Gökyüzünün zemin ile buluştuğu çizgide idam edilir hayaller.
Ve insanlar bunun adına yeryüzü derler.
Yer yüzünü, ruh aşeren katiller.
Ve gün gelir, yemek için ikiye ayırdıkları yüzün yüzünden, sana ikiyüzlü derler.
Göğsümde bir bahar yağmuru yağsın isterdim. İlk damlası buz gibi, ikinci damlası serin, üçüncü damlası sıcak bir nefes gibi. Eğer kendimi bir şeye benzetmek zorunda bırakılsaydım, nisan yağmuruna benzetirdim. Buz gibi, serin, sıcak, ortası yok gibi. Benim adım Lavin, ismimin anlamı çığ, heyelan.
Neden isimlerimizin anlamı, kaderlerimizin tenini döven iğne olmak zorunda ki?
Ölü kül yere düştü. Botumun tabanıyla yere serdiğim külün üstünden geçip külü ezdim ve yok ettim. Boş bakışlarım hemen karşımdaki binadaydı, herkes derse girmişti. İfadesiz bakışlarım binadan ayrıldı, omzumun üstünden sol tarafıma baktım. Yağmur yeni dindiği için etraf ıslaktı, toprağın Kartal’ı anımsatan kokusunu alabiliyordum.
Uyu, Bal Gözlü.
Kaşlarım çatıldı. Bunun yalnızca bir rüya olduğunu biliyordum. Bunun yalnızca bir rüya olmasını diliyordum. Kuru bir öksürük boğazımı yaktı, elimin dış tarafıyla ağzımı kapatarak öksürürken otomatik cam kapının aralandığını gördüm. Emir, soğuk havaya rağmen üstü çıplak bir şekilde okulun içinden çıktı.
Sağ omzunun üstünde sarı bir tişört, tıpkı havlu gibi asılı duruyordu. Açık renk saçları terden koyulaşmıştı. Altındaki siyah eşofman kıçında o kadar eğreti duruyordu ki, bir an düşeceğini sandım.
“Sabah zehirleriniz hayır olsun, efendim,” diye dalga geçti Emir bana doğru yürürken.
Elimin tersiyle burnumu sildiğimde yüzünü buruşturdu, umursamadım ve sigaradan büyük bir duman daha aldım. Emir, hemen çaprazımda duran ağaca sırtını yasladı.
“Kartal derste mi?”
“Evet,” dedim kuru bir sesle. Duman yavaşça iki dudağımın arasından süzüldü, burun deliklerimden aşağı akan dumanla birbirine karıştı.
“Ve sen hâlâ bir bölüm seçmedin…”
“Hatırlatma şunu,” diye homurdandım, sigaranın külünü yavaşça silkip ona baktım. “Üşümüyor musun sen böyle?”
Kaşlarını kaldırdıktan sonra başını iki yana sallayarak, “Hayır,” dedi. “Neden üşüyeyim ki?”
“Çünkü hava soğuk, Emir?”
“Hava soğuk olabilir ama ben dans ettim, bedenim yanıyor.”
“Hasta olacaksın.”
“Neden annem gibi konuşuyorsun sen?”
“Annen böyle mi konuşur?”
“Her anne böyle konuşur kızım, seninki konuşmuyor mu sanki?”
Bıçağı yalayan dilim kan içinde kalmıştı sanki. Bakışlarım Emir’in yüzünde asılı kaldı ama gözlerimin gördüğü o değildi. Annem konuşmuyordu. Bunu ona söylesem planımıza bir darbe indirmiş olur muydum? Annemin konuşmadığını bilmesine gerek yoktu.
Annem susmuştu. Bir daha ağzını bıçak açmayacaktı. Onun ağzını açamayan o bıçak, benim ağzımı parçalıyordu.
Şimşeğin ışığı okulun bahçesini aydınlattığında, Emir’in gök rengindeki gözleri kısıldı. Bakışları benden ayrılmadı, yüzüme sabitlendi ama dudakları herhangi bir soruya bekçilik yapmak için aralanmadı. Bakışları yavaşça gökyüzüne kaydı, göğün çığlığı kulaklarımızı çınlattı. Sigaramın sarı izmaritini sıkıca kavradım, oturduğum hizadaki nemli betona sigaramın ucunu bastırdığımda küçük bir cızırtı sesi duyuldu. Bütün hıncımı bir izmaritten çıkarmak istiyor gibi bastırmaya devam ettim.
“Özür dilerim,” dedi Emir, beklemediğim bir anda. Bakışlarım, parmaklarımın arasında duran ezilmiş izmaritten ayrılmadı. “Fark etmemiştim.” Cevap veremedim.
“Başın sağ olsun.”
“Nasıl anladın?”
“Sessizliğinden. Yüzünü esir alan o birkaç saniyelik ifadeden.”
“Anladım.” Bakışlarım yavaşça izmaritten ayrıldı, akademinin otomatik kapısına baktım. Yağmur atıştırmaya başladı. “Sorun değil, alnımda yazmıyor sonuçta.”
“Yine de daha dikkatli konuşmayı öğrenmem gerek. Kimsenin alnında yazmıyor.” Sesi durgundu, göz ucuyla ona baktığımda hemen karşıdaki caddede ilerleyen araçlara baktığını gördüm. Birkaç yağmur damlası alnıma, burnumun ucuna ve saçlarıma çarptı. “Nasıl oldu diye sormayacağım.”
“Trafik kazası.”
Bu bir devlet sırrı değildi, olsun isterdim ama olaydan sonra gazetelerde kazanın boy boy fotoğraflarını görmek zorunda kalmıştım zaten. Hiçbir şeyin gizli kalmadığını, ben o gün anlamıştım.
“Tek miydi?” diye sordu Emir korka korka.
“Babam da vardı.” Emir’e baktım, yüzündeki ifade dondu. “Ben de vardım.” Cevap veremedi, bir an gülümseyeceğimi düşündüm ama yanaklarım sızlıyordu. “Artık sadece ben varım.”
Yağmur hızlanmadı ama sanki yağmur damlaları artık daha sert çarpıyordu tenime. Emir, bir süre konuşmadı.
Sonunda dudaklarını araladığında, “Kartal var,” demesini beklemiyordum.
Kartal mı vardı? Yoktu.
“Yağmur hızlanacak şimdi,” diye geçiştirdim oturduğum yerden kalkarken. “Tişörtünü giysen iyi olacak.”
Emir, bir şey söylemedi. Birlikte akademinin girişine yürümeye başladık. İçeri girdiğimizde koridordaki sessizlik beni rahatsız etmişti. Kafeteryanın olduğu kata çıkana kadar hiç konuşmadık. Kafeterya bomboştu, tezgâhın arkasında dikilen çocuk, elindeki beyaz havlu ile bardakları kurularken yüzü ifadesizdi. Kafamı kaldırıp camdan tavana baktım, yağmur yine üstümüze yağıyor gibi görünüyordu. Sanırım burayı sevmemdeki tek sebep bu camdan tavandı. Emir, çenesiyle armut koltukları işaret etti.
“Sen otur, ben içecek bir şeyler alayım. Ne içersin?”
“Sade tost ve bir fincan çay olabilir.”
“Sade mi?” Bana garip garip baktı. “Hani bunun sucuğu, ketçabı, mayonezi?”
“Üf Emir ya, sabah sabah mide bulantısısın.”
“Sabah sabah damak zevkin tarafından dehşete düşürüldüm.” Güldü, neşesi yerine gelmiş gibi görünüyordu. Sessizce koltuklardan birine ilerledim.
Emir, elinde üç tost ve iki fincan çay ile döndüğünde, üçüncü tostu kime yaptırdığını anlamaya çalışıyordum ama o, birinci tostunu yiyene kadar kimse üçüncü tosta dokunmamıştı ve sonrasında ben daha birinci tostumu bitirmemişken, Emir’in ikinci tostun yarısına geldiğini fark etmiştim. Tostumu bitirip fincanın içinde kalan çayın son yudumunu alırken kafeteryanın otomatik kapısı aralandı ve esen rüzgâr, devamında bir insan ordusunu önümüze sundu. Herkesin yüzünde yorgun argın bir ifade vardı ve çoğu ter içindeydi. Burnumun kemerini sıkarak kalabalığa baktığımda Emir yüksek sesli bir kahkaha attı. Ve o an, Emir’in attığı kahkahayla birlikte altın kahve gözlerin bizim olduğumuz masaya çevrildiğini fark ettim. Siyah saçları ıslaktı, beyaz teni yer yer kızarmıştı ve uzun kirpikleri bu açıdan daha gür, daha siyah görünüyordu. Kaşları ânında çatıldı, rahatsız olmuş bakışları doğrudan bize uzandı. Üstünde siyah sporcu tişörtü, altında siyah eşofman altı vardı. Sporcu tişörtünün açıkta bıraktığı göğsünün bir kısmındaki ve omuzlarındaki benler, beyaz teninin üstüne serpiştirilmiş gezegen ve yıldızlar gibiydi. Onu her gördüğümde, tenini gökyüzüne benzetmekten bıkmayacak mıydım?
Hemen arkasında İrem belirdi.
Ceyda, yorgun bir şekilde hemen yanımdaki armut koltuğun üstüne devrildi, ıslak saçları yüzüme çarpınca geri çekilerek ona baktım. “Ay pardon,” diye fısıldadı gülümseyerek. “Geberdim.”
İrem, Ceyda’nın yanına oturdu. Kartal ayakta bir süre yüzüme baktıktan sonra hemen karşımdaki boşluğa yerleşti ve bakışlarını benden ayırıp masaya dikti.
“Berra nerede?” diye sordu Emir arkasına bakıp kalabalığı kontrol ederek.
“Annesinin sergisi var yarın akşam,” dedi Ceyda. “Etkinlik için annesine yardımcı olacak. Of, ben bir kahve içeceğim ya…” Durdu. “Ha unutmadan, Berra’nın annesi hepimizi sergiye bekliyor ona göre. Yarın akşam, güzel bir organizasyon olacak.”
İrem, “Gelecek misiniz?” diye sordu Kartal’a bakarak. Kartal ona değil, masanın ortasında duran kül tablasına bakıyordu ve sanki dışarıdaki seslerin hiçbirini duymuyordu. İrem yavaşça masaya doğru uzandı, bakışlarını Kartal’ın yüzüne dikerek, “Kartal?” diye fısıldadı.
Kartal cevap vermedi. Bakışlarım İrem ve Kartal arasında tur bindiriyordu. İrem, elini uzattı ve Kartal’ın omzuna yavaşça dokundu, Kartal öyle hızlı bir şekilde İrem’in bileğini yakaladı ki, benim bile kalbimin hızlandığını hissettim. İrem korkuyla irkildi, bileğini geri çekmeye çalıştı ama Kartal, o bileği bırakmadı. Bir an masada bir gerginlik yaşandı, Kartal dikkatli bakışlarını İrem’in yüzüne sabitlemiş, kıza sanki bir suç işlemiş gibi bakıyordu.
“Sorun ne?” diye kekeledi İrem, bileğini geri çekmeye çalıştı ama Kartal bırakmadı.
Kızın canının acımasından korkarak, “Kartal,” dedim sakin bir sesle.
Kartal bakışlarını İrem’den çekmedi ama tutuşunu hafifletti, kızın bileğini yavaşça serbest bıraktı. İrem ürkmüş bir şekilde yerine geri oturduğunda, açık mavi gözlerine mürekkep gibi yayılan şaşkınlığı görebiliyordum.
“Bana aniden dokunma,” dedi Kartal buz gibi bir sesle. “Hoşlanmam.”
“Dalmıştın,” diye fısıldadı İrem mahcup olmuş bir şekilde. “Özür dilerim.”
“Daldıysam, çıkacağım zamana ben karar veririm.” Kartal, İrem’e ters ters baktı. “Çıkarmaya çalışma.”
İrem, gözlerini kaçırdı ama çok bozulduğunu görebiliyordum. Kartal, gergin bakışlarını tekrar masaya çevirdiğinde, Emir konuyu dağıtmak için derste yaşanan olaylardan birini anlatmaya başladı ama masa konudan o kadar uzaktı ki, kimse dinlemiyordu. Herkes gerilmişti, Emir’in de gerildiğini görebiliyordum ama yine de ortamı yumuşatmaya çalışıyordu.
“Bizim biraz işlerimiz var,” dedi Kartal aniden ayaklanarak.
Oturduğum yerden kalkmadan ona baktığımda sert bakışlar beni kavradı. Umursamadım, gözlerimi dikerek yüzüne bakmayı sürdürdüm.
Emir, “Nereye gidiyorsunuz ki?” diye sorduğunda, Kartal, “Kalkacak mısın?” diye sordu, sesinde uyarı vardı.
“Ne oluyor sana?” diye sordum.
Bana ruhsuz bir ifadeyle baktığında, ben de aynı ifadeyle ona karşılık verdim. “Kalk,” dedi sakin bir sesle.
“Bana bir şeyler buyurup durma,” derken bakışlarım onun yüzüne sabitlenmişti ve gözlerimde ona uzanan ucu yanık bıçaklar vardı.
“Kalk, Lavin.”
“Bunu bir soru cümlesine çevirirsen, kalkabilirim, Kartal.”
Emir, “Siz neden kavga ediyorsunuz ki şimdi?” diye sordu şaşkınca.
İkimiz de aynı anda, “Sen karışma!” diye hırladığımızda, hepsi bize bakıyordu ama biz birbirimize bakıyorduk.
Oturduğum yerden kalkıp kafeteryanın çıkışına yürürken Kartal umurumda değildi. Arkamdan geldiğini fark ettiğimde adımlarım daha da hızlandı ve koridora çıkıp, kalabalığa karıştım.
“Yavaşla,” dedi arkamdan yürürken. Yavaşlamadım. Beni aniden tutup kendine doğru çevirmesiyle irkildim ve sırtım duvara yaslandı. “Ne oluyor sana?” diye sorduğunda, sıcak nefesi yüzüme çarpıyordu, nefesinden süzülen sigara kokusunu alabiliyordum. Gözlerimi kaldırıp ona öfkeli bir ifadeyle baktım.
“Ne diye bana herkesin içinde emirler veriyorsun?”
Kartal, bir kolunu sırtımı dayadığım duvara uzatıp elini duvara yasladı ve bana doğru eğildi. Dışarıdan bizi bu şekilde görenler çok yanlış anlayabilirdi ama bu Kartal’ın hiç de umurunda gibi görünmüyordu.
“Ne yaptım ki?” diye sordu, sesi gergin olmasına rağmen bakışları çok sakindi. “Emirler vermedim sana.”
“Verdin. Bana evcil hayvanınmışım gibi davranma,” dedim tam gözlerinin içine bakarak. “Bir şey yapacağımız zaman, o şeyi yapmadan önce beni de bilgilendir. Yoksa seni yavaşlatırım.”
Kartal eğildi, yüzü yüzüme yakın olmaması gerektiği kadar yakındı. Kalbimin atışlarının yavaşladığını hissettim, bakışları yavaşça burnuma, oradan da çeneme doğru indi, nereye baktığını tam olarak anlayamasam da sanırım baktığı yer gerçekten çenemdi.
“Yapacağımız her şeyi yapmadan önce seni bilgilendirmeliyim öyle mi?” diye sorduğunda, nefesi çeneme çarptı, boynumda parçalandı.
“Evet,” dedim dikkatimi geri toplamaya çalışarak.
“Yani şu an seni öpecek olsam, seni öpeceğimden seni haberdar mı etmeliyim?”
