Hiç istemediğin bir şeye evet demenin, çok istediğin bir şeye evet demekten daha kolay olduğunu öğrenmiştim. Öğrenerek büyüyordum. Gelişimini usulca tamamlayan ama suyu emdikçe, ona emek vereni üzmemek için ölmek pahasına büyüyen o çiçekten beni ayıran şey, bana emek veren birinin olmamasıydı. Bu, Evren’i tanıyana dek böyleydi.
Derimin altına ilahi bir güç tarafından yerleştirilmiş, gelişimi benim yaşadıklarım sonucunda tamamlanmış bir ruhun, beni içimden kıran, kırık bir ruhun sahibiydim. İnsanlar bana baktığında, toz pembe yalanlar görebilirdi ama benim içimde kanın en açık rengini anımsatan gül kurusu renginde gerçekler vardı. Saçlarımı kulağımın arkasına iter, beni geri geri iten rüzgârın üzerine yürürken gözlerimdeki yaşları hiç gizlemezdim ama insanlar bana bakınca rüzgâra meydan okuyan o güçlü kızı değil, gözyaşlarını yanaklarından akıtan o hassas kızı görürdü.
Oysa ben, içinde olduğum kabuğun tamamı değildim. Ben, kabuğun altında sakladıklarımdım. Ben, rüzgârın içinden geçerken ağlayan kız değildim. Ben, rüzgârı iterek ona meydan okuyan kızdım.
Gecenin renkleri, Evren’in yeşil gözlerinde binlerce parçalanmış histi ama hiçbiri benim için değildi. Beni altına alan gökyüzü o hislerdi, bulutlar o gökyüzünün ciğerlerindeki lekeler gibiydi. Söylediklerini anlamlandırmak ister gibi ona bakakaldım. Orada, binlerce hissin olduğu ama hiçbirinin bana ait olmadığı gözlerinde gördüklerim o kadar farklıydı ki…
Barlas ve onun arasında ne tür bir ip olabilirdi ve nasıl bir sebep, beni o ipin üzerindeki cambaz olmaya itebilirdi?
Donuk suratımdaki ifadeleri ondan gizleyemedim, her duygu tıpkı yüzüme yapışmış o donukluk gibi soğuktu ve buzlarla çevrelenmişti. “Ne dediğinin farkında mısın?” diye sordum, kekelemiştim ama o an için bu çok önemli değildi. Kekelemem son derece normal geliyordu bana.
“Evet, gayet,” dedi, sorduğum soruyu garipsemiş gibi bakıyordu bana.
“Beni neden tanımadığın bir adamın hayatına sokmak isteyesin ki?” diye sordum karman çorman olmuş bir sesle. Onun Barlas’a olan bakışları, Kıvılcım’ın Barlas’ı gördüğünde yüzünün aldığı renk… İfadeler… Bakışmalar… Yapbozun birbirinden ayrılmış binlerce parçası avuçlarımda duruyordu ve ben önümdeki tabloyu, parmak uçlarıma düşen yapbozları tek tek inceleyerek yerlerine koyup, tamamlamaya çalışıyordum. Onun konuşmasına izin vermeden, “Onu tanıyorsun…” dedim, kendi kendime konuşmuş gibi göründüğüme emindim çünkü öyleydi.
Evren, buna cevap vermedi.
Yalnızca gözlerimin içine bakıyordu.
Oysa Barlas’ın ne onu ne Kıvılcım’ı ne de Yavuz’u tanımadığına emindim. Barlas, eğer onları tanısaydı, onun da bakışları onlar gibi olmaz mıydı? Barlas’ın bu kadar iyi bir oyuncu olabileceğini sanmıyordum. Onu tanıdığım yoktu ama gözlemlediğim kadarıyla, onu izleyen gözlerin aksine o son derece normal davranmıştı.
“Kafanın içinde ne var?” diye sordu bana.
“Ne planladığını merak ediyorum.”
“Bir şey planladığım yok,” dedi. İfadesiz yüzünü izlerken bunun doğru olmasını diledim ama doğru olmadığını biliyordum. Onun gözlerindeki öfkeyi görmüştüm. Onun gözlerinde gördüğüm tüm duygular, çok tekinsizdiler.
“Bir şey planlıyor olmasan, neden benden bunu isteyesin?”
“Ne önemi var, Gülçehre?” Eğilip, yüzünü yüzüme yaklaştırınca, teninden yayılan o temiz koku bir an duraksamama ve odaksız bakan gözlerimin yüzünün her noktasına dokunmasına neden oldu. “Eğer senden yardım etmeni istediğim zaman bu konuyu sorgulamadıysan, neden şimdi o kişinin Barlas Talha Kestiren olduğunu öğrendiğinde sorgulamaya başladın?”
Dudaklarım aralanınca, dudaklarımın arasından soğuğun kolları uzandı. Evren’in yeşil gözleri dudaklarıma dokundu, gözünü bile kırpmadan birkaç saniye dudaklarıma baktı ve sonra gözleri tekrar gözlerime tutunarak zamanı orada, gözlerimizin içinde mühürledi.
“Sadece sebebini bilmek istiyorum,” dedim kuru bir sesle. “Bunu bilmeye hakkım var.”
“Fikirlerini değiştiren isimler olmasın,” dedi. “Bana yardım edeceğini söyledin. Şimdi son kez, tekrar soruyorum. Eğer istemezsen, bu konuyu bir daha asla açmayacağım. Bana yardım edecek misin?”
“Benim ağzımdan laf bir defa çıkar, Evren,” dedim, sesim kuşkuyla kuşatılmış olsa da bu konuda çok nettim. Bir insana zarar vermediği sürece, onun yanında olacaktım, belki ona göre bu bir bedel değildi ama benim borcumu ödeme şeklimdi. Gözleri, sanki benden bunları duymayı bekliyormuş gibi parladı ama tek kelime etmedi. Kıvılcım ve Yavuz ortadan kaybolalı çok olmuş, sokak ikimizin sahne aldığı, seyircisiz bir sahneye dönüşmüştü. “Yalnızca sana tek bir sorum olacak.”
Aramızdaki mesafeyi açıp sarmaşık yeşili gözlerini gözlerimden çekmeden sordu. “Nedir o?”
“Bu işin sonunda birine zarar vermiş olmayacağız, değil mi?” diye sordum tek nefeste. Eğer ikinci nefesi almış olsaydım, bunu sormaya cesaret edemeyecek kadar dolmuş olacaktım. Kelimeleri kusmak kolay olmayacaktı, kelimeler kusulamamanın baskısıyla beni boğacak, sesimi kökten kesecekti.
Gözlerini izledim. En gerçek cevabın orada olacağını bildiğimden, gözlerinde idam edeceği herhangi bir duygunun vereceği son nefesi bile görebilecek kadar dikkatli baktım ona. Başta sorum ona bir yabancının sesini duymuş gibi bomboş bakmasına neden olsa da sonunda benim bir yabancı olmadığımı anlamış gibi, zehir saçan gözlerini yere indirdi. Durgun görünüyordu. Duygular, kafasının üzerinde ilerleyen yağmur bulutları gibiydi; yağarlarsa düşüncelerinin doldurduğu zihnini, düşünceleriyle birlikte boğacaktı.
“Kimse zarar görmeyecek,” dedi en sonunda. “Gidelim artık.”
Tam bir şey daha diyecektim ki, Evren’in telefonu çaldı. Siyah, son model cep telefonunu açıp kulağına yaslayarak, “Geliyoruz,” dedi direkt olarak. “Patlama.”
Telefonun diğer ucunda bir erkeğin konuştuğunu duydum. Erkeğin sesi tanıdıktı, o kişi Yavuz’dan başkası değildi. Evren, Yavuz’un cümlesini tamamlamasına izin vermeden telefonu kapatıp cebine attıktan sonra, “Karnım acıktı,” dedi sanki az evvel yemek yememiş gibi. “Şu sokağın sonunda bir yer var, hamburgerleri güzel oluyordu, alalım, öyle gidelim.” Geri çekilip sırtını bana döndü. “Yavuz arabamın önündeymiş. Düz kontak yapıp, arabayı çalıştırıp kaçmadan yetişelim.”
Yokuşu tırmanırken bir süre olduğum yerde durup onu izledim. “Düz kontak ne ki?” diyerek arkasından ilerlemeye başladığımda bana omzunun üzerinden garip bir bakış attı.
“Arabalara ilgin yok sanırım,” dedi, hâlâ benim önümden ilerliyordu ama o önümde olduğu için kendimi tedirgin hissetmiyordum. Aksine, önümde durmuş bir dağ gibiydi ve beni dağın arkasındaki tüm kötülüklerden koruyabilirmiş gibi hissediyordum.
“Araba kullanmayı bilmiyorum ama görünüşlerini seviyorum,” dedim omuz silkerek. “Mesela senin araban çok güzel.”
“O sadece bir araba değil,” dedi bana yeniden omzunun üzerinden bakarak. “Düz kontağa gelince, bahsettiğim de anahtarsız araba çalıştırmak demek oluyor.”
“Öyle bir şey mümkün mü?” dedim şaşkın şaşkın ona bakarak.
“Mümkün işte. Düz kontak deniyor ona.” Önüne dönüp adımlarını hızlandırdı. “Hadi, hızlan biraz, Gül Kuyusu. Eğer hamburger bulamazsam, seni yerim.”
Kalbim korkuyla ya da adını gerçekten bilmediğim garip bir duyguyla sıkıştı. Korku olsa, belki onu tanımlayabilirdim, demek ki bu korku olmayabilirdi. Korkuyu biliyordum. Babam odama girip, ışığın hâlâ açık olduğunu görünce bana o korkuyu hissettiren sesiyle bağırır, ışığı kapatarak odamdan çıkardı. Babam, karanlıktan korkmamdan nefret ediyordu. Çünkü ona göre karanlıktan sadece çocuklar korkardı ve ben çocuk değildim. Oysa karanlıktan, bir çocuğun korktuğundan daha çok korktuğumu bilmiyordu, söylesem tenimde karanlık izler bırakana kadar parmaklarını koluma bastırıp canımı acıtırdı. Bu yüzden söylemez, o uyuyana ve ben onun uyuduğundan emin olana kadar, yorganın altında nefessiz, gözyaşları içinde ışığı yakacağım ânın gelmesini beklerdim.
Denizde kabaran bir dalga gibi yükselen duyguyu geri iterek adımlarımı hızlandırıp Evren’e yetişmiştim. Söylediği şeyin üzerinde durmamaya çalışmıştım, o yemek aldığı sırada da yemek aldığı mekânın cam kapısının arkasında durarak kalabalığı ve onu izlerken aslında sesi hâlâ zihnimde, söylediği basit şeyin yankısı kalbimdeydi.
Sanat binasının önüne park hâlinde bıraktığımız aracın yanına vardığımızda, Yavuz’un aracın etrafında bir akbaba misali dönüp durduğunu görmüştüm. Yavuz, Evren’i gördüğü an başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi yapmaya çalışsa da Evren bunu yememişti ve elindeki poşetleri Yavuz’un kafasına vurmuş, sonra da yemeğinin dökülmesinden korktuğu için yeniden sinirlenip bu defa Yavuz’u arabaya almamıştı. Yavuz, biz aracın içinde karınca hızıyla giderken, aracın arkasından koşarak bizi takip etmişti…
Eve döndüğümüzde Evren yemeğini bahçede yemiş, sonra da odasına çıkıp gözden kaybolmuştu, hiç yalnız kalmadığımız için konuyla ilgili konuşma şansı bulamamıştık. Oysa kafamın içinde bine yakın soru, kalbimin içinde atıp duran tuhaf duygular vardı. Üst kata çıktığımda odamda yanan pilli gece lambasını görmeyi beklemiyordum. Bunun hangi ara buraya geldiğini sorgularken üzerimdekilerden arınmış, yavruağzı rengindeki pijamalarımı giyerek yeniden bahçeye inmiştim. Bahçedeki büyük, muhtemelen üç kişilik olan salıncağa oturdum. Evin ışıkları yanmıyordu, tek ışık benim odamın penceresinden dışarı yayılan gece lambasının soft ışığıydı ama bahçenin sırtını verdiği sokaktaki turuncu ışık yanıyordu. Hâlâ kurdelelerin bağlı olduğu saçlarımı omuzlarımın üzerine alarak salıncağın üzerinde yavaşça sallanmaya, gözlerimi yıldızlara dikerek gökyüzünü süsleyen gümüş rengi yıldızları izlemeye başladım.
Neyin içindeydim? Kendimi bulabilmek için çıktığım yolda, içinde yaşayabilmek uğruna sevdiğim renge boyadığım duvarları da kaybedersem ne olacaktı? Oysa duvar, duvardı. O duvarı sevdiğim renge boyamam, o duvarın benim engelim, özgürlüğümün kısıtlandığı yer olduğunu değiştirmiyordu. En fazla bir engelden kurtulmuş olmayacak mıydım? Kadehi dolduran kırmızı şarap gibi, damarımın içini dolduran kızıl kanın hâlen daha taze olduğu, bir iğnenin ucunun bile tenimi delip o kanı oluk oluk akıtabileceğini bildiğim yaştaydım. Belki de haklıydım, belki de intihar düşüncesi benim için yeni bir yol, bir son olacaktı ama benim sonu bu şekilde görmeye değil, benim sonu yaşayarak görmeye ihtiyacım vardı.
Ağlayarak boyadığım o duvarı, yıkmanın zamanı gelmişti.
Gökyüzünde bir yıldızın ölüme koşarken arkasında bıraktığı gümüş rengi izi gördüğümde bir an donup kaldım. Ölürken bile bu kadar güzel görünüp, bu kadar güzel bir iz bırakabilmesine şaşırmıştım aslında. Kıvılcım’ın büyük cam kapıyı kenara çekerek içeriden çıktığını fark ettiğimde gözlerimi gökyüzünden uzaklaştırıp ona çevirdim. Elinde bir kahve kupası, üzerinde kırmızı pijama takımıyla bana doğru ilerliyordu. Canı biraz sıkkın gibi duruyordu, gri saçlarını büyük bir topuz şeklinde kafasının tam ortasına kondurmuştu, yüzü tıpkı saçları gibi kül renginde görünüyordu.
“Uyku mu tutmadı, Gül Surat?” diyerek yanımdaki boşluğa oturdu, ayağını hafifçe iterek bizi yavaşça salladı. Gözlerimi omzumun üzerinden onun yüzüne sabitledim. Kahvenin dumanı tütüyor, kokusu gecenin içine dağılıyordu. Kahvesinden bir yudum alırken cevap bekleyen gözlerini yüzüme dikti.
“Biraz hava almak istedim,” dedim kısık sesle.
“Bu gece şahit olduğumuz şey sinirleri bayağı zorlayan bir şeydi,” dedi başını sallayarak. Ayaklarını yere bastı ama salıncaktan kalkmadı, dirseklerini dizlerine bastırarak yavaşça eğilip bahçenin diğer ucuna baktı. “Şerefsiz. Umarım en yakın zamanda bulurlar, başkalarının da canını yakmasın.”
“Canice,” dedim onu onaylayarak. “Kadının o hâlini hayatım boyunca, belli aralıklarla hatırlayacakmışım gibi geliyor.”
Göz ucuyla bana baktı, hâlâ aynı pozisyonda duruyordu. “İlk defa mı böyle bir şeye şahit olmuştun?”
“Evet,” dedim. “Yani haberlerde duyuyor, internette denk geliyordum ama birebir o anı yaşamak, şahit olmak, bir kadının çığlıklarını elin kolun bağlı şekilde izlemek çok başkaydı. Yaşanmaması gereken bir şeydi. Kimse böyle bir kaderi hak etmez.”
“Öyle,” diyerek onayladı beni. Kahvesinden bir yudum daha alıp gözlerini kısarak güldü. “Ve cidden o kadar iyi çizim yapabildiğini bilmiyordum. Bana söylememiştin.”
“Henüz birbirimize her şeyi anlatacak kadar yakın değildik bana göre,” dedim açık sözlülükle. Bu onu gülümsetti. “Zamanla birbirimizle ilgili daha fazla şey öğreneceğimize inanıyorum, Kıvılcım.”
Kıvılcım, bir an yanlış bir şey söylemişim gibi donuklaştı ama bu çok uzun sürmedi. Kendini kolayca toparlayıp, ifadesini süsleyen şeytanları oradan kovarak gözlerini akladı. “Haklısın, Gül Surat. Daha bilmediğimiz, öğreneceğimiz çok şey olmalı.”
Ona doğru dönmemi beklemiyordu. Bana garip garip baktı ama rahatsız olmuşa benzemiyordu. Aksine, bu onu memnun etmiş gibi duruyordu. “Bir şey sorabilir miyim?” dediğimde kaşlarını kaldırarak başını salladı.
“Sor bakalım.”
“Barlas’ı tanıyor musun?”
Eğer kalkıp elindeki kahveyi ondan alsam ve haşlak kahveyi başından aşağı boşaltsam, bu kadar büyük bir şaşkınlıkla bakmazdı bana. İnsanların yüzünde kahverengi, ahşap kapılar vardı; ben o kapıların önünde durur, kapılardan aşağı sarkan siyah tokmaklara dokunup kapıları çalamazdım ama içeriden gelen sesleri dinler, insanları seslerinden tanırdım. Onun sesini duymayı bekledim. O sesi duyduğumda, ne söylediği önemli değildi ama yalan ya da doğru olup olmadığını anlayabilirdim. İnsanları seslerinden tanımayı bana babam öğretmişti.
Dudakları inkârı barındıran kelimelerle aralandı. “Barlas mı? Kimden bahsediyorsun?”
Ona atabileceğim en boş bakışı attığımda, bu bakışı benim gözlerimden yakalamayı beklemediği için afallamışa benziyordu. “Kimden bahsettiğimi biliyorsun,” dedim üstüne basa basa.
Başta sadece yüzüme bakakalsa da sonra kelimeleri de dudaklarından dışarı dökülerek şaşkınlığın daha da büyük bir hâle şeklini almasını sağladılar. “Evren mi bir şey söyledi?” diye sordu, sorusu anlık duraksamama, sonra ona daha dikkatli gözlerle bakmama neden oldu.
“Tanıyor musun?”
Kıvılcım, derin bir nefes alarak, “Evet,” dedi sonunda. “Tanıyorum.”
Zihnimi kurcalayan bir dünya soru olmasına rağmen, “Peki o seni tanıyor mu?” diye sorduğumda, Kıvılcım bana tedirgin gözlerle baktı. Sanki bu bilgiyi bana vermemesi gerekiyordu, bu bilgiyi bana vermekten korkuyor gibiydi. “Ne saklıyorsunuz?”
“Sana söyleyebileceğim tek şey, o herifin bizi tanımadığı, Gül Surat,” dedi Kıvılcım, sesi mermer kadar sertti. “Yerinde olsam bu konuyu fazla kurcalamazdım. Evren’in bambaşka bir yüzüyle karşılaşmak zorunda kalabilirsin çünkü. O, meraklı insanları hiç sevmez.”
