaya başlamıştı.
“Sakın bana kullanıcı olduğunu söyleme.”
“Ne?”
“Durduk yere o kızı soracak değilsin, öyle değil mi?” Emir’in ifadesi artık bir kaya kadar sertti. Beni tamamen yanlış anlamıştı. “Bak güzelim, unut bunu. Kartal’ın haberi var mı?”
“Kullanıcı falan değilim,” dedim kaşlarımı çatarak. “Saçmalıyorsun.”
“Ee, ne yapacaksın o zaman sen o müptezeli?”
“Yalnızca merak,” diye kıvırdım.
“Birini merak edecek türden bir kıza benzemiyorsun.” Beni dikkatle süzdü. “Bir sorun mu var?”
“Hayır. Kızlar tuvaletindeyken birkaç kişinin onun hakkında konuştuğunu duydum. Nasıl biri olduğunu merak ediyorum, hepsi bu.”
“Senin, benim gibi insan işte. Fazla merak iyi değildir. Onun gibilerle takılma, aklın varsa ona bulaşma bile. Bunun gibiler insanın aklını çabuk çeler, yürüdükleri yolda yoldaş ararlar,” dedi soğuk bir sesle.
Üstelemenin bir anlamı yoktu. Aksine, üstelemek Emir’in şüpheye düşmesine neden olacaktı.
“Pekâlâ,” dedim burun kıvırarak.
“Kızlar birazdan çıkar, yakınlarda bir bilardo salonu var. Takılalım mı?” diye sordu.
Her ne kadar gönülsüz de olsam, kendimi tamamen onlardan soyutlamamam gerektiğinin bilincindeydim. “Bir Kartal’a sorayım,” dedim telefonu cebimden çıkartırken.
“Tamamdır.”
Emir’in gözleri üzerimdeyken mesaj bölümüne girdim. Baskı altında hissetmeme neden olan onun yoğun bakışlarından ziyade başka şeylerdi aslında.
Lavin: Neredesin?
Kartal: Çok mu merak ediyorsun?
Lavin: Aslına bakılacak olursa umurumda değil.
Kartal: O zaman?
Lavin: Sana fırsat yaratıyorum, Doktor. Emir’in yanındayım, bilardoya gitmek istiyor ve İremler de gelecek. Bence bu senin için müthiş bir fırsat, İrem’i ikna edersin parti için.
Kartal: Erdi’nin yanındayım mı dedin sen?
Lavin: Emir.
Kartal: Adı ne kadar sikimde?
Lavin: Onlarla bilardoya gidiyor muyuz, gitmiyor muyuz?
Kartal: Gidiyoruz.
Kartal: Ve mesafe yarat.
“Geliyoruz,” dedim gözlerimi devirerek mesaja baktığım sırada.
“Tamam o zaman, ben duşa gidiyorum. İrem’e mesaj atarım ve kırk, kırk beş dakikaya çıkarız.”
“Tamam,” dedim koridorun diğer tarafına dönerken. “Ben buralardayım.”
“Numaranı ver istersen.”
Bir an gözlerimin önünde elinde bıçakla Emir’e bakan Kartal belirir gibi oldu, Emir’e kıl olduğunu biliyordum.
“Benim gördüğümü sen de görüyor musun şu an?” diye sordu gülerek. “Elinde silah mı var?”
“Bıçak,” dedim hafif sırıtarak.
“Çok mu kıskanç?”
Duraksadım. “Öyledir,” diye fısıldadım.
Emir bana çağrı atmış, birbirimizin numaralarını kaydetmiştik. Toplanıp okuldan çıkmamız yaklaşık bir saat sürmüş, dinen yağmurun kalıntıları yollarda büyüklü küçüklü su birikintileri yaratmıştı.
Hava hâlâ kapalıydı, denizden yükselen dalgalar kayalıklara sertçe çarparken arabanın içindeydim, araba ağır ağır ilerliyordu. Hemen önümüzde ilerleyen araba da Emir’e aitti. Arabanın tekerlekleri bu su birikintilerin üstünden geçip suyu etrafa sıçratırken, “Şu partiyi bu hafta içinde yaptırabilirsek iyi olacak,” dedi Kartal gözlerini yoldan ayırmadan.
“E orası da senin yeteneğine kalmış artık.”
“Yeteneğimden şüphen mi var, Lavinia?” diye sordu Kartal alayla.
“Henüz bir yeteneğini görmüş sayılmam,” dedim.
“Hayret,” dedi Kartal, Emir’in saptığı yola doğru direksiyonu kırdıktan hemen sonra.
“Hı?”
“Lavin diye düzeltmedin.”
“Dilimde tüy bittiği için olabilir mi?”
Cevap vermedi.
Ona kötü kötü baktım, o da omzunun üstünden bana alayla baktı ama ikimiz de hiçbir şey söylemedik. Entegre edilmiş ne kadar düşünce varsa, hepsi bir kalıp sabun gibi küçücük dursa da bastığım an beni kaydırıp beynimi dağıtmama neden olacak kadar güçlüydü. Araba, Emir’in arabasının hemen yanında durduğunda, “Bilardo oynamayı biliyor musun?” diye sordu Kartal puslu bir sesle.
“Hayır,” dedim. “Daha önce hiç oynamadım.”
Bir şey söylemedi. Deri ceketinin iç cebine telefonunu koyduktan sonra sürücü koltuğunun kapısını açtı ve dışarı çıktı. Ben de onu takip ettim. Yeniden çiselemeye başlayan yağmur, yüzüme birkaç damla düşürmüştü. Kollarımı birbirine bastırarak üşüyen bedenimi ısıtmaya çalıştım. Nefesimden yükselen buhar, havanın ne kadar soğuk olduğunun kanıtıydı ama Kartal pek de üşümüşe benzemiyordu.
Dışı gayet sade olan mekânın içi, dışına göre daha gösterişliydi. Küçük tuğla taşlardan yapılmış duvarlar mekâna farklı bir büyü katmış, atmosferi değiştirmişti. İrem, burada olmaktan pek hoşnut değildi, sanırım bu tür yerleri pek sevmiyordu ama Berra çoktan eline bir isteka kapmıştı bile.
İrem saldığı saçlarını eliyle geriye atarak, “Bir şeyler içmeye gidebilirdik aslında,” diye söylendiğinde, Kartal ona göz ucuyla baktı. İrem, Kartal’ın bakışlarının hedefi olmaktan memnun kalmış gibi gülümsedi. “Sen bilardoyu seviyorsun sanırım?” dedi. “Becerebiliyor musun bari?”
“O konuda üstüme yoktur,” dedi Kartal karanlık bir sesle, ardından siyah istekayı eline alıp bilardo masasının önüne yürüdü. İrem şaşkına dönmüş hâlde öylece Kartal’a bakarken, Emir bıyık altından gülerek topları dizmeye başlamıştı bile.
Berra ve Emir resmen maç yapmaya başlamıştı, Kartal kendi hâlinde oynuyordu ama bu konuda oldukça iyiydi. Eğilerek her topa vuruşunda birbirine çarparak etrafa dağılan topları ilgiyle izliyordum ve İrem’in de bakışlarının onda olduğunu biliyordum. Ben, İrem’in aksine topları, İrem ise benim aksime Kartal’ı izliyordu.
Her şey tam da Kartal’ın istediği gibi oluyordu. İrem, onun avuçlarının içine girmek üzereydi. Bunu, İrem’in Kartal’a olan bakışlarını gören herkes anlayabilirdi.
Kartal aniden kafasını kaldırıp İrem’e baktı.
“Baksana,” dedi kalçasını bilardo masasına yasladı ve kazağının kollarını sıvadı. Damarlarını ve dövmelerini sunduğu kollarını göğsünün üstünde toplayarak, “Geçen gece yarım kaldı, bu hafta içinde yine yapalım şu gece buluşmasını,” dedi.
“Gece buluşması?” İrem kaşlarını alayla kaldırdı. “Baş başa?”
“Yok, tüm okulla,” dedi Kartal.
“Şakacı şey…”
Kartal, “Ciddiyim,” dediğinde İrem bozulsa da renk vermemeye çalıştı. “Bana sizin mekânın takıldığım tüm mekânlardan daha sıkı olduğunu kanıtlamak için sana bir şans. Parti düzenleyelim ve beni şaşırt.”
İşini biliyordu. Sırtımı tamamen tuğlalara yasladığımda sırtım acıdı, aldırmadım. İrem kaşlarını kaldırarak, “Bizim mekânı mı küçümsüyorsun yoksa?” diye sordu.
“Küçümsenmeyecek bir yer olduğunu kanıtlamak senin elinde.”
İrem’in mavi gözlerinde parlayan hırs, yakıcı bir sahip olma güdüsüyle alevlendi. Kartal’ın beğenisini istiyordu. Bunu görebiliyordum. Belki de şu âna dek istediği her şeyi elde etmişti, o yüzden onu avucunun içine almak istiyordu ama o işler öyle değildi. Karşısındaki adamın gözlerindeki ifadeden hiçbir şey çıkaramıyor muydu? Kartal’ın gözlerinde intikam topraklarını pençeleriyle kazan, kürkünde yer yer kan lekeleri olan kahverengi bir kurt vardı. O kurt, toprağı kazmasına engel olacak her canlıyı tam boynunu hedef alarak canından edebilecek kadar büyük bir gözü karalıkla toprağı eşeliyor, pençeliyordu.
“Yarın gece nasıl eğlenilir öğreteceğim sana,” dedi İrem.
“Çok iddialı oldu bu.” Kartal, üstten üstten büyük bir kibirle kıza bakarken benim bile canımı sıkmayı başarmıştı. Sırf umursamaz tavırlara ve güzel bir yüze sahip olduğu için bir kadını nasıl böyle etkisi altına alabiliyordu ki? Bu yalnızca bana mı saçma geliyordu? Bazı insanlar böyleydi. Kabını beğenince, içini önemsemiyordu.
“İddialı biriyim, görmüyor musun?”
Sessizce Kartal’a baktım. Şu an, burada, bu kızıl ışıkların altında yüzümün yarısı aydınlık, yarısı soluk bir karanlığın kıskacında kapana kısılmıştı. Etrafta dönen muhabbet, insanlar, hepsi silikleşmiş, bakışlarım yalnızca hemen karşımda avını izleyen bu kahverengi kurda odaklanmıştı.
Kartal’ın intikam nefsiyle kavlamış, kahvesi koyulaşan gözleri kızdaydı.
“Çok da merak etmiyorum,” dedi Kartal. İrem’in dudakları aralanırken Kartal durmadı, kızın yanından kayarak geçti, sigarasını dudaklarının arasına sabitleyip sigarayı yaktıktan sonra hemen çaprazında duran sandalyenin omzuna attığı deri ceketini alıp üstüne geçirdi. “Hadi,” dedi bana bakarak. “Eve gidiyoruz.”
“Erken mi ayrılıyorsunuz?” Emir bize doğru yürüdü. “Bir şeyler yeseydik?”
Berra, “Sen daha ne kadar yiyeceksin acaba?” diye homurdandı Emir’in arkasından. “Malum, ayı gibi oldun, biraz da İstanbul halkına bıraksan diyorum, ülkede kıtlık çıkarsa sorumlusu sensin. Hoş, sen kıtlıktan çıkmış gibi yiyorsun zaten.”
“Toprağı sen mi atarsın, küreği Kartal’a vereyim o devamını getirsin mi, cüce?” diye sordu Emir, Berra’ya cins cins bakarak. “Çattık ya.”
“Ben o küreği sana so-” Kartal’ın uygunsuz cümlesini ânında yarıda kesen ben oldum.
“Arkadaşımız evde bekliyor,” dedim sallayarak. Aklıma bir an için Yunus gelmişti, onun evde bizi beklemediğini biliyordum ama bana yalan gerekiyordu ve aklıma ilk gelen bu olmuştu.
Bilardo salonundan çıktığımızda, dışarıda gördüğüm manzara, gözlerimin irileşmesine neden oldu. Öyle şiddetli bir yağmur yağıyordu ki, arabaya doğru yürüdüğümüz taktirde sırılsıklam olmamız kaçınılmaz bir son olacaktı. Öylece dikilip yağan yağmuru izlemeye başladık. Yağmurun şiddetli yağışı, yağmur damlalarının tıpkı bizi nişan alan bıçaklar gibi yüzümüze çarpmasını sağlıyordu. Brandanın altında olmamıza rağmen kotumun bir kısmı ve yüzüm su damlaları tarafından kuşatılmıştı.
“Şu işe bak,” diye homurdandı Kartal. “Arabaya gidene kadar sırılsıklam oluruz ve o hâldeyken seni o arabaya bindirmem.”
Tek kaşımı kaldırıp omzumun üstünden ona cins cins baktım.
“Niyeymiş o?”
“Islanmış yavru bir köpek gibi silkelendiğini ve arabamın döşemelerini mahvettiğini görmektense, burada soğuktan donup ölmek daha az panik hissettiriyor.”
“Espri yapabildiğini bilmiyordum,” dedim.
Bana alayla baktı.
“Espri olduğunu da kim söylemiş?”
Gözlerimi devirdim.
Elinde yanan sigara, yağmurun altında sönüp öldü.
“Hadi, yürümeyecek misin?” diye sordu birden.
“Islanırsam arabana almazsın beni,” diye dalga geçtim. Kartal, yağmurun altında öylece dikiliyordu ve yüzünü bana dönmüştü.
“Yürü.”
Dudakları yağmurun suyuyla ıslandı, çenesi boyunca akan yağmur damlası boynunun çıplak kaldırımlarını arşınladı. Gözlerimi, onun ıslak kirpiklerinden kaçırarak gökyüzüne baktım.
“Kızım yürüsene.”
“Birazdan ıslak bir köpek gibi silkelenecek olan kişi sen olacaksın, Doktor,” dedim keyifle.
Kartal kaşlarını çattı, bunu ona bakamasam da hissedebilmiştim.
“Lavin,” derken sesi sert, ona çarpan kurşunu bile parçalayacak kadar kurşungeçirmezdi.
Merdivenleri ağır ağır indim ve onun yanından geçip gittim. Birkaç adımda sırılsıklam olmuştum bile.
Kartal arabanın kapısını açıp içeri girerken, ben çoktan ön yolcu koltuğuna kurulmuştum. Yüzümden sicimle inen su damlalarının çizdiği yolu, hemen karşımda asılı duran aynadan izliyordum. Kartal arabayı çalıştırdı, tek kelime etmeden hızlı bir şekilde arabayı park alanından çıkardı ve silecekler büyük bir hızla ön cama doğru şahlanıp yağmurun suyunu etrafa sıçratarak camı temizlemeye, puslanan görüntüyü netleştirmek için otomatik bir şekilde çalışmaya başladı.
Yol boyunca konuşmadık, eve gelene kadar sanki arabada bir cenaze taşıyorduk ve ölüye duyduğumuz saygı adına dilimizi kelimelere kilitlemiştik. Islaktık ama üşümemiştik, ısıtıcılar açıktı. Akşam karanlığı çok çabuk çökmüştü ya da hava bozuk olduğu için bana öyle geliyordu. Kartal evin kapısını açarken olduğum yerde gerçekten yavru bir köpek gibi titriyordum. İçeri girdiğim an ayağımdaki ayakkabıları çıkardım ve çorapları da köşeye fırlatıp yalın ayak koridorda yürümeye başladım. Kartal’ın tuhaf bakışları sırtımdaydı, bunu hissediyordum.
“O ayaklarını yıkamadan gezme evin içinde,” dedi arkamdan.
Lavabonun kapısını hızla açtım. Kot pantolonun paçalarını hızla yukarı sıvarken gerçekten rezil göründüğümü biliyordum. Sıcak suyu işaret eden musluğu çevirdiğimde banyonun gümüş rengi ahizesinden aniden fışkıran su, yukarı kıvırdığım pantolonu bile ıslatmayı başarmıştı. Banyonun içindeki küvete kalçamı yaslayarak oturdum ve ayaklarımı yıkarken kaldığım yerden titremeye devam ettim.
“Abdest alan hacı dedelere benziyorsun şu an.”
