Var olmanın sancısı, ruhun nefesini kesecek kadar güçlü bir ağrıydı.
Kendimde yok edemediğim bir gerçekle nefes alıp veriyordum. Ben kendimin esiriydim, ellerimi kendim kelepçelemiştim, parmaklarımı zihnime bastırıp tüm çıkış yollarını örecek olan o kelimeleri susturmayı seçmiştim. Şimdi tüm bu ağrının nedeni babammış gibi davranacak olmam, bencilliğin derisi gibi üzerime yapışacaktı ve ben ruhumun bencillik derisiyle sarılmasını istemiyordum.
Kendimin farkındaydım.
Derimin üzerinde bıraktığı izin ağrısını hissedebiliyordum, onun beyaz derisine oturan kanın gerisinde beliren iz de tıpkı bendeki iz gibi ağrıyor muydu? Dövme makinesinin ucuna taktığı iğneyi çıkardı, bir peçeteye sarıp cebine koyduğunda dikkatle onu izliyordum. Şimdi ikimiz de aynı izi taşıyorduk, bu bizi bu dünyada birbirleriyle işaretlenmiş iki insan mı yapardı?
Küçük bir krem kutusunu avucuna alarak bana doğru döndüğünde, gözlerime çökmüş şaşkınlığı ondan saklamak adına gözlerimi farklı bir noktaya çevirdim. Yeşil gözlerinin canlı olduğunu ve beni ekseni altına aldığını biliyordum.
“Bu kremi sık sık sürmen gerekecek,” dediğini duydum, bakışlarım usulca geceden koparak ona doğru çevrildi. Beni izlediğini görmek tuhaf bir şekilde kalbimi zonklatmıştı. Krem kutusunu bana doğru uzattı. “Birkaç gün banyo yapmaman en iyisi, yapacak olursan da dövmenin olduğu yere bu kremi boca et ki su çok fazla temas etmesin. Bir merhem daha var, yarın gidip alırım.”
Eğilip krem kutusunu elinden aldığım esnada ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Gözlerim hemen yan tarafında duran dövmeye kaydı, dövme öyle zarif, öyle ince çizgilerle var edilmişti ki, bir süre elimde olmadan büyük bir dikkatle onun teninde ışıldayan dövmeyi izledim.
“Aynısı sende de var,” dedi erkeksi bir sesle, bu beni irkiltti. “Bu kadar izlemek istiyorsan aynanın karşısına geçmen yeterli.”
Yanaklarıma oturan kanı görmemesi için dua ederken, “Kendine neden aynısını yaptın?” diye sordum, sorumun bariyerini oluşturan sesimdeki duygular, gizlenmesi için yalvaracağım kadar berraktı ama Evren bunun ne kadarını görmüştü bilmiyordum.
“Yapmak istedim ve yaptım,” dedi, sesinden hiçbir duygu, hiçbir düşünce yakalayamadığımdan sadece ona bakmakla yetindim. Büyük bir ağırlık ve göz yoran bir ahenkle önündeki kalabalığı toparladıktan sonra yeşil gözlerini yüzüme kısaca değdirdi, ardından hiçbir şey söylemeden eve girerek gözden kayboldu.
Birkaç dakika tenimdeki acıya uyum sağlayamadan yalnızca dövmeyi yapmak için kendi tenini izlediği aynadaki yansımamı izledim. Üzerimdeki tişörtün kumaşı dövmeye temas ettiği an kısık bir sesle inlemiş, acının varlığını yeniden hatırlamıştım ama bu acı çok büyük değildi; zihnimi büyük oranda oyalıyor olduğunu söyleyemezdim. Aynanın önüne doğru ilerledim, zihnimde yan yatıp ağırlığını tek bir tarafa veren soruları, düşünceleri bir köşeye iterek tişörtümün kumaşını kavrayıp onu yukarı çektim. Yan dönüp kızarmış tenime damga gibi sinmiş dövmeye baktığımda duraksadım. Bir an dünya benim için artık toz pembe değil, toz siyahtı.
Kaşlarımın ortasında inkâra dayalı bir çöküntü oluştu. Bu yaptığım başıma büyük bir bela açacak olsa da şu an umurumda olan babamın tenimde göreceği bir dövme değil, umurumda olan bu gecenin içine sinmiş, dişlerinde kan lekeleri olan canavarın kalbinde taşıdığı anlamdı. Attığım adımlar boşluğa aitmiş, hiç burada olmamışım, bir hayalmişim gibi ilerleyerek bana verilen odaya tırmandım. Avucumda tuttuğum krem kutusu, içinde sırlar saklanan bir sandık gibi ağır geliyordu. Odaya girdiğimde kremi komodinin üzerine bırakarak üzerimdekileri çıkarmaya başladım. Artık elektrik sorunu olmadığı için abajurdan yayılan turuncu ışık bedenimi ve odanın içini aydınlatıyordu.
