Ay, tüm ışığını güneşten aldığında güneş, ayın kendisinden daha güzel görüneceğini biliyordu; güneş, yine de ışığını ona verdi ve ihanet, o an karanlığın topraklarında yeşerdi.
Gece artık kızgındı, eskisi kadar siyah olamayacağı için ve ay, geceye her karşı koyuşunda teninde büyük kara lekeler oluşmaya başlamıştı. Oysa bu ihaneti etmesinin nedeni kendisi değildi, onu bu ihaneti etmek zorunda bırakan güneşti ve ikisi de aslında birbirlerine duydukları büyük aşkın kurbanıydılar.
Onun buz sıcağı gözlerine bakarken, güneşin önünde durup ateşini sırtlanan, geceye meydan okuyan o ay gibi hissediyordum ve geceye okuduğum her meydanda tenimde karanlık lekeler oluşuyordu.
Karanlığın gardiyanı bana ışığıyla ihanet etmeyi öğretiyordu.
Onun en uzağına sürüklenmek istiyordum, ondan en uzak kalacağım yer cehennem bile olsa, oraya gitmeye bile razıydım. Onun gözlerinin içindeki buzlara baktığımda, içimdeki ateşler daha da yükselerek ruhumu baştan aşağı yakmaya başlıyordu.
Gözlerine bulaşmış şaşkınlığı fark ettiğimde bakışlarımı ondan uzaklaştırıp binanın diğer ucuna baktım, etrafta hiç kimse olmasa da kendimi çok gergin hissediyordum. Elimi onun göğsüne koyup, avucumun içiyle geniş göğsüne baskı uygulayarak onu dikkatlice kendimden uzaklaştırdığım esnada aniden güçlü parmakları bir kelepçe misali bileğimi sardı. Gözlerimi kaldırıp ona düşmanıma bakıyormuşum gibi baktım.
“Seni uyutmayan kelimeler söyledim demek?” diye sordum onun gözlerinin içine, yüreğine bir hançeri hiç düşünmeden saplarmışım gibi bakarak. “Çok güzel yapmışım. Artık uyuyamama sırası senin.”
Öfke ateşiyle dağlanmış ela gözlerin içindeki sarı dallar tutuşmuş da alev alev yanıyordu sanki. Bileğimi kavradığı parmaklarını gevşetmedi, bu beni daha da öfkeden kudurmuş hâle getirirken dizimi aniden sertçe bacak arasına geçirmeye kalkıştım ama bilmediğim bir şey vardı, bu adamın manevraları ve benimkisi bir değildi, o kadar hızlı bir şekilde hareketimi püskürterek dizini kırıp bacağımı durdurmuştu ki, şaşıp kalmıştım.
“Bırak,” dedim dişlerimin arasından. “Kafana göre bana dokunabileceğini sanıyorsan, yanılıyorsun. Etrafta Cenan yokken saçımın teline bile dokunamazsın.”
“Cenan varken?” dedi sorar gibi. “O varken dokunabilecek miyim sana? Bunu mu söylemeye çalışıyorsun?”
Elimi şiddetle çekmek için çabaladım ama Gurur, çok güçlüydü, onun gücü baz alındığında benimkisi sadece küçük bir çocuğun bir şeyi çekiştirmesi kadar anlamsız görünürdü. Yine de birkaç kez daha denedim ve bileğimi onun avucunun mühründen kurtaramayacağımı anladığımda burnumdan hırs dolu bir nefes verdim.
“Senin derdin ne?” diye sordum sertçe. “Cenan’ın bizi kolayca enselemesini falan mı istiyorsun? Bu kadar sık göz önünde dolanırsan içlerini arapsaçına döndüreceksin. Hem Basri abinin burada ne işi var? Siz ortalığı toplayacağınıza daha çok dağıtmaya mı karar verdiniz?”
“Basri abi demek?” dedi gözlerinde beliren alayla, sesi demir gibiydi. “Onu abin olarak kabullendin ama beni hâlâ bir katil olarak görüyorsun, öyle mi?”
“Sana da abi dememi istiyorsun herhâlde?” dedim sertçe, gözleri bir an gözlerimde asılı kaldı, sanırım şimdi o da ne demesi gerektiğini bilmiyordu.
“Abin yaşında olduğum doğru,” dedi Gurur bir anda, parmakları seri bir manevrayla bileğimi serbest bıraktı, gözlerimi kaldırıp ona dik dik baktım ama onun bakışlarındaki yangın, şimdi ormanı ne kadar küle çevirmiş olsa da şehre sıçramadan durmuştu.
“Hiç de abim yaşında durmuyorsun, yüzün çocuk yüzü gibi,” dedim ona alayla bakarak. Aslında yalan söylüyordum. Yüzü pürüzsüz ve bembeyazdı ama kesinlikle bir çocuk yüzüne benzemiyordu. Çene kemiği, elmacıkları çok belirgindi; karizmatik bir adamdı. Yüzünde tenindeki pürüzsüzlüğün aksine hırpalanmış bir olgunluk görüyordum.
“Çocuk yüzü demek,” dedi kaşlarını kaldırarak, dudağının kenarı serseri bir kıvrımla yukarı doğru çekilse de gözlerindeki buzları aşamıyordum. “Sen kaç yaşındaydın? Yirmi üç mü?”
“Evet,” dedim ona dik dik bakarak.
Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, gözlerimin içine yoğun gözlerle bakarken nefesi dudaklarıma dökülmeye başladı ve fısıldadı:
“Üzgünüm Matmazel Küçük, ben senden dokuz yaş büyüğüm.”
Bir an donup kaldım. Onun kadar genç görünen bir adamın benden dokuz yaş büyük olması fizik kurallarına aykırıydı. Kulağa çok imkânsız geliyordu çünkü Gurur kesinlikle taş çatlasın yirmi beş yaşlarında gibi görünüyordu. Yani o otuz iki yaşında mıydı? Bunun gerçekten imkânı yoktu. Ona öylece bakakaldığımı fark edince dudaklarında bu bakıştan ne kadar memnun kaldığını belirten alaycı bir kıvrımla geri çekilerek uzaklaştı.
“Yalan söylüyorsun,” dedim omuz silkerek.
“Sana neden yaş konusunda yalan söyleyeyim? Senin beyninde anlamakla ilgili birtakım problemler mi var?” Kaşlarını kaldırıp bana düz düz baktı. “Sendeki bu güven kaybının nedeni ne? Bu yaşına gelene kadar durmadan ihanete uğradın sanırım?”
Bana şiddetli bir tokat alsaydı ona böyle büyük bir şaşkınlıkla bakamazdım galiba. Gurur ona yönelttiğim bakışların farkına varmış gibi duraksadı, sonra buz sıcağı gözleri gözlerimden yavaşça ayrılarak bahçeye çevrildi.
“Sen ve ben,” dediğinde sadece onu izliyordum, sessiz ve tepkisiz. Doğruydu, ihanetin tadını biliyordum, ihanetin ruhu boyadığı rengi biliyordum, ihanetin kelimeleri nasıl bulandırdığını biliyordum. İçimde seneler önce kapandığını düşündüğüm bir yaradan sızan kanın nasıl zehir gibi ruhuma yayılarak kelimeleri felce uğrattığını hissedebiliyordum. “…bu hikâyenin devamını iki sevgiliymiş gibi yaparak yazacağız. Buna mecburuz. Her şeyin en iyi şekilde ilerleyebilmesi için arkadaşlarının da senin benim sevgilim olduğuna inanmaları gerekiyor.”
Ona söyleyebilecek herhangi bir şey bulamıyordum. Sadece bakıyordum. İçimde onunla o gece orada olmamın pişmanlığı satırlara sığmayacak kadar büyüktü. Ondan fedakârlık istemiyordum. Ondan tek istediğim o gecenin var ettiği esaretten kurtulmak, yeniden özgür kalmaktı. Kelimeler yanlış yöne devrilen ağaçlar gibiydi, düşüncelerimin yollarını tıkamış, zihnimi susturup derin bir sessizlikle tanıştırmıştı.
“Beni duydun mu?”
Sorusu anlık algılarımın kilitlendiği yere ulaşamadı ama sonra gözlerim onun gözlerinde asılı durmaya devam ederken başımı salladım. Bu bir kabulleniş değildi, bu bundan sonrasının onun için ne kadar zor olacağını ona göstermem için bana verilmiş bir şanstı. Madem bunu istiyordu, olurdu. Ben bir seferliğine büyük bir yalan söylerdim ama o yalanın gün geçtikçe ağırlaşan yükünü onun sırtına bırakırdım. Madem bunu istiyordu, bunu yapacaktım.