Kafamı yavaşça kaldırıp, sesin geldiği yöne baktığımda onun orada dikilmiş, omzunu kapının pervazına yaslamış ruhsuz, bana oldukça yabancı gözlerle beni izlediğini gördüm. Üstündekileri çıkarmıştı. Tişört giymemişti ama altında gri bir eşofman vardı. Eşofmanın önündeki ipleri bağlamamıştı, beyaz ipler aşağı sarkıyordu ve hâliyle ona biraz bol olan eşofman her an kalçasından aşağı kayıp yere düşecekmiş gibi duruyordu.
“Gider misin?” Bakışlarımı ondan ayırıp sıcak suyun yumuşattığı ayaklarıma çevirdim. “Durmuşsun orada sapık gibi beni gözlüyorsun, abdest alan hacı dedeleri mi röntgenliyorsun sen boş zamanlarında?”
“Sapık gibi seni gözlemiyorum,” dedi. “Şu âna kadar da hiç abdest alan bir hacı dede görmedim zaten.”
“O zaman nasıl beni abdest alan bir hacı dedeye benzetebiliyorsun?”
“Sadece seni sınıyorum şu an.”
“Ben seni sınamaya başlarsam, ikinci günü soluğu hastanede alırsın. Ama tek bir farkla. Doktor olarak değil, hasta olarak.”
“Ne hastası?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Ruh hastası,” diye mırıldandım. “Şimdi gider misin? Üşüyorum ve seninle konuştukça dişlerim birbirine çarpıyor.”
“Akıl hastası demeni beklemiştim.”
Durdum. “Neden?”
“Çünkü ona verilebilecek bir cevabım vardı.”
Gözlerim onun altın kahvesi gözleriyle buluştu.
“Buna yok mu? Senin adına çok üzüldüm.”
“Olmayan bir ruhun hastalığı da olmaz.”
Sesindeki ölüm vurgusu beni duraksattı.
Su gitgide daha da sıcaklaştı. Oraya baktığımda, Kartal artık orada yoktu. Suyu kapatıp kollarımı bedenime sardım, ıslak ayaklarla banyodan çıkarken onun odasındaki takırtıyı işittim ama üstünde durmadım. Bana verdiği odaya ilerledim, elim kapıya uzandığında, diğer elim hâlâ bedenime dolanmış duruyordu. Kapının kulpunu zorladım ama kapı açılmadı, kaşlarım büyük bir hızla çatılırken bir kez daha denedim. Kapı yine açılmadı.
Bir kez daha… Bir kez daha… Ve bir kez daha…
Kapı kesinlikle açılmıyordu, kilitten sinir bozucu bir tık sesi geliyor, tam açılacak sandığım yerde kapı tekrar tok bir ses çıkararak kilitleniyordu.
“Ne bu şimdi ya?” diye homurdandım. Tüm denemelerim sonuçsuzdu, kapı hiçbir şekilde açılmıyordu.
“Kartal,” dedim çaresizce. Cevap vermedi. Sesimin oktavını yükselterek, “Alaşan!” diye seslendim bir kez daha.
“Ne var?” diye sordu.
“Bu kapı açılmıyor.”
Kartal, aralık duran kapısından kafasını dışarı uzattı, odalarımız karşı karşıyaydı. Kaşlarını çatıp, “Bileğin kuvvetli sanıyordum,” dedi.
“Bileğimle alakası yok,” diye çıkıştım. “Kapı açılmıyor.”
“Gayet de bileğinle alakası var.”
Kartal kapının arkasından çıktı. Bana doğru yürürken yüzünde sert bir ifade vardı. Mutfaktan gelen ıslıklı sesi işittim, bu ıslık sesi su ısıtıcısına aitti. Aynı zamanda dışarıda şiddetini arttırarak yağmayı sürdüren yağmurun gürültüsü de sessiz evin duvarlarında büyüyor, çakan şimşeklerin o kör edici ışıkları evin içini korkunç bir şekilde aydınlatıp tekrar karanlığın koynuna iterek ıssızlığa gebe bırakıyordu.
Kartal bana tuhaf bir bakış atarak kapının kulpuna uzandı. Yerle bir oluşunu büyük bir keyifle izleyecektim, bundan yana içimde zerre şüphe yoktu. Kapının kulpunu çevirdi, kapı aynı sesi çıkardı, ardından o büyük hayal kırıklığı bir gülle olup Kartal’a hızla çarptı ve onun koca egosunu parçalara ayırdı.
Bir kez daha omzunu kapıya dayayarak kulpu çevirip kapıyı zorladı. Sonuç aynıydı.
Geri çekildi, yüzünde sabit bir ifadeyle öylece kapıya bakıyordu.
“Açılmıyor.”
“Bileğin kuvvetli sanıyordum,” diye mırıldandım onu taklit ederek.
Gergin gözlerle bana baktı ama bir şey söylemedi.
“Üşüyorum,” dedim. “Tüm kıyafetlerim içeride kaldı.”
Bana sakince baktıktan sonra kollarını tıpkı benim gibi göğsünün üstünde birleştirdi.
“Ne yapayım üşüyorsan?”
“Hiç değilse bana bir kazak vermeye ne dersin?”
Kartal’ın yüzündeki ifadesizliği bozan, havaya kalkan kaşları oldu. “İlginç,” dedi.
“Neymiş ilginç olan?”
“Normalde kazak vermeyi teklif eden ben olmalıydım, sen de son âna kadar gurur yapıp üşümediğini söyleyecektin. Öyle olmaz mıydı?” diye sordu.
Ona alık alık baktım. “Öyle mi oluyordu?”
“Öyle olmuyor muydu?”
Bir an için birbirimize tuhaf tuhaf baktık.
“Kazak verecek misin artık?”
“Vereyim,” dedi kaşlarını çatıp bakışlarını odasına çevirerek. “Gir odama. Kafana göre istediğin bir şeyi al, geçir üstüne. Aldığın şey senin olabilir.” Bana baktı, alınmadığımı görünce daha da şaşırdı. “Prensip olarak başkalarının giydiği şeyleri üstüme bir daha sokmam. O yüzden kıyafetleri çalınmadığı ya da parçalamadığım müddetçe onlara hiçbir şekilde bana ait şeyler vermiyorum.”
“Kendisine büyü yapılmasından korkan koca karılar gibisin,” dedim. “Birine eşyasını vermezmiş…”
“Ne alaka?” Geri çekilip odayı işaret etti. “Gir hadi.”
“Öyle bir inanış var,” diye mırıldandım odasına yönelirken. “Güya sana ait bir eşyayı ele geçirirlerse, sana her türlü kötülüğü yapabilirlermiş. Öyle duydum.”
“Hadi ya,” dedi arkamdan gelirken. “Bir ara bana bir şeyini ödünç verir misin o zaman?”
“Ha ha,” diye sahte bir ifade takınarak güldüm.
Odasının aralık duran kapısını itip tamamen açtığımda beni bekleyen boş dört duvar olacak sanıyordum. Duvarlarda bir sürü tablo vardı. Caspar David Friedrich. Bu ressamın Bulutların Üzerinde Yolculuk adını verdiği tablosunu görmeyi beklemiyordum.
Anılar mezarlığından kafasını kaldıran taze bir geçmiş, yabani bir ot gibi zihnimin içine dolanmıştı. Bu tablonun aynısı babamın çalışma odasında, oturduğu koltuğun hemen karşısında duruyordu. Onu izleyerek düşündüğü zamanları dün gibi hatırlıyordum. Dakikaları saatlere, saatleri özgürlüğe açan bu seyir, babam gülümseyerek oturduğu yerden kalkana dek sürerdi.
Kalbim acıdı, buna mani olamadım.
İçeri adım attım. Tüm tablolar silikleşmiş, Bulutların Üzerinde Yolculuk tablosu ise tüm odağım hâline gelmişti. Ressamın bu eserinde sisli bir hava tasvir edilmişti. Kayalıkların üzerinde sırtı dönük bir erkek vardı, bu figürün kendisi olduğunu savunanların aksine ben bu figürün onun ruhu olduğunu düşünüyordum. Orada duran bir beden değil, bir ruh, bir kaçış, bir infilaktı. Orada duran, bir ruhun bedenini terk edişinin sanatıydı. Eserlerinde insan kullanmamayı tercih eden bu ressamın bu eseri, babamın hep en sevdikleri arasında zirveyi korumuştu.
Kartal, içeri girip kapıyı yavaşça kapattı. Duvarın içine doğru gömülmüş şık bir kitaplığın üstünde tozlu, eskimiş sayfalarının sarı rengini net bir şekilde görebildiğim eski kitaplar vardı.
Başlığı duvara yaslanmış büyük bir yatağın sol kısmı da duvara dayalı duruyordu. Çift kişilik yatağının nevresimleri ona zıt düşecek şekilde beyaz ve temizdi. Kahverengi deri başlığa baktıktan sonra başlığı takip eden duvarda asılı duran bir diğer tablo dikkatimi çekti. Bu tablonun adını ya da onu çizen ressamın kim olduğunu bilmiyordum. Kahverengi, sarı ve yeşilin baskın şekilde kullanıldığı bu tabloda sonbaharı görmemek imkânsızdı ama ağaçlardaki ruh o kadar farklıydı ki, bir an bedenimin o tablonun içine hapsolduğunu düşündüm. Nefes alamaz gibi olunca bakışlarımı hızla tablodan ayırdım, ışıksız odanın içini biraz olsun dokunuşlarıyla renklendiren abajurun soluk turuncu renkli ışığı içeriyi aydınlatmayı başarmıştı.
Kartal hemen yatağının karşısında duran, tamamı aynadan oluşan büyük elbise dolabını işaret edip, “İstediğini al,” dedi.
“Ben kimsenin dolabını karıştırmam. Kafana göre bir şeyler ver,” dedim.
Gözlerini devirdiğine adımın Lavin olduğu kadar emindim ama ona bakmadım.
Kartal, elbise dolabının kapağını açarken, “Yatağa oturabilirsin, ısırmıyor,” dedi. Bana bakmadan söylediği bu cümlenin içindeki ima sönüktü, altımdaki kotun ıslak olmasına aldırış etmeden yatağın ucuna oturdum.
“Al,” dedi elindeki kahverengi kazağı bana doğru atarak. Kazak da tıpkı onun gibi kokuyordu. Çok geçmeden bir de eşofman attı üzerime. “Altındaki şeyden de kurtul. Dediğim gibi, bunlar senin olabilir, Lavinia.”
“Lavin,” diye mırıldandım gözlerimi ona değdirmeden.
“He, ondan.”
Odanın çıkışına yöneldiğini gördüm, benden teşekkür beklememesi iyi bir şeydi ama ben o kadar da kaba bir insan değildim. “Teşekkür ederim,” diye seslendim arkasından, sesim o kadar kısıktı ki, duyan biri bir suç işlediğim için mahcup olduğumu falan düşünebilirdi ama ben böyleydim, birilerinin bana yardım etmesine alışkın değildim. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı kestiremiyordum.
Ya bir yabani kadar yırtıcı oluyordum ya da böyle sessizce boşluğu izliyordum. Ortam yoktu. Ya yakardım ya da boğardım. Hiçbir şekilde, hiç kimsenin ateşine su olmaz, suyunu kurutmak için ateş yakmazdım. Ya yanacaktı, ya boğulacaktı.
“Sıkıntı değil,” dedi.
Odadan çıktığında birkaç saniye kapıyı gözledikten sonra altımdaki ıslak kotu çıkarıp, nemli bacaklarıma ona ait eşofmanı geçirdim. Üstümdeki kazağı çıkardığımda beyaz sütyenin içinde savunmasız kalan bedenimi karanlık gölgelerden bile sakınıyordum. Bu evde bir adamla olmak beni biraz olsun kendimi kısıtlayıp, dikkat seviyesini yükseğe çekmeye teşvik etmişti.
Kapı aniden açılınca sırtım kapıya dönük olduğu için bir sorun yaşanmadı ama boğazımı acıtan tepkiyi yutmak, kalbimin daha hızlı çarpmasına sebebiyet verdi. Hızla üstüme onun bana verdiği kahverengi kazağı geçirdiğim sırada Kartal’ın tuhaf bir ses çıkardığını duyar gibi oldum. Arkama baktığımda başka bir yöne bakıyordu.
O an onunla göz göze geldik, sert bakışlarım onun yüzünü parçalayacak kadar yırtıcıydı. Kartal bir süre öylece yüzümü izledikten sonra, “Sırtındaki,” dedi kaşlarını çatarak. “Sırtındaki dövmeyi seviyor musun?”
Sırtımda, omuzlarıma doğru açılan kanatların varlığını hatırladığımda, bedenim bir küvet dolusu buzlu suyun içine batırılmış gibi donakaldım.
O kanatların çizimini bana hediye eden Kardelen’di, kanatların benim bir parçam olduğunu düşündüğü için bu dövmeyi yaptırmaya beni ikna etmişti. Omuzlarımın sızladığını, sırtımın ağır bir yükle büküldüğünü hissettim. Kaybın zehri, dövmenin boyasına damlamış, tenimin içine akıp benden bir parça hâline gelmişti.
“Evet,” dedim. “Seviyorum.”
Kartal’ın dudakları aralanacak gibi oldu, gözlerine yansıyan abajur ışığı bir şeyleri görmemi sağlayacak kadar aydınlık değildi. Özür dilemedi, hiçbir şey sormadı, yalnızca öylece yüzümü inceledi. Dövmeyi tam olarak görmüş müydü bilmiyordum, ne düşündüğünü de bilmiyordum ama bu dövmeyi tenime işleyen iğnelerin her biri tenime batarken benim elimi tutan kişi onun kardeşiydi.
Kardelen’in dövme sanatçısının kafasına çantasıyla vurarak, “Onun canını acıtıyorsun, göt!” dediğini hâlâ net bir şekilde hatırlıyordum. Sanki bunu zihnimin içinde tekrar eden kişi Kardelen’di.
İçimde tazecik kalmayı, hep kanayan bir yara olmayı o istiyordu.
“Yine daldım, bir anda girdim, kusura bakma.” Durdu. “Senin için bir anlamı var mı?” Kartal’ın sorusunu taşıyan sesine bulaşan durgunluk beni şaşırttı.
“Kanat işte,” dedim. “Bana onun hediyesi.”
Burnundan aldığı derin nefesin sesini dinledim. Bakışları bir süre yüzümü inceledi, ardından gözlerini bir kez kırpıp, “Bugün burada yat,” dedi sessizce. “Yarın odanın kapısını hallederiz.”
“Peki sen nerede yatacaksın?”
“Ben yatmayacağım,” dedi bakışlarını benden uzaklaştırıp boşluğa çevirerek. “Zaten kullandığım bir şey değil bu yatak, rahatına bak.”
Tepkilerinin aniden değişmiş olduğu gerçeğini fark etmemek imkânsızdı, yine de üstünde durmamaya çalıştım. Islak kıyafetlerimi bir köşeye bıraktıktan sonra onun odasından çıkıp mutfağa yöneldim. Karnım açtı, başımdaki ağrı şakaklarıma, gözlerimin içine vuruyordu. Tam yağlı sütü buzdolabından çıkardıktan sonra buzdolabının kapağını kalçamla iterek kapattım. Işığı açmaya gerek yoktu, sokak lambalarının ışığı mutfağı aydınlatıyordu ve bu loş ortam, baş ağrım için daha çekilir bir zemin hazırlamıştı. Sütü tezgâha koyduktan sonra mutfak dolaplarını karıştırmaya başladım. Açılırken gıcırdayan mutfak dolaplarının seslerini duyduğuna emindim. Mısır gevreğini bulduktan sonra bir kâse çıkardım ve mısır gevreğinin içine süt döküp karnımı doyurmak için masaya oturdum.
Sütün içinde yüzen şeylerin üstüne kaşıkla basıp onları ezerken iştahım yerini bir boşluğa bırakmaya başlamıştı. Düşünceler fazlalaştığında ve bir şeyler çekilemez boyuta ulaştığında neden iştahımızın üstüne limon sıkılıyordu ki sanki? Sanki bir lokma yemek yesem, on lokma kan kusacaktım.