“Beni sevip sevmemesi umurumda değil,” diye mırıldandım, Kıvılcım bunu da beklemiyordu. “Beni bir şeyin içine sürüklüyorsa, kafamdaki soru işaretlerini giderecek.”
Kıvılcım’ın kaşları hızla çatıldı. Çehresini saran kuşku, sanki teninin altına atılmış zehirli tohumlar çatlayıp içlerindeki ölümcül çiçekleri yüzünün yüzeyine çıkarmıştı.
“Seni neyin içine sürükledi?” diye sordu, yüzüme bu sorunun cevabını almak, onun için dünyadaki en önemli şeymiş gibi bakıyordu. Bu konuyu Evren’e sormadan başka birine açmamam gerektiğini düşündüğümden sessizce yutkunup önüme döndüm, bakışlarımı ayaklarıma indirerek derin bir nefes aldım.
“Yanınızda olma durumumu kastetmiştim,” diye yalan söyledim, inanmasını umuyordum.
Kıvılcım sessiz kaldı. İnanmış mıydı bilmiyordum ama sorgulamadığına göre, bu şey zihnine sarmaşık gibi dolanmamıştı. “Ondan uzak dur,” dedi sonunda yeniden konuştuğunda. Ona duydukları bu hissin adı neydi bilmiyordum ama ortada dönen karmaşanın yalnızca öfkeden ibaret olmadığına emindim.
“Kimden?” diye sordum sorunun cevabını biliyor olmama rağmen.
“Kimden bahsettiğimi biliyorsun, Gülçehre.” Ciddiyetin uyarı gibi dikildiği yüzünü izlerken bir an söyleyecek hiçbir şey bulamadım. “Bazı konular senin boyunu aşar. Benim bile boyumu aşar. Sadece uzak dur.”
“Sizi tanımıyorsa, size ne yapmış olabilir ki?” diye sormadan edemedim.
“Bana hiçbir şey yapmadı,” dediğinde sadece kendini baz alarak bir cevap vermesini beklemediğim için dumura uğramış bir suratla ona öylece bakakalmıştım. İnsanlar yıldızlar gibiydi, onlar kayarken sana bir dilek hakkı sunarlardı ve sen, yanlış şeyi dilersen, bu dileği senin hayatına zehirli bir sarmaşık gibi sararak seni dilediğin şeye pişman ederlerdi. Özgür kalma arzum, kendimi keşfetme isteğim benim boğazıma dolanan zehirli bir sarmaşık olmak üzere miydi? Neyi yanlış dilemiştim ki?
“Sana bir şey yapmadıysa,” diye girdim konuya, ardından onun lensleri çıkardığı vakit kopkoyu olan gözlerine baktım. “Kime yaptı?”
Kıvılcım’ın dudakları yukarı kıvrıldı, son derece hüzünlü gelmişti bana bu hareketi. Altında nelerin uyuduğunu, hangi duygunun bu tebessümü ona verirken onun içini deştiğini merak ediyordum.
“Bunun cevabını biliyorsun, Gül Surat.” Salıncaktan usulca kalkıp, konuşmama izin vermeden bahçenin içinde geçmişi de arkasından sürükleyen bir ruh gibi ilerlemeye başladı. Arkasında sadece beni değil, zihnine ektiği soru işaretleri yüzünden yastığa başını rahatça koyamayacak olan beni bırakmıştı. Ben ve o ben, tamamen farklı kişilerdi.
Kelimeler, benim dünyamda yalnızca kendini ifade edebilmek için değil, kendinden uzaklaşabilmen için de vardılar. Bazen kelimelerin benim hem başlangıcım hem de sonum olacağını düşünürdüm. Neyin içinde olduğumu bilmesem de içimde olduğum bu şey, kelimelerden bir köprü kurup beni üzerinde ilerletmeye başlamıştı; sadece bilmiyordum, ya o kelimeler yeterince sağlam değilse ve ben kendimi ilerlediğimi sandığım köprüden düşmek üzereyken bulursam ne olacaktı?
O gece ay, ilk kez kızıl değil de siyah bulutların arkasına gizlendi benim dünyamda. Tenimde ağrıyan ürpertiyle salıncaktan kalkıp odama gittim. Odanın kapısı aralık duruyor, içeriden dışarıya mumun ışığı yansıyordu. Hayret ederek kapıyı araladığımda Evren’i odamda görmeyi beklemediğim için afallamış, onun yüzüne bakakalmıştım. Neden burada olduğunu bilmemenin tedirginliği ile içeri girdiğim esnada yeşil gözleri, yüzümü inceliyor, her bir hareketimi zihnine mıhlıyor gibiydi.
Ağır adımlarla yatağın önüne kadar gelip, omzumun üzerinden tekli koltukta oturan Evren’e baktım. “Neden buradasın?” diye sordum hafif, tedirginliğini gizlemek için kısılmış sesimle.
Sarmaşık yeşili gözler, birkaç saniyesini yüzümde harcadı, ardından bakışları güneşin arkasına saklandığı bulutları önüne alarak benden uzaklaştı. Şimdi ona ne söylemem gerektiğini bilmediğimden sessizce yüzünü seyrediyordum. Bana vermesi gereken bir cevap olduğunu düşünüyordum ama o, yalnızca boşluğu izliyordu. Yatağın ucuna oturdum, bakışlarım şimdi daha yoğun bir şekilde onun mermer kadar beyaz olan yüzüne dikilmişti.
Zehir gibi bakan gözleri usulca beni bulunca, nefesimin göğsümün içinde beni yerle bir edecek bir yıkımın ilk adımını attığını hissettim. İnsanın kendi nefesi kendisine düşman olduğunda, artık soluklanmak cehennemden ateşler içinde yanan çiçekleri toplamak gibiydi. Onun gözlerinde, benim kurduğum cennetin aksine, o cenneti yok edebilecek ateşleri kalbinde büyüten bir cehennem vardı. O gözlere uzun süre baktığımda, sanki o cehennemin ateşleri benim duygularımla harlanıyor, beni o ateşin içine bir pervane böceğiymişim ve artık yanmam gerekiyormuş gibi davet ediyordu.
“Neden burada olduğunu söylemeyecek misin?” diye sordum, sesim sorgudan uzaktı, aksine içinde barındırdığı bir anlam vardı ve o anlam, benim bile göremeyeceğim kadar karanlık bir ortamda gözlerini ikimize dikmiş, bizi izliyordu.
“Buradayım çünkü burada olmak istiyorum,” demesini beklemediğim için gözlerimde saklanamayan şaşkınlıkla onun zehirli sarmaşık yeşili gözlerine bakakaldım. Kalbimin atışlarını ağırlaştıran, nefesimi kursağıma döken sesin sahibi neden oydu? Bunca zaman babamdan başkasının sesi kalbime dolmamıştı; babamın sesi kalbime ne zaman dolsa, korku tüm ruhumu ele geçirirdi… Ama Evren’in sesi öyle değildi. Bana korku değil, bilmediğim, tanımadığım duygular veriyordu. Ruhum bu duyguyla doluyor, kalbim bu duygunun ağırlığıyla yavaşlıyordu.
Tam dudaklarım bir saçmalık uğruna aralanacakken, “Karanlıktan korkmuyor musun?” diye sordu. Uzun, bir savaşçının mızrağını anımsatan keskin kirpikleri gözlerinin üzerini örttü ama o bakışları benden uzun süre saklamadı. “Karanlıktan korktuğun için buradayım.”
“Işık var,” diye mırıldandım.
“Ateşin üşüyüp söndüğü düşüncesine inanan bir kız çocuğu değil misin?” Bana alayla değil, gözlerinin ardına gizlenmiş bir şefkatle baktığını fark ettim. Sertçe yutkunarak kurduğu bu soru cümlesinin kalbimde bir karahindiba misali dağılıp yok olmasını bekledim ama karahindibanın beyaz tüyleri yok olmadı ve kalbimin farklı noktalarına tutunarak orada yeni duygulara dönüştüler. “Şimdi korkmadığını, kalbinde biraz olsun endişe olmadığını mı söylüyorsun?”
Çenemi dikmek, ona yanlış düşündüğünü ispatlamak istedim ama bir bakıma haklıydı. Haklı olduğunu içimde bir yerlerde onaylayıp duran o korku duygusuyla savaşıyordum. “Madem buradasın, seninle bu konu hakkında konuşmak istiyorum,” dedim güçlü bir duruş sergileyerek. Bakışları durgun, yeşil bir göl gibiydi. “Neden Barlas’ın hayatına girmemi, onun arkadaşı falan olmamı istiyorsun? Onunla ilgili öğrenmek istediğin şey ne?”
Gözleri, onun ismini duyduğundan mıdır bilinmez, zehirlerin gömülü olduğu koyu renk bir kuyuya dönüştü. O kuyu, bana bakmaya başladığında artık susmam gerektiğinin farkında olsam da susmadım. “Bana bir neden vermek zorundasın, bir sebebe ihtiyacım var. Bu işin sonunda Barlas zarar görecek mi?” Duraksadım. “Ya da sen… Sen zarar görecek misin?”
Sırtını koltuğa iyice bastırıp, “Ne önemi var?” diye sordu, sorusu geçmişin içinde hâlâ akmaya devam eden kan gibiydi.
“Bir önemi olmasaydı sormazdım,” dedim sakin bir sesle, ardından bacaklarımı yatağın üzerine çekerek bağdaş kurdum. Gözleri beni takip ediyordu, bakışları bir atmacanınkinden daha keskin görünüyordu. Onun ruhunda gezinen bu zehri ona kim vermişti bilmiyordum ama o zehrin onu ölümcül bir şekilde yaralamaya başladığını görebiliyordum. “Bak,” dedim konuşmayacağını anladığımda. “Kendi kafamın içinde bir yabancı gibi hissetmek istemiyorum. Ben, ben olarak kalmak istiyorum. Bir insana kötülük yapmak istemiyorum. Bir insanı kırmak, incitmek… Ona yalan söylemek istemiyorum. Bu benim için özenle diktiğim çiçekleri yolarak koparmaktan farksız olurdu. Bana bir sebep vermelisin, gözümü kırpmadan sana yardım edebilmem için bir nedene ihtiyacım var.”
“O kişinin o herif olduğunu bilmeden önce, bana bir neden sormadan kabul ettiğini söylemiştin,” dedi, sesi rüzgârın arkasından gelecek olan fırtına gibiydi. “Şimdi birini öylece kıramayacağını, üzemeyeceğini, kötülük yapamayacağını söylüyorsun. Bunun sebebi ne?”
“Anlamadım?”
“Heriften hoşlandın mı?”
Sorusu, odanın ortasına düşen bir yıldırım gibi tüm odayı küle çevirdiğinde ona sadece bakakaldım. Gözleri gözlerime saplanıp oradan ayrılmadı, sanki ben bir limandım ve o bana demir atan bir gemiydi. “Saçmalıyorsun,” dedim. “Ondan neden hoşlanayım? Henüz tanımıyorum bile.”
Sonra kendi içimden ekledim: Ben birinden hoşlanmak nasıl olur, bilmiyorum ki.
Bunu duymadı.
“O zaman neden bir anda sorgulamaya başladın?”
“Ben başta da sorgulamıştım,” dedim üzerine basarak. “Seni tanımıyormuş. Seni tanımayan bir insan sana ne yapabilir ki?”
“Beni tanımadığını kimden öğrendin?” Durdu, ardından başını iki yana salladı. “Kıvılcım söyledi, tabii. Başka ne söyledi?”
“Hiçbir şey söylemedi. Siz hiçbir şey söylemiyorsunuz ki. Ortaya bir bomba bırakıyorsunuz, iki farklı renkte kablodan birini kesmemi istiyorsunuz ama bence o iki kablodan hangisini kesersem keseyim, o bomba patlayacak.”
“Ağzın güzel laf yapıyor, Gül Kuyusu,” dedi sakin bir sesle, ona kaşlarımı çatarak baktığımı gördü ama aldırış etmedi. “Pekâlâ. Yapmak istemiyorsan yapma.”
Gözlerimi avucuma indirdim. Avucumdaki numaraların çoğu silikleşmişti, artık okunamaz hâldeydiler. Derin bir nefes alarak, “Ağzımdan söz bir defa çıkar. Sadece senden yardım istemiştim. Vicdanımı rahatlatacak türden bir yardım. O kadar,” diye fısıldadım.
“Vicdanın rahat olsun,” dedi hiç düşünmeden. “Ortada bir vicdansızlık varsa, bunun mimarı sen değilsin.”
“Yalnızca arkadaşı olacağım, değil mi?” diye sordum avucumun içini izlerken.
“Evet. Aksi mümkün değil.”
Başımı sallarken omuzlarım düşmüştü ama bunu ona çaktırmamak için çok uğraştım. “Peki,” dedim. “Öyle olsun.”
“Telefon numarasını bir yere kaydettin mi?”
Başımı iki yana salladım. “Hayır. Aklımdan çıkmış.” Avucumu açarak ona doğru gösterdim. “Okunmuyor.”
Oturduğu yerden kalkıp bana doğru yürüdü, yatağın ucuna oturarak avucumu elinin içine aldı. Eli soğuktu, sert ve kemikli parmaklarıyla avucuma dokunduğu an garip bir his, bulut gibi kafama çökmüştü. Yeşil gözlerini avucuma indirmiş, uzun siyah kirpikleri gözlerini benden gizlemişti. Sakince avucumun içindeki rakamları çözmeye çalışıyordu. Her bir rakam, diğerine yaklaşarak sayıya evrilmişti, Evren onları çözmeye çalışırken çok sakin görünüyordu ve tüm dikkatini avucumun içine vermişti.
Bir anda kafasını kaldırınca, eğildiğim için alnım alnına sürtündü ve bu, benim endişeyle çarptığını düşündüğüm kalbimin daha büyük bir gürültüye gebe kalmasına öncülük etti. Gözleri, benim gözlerime aitmiş gibi yakınımdaydı ve ferah kokulu nefesi tenime yayılıyordu. Bir an bu an hiç bitmeyecek, biz hep alınlarımız sadece bir kâkülle ayrılmışken, onunla burada burun buruna duracağız ve gözlerimiz birbirini izleyecek sandım. Kalbim, bulutların içinde taşıdığı şimşeklerin sesini aratmayacak bir gürültüyle çarpıyordu.
Geri çekilmesini bekledim.
Buna ihtiyacım vardı.
Çok yakınımdaydı.
Kokusu burnumdaydı.
Donup kalmış bir yerde, donmamış iki insan gibiydik ve çevremizdeki canlı, cansız her şey hareketsizdi. Ateş bile buz tutmuştu. Geri çekilirsem, o kokunun ekseni etrafından ayrılıp bir yıldız gibi kayacakmışım gibi hissediyordum. Kokusunun ekseninde bir gezegen gibi asılı durmuş, o kokunun etrafımda dönüşünü tamamlamasını bekliyordum.
Gözlerinde rüzgârın isyankâr uğultusu vardı. Onun gözlerinin bu kadar karanlık anlamlara sahip olacağını hiç düşünmemiştim fakat burada, gözleri gözlerime ait bir parça gibi dibimdeyken anlıyordum, onun gözleri teninin beyazının aksine karanlığa aitti. Uzun zamandır yattığı uykudan kalkmakta güçlük çeken bir duygu vardı sanki ve şimdi o duygu, ikimizin gözlerinin ortasında durmuş, uykulu gözlerini ovuştururken damarlarında yeniden akmaya başlayan varlığı ilerliyordu.
Yüzü yüzüme, ruhumun içime olan yakınlığından daha yakın duruyordu. “Telefonunu ver de numarayı kaydedeyim,” dediğinde nefesi dudaklarıma çarptı. Panik, tavandan aşağı sarkmış bir lamba gibiydi ve o lambanın içinde ışık değil, mürekkep yüzüyordu. Geri çekilecekken alnımı yavaşça onun alnına çarpınca Evren yüzünü buruşturdu, dudaklarımdan hafif bir inilti döküldü. Acıyan alnımı geri çekerek ona çekingen gözlerle baktım ama o, her şey normalmiş gibi bakıyordu.
Rüzgâra teslim olmuş bir yaprak gibi onun yeşil gözlerine teslim oldum. Aramızda uzadıkça incelen o bakışma, kalbimin atış seslerinin tüm odayı doldurmaya başlamasına neden olmuştu. Gözlerimi gözlerinden çeksem belki bu bakışmayı sona erdirebilirdim ama gözleri efsunluydu, onlardan öylece kopmak hiç kolay değildi.
“Telefon?” dedi, bunu söylerken gözleri gözlerime kamçı gibi vuruyordu. İrkilerek başımı sallayıp cep telefonuma uzandım, ardından telefonu ona uzatarak kalp atışlarımın yavaşlamasını beklemeye başladım. Evren, avucumda okuduğu numarayı telefona kaydedip telefonu yeniden bana uzattığında, yüzümde silinmemiş bir şaşkınlıkla onu izliyordum.
“Nasıl okuyabildin o numarayı? Silinmişti.”
“İyi bir gözlemciyimdir,” dedi ve ekledi: “Gözlerim de epey keskindir.”
Zaman, o gözleri kör edecek kadar büyük bir nefreti ona verecekmiş gibi hissediyordum.
Telefonu alıp Barlas’ın telefon numarasına baktım. “Ne yapmalıyım şimdi?”
“Hemen yazma, hevesli olduğunu sanmasın,” dedi, gözlerimi yeniden ona çevirdim. “Senin onu aramayacağını düşünüp umutsuzluğa düştüğü bir anda arayacaksın.”
“Neden umutsuzluğa düşsün ki?” Omuz silktim. “Ne kaybetmiş olacak?”
“Sen biraz…” Kaşlarını kaldırıp bana garip garip baktı. “Şey misin?”
“Ney miyim?”
“Bir kadınla bu şekilde konuşmayı sevmem ama biraz aptal mısın?”
Kaşlarımı çatarak o yeşil gözlere baktım, gözlerinde alay yoktu, aksine ben onu şaşırtıyormuşum gibi bakıyordu bana. “Aptal falan değilim, sadece mantıklı düşünüyorum. Neden ona mesaj atmadım diye umutsuzluğa düşsün ki? Kore dizisi çekmiyoruz.”
“Kore dizisi mi?” Evren, bana tuhaf bir şeye bakıyormuş gibi baktı. Gözlerini devirip derin bir nefes aldı. “Hayat izlediğin dizilerden ibaret değil, evet, bunu bilmen güzel ama erkeklerle ilgili hiçbir şey bilmediğin de bir gerçek.”
“Bilmem gerekmiyor. Mantıklı düşünen biri, bilmese de olur.”
“Bilmediğin bir konu hakkında mantıklı düşünebileceğini mi sanıyorsun?” Bana ilk kez saf alayla baktığını gördüm. Hâlâ yakındık ama o hissettiğim tuhaf duygu usulca geri çekilerek beni bir sakinliğin içine bırakmış, gözden kaybolmuştu. “Bak, tamam, istediğin şekilde düşün ama hareket ederken benden yardım al. En azından bu konuda.”
“Kendi başıma yapamam zaten,” diye kabullendim.