Yavruağzı renginde saten pijamalarımı giyip yatağın üzerine çıktım, kısa şorttan oluşan pijamamın açıkta bıraktığı ölü kadar beyaz olan bacaklarımı izlerken, odanın içine düşen turuncu ışık, bacaklarımı derimin altına gizlenen damarların içindeki kanın rengine boyuyordu. Pijamamın üst parçası askılı ve beli açıkta bırakacak kadar kısa olduğundan tenime kaynamış dövmeye vuran serinliği hissedebiliyordum.
Kafamın içi ölü düşüncelerle dolu bir mezarlık gibiydi. Ölülerin sesini duymak imkânsız olsa da benim düşüncelerimin morarmış dudaklarından sesler, gürültüler, çığlıklar yükseliyordu. Evren’in bu gece yaptığı şey, belki onun için hiçbir anlam gözetmeden, hiçbir şey hissetmeden yapmış olduğu bir çılgınlıktı ama durum benim için böyle gelişmiyordu. İlerlemeye başladığı yolun tehlikelilerle dolu olduğunu bilsem de düşüncelerimi o yoldan uzaklaştıramıyordum.
Telefonuma düşen mesajın sesiyle karnımın kasıldığını hissederek telefonuma uzandım. Ekranda onun ismini görmeyi beklemediğim için anlık allak bullak olmuş ifademi toparlayamamıştım. Onun numarasını telefonuma kaydetmediğime emindim, bir süre sonra bana attığı mesajın barındığı cep numarasını zaten kaydetmediğimi, kendi profiline koyduğu ismin göründüğünü fark edince rahat bir nefes aldım.
Evren Kuran: Dövme ilk gece biraz ateş yapar. Bu seni korkutmasın. Hasta olmuyorsun.
Birkaç saniye ekrandaki mesajı izlemeye devam ettim, görmüş olduğum gerçeği ekranda oluşan mavi tik sayesinde ona ulaşmış olmalıydı. Tenimde hissettiğim sıcaklığın asıl sebebi bu muydu? Oysa ben bu hissi içimden hastalık gibi söküp atabileceğimi düşünmüştüm. Bu bir hastalık değildi. O hâlde hep benimle mi kalacaktı? Sadece ilk gece, dedim içimden. Yalnızca ilk gece.
Gülçehre Karaisaoğlu: Bu sahip olduğun ilk dövmeyse, nasıl bu kadar bilgi sahibi olabiliyorsun?
Evren Kuran: Bilgi sahibi olmasaydım tenine o dövmeyi çizemezdim.
Evran Kuran: Değil mi?
O an ona bir şeyler yazmak, konuşmayı uzatmak, hatta iki normal insanmışız gibi onunla yazışarak onun hakkında bir şeyler öğrenmek istedim ama buna cesaret edemedim. Bu isteği gerçekleştirecek kadar delirmiş değildim. Aniden ilgimi ona doğru çevirecek olmam onu rahatsız edebilirdi ve ben insanları rahatsız etmekten hiç hoşlanmıyordum. Evren’in bir mesajı daha telefonuma düştüğünde, bunun şaşkınlığı bir buhar gibi tenimden kalkarak etrafa yayıldı.
Evren Kuran: Yarın kursa başlayacaksın.
Evren Kuran: Daha fazla çevrim içi kalma ve uyu artık.
Bir şeyler yazacak gibi oldum ama sonra zihnim sustu. Telefonu komodinin üzerine bıraktıktan sonra yatakta cenin pozisyonunu aldım ama gözlerim bir süre daha uykuya direnmeye devam etti. Dövmenin yapıldığı yer hafif de olsa sızlıyordu, bedenime verdiği sıcaklığı da tüm netliğiyle hissediyordum ve bir süre boyunca beni çok rahatsız etmişti. Sonrasında uykuya meydan okuyamadım ve topraklarım uyku tohumlarını içlerine alarak onları en uzun rüyalar olarak zihnime filizlendirmeye başladı.
Rüyamda bembeyaz çarşafların içinde koşuyordum, çarşaflar uçuşuyordu, gökyüzünün rengi eflatundu ve bulutlar yeryüzüne hiç olmadıkları kadar yakın duruyorlardı. Bir şeyden kaçıyor gibiydim, yüreğimi fırtına bulutları gibi sarmış korkuyu hissedebiliyordum ve nefesim ciğerlerimi yakıyordu. Neyden kaçtığını bilmiyordum ama her neyden kaçıyorsam, kesinlikle ondan çok korkuyordum.