Kâseyi yıkayıp yerine kapatmam ve dişlerimi fırçalayıp odaya geçmem yalnızca yarım saatimi aldı. Yatağa yavaşça yerleşip beyaz yorganı karnıma kadar çektikten sonra gözlerimi tavana diktim. Yatakta Kartal’ın kokusu vardı, sanki yanımda duruyormuş gibi tuhaf hissettiren bu ağır kokuyu solumak istemesem de bu kokunun verdiği his çok başkaydı. Nedenini merak etmiyordum, belki de ıslak kokuları sevmemle alakalıydı, bilmiyordum. Kardelen’in üzerine yağmur yağmış ıslak yaprak gibi koktuğunu hatırlıyordum.
Kokusu sanki ilelebet benimle olacaktı, o kokuyu unutmamın imkânı yoktu.
Gözlerim ağırlaşmaya başladığında yastığa biraz daha sokuldum, yastığa sinmiş yağmur sonrası ıslak toprak kokusunu içime doldurdum. Yağmur ve toprak… Bu kokunun yalnızca huzura gebe olduğunu düşünürdüm ama öyle değildi. Bu kokuda ölümün gölgesi, kederin uzun kara gölgeli dalları, ölümün beyaz fiskesi vardı.
Yanağımı tamamen yastığa gömdüm, kokuyu biraz daha derinime, ta içime doğru soludum. Yastığın içinde bir dünya, o dünyanın duvarlarında benim kanım vardı sanki. Kendini ziyan eden bu derin kokunun sahibi içeride içki içiyordu, bunu biliyordum.
Her şey yerli yerinde gibi görünse de aslında her şey darmadağındı.
Gözlerimin önüne bir perde indi, artık her yer bembeyazdı.
Beyaz, benim karanlığımdı. Beyaz, zihnime çöken karanlık, avuçlarımı ıslatan kandı. Ateşin kaynağına dikkatle bakan pervanenin sonu bir adım kadar yakındı, o adımı atacağını biliyordum.
Kirpiklerim ağırlaştı, kokusunun sesini dinledim, bana bir şeyler söylüyordu. Benliğim bir ölünün damarlarından çekilen, soğumaya hazır kan gibi çekildi. Ürperdim.
Uyku, bir koku kadar uzağımda mıydı?
💫
Gözlerimin üstünde tonlarca ağırlık var gibiydi, kirpiklerimi aralayamıyordum. Hâlâ geceydi, sokak lambasının ışığı yüzüme düşüyordu ve geceyi hissedebiliyordum.
Ellerim buz gibiydi, üstümdeki yorganı dizime kadar ittiğim için üşüyordum ama yorganı üstüme çekecek hâlim yoktu. Üşümek sorun değildi, bu yorgunluğu bu çarşaflara biraz daha akıtabilmek istiyordum. Çenemin titrediğini hissettim, buna karşılık olarak ayak parmaklarımı kıvırdım. Gecenin içinde bir gölge devleşiyor, üstüme yıkılıyordu. Sokak lambasının ışığı yüzümden silindi, yüzüm siyah bir gölgenin buyruğuyla karanlığa gömüldü. Yumuşak bir his boynumdan başlayarak karnıma kadar yürüdü, üşümek bu kadar tuhaf hissettirebilir miydi?
Farklı bir nefesin varlığını hissettim.
Gözlerimi aralamak istedim ama yapamadım. Bir yanım şu an güvende olduğumu hissediyordu, diğer yanım bıçaklarını kavramak için iki adım gerilemişti.
Biri dizlerimin üstünde duran yorgana dokundu, kaşlarım çatıldı ama tepkim bu kadarla sınırlı kaldı. Yorgan yavaşça bedenime sürtünmeye başladı, önce dizlerimin tamamını, ardından kasıklarımı ve karnımı yutup içine aldı. Göğsüme kadar örtüldüğümde, sıcaklık yavaşça tenimi okşadı ve ılık bir nefes, yüzümün camını buğulandırdı. Kirpiklerim nefesin varlığıyla titredi, dudaklarımdan tuhaf bir homurtu döküldü, gölge artık yüzümü tamamen örtüyordu.
Bir süre o gölge, yüzümde öylece asılı durdu, gölgenin soluğu ılık bir sonbahar rüzgârı gibi yüzümü okşuyordu.
Buz gibi parmaklar alnıma dokundu, bunu net bir şekilde hissettim. Eli, tıpkı bir cesedin eli gibi soğuktu, buzdan parmakları mı vardı?
Rüya mı görüyordum? Ürperdim, kafamı çevirmek istediğimde sıcak nefesin sahibinin tuhaf bir ses çıkardığını işitir gibi oldum. Alnıma düşen bir tel saçı yavaşça geriye ittiğinde alnım o saçın hafif ağırlığının kalkmasıyla üstünden büyük bir yük alınmış gibi rahatladı. Soğuk parmaklar bir süre alnımın üstünde durdu.
“Kanatlarını sevdin mi?”
Bu ses tanıdıktı, sorduğu soruyu zihnimin bankasına yatırdım ama tepki veremedim.
“Uyu, Bal Gözlü.”
Uyu bal gözlüm, ninni.
Zihnimde iki farklı adamın sesi büyüdü, yuvarlandı, göğsüme akıp kalbime dağıldı.
Ertesi sabah uyandığımda rahat bir uyku çektiğim için kendime şaşırıyordum. Bu her nedense bir şeylere ihanet etmişim gibi hissettirmişti. Sabah uyandığımda bana ait odanın kapısı çoktan açıldığı için duşumu aldıktan sonra kendime ait bir şeyler giyebilmiştim.
Kartal’ın kazağını yatağının üzerinde bırakmıştım, her ne kadar onun benim olabileceğini söylese de olmazdı, isterse o kazağı atabilirdi, umurumda değildi.
Dans akademisine gitmeden önce tam adının Yunus Emre olduğunu öğrendiğim adam eve uğramıştı, Kartal ile bir şeyler konuşurlarken onları dinlemek yerine balkonda sigara içmiştim. Okula giderken iki yere uğramıştık, Kartal birkaç kâğıt destesini arabanın arka koltuğuna fırlatırken benimle hiç muhatap olmadı.
Deri ceketinin iç cebinden bir zarf çıkarıp bana uzatırken hava kapalıydı ama yağmur yağmıyordu. Bana uzattığı beyaz zarfı alıp yüzüme düşen saç telini kulağımın arkasına ittim.
“Bu ne?”
“Aç,” dedi sadece.
Zarfı açıp içindekileri çıkardım. Fotoğraf desteleri. İlk fotoğrafta siyah saçları omuzlarından akan beyaz tenli bir kadın vardı. Siyah kotu zayıf bacaklarını saramamış, bol duruyordu. Yeşil kazağının önü ıslaktı, siyah spor çantasını omzuna gelişigüzel asmıştı. Gözünün altındaki mor halkalar fotoğraf uzaktan çekildiği hâlde net bir şekilde seçiliyordu. Kaşlarım çatıldı.
“Gökçe?” dedim sorar gibi, bakışlarım hâlâ fotoğraftaki kadındaydı.
“Evet,” dedi.
“Okulda hiç denk gelmedim,” diye mırıldandım.
“Hayalet gibi olduğu için olabilir mi? Yunus yalnızca yarım saat içinde onun hakkında ne var ne yok öğrenmiş gibi görünüyor.” Çenesiyle diğer fotoğraf karelerini işaret etti. “Bu en yeni fotoğrafı, diğerleri eski fotoğrafları. Onun yüzünü ezberle, iki saat sonra üçüncü salonda dersi olacak, salondan çıktığında kızlar tuvaletine gidecek çünkü soyunma odasında giyinmiyor, vücudunun her yeri delim deşik olduğu için kendini göstermeyi sevmiyormuş.”
“Tuvalette onu bekliyor olacağım öyleyse,” dedim. “Kaçıncı kattaki tuvalette giyiniyormuş?”
“Zemin kat.”
Başımı yavaşça sallayarak, “Kabinlerden birine girip sahte bir telefon görüşmesi yapayım diyorum,” dediğimde bana yan gözle baktı.
“Saçmalamaman için telefonun diğer ucundaki ben olacaksam, olur.”
İlk araya saptığında ona cins cins baktım. “Aptal değilim,” dedim mizahtan uzak bir sesle.
“Öyle diyorsan.”
Kartal’a boş boş bakıp kızın fotoğraflarını incelemeye devam ettim. Birkaç fotoğrafında hayat dolu gibi görünse de fotoğrafların genelindeki ifadesi ürkütücüydü. Yorgun, bakımsız, bir şeylerden ümidi kesmiş gibiydi. Umut, sanki onun için yalnızca bir isim, içi boş bir kelimeydi. Kaybolmuş bir kadına bakıyormuşum gibi hissettim.
“Sence bu kız bizi bir şeylere götürebilir mi?” diye sordum.
“Denemeye değer,” dedi tehlike barındıran sesiyle.
“Doğru.”
Araba okulun önünde durduğunda elimdeki fotoğraf destelerini zarfın içine koyup arka koltuğa attım. Kartal, göz ucuyla bahçeye baktıktan sonra zehirli bakışlarını bana çevirdi ama bir şey söylemedi. Alt dudağını diliyle ıslattıktan sonra gözlerini benden uzaklaştırıp kapıya uzandı. Arabadan çıktığında soğuk tüm şiddetiyle açılan kapıdan içeri doluşmuştu. Bedenim ürperdi, okula doğru yürürken sessizdik.
Zaman bizden yanaydı, hızlı akmıştı. Gözlerim uzun süre Kartal’ın bahsettiği salonun kapısında dolaştı. Dersliğin içinde olduğunu biliyordum, çıkmasına yaklaşık on dakika vardı. Ağır adımlarla kızlar tuvaletine doğru yürürken, Kartal’ın şu an hangi cehennemde olduğunu bilmiyordum. Kızlar tuvaletine girdiğimde cebimdeki telefonu çıkarıp ekrana baktım, az kalmıştı.
Zaman gittikçe daralıyordu, birazdan burada olacaktı, onunla aynı havayı soluyacaktım.
Kabinlerden birinin kapısını açtım, birkaç dakika açık kabin kapısının önünde dikildikten sonra kabinin içine girip, kapıyı hafif aralık bırakarak klozetin kapağını kapatıp üstüne oturdum. Bağdaş kurarak oturduğum için kimse ayaklarımı göremiyordu ama zaten tuvalet şu an bomboştu.
Kapı aralandığı an, kabin kapısının aralığından göz ucuyla dışarı baktım. Bu oydu. Siyah saçlarını ensesinin altından atkuyruğu şeklinde toplamıştı. Beyaz boynu terli ve kıpkırmızıydı. Beline bağladığı siyah ceketi çözüp lavabo tezgâhına koydu, sonra avuçlarını da lavabo tezgâhının kenarlarına yerleştirip aynaya dikkatle baktı. Yavaşça kabin kapısını kapatıp Kartal’ı arayarak telefonu kulağıma dayadım.
Başlama zamanıydı.
İkinci çalışta Kartal telefonu açtı.
“Geldi mi?”
“Evet, canım,” dedim yapmacık bir şekilde. Kızın şu an sesimi duyduğunu biliyordum.
“Canım mı?”
Kartal bir süre sessiz kaldıktan sonra tuhaf bir ses çıkararak boğazını temizledi.
“Sakın aniden bodoslama şekilde konuya dalayım deme, başlamadan bitirirsin.”
“Olur güzelim ama ben o mekânı pek sevemedim ya,” dedim gözlerimi bayarak.
“Aferin, böyle devam et.” Kartal’ın sesinde alay vardı. “Güzelim diyor ya…”
“Aa!” diye bağırdım aniden. Kartal’ın alçak perdeden küfrettiğini duyduğumda dudaklarımı birbirine bastırıp gülmeme engel oldum. “Ciddi misin? Ümit gelecek öyle mi?”
“Ümit kim lan?” diye sordu homurdanarak.
“Yok artık!” dedim tekrar abartıyla. “O partiden elbette haberim var. İrem benim kuzenimin çok yakın arkadaşıdır biliyorsun. Ne tür bir arkadaşlıkları var, orasını bilemem tabii… Bugün kulaktan kulağa herkese gitmiştir haber, parti bomba olacak ve Ümit geliyorsa ben de varım demektir!”
“Ne yalan söyleyeyim, iyi gidiyorsun.”
“Ya eğlencenin dibine vururuz var ya, zaten yeni bir şeyler sızdı diyorlar semte…” Kaşlarım çatıldı. “Çok sağlammış, içen herkes devamını arıyor. Çok iyi para var ucunda, hem etkisi çok kuvvetliymiş.”
Dışarıda bir takırtı oldu, kabine doğru yürümeye başladığını ânında anladım. Daha fazla bilgi istiyor, tamamını duymak istiyordu. Balık oltanın ucundaki yeme kıvrılarak yaklaşmıştı bile.
“Ben mi? Tabii ki de ama öyle çok sık kullanmıyorum, bizimkiler fark edebilir,” dedim gözlerimi kısarak. “Yine de alırsam yüklü alıyorum, zulama saklıyorum, elime para geçmiyor kolay kolay. Geçince toptan alayım diyorum. Hem partide bayağı indirim olur, herkesin kafası bir dünya sonuçta.”
“Süper gidiyorsun,” dedi Kartal.
“Ben her zaman süperim, bebeğim,” dedim kaşlarımı kaldırarak. Amacım kesinlikle bu değildi. Kartal’ın ıslık çaldığını duyunca dudaklarımı birbirine bastırdım. “Hadi o zaman öptüm, akşam partide görüşürüz. Evet evet… Mutlaka denemeliyiz o şeyi.”
“Öptün mü?” Kartal’ın imalı sesi ürpermeme neden oldu. “Deneriz. O şeyi.”
Boşta duran elimin tırnaklarını kota batırarak gözlerimi devirdim, beni sinir ediyordu.
“Tamam canım, görüşürüz.”
Telefonu hızla kapatıp cebime koyduktan sonra kabinden çıktım, Gökçe üstünü değiştirmişti ama lavabodan çıkmamıştı. Ağzında bir sakız olduğunu gördüm, hırsla sakızı çiğniyordu. Uyuşturucu kullanan insanların genelde sakız çiğnediğini biliyordum, ona bakmamaya özen göstererek lavaboya doğru ilerledim ve elimi sensörlü musluğun altına uzattım. Su akmaya başladığı an gözlerim aynadaki yansımama çevrildi ve hemen arkamda Gökçe’nin dikildiğini gördüm. Dikkatle beni izliyordu. İlgisini çekmiştim.
“Sen yeni misin?” diye sordu.
“Affedersin?”
“Daha önce hiç denk gelmedik.” Gökçe gülümsemeye çalıştı ama sanki mimiklerini dahi zor kontrol ediyordu.
“Ben de seni daha önce görmedim,” dedim umursamıyor gibi. Elimi yıkarken göz ucuyla da onun aynadaki yansımasını izliyordum.
“Pek ortalarda olmayı sevmem,” diye fısıldadı sessizce. “Akşam parti mi var?”
“Evet,” dedim gülümseyerek. “Sanırım akademinin en sevdiğim yanı partiler.”
“Akademidekiler mi düzenliyor partiyi?” derken sesi tedirgindi.
“İrem düzenliyor, babasının mekânında olacak. Çok eğlenceli. Gelecek misin?”
Kızın kahverengi gözlerindeki isteği görebiliyordum. Kanın kokusunu almış bir timsah gibi görünüyordu.
“Davetli değilim ki,” derken, onu davet etmem için bana yalvaracakmış gibi bakıyordu.
“Davet mi?” Alayla güldüm. “Tüm akademi davetli.”
“Bilmiyorum,” dedi. “Aslında gelmek isterim.”
“O zaman gel.”
Güldü. “Orada görüşürüz mü demeliyim o hâlde?”
Gülüşüne karşılık olarak ben de güldüm, o kadar yapmacık ve kendimden uzaktım ki. “Elbette,” dedim. “Emin ol çok güzel bir gece olacak ama umarım uslu bir kız değilsindir. Uslu bir kızsan benimle takılmayı sevmeyebilirsin.”