“Bak bu mantıklı bir düşünce mesela.” Bir anda eğilince kalbim yerinden çıkacak sandım. Yüzü yüzüme çok yakınken, gözleri bir orman gibi içimdeki boş araziyi sardı. “Birbirimizsiz hareket etmeyeceğiz bu konuda. Anlaştık mı?”
Başımı salladım. “Ama sen de bensiz hareket etmeyeceksin.”
“Birbirimizsiz hareket etmeyeceğiz,” dedi yeniden.
“Güzel,” dedim. “Şimdi bana aptal dediğin için benden özür dile.”
Keskin, simsiyah kaşlarını çatınca, bembeyaz teninin altındaki mavi damarlar alnını bir haritanın çizgileri gibi sardı. “Bir kadınla bu şekilde konuşmayı sevmediğimi söyledim, yani tamam. Aptal olduğunu sana direkt söylediğim için özür dilerim.”
Kaşlarımı çatarak, “Aptal olduğumu mu?” diye sorunca dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı ama bu hayalet bir tebessümdü.
“Hadi, uyu artık. Bu gecelik bu kadar gevezelik ikimize de yeter.”
“Sen de gidip uyusana.”
“Sen uyuyana kadar burada bekleyeceğim,” dedi ateş gibi yanan yeşil gözlerini gözlerimden çekmeden. “Senin uyuduğundan emin olduktan sonra giderim.”
“Neden bunu yapıyorsun?”
Hâlâ yatakta otururken, “Neyi?” diye sordu.
“Neden karanlıktan korkacak olmamı önemseyip, ben uyuyana kadar burada kalıyorsun?”
“Korkmanı istemediğimden,” dedi dürüstçe, ardından usulca yataktan kalkıp, büyük bir ağırlıkla tekli koltuğa doğru ilerledi. “Üzerini ört, düşüncelerini sustur ve uyu, Gül Kuyusu.”
Yavaşça yorganın altına girip, sırtımı yatak başlığına bastırdım. Mumun alevi dalgalandıkça, içerideki ışık yalpalayarak bir loşlaşıyor bir alev alev yanıyordu. “Bana neden Gül Kuyusu diyorsun?” diye sordum bu kez, sesim uykulu olduğumun bir kanıtı gibi pürüzlü yükseliyordu. Evren, bir ayağının bileğini diğer bacağının dizine koyup, sırtını tamamen koltuğa bastırdı, kirpiklerinin altına gizlenen kısık bakışlarını bana doğrulttu.
“Çok soru soruyorsun. Yorulmadın mı?”
Zihnimin içinde kaynayan, beni merakın eşiğinde şişleyip duran soru işaretlerine rağmen, “Yoruldum,” diye fısıldadım, sırtımı yatak başlığı boyunca kaydırarak kendimi yatağa gömdüm. Yan dönüp bir elimi yastık ile yanağım arasına koyarak gözlerimi boşluğa sabitledim. Şimdi boşlukta yalnızca gölgesi vardı ve gölgesi bile, en az bana hissettirdiği inanç kadar büyük duruyordu. Gözlerimi yumup kendimi uykunun boşluğuna bıraktım ve sonra ruhum, uykunun boşluğunun dibinde beni karşılayan uçuruma çakıldı.
Yan yana dizilmiş beş kapının önünde, kucağımda tuttuğum bir gül demetiyle bekliyordum. Uzun, fındık kabuğundan açık renk saçlarım sırtıma yapışmıştı ve bedenimi saran gül kurusu rengindeki askılı elbise ıslaktı. Ayaklarımda bilekleri dantelden çoraplarım ve siyah bantlı dolgu topuk ayakkabılarım vardı. Çıplak bacaklarımdan ve yüzümden aşağı sular damlıyordu. Bir süre sonra, gözyaşlarımın da o su damlalarına karışarak yüzümden aşağı kaydığını fark etmiştim.
Kapılardan biri aralanınca bir adım geri çekilip kafamı kaldırdım ve aralanan kapıdan içeri baktım. Kapının diğer ucunda beni izleyen soğuk kahverengi gözler, geçmişimde ve geleceğimde beni hep boğazımdan kıskıvrak kavrayacağını bildiğim adamın gözleriydi. Babamın… Babam, kapının arkasında durmuş beni izlerken yüzü ifadesizdi ve sanki ben hiçliktim, yoktum, karşısında bir boşluk vardı, beni görmüyordu.
Gözlerimden yaşlar kayarak yüzümü saran su damlalarına karışmaya devam ederken, babamın açtığı kapının yanındaki kapının tokmağı da yavaşça döndü ve kapı aralandı. Aralanan kapıdan dışarı turuncu bir ışık süzülüyordu, turuncu ışığı arkasına alan kişinin Barlas olmasını beklemediğimden kaşlarımı çatıp, bir adım daha geri attım. Şimdi Barlas ve babam, yan yana duran iki kapının arkasından beni izliyorlardı. Babamın olduğu kapının arkası karanlıktı, yalnızca babam görünüyordu fakat Barlas, sanki güneşi arkasına almıştı da güneşin ılık kolları usulca kapıdan dışarı uzanmıştı.
Tam dudaklarım aralanacakken, diğer kapının kolu çevrildi ve gözlerimi usulca o tarafa doğru çevirdim. Kapı aralandığında, bir süre hiçbir şey göremedim, arkası kâğıt gibi bembeyaz olan kapının ortasında beliren erkek çizimi bir manga karakterinin ta kendisiydi. İrkilerek bana bakan karakalem çizime gözyaşları içinde baktım.
O çizim, en sevdiğim mangadaki başrol erkeğin rakibi olan diğer erkek karakterdi. Manganın sonunu görememiş, başrol kızın hangisini seçtiğini bir türlü öğrenememiştim. Gül demetini daha sıkı kucakladığım sırada, diğer kapının kolu da usulca çevrildi ve çıkan gürültü, göğsümü delip geçen bir gül sağanağı gibi her yanı sarmıştı. O kapıdan, az önce diğer kapıda beliren manga karakterinin rakibi olan, başrol manga karakteri belirmişti, sırtı tıpkı diğer manga karakteri gibi bir kâğıdı arkasına almışçasına bembeyazdı.
Babam, “Sana seçmen için beş kapı sundum,” dedi, sesi uçurumun dibinden uçurumun başına bağırıyormuş gibi boğuk yükselmişti. Dördünü açtım, birini kilitledim. O kapıda senin özgürlüğün var. Ya bu dört kapıdan birini seç ya da o kapıyı açmaya çalış. Ama eğer o kapıyı açamazsan, bu kapıdan girer, benimle gelirsin.”
“Özgürlüğümü istiyorum, baba,” dedim, ardından elimdeki gül demetindeki güllerden biri, diğerlerinin canlı duruşunun aksine kuruyup, yapraklarını bir adamın özlem dolu kolları gibi açtı, sonrasında boynunu büktü, desteden koparak ayaklarımın dibine düştü. “Özgür olmak istiyorum.”
“O kapıyı açabileceğini mi sanıyorsun?”
“Açabilirim,” dedim nefesim boğazımı yararak kelimeleri lime lime ederken.
“Açamazsın. Bu dört kapıdan birini seçmezsen, elindeki üç kapıdan da olacaksın ve birinci, yani benim kapımdan geçerek yeniden avuçlarımın içinde olacaksın.”
“Beşinci kapıyı istiyorum,” dediğim an, gül demetinden bir gül daha soldu, tekrar ayağımın dibine düştü, şimdi yerde iki kuru gül vardı, dikenleri zemine batıyor, battıkları yerde sarmaşıklar büyüyerek zemini sarmaya başlıyordu.
“O zaman onu aç. Eğer açamazsan, yeniden tutsağım olarak bu kapının ardında benimle yaşayacaksın.”
Sarmaşıklar, ayakkabımın topuğunu sarıyor, yavaşça bileklerime uzanarak beni kuşatmaya başlıyordu. Bir adım attığımda, sarmaşık da benimle birlikte uzayarak yerdeki kökünden çıktı, sanki her adımım o sarmaşığı büyütüyor, her yanı sarması için ona yardımcı oluyordu. En başta da beni… Beni sarması için.
“Başaramazsın, Gülçehre. Bugüne kadar neyi başardın benim küçük, aptal kızım?”
“Küçük olduğuma inanıyor musun?” Bir adım daha atınca, gül demetinin içinden bir gül daha düştü, şimdi sarmaşıklar kapılara doğru ilerliyor, babamın gözlerindeki endişe katlanarak çoğalıyordu.
Gül demetini bir kolumun altına alıp, diğer elimle kapının kapalı koluna uzanınca, bacaklarımı saran sarmaşıklar belime dolandı, devamında bazı sarmaşıkların kollarımı sararak parmak uçlarıma uzandığını gördüm. “Gülçehre, o kapıyı asla açamayacaksın. O kapıyı ben değil, o kapı kendini kilitledi. Vazgeç,” dedi babam, sesinin yankısı zihnimi sarsa da söyledikleri ruhuma dokunamadı.
“Özgürlüğümü istiyorum,” dedim, gözlerimden yaşlar boşalmaya devam ediyordu ama sanki ağlamıyormuşum gibi güçlü hissediyordum. Sanki gözlerimden bir damla yaş akmıyordu, ayakta dimdik duruyor, sarmaşıklar beni sararken bir gün beni yok edebilecek o zehrin kendisine dönüşüyordum.
“Baba,” diye fısıldadım, kapının tokmağını sıkıca tutup çevirmeye çalışırken. Şimdi sarmaşıklar parmak uçlarımdaydı, yavaşça uzanarak kapının tokmağını sarıyorlardı. “Neden beni yok ettin?”
“Gitme,” dedi babam. “Asıl gidersen, özgürlüğün seni yok edecek.”
Kapıyı çevirmeye çalıştım, çok kez denedim bunu. Kapı kilitliydi, açılmıyordu. Arkasında ne vardı, kim vardı bilmiyordum, belki de beni bekleyen uçsuz bucaksız bir ormana açılacaktı, belki masmavi denizlere, belki bir gölün önünde durup karşımda uzanan koruluğun içinde koşuşan ceylanları görecektim. Belki de özgürlük ölümdü. Belki de bu kapıyı açtığım an ölecektim. Belki de bu kapının ardında cennet vardı, bir melek sırtına dikilmiş bembeyaz kanatlarıyla beni karşılayacak, ona ellerimde kalan ve hâlâ solmamış olan gülleri armağan edecektim. Belki orada hiçbir şey yoktu. Belki sonsuza dek o hiçlikte uyuyacaktım. Ama ben özgür olacaktım.
“Lütfen beni içeri al,” diye fısıldadım gözyaşlarımın arasından. Gözyaşlarım, bedenimi saran sarmaşıklara damlıyor, damladıkları yerde gül tomurcukları oluşuyordu. “Lütfen beni bu esaretten kurtar.”
“Sarmaşık, bir şeyi vereceği zaman karşılığında bir şey ister,” dedi babam düşünceli bir sesle. Doğru söylüyordu, sarmaşıklar bana ölüm gibi dolandığında, gözyaşlarım onların arasındaki gül tomurcuklarını var etmişti. Sarmaşık, benden bir şey bekliyordu.
“Sana kaburgalarımdan birini verdim. Beni içeri al.”
Kapı, tok bir ses eşliğinde geçmişi başıma yıkıyormuş gibi aralandı. Önce bir rüzgâr esti, ıslak saçlarımı savurdu, sarmaşıklar bedenimi usulca terk etmeye başladı ve onu gördüm. Arkasında uçurum, deryalarında denizin serili durduğu bir tepede bana bakıyordu. Ve sonra, gül kurusu rengindeki gül yaprakları, gökyüzünden usulca dökülerek yeryüzüne yağmaya başladı. Yaprakların düşüşü hızlandıkça, renkleri koyulaştı. Bir adım attım, içeri girdim, kolumun arasında sakladığım gül demeti yere düştü. Yeşil gözleri, biraz evvel bedenimi saran sarmaşık gibi ruhumdaki yaraların etrafını sarmaya başladığında, gözlerimi ondan bir an olsun ayırmadım. Gül yaprakları, gökten düşen jiletler gibi sertçe yüzüne çarparken, çenesi bir yaprağın darbesiyle hafifçe kanamaya başladı. Kapı, yavaşça kapandı.
Özgürlüğümün karşısında duruyordum.
Evren, karşımda duruyordu.
Uçurumdan düşüyormuşum gibi panik duygusuyla araladığım gözlerim önce tavana çarptı, devamında görüntüler birbirine karıştı ve alnımdan akan ter damlalarını elimin tersiyle itip gözlerimi yeniden yumdum.
Bazen zihnim darmadağın bir odaya dönüşüyordu. Ellerimi uzatıp o odadaki dağınıklığı toparlamak istiyordum ama odanın kapısı sımsıkı kapalıydı, zihnim, onun sahibi olmama rağmen beni bile içeri kabul etmiyordu. Uzun süre yatakta kaldım, gördüğüm rüyanın etkilerinin zihnimden ve ruhumdan silineceği ânı bekledim. Rüyalara derin anlamlar yükleyen bir insandım, bu elimde olan bir şey değildi, hayalperest bir çocuk olarak büyümüştüm ama hayallerimi annemin masalları, babamın sevgisi beslememişti; kendim besleyip kendim büyütmüştüm.
Evren’e mantıklı olmaktan bahsederken bile kafamın içindeki dünya hep önümde durup benimle alay etmişti. Ben gerçekçi bir insan değildim, olacağımı da hiç sanmıyordum. Zihnim, rüyanın bataklığı olduğunda kendimi zar zor yataktan kaldırıp valizimden aldığım birkaç parça temiz kıyafet, diş fırçası ve diş macunu ile banyoya geçtim. Sıcak suyun musluğun içinden soğuğu yararak akmaya başlaması uzun sürmüştü ama sonunda sıcak bir duş aldığımda, suyun beklemeye değer olduğunu düşünmüştüm.
Temiz kıyafetlerimi üzerime geçirmiş, saçlarımı banyodaki küçük saç kurutma makinesi ile kurutmuş, dişlerimi de fırçaladıktan sonra banyodan tazelenmiş olarak ayrılmıştım. Altımda beyaz bir kot şort, üzerimde de kısa kollu sarı bir tişört vardı, tişörtün kolları kesikti. Odaya uğrayıp parmak arası sandaletlerimi giydikten sonra tam odadan çıkacakken, odanın penceresinden içeri doluşan sesleri dinledim. Başta uğultu gibi gelen sesler, bir süre sonra çığlıklara dönüştü, ardından seslerin sahiplerini tanıdığımı fark ederek hızla pencereye yöneldim.
Kıvılcım kahkahalarla gülüyordu, gözlerim Kıvılcım’ın neşe saçan görüntüsünden uzaklaşarak farklı bir yöne kaydı. Orada Evren ve Yavuz’un karşı karşıya olduklarını gördüm. Kaşlarım hayretle havaya kalktı. Yavuz, Evren’in karşısında tıpkı suçlu, küçük bir erkek çocuğu gibi duruyordu ama Evren’in sırtı bana doğru dönük olduğu için onun yüzündeki ifadeyi göremiyordum.
Bir süre bana yabancı olan, kendimi o tabloda olmaması gereken bir renkmişim gibi hissettiren görüntüyü izledim. Onlar yan yanayken güzeldiler. Ben kimdim? Yanlarına çanta gibi alıp, babasından uzaklaştırdıkları küçük kızdım. Gözlerinde daha fazlası olamazmışım gibi geliyordu. Kendimi yalnızlığın topraklarına gömmüş, o toprakların mahsulü hâline gelmiştim. Bana dışarıdan bakan biri hayat dolu, çıtkırıldım bir kız görebilirdi ama ben her şeyin farkında olduğu hâlde yüzünü pembe maskesinin arkasına saklayan bir kadındım.
Cep telefonumun melodisi odanın duvarlarında çınlamaya başladığında bir süredir tuttuğumu yeni fark ettiğim nefesimi panikle dışarı bırakarak sıkışan göğsüme avucumu bastırdım. Komodinin üzerinde duran telefona uzanırken kafamda cevap bulmamış birçok soru vardı. Uzun süre cevap bulacağa da benzemiyor gibiydiler. Telefonun ekranında beliren numarayı tanımasam da annem olabileceğini düşünerek telefonu açıp kulağıma yasladım.
“Gülçehre?” dedi olgun bir adamın kulaklarıma doluşan sesi. Başta çıkaramadığım ses, bir süre sonra zihnimde yer edinmiş anıların arasından fırlayarak sahibini önüme getirdi. Hattın diğer ucundaki kişi Mustafa Kemal Kuran’dı.
“Efendim?” dedim sanki beni görüyormuş gibi dimdik durarak.
“Tanıdın beni değil mi? Benim, Mustafa Kemal amcan.”
“Evet evet, tanıdım.” Terleyen avucumu kot şortumun kumaşına sürterek Mustafa Kemal Kuran’ın söyleyeceklerine kulak kesildim.
“Nasılsın bakalım?”
“İyiyim,” dedim, ardından kara zorla devam ettim. “Siz nasılsınız?”
“Sizli bizli konuşmaktan vazgeçmeyeceksin, Gülçehre,” dedi, hoş gülüşünü işittiğimde bir an gevşediğimi hissettim. “Gece Hagios ile görüştüm, seni görmüş, tanışmışsınız. Akademiyi beğendin mi?”
Bir an o ismin kime ait olduğunu bilmiyormuş gibi yüzümü buruşturdum, devamında adamın yüzü gözümün önüne gelince başımı sallayarak, “Evet, çok beğendim efendim,” dedim kuru bir sesle. “Çok güzel bir yerdi. Teşekkür ederim.”
“Kibar kızım benim. Bak sana ne diyeceğim, aldığım duyumlara göre resim çizmeyi seviyormuşsun. Hagios müthiş bir akıl hocasıdır, üstelik yirmi yıl kadar önce büyük bir resim müzesi yönetiyor, orada genç kanlara resim çizmenin püf noktalarını öğretiyordu. Eğer dilersen Hagios seni daha da geliştirebilir.”
Duraksadım. “Zaten bir bölüm seçmemi istediğinde, ona resim çizebildiğimi söylemiştim. Sanırım öğretecektir,” dedim kısık bir sesle.
“Evet, bunu söyledi. Ama Hagios, karşısındaki kişinin gerçekten istediğini görmediği sürece kılını bile kıpırdatmaz.”
“Yani?” dedim merakla.
“Yanisi şu, eğer gerçekten istiyorsan bunu ona kanıtla. Yok, istemiyorsan, senin için yeni bir arayışa gireceğiz.”
“Gerçekten çok incesiniz,” diye fısıldadım mahcup olduğumun altını çizen titrek bir sesle. “Kurs konusunda ayrıca teşekkür ederim. Ben elimden geleni yapacağım.”
“Akademi konusunda bana değil, Evren’e teşekkür etmelisin,” dedi, sertçe yutkundum. “Bu projeyi o ayarladı.” Dokunduğu kâğıtların hışırtı sesleri kulağıma doldu. “Kendini zorlama. Ufkunu genişlet, kafanın içindeki sesleri susturup içinin fısıldadıklarını dinle. İnsan içinden gelen sesi duymazdan gelirse, hiçbir zaman tam olarak kazanamaz.”