Gözlerimi, alnımı sarmış ter damlacıkları şakaklarıma kadar kaymaya başladıklarında araladım, göğsüm hızla inip kalkıyordu ve korku hâlâ göğsümün altında nöbet tutuyordu.
Bir süre yatakta bir şeyleri sorgulayarak uzanmaya devam etmiştim, devamında sonunda yataktan ayrılıp saçlarımı yıkadım ve vücuduma değdirmediğim su yüzünden kendimi kötü hissettiğim için deodorant ve parfüme bulandım. Bugün kursun ilk günüydü, beni neyin beklediğini bilmediğim bir günün ilk saatlerini yaşıyordum ama içimde bir tedirginlik olduğu söylenemezdi.
Nedense Evren’in varlığı tüm tedirginlikleri kıracak kadar güçlü geliyordu bana, belki ona emanet edildiğim için böyle hissediyordum, belki de gerçekten güvenliydi ve ruhum güvenin tadını ilk defa aldığı için düşüncelerime düğüm atmıştı. Bilmiyordum.
Yavuz’un sesi evin duvarlarında büyüyerek her yana dağıldığında, bakışlarım karşımda duran, ortasından çatlak geçen aynadaydı; görüntüm ikiye bölünmüştü. Bir süre konuşmadan yüzümdeki ifadesizliği izledim. Sonra gözlerim yüksek bel, bol kotumun sap kısmını örttüğü dövmeye kaydı ve duraksadım; algılarım tam orada kilitlendi ve tüm sesler ben orayı izlerken kesildiler.
Pantolon orayı dürttüğü için hafif bir acı hissetsem de bunun üzerinde durmamıştım. Dövmenin etrafındaki kızarıklık hâlâ tazeydi, sürdüğüm krem şeffaf bir tabaka şeklinde de olsa gözle görülür bir şekilde derimdeki kızarıklığı parlatıyordu. Derin bir nefes aldığımda bu nefesin kaburgalarımı ağrıttığını fark ettim.
“Ben kursa falan gelmeyeceğim ya, ben buraya tatil yapmaya geldim!” diye bağırdı Yavuz dışarıdan, gözlerim usulca kapıya kaydığında dışarıdaki hareketliliği göremesem de hissettim. Fındık kabuğu renginden daha açık olan saçlarımı, kol kısmı olmayan tişörtümün yakalarından dışarı doğru çıkarıp omuzlarıma serdiğimde biri kapımı tıklattı. “Çitlembik, çık dışarı, konuşacağız,” dedi dışarıdaki ses, bu ses de Yavuz’a aitti. Bir an sadece kapıya bakakaldım.
“Kızı rahat bırak, kurtuluşun falan yok. O kursa geliyorsun,” diye homurdandı Kıvılcım, onları görmek mümkün olmasa da hareketleri sanki kapalı kapının ardında değilmiş gibi aralarındaki çekişmeyi görebiliyordum. “Gül Surat, sen dinleme şunu. Keyfine bak. Birazdan çıkacağız.”
Bakışlarımı yeniden aynaya çevirip, “Ben hazırım,” diye mırıldandım. “Çıkıyorum.” Kotumun üzerine giydiğim kısa tişörtün eteklerini tutup aşağı çektiğimde, dövme neredeyse tamamen kapanarak kumaşın altına gizlendi. Kapıdan dışarı çıktığım an karşımda Yavuz’u bulacağımı bildiğimden sakin bakan gözlerimi onun gözlerine çevirip, bir süre sessizce karşımda huzursuz bakışlarıyla beni izleyen Yavuz’a baktım. Saçları biraz uzamıştı.
“Evren’le sadece sen konuşursan bu işten vazgeçer,” dedi sonunda konuştuğunda, sesi ağzındaki tatsızlığın yansıması gibiydi, keyifsiz olduğu her hâlinden belli oluyordu. “Koskoca adamım, kursta ne işim var benim? Hadi Çitlembik, yaparsın sen… Güveniyorum ben sana.”
Güveniyorum ben sana… Bir an için söylediği bu kısacık cümle içime öyle çok dokundu ki, eğer çok utangaç bir yapım olmasaydı anlık deli cesaretinin ardına gizlenerek Yavuz’a sarılırdım. Birilerinin bana güvenmemesine öyle çok alışmıştım ki, şimdi öylesine kurulmuş bir cümle bile beni ağlatabilecek kadar ağır geliyordu bana. Yavuz’un bakışlarının yoğunlaştığını fark edince ona cevap vermediğimin farkına varıp yutkundum.