“Duydum. Olur, madem bunu istiyorsun. Sadece uyacağım. Ama en kısa zamanda beni bu işten sıyıramazsan, işte o zaman bil ki götünü toplayan ben olmayacağım.” Duraksadığını hissettim ama bu beni durdurmadı. “Eğer işleri yoluna sokamazsan, seninle yanacağımı da bilsem elimde tuttuğum o yanan kibriti yere bırakacağım.”
Gözleri gözlerimde uzun uzun kaldı, sonra geri çekildi, bana nefes alabileceğim kadar büyük bir boşluk yarattı. “Bana o gece söylediğin gibi gerçekçi hissettiren sözler söylersen, değil en yakın arkadaşın, öz annen bile senin benim sevgilim olduğuna inanır,” dedi, böyle bir cümle kurmasını beklemediğim için birdenbire içimde tuhaf bir doluluk hissi belirdi; bu his hem içimi ürpertecek kadar yoğundu hem de tuhaf bir şekilde sakin fakat huzursuz ediciydi.
O gece ona Cenan Hoca’nın inanması için kurduğum cümle, bir şekilde ona gerçekçi mi hissettirmişti?
İki kaşımın ortasında beliren çukurun asıl nedeni neydi bilmiyordum ama Gurur, yüzüme bakmadığı için o çukurun farkına varamadı.
“Şimdilik tanışma hikâyesi bölümünü atlayalım, düşünüp sağlam bir hikâye yaratmamız gerekiyor. Baş başa kaldığımız bir anda tüm açık kalan yerleri dolduracak olaylarla güçlendirip öyle bir hikâye uydurmalıyız.” Mantıklı konuşuyordu, bense içine düştüğüm yalanın kasırgasını şiddetli bir biçimde ruhumda hissediyordum. “Pot kırmaman için bu gece seni ve arkadaşlarını dışarıya davet edeceğim, bu gece onların sorgusundan biraz olsun kurtulabilmen için bunu yapmak zorundayız. Saçma sapan soruları senin aklını karıştırabilir, açıklar verebilirsin. Seni iyi tanıyor olmalılar, bu yüzden dikkatli adımlar atmak zorundayız.”
“Dışarı mı? Dışarı falan çıkılmayacak.”
“Çıkılacak,” dedi Gurur üzerine basarak. “Bir şeylerin mahvolmasını istemiyorsan, karşı çıkmamayı öğreneceksin Matmazel Küçük.”
Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım, onun güzel suratını yumruklarımla mosmor etmek istiyordum ama zıplayarak bile ona yumruk atamazdım. Hem refleksleri çok kuvvetliydi hem de boyu çok uzundu. Gurur, damarlı bileğini saran siyah kayışlı saate baktı.
“Gaye’yi ve nişanlısını dışarı davet edeceğim,” dedi, duraksadım. “Bir de iki tane ev arkadaşın varmış, isimleri neydi? Sevgilimin ev arkadaşlarının ismini biliyor olmam gerek, sağlam bir kurgu adına.”
“Bana sevgilim deme,” diye fısıldadım nefretle. “Çolpan ve Ayça. Kıvırcık saçlı olan Çolpan, turuncu da Ayça.”
“Alışsan iyi edersin, Matmazel Zeki,” dediğinde dişlerimi gıcırdattım.
“Böyle bir buluşma her şeyi daha da mahvedebilir. Ayça ve Çolpan beni çok iyi tanırlar, bu işin içinde bir tuhaflık olduğunu anlayacaklardır.”
“Söyle o Ayça ve Çolpan’a, henüz beni tanımıyorlar,” dedi Gurur gür, kuvvetli, kendinden emin bir sesle. Ona şimdi gerçekten kafayı gömmek istiyordum ama boş boş bakmaktan ilerisine gidemedim.
Beni sürüklemeye başladığı bu şey, gitgide daha da tehlikeli bir hâl almaya başlıyordu ve ben kesinlikle ne yapacağımı bilmiyordum. Batmıştım ve bildiğim bir şey vardı. Karanlık, güneşe dokunabilmek için onun batacağı ânın gelmesini beklerdi.
Yine karanlık, ayın tenine lekeler bırakmak için ışıldayacağı ânı gözlerdi. Çünkü ışıldayan bir şeyi lekelemek her zaman daha kolaydı.
“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordum çaresizce, geleceğimden çok ailemi düşünmek zorundaydım ve bu artık benim meselem olmaktan çıkmış, hayatımı da aşmış, aileme ulaşmıştı.
“Bu gece sen, ben ve senin arkadaşların normal gençlerin yaptığı aktivitelerden birini yapacağız,” dedi Gurur. “Muhtemelen Kafeler Caddesi’nde, Barlar Sokağı gibi yerlerde takılmayı seven tiplerle arkadaşsın. O zaman biz de orada bir yerde takılacağız.”
“Hayatında hiç genç olmamış gibi konuşuyorsun,” dedim kuru bir sesle.
Dudakları belli belirsiz yukarı kıvrıldı ama bu defa alaycı değildi bu kıvrım, hatta o kadar silikti ki sanki yoktu.
“Ben hiç seninle aynı yaşta olmadım.”
Bir an bu söylediği, ona duyduğum kötü duygulara rağmen içimde bir yerlere dokundu. Sanki içimde bir yara vardı, ezilmiş ve çürümüş bir yaraydı; o konuştuğu an parmağım o çürüğün içine, dibine gömülmüştü. Gözlerimi kanayan bir buz gibi görünen gözlerinden uzaklaştırıp, “Onlarla bu konuyu konuşacağım,” dedim yavaşça. “Bu gece konusuna gelecek olursak, ne diyeceklerini bilmediğim için kesin bir cevap veremiyorum.”
“Yakın arkadaşlarının sevgilisini tanımak isteyeceklerdir, kızlar bu tür konularda fazlasıyla meraklı olur,” dedi, sesindeki kendinden eminlik beni cidden çıldırmanın eşiğine getiriyordu.
Gurur, beni arkasında bırakarak gözden kaybolduğunda, bir süre olduğum yerde direk gibi dikilip yalnızca düşündüm. Hayatıma girişi, bir fırtınanın şehri hiç umulmadık bir anda sararak tüm evlerin çatısını uçuşturması gibiydi. Önüne kattığı her şeyi benden almıştı ve hepsini benden götürüyordu. Ne yapmam gerektiği konusunda en ufak bir fikrim olmasa da içten içe Gurur’un planından daha iyi bir plan kuramayacağımın farkındaydım.
Aslında sorun onun gibi bir herifle sevgilicilik oyunu oynamak değildi, sorun kızların buna inanmasını sağlamaktı çünkü Çolpan ve Ayça, benim hayatıma birini bir anda öylece almayacağımı iyi bilirlerdi. Onlara yalan söyledikçe belki onların hayatında bir değişim yaratmayacaktım ama ruhum, parça parça koparak ayaklarımın önüne dökülecekti. Ki zaten ruhumdan düşen parçalar çoktan ayak bileklerimi geçerek ayaklarımı altında bırakmıştı.
Köşeye sıkışmış hissediyordum, üstelik beni köşeye sıkıştıran herhangi biri de değildi, kabul etmeliydim ki kendi kendimi bu defa kendim köşeye sıkıştırmıştım. Gurur’u suçlamaya hakkım yoktu.
Güçsüz adımlarım, bahçeye geçmişi çizerek geleceğin içinde ilerlemeye başladı. İleride Yener’i gördüm, kol saatine bakıyordu ve Adnan da hemen yanında dikiliyor, etrafı kolaçan ediyordu. Gaye ve Gurur’un konuştuğunu fark edince burnumdan sert bir nefes verdim. Bu dünyadaki cezam olduğuna inanmaya başladığım adamın yanına doğru yürümeye başladım.
Beni ilk fark eden buz sıcağı gözlerin sahibi oldu, sarısı ağır basan ela gözlerini gözlerime dikti. Bakışları buzları eritebilecek kadar ateşliydi ama aynı zamanda gözlerinin dokunduğu yerler buz tutuyordu. Gaye’nin gözleri Gurur’daydı, kısa müddet sonra Gurur’un bakışlarını takip eden bakışlar bana çevrildi ve Gaye’nin yüzüne bir gülümseme çizildi.
Tedirgin gülümsemem yüzümdeki deriyi hareket ettirerek ifademdeki yerini aldığında, Gaye gözlerini yeniden Gurur’a çevirmişti ama Gurur’un gözleri hâlâ bendeydi. Bakışlarına bulaşmış tehdidi fark ettim. Eteklerimden yukarı tırmanarak beni tutuşturmaya başlamış bir alev gibi…
“Bayan,” diye fısıldayarak bana yaklaşan Adnan’a elimde olmadan ters bir bakış attım ama adam iki metreden uzun olduğu için bakışlarım ona işlemedi; bence Adnan’a kurşun bile işlemezdi. Kulağıma eğilip, “Bu oyun ikiniz için de daha iyi olacak,” dedi, duraksadım ve gözlerimi Gurur’dan ayırmadan Adnan’ı dinlemeye devam ettim. “Bir anda askerlerle olan yakınlığınız farklı anlaşılabilir fakat Gurur ile sevgili olduğunuzu düşünürlerse şüpheler büyük oranda azalacak ve risk ortadan kalkacaktır.”