Gökçe’nin gözlerindeki parıltıyı gördüm. Kendi gibi birini bulmuş olmanın verdiği haz vardı kahverengi gözlerinde. Boynuma atlayıp, kanıyla kanımı birleştirerek kardeş olmak istiyor gibi bakıyordu.
“Emin ol ben de uslu kızları hiç sevmem,” dedi gülümseyerek. Elimi suyun altından çektiğimde, elimin ıslak olmasını önemsemeden bana elini uzattı. “Ben Gökçe bu arada. Akademinin hayaleti gibi bir şeyim.”
Islak elim onun zayıf eline uzanırken gözlerine büyük bir ilgiyle baktım. Gözlerimin arkasına saklanan pençelerin içinde kan lekeleri vardı, o bunu görmüyordu, o bunu bilmiyordu.
“Yıldız,” dedim. “İsmim Yıldız.”
Ona gerçek adımı söyleyemezdim. Şu an bunu yapacak olmam demek, adımın uyuşturucuyla anılacak olması demekti, insanlar madde kullandığımı düşünebilirdi ve bu Kartal’ın aleyhine olurdu.
“Şimdi gitmem gerek, buluşmam gereken birkaç arkadaş var,” dedi aceleyle. Hızla çantasından bir kalem çıkarıp peçetenin üstüne sayıları bir bir işledikten sonra bana uzattı.
“Bu benim numaram, eğer akşam orada birbirimizi bulamazsak bana mesaj atarsın. Görüşürüz.”
Islak parmaklarımın ucuyla tuttuğum peçetedeki numaraya bakarken Gökçe hızla tuvaletten çıktı. Bakışlarım her bir rakamın üstünden gözlerimdeki koyu renk mürekkep ile geçtikten sonra bakışlarım tekrar aynanın keskinliğiyle buluştu. “Bu kadar kolay olacağını tahmin etmemiştim,” diye fısıldadım. “Başlayalım bakalım.”
Lavin: Balık ağın içinde.
Kartal: Güzel.
Lavin: Neredesin?
Kartal: İrem’in yanındayım.
Lavin: Tamam.
Kartal: Çıkışa doğru yürü, birazdan orada olacağım.
Lavin: Emredersin.
Kartal: Emretmedim.
Lavin: Rica da etmedin.
Kartal: Aferin sana.
Nemli kaldırımlardaki boşlukları izlerken ellerim kapüşonlu montumun içindeydi. Botlarımın ucuyla kaldırımı eşeleyerek Kartal’ı bekliyordum. Emir ve birkaç erkek arkadaşının arabaya binip uzaklaştığını görmüş, Emir’in beni fark etmemesi için bahçedeki büyük ağacın arkasına saklanmıştım. Şu an kafam hiç gürültü kaldırabilecek hâlde değildi çünkü bu gece yeterince gürültüye maruz kalacaktım. Çok geçmeden Kartal geldi.
“Akşam giyeceklerini seçmemiz lazım,” dediğinde bir an ona düz düz baktım.
“Kendim seçerim.”
“Seçimlerinden memnun değilim.”
“Memnun olup olmaman umurumda değil.”
“Birlikte seçeceğiz,” dedi ama ona cevap dahi vermedim. Etrafa bakındıktan sonra cebinden sigara paketini çıkardı ve paketin içinden bir dal sigarayı dudaklarının arasına yerleştirirken sonbahar rengindeki bakışlarını benden ayırmadı. Sigara iki dudağının arasındayken çakmağını çıkarıp bir elini ateşe siper ederek çakmağı sigaraya yaklaştırdı ama yakmadı.
“Bana tam olarak ne olduğunu anlat,” dediğinde, dudaklarının arasında sigara olduğu için sesi tuhaf çıkmıştı. Sigarasını yaktı.
“Kabinden çıktığım an kasap kedisi gibi yaklaştı bana,” diye fısıldadım Kartal’ı geride bırakarak park hâlindeki araca doğru yürümeye başlarken. Kartal arkamdan geliyordu.
“Nasıl yani?” diye sorduktan sonra sigaranın dumanını dışarı üfledi. “Seni gördü mü? İnsanların içinde senin madde kullanan biri olduğun dedikodusunu yayarsa sıkıntı çıkar.”
Omzumun üstünden ona baktım. “Beni gördü.”
Altın kahve gözlerindeki gardiyanın elindeki zincir öfkeyle sallandı ve kirpiklerine kadar çarparak ifadesini sarstı.
“Ona adını da söylediysen seni eve almam.”
“Aptal mısın?” Gözlerimi devirip önüme döndüm. “Adımı bilmiyor, bildiğini sanıyor. İsmimin Yıldız olduğunu söyledim.”
“Ama yüzünü ve seni biliyor.” Yanımdan sıyrılıp geçti ve bileğimi tutup ona bakmam için bedenimi ona doğru çevirdi. “Sen aptal mısın?” diye sorduğunda gerçekten öfkeliydi. “Her şeyi bombok etmek mi senin amacın?”
Ruhsuz, ifadesiz gözlerle tuttuğu bileğime ve eline baktıktan sonra bakışlarımı aynı ruhsuzlukla gözlerine çevirdim. Yüzümden ne hissettiğimi anlayabilmesinin imkânı yoktu.
“Sakın,” dedim kesin bir tavırla. “Sakın bir daha bana sesini yükseltme.”
Kartal, elini bileğimden çekmeden bir süre yalnızca yüzümü izledi. Duygularım, hissettiklerim ya da düşüncelerimin incir çekirdeği kadar önemi olmadığını biliyordum ama hiçbir şekilde bana bu şekilde davranamaz, bana sesini yükseltemezdi.
“Sakın bir daha bana dokunayım da deme,” derken sesim artık sertti; gözlerimin içine bakışı, durgun bir suyun dibindeki canavarın, suyun yüzeyinde olup biteni sinsice izleyen öfkeli gözleri gibiydi.
Bileğimi yavaşça bıraktı. Diğer elindeki sigarayı dudaklarının arasına götürürken bakışlarımı onun çehresinden uzaklaştırıp yanından geçip gittim. Biraz yürümek istiyordum, onun arabasına binip onunla aynı havayı solumak istemiyordum.
Arabanın yanından kayarak geçip gittiğimi görünce, “Lavin,” diye seslendi ama bunu önemsemedim.
Ben yürüyordum, arabası da benim yanımda ilerliyordu ama dönüp ona bakmıyordum. Ona trip atmıyor, tavır falan yapmıyordum, tavır yapacağım kadar önemli biri değildi benim için. Ama bir sınırımız olmalıydı, birbirimize saygı duymak zorundaydık. Bu olmazsa, devam edemezdik. Sahil kenarında, kaldırımda yürürken, hemen yanımdaki yolda ilerleyen arabasına göz ucuyla baktım. Bana değil, yola bakıyordu ve arabanın tüm camlarını açmıştı.
Bizi dışarıdan görenler iki sevgili olduğumuzu ve kavga ettiğimizi düşünebilirdi çünkü dışarıdan bakıldığında gerçekten de öyle görünüyordu.
Sahilin sonuna kadar o şekilde yürüdüm, o da beni arabasıyla takip etti. Sonunda yol ayrımına geldiğimizde duraksamıştım. Buraları pek bildiğim söylenemezdi, etrafıma bakınırken Kartal’ın yolcu koltuğuna uzanıp, ön yolcu kapısını açtığını gördüm.
“Bin,” dedi mekanik bir sesle. Tam gözlerinin içine baktığımda, boğazıma oturan yumrunun sebebini merak ediyordum.
“Binecek misin, Ölüm Çiçeği?”
Zihnime ektiğim kurallar büyümüştü, artık onları budasam bile oldukları yerden yukarı doğru fışkırmaya devam edeceklerdi. Açılan kapıyı aralayıp ön yolcu koltuğuna otururken hiçbir şey söylemedim, o da üstüme gelmedi. Kapıyı kapattığım an arabayı tekrar hareket ettirdi.
“Emniyet kemerini bağla,” dedi.
Soğukta yürüdüğüm için parmaklarım buz tutmuş, kızarmıştı. Aralanan dudaklarımdan dışarı soğuk havanın yarattığı beyaz buhar sızıyordu. Göz ucuyla ona baktım, donmuş parmaklarımı cebimden çıkardığımda, altın kahve bakışları donmuş parmaklarıma kaydı, ardından tekrar gözlerime doğru tırmandı.
“Üşüdün mü?” diye sorarken sesi kısıktı, gözlerinin içine bakmakla yetindim. Cevabı kendi bulabilirdi.
Bana doğru uzandı, gözlerini benden ayırmamıştı. Elleri belimin iki yanından kıvrıldı ve emniyet kemerine ulaştı. Emniyet kemerimi bağlarken onun sıcak nefesi alnıma, burnuma çarpıyordu ve hiç olmadığımız kadar yakındık. Aramızda soğuk bir rüzgâr esiyor gibi hissetsem de bunun çölde çıkan bir kum fırtınası olduğunu, kalbimde büyüyen sıcağın beni kavurmasıyla birlikte anlayabilmiştim.
“Amacım seni gocundurmak değildi,” derken gözlerimin içine bakıyordu. “Bileğini mi acıttım?”
“Bileğim acımadı,” dedim, bileğimi tutuşu çok narindi, canımı sıkan ses tonuydu.
Bana daha büyük bir dikkatle bakmaya başladı. “Bileğini çok mu sıkı kavradım?”
“Hayır.” Yüzümün rengi atmıştı, bunu soğuğa veriyordum. “Mesele senin benim bileğimi tutman değil, mesele bir sınır koymaman. Beni kelimelerinle ve ses tonunla itip kakmaya hakkın yok, biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum,” diye fısıldadı, sesinde anlayış vardı.
“Akşam kendi istediğim kıyafetleri giyeceğim,” diye fısıldadım ona dikkatle bakarken. “Yine kıyafetlerime laf etmeyeceksin.”
“Evet,” dedi gözlerindeki ifade biraz olsun yumuşarken. “Akşam istediğin kıyafetleri giyeceksin.”
Sessiz kaldım, Kartal arabayı eve doğru sürerken yalnızca önümde akıp giden yolu izledim. En azından bir şekilde sınırı çizebilmem için elime tebeşiri uzatmıştı.
Eve geldiğimizde duş almıştım, odaya geçerken Kartal boşalttığım banyoya girmişti. Su sesini duyduğum an onun da duş aldığını anlamıştım. Bedenimi kurularken bir yandan da telefonumu inceliyordum. Eski mesajları okumamı isteyen geçmiş meleği, özlem duyuyordu, gelecek şeytanı ise bir süre geçmişten kaçmam gerektiğini fısıldıyordu.
Telefonum aniden titredi.
Emir: Merhaba, oralarda bir yerlerde parti için hazırlanan suratsız bir kız olacaktı ama?
Lavin: Parti için hazırlanmaya başlamak zorunda olan suratsız bir kız desene sen şuna…
Emir: Ne uğraşıyorsun, giy pantolonunu gel, köşede karı kız keseriz…
Lavin: Kartal da onu diyordu…
Emir: Bence güzel bir teklifti…
Lavin: Bir ara deneriz.
Emir: Kartal görmeden…
Belli belirsiz tebessüm ederek telefonu komodinin üstüne geri bıraktım. Saçlarımı küçük bir el havlusuyla kurularken akşamı düşünüyordum. Ne olacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu ama hayal ettiğim şeyler gerçeküstüydü. Bu gece bir şeylerin sonuçlanmayacağını biliyordum fakat bir şeylerin başlangıcı olacağının da farkındaydım.
Elbise dolabının önüne geçip dolabın kapağını araladım, bakışlarım pahalı kıyafetlerin üstünde gezinmeye başladı. Acaba bu gece benim yerimde Kardelen olsa hangi elbiseyi çok sever, ne giyerdi? Onu tanıyordum. En sevdiği rengi, en sevdiği müzik grubunu, hastalıklı bir şekilde fanı olduğu oyuncuyu, uyurken yastığın soğuk tarafını avuçladığını, patlıcana alerjisi olduğunu, onunla ilgili en küçük ayrıntıyı, her şeyi biliyordum. O benim ezberimdeydi.
Bakışlarım şampanya rengindeki elbisenin üstünde duraksadı. Annemin genç bir kızken çekildiği mezuniyet fotoğrafında bu renk bir elbise giydiğini, babamın onu ilk kez o gece öptüğünü biliyordum, annem bunu yüzünde pespembe bir mutlulukla, bir masalı anlatır gibi anlatmıştı bana.
Derin bir nefes aldım. O elbiseyi yok sayarak gri bir elbiseyi gözüme kestirdim. Elbiseyi askısıyla birlikte çıkarıp yatağın üstüne serdikten sonra dolabın kapağını kapattım. Islak saçlarımı kuruttuktan sonra siyah iç çamaşırlarımı giydim ve aynanın önüne geçip gri elbiseyi askısından çıkardım. Gri, mini elbise uzun kolluydu, boğazı balıkçı yakaydı. Giydiğim an, bedenimi ikinci bir deri gibi sarmıştı. Hem spor hem de şık bir görüntüye sahipti. Havanın soğuk olması o okuldaki kızları durdurmazdı, bunu biliyordum. Çoğunun çok abartılı dekolteler, kısacık elbiseler giyeceğinden adım gibi emindim. Benim de olduğum kabın şeklini almam gerekirdi.
Siyah bantlı ayakkabıları ayağıma geçirirken bacaklarımın çıplaklığı biraz tuhaf hissettirse de ayağa kalktığımda hiç de kötü görünmediğimi fark ettim. Küçük, siyah çantayı takıp içine telefonumu yerleştirdikten sonra kısaca makyaj masasının önüne uğrayıp, dudaklarıma belli belirsiz ruj dokundurdum. Saçlarım zaten pırasa gibi dümdüzdü, şekillendirmeme gerek yoktu. Banyodaki su sesleri kesilmişti, muhtemelen Kartal da şu an hazırlanıyor olmalıydı. Banyo kapısının yanından geçip gidecekken kapı aniden açıldı ve panikle geri doğru adımlamam o çarpışmaya engel olamadı. Ellerim, Kartal’ın çıplak göğsüne dokunurken hızla kafamı kaldırdım ve o an onunla göz göze geldim. Islak göğsünden akan sular parmaklarımı saniyeler içinde sırılsıklam etti. Saçları dağınıktı, ıslak saç telleri alnına inmişti, dudakları aralık duruyor, dudaklarından aşağı çenesine doğru su damlaları akıyordu.
Bir an için onun cennetin içinde işlenen ilk günahın sahibi olduğunu düşündüm.
Kartal’ın yoğun kahverengi gözleri bu açıdan çok net görünmüyordu; yüzünün yarısı geceyken, diğer yarısı şafaktı. Bu adamın gözlerinde gündüzü henüz hiç görememiştim. Islak ve soğuk bedenine rağmen nefesi ılıktı, yüzümü okşayan bu ılık nefesin buharı sanki düşüncelerimi buğulandırıyordu. Yavaşça geri çekilirken avucumun içinde hâlâ onun ıslaklığı vardı.
“Hazırlanmışsın.” Çene kemiğindeki sert doku geçişleri, yüzüne kondurulmuş benlerin kemikli yüzüne sanki bir ebru sanatı gibi profesyonel bir gelişigüzellikle dağılışını izledim. “Kot pantolon giyeceğin fikrine kendimi hazırlamıştım oysa,” derken sesinde alay yoktu.
“Altında yalnızca bir havlu varken benimle konuşman ne kadar doğru?”
Kartal, aynı gözlerle gözlerimin içine bakarken, “Onu da mı çıkarayım?” diye sordu.
Yüzüme tuhaf bir ifade yayıldı, Kartal’ın yanından geçip gittim. Evden çıkmadan önce alkol almıştı, kıyafetlerine sinen ağır viski kokusunu bastıran pahalı erkek parfümünün yoğun kokusu altında boğularak geçen bir araba yolculuğunun ardından İrem’in babasının mekânının önüne gelmiştik. Üstümde beni soğuktan koruyacağını umduğum siyah bir deri ceket vardı ama bacaklarım çoktan buz gibi soğukla çarpışmış, bembeyaz kesilmişti. Kıvrılarak aşağı doğru uzanan taş merdivenleri inerken yanımda yürüyordu. Dengesini nasıl sağladığını merak ediyordum, bu dünya üzerinde onun kadar fazla alkol tüketen biri daha var mıydı gerçekten? Ben görmemiştim.