Bakışları yavaşça dudaklarıma tırmandığında, duyduklarım karşısında şok olmuş bir şekilde onun gözlerini takip ediyordum. Gözleri sert bir şekilde gözlerime tırmandı ve kirpiklerini göz bebeklerime saplamak istiyormuş gibi büyük bir dikkatle gözlerimin içine baktı.
Cevap bekleyen gözlerinde davet vardı.
“Yine haddini aşıyorsun,” dedim gözlerinden gözlerimi çekmeden.
Kartal’ın bakışları gözlerimden ayrılmadı. Saplandı, orada asılı kaldı. Duvara dayadığı elini yumruk yaptığını hissettim, altın kahve gözlerinin içinde bir yoğunluk gördüm. Sanki sarı ve kahverengi birbirine karışıyordu. Bu görüntü, kahverengi kayalıklara ışıltısını veren güneş kristallerini hatırlatmıştı bana.
Geri çekilmek istedi ama çekilemedi sanki, bir an tam ortamızdan birbirimize dikilmişiz gibi hissettim, onu itemedim.
Aslında bu düşünce doğruydu, biz gerçekten birbirimize dikilmiştik.
Bir cinayet bizim hikâyemizi suluyordu.
Geleceği göremiyordum ama geçmiş orada duruyordu.
Kartal sertçe yutkunup yumruk yaptığı elini duvardan ayırdı. “Dün gece haşat ettiğin o kız,” dedi sabit bir sesle.
“Gökçe,” diye fısıldadım.
“Evet, o. Onunla iletişime geçtim, durumu iyi.” Bunu hiç de umursuyor gibi görünmüyordu, yine de içimi rahatlatmak istediğini anlamıştım. “Bu işlerin içinde olan büyük bir isimden bahsetti. Ve onu nerede bulabileceğimizi söyledi.”
“O kıza güvenmiyorum,” dedim.
Kartal, “Bak ben çok güveniyorum,” dedi sertçe. “Yine de bizi ele vermeyecek, bunu biliyorum.”
“Neden o kıza güvenmiyorum ama sana güveniyorum?” Bir an ikimiz de şok olmuş gibi birbirimize baktık, dudaklarım cümleyi, belki de bu soruyu bitirmiş olmama rağmen aralıklı kalmıştı.
Bir anahtar tek bir kilidi açabiliyorken, tek bir soruyla bir geleceği açmak mümkün müydü?
Bir kefeni, bir çarşaftan ayıran nefes almayı kesen bir beden değil miydi? Kartal ve ben bir çarşafın üstünde, ortamızda bir cesetle yatıyorduk; o zaman üstünde olduğumuz şey bir kefen miydi?
“Çünkü bana güvenmek zorundasın.” Altın kahve gözlere is gibi yayılan anlamı devrik cümlelerin harfleri birbirine girmişti. Geri çekildi, bana sırtını döndü ve birkaç saniye öyle durduktan sonra, “Geliyor musun?” diye sordu, sesi durgun bir suyun dibine çökmüş kum gibiydi. Ne hissettiğini anlayamadım.
Cevap vermedim, sadece yürüdüm. Yanından sıyrılıp geçtiğimde bakışlarının bana dokunduğunu hissettim ama ona bakmadım. Okuldan çıkmadan önce sınıflardan birine girip üstünü değiştirmişti. Arabaya binene kadar konuşmadık, hiçbir şeyi sorgulamadım, o da herhangi bir açıklamada bulunmadı. Arabanın ön camını yıkayan yağmur suyunu dağıtan silecekler durmadan aynı ritimle hareket ediyordu. Hava kapalıydı ama trafik açıktı ve araba biraz hızlı ilerliyordu.
Kartal’ın telefonu çalmaya başladığında arabayı biraz yavaşlattı, telefonu açıp kulağına götürürken bakışlarım omzumun üstünden ona doğru yöneldi.
“Söyle,” dedi. Bir eli hâlâ direksiyonda, gözü yoldaydı. “Burak, Yunus yeterince canımı sıktı, başlama. Anne olmaya bu kadar meraklıysan git bir çocuk yap, birader.”
Gözlerini havaya dikti, dişlerini sıktığında zayıf yanakları içeri çöktü ve elmacık kemikleri sert bir kavisle dışarı doğru vurgu kazandı. “Şu an kız yanımda,” dedi gergin bir sesle. “Sik sik konuşturma beni.”
Gözlerimi devirerek, “Şu an nasıl konuşuyorsun acaba?” diye homurdandığımda, göz ucuyla bana baktığını görür gibi oldum ama bu kez ben ona bakmadım.
“Kapatıyorum, kafamı sikme.”
Burak’ın vereceği cevabı beklemedi, telefonu kapatıp arka koltuğa fırlattı ve diğer elini de direksiyona koyup arabayı hızlandırdı.
“Bak şimdi sana kısa bir özet geçiyorum, Ölüm Çiçeği. Gideceğimiz yerde ona göre davranacaksın, tamam mı?”
“Lavin.”
“Hay…” Gözlerini devirip derin bir nefes aldı. “He tamam, Lavin.”
Cevap vermedim.
“Gideceğimiz yer şu âna kadar muhtemelen yalnızca filmlerde gördüğün yerlerden bile daha pislik bir yer.” Direksiyonu tutan ellerinden birinin işaret parmağını kaldırarak hafifçe direksiyona doğru vurdu. “Uyuşturucu ve kadın ticareti yapılıyor, sık sık polis baskınları oluyormuş. Oraya giren kadının yanında bir adam yoksa, kadının oradan elini kolunu sallayarak çıkması imkânsız gibi bir şey.” İnanamayan gözlerle ona baktığımda, “Hiç öyle bakma. Bu durum benim de hoşuma gitmiyor.” Derin bir nefes aldı. “Bazı kadınlar ne kadar savaşsa da, bu orospu çocukları yaşadığı, nefes aldığı sürece bu hayatı yaşamak zorunda kalıyor. Neden biliyor musun? Çünkü ekmek çaldığı için yargılanan çocuk ve karısına şiddet uygulayan orospu çocukları aynı cezayı alıyor.”
“Adalet?” dedim alay dolu gözlerle Kartal’a bakarken.
“Adalet mi?” Güldü, neşesizdi. “Adalet kasanın önünde çaldığı paraları sayıyor, güzelim.”
Haklıydı. Sadece gözlerinin içine bakarak bu haklılığa verdiğim onayı ona ifademle hissettirdim. “Diretmelerden nefret ettiğini biliyorum ama bu kez gittiğimiz yerde dikbaşlılık yapmamanı istiyorum, oraya bir amaç uğruna gittiğimizi unutma. Yanımdan ayrılmaman gerek.”
“Onlardan korkmuyorum.”
“Korkuyorsun demedim zaten,” diye homurdandı. “Sadece yanımdan ayrılmaman gerektiğini söylüyorum.”
“Niye?”
“Çünkü bir amaç uğruna harekete geçmişken seni koruyamam,” dedi tek seferde, hiç düşünmeden. “Zarar görmemen gerek, anladın mı?”
“Zarar görmeyeceğim,” diye fısıldadım. Şaşırmıştım ama bunu ona belli etmedim.
Ona, onun sorumluluğuymuşum gibi hissettirmek istemiyordum ama yine de babamın kurduğu cümlelerden birini tekrar başka bir ağızdan duyduğum için çok kısa bir süreliğine elimi ayağımı koyacak yer bulamamıştım.
Araba biraz daha hızlandı. “Ben yanındayken zarar göremezsin zaten.” Direksiyonu sıkıca kavradı. “Buna izin vermem.”
Gözlerimi ondan uzaklaştırırken paniğimi görmemesini diledim.
“Saat daha çok erken,” dedi Kartal. “Bu saatte gidersek o herifi orada bulmamız imkânsız.”
“Neden aceleyle çıkardın bizi o zaman?”
“O salaklardan sıkıldım,” dedi açıkça. “Boş boş konuşuyorlar.”
“Konuştukları şeyleri duymuyordun bile, Kartal. O kadar aramızda değildin.”
“Aramızda?” Tekrar bana baktığında, ben de ona baktım. “Sen sanıyor musun ki onların arasındaydın? Sen benden daha derinde, daha yalnızdın.”
Sustum. Sanki ellerim kan içindeydi ve elimde bir bezle kendi kanımla lekelediğim duvarları siliyordum. Sildikçe, kan daha çok yayılıyordu. Sildikçe, içimdeki ateş daha da harlanıyordu.
Araba büyük bir alışveriş merkezinin otoparkında durduğunda kafamı kaldırıp çevreme baktım. Otoparkın içi loş bir şekilde aydınlatılmıştı ve pahalı, lüks arabalar birbirlerini takip ederek düz bir çizgi şeklinde park hâlinde duruyordu. Kartal emniyet kemerini çözdü, dikiz aynasından arkaya baktıktan sonra, “Burada biraz vakit öldürelim,” dedi. “O gardıroptaki kıyafetler senin tarzın değil gibi. Kafana göre bir şeyler alabilirsin.”
“Boş para harcamanın lüzumu yok,” dedim emniyet kemerimi çözerken.
“Para benim param, harcamalar boş mu dolu mu ben karar veririm.”
“İyi, kendine al o zaman,” diye çemkirdim ters ters bakarak. “İstemiyorum ben bir şey.”
“Ya seni keçi ayında falan mı dünyaya getirdi annen?”
“Öküz ayında olmadığı kesin…”
Arabanın kapısını açıp kendimi dışarı attım. Kartal arkamdan bir şeyler dedi ama onu zerre umursamadım. Alışveriş merkezinin içi çok kalabalık değildi. Yürüyen merdivenlerin basamaklarından birine adım attığımda Kartal da adım attığım basamağa adım attı ve kollarımız birbirine sürtündü. En üst katta, tavandan aşağı sarkan sarı lambaların ışıkları tepemize serpiştirilmiş sim parçaları gibi parlıyordu. Kolu, kolumdan bir parçaymış gibi tenime sürtünürken, ona temas eden kolumun terlediğini fark edip kolumu onun kolundan uzaklaştırmaya çalıştım ama yanlış anlamasını da istemiyordum. Yürüyen merdivenin sonuna geldiğimizde bir an dengemi kaybedecek gibi olunca Kartal dirseğimin hemen altından beni kavrayıp asılarak çekti.
“Sakar mısın sen?”
“Değilim sakar falan,” diye söylendim kolumu onun elinden kurtararak. “Başım döndü.”
“Aç mısın diyeceğim de o Doldurulmuş Tavşan’la zıkkımlanmışsın. Tostunun çöpünü gördüm.”
“Bu hâlâ aç olmadığım anlamına gelmez,” diye homurdandım ve kollarımı göğsümün üstünde toplayarak alışveriş merkezinin içinde yürümeye başladım.
“Ne o?” diye seslendi arkamdan. “O Doldurulmuş Tavşan’layken iştahın mı açılıyor?”
Bir an kanımda yürüyen gerginliğin yoğunlaşıp kabaracağını ve beni alabora edeceğini düşündüm ama sakinliğimi korumak zorunda hissettim. Onu cevapsız bırakmanın onu daha çok sinir edeceğini bilmek bir an için beni tatmin etti.
“Sana diyorum,” dediğini duyar gibi oldum ama ortam gittikçe kalabalıklaştığı için onun sesini duymak artık eskisinden daha güçtü. Mağazalardan birinin önünde durduğumda, o da hemen kolumun hizasında durdu.
Mankenin üstündeki elbiseye dikkatle baktığımı fark etmem birkaç dakikama mâl olmuştu. Kırmızı, pililerinde dantel olan bu kalın askılı elbiseyi gören eğer o olmuş olsaydı, çoktan bu mağazaya kolumdan çekilerek sokulmuştum. Elbiseyi denemek için kabine giderken zıplayarak kahkaha atacağını biliyordum. Koyu renk dalgalı saçları oradan oraya savrulurken yüzünde geniş bir tebessüm olurdu, giydiği göğüs dekoltesi derin kazağın tenini açıkta bırakan kısmından tenindeki mücevherleri görürdüm.
Gökyüzünü tenine asan kızın kahkahası uzaydan duyulurdu.
Onun acısını her gün, her saat, her dakika, her saniye aynı şekilde hissedecek miydim? Onu düşünmediğim tek bir günüm olacak mıydı?
Vitrinin parlak aynasında bir çift altın kahve göz ile buluştu gözlerim. Yüzü kül rengindeydi, bakışları yansımadaki yüzüme, gözlerimdeki ifadesizliğe tutunmuştu. Yan yana duruyorduk, birbirimizin bedeninin sıcaklığı birbirimize çarpıyordu ama gözlerimiz bir cam parçasının tam ortasında buluşmayı tercih etmişti.
Konuşmadım, konuşamadım, konuşmadı, belki de konuşmak istemedi. İkimizin de ortak bir yarası vardı. Yaranın üstünde, açık kalan kısımdan içeri saplanmayı başarmış kör bir bıçak ikimizi de kanatıyordu. Yere damlayan kanımız, zeminde birbirine doğru sürünüyor, birbirine karışıyordu. İki farklı kan birbirine karışınca, oluşan şey bir zehirdi. Onun yokluğu bizi birleştirerek tek bir şırınganın içine sıkıştırmış bir zehir hâline getirmişti. Biz zehirdik, saplanacağımız damarın içinde bile birlikte ilerleyecektik. Birlikte bulaşacak, birlikte yok edecek, birlikte öldürecektik.
Biz birbirimize bir cinayet tarafından mecbur edilmiştik.
“Neden bu kadar erken olmak zorundaydı?” diye fısıldadım, aslında yalnızca dudaklarım kıpırdamıştı ama Kartal’ın bakışları yansımadaki dudaklarıma kaydığı an, ne fısıldadığımı gördüğünü gözlerindeki ifadeden görebildim.
Bir ifade ağlar mıydı? Ağlıyordu. Bir ifadesizlik ağlar mıydı? O da ağlıyordu. Bir adamın ruhsuzluğu, ifadesizliği ağlıyordu. Bir an Kartal hiç ummadığım bir şey yaptı, büyük elinin avucunu bileğimde hissettim. Tutuşu bu kez tehdit ya da zorlama içermiyordu, tutuşunda anlam veremediğim bir sıcaklık vardı. Avucunun içinde akan kanın sıcak baskısını, ılık akışını hissettim. Beni mağazaya doğru çekerken ona karşı koymadım, koyamadım. Acımın üstüne basmıştı. Mağazanın giriş kapısının tavanından saçlarıma sıcak bir rüzgâr akın etti, hemen ardından burnuma yanmış portakal kabuğu kokusu geldi.
Bize doğru yaklaşan çalışan kız önce Kartal’ın benim bileğimi kavramış olan eline, sonrasında da yüzümüze baktıktan sonra, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu.
“Vitrindeki kırmızı elbisenin bu kıza göre olan bedeni var mı?” diye sorarken bana değil çalışan kıza bakıyordu. Bu kıza. Bir şey diyemedim.
Gözleri kısık, bakışları anlatımdan yoksundu. Cenaze yeri bakışları, tabut sesiydi.
“Tabii,” dedi genç kız, üstünde mağazanın amblemini taşıyan koyu mavi bir tişört vardı. Yavaşça bizden uzaklaşıp askıları karıştırmaya başladı. Bileğim hâlâ Kartal’ın avucunun içindeydi.
Kartal bir an bileğimi daha sıkı kavradı ve bakışları donuklaştı. Profiline yansıyan donukluğu net bir şekilde görebiliyordum şu an. Avucuna batan nabzımın derime yaptığı baskıyı hissediyordum. Bu atan benim nabzım mıydı yoksa onun nabzı mıydı ayırt edemeyecek kadar karışmıştık.
“Ritmi,” dedi duyulmayacak kadar kısık bir sesle. “Nabzının ritmi.”