“Ne yapabilirim senin için?”
“Evren’e benim o kursa gitmek istemediğimi, istemediğim bir şeyi yapmamın doğru olmadığını söylesen yeter,” dedi küçük bir çocuk gibi neşeyle, görüntüsünün aksine yufka gibi bir yürek taşıyor olmalıydı. Kıvılcım, uzun tırnaklarını Yavuz’un boynundaki deriye âdeta sapladığında, Yavuz’un dudaklarından yardım dilenen bir inilti döküldü. “Yapma işte!” diye bağırdı. “Cadı çapası gibi tırnaklarınla deliyorsun her tarafımı. Bunu yatak odamızdayken yapmanı seviyorum ben!”
Yanaklarıma oturan kanla gözlerimi hızla onlardan uzaklaştırdım ama şu an bu ortamda benden başka utanan birileri yok gibi görünüyordu. “Eğer bu kursa başlamazsan, işte o zaman yatak odasını unut sen!” diye çemkirdi Kıvılcım, söyledikleri beni deli gibi utandırsa da bu konu ikisi açısından su içmek kadar doğal bir aktiviteydi sanki. Onların dünyasına ne kadar yabancı olduğumu her gün biraz daha iyi anlıyordum, onlarla yaşadıkça önceden içinde var olduğum hayatın aslında bir kafesten ibaret olduğunu ve içeri akan bilginin yalnızca kitap sayfalarından yağdığını anlamıştım.
“Sadece şaka yapmıştım,” dedi birdenbire Yavuz. “Benim kursa katılmayı ne kadar çok istediğimi iyi bilmen gerekir. Ben kültürlü bir ayıyım.”
“Ayı olduğunu biliyoruz ama kültürlü kısmına pek katılamıyorum,” dedi Kıvılcım gülerek, ardından bakışlarının bana dokunduğunu hissettim ve ben de onun bakışlarına karşılık vermek için gözlerimi ona çevirdim; yüzünde sıcak bir tipi vardı ve o sıcak tipi bana çarpınca kalbim yumuşuyordu.
“Seninle oynaşırken sana şiir okumadığım için mi beni kültürsüz sandın, bir kere ben Franz Kafka’nın Geri Dönüşüm kitabını bile okudum,” deyince bir an kendimi tutamadım, kuvvetli bir kahkaha patlattım, Yavuz’un bakışları ışık hızıyla bana doğru çevrilmişti. Elimle örttüğüm ağzımdan çıkan kahkaha seslerinin önünü kesmeye çalışırken gözlerimin kenarları yaşlarla dolmuştu. “Bana güldü, beni seviyor… Gördün mü, Kıvılcım? Güldü bana…”
“Geri Dönüşüm mü?” diye sordum elimde olmadan gülmeye devam ederken. “O kitabı hangi ara yazmış Franz Kafka?”
“Nasıl bilmezsin? O bir klasik,” dediğinde şimdi daha şiddetli kahkaha atıyordum, Kıvılcım da bana katılmıştı ama Yavuz neye güldüğümüzün farkında değilmiş gibi bir bana bir Kıvılcım’a bakıyor, “Hiç mi okumadınız ya?” diye sorup duruyordu.
“Konusu nedir Geri Dönüşüm kitabının?” diye sordum gülmemek için dudaklarımı ısırarak Yavuz’a bakarken. En son ne zaman bu kadar içten kahkaha attığımı hatırlamıyordum. Belki de atmamıştım, bilmiyordum.
Yavuz yeni çıkan sakallarını kaşıdıktan sonra, “Şimdi konusu şöyle,” dedi, onu ilgiyle dinlediğimi belli etmek için kollarımı göğsümün üzerinde topladım. Şimdi Kıvılcım da ben de onu dinliyorduk ama ikimizin de yüzünde patlamamış kahkahaların kırışıklığı vardı.
“Şimdi konu…” Durdu. “Yani ben de bayağı oldu tabii kitabı okuyalı ama… Konu şöyle. Yani şimdi konu… Konu şu ki…”
“Evet, Yavuz,” dedi Kıvılcım. “Seni dinliyoruz, sevgilim.”