Söyledikleri kulağımı delip, kulağımdan aşağı sarkan bir küpe gibiydi. Onun ne kadar bilgili, ne kadar görmüş geçirmiş bir insan olduğunu bildiğimden midir bilinmez, ona karşı içimde gitgide daha da derinleşen bir inanç duygusu vardı. Evren ve babasını bir bakıma birbirlerine çok benzetiyordum çünkü ikisi de bana inanç veriyorlardı.
“Tekrar teşekkür ederim,” dedim kendimi tutamadan. Ona ne kadar teşekkür etsem azdı, o bana babamın bile inanmadığı kadar inanmış, bana bir el uzatmıştı. Telefonun diğer ucunda gülümsediğine emindim, bunu bilmem için onu görmeme gerek yoktu, bunu hissedebiliyordum.
“Teşekkür etme. Henüz teşekkür etmeni gerektirecek bir şey yapmadım,” dediğinde duraksadım, duraksadığımı hissetmiş gibi cümlelerine kaldığı yerden devam etti. “Ne zaman ne istediğini bileceksin, aradığını bulduğunu düşüneceksin, o zaman belki bu teşekkürü kabul edebilirim. Kendine ve oğluma dikkat et, Gülçehre. Onu sana, sizi Allah’a emanet ediyorum, çocuğum.”
Bir anlığına söylediği şey bana o kadar ağır geldi ki, telefon kulağımdayken dizlerimin üzerine çökeceğimi sandım. Sessizlik büyüdü, dalları bir evin etrafını saran uğursuz ruhların varlığı gibi etrafımızı sardı. Mustafa Kemal amca bir şeyler söylememi beklemedi, telefonu kapattığında beni daha derin bir sessizliğe ittiğini bilmediğine emindim. Ağzıma dolan onlarca cümle olmasına rağmen yine susuyordum.
Bahçeye, diğerlerinin yanına indiğimde zihnimi devamlı olarak kurcalayıp duran bir mesele vardı. Barlas ve Evren arasındaki görünmez bağın sebebini merak ediyordum. Ne yapmam gerektiğini gerçekten bilmiyordum ve bu çok zordu. Suçsuz bir insana zarar verebilecek olma düşüncesi bile vicdanımın başıma yıkılmasına neden olacak kadar ağır geliyordu bana.
Derin sessizliğimi koruyarak bahçedeki arkadaş grubunu izledim. Kıvılcım, elindeki hortumun ucundan fırlayan su ile Yavuz’u ıslatırken, Yavuz gülerek ona doğru koşuyordu, Evren salıncağa oturmuş onları izlerken ifadesizdi ama yine de o tabloya ait bir renk gibi görünüyordu. Beni fark eden ilk kişi Evren oldu, yeşil gözleri gözlerime dokunduğu an, gökyüzünde parlayan güneş ikimizin ortasına ölmüş bir beden gibi düşmüş, ışığını tıpkı derisinin altından süzülen kan gibi aramıza akıtmaya başlamıştı.
Gözlerini ilk kaçıran ben oldum çünkü o gözlere uzun uzun bakacak cesareti her zaman içimde bir yerlerde bulamıyordum, nadir anlarda ortaya çıkan bu cesareti öylesine harcamak istemiyordum. Kıvılcım’ın bakışlarının radarına girdiğimi fark edince bahçenin ortasında ilerlemeye başladım. Sandaletlerimin içine sızan suyu hissettim, gözlerimi ikiliye çevirirken dudaklarım yavaşça yukarı kıvrıldı. Kıvılcım tehditkâr bir şekilde hortumu kaldırıp bana gözlerini kısarak bakınca ödüm koptu. İrkilerek geri çekildim.
“Düşündüğümü yapmayacaksın, değil mi?” diye sordum saf bir korkuyla.
“Ne düşündüğünü söyle.” Bana doğru tehlikeli adımlar attığını gördüm, irkilerek geri adımlar atmaya başladım. Yavuz, ıslak tişörtünü çıkarmış suyunu sıkıyor, bir yandan da ikimize gülüyordu.
“Kıvılcım, yapmayacaksın değil mi?” diye sordum iri iri olmuş gözlerle. “Yeni duş aldım.”
“Duşu suyla almıyorsun sanki…” Sırıtarak hortumu yavaşça kaldırdı, bir an su tazyikli aktı ve bacaklarıma sıçradı ama beni çok ıslatmadı. İrkilerek daha büyük adımları geriye doğru bastım ve o an sırtımda sert bir yüzey hissettim. O yüzeyin altında çarpan kalbin sesini duydum, o yüzeyin altında ilerleyen kanın fokurtusunu tenimde hissettim. Hemen ardından Kıvılcım aniden hortumu üzerime tutarak tamamen o yüzeye yaslanmama neden oldu. “Yapma!” diye bağırdım ama beni dinlemedi, su üzerime fışkırdıkça ben kaçma dürtüsüyle kendimi o yüzeye bastırıyordum. Bir süre sonra çırpınışlarımı bölen kollar beni belimden yakalayarak sıkıca sardı ve gözlerim iri iri açıldı.
Kıvılcım üzerimize su tutsa da şu an odaklanabildiğim tek şey, belimi saran kollardı. Evren beni hızla çevirince, bu kez su onun sırtını hedef aldı, gözlerimi kaldırıp bahçenin sonuna baktım, o sırada sırtım hâlâ onun göğsüne yaslı duruyordu. Sırtım onun göğsüne yaslıyken, ona neden inandığımı daha iyi anlamıştım.
“Kıvılcım, kes şunu!” diye bağırdı Evren ama sesi öfkeli değildi, alaylarla doluydu. Eğleniyor olabilir miydi? Bedenimden gözyaşları gibi süzülen suyla, sırtımı iyice onun göğsüne bastırdım ve dudaklarımdan akan suları yaladım.
“Çok centilmensin!” dedi Kıvılcım neşeyle bağırarak. “Koruma, o küçük kızı sırılsıklam edeceğim!”
“Çok acımasızsın,” diyerek güldü Yavuz.
Geri çekilecekken Evren beni daha sıkı kavrayarak belime var gücüyle sarıldı. Nefesimi kesen bu hareketini bir süre analiz edip, bana ne hissettirdiğini kavrayamasam da dudaklarıma devrilen kelimeler sanki benim ne hissettiğimi biliyormuşçasına dilimi zorluyorlardı. Kendimi tutarak ellerimi yüzüme götürdüm, ıslanarak yanaklarıma yapışan saçlarımı yüzümden çekerken gümbür gümbür çarpan kalbimin sesini duymamaya çalıştım.
Evren beni bir anda bırakınca afalladım ama bozuntuya vermedim. Beni kolumdan tutarak tekrar arkasına aldı, şimdi yüzü Kıvılcım’a dönüktü. “O hortum benim elime geçerse, neler yapabileceğimi biliyorsunuz değil mi?” diye sordu, sesi sakin olsa da her nedense onun da eğlendiğine adım kadar emindim.
“Ama hortum şu an benim elimde, Mermer Surat,” dedi Kıvılcım eğlenerek, ardından hortumu tekrar salladı ve sular fışkırarak üzerimize yağmaya başladı. Saklanma ihtiyacıyla yüzümü Evren’in sırtına gömdüm, bu hareketim anlık kaskatı kesilmesine neden olmuştu ama sonrasında kolayca toparlayarak beni arkasına saklamaya devam etmişti.
Gerçekten sırılsıklam olmuştuk. Kıvılcım bir süre bu eziyetini sürdürmüş, sonra korkarak elindeki hortumu yere atmış, koşarak eve saklanmıştı. Saçlarımdan sular damlıyordu, sarı tişörtümün eteğini sıkarak suyu çimenlere akıtırken bedenim hafifçe titriyordu ama hava ılık olduğundan bunu problem etmemiştim. Evren üzerindeki ince kazağı çıkarıp sıkmış, sonrasında o kazağı salıncağın üzerine atmıştı. Bedeni o kadar beyaz, o kadar pürüzsüzdü ki, onu izlerken gözlerime yayılan şaşkınlığı gizleyememiştim. Bedeni bir heykelin bedeni gibiydi, özenle şekillendirilmişti, dupduruydu ve bembeyazdı. Omuzlarını geri atınca sırtını şekillendiren kanat şeklindeki kemikleri birbirlerine yakınlaştı, bedeni gerildi, son olarak gevşedi. Yavuz, ona yüzünde hain bir sırıtışla bakıyordu.
“Bugün iki kez arabamı çalmaya çalıştın, sevgilin bizi ıslatılmış fasulyeye döndürdü ve karşıma geçmiş mal gibi gülüyorsun,” dedi Evren tehditkâr bir tonlamayla. Yavuz’un yüzünü saran gülümseme, yerini tedirgin bakışlara bıraktı. “Ve unutmadan, sevgilin seni bırakıp kaçtı. Öcünüzü benden değil, ondan alın der gibi kaçtı.”
Yavuz kas ve dövme yığını bedenine rağmen bir çocuk gibi, “Ben ne yaptım şimdi ya?” diye çemkirdi. “Hem kaç defa diyeceğim, ona araba deme, o bir Impala. Düzgün konuşacaksın onunla. Hem ben onu ayartıyorum, seni boşayıp beni alacakmış, öyle söyledi.”
“Hadi ya?” dedi Evren başını yana doğru yatırıp. “Yüzüne güzel bir dövme çizmemi ister misin?”
“Yumruk atıp gözümü morartacaksan bu klişe soruyu sorma,” diye homurdandı Yavuz.
“Ben şiddet yanlısı bir insan değilim,” diyerek altını çizdi Evren. Yavuz kaşlarını kaldırıp ona inanmayan gözlerle bakınca, “Yani çoğunlukla,” diye düzeltti cümlesini. “Ben gerçek bir dövmeden bahsediyorum.”
“Ne çizeceksin oğlum yüzüme?”
“Göt,” dedi Evren bir anda, donup kaldım, göz ucuyla bana bakınca duraksadı. Gözlerini yeniden Yavuz’a çevirdi. “Beni yavşak yavşak konuşturtma,” dedi ikinci bir şoka uğramama neden olarak. “Kız var, görmüyor musun?”
“O kız beni sevmiyor,” dedi Yavuz göz ucuyla bana bakarak.
“Bu nereden çıktı?” diye sordum, kendimi tutamamıştım.
“Beni sevsen beni korurdun, duymadın mı yüzüme göt çizecekmiş… Ben mi ıslattım sizi? Görmüyor musunuz, hain sevgilim beni bile ıslattı…”
“Yüzüne öyle bir şey çizmez,” dedim sanki benimle alay ettiğini bilmiyormuş gibi bu konuyu ciddiye alarak. Evren’in yeşil bakışlarını yüzümde hissettim, ona bakmak istesem de bu isteği gerçekleştirecek kuvveti kendimde bulamadım. Bana dokunuşu bir çağ yangını gibi tenimdeki hükmünü sürdürüyordu.
“Ne biliyorsun sen?” diye homurdandı Yavuz, sonra sırtını bana doğru dönüp, sırtındaki dövmelerin arasına sıkıştırılmış küçük kertenkele dövmesini bana gösterdi. “Ben kertenkeleleri pek sevmem,” dedi.
Evren, araya girdi. “Korkar.”
Yavuz ona kötü kötü bakarak, “Korku değil ulan, sevmiyorum işte. Bu kertenkeleyi bana bu deli zorla çizdi. Impala bebeğimi gezmeye çıkardığım için,” dedi. “Sen bu herife bakınca ne görüyorsun bilmem ama bu herif kanlı, uzuvların havada uçuştuğu filmleri midesiz gibi yemek yiyerek izliyor.”
“Ben de korku animeleri izlerken yemek yiyorum,” dedim omuz silkerek. “Bu onu garip biri yapmaz.”
Evren’in bakışları tamamen yüzümdeydi, hissedebiliyordum. “Anime mi?” diye sordu Yavuz bana garip garip bakarak.
“Korku animelerini hafife alma,” diye söylendim. “Kanlı bir filmden daha iğrenç sahneler barındırabiliyor.”
“Hadi ya?” dedi aniden Evren, göz ucuyla ona baktım. Bu konu ilgisini çekmişe benziyordu. “Çok mu vahşet içeriyor?”
“Evet,” dedim. “Yetişkinler için olduğundan bayağı abartıyorlar.”
Yavuz, “Muhabbete bak anasını satayım, gidiyorum ben,” diyerek sıvıştı, aslında bunu kaçmak için bir bahane olarak sunduğunu biliyordum ama Evren konuya öyle çok odaklanmıştı ki Yavuz’un gittiğini bile anlamamıştı bana kalırsa.
“Var mı önereceğin bir anime o zaman?” diye sorunca yeniden ona baktım.
“Daha önce hiç anime izledin mi? Sevmeyebilirsin.”
“İzlemedim ama dediğin gibiyse severim,” dedi, ona şaşkın şaşkın baktım, gözleri gözlerimden ayrılıp bedenime kaydığı sırada Evren’in donup kaldığını görmüştüm. İrkilerek bakışlarını hızla bedenimden ayırıp, “Amma ıslanmışsın,” dedi sanki kendisi kupkuruymuş gibi. Salıncağa doğru ilerledi, salıncağın sırtındaki koyu yeşil şalı alıp hızla bana doğru yürüdü ve gözlerini bedenime dokundurmadan, gözlerime sabitleyerek şalı omuzlarıma örttü, şalın iki ucunu tam göğsümün ortasında birbiriyle birleştirdi. “Böyle dur,” diye mırıldandı, aramızdaki boy farkından dolayı kafamı kaldırarak bakıyordum ona. “Böyle daha iyi olur.”
“Neden?” diye sordum saf saf.
Evren bana uyarı dolu bir bakış attı. Bu geri adım atmama neden olacak türden bir bakış olduğundan, gözlerimi kırpıştırarak şalın iki ucunu tutup kendime iyice sardım. Kafamı kaldırarak ona baktığım için kendimi karşısında küçücük bir çocuk gibi hissediyordum. Ya da onun boyu gerçekten çok uzundu.
“Üşüyeceksin böyle,” dedi. Gözlerindeki anlamlardan uzun süre uzaklaşamadım. Gözleri benden bir yara kabuğu gibi koptuğunda, bakışlarının etrafta gezinişini izledim.
“Sorun değil, üşümüyorum.”
“Evdeki elektrik sorununu çözdüm,” dedi, gözleri gözlerime çarpınca birkaç saniye duraksama yaşadı ve bu duraksama beni de etkisi altına aldı. “Artık mum yakmana gerek yok.”
Bundan böyle ben uyuyana dek başımda beklemeyecek miydi yani? Garip bir duygu kendini kalbime itmeye başlamıştı. Hayal kırıklığını gözlerimden toplayamaması adına bakışlarımı bahçenin diğer ucuna çevirdim. “Buna sevindim,” dedim kuru bir sesle.
“Hagios ile de konuştum, yarın derslere başlıyoruz.”
Kaşlarımın ortasında oluşan çukurda biriken soru işaretlerini görmesi için gözlerimi onun gözlerine perçinledim. “Hemen mi?”
“Buraya adapte olabilmen için bir yerden başlamak gerek,” diyerek omuz silkti. İfadesiz yüzünün etrafını saran mayınlar, patlamak için bir kelimenin onlara ayak basmasını bekliyordu. “Sonuçta bir kuşu kafese kapatırsan onu hapsetmiş olursun, kafesi açarsan da onu kaybedersin. Önemli olan kuşu kafesin kapısı açıkken de içeride tutabilmek. Önemli olan, dışarı çıkan kuşun yeniden o kafesin içine girebilecek kadar kafese inanabilmesini sağlayabilmek.”
“Neye inanmamı istiyorsun?”
“Buraya inanmanı.”
Tenim, ıslaklığın ve esen hafif rüzgârın etkisiyle kasılarak titremeye başladı. “Ben sana inanmasam…”
“Bana değil, Gülçehre. Buraya.” Bana doğru bir adım atınca, gözlerim çıplak, kaslı göğsüne takıldı. Sertçe yutkunup gözlerimi yeşil gözlerine taşıdım. “Ve unutmadan, sana her iyilik yapana inanırsan, bir gün sana kötülük yaptıklarında onlara kızamazsın.”
Kaşlarım daha da çatıldı. “Hım?”
Başını yavaşça aşağı eğerek yüzünü yüzümün hizasına getirdi. Kalp atışlarım, göğsümün içinde güçsüzce patlamaya başladı. “Ben dışında buradaki hiç kimseye inanma.”
“Sana inanayım mı?”
Gözleri anlık dudaklarıma dokundu, bunu istemeden yaptığını bildiğimden içimdeki o hissi kovaladım. Sarmaşık yeşili gözleri gözlerimdeki yerini aldığında, vereceği cevabı bekleyen kalbimin ağzı, içinde temizlenmek için bekleyen kanlarla doluydu.
“İnan,” döküldü kan rengi dudaklarından. O koyu renk dudaklardan dökülecek olan her kelime, benim için benim bile nedenini çözemediğim bir inanç dağı oluşturuyordu. Çekik ve kısık bakan zehirli sarmaşık yeşili gözlerini kırpmadan benim kahverengi gözlerime bakarken biraz daha eğildi ve nefesim, boğazımı parçalayarak içime aktı, içimi dağladı. “Ben senin inancını parçalayacak hiçbir şey yapmam, Gül Kuyusu.”
“Yapmaz mısın?” Ona bunu sorgulayan gözlerle baktım, yeşil gözleri tüm gerçekliğiyle beni izliyordu.
“Yapmam,” diyerek güvence verdi bana.
Bir belirsizlik önce kafamın içine çöktü, sonra o belirsizliği yok edecek olan güneşin kollarını zihnimde, sıcaklığını düşüncelerimde hissettim. “İnanıyorum,” dedim mavzer yeşili gözlerine bakarken. Bu cevap onun beklediği cevaptı, duymak istediği şey buydu. İnanç, köklerini bir bileği saran damarlar misali ikimizin etrafına sarmaya başlamıştı ve ben artık bundan kaçamayacağımın farkındaydım.
“Şimdi gidip üzerini değiştir, hasta olacaksın,” dedi, gözleri gözlerimden ayrılmadığı için hareket yetimi tam anlamıyla kaybetmiştim.
Örtündüğüm şala daha sıkı sarılarak, “Üşümüyorum,” dedim, tenimdeki ürperti uyarılarını resmen yok saymıştım. “Bana ne yapmamız gerektiğini anlat.”
Islak adaleleri onun nasıl kusursuz parçalarla donatılmış bir sanat eseri olduğunu bana kanıtlamak istercesine dalgalanıyor, teninin altında yaşam ağı örmüş damarları sanki teninin yüzeyine çıkmak isteyen canavarlar gibi derisinin altında ölümcül bir görüntü sergileyerek dolanıyordu.
“Aşamalar şeklinde yapacağız. Tek seferde anlatılan her şey, ortalara doğru bir pürüz çıkarır. Adım adım gitmek gerek.”
Kafam allak bullak olduğundan, “Bu çok mu uzun sürecek peki?” diye sordum çat diye.