“Nabzımın ritmi?”
Kartal’ın bakışları omzunun üstünden yavaşça bana doğru kaydığında, sönmüş bir güneşe benzeyen kahverengi gözlerinde kendi yansımamı gördüm.
“Yıllar önce gitarımı elime ilk kez aldığımda çaldığım bir şarkıya benziyor.”
İrkildim, Kartal da irkilmişti ama renk vermeme konusunda daha profesyoneldi. Kız, elinde kırmızı elbisenin küçük bedeniyle geldiğinde, Kartal yavaşça bileğimi serbest bıraktı.
“Bunu dene,” dedi kızın elinden elbiseyi alıp bana uzatarak.
“İstemiyorum,” dedim bana uzattığı elbiseye kırık gözlerle bakarken. Bu elbiseyi kendi üzerimde değil, Kardelen’in üzerinde görmek istiyordum.
“Üzerinde görmek istiyorum.” Kartal, tam gözlerimin içine baktı. “İstemezsen almazsın. Sadece dene.”
Karşı koymak, reddetmek istedim ama gözlerindeki ifadede gördüğüm şey bu karşı koyuşa engel oldu. Bana uzattığı elbiseyi alırken gözlerimi onun gözlerinden uzaklaştırdım.
“Kabin ne tarafta?” diye sordum kıza doğru dönerek.
Kız, hemen çaprazımdaki perdeli bölmeleri gösterip, “Orada deneyebilirsiniz,” dedi samimi bir şekilde gülümseyerek.
Kızın gösterdiği perdeli kısma yürürken ayaklarımın altında dikenler, ayak bileklerimde ağır zincirler vardı sanki. Üzerimdekileri çıkarıp elbiseyi askısından çıkardım. Hemen kapanan perdenin karşısındaki duvarda bir ayna vardı, aynaya düşen yansımam ne kadar yorgunsa, elimde tuttuğum elbise o kadar canlıydı. Elbisenin arkasındaki fermuarı açtıktan sonra elbiseyi kafamdan geçirip sıkıntıyla iç geçirdim. Kanatlarımın belirgin bir şekilde dışarı kavislenmesini sağlayacak şekilde kollarımı kırıp arkaya doğru uzattığımda fermuara yetişemeyeceğimi fark edince, “Hayır,” diye homurdandım. “Klişeleşme, bunu başarabilirim.”
Aynadaki yansımamın gözlerinin içine bakarak kollarımı biraz daha geriye atmaya çalıştım, elbisenin ön tarafının patlayacak gibi gerildiğini fark edince duraksadım. Elbise, benim kül rengindeki tenimin üstünde o kadar ışıltılı görünüyordu ki, bir an kendimi sönmüş bir yıldız gibi hissettim. Işığımı kaybetmiş, yeryüzünün unutulmuş topraklarına arkamda izimi bırakarak düşmüş, uzayın boşluğunda bir kara deliğe girip sönmüş gibi hissettim.
Açık renk saçlarım göğsüme doğru aktı, fermuarı çekemediğim için arkamdaki kumaş parçası tuhaf duruyordu. Ellerimle önümdeki kumaşın üstünden geçerek onu parmaklarım yardımıyla ütüledim. “Sana daha çok yakışırdı,” diye fısıldadım beni duymasını umut ederek.
“Hâlâ giyemedin mi?” Bu sesin sahibi Kartal’dı, perdenin arkasındaki varlığını hissedebiliyordum.
“Görevli kızı çağırır mısın?” dedim aynadaki görüntümden gözlerimi çekmeden. “Fermuarı çekemedim.”
Perde bir anda açılınca tepki veremedim ama kalbim büyük bir hızla çarpmaya başladı. Kartal bana bakmadan doğrudan aynaya baktı, aynanın üstünde göz göze geldik, perde kapandı, kabinin içinde yalnızca ikimiz kaldık.
“Ne yapıyorsun?”
Kartal’ın eli birden çıplak belime dokundu ve buz gibi parmaklarının verdiği hisle birlikte belim ürperdi. Omurgamda derin bir sızı hissettim. Tam belimin altında, kalçamın üstünde başlayan fermuarı yakaladı, parmak boğumlarının dışında kalan sert eklemleri tenime sürtünmeye başladı. Kartal diğer elini saçlarıma yaklaştırdı, sırtıma gelen açık renk saçlarımı yavaşça omzuma, oradan da göğsüme doğru itti ve ensemi açıkta bıraktı.
Aynadan onu izliyordum, nefesimi tuttuğumu fark ettim ama tuttuğum nefesi dışarı bırakmadım, içime hapsettim. Buz gibi parmaklarının derisinin altındaki sert kemikleri hissediyordum. Yavaşça tenime sürtünüyordu ve Kartal’ın gözleri orada, omzumdan sırtıma akan melek kanadı dövmesindeydi. Gözlerini bile kırpmadan o dövmeye bakıyordu.
Fermuarın bitiş noktasına geldiğinde, parmaklarının soğuk baskısını dövmenin üstünde hissedince dudaklarım aralandı, tam onu ikaz edecektim ki, “Bunu yaptırırken o yanındaydı, değil mi?” diye sordu, sesi kısık, gözleri dövmenin üstünde dolaşırken oldukça durgundu.
“Evet,” diye fısıldadım. “Söylememiş miydim?”
“Onun hediyesi olduğunu söylemiştin,” dedi, hâlâ oraya bakıyordu. “Seninle onun hakkında konuşmuyoruz.”
“Konuşamıyoruz,” diye düzelttim, aynadan onun hareketlerini takip ediyordum.
İşaret parmağının ucu dövmenin üstünde duruyordu. “Öyle.”
“Evet.”
“Evet,” diye fısıldadı, parmağının ucu hafifçe hareket etti, dövmenin üstünde ilerledi, tam sırtımın ortasında durdu. Yutkundum.
“Bu dövmeyi yapan kişiyi öldürecekti,” dedim gözlerim yavaşça onun yansımasına dalıp, o yansımada başka şeyler görmeye başlarken. “Canım yanıyor diye çok sinirlenmişti.”
Kartal’ın gözleri dövmemden ayrıldı, yavaşça aynaya doğru döndü ve göz göze geldik. Dudakları düz bir çizgi şeklinde gerilmişti, bakışları duygularını ustalıkla gizliyordu, gözleri yine kısık bakıyordu ve ifadeden, anlatımdan, yaşanmışlıklardan oldukça uzak, her şeye yabancıydı.
“Canın çok yandı mı?” diye sordu. Bir an bu sorunun hangi anlamı altına alarak sorulduğunu kavrayamadım. İçimden bir his dövme için sorulduğuna inanmadığını vurguluyordu.
“Yandı,” diye mırıldandım.
Kartal’ın yüzündeki kül rengi ifade sarsıldı. Yavaşça ona doğru döndüğümde parmakları omzuma, oradan da koluma sürtündü ve eli yavaşça aşağı düştü. Kartal’a doğru bir adım attığımda sırtını çaprazımdaki duvara doğru yasladı ve başını eğmeden, yalnızca gözlerini indirerek bana baktı. Gözlerimi kaldırdım, başımı dikmedim ama öyle kararlı bir ifadeyle ona baktım ki, bir an gözlerindeki şaşkınlığın tadı dilimin ucuna bulaştı.
Elimi yavaşça kaldırıp eklemlerine dokundum ve yavaşça parmaklarımı hareketlendirip ilerleterek bileğine, oradan da dirseğine kadar çıkardım; kolunun iç tarafına dokunduğum an bedeni kasıldı.
Parmaklarım dövmesinin iç tarafında asılı durduğunda, gözlerimi gözlerinden çekmeden, “Senin?” diye sordum. “Senin canın da çok yandı mı?”
Önce sessiz kaldı. Tam gözlerimin içine depremlerden sağ çıkmış, yangınlarda yanmış ama ölmemiş gibi baktı.
“Yandı,” dediğinde sesinde onu yakan ateşi hissettim ve bu ateş aynı hızla benim vücuduma yayıldı; içime sinip, kalbime ulaştı.
Gözlerimizi bile kırpmadan birbirimizin gözlerinin içine baktık. Parmaklarım dövmenin üstünde hareketsiz kaldı. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, sanki eline ne geçerse göğsüme fırlatıyordu. Sanki kalbim bir atak, bir kriz geçiriyordu.
Kartal yavaşça yaslandığı duvardan ayrılıp bana yaklaştı ve aramızda yok denecek kadar az olan mesafe tamamen sıfırlandı. Dik tuttuğu keskin çenesi alnıma dokundu. Âdem elması hemen gözlerimin önünde, derisinin üstünde gerilip sert bir kavisle aşağıdan yukarı doğru hareket etti ve yavaşça tekrar aşağı kaydı. Boynundan gelen tıraş losyonu kokusuna karışmış teninin kokusunu ve biraz da sigara, alkol kokusunu alabiliyordum.
“Ben patlamış bir pencerenin tüm odaya saçılmış cam kırıkları gibiyim,” diye fısıldadı, sesinin sıcaklığı yüzüme yayıldı. “Ve sen o odanın içinde yalın ayaksın. İyi dinle, bu ilk ve son olacak.” Yavaşça yaklaştı, yanağı yanağıma sürtündü ve yüzlerimiz birbirinin tersine dönük şekilde yan yana geldi. “Attığın her adıma batıp, seni kanatacağım için şimdiden özür dilerim.”
“Bunun için seni suçlamam.”
Kartal, yavaşça uzaklaştı. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan ona bakarken aynı dikkatle onun da bana baktığını görebiliyordum.
“Emin olma,” dedi. “Sen benim tur bindirdiğim yolların henüz başında bile değilsin.”
“Sen pencerendeki tüm camları patlattıkları için onları suçluyor musun?” diye sorduğumda anlık afalladı.
Kalbi ile kaburgaları arasında çürümüş bir yer vardı. Yere yatırıp onu tekmeleyen hisse nasıl tahammül edebiliyordu? Sorduğum soru yüzündeki boşluğa bir şeyler döşeyemedi, sanki ona nasıl bir namlu doğrultursam doğrultayım, onu vurmam imkânsızdı. Sanki bir aynanın karşısına geçmişti ve ağzından oluk oluk akan kanı kolunun tersiyle silmiş, aynaya bakan ifadesiz gözlerinin etrafı çizgilerle dolmuş, ruhsuz bir şekilde sırıtmıştı.
Ama hayır, sadece gözlerimin içine bakıyordu.
“Elbise güzel oldu,” dedi elbiseye bir an olsun bakmadan. Konu onun için tam da bu noktada kapanmış olmalıydı. “Bence bunu al.”
Cevap vermedim. Kartal, gözlerini gözlerimden yavaşça koparıp elini ensesine götürdü. Ensesini ağır ağır kaşırken bana değil, üstümüze kapalı olan bordo rengindeki perdeye bakıyordu. Sonra durmadı, hiçbir şey söylemeden yanımdan geçip gitti, perdeyi kenara çekerek o aralıktan dışarı süzüldü ve perde tekrar kapanırken artık kabinde yalnızdım. Bir an, üstüme kapananın kabinin perdesi olduğunu değil de dünya olduğunu düşündüm.
Bu histen nefret ediyordum. Göğsümü daraltan, beni sıkıştıran bu histen nefret ediyordum.
Giyinip kabinden çıktığımda Kartal mağazanın kapısının önünde dikiliyor, çevresini izliyordu. Kabinden çıktığımın farkında bile değildi. Kolumun arasına koyduğum elbiseyi kıza uzattığımda kız elbisenin kenarındaki alarmı çıkarıp, “Ödemesi yapıldı,” dedi. Elbiseyi benden alarak paketlemek için götürdüğünde olduğum yerde dikilmiş, Kartal’ın sırtını izliyordum. Hareketsizdi, biraz sonra onun kalabalığa değil, tek bir noktaya baktığını fark ettim. Baktığı yerde hiçbir şey yoktu. Belki de baktığı yerde her şey vardı.
Kızın elime tutuşturduğu torbanın ipleri parmak boğumlarımı kesecek gibi sızlatıyordu. Birlikte kalabalığın içine karışıp yürümeye başladık. Kartal, bileğindeki saate baktıktan sonra bakışları omzunun üstünden bana kaydı ve “İki lokma bir şeyler zıkkımlanalım, sonra vakit bulamayabiliriz,” dedi.
Dalgın bakışlarım baktığı yöne doğru kaydı. “Ne yiyeceğiz?” diye sordum.
“Köfte yiyelim,” dediği anda yüzümü buruşturdum. Altın kahve bakışlar beni buldu. “Ne? Neden eline limon verilmiş, yanlışlıkla o limonu yalamış üç yaşındaki bebeler gibi bakıyorsun?”
“Köfte sevmem.”
“Mis gibi köfte, nesini sevmiyormuşsun?”
“Tavuk olur. Tavuk yerim.”
“Varoş bir miden var.”
“Kırmızı et değil beyaz et tercih ettiğim için mi?”
“Benimle polemiğe girme, açım, açken seninle uğraşamam,” diye homurdandı. “Ben köfte alacağım, sen ne alırsan al, istersen gir orada ye. En azından sana bakarken iştahım kapanmaz.”
“Ben de çok meraklı değilim senin gül cemalini izleyerek zıkkımlanmaya, Doktor.”
“Benden yakışıklısı cennette gılman.”
“Gılman ne be?”
Bana alaycı gözlerle baktı. “Gılman, bir nevi erkek huri.”
“Sen daha çok cehennem zebellahı gibisin.”
Kartal, dişlerini gösterip tuhaf bir surat şekline bürünerek bana baktı, gülüyor gibi görünüyordu ama gülmekten uzak bir hareketti bu yaptığı. “Yürü hadi, Zebaniye,” dedi tavuk restoranının önüne doğru ilerlemeden önce. “Bugünlük senin dediğin olsun bakalım.”
İçerisi çok kalabalık değildi ama hemen arkamızdaki masa doluydu. Kartal’ın bakışları menüde dolaşırken benim bakışlarım ona kilitlenmişti. Uzun kirpiklerinin aralıklarından gözlerinin rengini görebiliyordum, gözleri yavaşça hareket ediyor, yazıları ağır ağır okuyordu. Bakışlarımın farkında olmadığı belliydi. Neden onu inceliyordum bilmiyordum ama bu hâlini izlemek bana eğlenceli gelmişti. İki dirseğimi de masaya yasladım ve yüzümü avuçlarımın arasına alıp onu izlemeye kaldığım yerden devam ettim. Bir an gözlerini kaldırdı ve bakışları kısaca bana dokunup tekrar önündeki menüye döndü, ardından gözleri büyük bir hızla bir kez daha hareket edip tıpkı bir namlu gibi yukarı, yani yüzüme doğruldu.
“Ne bakıyorsun?” diye sordu düz bir sesle. Çenesiyle önümdeki menüyü işaret etti. “Seçsene yiyeceğin şeyi. Yoksa beni mi yiyeceksin?”
Yüzümü buruşturup menüyü açtım. Bu defa ben onun bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum ama inatla ona bakmıyordum. Sıra ondaydı, bu kez tüm dikkatiyle o bana bakıyordu.
“Kremantar iyi bir seçim olabilir,” dediğinde kafamı hafifçe kaldırıp ona baktım. O da dirseklerini masaya koymuş, iki elini birleştirerek bir yumruk hâline getirmiş ve çenesini de yumruğunun üstüne yerleştirmişti.
“Sabote etme. Kendim seçebilirim,” dedim.
Kartal’ın gözlerinde küçük bir memnuniyet yakalar gibi oldum. Dudakları yukarı kıvrılacak sandım ama bu olmadı.
“Seç bakalım.”