“Geri Dönüşüm kutusuna atılmayan plastiklerin zamanla bizi zehirleyişi ve dünyamızı yok edişinden bahsediyor Kafka bu kitabında,” dedi, bir an ona dumura uğramış gibi bakakaldığımda, kendinden emin bir ifadeye büründü ve açıklamasına şu şekilde devam etti: “Kafka, Geri Dönüşüm adında bir süper kahraman yaratıyor ve dünyadaki bütün plastikleri topluyor bu kahraman. Böylece kitap distopyayken bir anda ütopyaya dönüşüyor ve dünya bir anlığına güzelleşiyor…”
Ve Kıvılcım o soruyu sordu: “Peki Kafka’nın bundan haberi var mı?”
Kahkahalarım artık benim isteğim dışında dudaklarımdan dışarı dökülmeye başladıklarında, Yavuz şaşkın bakışlarıyla bizi izlemeye devam ediyordu. Kıvılcım da ben de anlattığı hikâyeden gerçekten etkilenmiştik ama Franz Kafka bu hikâyeyi duymuş olsaydı ne tepki verirdi, hiç bilmiyordum.
Şiddetli gülüşlerim, Evren’le göz göze geldiğim anda sessiz kıkırtılara dönüştü ama gözlerimin kenarları çok fazla güldüğüm için yaşlarla dolmuştu. Sarmaşık yeşili gözler bir an dudaklarıma kaydı, güldüğüm gerçeğiyle yüzleştiğinde bunu beklemiyormuş gibi sarsılan bakışları, usulca gözlerime tırmandı. Bakışlarının özüne birikmiş hisleri kavrayamadığım için ona sadece bakakaldım ama elimde olmadan gülmeye devam ediyordum. Gözleri her ne kadar suskun baksa da gülüşüm onun gözlerine kelimeler ekmişti.
“Neye gülüyorsunuz böyle?” diye sordu mermerden soğuk sesiyle, bakışlarım onun zehirli sarmaşık yeşili gözlerinden koparak Yavuz’a çevrildi ama onun bana bakmaya devam ettiğini hissedebiliyordum.
Yavuz şaşkın şaşkın kafasını kaşıyarak, “Bu cahillere klasik kitap önerdim, aniden gülmeye başladılar,” dedi, sesi o kadar ciddiydi ki, bir an gerçekten Franz Kafka’nın böyle bir kitabı olduğuna bile inanacağımı düşündüm.
Evren’e bakmasam da kaşlarını kaldırdığını hissettim, belki de bu bir his değildi, yansıması gözlerime dökülüyordu. “Hasan Ali Yücel’in Aslı ile Ferhat’ını mı önerdin yoksa?” diye sordu Evren, sesinde ilk kez bu kadar net alay sezdiğimden midir yoksa söylediğinden midir bilinmez yeniden kıkırdamaya başlamıştım.
“Yok be, Aslı ile Ferhat’ı demiyorum, Franz Kafka’dan Geri Dönüşüm’ü önerdim.”
“Salak herif,” dedi sadece Evren, gülmese de yüzüne çizilmiş alayın farkındaydım, bakışlarım ona çevrildiğinde bir heykel kadar kusursuz duran yüzündeki alayı gördüm; bu her nedense kalbimi zonklatacak kadar güzel bir görüntüydü. “Kaç kez söyleyeceğim sana? Aslı ile Ferhat değil, Kerem ile Aslı. Bahsettiğin kitabın adı da Geri Dönüşüm değil, Dönüşüm.”
“Ha… Öyle miydi? Belki de sen yanlış biliyorsundur, ben hepsini okudum çünkü…” Yavuz göz ucuyla Kıvılcım’a baktı, ardından yeniden Evren’e baktı. “Şerefsizlik yapacağına arka çıksana, cinsel yaşamım tehlikede benim.”
“Yavuz, hadi birader,” dedi Evren onu geçiştirerek. “İlk günden geç kalmayalım. Hagios çok sakin bir ihtiyar gibi görünse de tersi epey pistir.”
“Her yanı pis olsa ne olur o Harry Potter filminden fırlamış Profesör Dumbledore’un?” diye homurdandı Yavuz, kolunu Kıvılcım’ın boynuna atarak onu kendine çekti, bir şey söylemeden birlikte merdivenlerden aşağı inmeye başladıklarında artık olduğum yerde Evren ile yalnızdım.
Bir süre gözden kaybolan Yavuz ve Kıvılcım’ın arkalarında bıraktıkları görünmez izi izledim. İnsanların arkalarında her daim bir iz bıraktıklarını düşünürdüm. Tam durduğum noktada kaç bin insanın, kaç bin hayatın izi vardı bunu asla bilmeyecektim ama adım attığımız her yerde binlerce hikâye yaşandığı gerçeği hep kalbimde yaşıyordu. Evren bir süre hiç konuşmadı, ben de konuşmadım ve doğan sessizlik, kelimelerin darağacına dönüştü.