Kartal, siyah gömleğinin bir düğmesini daha açtıktan sonra, “Gözlerin Gökçe’yi arasın, o iğneler ve tozlarla içi boş kollarını şişirip onları kas sanan pezevengi değil,” diye mırıldandı.
“Gözlerimin neyi arayıp neyi aramayacağını sana soracak değilim,” diye homurdandım. Sanırım bu herif çektiğimiz çizgilerin üzerinde tepinip duracaktı.
Beni gerisinde bırakarak kalabalığa karışması yalnızca birkaç saniye sürdü. Buradaydım ve yalnızdım. Şiddetli rüzgârın köklerinden asılarak koparttığı ağaç kadar çaresiz ve kayıp hissediyordum. Bakışlarım hızla kalabalığa döndü, Kartal’ı kaybetmek önemli değildi, önemli olan Gökçe’yi bulmaktı.
Gökçe’yi aramak iyi bir fikir olabilirdi, bana numarasını vermişti ama telefon numaramı ona göstermeyi, onun elinde bana ait bir şey olmasını istemiyordum. Bir süre basamağın üstünde bana oldukça yabancı olan bu kalabalığın tutarsız hareketlerini izledim.
İrem oradaydı, onu tıpkı ikinci bir deri gibi saran bordo elbisesinin içinde, uzun saçlarını savurarak dans ediyordu ve o dans ederken hemen yanında dikilip alay dolu gözlerle onu izleyen kişi Kartal’dı. Bir an için radarıma ikisinden başka kimseyi alamadığımı fark ettim.
Bordo elbisesinin içinde kıvrak bir şekilde dans eden sarışın, kollarını Kartal’ın boynuna doladığında duraksadım, kaşlarımın başta titrediğini hissettim, ardından kaşlarım kararlı bir şekilde çatıldı. Kartal’ın yüzündeki alay parçalara ayrıldı, gözlerindeki bomboş ifadeye devrilen bar ışıklarının altında tıpkı kanı çekilmiş bir ceset gibi görünüyordu.
Bu görüntü kalbimi sıkıştırdı.
Emir, elinde iki kokteylle kalabalığı yararak masalardan birine yürüyordu, geçtiği her köşeden bir kafa ona doğru uzanıyor, narin parmaklar onu işaret ediyor, hayran gözlerin sahipleri gülüşüyordu. Emir, ilginin onun üstünde olduğunun farkındaydı ama bu ilgi onu tatmin etmiyor gibi görünüyordu, belki de önemsemiyordu.
Kokteyllerden birini Ceyda’ya uzattıktan sonra gözleri kalabalığı yararak ilerlemeye, olduğum yere doğru uzanmaya başladı. O an onunla göz göze gelmeyi beklemiyordum. Beni gören Emir kokteyli tuttuğu elini kaldırarak genişçe gülümsediğinde, parmak uçlarımı hareket ettirerek onu selamladım.
Dudak hareketlerinden anladığım kadarıyla, “Gelsene,” diyordu.
Başımı sallarken mideme şiddetli ağrılar saplandı, gözlerimi Emir’den ayırıp tekrar o kademsiz kalabalığa çevirdim. Uğursuz sayılar gibi yan yana dikilip grupları oluşturan insanlara bomboş gözlerle baktım.
Bir zamanlar bu kalabalığın içinde bir kız vardı; kahkahalar atar, etrafa neşe saçardı. Artık o kızı göremiyordum. O kız, artık yoktu.
Tüm o düşüncelerin köklerinden kopup, uçup etrafa çarparak dağılmasını sağlayan rüzgârın sahibi, aynı zamanda parmak uçlarıyla omzuma dokunan elin de sahibiydi. İrkilerek ona doğru döndüğümde, Gökçe yüzünde sahte bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
“Beni mi arıyorsun?”
Gerinip ona ve onun gibilere yumruk atmamı isteyen tarafım, intikam isteyen tarafım tarafından durduruldu. “Evet,” dedim oldukça yapay bir samimiyet, yerle bir edilmiş bir acıma duygusuyla. “Seni arıyordum.”
“Ee?” diye sordu gözlerini benden ayırıp kalabalığa çevirerek. “Ne var ne yok? Hareketlilik var mı?”
Parmaklarımın ucuyla Kartal’ın olduğu yeri işaret ederken gözlerimde ateşin buharı vardı. “Şu siyah gömlekli adamı görüyor musun?”
Gökçe kalabalığı inceledi, gözleri uzunca bir süre Kartal’ı aradı, sonunda bulduğunda heyecanla başını salladı. “Evet, görüyorum!”
Bu umarım Kartal’ı kızdırmazdı.
“İşte o adamda bizi eğlendirecek muhteşem şeyler var,” dedim sinsice. “O benim kuzenim. Bize bir güzellik yapacak.”
“Sakata gelmeyelim, Yıldız.”
“Güven bana,” dediğimde sesimde güvenin bariyerleri yoktu, sesimin ucu uçurumdu.
Emir’in buraya, bana doğru ikinci kez bakacak olması tüm planı yerle bir edebilirdi. Koluma giren Gökçe’yi hızla kalabalığın içine çektim, herkes bir şekilde bir şeylerin etkisinde olduğu için akademinin yeni kızının kolunda müptezel olarak adlandırdıkları kız olduğunu göremiyor, görseler bile umursamıyorlardı.
“Önce bir şeyler içelim,” dedi Gökçe bara doğru yürürken. “Çok göz önünde olmayı sevmiyorum, şu köşede beni bekle.”
İşaret parmağının hedefi olan masa, çok kuytu bir yerdeydi, neredeyse hiç kimse olduğu yerden bu tarafı göremezdi. Gökçe’nin dediğini yapıp o masaya yürürken Berra, Ceyda ya da İrem’in beni fark edip yanıma gelmemesi için dua ediyordum ama İrem’in keyfi gayet yerindeydi.
Kartal’ın kollarında olmak nasıl bir histi acaba?
Bir an duraksadım, kaşlarım tekrar çatılırken masaya yerleştim ve barın önünde, sırtı bana dönük olan Gökçe’yi incelemeye başladım.
Gökçe elinde iki kadehle dönmüştü. Viski kadehini önüme koyarken, “Umarım içki çarpmıyordur,” dedi dalga geçer gibi. “Bazılarımız içkiyi kaldıramıyor. Bir kız tanıyordum, kız kaç tane hap içerse içsin yıkılmıyordu ama bir kadeh viski yüzünden kusma krizine giriyor, götü başı dağıtıyordu. Ne tuhaf bünyeler var yahu…” Oturdu, viskisinden bir yudum alıp bana baktı. “Aman Allah’ım, çok gürültülü!”
Başımı sallayarak kıza bakarken ifadesiz gibi görünsem de gözlerimden ona uzanan mızrakların ucundan kan damladığını göremeyecek kadar kördü. Parmaklarım kadehin soğuk camını kavradı, soğuğu eklemlerimde hissettim, dudaklarım hafif aralanırken kadehi ağzıma dayadım ve içkiden bir yudum alırken kısık gözlerle Gökçe’yi seyretmeye devam ettim.
Kız içkisini içerken etrafa sanki herkes bir ucubeymiş gibi bakıyordu. Ellerimi masanın üstünde, kadehe dolanmış bir şekilde öylece sabitlemiştim. Önümdeki kadeh boşaldığında dilimde acı bir tat vardı. Dirseklerimi masaya yaslayarak, “Var mı senin de bildiğin iyi satıcılar?” diye sordum, nasıl konuşulur hiç bilmiyordum. “Biliyorsun işte, genelde kazıklıyorlar.”
Gökçe’nin kahverengi gözleri endişeli bakıyordu. “Geçen aya kadar her şey yolundaydı, Şeytanın Gözlüğü adında bir şeker düşmüştü piyasaya, iyi satıyordu.” Gökçe, yanaklarının içini havayla doldurdu, ardından o havayı kasvetli bir şekilde dışarı üfledi. Gözleri dalgın bakıyordu. “Harçlığım dışında evin ihtiyaçlarını da karşılayabilecek duruma gelmiştim.”
“Sen yalnızca içici değil misin yani?”
“Başta öyleydim.” Gökçe ellerini masanın üstüne koydu. Siyah ojeleri çıkmıştı ama kötü görünmüyordu. Parmaklarıyla oynarken alnında oluşan çizgilere baktım, düşünceli görünüyordu. “Mecbur kalıyorsun, bir şeylere mecbur bırakılıyorsun işte.”
“Satıcı olmaya mecbur bırakıldığını mı söylüyorsun?” dedim buz gibi bir sesle. Gökçe kafasını kaldırıp bana baktı, ardından başını yavaşça sallayarak bunu onayladı. “Neden ki?”
“İhtiyacım vardı. Yalnızca şeker bağımlısı olsaydım sorun olmazdı, bir şekilde onu atlatabiliyordum ama sonra peynir geldi. Peynire başladığında duramıyorsun,” dedi.
“Peynir mi?” diye sordum.
“Eroinden bahsediyorum,” dedi kaşlarını çatarak. “Bilmiyor musun? Denemedin mi hiç? Genelde peynir diyorlar ona.”
“Denemedim,” dedim sakince. Müzik şiddetini arttırdığı için artık birbirimizi duymakta zorlanıyorduk. Gökçe bana biraz daha yaklaştı, genç bir çocuk önümüze ikinci viski kadehlerini bırakmıştı. “Yani içmek için satman mı gerekiyordu?”
“Gibi gibi,” dedi dudak büzerek. “Çok fazla borcum vardı. Bir sokakta kim vurduya gitmekten korkmaya başlamıştım. Seni öldürene kadar dövüp bir köşeye atarlar, bilirsin. Geçen yıl aramızdan birine bunu yaptılar. Borçlarımı ödemek zorundaydım, üstelik borcun varken sana en ucuz şekerden bile vermezler. Dişlerimin bir hâline bak.” Ağzını açtı, dişlerinin çoğu yamuk ve aralıklara sahipti. “Ben çoktan normal bir bağımlı olmaktan çıktım.”
İçimde tuhaf bir rahatsızlıkla, “Lavaboya kadar gidelim mi?” diye sordum.
Gökçe içkisinden bir yudum alıp yavaşça doğruldu. “Olur, şu arkadaşını da lavabonun olduğu koridora çağırsana, orada halledelim. İrem görürse bir ton rezillik çıkarır, gecenin içine sıçar. Başımı belaya sokmak istemiyorum.”
“Tamam, ona mesaj atacağım.” Oturduğum yerden kalkarken gözlerim kalabalığa çevrildi. Kartal oradaydı, beni görmesi imkânsızdı. İrem hemen önünde içkisini içiyor, sırtını ona yaslamış dans ediyordu. Kartal öylece dikilirken yaptığı tek şey boşluğu izlemekti. Emir ve diğerlerini göremiyordum, şans benden yana olsa gerekti. Hızlı bir şekilde tuvaletin olduğu koridora girerken Gökçe hemen yanımda yürüyordu.
Telefonu çıkardım, Gökçe lavabonun kapısını açarken ben yapmam gerekeni yapıyordum ve o ne yaptığımdan habersizdi. Üçüncü kez morga girmişim gibi hissettiren bu beyaz tuvaletin duvarlarında bir geçmiş uyuyordu. Üstünü acının ördüğü gözyaşı yorganları örtmüştü.
Gökçe, beyaz mermere dokunduktan sonra elini suyun altına tuttu, sensörlü musluk, suyu tıpkı bir şelale gibi akıtmaya başladığında hemen yanındaki boş lavabonun önünde de ben duruyordum.
“Burada daha rahatız,” diye fısıldadım. “Anlatsana.”
“Neyi?”
Avuçlarımı soğuk lavabo tezgâhına yaslayıp ona baktım. “Sonra da borcun olan adamların torbasını tutmaya başladın, değil mi?”
“Evet,” dedi ellerini yavaşça yıkarken. “Hem para kazanıyordum, hem borçlarımı ödemiştim hem de içeceğimi alıyordum. Temiz sayılırdı.”
Kalbim şiddetle çarpmaya başlamıştı, tansiyonumun tavanı yumruklamak istercesine yukarı zıpladığını hisseder gibiydim. Görünürde yarası olmayan bedenimin nasıl olurdu da ruhunda bu denli büyük yaraları olurdu? Gözlerimi aynaya çevirdim. Aynadaki yansımama bakarken gördüklerim ruhumun üstüne dikilmiş bir deri gibiydi.
“Hâlâ torba tutuyor musun?”
“Elime geçtikçe satmaya devam ediyorum.”
Viskinin kanımda yüzdüğünü hissediyordum. Öfkenin, nefretin, intikamın, iğrenç bir güdünün ve acının da öyle. “Zor olmuyor mu?” diye sordum.
“Ne zor olmuyor mu?”
“Birilerinin kimsesini ellerinden almak zor olmuyor mu?”
“Anlamadım, Yıldız.”
“Yıldızlar,” diye fısıldadım. Gözlerim aynaya bakarken bomboştu. “Yıldızları bir bir söndürüyorsunuz.”
“Kızım sen gelmeden hap falan mı attın ya?” diyerek bir kahkaha attığında dudaklarım kuruydu, gözlerimin içi kavrulduğu için acıyordu.
Ruhu iyileştirmeye yarayan bir uyuşturucu var mıydı?
Ruhu iyileştirecek tek şey, kalbe saplanacak bir bıçağın sapını tutan soğuk ellerdi.
“Eroin, hap… Peki başka ne satıyorsun?”
“Kokain falan da düştü, bakalım. Kristal buldum, ekmeğini yiyebilir miyiz bilmiyorum.”
“Çok güzel.”
“Her neyse, şu arkadaşın nerede kaldı ya?” diye sordu ellerini kâğıt havlu ile kurularken. Gözlerim bir süre sensörlü olmayan bir musluk aradı, olmadığını görünce önümdeki lavaboya elimi uzatıp lavabonun gider deliğini kapatıp, su hiç durmasın diye elimi musluğun altına uzattım.
“Gelir şimdi,” dedim suyun parmaklarımdan kayışını izlerken. Gider deliğini tıkadığım için, parmaklarımdan akan su yavaşça lavaboyu doldurmaya başlamıştı.
“Elindekiler iyiyse yüklü alabilirim, sen de alsana, iyi paraya okuturuz,” dedi sırtını duvara yaslayarak. “Gerçekten çok iyi parası var bu işin.”
Gözlerim yavaşça lavaboya indi, tıpkı küçük bir küvet gibi ağzına kadar su dolmuştu. Elimi suyun altından çektikten sonra yavaşça Gökçe’ye doğru döndüm. Yüreğimin içinde kurtlar vardı, o kurtlar vicdanımın kanını emerek büyümüş, merhametimi kurutmuştu. Bunu biliyor muydu?
“Yıldız?” dedi Gökçe sorar gibi, bana tuhaf tuhaf baktı. “Bir sorun mu var?”
“Yıldız söndü.”
Bana şaşkınlıkla baktı, bense onun aksine öyle boş bir ifadeyle onu izliyordum ki, o ifadenin kuyularındaki toprağı kimin kanıyla ıslattığımı asla bilemezdi. Tepemizde yanan beyaz floresanın üstünde sinekler vızıldıyordu, aynı şekilde floresanın biri bozuk olduğu için cızırtılı yanıyordu.
“En son ne zaman aldın? İyi misin?”
Ona doğru bir adım attığımda gerildiğini gördüm.
Kardelen ölmüştü.
Onun gibiler yüzünden, Kardelen ölmüştü.
Ruhum bu gerçeğin farkındaydı ama kahrolası kalbim bunu kabul edemiyordu. Kalbim, kendi damarlarını asılıyordu sanki. Öyle sert, öyle dehşet içinde çarpmaya başlamıştı ki, kendi göğsümün altında, kendi kalbimle cebelleşiyordum.
Birinin öldüğünü kabul etmek, gerçek cenazeydi.
Kardelen ölmüştü.