“Şey yiyeceğim ben…” Garson hemen yanımda dikildiğinden paniklemiştim.
Kartal imalı bir sesle, “Ney?” diye sorduğunda, kulaklarıma yürüyen şeyin ateş olduğunu hissettim.
“Barbekü soslu tavuk.”
“Güzel.” Ona kötü kötü baktım. Kartal sinsi bakışlarını yüzümden bir an olsun çekmedi. “Şefin Tavası,” dedi gözleri hâlâ bendeyken. “Ve Mozzarella Sticks. Sen ayrı olarak bir şey yiyecek misin?”
“Yok, sağ ol.”
“İçecek olarak ne alırsınız, efendim?” diye sordu genç garson, ikimizin anlamsız bakışmalarına bir anlam veremediği o kadar açıktı ki…
“Ben su alayım,” dedi Kartal. “Sen ne içeceksin?”
“Su, teşekkürler.”
Bir süre hiç konuşmadan yemek yedik. Her bir lokmayı o kadar ağır çiğniyordum ki, bir an hiç bitmeyecek, lokmamı hiç yutamayacağım sandım. Önümdekileri tamamen bitiremedim. Yediklerimin ağzıma kadar geldiğini hissedince sırtımı koltuğa yaslayarak tabaktan uzaklaştım. Gözleri kısaca yüzüme dokundu, yemeğini yerken bazen benimle göz göze geliyordu. Sonunda çatal ve bıçağını kenara bıraktıktan sonra, “Hesabı ödeyip geliyorum,” dedi bana bakmadan.
Sessizce başımı salladım.
Kartal hesabı ödeyip geldiğinde, hemen yanıma koyduğum torbayı aldım ve oturduğum yerden kalkıp restoranın çıkışına doğru yürüdüm. Gün, yavaşça akşama doğru devrilmeye başlamıştı. Adımlarım boş, bakışlarım cansızdı. Oyun salonunun önünden geçerken attığım adımlar sekteye uğradı. Bakışlarım yavaşça oyun salonunun içindeki kalabalığa kaydı. Oyun salonunun kapısındaki camda yansımam vardı.
Yansımam, yalnız değildi.
“Canım Bal!” diye bağırdı Kardelen, işaret parmağıyla içerideki kalabalığı göstererek. Yansımamız oyun salonunun cam kapısına devrilmişti. Uzun saçları göğüslerine doğru akıyordu, üstündeki mor kazağın kollarının uçlarını avuçlarının arasına almıştı. Az önce yediğimiz hamburger yüzünden dudağındaki rujun neredeyse tamamı silinmişti. “Girelim mi, ne olur? Ne olursun! Lütfen!”
“Ya orada ne işimiz var bizim?” diye homurdandım hoşnutsuz bakışlarımı oyun salonunun içinde gezdirirken.
“Bowling oynayalım mı? Lütfen, lütfen!”
“Ben bowling oynamayı bilmiyorum,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Sen biliyor musun?”
“Yoo ama abim çok güzel bowling oynar. Tüm labutları tekte devirir.”
Her seferinde abisini övebileceği bir konu bulabiliyordu.
Omzumun üstünden ona baktığımda, o da tıpkı küçük, yaramaz bir kız çocuğu gibi bakarak pis pis sırıttı. Gülünce yıldız rengindeki gözleri kısılıyordu.
“Bilmediğin bir şeyi nasıl oynamayı düşünüyorsun?” diye sordum gözlerimi devirerek.
“Abimi çağırırsak o bize öğretir!” Bir an, bu düşüncenin beni rahatsız ettiğini ona göstermek ister gibi ısrarcı gözlerle baktım ama anlayacağa benzemiyordu. Kardelen’in telefonunu çıkarıp abisini araması sadece iki dakika sürmüştü, iki dakika sonunda görüşme sonlandırıldığında Kartal Alaşan’ın işi olmasını dilesem de Kardelen, “Geliyor!” diye şakımıştı heyecanla. “Zaten yakınlardaymış.”
“Bir abin, bir de Rıza Baba ve ekibi gerçekten. Her an yakınlarda oluyorlar.”
Kardelen, bir çocuk gibi neşeyle oyun salonuna doğru koşarken gözlerimi devirerek arkasından baktım. İçeri girmediğimi görünce bir an durup omzunun üstünden bana baktı.
“Gelmiyor musun yoksa?” diye sordu dudaklarını bükerek.
Yanaklarımın içini aldığım nefesle doldurup, “Bükme dudağını, terasta bir sigara içip geliyorum. Sen gidip yer bul bize,” dediğimde başını sallayıp kasaya doğru yürümeye başladı.
Alışveriş merkezinin terasına doğru yürürken gergin hissediyordum. Topuklu botlarımın yere emanet ettiği seslere kulak kesilerek ânın yarattığı gerginliği daha az düşünmeye çalıştım. İnsanlarla çok fazla diyalog kuran biri değildim, her ne kadar işim gereği çok fazla insanla yüz göz olmak zorunda kalsam da insanlarla aramda her zaman bir duvar olmuştu. Yine de insanların varlıkları beni tedirgin etmez ya da germezdi ama Kartal öyle değildi. Altın kahverengi gözlerini bana dikip, ruhumu görüyormuş gibi bakmaya başladığında tüm ruhumu saran huzursuzluk hissinin hiç dinmeyeceğini düşünürdüm.
Bugün Kardelen ile güzel vakit geçirmiştik, birlikte sinemaya gitmiş, sıkıcı da olsa onunla izleyince keyif veren bir film izlemiş, yemek yemiştik. Bir kahve içip evlere dağılırız diye düşünüyorken, şimdi planımıza aniden dahil olan Kartal, henüz ortada yokken bile kanımdaki damarın akış hızını değiştirmeyi başarmıştı. Bir sigara yakıp sessizce içmeye başladığımda Kardelen’in kalbini kırmadan nasıl kaçabilirim diye düşünüyordum. Aslında abisinden rahatsız oluyor değildim, sadece adamın enerjisi tuhaftı, o etrafımdayken tetikleniyordum.
Bu kişi Kartal Alaşan’dı.
Dirseklerini tıpkı benim gibi korkuluğa yaslarken omzunun üstünden bana bakıp, “Kardelen nerede?” diye sordu, tok sesi kafamın içindeki çarkların dönmeye başlamasına neden oldu ve gözlerim gözlerine saplı şekilde bir müddet cevap vermeden ona baktım.
Tek kaşını kaldırırken dudağının arasına bir sigara dengeledi, sigaranın ucunu çakmağından fırlayan alevle yaktıktan sonra derin bir nefes aldı ve dumanı dışarı üflerken gözleri kısıldı.
“Beni duyabiliyor musun, Avukat Hanım?”
“Savcı,” diye düzeltip gözlerimi ondan hızla ayırdım ve önümdeki şehir manzarasına çevirdim. “Oyun salonunda.”
“Her defasında savcı diye düzeltecek misin?”
“Sen avukat demeyi bırakana kadar, evet,” dedikten sonra sigarayı korkuluğa bastırıp söndürdüm ve tam dönüyordum ki o da birden dönünce yüz yüze geldik.
Gözleri yüzümün tam ortasına saplandığında ve karanlığın gökyüzüne yayılışı gibi yayılarak tüm çehremi kapladığında bir adım geri çekildim.
“Savcı olduğun gün sana avukat demeyi bırakırım.”
“Henüz avukat olduğum da yok ama avukat diyorsun,” dedim, daha sonra bu konuşmanın saçma bir yere gittiği düşüncesiyle sırtımı ona dönüp metal çöp kovasına ilerledim. Söndürdüğüm sigara izmaritini çöpe atıp önüme dönmemle, onu tekrar hemen dibimde bulmam bir oldu. Kalbimde rahatsız bir hisle kaşlarımı çattım.
“Okulun bitmesine daha var mı?” Bu soruyu sorarken dudaklarının arasından usulca sızmaya başlayan sigara dumanı hemen aramızda yükseldi.
“Var,” dedim sadece.
Gözlerinde yeniden beni kapana kıstırıyormuş gibi hissettiren o ifadeyle uzun uzun gözlerimin içine baktı; yüzü ifadesizdi ama gözleri o kadar derin bakıyordu ki, birinin onun her şeyi görebileceğini düşünmemesi aptalca olurdu.
Bir şey söylemeden alışveriş merkezinin içine doğru yürümeye başladığımda hemen yanımda ilerliyordu. Oyun salonunun önüne gelene kadar hiç konuşmadık, oyun salonunun önüne geldiğimizdeyse cam kapıda duran yansıma ikimize aitti.
Kardelen bizi fark ettiğinde bize gülümsedi ve el salladı.
Yan yana duruyorduk, ona bakmıyordum ama kolu koluma değiyordu ve biliyordum, o da tıpkı benim gibi Kardelen’e gülümsüyordu.
Yüzümüzde silinmesi imkânsız bir tebessümle onu izlerken, o var olduğu sürece bu tebessümü bizden kimsenin çalamayacağını biliyordum.
Gökyüzünü tenine asan kızın kahkahası uzaydan duyuluyordu.
Kartal aniden omzuma dokununca anılar birdenbire parçalara ayrıldı.
“Gidiyoruz,” dedi tam gözlerimin içine bakarak. Sanki gözlerinin içinde bir tünel vardı, içeride ışık yoktu, o karanlık tünele girmiştim ama çıkışı bulamıyordum. Bakışlarımı onun tünellerinden uzaklaştırdım. Anılarda bir yerde hâlâ o gözlerden korkuyor olmalıydım.
“Gidelim,” diye fısıldadım.
Alışveriş merkezinin otoparkına indiğimizde adımlarım dondu.
“Ne oldu?” diye sorarak bana döndüğünde, gözlerim daldığı boşluktan sıyrılarak onun gözlerine savruldu.
“Bazen sana da ağır geliyor mu?” Sorum, bir an için kaşlarını çatmasına neden oldu. “Bazen senin de kalbin atmıyor gibi hissettiğin oluyor mu?” diye yeni bir soru daha sorduğumda bakışları bir kuyudan daha derin hâle geldi.
“Kalbinin atmadığını mı hissediyorsun?”
“Kalbi atan biri için fazla ölü hissediyorum,” dedim, neden birdenbire kendimi ona karşı bu kadar açık etmiştim bilmiyordum ama gözlerinde anlayışı görmek beni rahatlattı.
“Lavin,” dediğinde gözlerinin içine bakmaya devam ediyordum. Parmağını kaburgalarımın ortasına bastırmasıyla gözlerim irileşti. “Kalbin atıyor.”
Hayır, ağlamayacaktım. Bunu yapmak istemiyordum ama bir an, beni bu kadar anlaması canımı daha çok yaktı. Elimi kaldırıp, tıpkı bana yaptığı gibi onun iki kaburgasının arasına yerleştirerek bastırdığımda sertçe yutkundu. Kalbinin sıcak atışları parmak uçlarıma çarptı ama çok zayıftı. Kalbi, morga kaldırılmış ama ölmemiş bir bedenin kalbi gibi atıyordu.
“Onun kalbi neden atmıyor?”
Sorduğum soruyla beraber gözlerini yumdu. Uzun kirpiklerinin göz çukurlarına siyah bir yelpaze gibi yayıldığı ânı izledim.
“Kalbin çok narin ve kırılgan,” demesini beklemiyordum. Öyle miydi? Hiçbir zaman öyle olduğunu düşünmemiştim. Gözleri hâlâ kapalıyken, “Kalbin atıyor ama bırak herkes durdu sansın,” diye fısıldadı. “Kimseye açma. Kimseyi içeri alma.”
Parmağını kaburgama sürterek geri çekti, ben de elimi indirdiğimde gözlerini açtı ve birkaç saniye sessizce birbirimizi izledik. Kartal benden uzaklaştı, sırtını bana dönerek arabaya doğru yürümeye başladı. Diğer elimdeki torbayı daha sıkı kavradım ve arkasından yürümeye başladım. Arabaya binip, olduğumuz yerden çıkana kadar radyoda şarkı aradı ve yolu izledi. Benim olduğum tarafa bakmadı bile. Karanlık çoktan çökmüştü, yağmur yağmıyordu ama yollar ıslaktı, insanlar kapalı şemsiyelerini tıpkı bir baston gibi kullanarak büyük bir dinginlikle yollara serpiştirilmiş, öylece yürüyorlardı. Onları izlediğim sırada sokak lambalarının ışıkları içeri bir giriyor, bir çıkıyor, bizi bir karanlığın kollarına itiyor, bir aydınlıkla ödüllendiriyordu.
Kartal torpido gözünü açtığında, bakışlarım dövmeli parmaklarına kaydı. Siyah bir bere çıkarıp dikiz aynasına bakarak bereyi kafasına geçirdi, berenin diğer eşini de dizlerimin üstüne koydu.
“Bereyi tak,” dedi düz bir sesle, direksiyonu kırdı ve ara bir sokağa girdi. Sokak sakindi, sokak lambaları vardı ama sadece birkaç tanesi yanıyordu, ışık azaldığı için çevremi seçmek zorlaşmıştı. Siyah bereyi kafama geçirirken ön camdan akıp giden yolu izliyordum. Şişman, tekir bir kedi çöp tenekesinin içinden dışarı kafasını çıkardı, ardından çöp tenekesinin üstünde birkaç adım yürüdükten sonra yere atladı ve yoluna devam etti.
“Sesini çıkarmak bile yok, anlaştık mı?”
“Öf!” diye homurdandım. “Tamam.”
“Gerçekten huysuz bir kedi gibisin,” diye homurdandı Kartal.
“Şu an seninle laf dalaşına girmeyeceğim.”
“Akıllıca bir seçim. Çünkü ne zaman laf dalaşına girsen, üstüne toprak atıyorum, Avukat Hanım.”
Anılardan bana ulaşan sesini duymuşum gibi irkilerek ona baktım ama cevap vermedim.
“Savcı diye düzeltmeyecek misin?”
“Madem biliyorsun, ne diye avukat diyorsun ki?”
“Adının da Lavin olduğunu biliyorum ama Lavinia diyorum,” dedi umursamaz bir sesle.
Gözlerimi devirdim. Göz ucuyla bana baktığını görür gibi oldum ama çok uzun sürmedi, bakışlarını tekrar yola çevirdi ve araba gitgide yavaşlamaya başladı.
Varillerin içinde yanan ateşleri gördüğümde bakışlarım ateşlere kilitlendi. Yanan ateşin etrafını çeviren adamlar, ellerini varilden yükselen ateş ile ısıtıyordu. Kafalarında tıpkı bizim kafamızda olduğu gibi bereler vardı. Araba gittikçe daha da yavaşladı. Kartal arabayı kenara çekti, bir kaldırımın üstüne doğru çıkardı ve araba hafifçe yan yatıp durdu. Dikiz aynasından arkayı kontrol ettikten sonra emniyet kemerini çözüp, “Çık diyene kadar kımıldama,” diyerek arabadan indi.
Sonunda biri benim tarafımdaki kapıyı açtığında, omzumun üstünden ona baktım.
“Hadi in,” dedi, konuşurken ağzından soğuğun imzası olan beyaz buhar çıkıyordu.
Arabadan indiğimde kapıyı çarparak kapattı ve kilitledi. Kollarımı göğsümün üstünde toplayıp kendime sıkıca sarıldım, dışarısı buz gibiydi. Varillerin etrafında toplanan adamlar uzağımızda kalmıştı. Hemen sol tarafımda karanlık, dar bir sokak uzanıyordu. Sokağın başında büyük bir köpek uzanıyor, çevresini inceliyordu ama zararsız bir şeye benziyordu. Yağmurun ulaşamayacağı yerlere çiğ yağmıştı, neredeyse her yer ıslaktı.