Sonunda, “Krem sürdün mü?” diye sorunca, başımı sallayarak onu onayladım. Gözleri tişörtün örttüğü belime kaydı, bakışlarının ağırlığını hissedince tenim karıncalanmıştı. Bana doğru sert bir adım attığında bastığı yerden yükselen ses, göğsümün içinde patlayan kalp atışıyla birbirine çarparak daha büyük bir gürültü doğurdu. “Bakayım şuna bir,” dedi fısıltı gibi yakıcı bir sesle, sesinin rüzgârı yanağıma aktığında söyleyecek hiçbir şey bulamadım ve olduğum yerde bir heykel gibi kaskatı kaldım. Parmakları tişörtümün eteğine kaydı, tişörtün eteğini hafifçe yukarı itti ve dövmenin olduğu yere sızan hava, kısa süreliğine beni rahatlatsa da kalbimdeki çarpıntının çoğalmasına neden oldu.
Onun benim tenime baktığını bilmek, içimde garip bir duyguyu uyandırmıştı. Bunun adı belki utançtı, belki başka bir şeydi, neydi bilmiyordum ama bedenimde zonklayan bir ağrı gibi tenimde dolaşıyordu.
Ruhum, bir canavarın yüreğinde gizlenen öldürme isteği gibiydi. Bazen o kadar dolu hissediyordum ki bu doluluk beni tıpkı bir okyanus gibi içine çekerek boğmaya başlayacak sanıyordum. Evren’in buz gibi parmağı tenime dokunana dek nefesimi tuttuğumu fark etmemiştim, nefesimi aniden dışarı bıraktım ve sonra bir anda geri çektim; şimdi kaburga kemiklerim dışarı uzanmış dar merdivenler gibiydi. Duygular o merdivenlerden yukarı tırmanıyordu, duygular o merdivenlerin arkasına sarkıyordu, duygular kalbime ulaşıyordu.
Parmakları, tenime bir buz parçası sürtünüyormuş gibi hissettiriyordu. Hem yakıyordu hem de üşütüyordu ve sanki dokunduğu her yerde yangın rengi izler bırakıyordu. Dizlerinin üzerine çökmesiyle göğsümdeki karıncalanma hissi bir hissizliği doğurdu; sanki kalbim göğsümü delecekmiş gibi atmıyormuşçasına kalbimi hissetmeden omzumun üzerinden ona baktım. Parmak uçları dövmenin yüzeyinde dolanırken gözlerinde belirgin bir keskinlikle eserini izliyordu.
“Tenin amma çok kabarmış,” dediği an dudaklarından dökülen nefes, dövmenin üzerine çöreklenerek tenimin örtüsünü dalgalandırdı. Bir an söyleyecek hiçbir şey bulamadığım için yalnızca ona bakakaldım. İşaret parmağı çizdiği şeklin etrafında dolaşırken zehirli sarmaşık yeşili gözleri aniden bana çevrildi; göğsüm kurak bir toprak gibi çatladı, içinde kalbimi saran alevler yukarı doğru yükselerek tenimi sardı. “Çok hassassın.”
“Bu kötü bir şey mi?” diye sordum saf saf.
“Hayır,” dedi, gözleri yeniden işlediği şekle kaydı, parmakları da orada duruyordu ve bu cehennemdi. O bilmese de ben cehennemin derin kuyularında yanıyordum. “Cezbedici.”
Bir an bu söylediği algılarım tarafından kabul görmedi. Parmaklarının bıraktığı hisleri yutan tenimdeki sıcaklık, beni olduğum yerde kan ter içinde kalacak kadar çok zorlamıştı. Anlamadığımı fark ettiğinde gözleri yeniden yukarı çevrilerek gözlerime tutundu, bu onun dudaklarında ilk kez küçük bir kıvrım gördüğüm andı.
“Çamur da hassastır,” diye fısıldadı. “Ben onu ellerimle şekillendirip heykele çevirene kadar.”
Gözlerim gözlerinde takılı kaldı. Kelimeler şimdi hemen önümdeydi, uzansam dokunacağım kadar yakınımdaydı ama kelimelere o kadar çok ait olmuştum ki artık ben onları değil, onlar beni kuruyordu. O yüzden konuşmadım, sustum. Kelimelerin beni var ettiği gerçeğini kabullendim.