Aslında Adnan haklıydı, bir anda askerlerin etrafımda pervana gibi dönmeye başladığını fark eden insanlar, bir cinayet olmasa bile farklı bir durum olduğunu düşünebilirdi. En basitinden, Cenan Hoca bile beni tek bir askerle görmüş olmasına rağmen sanki her şeyi anlamış gibi beni köşeye sıkıştırmıştı. Şimdi etrafımdaki asker sayısı çoğalıyordu, bu yüzden de bunun mantıklı bir açıklaması olmak zorundaydı.
Yine de en azından en yakın arkadaşlarımın bu durumu bilmesini istiyordum ama bunu bilmemeleri gerektiğinin de farkındaydım.
“Bayan, lütfen kendi geleceğinizi ve Gurur’un geleceğini düşünün, öfkeyle oturursanız ayağa kalkmak istediğinizde vereceğiniz tek şey zarar olacaktır,” diye mırıldandı Adnan. “Üstelik yalnızca etrafınızdakilere değil, kendinize de öyle.”
“Biliyorum,” diyebildim sadece.
Gaye, çiseleyen yağmur tenini ıslatmaya başladığında kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. “Bu gece şiddetli yağış olabilir, yarın gece de yapabiliriz aslında,” dedi. Bakışları bana çevrildi. “Bu geceki buluşmayı.”
Tam ağzımı açacağım sırada, Gurur, “Yağış yarın da devam edecektir,” dedi lafımı bölerek, ona baygın bir bakış attım.
“Doğru aslında,” dedi Gaye. “Çolpan ve Ayça’nın verecekleri tepkiyi çok merak ediyorum, Gurur’u kesin çok sevecekler.”
“Yaa ne demezsin,” dedim yapmacık bir gülümsemeyle Gurur’a bakarak. “Şuna baksana, sevilmeyecek gibi mi duruyor?”
“Evet,” dedi Yener birden laf arasına girerek. “Evladım olsa cami avlusuna bırakırdım.”
“Sana düşüncelerini soran oldu mu, Satılık Yener?” diye sordu Adnan ters bir sesle, ardından genç adamın ensesine sert bir şaplak attı ve Yener, bu şaplak yüzünden bir an yüzüstü yere kapaklanacak gibi oldu ama son anda düşmekten kurtulup Adnan’a cins cins baktı.
“Ben boyumdan dolayı mı örseleniyorum tam olarak ya?” diye sordu Yener üzerindekileri düzeltip, Adnan’a aynı yoğunlukla bakmaya devam ederken. “Ben iki metreye birkaç santim kala uzamayı bıraktıysam bu benim suçum mu? Ben de bir askerim.”
“Aslında çok da uzun bir adamsın,” dedi Gaye gülerek, Yener ona göz kırpınca başımı iki yana salladım.
“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun, Gayeciğim?”
Gaye, parmağını kaldırıp nişan yüzüğünü göstererek, “Tabii,” dedi yapmacık bir gülüş eşliğinde.
Yener, kalbini tuttu. “Burası biraz kırıldı ama geçecek,” dedi.
“Nişanlısı var,” dedim Yener’e dik dik bakarak. “Adı da Hüsrev. Okulun uygulama hastanesinde doktorluk yapıyor.”
“Duydun mu lan kısırlaştırılmamış sokak kedisi,” dedi Adnan, Yener’e dik dik bakarak. “Hüsrev çırpar seni.”
“Bir Türk askerini kimse çırpamaz,” dedi Yener kendini beğenmiş bir tavırla.
“Hüsrev seninle aynı boylarda,” dediğimde bir an duraksadı.
“Çırpabilir o zaman,” diye mırıldandı Yener.
Gururların ne zaman gideceğini merak ediyordum ama Gaye’nin ilgisini çekeceğini bildiğimden bununla ilgili soru soramıyordum. Her ne kadar Gaye, Çolpan ve Ayça baz alındığında daha saf olsa da kesinlikle beni tanıyordu ve bu işin içinde bir çapanoğlu olduğunu anlardı. Gözlerimi bahçede gezdirdim, Basri abiyi görememek beni anlık panikletse de rektörü tanıdığını hatırlayınca belki de tekrar oraya gitmiştir diye düşünerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım.
“Bekleyecek misiniz? Ayça ve Çolpan’ı da görürdünüz,” dedi Gaye heyecanla.
Gurur, bana yaklaştı, gölgesi tenime düştüğü anda içimi karanlık bir his kapladı ve Gurur, bu hissin daha da koyulaşmasını istiyormuş gibi bir elini omzuma atıp beni kendisine doğru çekti. Yoğun kokusu başımı döndürecek bir hızla ciğerlerime dolarken, bir an bu kokunun kar soğuğunun kokusuna benzediğini fark ettim. Bana dokunup beni kendine çektiği an dudaklarının dudaklarıma temas edip, ruhumdaki yangının harlanmasına neden olduğu ânı hatırlamıştım. Bu bir anlığına ondan kaçma isteğiyle dolup taşmama neden oldu.
“Sevgilimin arkadaşlarını bu gece tanımak istiyorum,” dedi Gurur, sesindeki soğuk rüzgârın üzerini sonbahar güneşi örtmüştü sanki ama en soğuk günleri sonbahar güneşi ışığının içinde taşırdı. Benden bu şekilde bahsetmesi mideme hızlı bir kramp saplanmasına yol açtı. “O yüzden şimdilik gitsek iyi olacak.”
“Abin son kez rektörün yanına uğrayıp arabaya dönecekmiş,” dedi Gaye anlayışlı bir gülümsemeyle. “Zel utanır ama birlikte hallederiz Ayça ve Çolpan’ı.”
“Zeliha benimle gelecek,” dedi Gurur birdenbire, bir anda dudaklarından dökülen bu cümleyi taşıyan ses kulağıma çok sert gelmişti.
Yener ve Adnan’ın bizden uzaklaşmaya başladıklarını gördüm ama şaşkınlıktan ağzımı açamıyor, tek kelime edemiyordum. Gurur’un niyetinin tam olarak ne olduğunu gerçekten anlamıyordum. Hem insanlar bizden şüphelenmesin istiyordu hem de şüpheleri üzerine çekmek için elinden ne gelirse yapıyordu. Gaye’nin şaşırdığını görebiliyordum.
Gurur, onların gözünde hayatıma bir anda girivermiş, kim olduğunu bilmedikleri, daha önce ismini bile duymadıkları, değil ismini duymak, esamesini bile okumadığım bir yabancıydı. Gurur, sadece onların değil, benim bile hayatımda bir yabancıydı. Henüz nasıl biri olduğunu tam olarak bilmediğim bir adamın hayatıma öylece girip, düzenimi allak bullak edişini büyük bir sakinlik duygusuyla izliyordum. Oysa yüreğim karman çormandı.
“Gaye, Zeliha yerine arkadaşlarına bunu söylemeye ne dersin?” diye sordu Gurur, sesine sinmiş kibarlığa rağmen ben özünde nasıl bir canavar olduğunu deneyimlemiş olduğumdan, gözlerimi devirmemek için kendimi sıktım. Üstelik arkadaşlarım böyle bir durumu benden değil, Gaye’den öğrenecek olursa işler o zaman sarpa sarabilirdi. “Zeliha bu konuda fazlasıyla çekingen.”
“İyi de…” Gaye, bir süre durup düşündü. Sonunda Gaye’nin çekingen bir şekilde konuşmayı başlatma çabasını fark edip derin bir nefes aldım.
“Gaye, Çolpan’a üstünkörü anlatmıştım ben bu durumu,” diye fısıldadım. “Sadece tam olarak açamadım. Sen onlara bu gece onları biriyle tanıştıracağımı söylesen yeter, gerisini bir şekilde halledeceğim.”
İçimde donmuş bir deniz vardı, dibi çoktan canavarların mezarlığı olmuş bir okyanus, ağzına kadar kanla doldurulmuş bir uçurum… Ve buna rağmen, rüzgâr çatımı uçurmuş, beni düşürmüş, sokak sokak savurmuş, kökümden sökmüş gibi hissetmeme rağmen bir şekilde ayakta kalmanın yolunu bulmak zorundaydım. Ya zehirli bir yalanı her gün bir kez yüreğime damlatıp kendime şifa bilecektim ya da o zehirden bir damla almak yerine kafamı zehirle dolu denize sokup boğulmayı bekleyecektim.