Kartal dirseğimden nazikçe tutarak beni yavaşça çekip, “Bu taraftan,” dedi.
Karanlık, dar sokağa doğru yürümeye başladığımızda büyük köpek kafasını kaldırıp bize baktı, ardından yorgun bakışlarını bizden ayırarak kafasını tekrar büyük patisinin üstüne koydu. Sokağın sonunda iki ara vardı, büyük tuğla binalar terk edilmiş gibi görünüyordu. Eski yangın merdivenleri karanlıkta çok daha ürkütücü görünmüştü gözüme. Gözlerim çevreyi taradı, mini deri eteğini çekiştiren kadınla göz göze geldiğimizde bir an ne yapacağımı bilemedim. Soğuğa rağmen altında etekten başka hiçbir şey yoktu, yüksek topuklu ayakkabılarının takırtısı sokakta çınlıyordu.
Ağzındaki sakızı yere tükürdükten sonra, “Bu kılıkla olur mu be?” diye seslendi bana. “Aşkım, bu kılıkla olmaz. Para istiyorsan, soğuğu göze almak zorundasın.” Gözlerinde ima yoktu, aksine başka bir şey görmüştüm, yüzüne baktığımda Kartal beni kolumdan tutup kendine doğru çekerek, “Benimle,” dedi sertçe. “İş için gelmedi.”
“Aslanım benim!” dedi kadın sırıtarak. “Helal olsun, ne güzel kavradın. Çok dolandırma onu buralarda, eli yüzü düzgün, buralarda da cacığa hıyar olacak orospu çocuğu çok, biliyorsun.”
“Eyvallah,” dedi Kartal sırtımı göğsüne yaslayarak. Yakınlığı beni uyuşturdu. “Biliyorum, sıkıntı yok.”
Kadın bir süre öylece bize baktı, sonra rengini çözemediğim ama ifadesinin beni kavurduğuna yemin edebileceğim gözler bizden ayrıldı.
Biri karanlıktan, “Özlem!” diye bağırdı kükrer gibi. “Hadi, kırk saat seni mi bekleyeceğiz amına koyayım?”
Kadının yüzünde hafif bir korku belirdi, sonra genişçe gülümseyerek, “Ay geliyorum, kudurdunuz mu?” diye bağırdı, soluk, gerçekliğine inanmadığım bir kahkaha attıktan sonra diğer araya, ona seslenilen karanlığa doğru yürümeye başladı.
O karanlığa yürürken, onun gerçek bir karanlık tarafından çağırıldığını bilmek canımı yakmıştı.
Kartal beni bıraktıktan sonra, “Orospu çocukları,” diye hırladı. “Yürü, Lavin.”
“Ona zarar verecekler mi?” diye sordum göz ucuyla kadının kaybolduğu karanlığa bakarken.
Kartal beni çekerek, “Yürü,” dedi sadece.
“Kartal, ona zarar verecekler mi?” Yürüyorduk ama attığım her adımı bana attıran Kartal’dı. Sorduğum soruya asla cevap vermiyordu. “Kartal,” dedim tekrardan. “Kartal!”
Sertçe, “Adımı mı ezberliyorsun?” diyerek bana doğru döndüğünde, kalbim korkuyla kasıldı. Kartal, beni hemen tuğla binanın duvarına yasladıktan sonra bir elini duvara koydu. Bana çok yaklaşmadı, aramızda büyük sayılmayacak ama yakın da diyemeyeceğim bir mesafe vardı. “Ona yeterince zarar verilmiş. Görmedin mi?”
“Ona kötü bir şey yapa-”
“Ona adının söylendiği sayılı zamanlardan birine denk geldin, Lavin,” dedi hırlayarak. “Ona adıyla seslenmezler.”
“Ne?” diye sordum sessizce.
Kartal dişlerini sıkınca yüzündeki mezarlar derinleşti. “Ona adıyla seslenildiği zaman minnet duyan kadınlardan o,” dedi durgun bir sesle. “Sen bu ne demek bilmezsin, bilmene de izin vermem.”
Geri çekildi. Nasıl bir yere gelmiştik böyle? Gerçeklerle burun buruna gelmek, o gerçekleri duymaktan çok daha acıydı.
“Senden tek bir isteğim var,” dedi Kartal karanlıkta yürürken. “Sesini çıkarma ve yanımdan ayrılma.”
“Tamam,” diye kabullendim.
Müziğin sesi yavaşça sokağa yayılmaya başladı. Sanki yürüdükçe, hava daha da soğuyordu. Kartal pantolonunun cebinden sigara paketini çıkarıp dudaklarıyla kutunun içinden bir sigara çekti ve paketi tekrar cebine attı. Elleriyle montunun ön tarafını yokladı, ardından ceplerini yokladı ve çakmağını bulup çıkardı. Çakmağın alevinin sesiyle birlikte yukarı doğru sıçrayan kıvılcım, tüm duyularımın dikkat kesilmesine neden oldu.
Baş ve işaret parmaklarının arasına aldığı sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı ve gecenin karanlığına, zehirli beyaz dumanı yavaşça üfledi. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığı an âdem elması dışarı doğru vurgu kazandı. Yutkundu, âdem elmasının hareketi bir kez daha dikkatimi çekti. Boğazında kayan o çıkıntıdan gözlerimi çekmeye çalıştım.
Harabeden farksız olan mekânın önüne geldiğimizde, mekânın önünde dikilen adamlara baktım. Hiçbirinde güvenlik görevlisi tipi yoktu. Zaten bu mekânda da bir güvenlik görevlisi olacağına inanmamın imkânı yoktu. Adamlardan biriyle göz göze geldiğim an Kartal’ın eli yavaşça elime doğru kaydı ve elim, onun avucu tarafından mesken tutuldu. Elleri, tıpkı soğuk bir çelik gibiydi. Parmaklarımız birbirlerine makinenin dişlileri gibi girdi, tutundu, bağlandı.
Bir an kalbim hızlandı, mekân değişti, nefesim daraldı. Adamın gözleri gözlerimden ayrıldı, yavaşça aşağı doğru kaydı ve birbirine tutunan ellerimizin üstünde duraksadı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi gözlerini bizden çekip, karşısındaki adama çevirerek konuşmasına kaldığı yerden devam etmeye başladı.
Mekânın kapısı aralıklı duruyordu, Kartal elindeki sigarayı yere attıktan sonra kapıyı iterek açtı ve elimi daha sıkı kavradı. Bu bir uyarıydı. İçeri adım attığımız an karanlığı yaran tek ışığın bar tezgâhının arkasında, içkilerin sırtını verdiği duvarda yanan yeşil ışık olduğunu gördüm. İçerisi sigara dumanından görülmez hâldeydi. Masalara dağılmış insanların önlerinde kül tablaları vardı ve kül tablalarına asılı olan tek şey sigara değildi. Evet, tam şu an uyuşturucu batağının ortasında dikildiğimizi anlamamam imkânsızdı.
Kartal’ın soğuk parmakları benim parmaklarımı da buza çevirmişti. Yine de el eleyken daha sağlam adımlar attığımı fark ettim.
Derin bir nefes aldım, aldığım nefes ciğerlerime dağıldı. Kumral bir kadın, saçları seyrek bir adamın kucağında sürtüne sürtüne dans ederken, bir an o seyrek saçlı adamla göz göze geldim. Sapsarı dişlerini dışarı çıkararak bana pis, arsız bir güdüyle sırıttı. Yüzümü buruşturarak bakışlarımı ondan uzaklaştırdım ve bar tezgâhının önüne geldiğimizde bir elimi tezgâha koyarak duruşumu dikleştirdim.
Kartal, tezgâhın arkasında dikilen bıyığı terlememiş çocuğa, “Bana bak,” dedi düz bir sesle. Çocuğun bakışları yavaşça Kartal’a kaydı, önlüğün eteğiyle kuruladığı, temizliğinden şüphe duyduğum rakı kadehini tezgâhın üstüne bıraktıktan sonra dirseğini tezgâha yaslayarak, “Evet?” dedi sorar gibi.
“Baykuş’u nerede bulabilirim?”
“Her yerde bulabilirsin,” derken çocuk gülüyordu. “Sana ne lazım?”
“Amcık amcık konuşma, göt herif,” dedi Kartal dirseğini tıpkı barmen çocuk gibi tezgâha koyup, gözlerini çocuğa dikerek. “Adam gibi cevap ver, nerede?”
Çocuk irkildi, bakışları kısaca bana kaydıktan sonra çenesiyle arkamızda kalan masalardan birini işaret ederek, “Şu yeşil kazaklıyı görüyor musun?” diye sordu. Kartal yavaşça oraya doğru baktıktan sonra kafasını salladı. “Baykuş yokken buralar ondan sorulur. Baykuş’tan daha kıdemlidir. Karanfil diyorlar ona, Karanfil demediğin sürece istediğini alamazsın.”
“Bir çiçek ismi kullanarak uyuşturucu mu satıyor?” diye hırladığımda, Kartal’ın elimi tutan eli sıkılaştı.
Çocuğun gözleri tekrar bana döndü, beni kısaca inceledikten sonra, “Şeker de, peynir de, balık de ama sakın bir daha burada açıkça uyuşturucu deme,” dedi uyarı dolu bir sesle. “Güme gidersin, abla.”
“Yavaş,” dedi Kartal, çocuğa gözlerini dikerek. “Tamam, sen işine bak.”
Barmen çocuk hemen önüne döndü. Bu kadar küçük bir çocuğun bu saatte burada ne işi vardı merak ediyordum ama üstünde durmadım. Gözlerinde korku vardı, sanki yapmak istemediği bir işi ona zorla yaptırıyorlardı. Kartal, dudaklarını bereme sürterek kulağıma yaklaştığında, görenlerin bizi gerçekten iki sevgili sandığından adım gibi emindim, o yüzden renk vermemeye çalıştım.
“Şimdi şu Karanfil kod adlı pezevengin masasına gidiyoruz ve sen az önceki gibi bir patavatsızlık yapmıyorsun, anlaştık mı, Ölüm Çiçeği?”
Sertçe yutkunup ona sokuldum. “Keyfim bilir,” diye fısıldadım, nefesim onun boynuna çarpıp tekrar dudaklarıma dokundu ve Kartal’ın irkildiğini hissettim. Geri çekilip yüzüme bakmadan yürümeye başladı ama elimi de bırakmadı.
Yeşil kazaklı adamın üç numara kesilmiş saçlarının etrafından jiletle geçilmiş, tuhaf şekiller verilmişti. Masada tek değildi, sağ tarafında bir kadın, sol tarafında da yaşlı bir adam oturuyordu. Kül tablasında yanan, kalın bir şekilde sarılmış şeye baktığımda kaşlarım çatıldı ama ona doğru yürümeye devam ettim. Adam, ona doğru yürüdüğümüzü fark ettiğinde kafasını kaldırıp alıcı gözle ikimizi de inceledikten sonra tek kaşını kaldırdı ve oturduğu yerden hafifçe doğrulup dirseklerini masanın üzerine yerleştirdi.
Kartal, tek kelime etmeden adamın karşısındaki deri sandalyeye oturdu, ben de hemen yanına oturduğumda artık adamın iki kaşı da havadaydı.
“Müsaade ettiğimi hatırlamıyorum?” dedi adam sorar gibi ama sesinden eğlendiğini anlayabilmiştim.
“Müsaade isteyeceğimi sanmıyorum?” dedi Kartal bakışlarını doğrudan adama uzatırken. Gözlerine yansıyan ışıklar, onun gözlerinde yanan ateşin üstüne düşen ağaç dalları gibiydi. Ateşin daha kuvvetli yanmasını, daha fazla ışık ve ısı saçmasını sağlıyordu.
Adam masaya doğru uzanıp, dikkatli gözlerle Kartal’a bakarak, “Seni daha önce gördüm mü?” diye sordu, kaşları çatılmış. “Siman çok tanıdık geldi.”
“Bilmem. Beni daha önce gördün mü?” Kartal da tıpkı adam gibi masaya abandı, birbirlerine öyle dikkatli baktılar ki, bir an masada soğuk rüzgârlar esti. Yaşlı adam gri tellerine kar yağmış gibi duran beyaz sakallarını kaşıdı, sakalın hışırtısı masanın üstünde yuvarlanan tek sesti, müzik bir anda kesilmişti.
Adamın sağ tarafında oturan kadın yüzünde maske gibi duran ağır makyajına rağmen oldukça genç görünüyordu. Hatta benden bile küçük olabileceği düşüncesi karnıma ağrılar girmesine yol açtı.
“Tanıdık geliyorsun. Neden buradasın?”
“Neden burada olduğumu biliyorsun. Yanımda bir kadın var, ikinci bir kadına ihtiyaç duymuyorum. Yani kadın için gelmedim. Sence neden buradayım, Karanfil?”
Adamın kaşları biraz daha havalandı. “Güzel,” dedi. “Ne kullanıyorsun?”
“Ben kullanmıyorum,” dedi Kartal, sesi buz kırağıydı. “Ben ticaretini yapıyorum.”
Adam elini sakallarına götürüp kaşırken yüzünde memnuniyet dolu bir ifade belirdi. Bakışları kısaca bana dokundu, sonra tekrar Kartal’a döndü.
“Toplu mu alacaksın yani?” diye sordu.
“Evet ama paramı boşa harcamak istemem. Beni kazıklamayacağından emin olmam gerek,” dedi Kartal
“Ben kimseyi kazıklamam. Herkese ne fiyata veriyorsam, sana da o fiyata vereceğim.”
Elim terlemeye başlamıştı, Kartal’ın da parmak boğumlarında ılık bir ıslaklık vardı. Yine de elimi bırakmadı.
“Toplu alacağım, bunu göz önünde bulundurup bir indirim yapmalısın. En kıdemli sen misin? Nereden bileceğim beni kazıklamayacağını?”
Adam güldü, alaydan uzaktı, daha çok etkilenmiş gibiydi.
“Bu işlerin en kıdemlisine asla ulaşamazsın, biliyorsun değil mi?” diye sordu, gözleri parlıyordu. “O bir alt sınıfına verir, bir alt sınıfı da kendi bir alt sınıfına. Mal bize gelene kadar durmadan sınıf iner, hiçbir zaman çıkış noktasını, yani müdür odasını kimse bilmez. Sadece kıdemlinin elinden alan bir alt sınıfı bilir. Onu da bulabilmen imkânsız. Bize güvenmek zorundasın ama biz sana bir güvence vermek zorunda değiliz. Narkotik şubenin eli kolu uzundur, benim malımla yakalandığında benim de başım ağrır.”
Kartal, “Ben yakalanmam,” dedi kendinden emin bir sesle. “Varsayalım ki yakalandım, kimseyi ele vermem. Şu an buranın en kıdemlisi sen misin peki?”
“Çok soru soruyorsun, delikanlı,” dedi adam rahatsız olmuş gibi kaşlarını çatarak. Yanındaki yaşlı adama omzuyla vurdu. “İhtiyar, Melisa ve diğerleri hazır mı git bir kontrol et, Erdal Bey birazdan burada olur.”
Yaşlı adam hiçbir şey söylemeden oturduğu yerden kalktı. Karanfil denilen adam sağ kolunun altına genç kızı çekti ve kızı göğsüne yatırıp, kızın platin sarısına boyanmış saçlarını okşadı ama bu dokunuş hiçbir şekilde şefkat içermiyordu.
“En kıdemlimiz burada değil, eskiden buralarda takılırdı ama bu aralar baskın çok oluyor. Sevmez hır gürü, uğramıyor artık. Kimlik kontrolü falan yapıyorlar. Aslında hepsi burada dönen olayların farkında ama işte, kanıt olmayınca bir sikim de yapamıyorlar.”