“Sen yaşamayı hak ediyor musun?” diye sordum, bomboş gözlerle Gökçe’ye bakarken. Kızın gözlerinde anlık bir korku gördüm.
“İyi misin sen? Bak yanımda hiçbir şey yok, sana veremem ama istediğin kadar ısmarlarım, hem arkadaşın da gelecek şimdi. İstediğin onda.” Gökçe, korkuyla kapıya baktı. “Bir gelen olacak şimdi, Yıldız.”
“Bu mekânda tam üç tane tuvalet var,” dedim kısık bir sesle. “Kimse eğlenceyi bırakıp karanlık koridoru aşarak buradaki tuvalete gelmez.”
“Sen…” Gökçe’nin gözlerinde devleşen gölge, benim gölgemdi. Benden korkuyordu. Hayır, benden korkmuyordu. Bir tuvalet köşesinde ölmekten, benim tarafımdan bu pislik yuvasında öldürülmekten korkuyordu.
Tuhaf bir içgüdü tüm bedenimi sarıp sarmaladı, ölümün hediye ettiği o kötülük duygusu avuçlarımı yakıyordu.
“Sadece birkaç dakikamı bile almaz,” dedim ona dikkatle bakarken. “Biliyorsun değil mi?”
“Neyden bahsettiğini anlamıyorum,” diye fısıldadı, neredeyse ağlayacaktı. “Neden böyle davranıyorsun? Arkadaş olduğumuzu sanmıştım.”
“Senin gibiler sadece öldürür!” diye bağırdım aniden.
Çok sürmedi, ona doğru atılmam beş saniyeye bedeldi. Parmaklarım aralandı, yumruklarım bir çiçek gibi açıldı ve avucum onun boynuna sertçe yerleşti. Parmaklarım onun ince boynunu kavrarken gözlerimdeki saldırgan, keskin dişlerini yüzüme geçirip ifademi yutmuş gibiydi.
Parmaklarımın etrafında atan nabzını, panikten uğuldayan kanının akışının seyrini hissediyordum.
“Lütfen,” diye fısıldadı güçlükle. “Ne yapıyorsun? Lütfen.”
Kızın elleri bedenimi kavramak istedi, boşta duran elimle iki elini de yakalayıp onu esir aldım, gücüm onu dehşete düşürmüştü. Tırnaklarımı o boğaza saplarken zerre acıma duygusu hissetmedim. Hissettiğim tek şey ölümün getirecek olduğu rahatlama hissiydi. Daha önce birini öldürmemiştim ama birimi öldürmüşlerdi, benim için biri olmuş, kimse olmuş biri bunun gibi kirli ellere sahip biri tarafından öldürülmüştü. Şu an onun canı benim avuçlarımın arasındaydı. Tıpkı Kardelen gibi…
Tek fark, Kardelen’in canı avuçlarımdayken onu yaşatmak için çırpınan bendim, şimdi ise avuçlarımda duran canı öldürmek için aynı bir yırtıcı gibi onun boynuna saldırıyordum.
Gökçe’nin gözyaşları bileklerime akmaya başlamıştı. Boynuna geçirdiğim tırnaklarım ve onun canına sabitlenmiş parmaklarım gevşemedi, onun kafasını öyle sert bir şekilde duvara çarptım ki, beyninden gelen sesin zihnine düşürdüğü dehşeti duydum. Gözleri odağını kaybetti, kısık bakıyordu, çarpmanın etkisiyle afallamıştı, bu beni durdurmadı.
“Sen ve senin gibiler yaşamayı hak ediyor mu?” diye hırladım, gözüm dönmüştü. “Bana bak, gözlerimin içinde kendini görmeni istiyorum. Senin değerin, benim gözlerime düşen yansıman kadar.”
Kız inliyordu, çığlık atabilecek gücü yoktu ama bir şeyler mırıldanıyordu. Ona acımadım, acıyamadım. Kontrolümü yitirmiştim. Tek düşündüğüm Kardelen’in son anlarıydı.
“Birilerinden bir şeyler çalmak kolay, değil mi?” diye hırladım dişlerimin arasından. “Birilerinin kim olduğu ya da ne hissettiği önemli değil, değil mi? Birilerinin kimsesini almak, kimsesini çalmak çok kolay, değil mi?”
Başını tekrar o duvara çarptığımda, kafatasının ezilir gibi acıdığına emindim. Artık bana karşı koymuyordu. Onu yere yatırmak, konuşan ağzını tekmelemek, uyuşturucu satan ellerini koparmak istiyordum ama bu beni doyurmazdı. Bu, içimdeki o ilkel kaybetmiş isteği bozguna uğratmazdı. Güçlendirirdi. Doymaz, daha fazlası için ona saldırırdım, tıpkı şimdi olduğu gibi.
“Kimsemi çaldınız siz benim!” diye hırladım kafasını bir kez daha çarpıp, onu saçlarından kavrayarak geri çekerken. Özgür kalan boğazı kıpkırmızıydı, yer yer morarmıştı ve tırnaklarımı batırdığım yerde küçük kan çukurları vardı. Kan çukurlarından aşağı yavaşça sızan kızıl sıvıyı izlerken içimde bir ateş yanıyordu.
Kızın kökünden kavradığım saçları sanki elimde kalacaktı, kız öksürdü ama sesi çıkmadı, ses telleri kopmuş gibi öksürüyordu. Onu saçlarından tutarak yüzümü yüzünün dibine getirdim, tam gözlerinin içine baktım, gözlerinde ona öfkeyle bakan yansımamı gördüm. Oradaydım. Tüm acılarım, kaybedişlerim, çaresizliğim ve kimsesizliğimle doğrudan orada duruyor, onun canına hükmediyordum.
“Sen kendini doyurmak için bir sürü ruhu aç bıraktın.” Ona gaddar gözlerle baktım. “Şimdi ben sana nasıl acırım?”
“Ben bir şey yapmadım,” diye fısıldarken bilinci yerinde değil gibiydi.
Ellerini serbest bıraktığımda elleri boşluğa düştü, kafasına yediği darbeler onu sersemletmişti, artık bana karşı koyamayacağını biliyordum. Ensesine doğru asıldığım saçları yüzünün tamamen ortaya çıkmasını sağladı, o an ona öyle şiddetli bir tokat attım ki, sızısını avuçlarımın içinde hissettim. Tokat devamında bir kan selinin kızın burnundan aşağı akmasını sağladı. Kafasını çarptığı duvarda kan lekeleri vardı. Onu saçlarından tutup asılarak lavaboya doğru çekerken ayakları tutmuyordu, attığı adımların ağırlığını bana bırakmıştı ama şu an öyle güçlü hissediyordum ki, onun gibi birkaç kızı daha aynı anda taşıyabilirdim.
Ağzına kadar su ile doldurduğum lavabonun önünde durdum, saçlarını asılarak kafasını kaldırmasını sağladım, aynaya düşen yansımamızda tek bir enkaz yoktu aslında ama o bunu nereden bilebilirdi ki?
Bir kalpsize dönüştürüldüğüm için kendimden de nefret ediyordum.
Bir süre bomboş gözlerle aynaya düşen yansımaya, yan yana duran biri yarasız, diğeri kanlar içindeki yüze baktım. Onun, benim aksime sapasağlam duran bir ruhu olabilirdi, bu gerçek onun yüzündeki ve kafasındaki darbelerden daha çok yaktı canımı. Dişlerimi sıkarak aniden kafasını lavabonun içini doldurduğum suya daldırdım. Saçları suyun yüzeyine yılanlar gibi yayıldı ve su saniyeler içinde onu yuttu. Suyun yüzeyine çıkan köpükler, nefes almak uğruna açtığı ağzının içine doluşan suların, ciğerlerini yardığının görsel bir kanıtıydı ama bu beni sakinleştirmeye yetmedi.
Onun yüzündeki empresyon, benim ruhumda vardı.
Gözlerimi yavaşça kaldırıp aynaya baktım. Kirpiklerim ağır ağır gözlerimi örtüyor, gözlerim tekrar açıldığında çok daha ölü bir ifadeyle yüzümü izlerken buluyordum kendimi. Kafasını hızla suyun içinden çıkardığımda sırılsıklam olmuş yüzünü gördüm. Şaşkına dönmüştü, neye uğradığını şaşırmıştı, ona sadece küçücük bir nefes payı bıraktım, o nefesi almasına izin verdim ama vermesine izin vermedim. Kafasını çok daha büyük bir hırsla suyun derinliklerine gömdüm.
Vicdanımın pusulasını kıran onlardı, benden merhamet bekledikleri sokakların sonu cehenneme çıkıyordu artık.
“Öldüğüm gecelere sayın, öldürdüğüm geceleri,” diye fısıldadım. “Öldürdüğünüz gecelere sayın, işleyeceğim tüm cinayetleri.”
Kızın dermanı çekilmişti. Bacakları titriyordu ve ayakta durabilmek için benim gücüme ihtiyaç duyuyordu. Gözlerimi aynadan ayırmadan onu suyun derinliklerine gömmeye devam ettim. Burnundan ve ağzından sızan kan, suyun şeffaf rengini yavaşça bulandırıyor, değiştiriyordu. Bir şeyler hissetmeyi bekledim. Vicdan ve merhamet neredeydi? Bu kadar mı kaybetmiştim onları?
Kapının aniden açılmasıyla birlikte her şey etrafa saçıldı. Bakışlarım aynadan ayrılmadı ama bir bedenin bana doğru atılmasıyla, kafasını suya gömdüğüm kızın saçlarına yapışmış parmaklarım zorla kızın saçlarından ayrıldı.
Biri bedenimi öyle hızlı geriye doğru çekti ki, bana yaslanan kız gücünü kaybettiği için dizlerinin üstüne düştü ve düşerken kafasını lavabo tezgâhının mermerine sertçe çarptı.
Bedenim, bir başka bedenin kucağında yere düşmüştü. Onun iki bacağının arasında oturuyor, dehşet içinde kıza bakıyordum. Beni tutan kolların sahibinin kokusunu tanımıştım, sıcak nefesi saçlarımı ısıtıyordu. Her yer ıslanmıştı, kızın saçlarından akan sular beyaz mermer zemini ıslatmaya devam ediyordu. Suya karışmış kan, zeminde yavaşça ilerleyerek kendine belirsiz yollar çiziyordu.
Kartal, “Sakin ol, Ölüm Çiçeği,” diye fısıldadı dudakları saçlarıma dokunurken. “Şimdi değil. Şimdi değil.”
Gözlerim boşluğa takıldı, ayak bileklerimin bile titrediğini fark ettiğimde midem bulanıyordu. Kız yerde sürünüyordu ama sesi çıkmıyordu, yuttuğu suları kustuğunun farkına vardım. Kirpiklerim usulca gözlerimin üstüne kapandı, ardından tekrar odağıma kız düştü.
Gökçe yerdeydi, tıpkı bizim gibi yerdeydi ama tek farkla, ben Kartal’ın kollarındaydım, o ise yaşam ile ölümün çizdiği ince çizginin üstünde sürünüyordu.
Kız öksürdü, bir dolu su kustu, tekrar öksürdü, ağzının kenarından akan kan kurumuştu. Yüzümde bir anlık acı çekiyormuş gibi bir ifade mimiklerimin çarmıhına gerildi, Kartal’ın güçlü elleri karnımın etrafına dolanmış, beni sıkıca kavramıştı. Sıcak nefesi kulak boşluğuma, oradan da boynuma ılık ılık akıyordu.
“Ben iyiyim,” diyebildim titreyen bir sesle.
Neler olduğunu anlamıyordum, nasıl olduğunu anlamıyordum, neden yaptığımı anlamıyordum. Kartal gelmeseydi devam eder miydim bilmiyordum. İplerim kopmuştu, Kartal kopan iplerimden birinin ucunu yakalamış ve ben tam uçurumun eteklerine gelmişken beni sertçe geriye doğru çekmişti. Uçurumdan aşağı sarkan vücudum, geri çekilmenin etkisiyle birkaç kayaya çarpmış, taşlı toprağın üstünde sürünmek zorunda kalmıştı.
Kartal, kollarını belime daha sıkı doladığında duraksama yaşamadım, bu sanki normal bir şeymiş gibi sırtımı onun göğsüne yaslayarak yerde acı çeken kıza baktım. Zaman, olduğumuz yerde alev alev yanıyordu.
“Senin derdin neydi?” diye fısıldadı saçlarıma doğru. “Onu öldürebilirdin.”
“Onu öldürebilirdim,” diyebildim.
“Şşh.” Avuçlarını karnıma bastırdı. “Tamam, yavrum. Geçti.”
Geçmiş miydi, yoksa yeni mi başlıyordu bilmiyordum. Gökçe, elini tezgâha uzatmaya çalıştı, ayağa kalkmak istiyordu. “Kim olduğunu biliyor mu? Gerçek adını söylemedin, değil mi?” diye sordu Kartal beni bir an olsun bırakmadan.
“Hayır, bilmiyor. Söylemedim,” derken hâlâ olayın şokunu yaşıyordum.
“Ona neden saldırdığını biliyor mu?” Nefesi boynuma aktı, tenimde alevlere dönüştü. “Ona bunu söyledin mi?”
“Tam olarak değil. Ben… Söylemedim.”
Kartal beni yavaşça serbest bırakınca onu yakalayıp beni bırakmaması için tutmak istedim ama bunu yapmadım. Kartal ayağa kalktığında ben hâlâ yerde oturuyordum. Kızın kolundan tutup kızı ayağa kaldırdı. Kızın kalçasını tezgâha yasladıktan sonra, “Bana bak,” dedi düz bir sesle. Kızın ona bakacak hâli yoktu, gözlerini zor aralıyordu. Kartal daha şiddetli bir şekilde, “Bana bak!” deyince kızın titrediğini gördüm. “Kendinde olduğunu biliyorum, daha fazla zarar görmemek için numara yapmayı kes ve bana bak.”
“Ben…” diye mırıldandı Gökçe. “Ben Yıldız’a hiçbir şey yapmadım.”
“Sikimde değilsin.” Kartal, kıza ruhsuz gözlerle bakarken sırtı bana dönüktü ama onun aynaya düşen yansımasını görüyordum. Gözleri iki derin mezar gibiydi, kirpiklerinin gölgesi, benlerinin dağılarak gökyüzünü inşa ettiği belirgin elmacık kemiklerine devrilmişti.
“Şu an çektiğin acı, ölümden dönmüş olman, korkuların, ne bok yediğin, kim olduğun sikimde değil.” Kartal kıza yaklaştı, yüzünü kızın yüzüne doğru indirdi ve ölümün buzlu soğuğunu üfleyen altın kahve gözleriyle kıza baktı. “Senin ve sana benzeyen herkesin ellerinde benim kanım var.” Dişlerini sıktı, yanaklarında oluşan karanlık çukurlarda mazinin fısıltıları vardı. “Benim kanım.”
“Ben… Anlamıyorum.”
“Şu an buradan sağ çıkabilirsin,” dedi Kartal. “Tek yapman gereken en geç cumartesi gecesine kadar elinde uzun bir satıcı listesiyle bana gelmek. Aksi durumda başına gelecek hiçbir şeyden sorumlu değilim. Hayır, sorumluyum çünkü hepsinin başına gelmesini sağlayacak olan kişi benim.”
Oturduğum yerden doğrulamama sebebim, avuçlarımda biriken öfkenin bacaklarımdaki gücü çekmesi yüzünden değildi. Kartal’ın biraz daha gecikmiş olması nelere sebep olurdu bunu merak ediyordum. Bu tuvaletin mermerlerine ölüm tohumunu atan ben olur muydum? Onu öldürür müydüm? Bilmiyordum.
“Neden istiyorsun bunu?” diye sordu Gökçe öksürerek.
“Soru sorabilme lüksüne sahip değilsin şu an. Eğer birkaç saniye daha geç gelmiş olsaydım ciğerlerin patlamış olacaktı.”
“Neden bunu yapıyorsunuz?” Kız öksürdü, acısı yüzünün boş arazisine yayılmıştı. “Benden bunu neden istiyorsunuz? Hiç mi korkmuyorsunuz?” Sesi kısık, kelimeleri bulanıktı. “Bana bu yaptığınızı tek bir kişiye anlatırsam neler olabileceğini biliyor musunuz?”