“Olur ama Hüsrev’e önceden anlatayım,” dedi neşesiz bir sesle. “Bu konuda sana epey yüklenecekler, Zeliha. Hazır ol.”
“Biliyorum,” dedim sadece, kısacık bir cevaptı, belki Gaye’nin yıllar geçse de içindeki anlamları çıkaramayacağı kadar kısa bir cevaptı ama benim için çok büyük anlamları vardı. Ne yaşadığımı biliyordum.
Güçlü olmak zorundaydım. Buna mecburdum.
Gurur, bana dokunması zaten beni yerle bir etmiyormuş gibi bana daha sıkı sarılınca, yumruklarımı sıkma ihtiyacıyla parmaklarımı birbirine kenetledim. Teninden tenime dökülen soğuğun kokusunu alıyordum, kokusu usul usul bana sinerek benden bir parçaya dönüşüyordu ve bu kötüydü; ellerimi kan deresine sokup parmaklarımı cinayetlerden sızan kanlarla duruluyormuşum gibi hissettiriyordu. Oyunun altında duran sahneyi zenginleştirmek ister gibi Gurur’a sokulup, kollarımı onun beline sardım ve bu dokunuş Gurur’un teninde bir ölü uyuyormuş da ruhu o ölünün soğuk yüzüyle burun buruna gelmiş gibi irkilmesine neden oldu. Aldırış etmedim, Gaye’nin şaşkın fakat heyecanlı bakışları bizden koparak bahçenin diğer ucuna çevrildi.
“Abin orada. O hâlde siz gidin, ben de geceyi organize edeyim. Haberleşiriz, sis.”
“Haberleşiriz.”
Gözlerim Gaye’nin işaret ettiği yöne kaydı ve ileride Basri abinin, Adnan ile Yener’i önüne katmış bizi gerilerinde bırakarak yürüyüp gözden kayboluşlarını izlemeye başladım. Gaye yanımızdan ayrılmış, çok geçmeden Gurur ile yine baş başa kalmıştık. Etrafımızda birilerinin olup olmadığını kavradıktan hemen sonra hızla onu iterek kollarının arasından kurtuldum. Gurur zaten bunu bekliyormuş gibi sakin gözlerle bana baktığında, benim kahverengi gözlerimdeki cümleler hiçbir satıra sığmıyor, tırnakları aşıp pasajdan dışarı dökülüyordu.
“Arkadaşın gidince yine ağzından köpükler saçmaya başladın,” dedi Gurur, sesindeki alaycılık mideme kramp saplanmasına neden olsa da ona düz düz bakmaktan ileri gitmedim. “Benimle geliyorsun, Zeliha.”
“Bu nereden çıktı?”
“Dediğim gibi, benimle geliyorsun. Seninle sağlam bir plan kurmamız gerekiyor. Aslında senin düşüncelerine ihtiyacım yok, kendim halledebilirim ama yine de benimle gelip beni dinlemelisin. Benim kurduğum plana sadık kalman gerek. Böylece açık vermeyiz.” Dilini dişlerinin üzerinde gezdirip bir sağa, bir sola bakındıktan sonra çelik gibi bakan gözleri yeniden beni buldu. “Madem oyun başladı, bana düşen bu oyunu bana yakışacak şekilde, en mükemmel hâliyle insanlara sunmak.”
“Yani bir sahtekâr olduğunu kabul ediyorsun,” dediğimde bana baktı, sadece bunu yaptı. Ellerimi göğsümün üzerinde toplayıp, ona aşağılayan bakışlarımı yönelttim. “Sana yakışacak şekilde yalan söylemelisin tabii ki, bu devamlı yaptığın bir şey olmalı ki şanını düşünüyorsun.”
“Söylediğin hiçbir şeye kendin de inanmıyorsun.”
Her şeyimi bir kumar masasına yatırmamı bekliyordu. Hayatımı, inançlarımı, ruhumu, hatta kalbimi… Ben bunun bedelinin ne olacağını tam olarak kestiremesem de içimde toparlanıp kangren olmuş her duygu, bu kumarın sonunda zarar görecek, kaybedecek tek bir kişi olacağını biliyordu ve bu kişiyi aynada görebileceğimi bana fısıldayıp duruyorlardı.
“Her şey senin istediğin gibi olmayacak,” dedim konuyu saptırarak.
Vakit kazanmak istiyordum, onu incelemek, tanımak, görmek istiyordum. Hakkında daha fazla şeyi bilmeye ihtiyacım vardı ve o, şehrime zamansız uğramış bir fırtına gibiydi, her şeyimi koparıp benden uzaklaşmaya başlamıştı ama ben vazgeçmiyordum; beni çırılçıplak ve yaralı hâlde gerisinde bırakan fırtınanın peşinden koşuyordum.
“Her şey benim istediğim gibi olsaydı, şu an bu konuşmayı yapmak zorunda kalmazdık, Zeliha,” dedi Gurur, kelimeleri tok sesinin etrafına örülmüş yüksek, kalın duvarlar gibiydi.
Onun hakkında bilmediğim her şey boşluğu doğuruyordu.
“Cevap vermeyeceksin sanırım,” dedi Gurur sonunda, sessiz kaldığımı o bunu söylediğinde fark ettim. “O hâlde gidiyoruz?”
“Basri abiyi nasıl olur da buraya getirirsin?” diye sordum başımı iki yana sallayarak. “Sen aklını mı kaçırdın? Ya buralarda onu tanıyan, aslında kim olduğunu bilen birileri varsa? Dahası, asker olduğunuzu anlamak çok da zor değil. Muhtemelen zırhlı ciplerinizle geldiniz buraya.”
“Hayır,” dedi Gurur, yüzü yine ifadesizdi. “Muşta’nın kişisel arabasıyla geldik ve asker olduğumuzu burnunu her şeye sokan hocan ve Gaye’den başka kimsenin bildiğini düşünmüyorum. Bilseler bile senin sevgilin olduğum yalanını söylediğimiz sürece, benim asker olduğum gerçeği kimsenin ilgisini çekmeyecektir.”
“Her şeye hazırlıklı mısındır böyle?”
Birden bana olan bakışları gözlerimden kayarak koptu. “Hayır,” dedi, bu beklenmedik cevabı karşısında sadece ona bakakaldım. “Hazırlıklı olmadığım şeyler de varmış, otuz iki yaşındayım ve bunu yeni öğreniyorum.”
Göğsümde kavuşturduğum kollarım bir an boşluğa sürüklenerek birbirlerinden ayrıldılar. Gurur, bana bakmadı, ben de bu cevabının karşısında ona hiçbir şey söylemedim. Ama her ne kadar birbirimize bakmıyor olsak da sanki birbirimizin gözlerine bakmadığımız o süre zarfı boyunca aslında göz gözeydik.
Okuldan ayrıldığımızda üzerimde hâlâ derin bir sessizlik vardı. Bu sessizlik tıpkı bir hastalık gibi benden yayılarak çevremdeki herkese bulaşmıştı. Direksiyonda Hakan Basri Şenkaya’nın olduğunu gördüm, altındaki araba son model, oldukça yüksek görünen, siyah, mat bir cipti ve sürücü koltuğunun camı ardına kadar açıktı. Hakan Basri Şenkaya’nın iki parmağının arasında dengeli bir biçimde tuttuğu sigaranın ucundaki gri kül öyle çok uzamıştı ki, kamburu çıkmış yaşlı bir adama benziyordu.
Gurur, otobüs durağının önündeki genç insan topluluğunu fark edince hiç beklemediğim bir anda elini elime kaydırdı. Parmaklarını parmaklarıma geçirip elimi kavradı; o an dünya durdu, dönen başım ve bulanan midemdi. Elimi geri kurtarma isteği bir çapa olup boğazıma saplansa da ben o eli kendimden ayırabilecek kadar güçlü bir deniz değildim.
Parmaklarımı güçsüzce onun parmaklarına geçirdim. Gurur’a baktım, profilden gerçekten çok genç ve karizmatik görünse de benim gözümde aptalın tekiydi. Düşüncelerimi okuyormuş gibi parmaklarıyla parmaklarıma baskı uyguladı. Tenim bir panik dalgasının çarpması sonucu karıncalandı, damarlarımın içinde ilerleyen çaresiz kan dalgalandı; parmakları resmen etime gömülmüştü ama bu canımı küçük bir tuz tanesi kadar bile yakmıyordu.
“Elimi sıkıyorsun,” dedim gergin bir fısıltıyla, bana bakmasa da beni duyduğunu parmakları gevşeyince anladım. Aslında beni böyle sıkı sıkı kavrama sebebi, beni zapt etmek istediğindendi çünkü her ne kadar onun yanında küçücük görünsem de başına en büyük belayı açan kişi bendim ve bu yüzden de konu ben olduğumda düşüncelerinin yönünü tedirginlik değiştiriyor olmalıydı.