“Bilmiyorum,” dedi, dürüsttü, bunu yeşil gözlerinde görebilmiştim. O da büyük bir bilinmezlik içerisindeydi. “Bunu zaman gösterecek.”
“Labirent gibisin,” diye mırıldandım, dudaklarımdan akan su damlalarını elimin tersiyle silip bahçenin diğer ucuna baktım, onunsa dikkatli gözleri hâlâ bendeydi. Israrcı bakışlarını hissetsem de ona bakmamaya devam ettim. O gözlerde bir sorgu olduğunu biliyordum, bu sorgunun nedeninin kurduğum cümle olduğunu da biliyordum ama bu cümleyi tamamlayacak diğer kelimeleri yok etmişim gibi sessizce bahçenin diğer ucunu izliyordum.
Aniden elini kaldırınca bir an irkilerek geri çekildim ve gözlerimde asla saklayamadığım bir korkuyla ona baktım. Bunu beklemediği için eli havada asılı kaldı, yeşil gözleri kıyametten sağ çıkmış, kendini cehenneme kendi ayaklarıyla taşımış gibi dehşetle bakıyordu. Kalbim, ağrıların yuvası bildiği bir çarpıntı hissiyle hızlanmıştı. Elimde değildi, bir el ne zaman kalksa genelde beni okşamak için değil, bana vurmak için kalkardı ve bu elin sahibi babam olurdu.
Bir an babam hayatımda olmasa bile gölgesinin hep benimle olacağını hatırladım, bu korku da o gölgenin serinliğinde doğan bir duyguydu. Evren başta anlam veremediği bu refleksimi, saniyelerin ona dokunmasıyla birlikte üzerine sinmiş tuhaf bir duyguyu örtbas edemeden izlemeye başlamıştı. Kendimi şala iyice sarıp yutkunarak bir ona bir de havada asılı duran eline bakakaldım. Elini usulca indirdi, bana zarar vermekten korkuyormuş gibi yanağıma hafifçe dokunduğunda gözlerim benim isteğim dışında kısıldılar, kirpiklerimin üzerine serildiği gözlerimin küçük aralığından ona baktım.
Bu dokunuş, benim tanımadığım bir dokunuştu; içindeyse saf inanç, el değmemiş bir güven, açığa çıkmış bir şefkat vardı. Bir an bu yakınlık beni yaralayan bir silaha dönüştü ve kalbim, düğümü çözülmüş o gemi gibi usulca göğsümün iskelesinden uzaklaşmaya başladı. Evet, ben kırılmış bir bardaktım, içim ne kadar sularla dolu olsa da o sular bir süre sonra taşıp dökülüyordu, biri ağzını bana yaslasa o ağzı kan revan içinde yapardım ama insanlar bana bakınca, insanın içini serinletecek suyu içinde taşıyan cam bir bardak görüyordu. Kırıkları görmüyordu. Verebileceğim yaralardan, kırgınlıklarımdan habersizdiler.
“Küçük kız,” dedi, sesindeki ton, bir bulutun yağmur yüklü göğsü gibi koyuydu. “Baban bunu ne zamandan beri yapıyor?”
İnkâr büyük bir mekanizmaydı, ben ise kanımda bile inkârı taşıyordum. Kaşlarımın ortasındaki yarık onu anlamadığımı ona resmetmiş olsa da hayır, ben onu çok iyi anlamıştım. Bunu söyleyecek cesaretim yoktu, bunu ona belli edecek kadar korkusuz değildim. Bakışlarımdaki inkâr onu ne denli ikna etmişti bilmiyordum ama bana bakarken gözlerinde, ona tüm olanları anlatırsam bana yardım edip, yaralarımı saracakmış gibi duran bir ifade taşıyordu.
“Cevap vermeyecek misin?”
“Neye?” diyerek onu püskürtmeye çalıştım, soğuk ve ıslak avucunu yanağıma bastırması kalbimin bedenime bağlı olan tüm kabloları koparıyordu.
“Aptalı oynama,” dedi, kaşlarının ortasında küçük bir yarık oluştu, çenesindeki dikiş izi dişlerini sıktığı için midir bilinmez tıpkı içeri çöken yanakları gibi iyice dibe çökerek belirginleşmişti.
“Aile konularını kimseyle konuşmam,” dedim, ardından ekledim. “Ailemle bile.”
“Ben ailen değilim,” dedi, eli büyük bir ağırlıkla yanağımı terk ederek boynuma indi, dokunuşunu bıraktığı yerlerde yangınlar yanıyordu. Kaşlarımın ortasındaki oyuk beni terk etmedi ama onu dinledim, hem de can kulağıyla. “Ben kimse de değilim.”
“Kimsin o zaman?” Dudaklarımdan dökülen bu soru, başta onun da kaşlarının tıpkı benim kaşlarım gibi çatılmasına sebep vermiş olsa da sonunda gözlerinden içtiğim duygular beni var eden kırık bardağı ağzına kadar doldurdu ve Evren konuştu: “Ben kim olduğumu biliyorum, sen de biliyorsun. Önemli olan, senin için kim olacağım.”
Söyledikleri benim için büyük anlamlar taşıyabilecekken, belki de onun için çok normal bir şeydi ama her nasılsa, kurduğu cümle geleceğim ile el ele vermiş, birbirlerine bağlanmış gibiydiler. Bazen onu anlamakta zorlandığım doğruydu ama o aslında tanıdığım en dürüst insanlardan biriydi, bir şeyleri dolandırmadan söylemeyi tercih ettiğini fark etmiştim. Yine de Barlas konusunu arapsaçına çevirdiği gerçeğini yok sayamıyordum. Sanırım Evren’in de kuyruklarını birbirine bağlayarak insanların çözmesine engel olduğu düşünceleri vardı.
Gözlerimi kaçırdım, bakışlarımı onun suların gözyaşları gibi döküldüğü kaslı göğsüne indirince, soluğuma takılanın yalnızca kelimeler olmadığını daha iyi anlamıştım. İyi bir vücudu vardı, hatta iyi değil, bayağı iyi de denilebilirdi. Bu yok sayılamaz bir gerçekti. Su damlaları vücudundan usul usul süzülürken bakışlarımı oradan uzaklaştırmam gerekiyordu ama onun gözlerine bakmak, vücuduna bakmaktan daha tehlikeliymiş gibi geliyordu bana.
“Buna verecek bir cevabın yok mu?” Sorusu beni afallattı. Gözlerimi bu defa masmavi damarların çevrelediği boynuna tırmandırdım, beyaz teni göz alıcıydı. Avucunu beni dizlerimin üzerine düşürecek bir baskıyla boynuna sürtünce bir adım geri çekilerek kafamı kaldırdım ve yeniden o yeşil gözlerin dibini buldum. İrkildiğimi anlamış olacak ki elini geri çekip başını aşağı yukarı sallayarak beni izledi.
“Ben normalde partilerden hiç hoşlanmam,” dedi, bunu neden söylediğini anlamadığım için utançtan kızaran boynumun varlığını hissederek ona soru işareti dolmuş gözlerimle baktım. “Ama bu gece Alaçatı’nın ilk sezon partisi var. Kıvılcım gitmek için sabahtan beri yalvarıyordu, düşündüm de oraya gitmemiz iyi olabilir.”
“Parti mi?” Dizilerde, filmlerde gördüğüm, kitaplarda okuduğum, mangalarda rastladığım partilerden mi bahsediyordu? Gözlerimde parıltılar oluşurken onun yeşil gözleri hâlâ sakindi.
“Evet. Daha önce hiç gittin mi?”
“Partiye mi?” Duraksadım, babamın parti adı altında götürdüğü işkence salonlarını hatırlayınca yüzümü buruşturdum. “Babamın parti olarak gördüğü şeyleri sayıyor muyuz?”
Bu Evren’i anlık da olsa güldürdü, tebessümünü gördüğüm için kendimi özel hissetmiştim. Sanki o kimseye gülümsemiyor, kimsenin gözlerinin içine şu an benim gözlerimin içine baktığı gibi bakmıyordu. Belki bana öyle geliyordu bilmiyordum ama bu düşünce sebepsizce çok hoşuma gidiyordu.
“Hayır, kesinlikle saymıyoruz. Bu daha çok gençlerin hoşlandığı türden bir parti.” Bedenini esnetmek için omuzlarını geriye doğru attı, bu hareketi bedenindeki tüm lirik kıvrımların dışarı fışkırmasına neden olunca bileklerimin uyuştuğunu hissederek hızla gözlerimi yere indirdim. “Ben pek sevmem ama senin açından da bir değişiklik olur. Alaçatı’daki genç nüfusun yarısından fazlası orada olacaktır. Belki yeni arkadaşlar da edinirsin. Sandığının aksine, yani öyle sandığını düşünüyorum, partilerde kötü kızlar olmuyor.”
“Yani biri orada bana uyuz olup beni dışlayıp, bir köşede sıkıştırıp bana zorbalık yapmaz, öyle mi?” diye sordum hızlıca.
Yine gülecek sanmıştım ama bu kez ifadesini kolay toparladı. “Öyle. Gerçek hayat, senin okuduğun ve izlediğin hayatlardan biraz daha farklı oluyor. Okuduğun, izlediğin şeylerde tek bir hayat konu alınıyor ama unutma, Gülçehre, dışarıda binlerce hayat var ve hepsi kendi hayatının ana karakteri.”
“Yine de biri bana sataşsa daha heyecanlı olurdu,” dedim dudaklarımı büzüp boşluğa bakarak. Şimdi gerçekten gülüyordu ama ona bakmadığım için bunu göremediğimi sanıyordu. Büyük avucunu ıslak saçlarımın üzerine bastırınca duraksadım, başımın üstüne koyduğu elini yavaşça sallayıp saçlarımı karıştırınca olduğum yerde bir sağa bir sola sendeledim.
Evren, elini geri çekerek, “Hazırlan, gece eğleneceksin,” dedikten sonra sırtını bana döndü ve devasa sırtı bembeyaz bir heykel bahçenin içinde yürüyormuş gibi hissettirirken evin kapısından içeri girerek gözden kayboldu.
O arkasını dönüp gitmişti ama ben uzun süre burada, beni bıraktığı yerde akşam beni nelerin beklediğini düşünmüştüm. Heyecanlanıyordum çünkü ilk defa partiye gidecektim, bir yandan da bu heyecanı bastırıyordum çünkü ben bir şekilde partilere hâkim olduğumu düşünüyordum. Sadece dans edilip bir şeylerin içildiği bir yer değil miydi neticede? Sadece nasıl giyinmem konusunda fikir sahibi değildim çünkü benim kıyafetlerim, bana göre oldukça güzellerdi ama gideceğim yer ile kan uyumu sağlarlar mıydı, işte o konuda çok kararsızdım.
Akşam güneşi, gökyüzünün teninde eski bir mücevher gibi asılıydı. Işık hâlâ gökyüzünü parıldatsa da vakit, şafağın söktüğü vakte epey yakındı, güneş artık ufukta batmak üzere olan bir gemi gibiydi. Artık odamda bir ışık olduğu için mutluydum, yine de ışık tenime yağarken kafamın içini hep aynı düşünce meşgul ediyordu.
Artık ışık olduğuna göre, Evren beni beklemezdi.
Kahverengi saçlarımın uçlarını tarağa dolayarak bekletirken gözlerim aynadaki yansımamdaydı. Saatlerdir ne annemin ne de babamın sesini duymuyordum, muhtemelen babam olanlardan dolayı bana çok öfkeliydi ve annemin de bana ulaşmasına engel oluyordu. Babam kızdığında, öfkesinin ceremesini etrafındaki herkes çekerdi.
Üzerime biraz olsun uyum sağlayabileceği düşüncesiyle giydiğim kan kırmızı elbise, tenimle bütünleşmiş, bana ait bir deri gibi vücudumu sarmıştı. Elbisenin kalın bantlı kolları vardı ve miniydi. Tüm gece dans edebileceğim düşüncesi beni asla üşümeyeceğime inandırmış, bu yüzden de ilk defa çorap giymeden ayağıma siyah, kalın topuklu, önü bantlı ayakkabılarımı giymiştim. Bu ayakkabıları genelde kot pantolon ile giydiğimden, buraya da sık sık kot giyerim düşüncesiyle getirmiştim ama kot değil de bedenimi bana ait bir deri gibi saran bu elbiseyle giymiştim.
Odanın kapısı tıklatıldığında gözlerimi omzumun üzerinden kapıya çevirdim, içeri giren kişi Kıvılcım’dı, onun üzerindeki cesur elbiseyi gördüğüm an durumu abartmadığımı daha iyi anlamıştım. Simsiyah tulum elbisesinin içinde bir Tanrıça kadar güzel ve kadınsı görünüyordu, bense beni sımsıkı saran bu cüretkâr diyebileceğim elbisenin içinde bile hâlâ çocuk gibi duruyordum. Kıvılcım beni ilk gördüğünde, gözlerinde bana cesaret veren ışıklar parlamış, bu ışıklar benim kendimi daha özgüvenli hissetmemi sağlamıştı.
Beni elimden tutup yavaşça kendi etrafımda döndürdü, ardından baştan aşağı süzerek, “Ne yalan söyleyeyim, çiçekli bir elbise ve şirin dolgu topuklarını giyeceğini düşünmüştüm, beni dev yanılttın bebeğim,” dedi, sesi neşeliydi. Bu neşenin özünde, bu gece çılgınlar gibi eğleneceğini bilmenin heyecanı uyuyor olabilirdi. Kıvılcım, hayat dolu bir kadındı, beni tanımadan önce binlerce partiye katılıp, eğlencenin tadına binlerce kez vardığına çok emindim.
Kalbimdeki tedirginlik yeniden uyandığında, “Bu yaptığım ne kadar doğru bilmiyorum,” deyiverdim. Kıvılcım’ın bedenimi süzen gözleri büyük bir hızla gözlerime tutundu, gözlerinde yine lensleri vardı, bana anlamayan gözlerle bakınca sözlerime kaldığım yerden devam ettim. “Babamı bir şekilde ikna ettik ve buraya geldim ama babam şu an nereye gidiyor olduğumu bilseydi, Alaçatı’yı başımıza yıkardı.”
“Baban hiç genç olmadı herhâlde,” dedi Kıvılcım huysuzca. “Dünyanın en saçma olayı bu ya… Tamam, gelecek kaygısını anlarım ama bir insanı geleceğe odaklı yaşatmak, o insanın bugününü çalmaktır.”
Ona diyecek sözüm olmadığı için gözlerimi sakince yüzünde gezdirmekten ileri gidemedim. Kıvılcım, “Asma şu güzel suratını. Hadi seni biraz renklendirelim,” dedi, ben daha onun ne demek istediğini kavrayamamışken beni elimden tutup çekiştire çekiştire odadan çıkarmış, Yavuz ile birlikte kaldığı odaya sokmuştu. Yavuz’u aynanın karşısında boynuna parfüm sıkarken görmüştüm, bana göz kırpmış, ardından Kıvılcım’ın yanağından bir buse alarak odadan çıkmıştı.
Kıvılcım, beni makyaj malzemelerini dizdiği masanın önüne oturttu, kafamda şekillendirdiğim bir makyaj stili yoktu ama Kıvılcım, her şeyi kontrol altına alarak önce yüzüme neredeyse benimle aynı tonda olan, garip kokulu bir fondöten sürmüş, sonra o fondöteni eliyle yedirirken beni güldürerek babamla alakalı olan düşüncelerimden bir nebze olsun uzaklaştırmıştı. Gözlerime çektiği incecik eyelinerı maskara ile tamamladı ve dudaklarıma yok gibi görünen bir ruj sürdü. Rujun rengi, dudağımın rengi gibi durduğundan çok sırıtmıyordu. Abartmadığı için memnundum çünkü hayatımın hiçbir döneminde yüzümde çok fazla ürün kullanmamıştım, bunu abartılı bulduğumdan değildi, sadece tenimi şeffaf gibi göründüğü esnada daha çok sevdiğimi hissediyordum.
“Bu gül gibi yanaklara nasıl bir allık giderdi, biliyor musun?” diye sorduğunda gözlerim onun düzenli hareketleriyle senkronize olmuş şekilde hareket ediyordu. Yuvarlak bir kutuya uzanıp, “Tabii ki gül kurusu renginde bir allık giderdi,” dedi neşeli bir sesle. Yanaklarıma dokundurduğu toz formundaki allık, anında elmacık kemiklerimin dışarı fırlamış gibi görünmesine neden olmuştu. Yapay bir görüntü sunmuyordu, aksine sanki saatlerdir koştuktan sonra kan ter içinde ve nefes nefese aynaya bakıyormuşum gibi görünüyordu.
Tırnaklarıma oje sürmeyi teklif etse de reddetmiştim, yeterince abartılı, olaya uyumlu olduğumu düşünüyordum artık. Odadan çıktığımızda güneş gökyüzünü tam anlamıyla terk etmiş, gökyüzü güneşin yokluğunun yasını tutuyormuş gibi solgun bir maviye bürünmüştü. Kalbimin atışları, ilk kez hep düşündüğü bir şeyi yaşayacak olan insanın kalbinin atışları gibi güçlü bir şekilde içimde patlıyordu.
Evren ve Yavuz, bizi aracın önünde bekliyordu. Kıvılcım ile evden ayrılıp bahçeden geçtiğimiz sırada hava serin olmasına rağmen bacaklarım ter içinde kalmıştı. Bunu kimsenin anlamaması için içten içe dua ederek bahçeden çıkıp araca doğru ilerledim. Evren, aracın kapısını açıp sürücü koltuğundan çıkınca, bir anda önümde onu bulmanın paniğiyle sendelemiştim, dengemi kurduktan sonra ona baktım ama ben ona baktığımda, onun çoktan bana bakmaya başlamış olduğunu gördüm.
Üzerinde tıpkı teni gibi beyaz, yuvarlak yaka bir tişört vardı, tişörtün kolları omuzlarının baş kısımlarına kadar kıvrılmıştı ve tişörtün eteklerini siyah, dar paça kotunun içine sokarak siyah deri kemeriyle bu görüntüyü ütülemiş gibi sabitlemişti. Islak ve gür saçlarını arkaya yatırmış olsa da saçları hâlâ hafif dağınık görünüyordu, saçlarının onu ilk gördüğüm gün olduğundan biraz daha uzun olduğunu yeni fark ediyordum. Teninden hoş bir tıraş kolonyası kokusu yayılıyordu, kaymak gibi görünen yanaklarına bakılacak olursa yeni tıraş olmuştu.
Kıvılcım aracın arka koltuğuna dolaşırken ben hâlâ Evren’in karşısında duruyordum çünkü o, önüme resmen etten bir duvar örmüştü. Gözlerimiz, kilitli bir odaya gizlenmiş kutunun içindeki iki farklı anahtar gibi birbirine çarpınca, kasılan bedenimi gevşetmek için kendimi sıkarak yanağıma düşen saç telini kulağımın arkasına ittim.
“Farklı görünüyorsun,” dedi beklemediğim bir anda.