Evren yavaşça doğrulup kalkarken gözleri gözlerime temas etmedi. “Kremi aksatmadan sür,” dedi sırtını dönüp benden uzaklaşmaya başladığı sırada. Kafamı sallasam da bunu görmediğini biliyordum ama görmesi gerekmezdi. Sessiz biri olsam da söyleneni yaptığımı bildiğine emindim.
Evden ayrıldığımızda süregelen o sessizlik, sanat binasına varana kadar tazeliğini korumaya devam etmişti. Bina yine tüm görkemiyle bizi içine yuttuğunda, bu kez Hagios odasında değil, dev kütüphanenin önünde karşılamıştı bizi. Kısaca burada yapılan etkinliklerden, var edilmiş ve edilmeye devam eden başarılardan bahsetmişti. Onu ilk görüşümde onun hakkında yakaladığım izlenim, onu ikinci görüşümle birlikte şekil değiştirmişti. Bence Hagios, iyi bir eğitimci olmanın yanında eğlenceli de bir adamdı. Sık sık şaka yapıyordu ama Yavuz, onun şakalarına göz devirip adam arkasını döndüğü anda saçma sapan hareketler yaparak adamı ne kadar ciddiye almadığını bize gösteriyordu.
Hagios bizi alt kattaki ahşap kapılı odalardan birine soktuğunda, girdiğimiz odanın bir odadan çok bir mahzene benzediğini düşünmüştüm. Tavandan aşağı sarkan simsiyah, belim kalınlığında zincirler vardı ve içerisi küf kokuyordu. Gözlerime bulaşmış şaşkınlıkla, karanlığa sinmiş odanın içindeki ayrıntıları izlediğim sırada Hagios, “Bu sınıfta şarap yapıyoruz,” dedi, gözlerim yavaşça Yunanlı yaşlı adama doğru kaydı, aksanlı kelimelerinin getirdiği bir tınıyla sözüne kaldığı yerden devam etti. “Şarapları öğrencilerim yapıyor. Burada tam kırk yıllık şaraplar bile var. Evren’in babasının yaptığı şarabı bile hâlâ saklıyorum.”
Evren, bunu bildiğinden mi yoksa bu konuyla ilgilenmediğinden midir bilinmez, yorum yapmadı. Korkak adımlarla, gıcırdayan zeminin üzerinde birkaç adım atarak şarap mahzeninin ortasına kadar geldim, aşağı sarkan büyük zincirlerden birine dokunduğumda avucuma bulaşan küfü hissettim; elimi çekip avucuma baktığımda, turuncu küfü avucumun içine yakılmış bir kına gibi serilmiş şekildeyken gördüm. Fark ettiğim kadarıyla burası Yavuz’un da dikkatini çekmişe benziyordu, etrafı incelerken ilk kez Hagios’ı yüzünde ciddi bir ifadeyle dinliyordu.
“Şarap ne kadar eski olursa, o kadar lezzetli olur,” dedikten sonra eğildi Hagios, yerdeki ahşap zeminin ortasında duran kare şeklindeki kapıyı oluşturan siyah demir kulpu çekerek kaldırdı. İçeriye aniden yayılan şarap kokusuyla midem kasıldı, gözlerimi Hagios’ın açtığı kapıya indirdiğimde, aşağıda bir kat daha olduğunu ve bu katın ağzına kadar şarap şişeleriyle doldurulmuş olduğunu gördüm. Onlarca kütüphane rafını andıran yüksek raflar vardı ve her birinde onlarca şarap şişesi barınıyordu. “Şarap yapmak kolay gibi dursa da zordur. Her insanın yaptığı şarap, o insanın ruhuyla aynı tadı taşırmış.”
“Ruhun tadı mı olur?” diye sorarken gözlerim mahzenin altına gizlenmiş saklı cennetteydi. Hagios’a bakmasam da onun bana baktığını hissettim.
“Elbette olur,” dedi aksanlı sesiyle. “Ena lepto,” dediğinde ona anlamayan gözlerle baktım. “Şu merdivenleri kullanabilirsiniz.” Hagios, merdivenlerden aşağı dikkatle, merdivenlere tutunarak inmeye başladığında, bakışlarım omzumun üzerinden Evren’e kaydı.
“Burada başka öğrenciler yok mu?” diye sordum kısık bir sesle. “Olacağını söylemişti sanki.”
“Henüz vakit erken,” dedi yeşil gözlerin sahibi. “Şarap mahzenine kimseyi almaz normalde. Şanslısınız.”
“Tadına bakmaya da izin verir mi?” diye sordu Yavuz hevesle, ardından gözlerini Hagios’a çevirdi. Hagios, şimdi mahzenin kalbindeydi, rafların arasında durup kafasını kaldırmıştı ve bizi izliyordu.