“Aptalsın, ilgiyi daha çok üzerimize çekiyorsun, çok aptalsın,” diye fısıldayıp durdum ama o elimi kavrayıp beni araca doğru yürütmeye devam ettiği süre boyunca hiç konuşmadı. Belki de beni asıl fıtık eden bu umursamaz tavrı, kendini beğenmiş bakışları, her şeyi bildiğini hissettiren sessizliğiydi. Keşke ona esaslı bir yumruk atabilecek kadar uzun boylu olsaydım.
Gurur, cipin arka kapısını açtı, Yener ve Adnan yana doğru kaydı ama ben araca binmek yerine cipte açılan küçük yere düz düz bakmaya başladım. Koskoca cip bile bu koskoca iki adamı içine sığdıramamıştı. Bakışlarım omzumun üzerinden Gurur’a çevrildi.
“Sen daha önce hiç ilişki yaşamadın mı?” diye sordum çat diye, Gurur’un ilk kez böyle duraksadığını fark ettim, ona o çok istediğim yumruğu sonunda atmışım gibi bakıyordu.
Yener’in, “Ovvv!” dediğini duydum, Gurur dişlerini gıcırdatınca Yener sessizleşti ama Adnan’la gülüştüklerini onlara bakmasam bile görebiliyordum.
“Nereden çıktı bu?”
“Arka koltukta iki tane yarma gibi herif varken hangi adam sevgilisini arka koltuğa bindirir?” Şimdi ikinci yumruğu da yemişti, onu nakavt etmek imkânsız olsa da afallatmak muhteşemdi. “Boğulup öleyim mi istiyorsun?”
“Onlar benim kardeşim,” dedi Gurur sert bir sesle. “Çok fazla Türk dizisi izliyorsun, Polat Alemdar gibi bir adam hayal ediyorsun herhâlde?”
Ona düz düz bakıp, “Birini şu âna dek hiç sevmedin, değil mi?” diye sordum, bu soru dudaklarımdan benim isteğim dışında çıkıvermişti ve her nasıl olduysa, sanki ölüm yumruğu bu soruydu, ben bu yumruğu Gurur’un şahdamarının üzerine atmıştım. Gözlerinde bir deniz dondu, bir orman alev aldı, bir ev temeline doğru hızla çökmeye başladı.
“Zeliha haklı,” dedi Basri abi. Bize bakmadan konuşuyordu. “Aşk koruma içgüdüsü gerektirir. Üstelik dışarıdan bakanlar bu heriflerin senin kardeşin olduğunu anlamaz.” Gözleri dikiz aynasından bize doğru kaydı. “Mükemmel bir oyun oynamak istiyorsan, mükemmel bir âşık gibi hareket etmek zorundasın. Aksi, seni bile kötü bir oyuncu yapar, Gurur.”
Basri abinin kelimeleri büyük bir sessizlik yağmuruydu, biz ise onun kelimeleriyle ıslanmıştık.
Gurur sonunda, “Ne yapmam gerek?” diye sorunca, Basri abi sigarasını torpidonun üzerindeki metal tabakada söndürüp izmariti üzeri kapalı gri kül tablasının içine attı.
“Zeliha’yı alıp taksiyle dön,” dedi Basri abi. “Rektöre Eylül’ü merak ettiğim için burada olduğumu söyledim, Zeliha’nın arkadaşı da abin olduğuma inandı. Askere benzemeyen gereksiz, salak bir arkadaş ve yanında da son derece iri, ciddi görünen ciddiyetsiz bir asker getirdin. İnsanlar bunu yadırgamaz, bir süre rahat olursun artık.”
Yener, “Bana gereksiz ve salak dedi,” diye mırıldandı.
“Bana da öyle bir şeyler dedi gibi,” dedi Adnan sessizce.
“Ne ilgisi var?” diye sordum Basri abiye. “Asıl sizi bu kadar kalabalık bir şekilde okulda görmeleri sorun teşkil etmeyecek mi?”
“Eylül ve Cesur bu okulda okuyor,” dedi Basri abi, bir an ona anlam veremeyen gözlerle baktım. “Gurur’un kız ve erkek kardeşinden bahsediyorum.” Şaşkınlık kanıma zehir gibi karıştı. “Ben her ay rektörle görüşürüm, yakın arkadaşımdır ve kim olduğumu bilir, kimseye de sır vermez bu konuyla ilgili. Ben arkadaşımı görmeye geldim, Gurur da sevgilisini. Erkekler eskiden sevgililerini görmek için sevgililerinin okullarına arkadaşlarıyla gelirdi, eskiyi yaşattık diyelim. Ne kadar göz önünde olursak, o kadar az dikkat çekeriz, Zeliha. O yüzden ortada olmaktan korkma.”
Bir an panikle, “Rektör olanları biliyor mu?” diye sordum.
“Hayır.” Derin bir nefes aldı. “Saçmalama, Zeliş.” Bana böyle demesi beni şaşırtırken ona bakakalmıştım, diğerleri onun bana bu şekilde seslenmesini yadırgamamıştı. “Sadece kimliğimi biliyor. Normalde ismimi ve kim olduğumu bilirler ama nasıl göründüğümü bilmezler.”
Bana yakınlığı beni anlık garip duygularla doldurmuş olsa da Muşta bunu fark etmişe benzemiyordu. İnsanlara sadece uzun zamandan beri tanıyorsam güvenip onları yakınım olarak görebiliyordum, fakat bu arabanın içindeki askerleri tanıyalı daha bir hafta bile olmamıştı. Yine de kendimi onlara karşı çok yabancı hissedemiyordum. Belki de yaşanan bu korkunç olayın yaralarını onlarlayken bir şekilde sarabildiğime inandırmıştım kendimi. Gurur ve diğerleri bir şekilde yarama tuz basıyor bile olsalar kanamayı durdurmayı başarıyorlardı.
İnsanın yarasını gösterebileceği bir insana ihtiyacı oluyordu.
“Hadi,” dedi Basri abi, gözleri dikiz aynasındaydı, kendine değil aynadaki yansımamıza bakıyordu. “Bir taksiye atlayıp gideceğiniz yere gidin. Zincir, kızı fazla zorlama. Yoksa yeni dart tahtam sen olursun bu hafta.” Gözleri dikiz aynasından Gurur’a kaydı. “Cevap alamadım?”
Gurur’un dudakları düz bir çizgi şeklinde gergin duruyordu ama söz konusu Muşta olduğunda yüreğindeki korkudan mıydı yoksa ruhundaki saygıdan mıydı bilinmez, boynu kıldan ince oluveriyordu. Başını hızlı bir hareketle salladı, ardından gözlerini bana çevirdi ve buz yangını gözlerinin yaktığı ateşe bir odun parçası gibi atıldığımı hissettim.
“Güzel kızların hepsi derse girdi galiba, gidelim Muşta, ben burada mutlu değilim artık,” dedi Yener zevzek zevzek, başını da Adnan’ın omzuna yaslamıştı, aracın camından dışarıya bakıyor, gelip geçenleri kesiyordu.
“Koyun can derdinde, pezevengin derdi uçkurunda,” dedi Muşta. “Beni el kadar kızın önünde şerefsiz şerefsiz konuşturduğun için tesise dönünce sana bir temiz dayağım var. Unutturma. Olur da unutturursan çarpı iki dayak. Adnan, not al. Tesise dönünce bu mitokondrisizi kuzu gibi çevire çevire döveceğim.”
Adnan, “Alıyorum Muşta, tesise dönünce satılığa dayak,” deyince, Yener birden Adnan’ın omzundan doğrulup kalkarak ona dehşet içinde baktı.
“Kendimi kocasının yeğeni tarafından kandırıldıktan sonra serada sevişen Bihter gibi hissediyorum, Adnan. Birazdan Muşta’yla düğünün varmış da ben de aynanın önünde kalbimin yerini arıyormuşum gibi. Pardon, kalbim değil. Sırtımın. Silahı da senin eline veririm artık. Sen seversin sırttan vurmaları.”
“Hiç ilgisi yok, saygısızlık etme. Ben bir babayım, düzgün konuş benimle,” dedi Adnan ciddi bir sesle.
“Gidince Bora’ya anlatacağım. Bilsin, amcası Yener iyi çocuktu ama fena bir kusuru vardı, insanlara fazla güveniyordu. Sırf seviyor diye onları tanıdığını zannediyordu. O yüzden, Bora diyeceğim, her ihanet sevgiyle başlar…” Kumarhanede Eyşan’ı görmüş Ezel edasıyla Adnan’a baktıktan sonra önüne döndü.
“Bir daha geceleri nöbette telefondan Ezel izlediğini duyarsam senin kemiklerini kırıp fiyonk şeklini veririm, mutant gibi gezersin ortada,” dedi Muşta sert bir sesle. “Hem senden Ezel mi olur? Olsa olsa Cengiz olur.”