“Pek böyle giyinmem,” dedim başımı sallayıp onu onaylayarak.
“Makyaj da yapmıyordun,” dedi, gözleri yüzümün her bir köşesinde dolaşırken ona bakmak şimdi katbekat zordu.
“Kıvılcım yaptı,” dedim. “Ben sadece nemlendirici sürerim, nadiren makyaj yaparım.”
“Evet, nemlendirici sürdüğünü fark ettim. Dudakların hep ıslak.”
Duraksadım, nabız seslerim uğultulara karışırken öylece ona baktım. Bu söylediği onun için çok normalmiş gibi bana düz düz bakıyordu. Ben mi gariptim yoksa Evren’in söyledikleri gösterdiğinin aksine anormal miydi?
Yavuz, “Oğlum sohbet etmek için arabanın önüne gelmeyi mi bekliyorsunuz lan?” diye homurdandı kafasını arabanın camından dışarı sarkıtarak. “Hadi, acilen konyak şişesini yalamam gerek benim. Bekleme yapmayın, Türk filmi çekmiyoruz.”
“Kes sesini,” dedi Evren ona bakmadan. Gözleri hâlâ bende olduğundan rahatsızlık hissedip önünden çekildim, aracın arkasına doğru ilerleyecekken, “Öne bin,” demesi adımlarımın havada asılı kalmasına neden oldu.
“Reis, arkada yer yok, arka koltuk yengenle benim,” dedi Yavuz bana bakarak, bir an bunu bana mı Evren’e mi söyledi bilemediğim için ona bön bön baktım. “Sana diyorum kız, Çitlembik.”
“Şu kızla konuşurken onun senin gibi ayıların dilinden anlamadığını hesaba kat,” dedi Evren sert bir dille, ardından beni aniden belimden tutunca gözlerim iri iri açıldı. Bedenimi öne doğru çekerek kaputun ön kısmından geçirdi, kapımı açıp, “Bin,” dedi sakince. Dediğini yapıp ön koltuğa bindim, yavaşça kapıyı kapattı, aracın önünden dolaştığı esnada gözlerim onu takip ediyordu.
Yavuz, aniden öne doğru eğilerek yanağımdan makas aldı, Kıvılcım gülüyordu, Evren ise araca binmişti ve Yavuz’un bu hareketine yan gözle, sakin gibi görünen ama oldukça tehditkâr olduğuna emin olduğum bir bakış fırlatmıştı. “Aramızdaki buzları kırmaya karar verdim,” dedi Yavuz iyice eğilip bana bakarak. Omzumun üzerinden onu izlerken yüzümde allak bullak bir ifade belirmişti. “Bakma öyle alık alık. Ben senin kirvenim bundan sonra.”
“Kirve mi?” diye sordum, Kıvılcım arkada kahkaha atıyordu.
“Evet. Bu gece ilk alkolünü benim elimden içeceksin ve artık senin kirven olmuş olacağım…”
“Alkol mü?” diyebildim, bu benim için yeni bir deneyim olacağından kalbim yeniden hızlanmıştı ama Evren anında, “Öyle bir şey olmayacak,” diyerek araya girdi. Aracı büyük bir sakinlikle kullanıp, gözlerini yoldan ayırmıyor olsa da kulağı bizdeydi.
Bana sırıtarak baktı. “Reşit değil mi bu kız? İsterse bir bardağa mazot doldurur, birlikte içeriz…”
“Yavuz,” dedi Evren sakince, bu sakin ses tonu Yavuz’un kafasını geri çekerek aniden gözden kaybolmasına neden oldu.
Araç, Alaçatı’nın renkli sokaklarında ilerlemeye başladığında bedenim gergin, düşüncelerim zihnimin içinde seyir hâlindeydi. Ampullerin, sarmaşıklar gibi aşağı sarkmış kabloların uçlarında boy verdiği sokaklardan geçiyorduk, o sokaklarda ışıklar geçmişe ait bir müzikal gibi parlıyordu. Mekânın arkasındaki sokak, çıkmaz bir sokaktı, Evren aracını oraya park etmişti.
Dışarısı geceyi kucakladığı için artık soğuktu. Kollarımı bedenime sararak yürümeye başladım. Mekânın girişini bulamamıştım, bakıldığında ortam ışıklarla dolu olsa da aslında karanlıktı ve ışıkların oyunları beni resmen kör etmişti. Çift kanatlı, demir bir kapıdan içeri girerken arkamda Evren’in olduğunu biliyordum. Gözleri beni delecek gibi sarmış, kıskıvrak kavramıştı.
Adımlarımı iyice hızlandırıp demir zeminli bir yoldan geçtiğim sırada korumalardan biriyle göz göze geldim. İri yarı, top sakallı bir adamdı ve gözlerindeki siyah güneş gözlükleri, yüzümdeki şaşkınlığın iyice genişlemesine neden olmuştu.
Evren, soğuk elini belime atınca, vücudumu deri gibi saran elbisenin kumaşının altında bile o dokunuşu bizzat tenimde hissettim. Ürpersem de bugünlük bu dokunuşlara bağışıklık kazanmışım gibi hissediyordum, bu yüzden kendimi toparlamam çok uzun sürmemişti. İçeriden zemini ikiye yaracak kuvvette bir müzik sesi geliyor, gelen müziğin sesi duvarları sararak yürüdüğüm zemini bile titretiyordu.
Evren, belimde duran elini tenimden uzaklaştırmadan beni yürütmeye devam ediyordu. Adımlarımı yavaşlatan, beni karşılayan ışıklardan birisi olmuştu; saniye başı yanıp sönen ışık, anlık da olsa duyularıma saldırarak beni kör etti, adımlarımın yavaşlaması Evren’in de duraksamasına neden olmuştu.
Birbirine yaklaşan kirpiklerimin arasından ışığın özünün geldiği yere baktığımda, içinde olduğum dünyanın ne kadar dar, ne kadar her şeyden uzak olduğunu şimdi daha iyi anlamıştım. İnsanlar dans ediyor, insanlar eğleniyor, ışıklar insanları yutuyor ve müzik, düşünceleri sağır ediyordu. Gözlerimden, tıpkı tavandan yayılan o kör edici ışık gibi parlak bir ışığın yayıldığını hissedebiliyordum. Olduğum yere yabancıydım ama insan en çok yabancı olduğu yerdeyken kendini tanıma şansı bulmaz mıydı?
Doğruydu. İnsan en çok yabancı olduğu yerdeyken kendini tanıma şansı buluyordu.
Evren’in ferah, gül kokluyormuşum gibi hissettiren kokusunu bastıran ağır parfümü, ciğerlerimi bir süre sonra insanı öldürecek olan o zehir gibi doldu, sıcaklığının tenime dalga dalga yayıldığını hissettim. Dudakları kulağıma o kadar yakındı ki içerideki müzik sesine rağmen kalbimin atış seslerini duyabiliyordum.
“Burası,” dedi, dudakları kulağıma dokununca bel kemiğim ürperdi ve farkında olmadan onun eli belimdeyken usulca kıvrıldım. “Senin dünyana çok uzak bir yere açılan kapı.” Belimi daha sert kavrayınca nefesimi tutmak zorunda kaldım, kalbim şimdi göğsümün içinde değil, boğazımın içinde çarpıyordu. “Bu kapıdan benimle girersen, bir daha bensiz çıkamazsın.”
Cümlesi yıkıcıydı ama asıl yıkma nedeni, oraya yeni şeyler dikeceğindendi ve bu dikilen şey, yıktığı şeyin aslında yıkılması gereken bir şey olduğunu kanıtlıyordu. Adımımı içeri attığım an, müziğin sesi her yana yayıldı ve ritmi kalbimin içinde, tüm kemiklerimde hissettim.
Dans etmeye gecenin erken saatlerinde başlamış olan insanların arasından geçerken, onun beni takip eden bir gölge gibi beni adım adım izlediğini biliyordum. Eli hâlâ belimdeydi, beni yavaşça yönlendirirken insanların kokuları, yüzleri birbirine karışıyordu. Yüksek, yuvarlak bir masanın önünde durduğumuzda kafamı kaldırıp DJ kabinine baktım, bedeninin yüzde sekseni dövmelerle kaplı olan, saçlarını kazıtmış bir DJ, kollarını kaldırmış, dans eden insanlara eşlik ediyordu. Hemen kabinin çaprazında bar kısmı vardı, sarışın bir barmen kollarını iki yana açmış, avuçlarını tezgâha yaslamıştı ve dans eden insanları gözlerinde soğuk bir ifadeyle izliyordu.
Kıvılcım, sanki bu ânı bekliyormuş gibi hızla insanları yararak bara doğru ilerlemeye başlamıştı, bir süre sonra Yavuz’un da onu takip ettiğini gördüm. Göz ucuyla Evren’e bakma ihtiyacı duyduğumda, yüzüne çarpan neon renkteki ışıkların tenine düşürdüğü uyarıların ne kadar güzel göründüğünü fark ettim. Bana değil, karşıya, ışıkların çarparak her yana yayıldığı aynalı duvara bakıyordu. Fırsattan istifade onu daha dikkatli inceleme şansı yakaladığım için gözlerim profilinin her köşesine dokunuyor, onun yüzüne denize dalan bir insan gibi dalıp geri çıkıyor ve tekrar başka bir köşesinden tekrar dalıyordum. Nefeslerim suyun içinde fazla kalabilmeye müsait olmadığından, gözlerim de nefeslerim gibi hep farklı yöne çevrilerek belirli dinlenme ihtiyacını o değişimler boyunca karşılıyordu.
Işıklar ve sesler o kadar fazlaydı ki buna fazla maruz kaldığım için beynim bir anlığına zonklamaya, gözlerimse odağını kaybetmeye başlamıştı. Şimdi etraftaki her şey buğuluydu, yalnızca Evren’i net bir şekilde görebiliyordum. Düz inen, ucu hafif yukarı bakan düzgün burnu ve çok da kalın olmayan kan rengi dudakları, bu ışığın altında normalde göründüğünden daha ilgi çekici görünüyordu bana kalırsa. Uzun kirpikleri ileri doğru bakan savaş okları gibiydi. Kulağında, ucunda hilâl olan küçük halka bir küpe vardı, onu ilk kez küpe ile görsem de yadırgamamıştım, aksine onun sade görüntüsünü biraz olsun ilginçleştirdiği için bu ayrıntıyı beğenmiştim. Sanırım bedenindeki tek piercing deliği kulağındaki delikti, vücudunun hiçbir noktasında da dövme yoktu. Oysa onun yaşlarında olan her adamın en az beş ya da altı dövmesi olduğu bir dönemde yaşıyorduk. Sigara kullanmıyor, arkadaşlarının aksine bir içki kapmak için bara koşmuyordu. O gerçekten gördüğüm en tuhaf insanlardan birisiyken, nasıl her şey bu denli normalmiş gibi hareket edebiliyordu hiç anlam veremiyordum.
Aniden bana doğru dönünce onu izlerken yakalanmak beni paniğe soktu. “Bitti mi?” diye sordu, gözlerim dudaklarına dokunup kelimeleri algılamak için iyice kısıldı. Sesi, müziğin kulak yırtan gürültüsüne takılıp parçalandığından onu yalnızca dudaklarını izlediğimde anlayabiliyordum.
“Ne bitti mi?”
“Yüzümün ayrıntılarını hafızana işleme işlemin.”
Duraksadım. Beni hazırlıksız yakaladığı için toparlanmam bir süreme mâl oldu. Gözlerinin üzerimde olması, cevap verme dürtümün katlanarak büyümesine neden olsa da dilimin ucunu ıslatacak kelimeleri oldukları yerden dışarı çıkaramıyordum.
Kaşını kaldırıp yavaşça eğilerek yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Resmimi falan mı çizeceksin?” diye sordu, ikinci kalp hızlandıran sorusu, iyiden iyiye dumur olmama neden olmuştu.
“Bu da nereden çıktı?” diye bağırdım beni duymasını istediğim için.
Biraz daha eğilip kulağıma doğru yaklaştı. “Çok dikkatli bakıyordun, ondan merak ettim.”
Ona baktığımı nasıl fark etmişti? Kaşlarımın arasına açılan inkâr çukuruna kelimeleri sığdıracakken, başını tekrar az önce izlediği yere çevirdi, bu defa ben de ona ayak uydurarak oraya baktım ve karşıdaki aynaya düşen görüntümüz, şaşkınlığımın katlanarak yüzümün her zerresine dağılmasına neden oldu. Tenimi tırmalayan utanç dalgası hızla her yanımı sardığında, gözlerini yeniden bana çevirmişti ama ben yansımamızı izlemeye devam ediyordum.
“Ee?” deyince yutkundum. “Beni mi çizeceksin?”
Gözlerimde kıpırdayan ifadeleri gizlemeden ona baktım, tek kaşını kaldırmış beni izliyordu. “Sadece buradayken mutlu olup olmadığını anlamaya çalışıyordum,” dedim dürüstçe ama tamamen dürüst değildim, onun güzelliğini incelediğimi ona söylememiştim.
Söylediğim şeyi duymamış gibi, “Çizim demişken, gerçekten iyi çiziyorsun,” dedi, bunu nereden bildiğini sorgulayacakken o gece o kadının yaşadığı şeyi hatırlayıp yüzümü iğrenme duygusuyla buruşturdum. “Portre çizme konusunda kendini nasıl o kadar çok geliştirdin? Mürekkepli kalemle çizecek kadar.”
“İzlemeyi seviyorum,” diye fısıldadım, bunu bu gürültüde duymasının imkânı olmadığını düşünsem de duymuştu. “İnsanları izliyorum, maddeleri, her şeyi izliyorum ama sanırım insanları gözlemleme konusunda daha iyiyim. Zamanla bunu çizime de yansıtmaya başladım.”
“İlk çizdiğin yüz, kimin yüzüydü?” Hiç beklemediğim anda sorduğu bu soruyla, dünyadaki her şey, şu an göğsümü zonklatan müzik bile susmuştu.
Çizdiğim yüzün sahibi bana değil, o soğuk gözleriyle bir bilgisayar ekranına bakarken çizmiştim o resmi. Şakaklarındaki çizgiler, elmacık kemiklerine kadar uzanıyor, gözlerindeki soğuk bakışlara rağmen işini arzuyla yapıyordu. Tüm gece bilgisayar ekranına bakmıştı, ben de tüm gece onu izlemiştim. O uyumaya gittiğindeyse, zihnime kazıdığım yüzü kâğıda çizmiştim.
“Babamın.”
Bana ne diyeceğini bilmiyor gibi değil, diyeceği şey bana dokunacakmış da o bunu bildiğinden susuyormuş gibi baktı. Gözlerimi kalabalığa çevirdim, kalabalığın içinde tanıdık bir yüz görür gibi olmuştum ama insanlar o kadar yoğun bir kalabalık oluşturmuştu ki bunun zihnimin bana oynadığı bir oyun olabileceğini düşünerek çok da üzerinde durmamıştım.
Yavuz, elinde sade bir viski bardağıyla, Kıvılcım ise onun aksine epey gösterişli, oryantal bir görüntü sunan kokteyl bardağıyla masaya dönmüştü. Viski bardağının içini su renginde bir içki dolduruyordu, kokusunu masanın diğer ucundan bile alabileceğim kadar ağır bir kokuya sahipti. Yavuz masaya doğru eğilince, koku daha yoğun bir biçimde burnuma akın etti.
“Siz bir şey içmeyecek misiniz?” diye sordu, sesi yankılı bir şekilde dağılarak zihnimi bulunca ona sakince baktım ama kelimeler dudaklarıma ilerlemedi. Ne içecektim? Bilmiyordum. Gözlerimi beklentiyle kısarak Evren’e çevirdiğimde, yine o ışık saçan yeşil gözlerle karşılaştım, ne zaman ona baksam, onun benim ona bakmadan önce bana bakmaya başladığını görüyordum.
“Meyve suyu ya da maden suyu içebilirsin istersen,” dedi Evren, gözlerimi yüzünde gezdirip cevapsız kaldığımda konuşmaya devam etti. “Tabii ki sana karışmıyorum. Dilersen sana içki de söyleyebilirim ama ilk seferin olduğuna emin olduğum için mideni ve başını düşündüğüm için bence alkol alma.”
“Midem ve başım mı?” diye sordum.
“Mideni bulandırabilir, mideni bulandırmasa bile sabah uyandığında kelleni kopartmak isteyebilirsin,” diye açıklamada bulundu.
“Her güzel şeyin bir bedeli vardır, kirvesinin güzeli,” dedi Yavuz. Ona silik bir gülümsemeyle baktım, kalbini tutarak, “Buna hazır değildim, sanırım seninle aramızda abi kardeş ilişkisi oluşacak şimdi,” diye dalga geçti.
Kıvılcım, “Bu gece eğlenmeye çalış. Bence hafif bir içkiyle başlayabilirsin, çok sarhoş olma. Emin ol, ilk eğlence geceni hatırlamak istersin,” dedi anlayışlı bir sesle. “Senin için hafif bir kokteyl hazırlatabilirim.”
Yeniden beklentiyle, hatta sorguyla Evren’e baktığımda omuz silktiğini gördüm. “Ben hâlâ meyve suyundan yanayım ama son karar senin,” dedi hafif bir tonlamayla, kan rengi dudaklarını yaladı ve sonra gözlerini kalabalığa çevirdi.
“Çok hafif olursa olur,” diye mırıldandım, Kıvılcım göz kırparak yeniden masadan uzaklaştığında şimdi ben de çevremi izliyordum. Evren hiçbir şey içmeyecek miydi gerçekten? Kalabalık, dünyanın kalbine giden damarlarmış gibi eğlence pompalıyordu.
Dans eden iki sarışın kızın arasında duran adamı gördüğümde, gözlerimde şaşkınlık bir işaret fişeği gibi fırlayıp tüm yüzümü aydınlatmıştı. Barlas, neredeyse omzuna bile gelemeyeceğim kadar uzun, sarışın bir kız ve benimle aynı boylarda bir başka sarışın kızın ortasında dans ediyordu. Gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıvamış, ön düğmeleri de neredeyse karnına kadar açmıştı ve tenine dökülen ışık, terli teninin parıl parıl parlamasına neden oluyordu. Bu kadar erken bir saatte nasıl bu kadar terlemişti anlamıyordum, kendinden geçmiş gibi dans ediyor, bir yandan da sağ elinde tuttuğu bardağı dudaklarına götürerek içkisinden büyük yudumlar alıyordu.
Yavuz’un olduğu yerde dans ettiğini, bize bakmadığını fark edince Evren’in güçlü koluna dokundum. Dokunuşum onu rahatsız eder mi diye düşünmemiştim çünkü o da bunu düşünmeden sık sık bana dokunuyordu. Parmaklarım tenine temas ettiği an, yeşil gözlerinin beni bulduğu andı. Gözlerimde şaşkınlığı görünce duraksadı, bakışlarımı hızla yeniden Barlas’a çevirip bunu ona göstermek istiyormuş gibi şaşkınlıkla oraya baktım. Evren de bakışlarımı takip etti, sonrasında tıpkı benim gibi Barlas’ı karşısında bulunca kaşları hızla çatıldı.