“Baykuş’tan mı bahsediyorsun?”
“Hepimizi de biliyorsun sen ha, yoksa sivil polis misin?” dedi gülerek, kül tablasının üstüne bıraktığı kalın şeyi aldı ve dudaklarının arasına götürdü, bir duman aldı, gözlerindeki rahatlamayı gördüm. Dumanı kızın yüzüne doğru üflerken, sarışın kızın yüzünde buruk bir gülümseme vardı. “İçecek misin, sevgilim?”
“Dünya yeterince hızlı dönüyor şu an,” dedi kız, kelimeleri zor birleştirmişti. “Biraz dursam iyi olacak.”
“Bundan ne olacak? Çek içine.”
O kalın, sigara şeklinde sarılmış şeyi kıza uzattığında, kız başını ters yöne çevirerek, “İstemiyorum,” dedi. “Midem bulanıyor.”
“Aç lan ağzını!” diye bağırdı bir anda adam. Kartal’ın elini öyle sıkı kavradım ki, Kartal’ın yüzündeki bütün kaslar gerildi, çenesi kaskatı oldu. “Amına koyduğumun salağına bak, sana ağzını aç diyorsam açacaksın.”
Kartal, dişlerini sıktı. İçeri çöken yanağının etrafını saran sert kemiğin şeklini gördüm. Sarışın kızın gözlerinde korku büyüdü, bakışları kısaca bize doğru kaydı ve tam ağzını açacakken, “İçmek istemiyor,” dedim. “Midesi bulanıyormuş. Üstüne kusmasını istemezsin değil mi?”
“Ha?” dedi adam bana düz düz bakarak. “Ne dedin?”
“Sana diyorum ki, midesi bulanıyor. Zorla içirirsen, üstüne kusacak, bunu mu istiyorsun? Bence kusmuk kokmak istemezsin.”
Adam tek kaşını kaldırdı ve “Evet, istemem,” dedi. “Sen kullanıyor musun?”
“Evet,” dedim hiç düşünmeden. “Oradan biliyorum zaten. Midem bulanırken ben de içmem.” Başımı yavaşça Kartal’ın omzuna yasladım. “Kusmamdan hiç hoşlanmıyor, neden kusup geceyi berbat edeyim ki?”
Kız tam gözlerimin içine öyle büyük bir minnetle baktı ki, kalkıp onu kolundan tutmak ve buradan çıkarmak istedim. Adam arkaya doğru yaslanıp o şeyden bir duman daha aldı, elindeki şeyi kül tablasına bıraktıktan sonra kızı göğsüne doğru çekip saçlarının üstünü öptü, yine şefkat yoktu, midem bulanıyordu.
“Haklısın,” dedi gözleri iğrenç isteklerle parlarken. “İçmemesi benim için daha iyi. Kusmuk kokan bir ağzı si-”
“Konumuza dönelim,” diyerek böldü Kartal onu. Boynundaki damar atıyordu, o kadar sinirli görünüyordu ki, bir an kendini tutamayacağını düşündüm. Adama bakışında, ölümün cesedin üstüne düşürdüğü beyaz gölgeler vardı. “Şu an elinde bana verebileceğin bir adres var mı? Bildiğim kadarıyla toplu malla dolaşmıyorsun.”
“Polis olsaydın seni anlardım, farklı bir havan var, emin ol bütün polisleri tanıyorum. Yeni gelenleri, sivilleri, hepsini. Ve eğer bana oyun oynayarak benden bilgi sızdırmaya çalışıyor olsaydın, şu an nefes alıyor olmazdın.” Gülümsedi. “Şu an toplu satış yapamam, doğrusun. Toplu olarak Yarasa’dan alabilirsin.” Adam, Kartal’ın tam gözlerinin içine baktı. “Onu bulman zor olacak ama eğer çok büyük bir şeyler istiyorsan, büyük oynayacaksan ve yakalanmayacağın konusunda kendine güvenin tamsa, Yarasa tam sana göre biri. Ama bu işten kendi payımı alırım, haberin olsun. Sonuçta seni ona yönlendiren benim.”
Kızın saçlarını tutarak sertçe kavrayıp kaldırdığında, zavallı kızın yüzü acıyla buruştu. Nefesim kesildi, sanki biri beni saçlarımdan kavrıyormuş gibi hissettim. Kızın dudaklarına yapıştığı anda bakışlarımı hızla ondan uzaklaştırdım. Kızı öyle çirkin, öyle aç bir güdüyle öpüyordu ki, sakalları kızın tenine battıkça o hışırtıyı duyuyordum. Midem allak bullak olmuştu. Geri çekilirken öksürdü, bakışlarım yavaşça kıza kaydı, kız dudaklarını eliyle silmemek için zor duruyor gibi görünüyordu.
“Adın neydi?”
“Kartal.”
“Güzel mahlas bulmuşsun,” dedi adam.
Bir an gerçekten güleceğimi düşündüm. Kartal’ın yüzünde yaprak kıpırdamadı.
“Öyle.”
“Dediğim gibi Kartal, büyük oynayacaksan Yarasa senin dişine göre. Sana güzellik de yapar ama benim adımı vermeyi unutma. Selamımı da söyle. Bize de bir güzelliğin dokunsun, değil mi dostum?”
“İyiliğini gördüğüm kimsenin adını unutmam,” dedi Kartal. “Kötülüğünü gördüğüm kimsenin de yüzünü unutmam.”
“Sevdim. Böyle devam et.”
“Eyvallah.”
Adam boşta duran eliyle montunu yokladı, ardından elini montunun iç cebine attı ve bir kâğıt parçası çıkardı. Kâğıdı Kartal’a doğru uzattı.
“Şu numarayı ara, adımı ver, o seni yönlendirmesi gereken yerlere yönlendirir. Gerisi sana kalmış. Tıpkı adı gibidir, onu yalnızca geceleri bulabilirsin.”
Kartal kâğıdı alıp montunun iç cebine koyarken yeniden, “Eyvallah,” dedi.
Tam masadan kalkacağımız sırada, arkada bir gürültü yaşandı. Bir masanın yıkılma sesini, devamında kırılan bardakların sesi takip etti. “Orospu!” diye bağırdı adamın biri öfkeyle. Kızıl saçlı kadının saçlarını kökünden kavrayarak çektiğinde, kimse hiçbir şey yapmıyor, öylece olan biteni izliyordu. Kadın acı bir çığlık attı.
“Bırak beni!” diye bağırdı, gözleri yaşlarla dolmuştu. “Allahsız hayvan!” Adam durmadı, kadının saçlarını daha sıkı kavrayarak asıldı ve kadının yüzü ortaya serildi. Rimeli akmıştı, yanakları simsiyah şeritler tarafından çizilmişti, gözyaşları bu şeridi boyuyordu. Kanımda ayak izlerini bırakmaya başlayan dehşet duygusu damarlarımı zonklattı.
“Dolandırıcı orospu!” Kadının boğazını yakaladığını gördüm, beş parmağını kadının boğazına geçirdiğinde oturduğum yerden kalkacaktım ama Kartal elimi sıkıca tutarak beni oturmam için zorladı.
“Senin hayatını sikerim hayatını!” Diğer elini kaldırdı, tam kadının yüzüne geçirecekti ki, Kartal kalkmadı, Kartal resmen oturduğu koltuğun üstüne çıktı, elimi bir anlığına bıraktı ve koltuğun üstünden yere atladı. Bir an tüm gözlerin Kartal’a döndüğünü gördüm, oturduğum yerde kalbim ağzımda atıyordu. Adam tam tokadı kadının yüzüne geçirecekken, Kartal adamın ensesine yapışıp adamı geriye doğru sertçe çekti. Kartal’ın arkasındaki masa, bu patırtıya göğüs geremedi ve yıkıldı. Bir çığlık, feryat koptu. Kartal, adamı kendine doğru çevirdi ve dirseğiyle adamın yüzünün ortasına sertçe geçirdi. Birkaç kemiğin çatırtısı ve kanın fışkırırken çıkardığı o iç gıcıklayan ses, çığlıkların arasına karıştı, tıpkı bir kemik gibi gürültünün iskeletine kaynadı.
Kartal durmadı, adam daha aldığı darbenin ilkini atlatamamışken, Kartal adama dirseğiyle bir tane daha geçirdi. Montuna rağmen sıvadığı kollarındaki dövmeler, ışıkların altında deri değiştiren bir canavara benzemesine neden olmuştu. Adamın ağzından kan boşalmaya başladı ama Kartal durmadı, sanki biri onun fişini çekmişti, sanki biri onun düğmesine basmıştı.
Adamın yüzüne eklemlerini gererek sıkı bir yumruk daha attığında adam dengesini kaybetti, sırtüstü yere devrildi ve yerde kıvranmaya başladı. “Gavat!” diye bağırdı, dişlerinin arasından tıslamaya benzer bir ses dökülmüştü. “Bir kadına mı yetiyor lan gücün senin?”
“Karışmayın!” diye bağırdı Karanfil ayaklanan adamlara. “Hak etti. Bırakın alsın ağzının payını.”
“Sana ne?” diye homurdandı adam ağzından kanlar akarken. “Sen yanındakiyle ilgilensene, sana ne lan benim siktiğim orospudan?”
Kartal, adama doğru yürüdü. Küfretmedi, konuşmadı, ışıklar yüzüne çarpıyordu, eklemlerine bulaşan kanı gördüm, karanlıkta kanın rengi bile siyah duruyordu. Ayağını kaldırdı, dehşet verici bir hızla adamın çenesini tekmeledi. Botun çeneye çarparken çıkardığı ses, mekânın içinde çınladı. Adamın dişlerinin döküldüğüne, çenesinin kaydığına yemin edebilirdim. Karşı çıkmadım, bağırmadım, tepki dahi vermedim; hatta içimin soğuduğunu hissettim.
“Sizi domaltıp götünüze şişe soksak, siktiğimiz pezevenkten size ne diye savunabiliriz kendimizi değil mi sizi döverken?”
Adamlar ürkmüş gözlerle Kartal’a bakıyordu. Aslında üstüne çullansalar onu mahvetme potansiyelleri oldukça yüksekti. Hepsinin kafası bir dünyaydı, buradan sağ çıkmamız hemen hemen imkânsız gibi bir şeydi ama Karanfil buna engel olmuştu. Adam acılar içinde kıvranırken dışarıdan yükselen bağırış sesleri mekânın içine doldu, herkesin gözleri kapıya yöneldi.
Kartal’ın keskin gözleri hariç. O avına bakıyordu.
“Aynasızlar!” diye bağırdı biri. “Abi Aynasızlar geliyor!”
“Hassiktir!” diyerek kalktı Karanfil denen adam. “Sıçayım böyle işe! Nurgül, kızları toparla, aşağı inin, sesiniz çıkmasın!”
Sarışın kızı resmen itti. Sarışın kız telaşla bar tarafına doğru koşmaya başladığında, kül tablasında yanan şeyleri söndürmeye çalışan adamların eli ayağı birbirine girmişti.
“Yok edin lan kül tablalarını, parkeleri kaldırın aşağıdaki bölmelere koyup kapatın! Köpekler var mı yanlarında? Allah kahretsin!” Yerde yatan dayak yemiş adama baktı. “Kaldırın şu haşatı yerden, yok edin!” Adamlardan biri, Kartal’ın yere serdiği adamı kollarından tutarak sürümeye başladı ve çok geçmeden gözden kayboldu. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, kendimi rüyada gibi hissediyordum.
Kartal’ın bakışları direkt beni buldu, yavaşça bana doğru yürürken tek sakin davranan oydu, beni tutarak çekti ve “Polis,” dedi. “Serinkanlı ol.”
“Ne yapacağız?” diye fısıldadığımda duvar kenarına sinmiştik. Kül tablaları bir bir yok oluyordu, dışarıda bir karmaşa, bağırış çağırış vardı.
“Herkes kimliklerini çıkarsın!” diye bağırarak içeri giren genç komiser, rozetini çıkarıp havaya kaldırdı. “Allah belanızı versin be! Leş gibi esrar kokuyor burası!”
Birkaç polis memuru daha ellerinde silahlarla içeri girdi, dikkatli bakışları neredeyse her yüze dokunuyordu. Kartal omzunun üstünden sırtımızı verdiğimiz duvara baktı, gözlerinde perdesi yırtılmış tuhaf bir ifade belirdi. Boşta duran elini yavaşça duvara koydu ve hafifçe itti, duvarda kare şeklinde bir çizgi belirdi, biraz dikkatli baktığımda bunun küçük bir kapı olduğunu fark ettim. Kartal eliyle oraya baskı uyguladı. Bir an birinin montuma dokunduğunu hisseder gibi oldum ama dikkatimi veremedim. Göz ucuyla Kartal’a bakıyordum.
Yarattığı boşluğa dikkatle baktıktan sonra gözleri beni buldu. “Eğil,” diye fısıldadı. “Yavaşça çömel ve içeri gir.”
“Görürler,” diye fısıldadım.
“Dediğimi yap, Lavin.”
Kalabalık tek bir yerde toplanmamıştı, herkes dağınıktı, belki de bu yüzden şanslıydık. Yavaşça eğilirken kimsenin bana bakmadığını biliyordum; önümde dikilen uzun boylu, saçlarını ensesinden atkuyruğu şeklinde toplayan adam sayesinde görüş alanlarından çıkmıştım.
Kartal’ın aralık bıraktığı kare şeklindeki kapıdan içeri girmem gerekiyordu ama orada beni neyin beklediği konusunda hiçbir fikrim yoktu.
“Çok karanlık,” diye fısıldadım yavaşça içeri doğru kayarken. “Ve… Kokuyor.”
Biri tam kalçalarımdan tutarak beni içeri ittiğinde dizlerimin üstündeydim, çığlık atmamak için dudaklarımı kemirerek ileri doğru emekledim ve içeri biraz olsun sızan ışık da kesildi. Kare şeklindeki kapının kapandığını fark ettim, yavaşça kapıya doğru dönerken hâlâ dizlerimin üstündeydim ve yabancı bir nefes yüzüme çarptı.
“Sessiz ol, Lavinia,” diye fısıldadı Kartal. Yüzü yüzüme ne kadar yakındı da nefesinin sıcaklığı bu kadar büyük bir vurguyla dudaklarıma çarpıp, çenemi ateşe vermişti?
“Bu ne kadar iyi bir fikir?” diye sordum, karanlıkta hiçbir şey göremiyordum.
“Şu an bundan daha iyi bir fikrin var mı?” diye fısıldadığında geriye doğru gitmeye çalıştım ama alan oldukça dardı.
“Biraz uzaklaş,” diye fısıldarken sesim tedirgindi.
“Alan dar,” dedi bana biraz daha sokularak. Dizleri dizlerime değdiğinde, bedenim yay gibi gerildi. “Senin yanından başka gidebileceğim başka bir yer yok.”
Gözlerimi kıstım. “Bu içime girmeni gerektirmiyor değil mi?”
“Şu an içinde olsaydım, böyle konuşabiliyor olamazdın,” diye fısıldadı.
Kafamı şiddetle kaldırdığımda, alnım alnına sertçe çarptı ve acıyla inlememek için kendimi zor tuttum. Elim alnıma gitti, acıyla fısıldadım, Kartal sesini dahi çıkarmıyordu. “Koca kafalı!” diye homurdandım. “Düzgün konuş!”
“Her şeyi o şekilde anlayan sensin,” dedi. “İnsanın fikri neyse zikri de odur.”
“Tamam, Mevlâna,” diye söylendim.