Deri ceketin cebine koyduğum telefonu çıkarıp kaydı sonlandırdım, ardından kayıtlara girip sesi açtım. Gökçe’nin açık açık satıcı olduğunu, hayatını tamamen mahvedeceğini bildiği itirafı yaptığı ses kaydını dinlerken Gökçe dehşete düşmüş, Kartal’ın yüzünde korkunç bir alay belirmişti. Gözlerimdeki acımasızlık daha da büyüdü.
“Sence polis bunu dinlerse ne olur?” diye sordum oturduğum yerden yavaşça doğrulurken. “Sana neler olacağı hakkında en ufak bir fikrin var mı?”
Gökçe, “İstediğiniz her şeyi yaparım,” dedi nefes nefese. “Ama lütfen beni öldürmeyin ya da polise vermeyin. Ben… Lütfen…”
“Bu gece bu tuvalette olan her şey, bu tuvalette kalacak, değil mi, Gökçe?” diye sordu Kartal dikkatle kızın yüzünü incelerken.
“Evet, yemin ederim.” Kız öksürdü. “Yemin ederim kimseye tek kelime etmeyeceğim. Yeter ki o ses kaydını kullanmayın, ne olursun. Lütfen bunu yapmayın.”
“Güzel.” Kartal ona boş boş bakarken, “Lavinia,” diye fısıldadı. “Koridorun sonunda başka bir çıkış kapısı var. Gel de küçük köstebeğimizi oraya kadar geçirelim. Diğerlerinin onu bu hâlde görmesini ve ses kaydını polisin dinlemesini istemez eminim.”
Duvara tutunarak telefonu deri ceketin cebine koydum. Boşluğa basıyormuşum gibi hissediyordum. Tuvaletten çıkıp karanlık koridorda ilerlemeye başladık. Gökçe zor adım attığı için Kartal onu tutuyordu. Gökçe, yaşadığı izmihlalin sebebini sorguluyor olmalıydı, yüzündeki acı çukurlarına ve altında yürüdüğümüz karanlığa rağmen bunu görebiliyordum.
Uzun ve karanlık koridorda yürürken derin bir sessizlik yaşandı, o sessizliğe benim ve Gökçe’nin topuklu ayakkabılarının zemine çarparken çıkarttığı tok ses pençesini indirdi. Her bir adım, çıkış kapısına biraz daha yaklaştığımızı belli eden o küçük aydınlığa uzanıyordu. Gecenin ışıkları küçük bir noktadan içeri girmiş, karanlık koridor boyunca uzanarak içeriyi belli belirsiz ışık filizleriyle beslemişti.
Kartal, kızı çıkış kapısından çıkardı, dışarısı çok soğuk ve rüzgârlıydı. Gecenin içinde uluyan ayazın ıslıklı nefesini ensemde hissediyordum. Kollarımı göğsümün üstüne toplarken Kartal ve Gökçe’yi izledim. Kartal, yavaşça bize doğru yaklaşan taksiye el işareti yaptıktan sonra kıza yapması gerekenleri söyledi. Taksici kızın nasıl o hâle geldiğini merak bile etmemişti, Kartal işini biliyordu. Taksiciyi tembihledikten hemen sonra kapıyı çarparak kapattı ve boş bakışları bir süre sarı otomobilin üstünde devindi.
Taksi hareket edip, gecenin karanlığına karıştığında artık geride yalnızca, rüzgârın ağaçların kuru yapraklarına çarparken çıkardığı o ses ve kısık ıslığı kalmıştı.
Omuzlarımın üstüne çöken kasvetin sebebini biliyordum.
“Ölüm Çiçeği.”
Sesi tok, vurgusu derin, hissettirdikleri karmaşıktı. Bakışlarım onun sırtında dolaştı. Karanlığı yaran sokak lambaları, ulaşamayacağımız kadar uzakta yanıyordu.
“Kendime hâkim olamadım,” diye fısıldadım. Çaresizlik, sesimin dikenli telleriyle bileklerini dikine kesiyordu.
Kartal, ellerini pantolonunun ceplerine koydu, omuzlarının şişmesine neden olacak kadar büyük bir parça nefesi ciğerlerine hapsetti.
Bana doğru döndüğünde hâlâ ayakta durabildiğim için kendime şaşırıyordum. Bana baktı. Yüzünün bir yarısı aydınlığın gölgeli fırçası tarafından çizilmişken, diğer yarısı karanlığın mezarı tarafından yutulmuştu.
“Orada onu öldürebilirdin,” dedi. “Bunu yapabilirdin.”
“Kendimde değildim.”
“Ona gücün yetti, tamam.” Bana doğru bir adım attı, mesafemiz kapanmaya başladığı için kalbim sıkıştı. “Peki ya bir gün gücünün yetemeyeceği biriyle karşı karşıya kalırsan?”
Kollarımı bedenime daha sıkı sardım ama Kartal’ın varsayımından saklanamadım. Ruhumun zehirli kanı, bedenimin içindeki boşluğu yavaşça dolduruyordu. Bunu hissedebiliyordum. Korkmuyordum.
“Gücümü yettiririm.”
“Gücünü yitirirsin,” dedi Kartal anlayışlı bir sesle. “Bu şekilde yavaş yavaş gücünü yitirirsin.”
Dudaklarımı ıslattım, kelimelerimi toparlamak istedim ama söyleyecek bir şey bulamıyordum.
“Bundan sonra daha dikkatli davranırım,” dedim kuyruğu dik tutmaya çalışarak.
“Bir gün yetişemeyebilirim ve yetişemediğimde öldüren değil, ölen sen olabilirsin.”
Bana doğru bir adım daha attı, rüzgâr yüzümü kamçılıyordu.
“Ölmene izin veremem.”
Bakışlarım onun yüzünün topraklarını eşeledi, aramızda iki adımlık bir mesafe kalmıştı ve kokusuna karışmış içki kokusunu soluyabiliyordum.
“Ölmem kimsenin umurunda değil,” dedim. “Olmamalı da zaten. Ama bu dava bitene kadar ölmemeye çalışırım.”
Dudaklarındaki düzlük bir kıvrımla kavislendi, dudağının yalnızca bir tarafı yukarı doğru kıvrılmıştı. Gözlerine çöken hüznü görebiliyordum, belki de bu bastırılmış bir öfkenin duvar arkasında tıkırdayan uzun, kanlı tırnaklarıydı. Yine de tebessümü oldukça hüzünlüydü.
“Ölmene izin vermeyeceğim,” dedi tam gözlerimin içine bakarken. “Bunun davayla ilgisi yok.”
Sanki tam şu an zihnimden kalbime doğru halatları kopmuş bir asansör düşüyordu. Altın kahve gözlerin içindeki derin, sarı yarıkları izledim. O yarıklardan gün ışığı süzüldüğünü düşünebilirdiniz ama o yarıklardan acının sarı, irinli suları akıyordu.
“Neyle ilgisi var o zaman?”
Bana doğru bir adım daha attı. Eli usulca belime doğru kaydı, bu dokunuş beklenmedikti. Gözlerimi kaldırıp ona baktım. Avuçlarının içinde ateş vardı, elbisenin ince kumaşından içeri akın eden sıcaklığın başka bir açıklaması olamazdı.
“O,” diye fısıldadı kulağıma doğru yaklaşırken. Dudakları kulak boşluğuma dokunur gibi oldu, bu içimdeki her şeyin yere çakılmasına neden oldu. “Senin nefes almanı isterdi.”
Kartal’ın büyük elleri, büyük ellerinin eklemlerini birbirine bağlayan derin avuçları ve o avuçlardan tenime damlayan intikam lavları vardı. Gözlerimi yavaşça yumdum. Kartal’ın bakışlarının yüzümün merkezinde olduğunu biliyordum, eli hâlâ orada asılı duruyordu. Yüreği intikam ile kaşınan bu adamın yanındayken, topraklarıma kötülük tohumları serpiştirmemesi imkânsızdı. Zaten topraklarım kötülüğe aç bir ağız gibiydi, onu emip kendi çapında yetiştirir ve ardından ruhum toprakta büyüyen kötülüğü hasat ederdi.
“Yalnızca onun için nefes almaya devam edeceğim.”
“Yalnızca onun için nefes almanı sağlayacağım.”
“Biliyorum.”
“Güzel,” diye fısıldadı.
Eli yavaşça belimden ayrıldığında gözlerim hâlâ kapalıydı. “İçeri girelim,” dedi yanımdan geçip koridora doğru yürümeye başlarken. “Merak edecekler.”
Kaç dakika boyunca orada öylece dikildim bilmiyordum, sonunda yüzümü koridora döndüğümde önümde bir boşluk, karanlık bir koridordan başka hiçbir şey yoktu. Ağır adımlarla koridoru aşıp tekrar o karanlığa dönerken artık ağzımı bıçak açmıyordu. Dönüştürüldüğüm canavar, kalbimin derinliklerine oturmuş kan ağlıyordu.
İnsan, acıya yenildiğinde acıtmak mı isterdi?
Gece tahmin ettiğimden daha da uzun sürecek gibiydi. Dudaklarıma batırdığım bıçaklar, kelimelerin önünü kesecekti. Saniye başı hemen tepemde ışıldayarak yanıp sönen ışıkların altındaki insanları bomboş gözlerle izliyordum.
Önüme konan içkinin haddi hesabı yoktu, sünger gibi içkiyi tüketirken tek dileğim biraz olsun olduğum ortamdan uzaklaşabilmekti.
Gökçe’nin kendini tehlikeye atmayacağını, bize tüm isimleri getirip sessizce olay yerini terk edeceğini biliyordum. Gökçe bizim için bir piyondu, hamle yapmamız için bize önayak olacak basit bir taştı, hepsi buydu ve bu basit taş olmayı kendi seçmişti. Ona olan öfkemi durdurmaya çalıştım.
“Çok hızlı gidiyorsun!” diye bağırdı Emir kulağımın dibine gelerek.
“Tam olarak olması gerektiği gibi gidiyorum şu an,” diye fısıldadım, duymadığını biliyordum. Olduğum yerde yavaşça sallanırken aslında midem bulanıyordu, hatta biraz daha sallanırsam belki de yere yapışıp, yerde kusmaya başlayabilirdim.
“Bir şeye mi canın sıkıldı senin?” diye sordu Berra bana sokulup kolumu çekiştirerek.
“Hiçbir şeye canım sıkılmadı.” Bakışlarımı Berra’dan uzaklaştırıp Kartal ve İrem’e çevirdim. İrem sarhoştu, kollarını Kartal’ın boynuna dolayıp duruyordu ama Kartal herhangi bir atakta bulunmuyor, kıza dokunmadan bomboş gözlerle kızı izliyordu.
“Sen Kartal’ı mı kıskandın?” diye sordu Emir aniden, irkildim.
Sanki Emir’in sorduğu soru bir oktu ve sesinin yayını o soruyu doğrudan kalbimi hedef alarak germiş, tek seferde kalbime doğru fırlatarak onu kalbime saplamıştı.
“Ne ilgisi var?”
“Sen kuzenini kıskanıyorsun!” dedi Emir kahkaha atarak.
Omzumun üstünden Emir’e baktım, gözlerimde ne görüyordu bilmiyordum ama kahkahasını yarıda kesmek zorunda kalmıştı.
“Hadi ama… Herkes abisini kıskanabilir, güzelim. Ne var bunda?” Emir gülmemek için dişlerini sıktı. “Şu an küçük bir kız çocuğu gibi görünüyorsun.”
Yüzümdeki tuhaf ifadeyle bakışlarımı Emir’den uzaklaştırıp içkiden bir yudum aldım ve gözlerim yavaşça yukarı doğruldu. Kalabalığın arasına yerleştirilmiş o adama baktım. Kartal orada çok eğreti duruyordu. Şu an oraya ait hissetmediğini görebiliyordum ama nerede olmak istediğini bilmiyordum.
“Hadi, sen de onu kıskandır!” Emir aniden bileğimi yakalayıp beni çekiştirmeye başlayınca ona karşı koyamadım, belki de koymadım.
Diğer elimde tuttuğum içki bardağını sıkıca kavradım ve ayaklarım birbirine dolanırken Emir’e uyup dans pistine doğru yürümeye başladım. Emir kalabalığı iterek yürürken, Emir’in farkına varan kızlar tuhaf bakışlarının oklarını bedenime saplıyordu.
Birkaç bedene çarptıktan sonra artık ortadaydık. Emir, kalın ve kaslarla sarılmış kolunu havaya kaldırdıktan sonra DJ kabinine doğru küçük bir hareket yaptı ve parlak, düzgün dişleriyle genişçe gülümsedi. Müzik durdu, ışıklar pist boyunca tıpkı bir deniz dalgası gibi kabararak ilerleyip duvarlara çarptı ve ardından her şey donuklaştı. Herkesin hareketleri yavaşladı. Emir, “Şimdi!” diye bağırdı.
Beni belimden tutup kendine çekerken ona dehşet içinde baktım. Tutuşunda tehdit olarak algılayabileceğim hiçbir şey yoktu. Beni kavradıktan sonra diğer elini tekrar havaya kaldırdı ve yüzünde komik bir ifade belirirken, “İşte şimdi geliyor!” dedi neşeyle. Cümlesini bitirmesiyle birlikte kuvvetli bir ses kulaklarımı çınlattı. İnanılmaz derecede gürültülü bir şarkı çalıyor, müzik bizi sımsıkı sarıp Emir’in daha da hareketlenmesini sağlıyordu.
Emir tıpkı bir yılan gibi kıvrıldıktan sonra, “Hadi kızım, göreyim seni!” dedi aynı çocuksu neşeyle. Beni bir elimden tutup kendi etrafımda çevirdi, elimdeki içkiyi neredeyse yere düşürecek olmam onun umurunda değildi. Bardağın kenarlarından dışarı taşan içki elbisemin bir kısmını belli belirsiz ıslatmıştı ama ikimiz de buna aldırış etmedik.
“Sen delisin,” diye fısıldadım Kardelen’in erkek versiyonuna dikkatle bakarken.
Emir beni bir kez daha kendi etrafımda çevirdikten sonra elimi bıraktı ve iki kolunu kaldırıp tıpkı bir sokak dansçısına yakışacak şekilde ilgi çekici figürler sergileyerek dans etmeye başladı. Kızlar bağırıyor, resmen dişi kurtlar gibi uluyorlardı. Bu hem komik hem de tuhaftı.
“Buraya bakıyor,” dedi Emir, sesini duyamamıştım ama dudaklarının hareketinden kelimeleri çözmüştüm. “Beni öldürecek.” Güldü. “Ama umurumda değil, haklayalım onu.”
Emir aniden beni kendine doğru çekti, içkiden dolayı dönen başım tüm dengemi yitirmeme neden oldu ve elimdeki içki bardağı hızla yere düşüp parçalara ayrıldı. Kimse bununla ilgilenmedi. Kollarımı Emir’in boynuna doladığım sırada bir an için onun Kardelen olduğunu düşünmek istedim ama o çok uzun ve iriydi, yine de onun kalbindeki ve ruhundaki neşe, Kardelen’e o kadar çok benziyordu ki… Ondan zarar gelmeyeceğini daha o an kavramıştım.
Ona tutundum, bunu yaparken kendimi kısıtlamadım çünkü Emir’in kolları bir kardeş, bir abi kucağı gibiydi.
“Beni mezara koyacak!” diye bağırdı kahkahalar atarak dans ederken. Eli belimdeydi, hafifçe tebessüm ederek ona baktığımda gözlerimdeki kederi görür gibi oldu ama üstünde durmadı, yine de bir anlığına şaşırdığını görür gibi olmuştum. Gözleri benden kopup kalabalığa, Kartal’ın dikildiği noktaya kaydı. “Siktir, beni sikecek gibi bakıyor. Benden hoşlanıyor olabilir mi?”