“Onun da burada olacağını biliyor muydun?” diye sordum beni duyması için yükselttiğim sesimle.
“Evet ama bu kadar erken geleceğini düşünmemiştim,” dedi Evren, gözlerimi kan rengi dudaklarından ayırmıyor, kuracağı cümleleri sabırla bekliyordum. “Eğer seninle konuşmaya çalışırsa ona biraz soğuk davran.” Gözlerini bana indirdi. Ona yakın olmamı isteyen oyken, neden ona soğuk davranmamı istiyordu ki? Soru işaretlerinden kurtarılmaya ihtiyacım varmış gibi ona bakarken elimin hâlâ kolunda olduğunu fark etmemle hızla kendimi geri çekmem bir olmuştu. “Çok uysal görünürsen seni hafife alacaktır. Sen hafife alınacak bir kız değilsin.”
“Olduğum gibi davranmam yeterli mi?” diye sordum şaşkınca.
“Evet. Seni ilk gördüğüm günkü gibi ol, utangaçtın ama beni bir güzel benzetmiştin,” dedi, ona şaşkınlığın büyüdüğü gözlerimi dikerek bakmaya devam ediyordum. “Bu adam gibilerini tanırım, fazla güler yüzlü ve uysal olursan, sanki hadleriymiş gibi seni ulaşması kolay bir kadınmışsın gibi görürler.”
“Öyle birine benzemiyordu aslında,” dedim karman çorman olmuş ifademi toplayamadan.
“Emin ol buradaki erkeklerin çoğu, gövdesinin üzerindeki kafasıyla değil, başka şeylerinin kafasıyla düşünürler, Gülçehre,” dedi, ardından tehlikeli gözleri Barlas’ı yakaladı. “Şu an seni göremez. Epey meşgul gibi görünüyor, belli ki birkaç saat öncesine kadar çok da yormuşlar onu.”
“Yormuşlar mı?”
“Evet, şu sarışın kızlar,” dedi, sonra bana baktı. “Boş ver, sen anlamasan da olur.”
“Neyi?”
Evren’in gözleri masanın diğer ucuna kaydı. “Kokteylin gelmiş,” diyerek konuyu değiştirdi.
Kıvılcım, elindeki kokteyl bardağını bana uzattı. Bardağın üzerinde bir şemsiye, kenarına geçirilmiş birkaç limon dilimi vardı ve içinde de buz parçaları yüzüyordu. Dibindeki renk daha koyuyken, yüzeyi açık pembeydi. Pipeti çevirerek, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım ama Kıvılcım bana bakmadan dans etmeye başladığı için beni duymamıştı bile.
Kokteylin içinde biraz da olsa alkol olduğunu bildiğimden zihnimdeki merak, tenimde ter damlalarına dönüşmüştü. İlk yudumu içtiğimde aldığım tat yalnızca çilek aromasının tadıydı, ikinci yudumdaysa boğazımı hafifçe yakan alkolün tadını almıştım, yüzümü buruştururken aslında bu tadın çok da fena olmadığını düşünmüştüm. İlerleyen saatlerde kokteylim çoktan bitmişti, ben başımın dönmesini, tenimin ürperip bu yeni deneyimi bana daha net hissettirmesini beklerken, kokteyl biraz olsun etki etmediği için hayal kırıklığı hissetmiştim. Birkaç saat önce sarışınların ortasında dans eden Barlas’ı şimdi göremiyordum, yer yarılmıştı da içine girmişti sanki.
Kıvılcım, dans ederek bana doğru yaklaşıyordu, başta sadece olduğum yerde durup onu izlesem de o beni ellerimden tutarak kendine doğru çekince işin rengi değişti ve olduğum yerde hafif hafif sallanarak ona uyum sağlamaya çalıştım. Kıvılcım, beni kendi etrafımda döndürüyor, alkolün kokusu net bir biçimde ciğerlerimi istila ederken kahkaha atarak dansa eşlik ediyordu. Kafası fena derecede güzeldi, kaçıncı kokteylini içtiği konusunda bir fikrim olmasa da ondan gelen yoğun kokuyu alabiliyordum, mide bulandırıcı değildi ama net bir şekilde içime çektiğimde başımı döndüren bir kokusu vardı. Bir süre devam eden, beni gülümseten, içimde başka yerlere dokunan bu eğlence, Yavuz’un Kıvılcım’ı belinden tutup çekmesiyle sona erdi. Olduğum yerde durup onları izlemeye başladım. Yavuz, Kıvılcım’ı kendi etrafında döndürdükten sonra belinden tutup kendine yapıştırdı; şimdi tek bir beden gibi duruyorlardı ve birbirlerine yapışık hâlde dans ediyorlardı.
Gözlerimi masanın önünde dikilmeye devam eden Evren’e çevirdim. Devamında gördüğüm manzara, ayaklarımdan zemine çakılmışım gibi hissetmeme neden olmuştu. Esmer, siyah, düz saçları beline kadar uzanan, mini, beyaz elbisesinin içinde bir güzellik tanrıçasını andıran minyon yapıdaki kadın, Evren’in omzuna dokunmuş, Evren de yeşil gözlerini ondan epeyce kısa duran kızın yüzüne indirmişti. Kalbimin atışlarının yavaşladığını hissettim, müziğin sesi de bangır bangır çınlamaya devam etmesine rağmen zihnimin içinde kesilmiş, sessizlik her yana hâkim olmuştu. Esmer kızın yüzünde cesur bir gülümseme vardı, bebeksi bir yüzü olmasına rağmen insanlarda kadınsı bir izlenim bırakıyordu. Onu hayretler içinde izlemeye başladım. Cesur, siyaha boyanmış uzun tırnakları, Evren’in bembeyaz kolunu usulca çizerek eline kadar indi. Evren ise kızın cesur, istekli bakışlarına bomboş, ifadesiz gözleriyle yanıt veriyordu. Belki de yanıtsız bırakıyordu.
Yanımdan geçen yabancılar bedenime çarpıyor, özür bile dilemeden kalabalığa karışıyorlardı. Bense Kıvılcım’ın beni bıraktığı yerden santim kıpırdamadan masanın önünde olup biteni izliyordum. Bunu izlemek, içimde garip bir duygunun bulutların ardından yüzünü gösteren güneş gibi doğmasına neden olmuştu. Terli parmaklarımı kırmızı elbisemin kumaşına bastırarak yutkundum. Esmer kızın bordo rengine boyanmış, oldukça kalın dudaklarına baktım. O dudaklardan dökülen kelimeleri kavrayabilmek için tamamen yoğunlaşmıştım. Onun sesini duyamasam da kelimeleri zihnime dolmayı başardı.
“Eğlenmek istiyor musun?” diye soruyordu esmer kız, Evren’e. Evren sessizce kızın yüzünü izlemeye devam ediyordu, ses yoktu, cevap yoktu, hareket eden hiçbir uzvu yoktu. Kız uzun tırnaklarını Evren’in bileğinde dolaştırırken, “Eğer istersen alt katta yerim var. Bu gürültüden uzaklaşabiliriz. Seni kafanın içinden bile uzaklaştırabilirim.” Utanç her yerdeydi, kızın ruhuna uğramayan o utancı ben ta içimde, organlarımın her köşesinde, ruhumda, zihnimde hissediyordum. Gözlerimi kaçırmak istesem de bunu yapamadım. İzleme isteği bir dürtü gibi her yanımı sarmış, beni ateşten halesinin içine almıştı. Kız, tırnaklarını Evren’in bileğine bastırınca kaşlarımın ortasında oluşan öfke yarığını toprakla doldurup onu kapatamadım, gözlerimi kızın ellerine dikerek dişlerimi sıktım. Onun canını yaktığının farkında mıydı? Neyi vardı bu kızın?
Kendimi tutamayıp ayaklarıma sert bir yürüme emri verdiğimde, içimde kasırga gibi büyüyen duyguya yenik düşeceğimi hiç düşünmezdim. Neyin öfkesiydi bu? Evren’in tenine tırnaklarını bastırdığı için mi bu kadar çok öfkelenmiştim? Masanın önüne gelip aniden masaya sertçe vurduğumda, esmer kız olduğu yerde sıçrayarak irkilip bana doğru döndü. Onun gözlerini ilk kez gördüğüm andı bu. İri, çekik, mavi gözleri vardı, ten rengiyle sağladığı uyum, ölümcül bir güzelliği doğurmuştu.
Zihnimde felaketler yaratan öfkeyi örtbas edemeden, “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordum kaba bir ses tonu kullanarak.
Kızın duraksadığını, ardından ince kaşlarını çattığını gördüm. “Ne yapıyormuşum?” diye sordu, sesi gürültünün içinden geçip bana ulaştığında, ses tonunun ne kadar kadınsı olduğunu düşündüm.
Evren’in yeşil bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. “O elini oradan çekecek misin?” Çenemle Evren’in bileğini işaret ettim. “Sana onu tırmalama hakkını kim veriyor?”
Kızın dudaklarının kenarı yavaşça yukarı kıvrıldı, bana uyuz olduğu her hâlinden belli oluyordu. “Onun kızı mısın?” diye sordu, ses tonu abartılı bir merakla örülmüştü. Tırnaklarını Evren’in bileğinden geri çekerek tamamen bana doğru döndü. “Onun musun?”
Bir an kelimeler apar topar çekilerek dudaklarımı terk ettiler. Kıza bakakalmıştım. Oysa birkaç saniye öncesinde bile içimde onu parçalama isteğiyle beni tırmalayıp duran bir yırtıcı vardı. Şimdi o yırtıcı kulaklarını indirmiş, kuyruğunu bacaklarının arasına alarak gizlemişti. Kafamın içinde çark gibi dönen düşünceleri gizleyebilmeyi başardım ama kızın söylediğine verecek bir cevap bulamadım. O an, Evren kızın yanından uzaklaşarak masanın etrafında beni heyecandan yere serecek bir ağırlıkla dolaşarak yanıma yaklaştı, beni kolunun altına alarak sarınca donup kaldım. Çenemi onun beyaz tişörtüne bastırdım, kafamı kaldırarak onun yüzüne baktım. Çenesini, çenesindeki dikiş izini, düzgün burnunu ve kirpiklerini görüyordum. Doğrudan kıza bakıyordu.
“Evet,” dedi. “Benim kızım.”
Zamanı allak bullak eden iki kelimelik cümlesi, onun kollarının arasında ormana düşmüş yanan bir kibrit çöpü gibi ormana yayılarak ormanı ateşe vermeme neden oldu. Kızın yüz ifadesini görememiştim ama kısa süren sessizliğin sonunda hiçbir şey söylemeden kalabalığa karışarak gözden kaybolmuştu. Evren, sanki kız hâlâ oradaymış gibi bir süre daha beni kollarının arasında tuttu. Yüzüme değil, ilerideki dans eden kalabalığa bakıyordu ama ben, çenem onun göğsündeyken gözlerimi kırpmadan onu izlemeye devam ediyordum.
Beni nasıl derin bir çukura attığının farkında bile değildi.
Tam ağzımı açacakken, “Herif karşıda,” dedi mekanik bir sesle. Ne demeye çalıştığını anlayamadığımdan gözlerimi onun izlediği kalabalığa doğru çevirdim. Barlas, yanındaki sarışınlardan kurtulmuş, kalabalığın ortasında duran masalardan birinde tek başına ayakta dikiliyor, önünde duran votka bardağını izliyordu. Gömleğinin düğmelerinden birkaçını iliklemiş olsa da pürüzsüz ve terli göğsü hâlâ görünüyordu. Açık renk saçları da terden dolayı daha koyu bir hâl almıştı. “Kızlardan kurtulmuş,” dedi yeniden mekanik sesiyle. Yanağım onun göğsünde, kalbim boğazımda Barlas’ı izlerken onun sesini sanki kalbinin içinden geliyormuş gibi derinden duyuyordum. “Şimdi ne yapacaksın, biliyor musun?”
“Hım?”
“Yanından geçeceksin. Onu görmemiş gibi yaparak,” dedi, yüzümü buruşturdum ama göğsünden çekilmedim. Sesi hâlâ yoğun yoğun geliyordu. “Seni görüp sana sesleneceğine ya da arkandan geleceğine eminim. Ona karşı olabildiğince mesafeli davran. Seni merak etmesini sağla.” Beni omzumdan kavrayıp iyice göğsüne bastırdı, eğilip kulağıma doğru fısıldadı. “Ama bu kez, geçen seferki gibi elini tutup oraya numarasını yazmaya çalışacak kadar çok yaklaşmasına asla izin verme.” Beni yavaşça kendinden uzaklaştırıp gözlerini gözlerime yerleştirdi. “Anlaştık mı?”
Başımı olumlu anlamda sallayıp kafamı tekrar Barlas’ın olduğu yöne doğru çevirdim. “Beni göreceğine emin misin?”
“Göremeyeceği bir kadın değilsin,” dedi, bu cümlesi hızla ona doğru bakmama neden oldu, yine normal bir şey söylemiş gibi sakin ve durgun bakıyordu.
“Yanındaki sarışınlar çok gösterişliydi, ben yeterince…”
“Gösterişli olmana gerek yok, ışığın var. Bu ışığı görmemesinin imkânı yok,” diyerek lafımı böldü, gözlerini Barlas’a çevirdi. “Şimdi git. Gözümün üzerinde olduğunu unutma. Söylediklerimin dışına çıkma, olur mu?”
“Denerim,” dedim.
Beni izlediğini bilerek kalabalığa karışıp, Barlas’ın olduğu masanın önüne doğru yürümeye başladım. Gözlerimi kalabalıkta gezdiriyor, özellikle Barlas’ı görmüyormuşum gibi davranmaya çalışarak ilerlemeye devam ediyordum. Bir an gözlerim omzumun üzerinden arkama doğru kaydı, bir kadının saçları dans ederken uçuştu, ardından saçları geri indiğinde yeniden Evren’i gördüm, ışıkların altında beni izliyordu. Bana başını hafifçe aşağı doğru eğip sallayarak işaret verince, ondan aldığım güçle ben de başımı yavaşça sallayıp önüme döndüm; Barlas ile göz göze gelmeyi beklemiyordum.
Sarı gözleri, ışıkların altında loş ışık yayan bir kristale dönüşmüştü resmen. Elinde tuttuğu votka bardağını masaya bırakıp, beklenti dolu gözlerini gözlerime dikerek bana bakmaya devam etti. Gözlerimi yüzünden profesyonelce ayırıp kalabalığa çevirdim, yeniden yürümeye başladığımda beni izlediğini biliyordum ve bu, amacıma bir adım daha yaklaştığımı doğruluyordu.
Kızıl saçlı bir kızın önünden geçerken birinin adımı seslendiğini duyduğuma emindim ama duymazdan gelerek kalabalığı yavaşça yardım. Beni takip etmeye başladığını çaprazımdaki duvarı kaplayan aynada onun yansımasını gördüğüm an anlamıştım. Çaktırmadan saçlarımı kulağımın arkasına iterek kızların dans ettiği direklerin önüne yerleştirilmiş konsollardan birine yaslandım, kollarımı göğsümün üzerinde birleştirerek kaşlarımı çatıp kalabalıkta birini arıyormuş izlenimi yaratmaya çalıştım. Birkaç saniye içinde onun sert, erkeksi parfümünün kokusunu almıştım, sonrasında da tam önüme geçerek bana kendini altın tabakta sunmuştu. İşte bu kadar, diye düşündüm ama bu kadar olmadığını çok iyi biliyordum.
“Buradasın?” dedi şaşkınlığını gizleyemeden sorar gibi, bu şaşkınlığın beni şaşırttığını düşünmesini istediğimden ona garip garip baktım. “Beni tanımadığını söyleyemezsin,” dedi serseri gülümsemesini takınıp başını iki yana sallayarak. “Hiçbir güzellik beni unutmaz.”
“Gereksiz özgüven, insanın kendini peri padişahı sanmasına neden olur,” dedim ona kaşlarımı kaldırıp dikkatle bakarak. Bu gerçekten ben miydim? Oyunculuk hiç bana göre değildi. Bir an kendim olmaya karar vererek utancımı gizleyemeden bakışlarımı ondan kaçırdım. “Buraya arkadaşlarımla eğlenmeye geldim.”
“Onları mı arıyorsun?” Benim gibi kalabalığa bakındığını fark ettim ama ona bakmamaya çalışıyordum. “Hep böyle dikenli cümleler kurup, sonra da kurduğun cümlelerden utanır mısın sen?”
“Elimde olan bir şey değil. Ne dilimi ne de kalbimi tutamam ben,” dedim dürüstçe, bu cümle onun duraksamasına neden oldu. Sessizliğini hissedip onun viski rengine dönüşmüş sarı gözlerine baktığımda, sertçe yutkunduğu ânı çok yakından gördüm.
“Kendini kaybetmiş gibi dans edenlerin aksine, oldukça ayık görünüyorsun,” dedi, gözlerimi yüzünde gezdirerek omuz silktim.
“Yarın sabah yaşadıklarımı unutmuş olarak gözlerimi açmak istemiyorum.”
“Bana mesaj atmanı ya da beni aramanı çok bekledim,” demesini beklemiyordum, içimdeki gül tarlasında oturan Gülçehre, yumruğunu sıkıp havaya kaldırarak zaferle çığlık attı.
“Neden?” diye sordum.
“Sana telefon numaramı vermiştim.”
“Sana mesaj atacağımı ya da seni arayacağımı söylemedim ki,” diye mırıldandım, bakışları daha da yoğunlaştı, beni çözmeye çalıştığını onun gözlerindeki ışıktan bile anlamak mümkündü.
“Ama telefon numaramı avucunun içine yazmama ses çıkarmadın?”
“Olayın şokunu atlatamamıştım,” dedim, ardından ekledim. “Ve sen izin bile istemedin, benim kafamın karışıklığından yararlanarak elimi kaptın, telefon numaranı benim rızam olup olmadığını sormadan avucuma yazdın.”
Kaşlarını kaldırdı, gözleri bir an bedenime kaydı ama bu beni rahatsız edecek bir hareket değildi, gözleri daha çok üzerimdeki kıyafet onu şaşırtmış gibi tenimde dolanmıştı. Yine de kıyafetim hakkında yorum yapmadan yeniden yüzüme baktı. “Bunun seni rahatsız edeceğini düşünmemiştim.”
“Ama etti,” diyerek ona ters bir bakış fırlattım. “Bunun yerine bana sorabilirdin.”
“Sorsam kabul edecek miydin?” dedi beni köşeye sıkıştırmak istiyor gibi.
“Kabul edecektim demedim, sorman gerekirdi dedim,” diye direttim, bir süre bana söyleyecek bir şey bulamadığından mıdır bilinmez sessizce yüzümü izlemişti, sonra derin bir nefes alarak başını iki yana salladı ve güldü.
“Tamam, beni mat ettin,” dedi, sesi alaydan uzaktı ama gülümsemeye devam ediyordu. “Bana mesaj atmanı sağlamam için ne yapmam gerekiyor peki?” Sorusu çok cesur olduğu için bir süre yutkunamadım. “Ya da şöyle sorayım, numaramı yeniden vermem gerekiyor mu? Elini yıkayıp öylece silinip gitmesine izin vermiş olduğunu düşünmek beni incitmedi değil.”