“Bu Mevlâna’ya ait değil, bu bir atasözü.”
“Kafamı kırdın ya!”
Bir an dışarıda bir patırtı yaşandı. Sesleri tam olarak duyamıyordum. Kartal, avucunu ağzımın üstüne kapatıp, “Şşş,” diye fısıldadı, avucuna sinen sigara kokusu ciğerlerime dolarken, parmaklarındaki çelik soğuğu da dudaklarımı uyuşturdu. “Sessiz ol.”
Dudaklarımı aralamak istedim ama tıpkı bir örümcek ağı gibi dudaklarıma örülen kemikler tarafından sarılmış doku buna izin vermedi.
Sanki kurmak istediğim tüm cümleler, sesimi sırtlanmadan dışarı fırlamış, onun avuçlarına çarparak kemiklerine karışmıştı.
Benim kalbim defoluydu. Ruhum sökülmüş ve sönmüştü.
Karanlıkta, dudaklarım onun avucu tarafından örtülüp kelimelere susturulmuşken, gözlerimi yumup nefesimi tuttum.
Kalbimdeki kurumuş çiçeklere baharı yeniden getirmem imkânsızdı. Karanlıkta silik bir beden olarak burada dururken, aslında ışığın altında şu an olduğumdan daha silik olduğumu biliyordum.
“Karanlıktan korkuyor musun?” diye sordu.
Durdum. Bu sorunun cevabını düşündüm. Korkuyor muydum? Korktuğum zamanlar olmuştu. Odamın kapısının aralığından sızan ışığı izlerken babamın kapıyı tamamen açmasını beklediğim zamanları hatırlıyor gibiydim. Babamın bedeni önümde dikilirdi ve ışık bile babamın arkasında kalırdı. İçimde, çocukluğumu sakladığım o vitrin devrileli epey zaman olmuştu.
“Hayır,” dedim, canımın etrafında ateş yanıyordu ama o bunu göremezdi. “Korkmuyorum.”
Bir şey söylemedi. Kokusu çok yakındı. Parmak boğumlarında kanın kokusu vardı ama sigara kokusu kadar baskın değildi. Küçük bir çıt sesi duydum. Kapalı gözlerimin karanlığında bir nokta belirdi, kızıl noktayı gözlerim kapalı olmasına rağmen görebiliyordum. Ardından o noktanın ısısı yüzümü sardı.
Gözlerimi yavaşça açtığımda, ikimizin yüzünün ortasında çakmağın alevinin yandığını gördüm. Altın kahve gözleri tam şu an gece siyahı görünüyordu. Sanki gözlerinde iki siyah boşluk vardı. Hayır, o boşluğa ait değildi. Boşluk oydu.
Gözlerini yüzüme dikmişti. Kirpikleri yavaşça kısıldı, üst kirpikleri alt kirpiklerine hafifçe vurup geri çekildi. Kısık bakan gözler tekrar açıldı, dudakları hafif aralıklı duruyordu ve durgun bakışları ondan bir parça hâline gelmişti.
Sanki şu an bir labirentin içindeydim ve kafamı kaldırdığımda gökyüzünü görüyordum. Yıldızlar, ay ve güneş, hepsi oradaydı. Hepsi onun gözlerindeydi. Ama tuhaf olan, labirentin de o olduğunu düşünüyordum.
Avucunu yavaşça dudaklarımdan ayırırken, avucunun içi dudaklarıma sürtünerek çeneme doğru düştü. Elini geri çekti, çakmak hâlâ ortamızda yanıyordu.
“Sen neden böyle bakıyorsun?” diye sordu.
“Nasıl bakıyorum?”
Tam ağzını açacakken durdu, dudaklarını birbirine bastırıp sadece yüzüme baktı. Gözleri her ne kadar bana bakıyor gibi görünse de içi ölüme dikilmiş gibiydi. “Gözlerin ne renk senin?” diye sordu, konuyu değiştirmek istiyor gibi. “Hiçbir zaman gözlerinin rengini anlayamadım.”
Son cümlesi tuhaftı. Göz rengimi anlamaya mı çalışmıştı?
“Ela sanırım.”
“Yeşil de oluyordu ara sıra,” dedi.
Duraksayıp, “Doğru, nadiren oluyor,” diye mırıldandım. “Çoğu zaman sarı gibidir. Etrafımdakiler bal rengi olduğunu söylüyor.”
“Ela gözlerinde yeşil hareler,” dedi gözlerini benden ayırıp çakmağın ateşine dikerek. “Nazım sever misin?”
“Şiirle pek aram yoktur.”
Bir şey söylemedi. Çakmağın ateşi aniden sönünce irkilerek farkında olmadan ona sokuldum, aslında korkmamıştım ama aniden olduğu için bedenim tepki vermişti sanırım.
“Şiirle arası olmayan biri için fazla şiir gibi bakıyorsun,” dedi karanlığın içinde. Kafamı kaldırıp karanlığa baktım, karanlıkta yüzü vardı. “Yanlış anlama. Demek istediğim, bakışların düz gibi dursa da aslında ifadelerin görebilen biri için çok açık.”
Kuruyan dudaklarımı yalayıp, “Yanlış anlamadım,” diye fısıldadım. “Ne zaman çıkacağız buradan?
“Şu an çoğu gözaltına alınacak. Dışarıda sesler kesildi ama yine de birkaç dakika daha burada beklesek iyi olacak.” Kartal, çakmağı bir kez daha çaktı, ateş ortamızda büyüdü ve köşeye geçip yavaşça oturdum, dizlerim üstünde çok durduğum için sızlamaya başlamıştı. Bacaklarımı karnıma doğru çektim. Kartal da bir eliyle yerden güç alarak hemen karşıma aynı şekilde oturup, sırtını duvara yaslayıp dizlerini kırdı.
“Daha nerelere gireceğiz bakalım,” diye homurdandım kollarımı bacaklarımın etrafına sarıp, çenemi dizime yaslayarak. Berem alnıma doğru düşmüştü ama umursamadım.
“Daha yeni başladık, biliyorsun değil mi?”
Ona baktım, gözlerinde yakıcı bir gerçekle bana bakıyordu. İçimde kanaması durmayan, yarasından sürekli irin akan bir yer vardı. Kartal’ın gözlerine baktığımda, biri o irinli yaraya bıçağın ucunu sokup, yarayı karıştırıyor, oyuyor gibi hissediyordum.
“Biliyorum.” Sesimde bir kabulleniş vardı. Bir süre boşluk gibi büyüyen bir sessizlik içinde birbirimizin gözlerini izledik.
“Korkuyor musun?”
“Hayır,” diye mırıldandım.
“Neden sana baktığımda korkuları olan küçük bir kız çocuğu görüyorum?” diye sordu. Bunu kesinlikle beni sinir etmek için söylememişti, çok dürüst olduğunu kelimelerinde yâd ettiği vurgudan anlayabilmiştim.
“Öyle olmadığımı bildiğini biliyorum. Aksi takdirde bu iş için yanında olmamı istemezdin.”
“Ben kendime güveniyorum, Lavin,” dedi Kartal bir an olsun düşünmeden. Sesi donuktu. “Ben herkesten uzaklaşıyordum. Fiziksel değil.”
“Artık uzaklaşmıyor musun yani?”
Gözlerini öfkeyle kapattı, bir an anlam veremesem de gözlerini açtığında orada öfkeyle yanan ateşin, tıpkı kozasından saçılmış lav gibi donup taşlaştığını gördüm. “Uzaklaşacak kimsem kalmadı. Yeni yeni fark ediyorum.”
Bazen tek bir cümlesiyle saatin karnında dönüp duran yelkovanı dondurup, akrebi taşa çevirebiliyordu sanki. Soğuktan buz kesen parmaklarımı avuçlarımın içine yatırdım, tırnaklarımı hafifçe avuç içlerime batırdım.
Ne zaman aynada kendime baksam, içinden atamadığı geçmişi kendi elleriyle öldüren ama öldürdüğü o geçmişin mezarını her gün ziyaret etmeden gözüne uyku girmeyen bir silüet görüyordum.
Ama Kartal’a baktığımda gördüğüm, orada duran mezar başında ziyarete gelmiş bir silüet değildi. Sanki her şeyin kıyısında duruyordu. Parçası hâline geldiği kalabalık dışında, hemen dibinde duran boşluğu da görebiliyordu.
Çakmaktaki ateş üç kez söndü, Kartal o ateşi iki kez yaktı. Sonunda o nefes gibi muhtaç olduğum sessizlik, bir hançer gibi omurgama saplandı ve “Aslında çok acınası bir hâldeyiz ama çaktırmıyoruz,” diye itiraf ettim.
“Ne kadar kazanırsak kazanalım, tüm zaferlerimizin zemini bir kaybediş,” dedi.
Durdum. Karanlık yavaşça yayıldı, ateş bir daha yanmadı. Doğruydu. Bunu daha önce kendime defalarca söylemiştim. Ne kadar kazanırsak kazanalım, onu kaybetmiştik ve kazandığımız tüm zaferlerin nedeni onu kaybettiğimiz içindi.
İçim sızladı.
Sanki içimi alıp götürseler bile bu sızı hep benimle kalacaktı.
“Gitmişlerdir,” dedi Kartal soluk bir sesle. Yavaşça doğrulduğunu fark ettim. Dar bir alanda olduğumuz için yine emeklemek zorunda kalacaktık. Küçük bir ışık yavaşça olduğumuz ortama uzandığında, Kartal’ın duvar gibi duran kapağı kaldırdığını fark ettim. Mekânın içi bomboştu, Kartal yavaşça dışarı çıktıktan sonra omzunun üzerinden mekânın diğer ucuna baktı ve elini bana uzattı. Bana uzanan eline birkaç saniye baktım.
Elini tutup oradan çıktığımda, Kartal, “Toz olsak iyi olacak,” dedi boştaki eliyle boynunu kaşıyarak. Elimi yavaşça bıraktı. “Bu gecelik bu kadar.”
Mekândan çıktığımızda, çok değil biraz önce yağmur yağdığını fark etmem çok da uzun sürmemişti. Kaldırımlar az önce de ıslaktı ama bu kadar değildi. Üstelik Kartal’ın kokusuna benzeyen koku her yeri etkisi altına almıştı. Yağmurdan sonra yükselen ıslak toprak kokusu… Bu kokuyla aynı evi paylaşıyordum.
Çevreme bakındım, sokak bomboştu. Yangın merdivenlerinde beyaz bir yavru kedi patisini yalayıp yüzüne sürüyordu, bizi fark edince durup dikkatle izlemeye başladı. Kartal duraksayınca ben de duraksadım ve ona doğru döndüm.
“Artık buradan çıkalım,” dedim huzursuz bir sesle.
Kartal bana doğru bir adım attı. İki elini kaldırdığında, ben de gözlerimi kaldırmış ona bakıyordum. Gözlerinin rengi gecenin içinde kaybolmuştu, sanki iki siyah cübbeli gardiyan onun üst kirpiklerine oturmuş, ellerindeki kılıçları alt kirpiklerine uzatarak onun gözlerini hapsin arka tarafında bırakıyordu.
Elleri yavaşça öne doğru kayan bereme dokundu, bereyi yavaşça arkaya doğru çekti ve alnım ortaya serildi. Bakışları kısaca alnıma dokundu, kirpikleri birbirinin üstüne binmeden hemen önce gözleri gözlerime doğru kaydı ve beremi tamamen düzelttikten sonra ellerini yavaşça geri çekti.
“Gidelim,” dedi rahat bir sesle.
💫
Zihnim, içi kan dolu bir küvet gibiydi.
Kan, küvetin beyaz mermer taşlarına çarpıyor, mermerin üstünde kan lekeleri bırakıyordu ama bu o kadar kısa sürüyordu ki, kan geri çekildiği an mermer tekrar beyaza bulanıyordu.
Ben en büyük kötülüğü kendime yapıyordum.
Karanlık odanın üstüne yerleştirilmiş beyaz tavana bakarken, sırtım yatağın rahat yüzeyinin şeklini almıştı. Ayağımdaki botları çıkarmamıştım ama ayaklarım yatağın dışında kalıyordu. Üstümdeki montu, kafamdaki bereyi de çıkarmamıştım.
Zihnimin içindeki küveti dolduran kan, bir kez daha dalgalandı, beyaz mermer taşlarına vurdu. Son sürat anılarıma koşarken, küvetin dibine kafa üstü çakıldım. Kan, önce yüzümü yaladı, ardından saçlarımı ıslattı ve yavaşça kanın içine gömüldüm.
Kalbim, bir piyano tuşu muydu? Tuşa bastırıp, kalp atışlarımın esaslı çığlığını duymak isterdim. Ama bu tuşa basıp duran şeyin elleri, benim ellerime benzemiyordu.
Gecenin karanlığı, üstüne devrildiği güneşin ışığını söndürmüş, tüm seslerin sesini sonuna kadar açmıştı. Bu gece onu öldüren bir şeyin yuvasını bulmuştum, o yuvaya misafir olmuştum, o yuvayı yapan insanlarla yüz göz olmuştum.
Bu bir ihanet değildi, bu bir savaştı ama neden kalbim ihanet ediyormuş gibi hissediyordum?
Kafamı yavaşça sağ tarafıma döndürdüm, cam kapalıydı ama perde aralık duruyor, sokak lambasının ışığı yavaşça içeri süzülüyordu. Yanağımı yatağın yüzeyine bastırarak, çatık kaşlar, kısık gözlerle sızan ışığı izlemeye başladım. Nabzım zayıftı, kalbim çarpıyor muydu? Kartal’ın kadehinin seslerini duyabiliyordum. Yine içmeye başlamıştı.
Elim yavaşça cebime gittiğinde, elime küçük bir paket geldi. Kaşlarım daha da çatılırken o paketi avuçladım ve cebimden çıkardım. Avucumun tamamını kaplıyordu. Poşeti havaya kaldırdım, bakışlarım yavaşça önüme döndü ve gözlerimi pakete çevirdim. Şeffaf bir paketti, içi görünüyordu. İçinde rengârenk haplar vardı.
Elimde tuttuğum renkler, ölümün renkleriydi…
Zihnim, geceyi başa sardı. Polislerin mekânı bastığı zaman birinin montuma dokunduğunu hissetmiştim. Bunu yapan Karanfil’di. Korku ânında bunu yapmış olmalıydı. Yavaşça doğrulup kalktım ve bağdaş kurarak oturup, elimdeki şeffaf poşetin içine yerleştirilmiş renkli hapları izlemeye başladım.
Kardelen’e bundan mı vermişlerdi? Kardelen ne hissetmişti? Canı yanmış mıydı? Bir an elimdeki şeye bakarken, karanlık perdeler düşlerimin üstüne çekildi ve ışıksızlık zihnimi yerle bir etti.
Kalbim atmayı özlemişti. Bir ayna olup onu yansıtmayı özlemiştim.
Dışarıda yağmur atıştırmaya başlamıştı. Sokak lambalarının içeri uzattığı ışık zemine devrilmişti ve yağmur damlalarının gölgeleri zemine devrilen ışığın üstünde hareket ediyordu.
Bir yılanın derisini değiştirdiği gibi kalbimdeki koruyucu zarı değiştirmek, hasar gören zarı arkamda bırakarak yola devam etmek istiyordum. Artık yeni bir koruyucu zara ihtiyacım yoktu. Çünkü korumuyordu.
Şeffaf paketi açtım. Acısını paylaşmak istediğim geçmişin elleri boğazıma yapışmıştı. Hisler bir bir göğsümü sobeliyordu. Ayaklarımın altında hissettiklerim yapış yapıştı ve kayıyordu, sanki düşüncelerim gitgide daha sıvı bir hâl alıyor, kan gibi göğsümden aşağı, karnıma dökülüyordu.