Bu gece yaşadığım şeyin izleri buradaydı ama o izlerin üstüne boyalı parmaklarını basan Emir’di. Kendimi ona borçlu hissetmeme neden olmuştu ama onun bundan haberi bile yoktu. Emir, beni bir anda çevirdi ve sırtım onun geniş göğsüne çarparken kulağıma doğru, “Güvendesin, güzelim,” dedi gülerek. “Benden sana zarar gelmez, biliyorsun değil mi?”
Anıların sesi zamana yayıldı.
“Güvendesin, Canım Bal! Ben yanındayken sana kimsecikler bir şey yapamaz, biliyorsun değil mi?”
Geçmişin çığlığı, şimdinin fısıltısıyla çarpışınca, kalbimin kapakçıkları büküldü, kalbim tekledi.
“Biliyorum,” diye fısıldadım.
Emir, ellerini belimin kenarlarına koydu. Olduğumuz yerde, bedenlerimiz arasındaki mesafenin sınırlarını belirleyerek dans etmeye başladık. Ayağımın dibinde parçalanan içki bardağının içinden dökülen sıvı, ayakkabımın tabanını kaydırıyordu ama Emir beni tuttuğu için bir sorun yaşayacağımı düşünmüyordum.
O an kalabalığın içinde tıpkı yırtıcı bir kartal gibi dikkatle beni izleyen kahverengi gözler dikkatimi çekti. Yüksek kayalıkların üstüne konmuş, kayalıkların en zirvesinde aşağıda kalan insanları seyrediyordu sanki. Yükseklere mahkûm edilmiş, güçlü kanatlarına güzelliğin bin farklı anahtarını asmış siyah bir kartal gibiydi.
Onun gözlerinin içine bakarken sırtımı tamamen Emir’in göğsüne yasladım. Yanaklarındaki çukurun sebebini merak etmiyordum çünkü şu an dişlerini sıktığını biliyordum. Gittikçe daha da keskinleşen bakışlarından bana uzanan hançerlerin ucundan zehir damlıyordu. Sanki o hançer bana saplansa önce beni sarhoş edecek, ardından can çekiştirerek öldürecekti.
İfadesiz yüzünün altında saklanan ifade, cinayet rengindeydi. Kartal saldırmak istiyor gibiydi, tek seferde olduğum yere doğru atılacak ve tıpkı kahverengi bir kurt gibi hırsla pençesini Emir’in yüzüne indirdikten sonra o güçlü dişleriyle Emir’in boynunu koparacaktı. Yüzündeki sakin cinayet ve bakışlarına bulaşmış kandan bunu anlayabiliyordum.
İrem, kısa elbisesinin göz önüne çıkardığı uzun, güzel bacaklarını Kartal’ın bacaklarına sürterek ona doğru sokulduğunda öylece dans etmeye devam ediyordum. Burada, bu mekânda Kartal’dan ve benden başka ifadesiz insan var mıydı, merak etmiştim. Kartal başta İrem’i fark etmese de, İrem uzun tırnaklarıyla Kartal’ın favorilerine dokunduğunda Kartal’ın bakışları kısaca sarışına dokundu.
Kıza anlık baktıktan sonra gözleri tekrar beni merceği altına aldı ve ardından elini kızın ince beline koyup kızı sertçe kendine doğru çekti. Kızın güzel vücudu Kartal’ın büyük bedenine yaslandığında, boğazıma bıçak batırılmış gibi hissetmemin nedeni yalnızca mide bulantımdı.
Bunu bana inat yapmıyordu, bu onun planının bir parçasıydı, bu yalnızca bir oyundu. Nokta.
Gözlerimi onlardan kaçırmak, çekip koparmak istedim ama bunu yapamadım. Bedenim, Emir ile uyum içerisinde hareket ederken, gözlerim tıpkı bir çivi gibi ikisine çakılmıştı. Kartal’ın gözlerinin içindeki karanlık büyüdü, sanki koskoca bir dans pistini gözleriyle yutup, büyük bir kasırga yaratabilirmiş gibi bakıyordu.
Sanki dudaklarını aralasa, ıslık kadar kısık bir vaveyla ile tüm mekânı başımıza yıkabilirdi.
Saat gecenin, belki de sabahın kaçı olmuştu bilmiyordum. Bedenim terliydi, ayaklarımdaki derman çekilmişti ama Emir hâlâ çok enerjik, çok hareketliydi. Ona uymak zordu, yine de bir şekilde bunu başarıyordum.
Kartal, Emir’in düşündüğü gibi bize saldırıp beni ondan almıyordu. Zaten bunu yapması için de bir sebep yoktu. Geçen seferde de böyle olmuştu, bana içki içmememi söylemişti ama ben içmiştim, o içki içtiğimi gördüğü hâlde sesini çıkarmamıştı. Şimdi de öyle oluyordu. Bana Emir ile aramda bir mesafe olmasını söylemişti ama ben şu an Emir ile dans ediyordum, o yine sesini çıkarmıyordu.
Alkolün hükmü altında, yaşadıklarımı hasıraltı etmenin isteğiyle kollarım havalandı ve Emir’in boynuna dolandı. Kafamı yavaşça eğerek Emir’in boyun boşluğuna uzandım, yavaş bir şekilde kıvrılarak dans etmeye devam ediyorduk. O an, Kartal’ın dudakları aralandı, aralıklı duran ince dudaklarının örtmeyi başaramadığı dişlerini görüyordum.
“Vay canına!” diye bağırdı Emir. “Benim güzelim nasıl da işini biliyor!”
Sadece kısa bir an için gözlerimi yumdum, bedenimi boş bir mezarın önünde bırakmışım gibi hissediyordum. Ruhum ayaklarının üstüne bastı, zincirler parçalandı ve o an artık ben, bu vücudun içine hapsolan çığ değildim. Bir dağ boyunca ortalığı beyaz toz dumanına katarak yıkıyor, gittikçe büyüyerek önüme gelen her şeyi altımda bırakıyordum.
Bir el, belimde duran eli sertçe çekti, ardından belime sarılan başka bir kol beni hızla kendine doğru çekti.
“Ondan uzak dur,” diye fısıldadı Kartal, beni kollarının arasına çekerken. “Ben şu âna dek tanıdığın hiçbir adama benzemem. Normalde uyarmam ama eğer uyarıyorsam, daha çok korkman gerekiyor, Emir Bikeç. Çünkü kurt uluyorsa, birinin boynu kopacak demektir.”
Yüzüm sıcak bir boynun girintisine düştü, bedenim o boynun sahibinin sıcak bedenine yapıştığında sertçe yutkundum ve bilincimin derinlerinde, sönmüş bir yangının dumanları yükselmeye başladı. Zihnimde göz gözü, kelime kelimeyi, anı anıyı görmüyordu şu an. Dengem altüst olmuştu, çelik kadar sağlam kolu belimi öyle sıkı kavramıştı ki düşmemin imkânı yoktu.
“Nefes almak istiyorsan,” diye fısıldadı Kartal, dudakları kulağımın boşluğuna sürtünürken. “Yanımdan ayrılma, Lavin.”
Müziğin basıncını göğsümde hissediyordum, belki de bu göğsümdeki müziğin basıncı değildi. Kusmak üzereydim, her şey pusluydu, gözlerimi aralasam, tüm söylemediklerim yere gözyaşı olacak düşecekti sanki. Kartal, beni kendisine yasladı, boyun girintisinde soluk alıp verirken bacaklarım titriyordu.
“Kusacak gibi hissediyorum,” diye fısıldadım. “Ama korkma, bunu yapmayacağım.”
“Bu kadar içecek ne vardı sanki, aptal?”
Beni göğsüne bastırdı, burnum boynunda, dudaklarım omuzlarının biraz aşağısında duruyordu. Kokusu çok derinden geliyordu. Siyah gömleğinin eteğini kavrayıp zorlukla gözlerimi araladım, bu açıdan çene kemiği ve kirpiklerinden başka hiçbir şey göremiyordum.
“Kartal,” diye fısıldadım güçsüzce. “Eve gidelim.”
“Zaten eve gidiyoruz, Lavinia.”
Başımı yavaşça sallarken gözlerim tekrar kapandı, Kartal’ın kolları çıplak dizlerimin altından geçti ve tıpkı bir kız çocuğunun babası tarafından kucaklandığı gibi onun tarafından kucaklandım. Yüzümü boynunun girintisinden çıkarmadım, ışıkların baskısını göz kapaklarımda hissedemiyordum ama bedenimde çınladığını biliyordum.
Kartal, masada duran çantamı ve sıcakladığım için çıkardığım deri ceketi alırken Berra ve Ceyda bir şeyler sormuştu ama Kartal, onları cevapsız bırakmayı tercih etti. Mekândan çıkarken İrem’in ne düşündüğünü merak ediyordum. Geride kalan her şeyin üstünde siyah bir örtü, örtünün üstüne çizilmiş beyaz bir soru işareti vardı.
İşaret parmağımı Kartal’ın boynundaki çıkıntılı benlerden birinin üstüne yerleştirdiğimde artık sokaktaydık. Kartal’ın bedeni gerildi, yüzünün aldığı şekli, gözlerine çarpan ifadeyi merak ediyordum.
Neden merak ediyordum?
Parmak ucumla benini yavaşça eşelerken, “Onun da aynı yerde var bundan,” diye fısıldadım. “Çok güzel.”
Sertçe yutkundu, arabanın kapısını açıp beni ön yolcu koltuğuna yatırdıktan sonra sürücü koltuğuna geçti ve arabayı çalıştırdı. Eve varana dek kaç kez sızmış, kaç kez gözümü açıp saçma sapan şeyler söylemiştim bilmiyordum, kurduğum cümlelerin üstünde bile bir sis bulutu vardı.
Eve geldiğimizde beni yine kucağında üst kata taşımış, karanlık evin koridorunu aşmış, beni odama getirmişti. Odanın kapısı açıktı, koridorda yanan loş ışık, karanlık odamın içine çarpıyordu. Kartal, beni yatağımın üstüne bıraktıktan sonra ayakucuma oturdu. Gözlerimi aralamaya çalıştım, kirpiklerim ağır yük işçileri gibi yorgundu.
“Ben seninle ne yapacağım?” diye sordu sessizce. Her ne kadar gözlerim kapalı da olsa, onun gözlerinin şu an yüzümün sınırlarında gezindiğini biliyordum.
Diğer dairelerin balkonundan birinde, radyoda cızırtılı bir şarkı çalıyordu.
Bakışlarını hissediyordum.
Ağardım güneş yeğiyle,
Sarıldım ay tüyüyle,
Örüldüm saçının teliyle,
Ben sana ölüyorum.
Görüldüm gözünün feriyle,
Ben sana ölüyorum…
Ben sana ölüyorum…
Alnıma düşen bir tutam saçı yavaşça iterken, parmak ucundaki ateş, alnımdaki kader kâğıdını tutuşturmuştu sanki.
Goncaydın, sana açıldım,
Aralık bıraktım sinemi,
Sinemde rüzgâr,
Saçlarından düşerdim…
Bekledim teninin ateşini,
Ateşinde yakardım,
Sonsuza yol alacak olan,
Sevdalar fenerini…
Makamlardan hicaz makamı,
Zamanlardan aşk zamanı,
Ben düşünüyorum niye,
Sana ölüyorum diye,
Düşünüyorum…
Ağardım gamze çiçeğinde,
Sarıldım aşk ateşiyle,
Örüldüm gönül kepçesinde,
Ben sana ölüyorum…
Görüldüm kanının nehrinde,
Ben sana ölüyorum…
Ben sana ölüyorum…
Parmak uçları alnımda dolaşmaya devam etti, bir süre o gözlerin esareti altında, karanlıkta öylece uzandım ve buna engel olamadım.
“Söyle bana,” dedi. “İnfaz mı etmem gerek?”
Elim, alnımda duran parmağına kaydı. İşaret parmağını avucumun içine aldığımda uyku bedenimi yavaşça sarmaya başlamıştı.
“İnfaz et demiyorum,” diye fısıldadım, parmağını sıkıca kavrarken. “Ama ceza şart, Alaşan.”
Hiçbir şey söylemedi, hiçbir şey söylemesini beklemedim. Şarkının melodisi ruhumun kıvrımlarına dolarken kirpiklerim hafifçe aralandı. Dikkatle yüzüme bakıyordu, parmağı avuçlarımın arasındaydı. Yüzü, koridordan odaya çarpan ışıkla biraz olsun aydınlanmış görünse de karanlık kendini onun bakışlarına oya gibi işlemişti.
“Acının bu kadar asil görünebileceğini bilmiyordum,” diye fısıldadım gözlerimi tekrar yumarken. “Dışarıyı aydınlatan ama kendi içini eriten mum gibisin.” Durdum. “Aslında gözlerin şey gibi… Gözlerinin rengi yani… Şey gibi… Balmumu.”
“Dedi, Bal.”
“Bal mı?”
“Her neyse,” diye geçiştirdi. “Bugün fark ettim de yastığım tıpkı senin gibi kokuyor. Bir de o kazağı almamışsın, o da senin gibi kokuyor. Al senin olsun.”
“I-ıh,” diye homurdandım. “Bana ne, çöpe at.”
“Yastık kılıfımı yıkarsın o zaman,” dedi. “O kılıfı seviyorum, atamam onu.”
“Neden yıkayacakmışım?”
“Çünkü senin gibi kokuyor,” diye fısıldadı.
“Ha?”
“Sız artık.”
Dediğini kendim yapmadım, zihnim bana ihanet etti ve bedenim de bu ihanetten memnun kaldı. Yavaşça süzülen gece üstümü sıkıca örttü. Hiç durmayan bir nehir gibi damarlarımda akan kan bile şu an kısa süreliğine de olsa huzurluydu.
İlerleyen saatlerde dudaklarımdaki kuruluk ile gözlerimi açtığımda bedenim terliydi. Ayağımdaki ayakkabılar artık yoktu ama elbisem üzerimdeydi, beyaz bir yorgan karnıma kadar çekilmişti. Gözlerim bir süre karanlığı aralayıp ona alışmaya çalıştı.
Şakaklarımı ovalarken camın arkasında uzanan ağaçların üstüne yuva kurmuş gece böceklerinin seslerini duyabiliyordum. İçerisi sıcaktı, bunu boynumdan akıp sütyenimin çukuruna çöreklenen ter birikintisinden anlamak mümkündü.
Kuruyan dudaklarımı bir bardak suyla ıslatmak, bir dal sigaranın içindeki zehri ciğerlerime doldurmak istiyordum. Ağzımda acı bir tat, başımda şiddetli bir ağrı vardı. Yattığım yerden doğrulup yorganı ayaklarımla ittikten sonra çıplak ayaklarım yerle buluştu. Ayaklandığımda bir an başım döndü, komodinin kenarına tutunarak düşmekten kıl payı kurtulduktan sonra odadan çıktım. Koridorda birkaç adım atmıştım ki, yanımdan hızla biri geçip gitmiş gibi hissettim, tüylerim diken diken olurken koridorun diğer ucuna baktım.
Kartal’ın odasının kapısı açıktı, bakışlarımı aralık duran kapıya çevirdim. Çıplak ayaklarım parkeye birkaç darbe daha indirdi, topuklarım ılık ılık sızlıyordu. Bir an için nabzım hızlandı, kalbimde bayatlamayan, biraz olsun çürümeyen tuhaf bir heyecan duygusu yine saklandığı o kara delikten çıkmıştı. Parmak uçlarımda yükselerek aralık duran kapıya yürüdüm, tüy kadar hafif adımlar atarken ayak sesimin değil de nabız sesimin beni ele vereceğini düşünmüştüm.
İçerisi karanlıktı ama aslında değildi. Ayın ışığı doğrudan tül perdeyi yarıp içeri girmişti. Yatağın üstü boş değildi. Ay ışığı, yatağın üstündeki bedeni aydınlatıyordu. Bu bir an için beni şaşkına çevirdi. Kartal yatağın üstündeydi, üzerinde dün gece bana verdiği, benim gibi koktuğu için rahatsız olduğunu vurguladığı kazak vardı ve yüzünü yastığa gömmüştü.
Uyuyordu.
Uyuyabilmişti.
Ve daha önce hiç görmediğim kadar huzurlu görünüyordu.
🎧: Owey, Can You Hear Me Now?