“Sana beklemeyi öğreten biri olmadı mı hiç?” diye sordum cesaretimi toplayıp, sarı gözlerine dikkatle bakarak. Onu şaşırtıp durduğuma emindim, ben de bazen kendi cesaretime şaşırıyordum.
Bana biraz daha yaklaşınca sırtımı kolona bastırıp ona baktım, yaklaşmasını engellememem gerektiği aklıma gelince kaşlarımı öfkeyle çattım ama bu onu durdurmadı. Bir kolunu kolonun kenarına koyup, bana doğru iyice yaklaşarak, “Öğreten olmadı,” dedi erkeksi bir tonlamayla. “Sen bana beklemeyi öğretecek misin?”
Avucumu onun çıplak göğsüne bastırıp onu yavaşça ittim, bunu yaparken tenimde bir heyecan kabarıyordu ama bunun nedeni ona yakın olmam değildi, planımızın tıkır tıkır işlediğini görüyor olmamdı. Gözlerini göğsüne bastırıp onu ittiğim avucuma indirdi, ardından yeniden bana baktı, elimi usulca çekerek ona çatık kaşlarla bakmaya başladım.
“Sana mesafe nedir, bunu da öğreten olmamış. Bunu da seve seve öğretirim,” dedim, zehir gibi kanına karıştırdığım kelimeleri hazmetmesini beklemeden onun yanından geçip gittiğimde, arkamda kafasında ve ruhunda daha büyük bir beklenti kuyusu, merak çukuru açtığımı çok iyi biliyordum.
Kendimden emin adımlarla ilerlediğim mekânın içindeki kalabalık, biraz önceki olayı görmüş gibi bakışlarını bana çeviriyordu. Bir bir bana döndüğünü bildiğim bakışlardan kaçınmadım. Bir film sahnesindeymişim, o filmin esas kızıymışım gibi kendimden emin adımlarla beni izleyen kalabalığın içinden geçtim. Bir kızın, “Az önce Talha’yı mı itti o?” diye sorduğunu duysam da duymamışım gibi dimdik durmayı başarabilmiştim.
Evren’in gözleriyle karşılaştığımda üzerimde bir zafer havası olduğunu hissettiğine emindim. Bana çenesiyle mekânın çıkış kapısını işaret etti, başta bu hareketinin nedenini anlayamasam da sonunda kavradım, dediğini yaparak mekânın çıkış kapısına yöneldim. Güneş gözlüğünün arkasına sakladığı gözlerini bana çevirdiğini hissettiğim korumanın yanından geçerken, “İyi geceler,” diye mırıldandım, koruma da gülümseyerek beni aynı cümleyle yanıtladı.
Dışarısı buzdan soğuktu. Arnavut kaldırım taşlarında topuklularla yürümek zor olsa da dengemi kaybetmeden çıkmaz sokağa kadar ilerledim. Impala karanlıkta bir hayalet gibi duruyordu. Bir ayak sesi duydum, karanlığın içinde ilerleyen adama baktım, Evren önce gölgeleri önüne aldı, ardından karanlığı arkasında bırakarak sokağın içinde belirdi. Elinde küçük bir çark vardı, o çarkı döndürdükçe, çark ses çıkarıyordu.
Impala’nın önüne yürüdüğü sırada, “Nasıldım?” diye sordum heyecanla.
“Sana başarabileceğini söylemiştim,” dedi, sesi sakindi, neden benim gibi heyecanlı görünmüyordu? Bir şeylerden rahatsız olmuş gibi bir hâli vardı, anlam veremesem de onu takip ederek Impala’nın önüne geldim.
“Bir sorun mu var?”
“Yok,” dedi. Impala’nın kapısını açarken bana bakması için dikkatle ona bakıyordum ama o, bana bakmıyordu.
“Ne oldu?”
“Yok bir şey,” dedi tekrar sakince.
“Ama…”
“Arabaya bin, Gülçehre,” diye mırıldandı, kibar ses tonu beni durdurduğu için sessizce aracın önünden dolaşarak ön yolcu koltuğunun kapısını açıp aracın içine bindim. İçerisi dışarısı kadar soğuk değildi, arabanın içinde eski bir koku vardı, insanı çocukluğuna ışınlayabilen türden bir kokuydu bu. Ve karanlıktı…
“Yavuz ve Kıvılcım’ı almayacak mıyız?”
“Onlar taksiyle döner. Sarhoş bir Yavuz çekebileceğim son şey bile olamaz.”
“Gittiğimizi biliyorlar mı?”
“Mesaj çekerim,” dedi, arabanın motorunu çalıştırdığı esnada gözüm sokağa takılmıştı. Siyah bir kedi, ağır adımlarla yürüyor, mekânın dışındaki iki koruma hararetli bir konuşmanın ortasında gibi görünüyorlardı. Araç, hareket hâline geçip sokaktan usulca çıkmaya başladığı esnada korumaların gözleri aracın içine dokunmuştu. Eski bir sokakta ilerlemeye başlayan aracın içinde derin bir sessizlik vardı. Evren, kaset çalara uzandı, sessizliği kırmak istiyormuş gibi kaset çalardan kaseti çıkarıp ters çevirdi, yeniden takıp kapağını kapattı. Kasette çalan şarkının melodisini duyduğum an, şarkıyı tanımıştım.
Antimatter, Fighting For A Lost Cause.
“Bu zehirliyor âdeta ruhumu,” diye fısıldadım şarkıya eşlik etmek ister gibi.
“Çevirisini biliyor musun?” diye sordu Evren, sorusuna ona bakmadan başımı sallayarak bir onay cevabı verdim.
“Tükendim ben, yanlış bir amaç uğruna ölüyorum,” dedim kuru bir sesle. “Böyle söylüyor.”
“Bunlar görünen son saatler, sen onlara ne kadar çok gösterirsen, onlar o kadar çok alıp gitmeyi tercih ederler,” dedi Evren başını sallayarak.
“Bazı şeyler değişmez, değişmesini bekleseniz bile,” diye mırıldandım yavaşça.
“Öyle bir şeyler işte,” dedi konuyu kapatmak istiyor gibi.
Göz ucuyla ona bakarak, “Tüm gece hiçbir şey içmedin,” diye fısıldadım. “Alkol kullanmıyor musun?”
“Alkol kullanıp beyin hücrelerimi öldürmeye hiç niyetim yok,” dedi duvar gibi sert bir sesle.
“Küpen dışında başka piercingin var mı peki?”
“Var, göbeğim delik,” dedi, ona şok içinde bakınca gülerek başını salladı, gülüşü zehirli sarmaşıklar gibiydi. “Şaka yapıyorum. Kulağımı oraya ip takmak için deldirmiştim.”
“İp mi?” diye sordum şaşkınlığım katlanınca.
“Evet, ip.”
“Niye ki?”
“Unutmamak için.”
Duraksadım. Ne olduğunu sormak isteyen tarafım her ne kadar saldırgan bir hayvan gibi beni yaralasa da bu soruyu Evren’e yöneltmedim. Her nedense bu soruyu sormamam onun açısından daha iyi olacak gibi geliyordu. Bu soruyu duymak istemediğine bir bakıma emindim.
“Peki dövme? Hiç dövmen yok sanırım?” dedim. “Senin yaşındakilerin hep dövmeleri var.”
“Tenimde sonsuza dek taşıyabileceğim kadar özel bir şey olmadı hiç,” dedi, bu cevabı bana mantıklı geldiğinden sessizce önümüzde akıp giden yolu izlemeye başladım. “Peki sen?” dedi. “Senin için teninde sonsuza dek taşımak isteyeceğin kadar önemli bir şey var mı?”
“Var,” diye mırıldanıp başımı salladım.
“Nedir?”
“Çiçekler.” Derin bir nefes aldım. “İleride bir çiçek dövmesi yaptırmayı istiyorum.”
“Nereye yaptıracağını seçtin mi? Ya da hangi çiçeği yaptıracağını?”
“Hayır. Sadece çiçek olsun da.”
“Düşünmek, vazgeçmenin yarısıdır,” dedi. “Düşünürsen vazgeçersin. Bence hiç düşünmeden, aniden yaptır.”
Ona göz ucuyla bakıp, “Ya sonra pişman olursam?” diye sordum.
Bana yan gözle baktı. “Peki ya sonra istediğin zaman yaptırmadığın için, bir gün çok pişman olursan?”
Aracın ne zaman evin önüne geldiğini anlamamıştım bile. Evren, kafamın içinde kendini var etmiş bir düşünceydi, onu ben değil, o kendini yönlendirerek büyütüyordu. Evin bahçesinden girdiğim an ayağımdaki topukluları çıkarmış, elime alarak odama tırmanmaya başlamıştım.
Evren, “Üzerini giyindikten sonra bahçeye in,” dedi sebebini anlamadığım bir ciddiyetle.
Yüzümdeki makyajı bir pamukla temizleyip, altıma bir şort, üzerime de kısa kollu bir tişört giydikten sonra bahçeye inmiştim. Onu bahçedeki masalardan birine serdiği şeyleri izlerken görmeyi beklemediğimden şaşkınlıkla ona yaklaştım, masanın üzerine serili duran, deri bir örtünün içindeki şeylere baktım. Bu bir dövme makinesiydi, yanında mürekkepler, bir krem, bir jel ve bir de ağzı kapalı iğne kutusu vardı. Yerde büyük bir ayna vardı, aynanın sırtını masanın bacağına yaslamıştı.
“Bunlar ne için?” diye sordum.
“Yavuz’a aitler,” dedi, gözlerini dövme için gerekli olan şeylerden çekip bana çevirdi. “Şu çiçeği yapmaya ne dersin?”
Şaşkınlıkla, “Sen mi yapacaksın?” diye sordum, ağzım kocaman açılmıştı.
“Evet.” Gözlerini yüzümde gezdirdi. “Dövmemin olmaması, hiç dövme yapmadığım anlamına gelmez.”
Duraksadım. “İyi de ben ne yaptıracağıma karar bile vermedim.”
“Fazla seçenek, kafa karışıklığı doğurur.” Bana çenesiyle hemen karşısındaki sandalyeyi işaret etti. “Otur.”
Dediğini yaptım, gözlerim bir süre parmaklarında dolaştı. Bir kâğıt, bir de kalem çıkarmıştı. “Gül tam sana göre,” dediğinde bir gül çizmeye başlamasını beklemiyordum. Evren’in çizim yeteneği vardı, çizmeye başladığı gülün her bir çizgisi çok profesyonel görünüyordu. Ona karşı çıkmamıştım çünkü aklımda da ya bir papatya ya da gül olacağı düşüncesi çok önceden şekil bulmuştu. Çizimi bitirdiğinde, bu çizimin sapı oldukça uzun, dikenlerle sarılı, içi boş duran bir gül çizimi olduğunu gördüm. Gülün sapının bittiği yer sivrileşiyor, ucu ise bir hançerin ucunu hatırlatıyordu.
Yeşil gözleri uzun süre çizimi inceledi, beni bulduklarındaysa mekândan çıktığımızda o gözlere yerleşen karamsar bulutlar geri çekilmişe benziyordu. “Şimdi bunu nereye yapmamı istediğini söyle,” dedi ve ekledi: “Hiç düşünme. Ağzına gelen ilk yeri dudaklarından dışarı bırak.”
Gördüğüm rüya zihnime bir sis bulutu gibi çökmüştü. Kendime düşünce payı bırakırsam yepyeni yerler oluşacağını bildiğimden, “Kaburgam,” dedim şak diye. Duraksadığını gözlerimle görmüştüm. “Kaburgamın yan tarafına.”
“Boşluğuna mı yani?”
“Orası sanırım, evet,” dedim. “Hiç düşünme demiştin. Düşünmedim.”
“Sandalyeni alıp önüme gel. Tişörtünü yukarı kaldır,” dedi, bu kadar hızlı kabullenmesi beni şaşırtsa da dediğini yaptım. Önüne koyduğum sandalyeye oturup, tişörtümü sütyenimin altına sıkıştırdım. Tenimi bu kadar yakından görüyor olması beni utandırmıştı ama bir yandan da bedenimi gevşeten bir his vardı, buna isim koyamıyordum. Sandalyede yan dönmemi sağladı, şimdi kaburgamın yan kısmını görüyordu, kemiklerim belirgindi, nefesimi tuttuğum için bu kadar çok belirginleşmiş olmalıydı. Önce tenime bir şey sürdü, bu soğuktu, beni ürpertmişti. Nasıl hissettireceğini bilmiyordum. Acıyacak mıydı? Ne kadar acıtabilirdi ki? Yine de tenim ilk kez tadacağı bu acıdan, Tanrı’dan korkar gibi korkuyordu.
Evren, çizimin olduğu kâğıdı tenime bastırdı, birkaç saniye bastırarak bekledi, ona bakmıyordum, onun gözleri ise benim profilimdeydi. Kâğıdı geri çektikten sonra aynayı kaldırıp, “Bak,” dedi. “Yeri nasıl olmuş?”
Gözlerimi aynaya çevirdim, gül, bedenimin yan kısmında zararsız gibi görünen ama son derece tehlikeli, ölümcül bir silahtan farksız duruyordu. Bir an, dövme tamamlandığında, tenim mürekkeple terbiye edildiğinde de bu kadar güzel duracak mı acaba diye düşündüm. Dövme makinesinin çalışırken çıkardığı ürkütücü sesi duymamla ona korku dolu gözlerle bakmam bir oldu.
Bakışım onu duraksatmıştı.
“Korkuyor musun yoksa?” diye sordu, sarmaşık yeşili gözleri, bu korkunun yersiz olduğunu belirtir gibi içten bakıyordu.
“Acıtacak mı?” diye sordum korkuyla.
Dudaklarında belli belirsiz oluşan gülümsemenin mimarı, bu soru olsa gerekti. “Eminim canını daha fazla acıtan şeyler olmuştur.”
Bu söylediği, benim geçmişimde her daim yüzüme vurulacak bir sayfa gibiydi. Başımı önüme eğip, sessiz bir fısıltıyı andıran kırgın kelimeleri dudaklarımdan dışarı saldım. “Ben hazırım.”
“Cesur kız,” dedi beni gülümsetmek ister gibi. O acı tenime çarptığı an, daha büyük bir tepki veririm diye düşünmüştüm ama öyle olmamıştı. Tenimi çizmeye başlayan iğnenin ağrısı büyük değildi, hatta o kadar küçüktü ki, saniyede yüzlerce kez tenime çarpışını hissedemiyordum bile. Kenara koyduğu aynadan onu görebiliyordum, eğilmiş, nefesi tenime çarpıp orada dolaşan alevlere dönüşürken, tüm dikkatini iğnenin ucundan akan mürekkebe, bir de tenime vermişti. Küçük bir ışık tenime yayılıyor, o ışık onun gözlerinin renginin su yeşili görünmesine neden olurken o, onun parmaklarında var olmuş bir izi benim tenime dövüyordu.
“Acıyor mu?” diye sorunca, nefesi ılık bir esinti olup tenimin topraklarına gömüldü.
“Acımıyor,” diye mırıldandım, iğne aniden derimin içine saplanınca yutkunup gözlerimi kıstım. Aynadaki yansımasının tedirginlikle tenime, sonra da bana baktığını gördüm, onu görmediğimi düşünüyordu ama ben onun her hareketini sakince gözlemlemeyi sürdürüyordum.
Son darbeyi vurup makineyi kapatmasıyla, zaman yeniden akmaya başladı ve ben, aslında neredeyse bir saattir onunla bu pozisyonda olduğumuzu fark ettim. Tenimi kremledi, ardından temiz bir kâğıt havlu ile o kremi sildi ve yeniden bir krem sürüp tenime baktı. “Bence oldu,” dedi, olduğunu bilsem de merakla yan dönüp, tenimi aynaya bir silah gibi doğrulttum.
Tenim beyaz olduğu için daha çabuk kızarmıştı, etrafında hafif kan lekelerinin olduğu dövme, henüz taptaze olmasına rağmen öyle iyi görünüyordu ki, gözlerimde irileşen duyguları Evren’den gizleyememiştim. Bu benim için büyük bir şeydi. Bir çılgınlıktı… Babam bir doktor olmamı istiyordu, teninde aksesuar gibi dövme taşıyan insanlardan nefret ederdi. Bunu gördüğünde nasıl bir tepki vereceğini ölümüne merak ediyordum.
Evren’in hareketlerini kavrayan gözlerim, yansımamdan ayrılarak onun yansımasına kaydı. Üzerindeki tişörtü çıkardığını gördüğümde ona bakakalmıştım. Bana yapıştırdığı kâğıdın üzerinden yeniden kalemle geçtiğini gördüm, ne yaptığını anlayamıyordum ama bir yanım bana onun ne yaptığını fısıldıyordu. Çizimin hızla üzerinden geçtikten sonra tıpkı benim gibi kaburgasının yan tarafını kremleyip, kâğıdı oraya yapıştırdı. Aynanın önüne geldiğini gördüm, yan dönerek kâğıdı geri çekti, şimdi aynı çizim, onun teninde, benim dövmemin olduğu yerde duruyordu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Karar verdim,” dedi sadece, sonra konuşmama izin vermedi. Sandalyeye oturup, “Aynayı eline al, bana doğru tut ve tam karşıma otur,” diyerek dövme makinesini yeniden çalıştırdı.
Dediğini yapıp, kucağıma aldığım ayna, kaburgamdaki sıcak yangınla onun karşısına oturdum. Gözleri sık sık gözlerime uğrarken ve zaman, su gibi ikimizin etrafından ılık ılık akarken, yan dönerek kendi tenine akıtarak derisinin altına sabitlediği mürekkebin yarattığı çizgileri hayranlıkla izlemeye başladım. Benimle aynı dövmeyi aynı yerde taşımaya nasıl aniden karar veriyordu, bunu anlamak imkânsızdı ama o Evren Kuran’dı, sanırım artık bir şeyi tam olarak fark etmiştim; o, diğerlerinden çok farklıydı.
Saniyeler dakikaların sırtına binerek saati yarattı. Bembeyaz teni, kanlı ayın teni gibi kızardı, teninden sızan kan damlalarını elinin tersiyle sildi, yeniden çizdi, yeniden kanattı, yeniden sildi. Makine sustuğunda, çarpan benim kalbimdi.
Gözlerimi kremleyip sildiği, yeniden kremleyip parlattığı dövmesine sabitlerken dudaklarımdan şu soru dökülüverdi: “Bunu neden yaptın?”
Ben o dövmeye bakarken ve tenim alev alev yanarken, o bana bakıyor, belki de tıpkı benim gibi yanıyordu. O konuştu, o konuşunca çarpan kalbim sustu.
“Bu senin bende bıraktığın iz, Gülçehre. Düşünseydim, vazgeçerdim. Düşünmeden yaptım. Yıllar sonra, bunu yapmadığım için pişman olmak istemedim. Artık sen, bende hep var olacak bir izsin.”
🎧: Shamrain, Usvameri