Avucumu açtım, avucumdaki çizgiler belirgindi, yağmurun gölgeleri avuç içimi süslüyordu. Şeffaf poşetin içindeki hapları avucuma boşaltmaya başladığımda, bakışlarım boş, bastırdığım güç alev alevdi. Bir süre avucumun içine düzensiz bir şekilde dağılan hapları izledim.
“Ne kadar düzensiz,” diye mırıldandım hapları izlerken. “Tıpkı benim gibi darmaduman duruyorsunuz.”
Sanki geçmiş bir canavardı, oradaydı, boynumu parçalayacaktı. Kudretli varlığını hissediyordum, savunmasızdım, boyun eğecek miydim? Eğmek istemiyordum. Kafamda var olan tüm seçenekleri avuçlarımla, parmaklarımı batıra batıra, tırnaklarımla deşe deşe parçalamak istiyordum.
Elimde tuttuklarımın bir cinayet silahı olduğunu biliyordum. Bunu bilmek, kendi cinayetime susamama neden oluyordu. Sadece bir kez onun gibi hissetme isteğim, bir kez daha doğamayacak olmamı bilmemle çarpışıyor, tüm gerçekler yere ölü bir şekilde serilerek son damlalarına dek kanıyordu.
“Biliyor musun? Kimsemi çaldınız benden. Almadınız, çaldınız. Kendi ayaklarıyla gelseydi size, o zaman size hırsız diyemezdim. Siz hırsızsınız. Kimsemi çaldınız.”
Öfkem durgundu ama oradaydı. Yanıyordu ama cayır cayır değildi. Sönmüyordu ama yakmıyordu da. Yaktığı tek şey bendim. Her yeri ateşe vermek istedim. Eğer bir yangın çıkacak, yakacaksın her yeri ama yanacaksın deseler, kendimi ateşe verip yangın yerine dalardım, bunu hissediyordum, hissetmiyor biliyordum, bilmiyor istiyordum.
Tek bir tanesini dilimin üstüne koysam, çözülse yavaşça, onu yutsam, parçalasam damağımda, onun cesedinin tadı gelir miydi ağzıma?
Onun ölümünü kendime sapladığım günden beri kendimi bir cinayetle yok edeceğimi biliyordum.
Bir süre cebime kaderimmiş gibi konan bu hapları izledim. Kadeh seslerini duyuyordum. Kartal, durmadan dolduruyordu kadehini, durmadan içiyordu. Uyuşturuyordu kendini. Acısını susturmaya çalışırken, zihnini karıştırıyordu. Bense dipdiri acımla buradaydım.
Bir an düşündüm, sadece bir an için avucumdaki şeyleri ağzımın içine atmayı ve tek seferde yutmayı düşündüm. Psikolojim buna müsaitti, ne yaşadığını bilmeyi isteyen tarafım, içimin topraklarını kazıyordu.
Gidiyorum ölüm kadar serin,
Mezar kadar derin,
Biliyorum.
Sönmüyor, yanıyor senin de gözlerin.
Göğe yükselmiş,
Yeryüzüne ruhum yağıyor.
Son kez bakamıyorum,
Ben sana insanlar tarafından kör edildim.
Bana ne getirdin?
Ellerin acıyor.
Bana ne getirdin?
Ellerin kanıyor.
Çocukluğumla göz göze geliyoruz,
Soruyorum ona, ruhum yeryüzüne yağıyor.
Bana çocukluğumuzdan ne getirdin?
Ben tabut değil, onu çağırıyordum.
Hapları avuçlarımın içinde ezdim.
“Sana çocukluğumuzdan anılar getirdim, zehir değil,” diye fısıldadım. “Gökyüzünü bağrında taşıyan, gülüşü uzaydan duyulan kız.”
Avuçlarımda ezilen hapları hemen karşımdaki duvara hızla savurdum. Ellerimi yüzüme kapattım, ağlamayacaktım, sırası değildi. Tırnaklarım farkında olmadan alnıma saplandı.
Gözlerimi sıkıca kapattım çünkü acıya verecek bir damla gözyaşım bile yoktu. Kalmamıştı.
Bir duş almak benim için iyi olacaktı. Düşünceler kir gibi akmayacaktı ama en azından gevşeyecektim. Duştan çıktığımda üstümde yalnızca gri bir tayt, askılı beyaz bir tişört vardı. Islak saçlarımın uçlarından damlayan su, omuzlarımı ıslatıyordu. Bakışlarım koridorun sonundaki salona kaydı, elektrikli şömine yanıyordu. Tek ışık, şöminenin ışığıydı.
Parmak uçlarımda yükselerek küçük adımlarla koridorun sonuna, salona doğru yürüdüm. Kartal’ın yalnızca kafasını ve tekli koltuğun kenarından sarkan elini görebiliyordum. Elinde bir kadeh vardı, kadehin dibinde parlayan viski kayarak kadehin ucuna kadar gelmişti çünkü kadeh neredeyse yan yatmıştı. Bir şişe yere devrilmiş, diğer şişe ateşe göğüs geriyor gibi ayaktaydı ama neredeyse yarısı içilmişti.
Sehpanın üstündeki kül tablasının içinde yanan sigaranın dumanı yavaşça yukarı doğru kıvrılıyordu. Yağan yağmurun sesi, elektronik şömineden yükselen çatırtılara karışmıştı. Odanın içi sıcak olsa da ölüm kadar soğuktu sanki. Ürperdim.
İçinde olduğumuz kuyu o kadar derindi ki, ışık içeri ulaşamıyordu. O kuyunun dibinde yaşamaya başladığımdan beri, ölen bedenimi örtecek bir tabuta, saracak bir kefene ihtiyaç duymuyordum. Onun da duymadığını biliyordum.
“Uyudun mu?” diye fısıldadım. Karanfil denen adamın yaptığı şeyi anlatmayı planlıyordum ama bir yanım şu an hiç sırası olmadığını söylüyordu. Kartal’ın kadehi tutan parmaklarının hareketini gördüm, eklemleri kasıldı. Eklemlerinin üstünden geçen damarlar belirgindi, o damarların içinde akan kanın baskısını görebiliyordum.
“Uyumadın.”
Kartal yavaşça doğrulup kalktığında, çıplak sırtını görmeyi beklemiyordum. Koltuğun önünden çekildiği an gözlerim belindeki yanık izine kaydı. Gözlerimi o izden uzaklaştırdım ve sırtına çevirdim. Kaslı bir sırtı vardı. Kartal yavaş adımlarla içki şişelerini muhafaza ettiği küçük bara yürüdü, eğilip kapağı açtığında bir süre hareket etmeden kapağını açtığı dolabın içine baktı.
Kafasını kaldırıp geriye doğru atarak tavana baktıktan sonra, “Bitmiş,” dedi. “Mutfakta bir şişe daha olması gerekiyor.”
“Çok fazla içmişsin. Biraz uyumalısın.”
Kartal, hiçbir şey söylemedi. Bir süre sırtı bana dönük şekilde öylece orada dikildikten sonra ayağıyla kapağa vurdu, kapak çarparak kapandığında kalbim yerinden oynamıştı. Bana doğru döndü. Ateş arkasında kaldığı için yüzü karanlıkla buluştu. Gözlerini göremiyordum ama bana baktığını biliyordum. Hiçbir şey söylemeden bana doğru yürümeye başladı, adımları yavaş, sert ve kararlıydı. Neredeyse dibime geldiğinde artık yüzünü görebiliyordum. Ağlamamıştı ama gözlerinin altı kıpkırmızıydı, bunun çok içtiğinden olduğunu biliyordum. Kızarıklığın altında duran mor, siyah halkaları görebiliyordum. Ona bunu emanet eden de uykusuzluğuydu.
Bakışları bir süre yüzümün surlarında, elinde ucu sivri bir bıçakla, tehditkâr adımlar atarak gezindi. Yanımdan geçip giderken gözleri benden ayrıldı, karanlık koridora dikildi. Çıplak omzu omzuma sürttü ve Kartal öylece geçip gitti.
Arkasından gittim. Mutfağın ışığını yakmadı, rahatsız olabileceği düşüncesiyle ben de yakmadım. Dolaptan bir içki şişesi çıkardı, elindeki şişeyi pencere kenarındaki mutfak masasının hemen ortasına koydu, masanın pencereyle karşı karşıya olan tarafındaki sandalyeyi çekip oturdu. İçki şişesinin kapağını açtı ve kapağı mutfağın bir köşesine gelişigüzel fırlattı. Kartal dudaklarını şişenin ağzına yaslayıp kafasına diktiğinde sessizdim. Gölgesi mutfak duvarına yansıyordu.
Şişeyi dudaklarından uzaklaştırdı ve masanın üstüne koyup, “Beni mi takip ediyorsun, Ölüm Çiçeği?” diye sordu, sesi gecenin pusunu taşıyan zinciri kırık bir salıncak gibiydi.
Omzumu yavaşça mutfağın kapısının kenarına yasladım ve “Uyumayacak mısın?” diye sordum.
Yorgundu, bunu görebiliyordum. Kafasını toplayamıyordu, bunu da görüyordum. Uyumak istiyordu, bu zaten ortadaydı.
“Uyumayacağım,” dedi Kartal. “Uykuya ihtiyacım yok.”
Ellerini masanın üstüne koydu, kafasını ellerinin üstüne yerleştirip gerçekliğe gözlerini yumdu. Durdum. Sırtı gerilmişti, bir süre öylece ellerinin üstünde yattı. Mutfaktaki saatin tik taklarını duyabiliyordum. O kadar sessizdik ki, saat sanki beynimin içinde çıkarıyordu o tok sesi. Yağmur daha hızlı yağmaya başladığında yağmurun camdan kayan gölgeleri de Kartal’ın yüzüne, omuzlarına dökülmeye başlamıştı.
“Uykuya ihtiyacın var.”
Sanki ikimizin de uykusu çiviye takılmış, sökülmeye başlamıştı.
“Susmuyor, Lavin. Susmuyor.”
“Susmayacak,” diye fısıldadım. “Boşuna tıkamaya çalışma kulağını, duyacaksın.”
Zaman bizden izin almıyordu, almayacaktı. Tam ona doğru bir adım atacakken, Kartal kafasını aniden kaldırdı ve kolunu sertçe savurdu, içki şişesi yere devrildi, içki şişesiyle birlikte masanın üstündeki vazo da yere düşmüş, parçalara ayrılmıştı. Vazonun içindeki su yavaşça yere akarken, içki suya karıştı, birbirlerine tutundular ve bir oldular; cam kırıklarının içindeki çiçeğin yapraklarına sindiler.
Kartal, öfkeyle yerinden kalktı, tezgâha doğru yürürken ellerini saçlarına götürdü ve kafasını iki avucunun arasına alıp sıktı, geri bıraktı, kolları yavaşça yanlara düştü ve kafasını hafifçe yukarı dikerek göz ucuyla tavana baktı.
“Geçmiyor anasını sikeyim, geçmiyor!” diye bağırdı bir anda, bağırırken boynundaki tüm damarlar kabarmıştı. “Uyutmuyor.”
Çıplak ayaklarımla yavaşça ona yaklaştığım sırada dimdik duruyordu. Elimi koluna koyduğumda irkildi ama geri çekilmedi. Damarları, haritaların üstündeki kalın nehirlere benziyordu.
“Biraz fazla kaçırmışsın,” diye fısıldadım. “Duşa girsen iyi olacak.”
Kartal kolunu elimin altından çekip, “Ben senin çocuğun değilim, benimle ilgilenme,” dedi hırıltılı bir sesle.
Sıyrılıp yanımdan geçtiğinde öylece orada kalakaldım. Kartal, mutfaktan çıktı. Odasına girdiğini, odasının kapısını çarparak kapattığında anladım.
Bir süre olduğum yerde öylece bekledim. Daha sonra dolaptan bir su bardağı çıkarıp içini suyla doldurdum. Elimde su dolu bardakla mutfaktan çıkıp Kartal’ın odasının önünde durdum, elimi yumruk yapıp kapıyı hafifçe tıklattım.
Kafamın içindeki savaş bitmemişti ama köşede kan revan içinde yatan bendim ve şimdilik kılıç kaldıracak hâlim de kalmamıştı.
Cevap vermeyince, kapının kulpunu tutup çevirdim, kapı hafifçe aralandığında, zemine devrilmiş sokak lambasının ışığı ayaklarıma uzandı. Kartal uzanıyordu, bir eli kolunun altındaydı ve pazusu şişmiş, pazusunun üstündeki dövmenin altında atan damar belirginleşmişti. Gözleri tavandaydı, altında siyah bir kot vardı, ayakları da çıplaktı. Yarattığım aralıktan içeri sızdım, elimdeki su bardağını yatağın kenarındaki komodinin üstüne bıraktım.
Tam sırtımı dönecekken, “Lavin,” dedi, sesi durgundu.
“Evet?”
Gözlerini tavandan ayırmadı.
“Hiç.”
“İyi geceler,” diye mırıldandım.
Tam bir adım atacakken, “Değil,” dedi. “Yalan atma.”
Verecek cevap bulamadım.
“Lavin,” dedi tekrardan.
“Seni dinliyorum.”
“Uyuyamıyorum,” diye fısıldadı.
“Biliyorum.”
“Uyumak için gözlerim birbirine sarılıyor ama beynim bütün sesleri duyuyor. Çok boktan bir durum,” dedi. “Sikeyim böyle işi ben.”
Cevap veremedim. Susmadı.
Tekrar, “Lavin,” dediğinde, sesi artık daha pürüzlüydü.
“Kartal?”
“Ona çok mu sarıldın?”
İçimde çığlık çığlığa bir acıyla, “Neden?” diye sordum.
“Sadece onun kokusu uykumu getirirdi,” dedi gözlerini tavandan ayırmadan. “Sen etrafımda dolaşırken uykum geliyor benim.”
Bakışları tıpkı yağmur gibi yağarak beni buldu.
“Çok mu sindi sana?”
Gözlerimin içine öyle bir baktı ki, sorusundan çok bakışları yaktı canımı. Birlikte bir uçurumdan aşağı düşüyorduk da ben düşüşümüzü gözlerinden izliyordum sanki. Nereye gidersek gidelim, onu kaybettiğimiz yere, yolun başına dönmek zorundaymışız gibi baktık birbirimize.
Kartal yavaşça yana kaydı, yatakta sırtını bana döndü ve derin bir nefes aldı.
“Bu gece kalsana.”
Hiçbir şey söylemedim. Sadece sırtımı Kartal’a dönerek yatağın kenarına oturdum, elimdeki bardağı komodinin üstüne bıraktım. Bir süre duvara baktıktan sonra yavaşça yatağa doğru devrildim ve ben de tıpkı onun bana sırtını döndüğü gibi sırtım ona dönük şekilde yanına yattım.
Çıplak ayaklarının tabanları, çıplak ayaklarımın tabanlarına temas ettiğinde, gözlerim karşıdaki duvarın üstünde akan yağmur gölgelerinde geziniyordu.
Uyku çiviye takılıp, sökülmeye başlamıştı. Şimdi sökülen o ilmikler ikimizin ellerindeydi, ikimiz de sessizce ne yapacağımızı bilemez şekilde birbirimizi izliyorduk.
Gözlerimi yumdum, onun da gözlerini yumduğunu hissettim.
Uyuyacaktık, biliyordum. Aynı anda derin bir nefes aldığımızda, gök bir kez daha gürledi.
Gökyüzünü tenine asan kızın kahkahası, kalbimizde çınlıyordu.
🎧: Demon Hunter, Fear Is Not My Guide