“Ne demek şimdi bu, Muşta? Teessüf ediyorum, ben o kadar kısa mıyım?”
“Komutanlarının karılarıyla silah depolarında basılan ben miyim pezevenk?”
“Tamam işte, o konuda Cengiz olduğumu kabul ettim ki ben zaten,” dedi birden Yener. “Ben boy konusunda…”
“Lan bak sus, arabayla geri geri gider, demirlere girerim, kafandan girer gözünden çıkar demirler,” diye hırladı Muşta. “Ahlaksız insan müsveddesi.”
“Tamam, neden gerildin ki bu kadar…” Yener, aracın kenarına kayıp cama yaslandı, kendi kendine mırıldandı: “Sığıntı Yener zaten, Cengiz’miş, ne Cengiz’i? Tefo gibiyim Tefo.”
“Söylenme kendi kendine, koltuğu arkaya yatırır kaldırır, yatırır kaldırır, arka arkaya kafa gömerim sana,” dedi Muşta, sesi çok ciddiydi, yapacağından emindim, bundan yana hiç şüphem yoktu.
“Neyse, biz gidelim,” dedi Gurur sonunda. O kadar çok dalmıştık ki, girdikleri tartışmaya odaklanmış bir şekilde onları izliyorduk dakikalardır. Hava iyiden iyiye bozmuştu, yağmur damlaları saç diplerime, kollarıma çarpıyordu ama çok yoğun bir yağış olduğu söylenemezdi. Gurur ile araçtan uzaklaşmaya başladık, öğrencilerin beklediği durağın önünden geçtik ve hastanenin oradaki taksi durağından bir taksiye bindik.
Gurur, “Evin adresi,” dedi direkt, bakışlarım omzumun üzerinden ona doğru kaydı. Taksinin içi bozuk havadan dolayı gri duruyordu, ileride görünen bulutların yere ne kadar yakın durduğunu gördüğümde yaklaşan yağmurun şiddetini de tahmin edebilmiştim.
Taksici emniyet kemerini bağlarken dikiz aynasından kısaca bize bakıp kontağı çevirdi ve araçtan yüksek bir hırıltı sesi yükseldi. Omzumun üzerinden Gurur’a baktım.
“Ev adresi derken?”
“Senin evinin,” dedi bana bakmadan, gözleri ön camdaydı, taksici aracı hastanenin sınırlarından dışarı doğru sürmeye başladı, bizden bir adres beklediği belliydi.
“Benim evim mi? Saçmalama,” dedim. “Eğer eve bırakacaksan da hiç gerek yok, kendim giderim zaten. Bu da nereden çıktı şimdi?”
Gurur’un gözleri dikiz aynasına kaydı, taksiciye kısa bir bakış atıp gözlerini bana çevirdi, yüzündeki ifadesizlik kanımı donduruyordu ama bakışlarım ne zaman dudaklarıyla buluşsa, o buzlar çözülerek kaynar sulara dönüşüyordu. Bu kötü bir histi, bu hissi sevmemiştim.
“Senin evine geliyorum, tek gitmiyorsun,” deyince gözlerim iri iri açıldı, Gurur bakışlarımı önemsemeden taksiciye doğru döndü.
“Bağlar’a sür birader,” dedi taksiciye. “Sonrasını tarif ederim.”
“Tabii,” dedi taksici, radyosunda bir Aşkın Nur Yengi şarkısı çalıyordu. Taksinin silecekleri otomatik hareketlerle çalışmaya başladığında oturduğum yerde sertçe Gurur’a doğru döndüm.
“Benim evime falan gelmiyorsun,” diye fısıldadım, taksici duymasın diye ona yaklaşmıştım, tenindeki kar soğuğu kokusu şimdi çok daha net bir şekilde ciğerlerimin içini dolduruyordu. Donuk gözleri anlık beni buldu, yüzündeki rahat ifade, benim hissettiğim huzursuzluğun düşmanı gibiydi.
“Sevgilimin evine geliyorum, bundan daha doğal ne olabilir?”
“Ben senin sevgilin değilim,” diye fısıldadım ona doğru eğilerek. “Şöyle konuşmayı kes. Evime gelemezsin. Abartma.”
“Abarttığım falan yok,” dedi sessizce. “Evine merakımdan değil, seni tanımak için geliyorum. Arkadaşlarının dersleri saat kaçta bitiyor?”
“Söylemeyeceğim,” dedim, gözlerimi ön cama çevirdim, cama çarpan yağmur damlaları gözyaşları gibi kayarak camdan akarlarken birdenbire silecekler çalışarak o gözyaşlarını süpürüyordu. Bu görüntü bana ağlayan bir kadının gözyaşlarını kalın, güçlü parmaklarıyla silen bir adamı hatırlatmıştı.
“Çocuk olduğunu bu kadar çok belli etmene gerek yoktu, söyle bana 3-A sınıfından Zeliha Özdağ,” dedi, soyadımı söylemesi tenimin buz kesmesine neden olurken ona diken üzerinde olduğumu belirten bir bakış fırlattım. “Arkadaşların eve kaçta dönecek?”
“Eğer Gaye onlara olanları anlatırsa, ki anlatacak, bunu biliyoruz çünkü bunu ondan biz istedik, normalde gelecekleri saatten daha erken gelebilirler,” dedim, kuru bir yutkunuş boğazımı nemlendirmeye yetmedi, gözlerimi aracın ön camına sertçe çarpan yağmur damlalarına dikerek konuştum. “Gurur, bu kadarına gerek yok. Beni çok fazla köşeye sıkıştırıyorsun.”
“Sıkıştırmıyorum,” dedi sadece.
“Yapıyorsun.”
“Sadece inat etmeyi seviyorsun, yoksa öyle olmadığını sen de biliyorsun,” dedi, sesi kemik gibiydi.
“İnat eden ben miyim?” Kaşlarımı kaldırıp, kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Ben inat etmiyorum. Sen istediğim her şeyin aksi olsun diye uğraşıyorsun.”
“Seninle tartışmayacağım,” dedi umursamaz bir sesle, ona her defasında daha sert bir yumruk geçirme isteğimi ateşleyen işte tam olarak buydu; umursamazlığı.
“Benimle tartışmıyorsun, beni tehdit ediyorsun. Bu ikisi farklı şeyler.”
“Bence senin annen sana hamileyken çok fazla keçi sevmiş,” dedi Gurur aniden, bu söylediği gözlerimi kısıp kaşlarımı çatarak ona bakmama neden olunca bakışımı hissetti ama bakışlarıma karşılık vermeden camı izlemeye devam etti. “Doğru bir noktaya parmak bastım bence, Matmazel Keçi.”
“Sana ne?”
Cevap vermedi.
“Ayrıca Ayça ve Çolpan seni evde görecek ol-” diyordum ki gözlerini devirdiğini fark edip sustum, suskunluğum onun kelimelerinin önüne yollar ördü.
“O ikisi gelmeden gideceğim zaten. Eve komando aldığını bilmeyecekler, merak etme.”
Komando… Dağın gardiyanları. Her nedense bu tek kelime, birdenbire üzerime bir durgunluk bulutunun çökmesine neden oldu. Gözlerim, çözülerek dizlerimin üzerine ölü kuşlar gibi konan ellerime kaydı, uzun süre sessiz kaldım. Ellerimi izledim. Parmaklarımı. Her ne kadar kan lekesi taşımasa da kana bulanmış parmaklarımı… Bir insanı öldürmeden, katil olan parmaklarımı. Belki de katil olan vicdanımdı.
“Sessizleştin,” diye fısıldamasıyla kafamı hızla kaldırıp ön cama bakmam bir oldu. Çoktan merkeze varmıştık, caddede ilerleyen aracın camına, biraz önce daha hızlı çarpan yağmur damlaları şimdi belli belirsiz dokunuyor, küçük gözyaşları çiziyorlardı.
Ona bakmadan, “Konuşmamı mı tercih ederdin?” diye sordum.
Gurur, cevap vermedi. Taksi Bağlar’a girdiğinde inadımdan vazgeçtim ve taksiciye zorluk çıkarmamak için evimi tarif ederek sırtımı koltuğa yasladım. Araç turuncu ve siyahın ahengiyle var edilmiş Delvin Otel’in önünden geçti, Yılmazlar marketi gerisinde bıraktı ve evimin olduğu sokağa sapıp yavaşladı. Sokak lambasının yanından kıvrılarak diğer sokağa girdi, taksi durağının arkasında kalan yeni yapılmış binaların önünde durdu. Oturduğumuz binaya hemen hemen on beş, yirmi adım uzaklıktaydık.
Çantama uzanmama izin vermedi, taksicinin ücretini ödediği sırada inat etmek yerine araçtan inip onu beklemeden binaya doğru ilerlemeye başladım. Taksinin kapısının kapatılırken çıkardığı sesi duydum, arkama bakmadan yürümeyi sürdürdüm. Bina kapısının önüne geldiğimde bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim, benim on adımda geldiğim yolu iki adımda aşıp dibimde bitmişti. Kutucuğa binanın güvenlik şifresini girmemle otomatik kapının tok bir ses çıkararak açılması bir oldu.
İlk katın merdivenlerini, arkamda onun bir gölge misali beni takip ettiğini bilmenin tedirginliğiyle tırmanmış, dairenin kapısını açarken onunla hiç göz teması kurmamıştım. Üç kız kaldığımız bu eve Ayça ve Çolpan’a haber vermeden bir erkeği soktuğum için çok büyük vicdan azabı çekiyordum. Ayça evimize sadece yakın erkek arkadaşlarımızın girip çıkmasına izin verir, tanımadığı insanları evde görmekten hiç hoşlanmazdı. Muhtemelen şu an eve iki metre bir adamla girdiğimi görseydi, beni mutfak tezgâhına kurbanlık koyun gibi yatırır, sonra da kıtır kıtır keserdi.
Evet, Ayça’dan biraz korkuyordum.
Kapıyı çekinerek araladım, önce içeri giren taraf ben oldum ki etrafta Gurur’un görmemesi gereken bir şey varsa hızla alıp yok edebilecektim ama düşündüğümün aksine etraf temizdi. Kapıyı tamamen açtıktan sonra girmesi için geri çekildim, gözlerim ondaydı ve o benim gözlerimdeki rahatsızlığın farkındaydı. Yine de hiç çekinmeden eve girdi.
Gurur, siyah keçe, düğmeli kabanının ilikli düğmelerini çözmeye başladı. “Yağmurluğum,” diye mırıldandım düşünceli bir sesle. “Tesiste kalmıştı. Nihan’da.”
“Bir dahaki gelişinde alırsın,” dedi Gurur. “Onu gördüm.” Bakışları etrafta kısa bir tura çıktı, sonra gözleri mutfak tezgâhına kaydı. Mutfak tezgâhındaki bulaşıklık Ayça’nın muhtemelen iki gün önce yıkadığı temiz tabaklarla doluydu, tezgâhın üzerinde bir kesme tahtası vardı ve tahtanın üzerinde de salatalık kabukları… Muhtemelen bunları ortada bırakan da Çolpan’dı.
“Üstünkörü temizlik yapıyorsunuz,” dediğinde bir an donup kaldım, sonra bu donukluk öfke olarak yüzüme yayıldı. Etrafı incelemeye devam ediyordu. “Toplu görünüyorsunuz ama dağınık bir topluluk. Sadece temiz ve toplu görünsün diye baştan savma iş yaptığınız çok belli.”
“Ayça bunu duysa seni yaşatmaz. Evdeki tüm bulaşıkları o yıkar, çamaşırları da öyle.”
“Çolpan ve sen fiziksel engelli misiniz?”
Ona boş boş baktım. “Yaşınla alakalı mıdır bilinmez, espri anlayışın berbat. Babam bile daha iyi espriler yapıyor.” Çantamı bir kenara bırakıp gözlerimi Gurur’a çevirdim. “Acele etsek iyi olur, ne zaman gelecekleri belli olmaz. Gece buluşacağımızı duyarlarsa erken de gelebilirler. Neden buradasın? Yani neden benimle geldin?”
“Espri yapmamıştım. Herkesin bir görevi olmalı. Kızı hademe gibi kullanırsanız tabii eksikler olur. Gerçi senin dağınık olduğun her hâlinden belli,” dedi, dişlerimi sıksam da onun yüzündeki sabitliğe meydan okur gibi ben de ifadesizliği giyindim. “Her neyse. Önce bize sağlam bir tanışma hikâyesi gerekiyor.”
“Sonra?”
“Önceliğimiz bu. Bir işi bitirmeden diğerine kafayı vermeye çalıştığın için mi böylesin acaba sen?”
Üstü kapalı hakaretine yapmacık bir tebessümle karşılık verdim. Onunla evde yalnızdık, beni çat diye öpmüştü, bunları hatırlamak nabzımı hızlandırıyor ve ondan uzaklaşma isteğimi körüklüyordu. Gözlerimi elimde olmadan ondan kaçırdım, sanki uzun süre gözlerinin içine bakarsam düşüncelerimi okuyabilirmiş gibi hissediyordum.
“Yavaş olan sensin. Birine çok odaklanırsan, diğerine vakit kalmaz. Bastonunu da getirmemi ister misin?” diye sordum ona meydan okuyan gözlerle bakarak.
Gurur, bakışlarımı yok saydı, bir an dumura uğrasam da bozuntuya vermedim. Sanki biliyormuş gibi benim odamın kapısına yaklaşıp, kapı kulpuna uzandığı an bir an korkuyla, “Dur!” diye bağırdım. “Öyle şak diye girilir mi birinin odasına? Görgü kuralı nedir bilmiyor musun?”
“Sen biliyor musun?”
“Ya girdiğin benim odam değilse?”
“Hislerimde hiç yanılmam, Zeliha,” dedi, duraksayıp buz yangını gözlerine baktım, kulpu kavrayan parmaklarının sıkılaştığını hissettim, kulpu sıkarak avucunun içinde ezip çevirdi ve kapı tok bir ses eşliğinde açılırken gözlerimiz birbirinden ayrılmadı. “Senin kokun en yoğun bu odadan geliyor. Kapıyı açmaya gerek yok, yaklaştığım an aldım kokunu.”
Gözlerimi gözlerinden koparıp alamadım. Bazen bir cümle kuruyordu, kor ateşle pişmiş kızgın demir boğazımdan girerek kalbime saplanıyordu. Kelimeleri bir insanı hem var olduğuna inandırabilir hem de bir hiçmiş gibi hissettirebilirdi.
Kaşlarımın titrediğini, “Kötü mü kokuyorum?” diye sorduğum âna kadar ben de fark etmemiştim.
Kapıyı tamamen araladı ama dönüp odama bakmadı çünkü o gözler hâlâ benim gözlerimdeydi.
“Hayır. Kötü kokmuyorsun. Söylemeye çalıştığım, herkesin kendine has bir kokusu olduğu ve seninkinin yoğunluğunun fark edilir olduğu. Yağmurluğunda da aynı koku vardı.”
“Duyuların çok gelişmiş,” dedim konuyu kapatmak istiyor gibi aceleyle. “Sanırım bunu komando olmana borçlusun. Komandoydun, değil mi?”
“Evet, Dağcı Komando,” dedi çabamı fark etmiş gibi diğer konuya parmak basmadan.
“Odaya girebilirsin,” dedim sadece, gerçi benden bir izin istemediğinin de farkındaydım. Yine de zindanıma gizlice girilmesindense, benim isteğimle girilmiş gibi hissetmem içimdeki siniri biraz olsun aza indirgeyebilirdi. Gurur, odaya girdi, ben de arkasından içeri dalarak bakışlarımı hızla yatağıma, sonra da elbise dolabımın önüne çevirdim. Etraf çok dağınık görünmediği için şanslı sayılırdım.
Gurur’un geniş sırtı bana dönüktü, önümde ışığı kesen bir güneş gibi dikiliyordu. Güneş, ışığı kesebilir miydi? Bu ışığın, bir diğer ışığı kesmesi gibiydi. Bakışlarım karanlık odama rağmen açık renk görünen saçlarına kaydı, saçları dağınık görünüyordu, dipleri daha koyuydu ama uçlara doğru saç rengi açılıyordu. Kabanının yakaları havaya dikilmiş duruyordu, onu gördüğüm ilk gece de böyle görünüyordu. Tıpkı böyle sırtını dönmüş, benden uzaklaşıyordu ama şimdi olduğu yerde duruyordu, hemen önümdeydi ama sırtı yine de bana dönük duruyordu.
“Odan küçük,” dedi kısık sesle. “Sana benziyor.”
Yutkundum. “Ben odamı severim.”
“Güzel oda,” dedi sadece, odam hakkında daha fazla yorum yapmayacağını üzerimize is lekesi gibi sinen sessizlikten yola çıkarak anlamıştım.
Yatağımın kenarına oturup, gözlerimi kaldırarak onu seyretmeye devam ettim. Zaman geçiyor, zaman geçtikçe içimdeki tedirginlik artacağına sanki onun varlığı beni sakinleştiriyormuş gibi azalıyordu. Sanki Gurur, bir rüya kapanıydı ve o etrafımdayken kötü kâbuslar uykularıma uğramıyor, benden uzak duruyorlardı. Neden böyle düşünüyordum, bilmiyordum, belki de onun bir asker olması ve son zamanlarda sık sık etrafımda olması, hissetmemem gereken bir güveni içime inşa etmeye başlamıştı.
Bu güven duygusundan nasıl kurtulacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Sanki içimde karanlık dallar gibi büyüyor, her yanı sarıyor, kökleri sağlam bir ağaca dönüşerek beni hem karanlıktan hem de aydınlıktan koruyordu. Oysa Gurur, benim karanlığımın gardiyanıydı ve beni karanlıktan korumasının hiçbir yolu yoktu.
Ruhumun kandığı bu illüzyondan bir an evvel kurtulmam gerektiğinin farkındaydım ama bunu nasıl başaracağımı hiç bilmiyordum. Ona güvenmemem, onun yanındayken tıpkı o gece olduğu gibi tedirgin hissetmem, hatta belki de ondan korkmam gerekiyordu. Sonuçta sadece susmam için beni öldürebilirdi, ona gözüm kapalı güvenemezdim çünkü yaşamım bir nevi onun ellerindeydi.
Gurur, uzun süren sessizliğimin nedenini merak ediyormuş gibi bana doğru döndüğünde, gözlerim onun sırtında olduğu için bakışlarım bu defa buz yangını gözlerine takıldı. Gözlerimden duyguların renklerini, tıpkı tuvaline işlediği renkleri paletinde karıştıran o ressamın tablosunu izlediği gibi izliyordu.
Beni anlıyor muydu? Ben bile kendimi anlamıyordum. Bu işin sonunda olacakların beni nasıl korkuttuğunun farkında olmalıydı ama aslında beni asıl korkutan şey beni bekleyen o karanlık gelecek değildi; babamın dudaklarında bir sigara söndürür gibi söndüreceğim o ılık gülümsemeden çok korkuyordum.
“Plan,” dedi düşüncelerimin sesini duyuyormuş gibi. Gözlerim, saçlarının aksine koyu renk olan kirpiklerine takılıp kaldı. “Seninle nasıl tanışmış olabiliriz?”
“Kütüphane,” dediğimde bakışları yüzümün ortasında derinleşti. “Belki çok klişe gelebilir ama kütüphanede karşılaşmış olabileceğimizi düşündüm. Yan yana masalarda oturup aynı yazarın farklı romanlarını okurken birimiz bunu fark etmiş ve muhabbete başlamışız mesela.”
“Fazla romantik, inandırıcılığı yok,” dedi Gurur, gözlerim ellerime kaydı ama onunkiler hâlâ bende takılı duruyordu. “Çok fazla romantik kurgu okuyor olabilir misin?”
“Her türden kitap okurum,” dedim. “Ama sen benden bir aşkın başlayış hikâyesini istiyorsun, elbette romantik olmalı.”
Gözlerini devireceğini düşünmüştüm ama bunun yerine düşünceli gözlerle beni izlemeye devam etti. Bir süre hiçbir kelimenin tadına bakmadı, sessizliği bir şarap gibi yudumladı ama oluşan sessizlik onu sarhoş edecek kadar kuvvetli olmadığından, sonunda kelimelere başvurma kararı aldı.
“Aşk hikâyeleri romantik başlamaz,” dedi Gurur, bu konu hakkında bir fikri olmadığına neredeyse emindim. “Yani her aşk romantik başlamaz.”
“Ama sonuçta bu aşk,” dedim ısrarla. “Romantik başlamazsa nasıl aşka dönüşebilir ki? Mesela çarpışıp kitapları yere düşürmek, yalnız geldikleri bir film seansından çıkarken o tanımadığın yabancıyla seni çok etkileyen filmle ilgili spontane gelişen bir muhabbete tutulmak ya da…” Kaşlarımı çattım. “Bir kavgayla başlayan aşklar falan işte.”
“Bence bu bizim için daha uygun,” demesini beklemediğimden kelimeler dudaklarında can bulur bulmaz dudaklarımı kemirdim. Kahretsin. Bu yalanın suç ortağı ben olmamalıydım. Adımları yavaşça odamın içine düşmeye başladı, odamın içinde karanlık bir gölge, ışığımı kesen bir güneş gibi ilerliyordu.
“Mesela kitap kavgası? Yine senin istediğin gibi kütüphanede başlayabilir.”
“Kitap kavgası mı? Buna kimse inanmaz. Aynı kitaptan birkaç tane vardır sonuçta.”
“Öyle değil, Matmazel Zeki,” dedi alaycı bakışlarına bariz bir küçümseme serpiştirerek. “Bahsettiğim, yazarlar ve kitapları üzerinden tutuştuğumuz bir kavga. Mesela sen A yazarının B kitabını savunacaksın, ben ise C yazarının D kitabını gibi. Anladığım kadarıyla kitap kurdusun, arkadaşlarının daha inandırıcı bulabileceği bir tanışma hikâyesi bu bana kalırsa.”
Bir an söyledikleri bana hiç olmaması gerektiği kadar mantıklı geldi, o yüzden onun gözlerinin içine bakakaldım. Balkon camımın çaprazındaki beyaz kitaplığa doğru ilerlemeye başladığı esnada benimle olan göz kontağını kesmişti.
Dikkatli hareketlerini izliyordum, bir yandan da ona şaşıp kalıyordum çünkü henüz arkadaşlarımı bir defa bile görmemişti ama onların inanabileceği bir hikâye uydurmuştu. Bu hikâyeyi uydururken beni gözlemlemiş olması onun için yeterli miydi gerçekten? Sonuçta ne Çolpan’ı ne de Ayça’yı tanımıyordu ama evet, tam on ikiden vurmuştu, onlar böyle bir tartışmaya son derece açık bir insan olduğumu iyi bilirlerdi.
Ayağa kalkıp, Gurur’un önüne doğru yürüdüm, kafamı kaldırdım ve onun yüzüne baktım. “Belki de,” dedim. “En azından en yakın arkadaşlarımın bunu bilmeye hakkı vardır.”
Bir an yüzündeki ifade donup kaldı, bana duyduklarına inanamıyormuş, inanmak istemiyormuş gibi baktıktan sonra eli ani bir manevrayla bileğimi kavradı. Beni kendisine doğru çekip yürümeye başladı, ben daha ne olduğunu anlamadan sırtımı kapıya yasladığında nefesim hızlanmış, gözlerim iri iri açılmıştı; kalbimden dökülen yumruklar göğüs kafesimi sarsıyordu.
“Sen ne söylediğini sanıyorsun?” Sorusu bir çağ yangını gibiydi, alevler bana dokundu, beni yaktı, yanmayı göze aldığım için alevlerin her yanımı sarışını büyük bir sakinlikle karşıladım. Gurur, beni tamamen kapıya kıstırınca bakışlarım yüzünün ortasında asılı kaldı, korku ise artık yoktu ama korkunun yerini daha yoğun bir duygu almıştı. “Bu öylece birilerine anlatabileceğin bir şey değil.”
“Onlar öylesine birileri değil, benim dostum,” diye fısıldadım.
Gurur’un gözleri dudaklarıma dokundu. Sonra hızlıca gözlerime tırmandı.
Dudaklarım kavruluyor, dudaklarım ağrıyordu.
“Ben de senin sevgilinim,” dedi beklemediğim bir ciddilikle, nabzım damarımın içinde ters gelerek ölümün sayacı misali ilerlemeye başladı. “Herkes bunun böyle olduğunu bilecek. O kadar bilecekler ki, bizi bile buna inandıracaklar.”
Nefes alamıyor, sadece ona bakıyor, gözlerimi bile kırpamıyordum. Kurduğu her cümle okyanusa ait bir dalga olarak bana çarpıyor, beni kumların içine gömüp, üzerimden kayarak geri çekilip okyanusuna, yani onun zihnine dönüyordu. Cümleleri gece doğan bir ay gibiydi ama gözlerine baktığımda güneşi görüyordum; güneşin sızıntısı bir benzin sızıntısı gibiydi, yavaşça etrafıma yayılıyor, beni her hücrem olmak üzere kül edene dek yakmak uğruna dört yandan sarıyordu.
“Bir şeyi saklamak istersen onu ortalıkta bırak,” dedi Gurur. “Sen ve ben, ortada duracağız. Fırtına şehri terk edene dek yan yana duracağız. Anlaşıldı mı, sevgilim?”
Sevgilim… Sessizlik. Kalp atışlarımın sesi kulaklarıma doğuyordu.
Dış kapının kilidinin çevrilerek açıldığı saniyelerde kanıma yuva yapan o duygu, kalbime sızmaya başlamıştı ve dış kapı açıldığında, biz hâlâ Gurur’la göz göze, dudaklarımız birbirine son derece yakın bir mesafede öylece bakışıyorduk.
Gözlerindeki güneşten ışık sızmaya devam etti ama bu ışık, benim için ortasında yangın çıkmış soğuk bir geceydi.
🎧: ShamRain, Drifter