“Teklif etmeye bile kalkma, Yavuz,” dedi Evren son derece ciddi bir sesle. “Seni yaka paça dışarı atar.”
“Adamın beş katıyım,” diye homurdandı Yavuz.
“Eski toprakları çok fazla hafife alıyorsun.”
Hagios, “Grigora,” dedi eliyle gelmemizi işaret ederek. “Öğrenciler birazdan gelmeye başlar. Onlar gelmeden size burayı gezdireyim.”
Önce Yavuz, ardından Kıvılcım mahzenin kalbine indi. Onların arkasından Evren indiğinde artık zincirlerin altında yalnızdım. Evren aşağı ulaştığı an, “Hadi,” dedi elini bana doğru uzatarak. “İnebilirsin, değil mi?” Bana uzanan eline baktım, sonra da yeşil gözlerine… Başımı sallayarak kalbimdeki korkuyu gizledim ve dikkatli bir şekilde sırtımı dönerek merdivenlerden aşağı sarkıp, dikkatle inmeye başladım. Bir ara korku o kadar ağır bastı ki ayağımı koyacak bir basamak bulamama paniğiyle sendeledim ama çoktan aşağı ulaşmak üzere olduğumdan, Evren beni dikkatlice kucaklayarak merdivenlerden ayırıp yanına aldı.
Kalbim bana sormadan yine hüküm sürmeye ve beni hükmü altına almaya çalışıyordu ama bu kez kendimi tutabilmiştim. Ayaklarım yere bastığı an yavaşça Evren’den uzaklaşmış, onun eksenim etrafına giren ilk erkek olduğu için yarattığı karmaşadan kendimi kurtarabilmiştim. Hagios, yüksek rafların arasına girerek gözden kayboldu, şimdi ikişerli gruplar şeklinde biz de rafların arasında ilerliyorduk. Her şişe, bir diğerinden renk olarak da doku olarak da farklı duruyordu ve içerideki koku o kadar baskındı ki içmeden de sarhoş olabilirmişim gibi geliyordu.
“Birader, burada elli yıllık şarap bile var,” dedi Yavuz şaşkın şaşkın, bir rafın önünde durmuş, gözlerini raftaki şarap şişelerinden birine dikmişti. “Çok iyi para eder bunlar.”
“Hagios için hepsinin bir hikâyesi var,” diye mırıldandı Evren, sesi beni yatıştıran bir dalga gibiydi; sanki ayaklarıma çarpıyordu, beni serinletiyor, içimdeki huzursuzluğu kovuyordu. “Hikâyelerin maddi değerinin değil, manevi değerinin olduğunu düşünüyor.”
“Sokarlar manevi değerine, şu mahzeni komple okutsan iki villa alırsın,” diye homurdandı Yavuz, parmakları şişelerden birine kaydığında büyülenmiş gibi bakıyordu. Kıvılcım onun eline vurarak şişeye dokunmasına engel olmaya çalıştı. “Ama yine de burada bir büyü var, sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi duruyor bu oda.”
Onlardan ayrılarak diğer rafların olduğu araya girdim, rafların arasında ilerlerken aralarında geçen konuşmaların seslerini duyabiliyordum. Bakışlarım raflara dizilmiş şaraplarda gezinirken bir an izlendiğimi hissettim, o an rafın diğer tarafından bana bakan yeşil gözlerin sahibiyle göz göze geldiğim andı; damarlarımın içi kan değil, şarapla doluydu. Sadece yeşil gözlerini görebiliyordum. Yüzü rafın ardına gizlenmişti ama bakışlarını tanıyordum, kirpikleri yan yatmış kelimeler gibiydi ve gözlerinin üzerine dikilerek anlamlar oluşturmuşlardı. Rafın önünde gözlerim gözlerindeyken ilerlemeye başladım, o da tıpkı benim gibi ilerliyordu ve ikimizin gözleri birbirlerini takip ederken anlam veremediğim bir çarpıntı, damarlarımı bile kafesi sallayan canavarın güçlü avuçları bileklerimin içindeymiş gibi titretiyordu.
Hagios aniden, “Güzel kızım,” deyince gözlerim hızla yeşil gözlerden koptu, bakışlarım sesin olduğu yere kaydı. Hagios, elinde bir şarap şişesiyle hemen karşımda duruyordu, yüzünde silik ama içten bir gülümseme şekil bulmuştu. “Burayı sevdin mi?”
Hızlıca, sanki yakalanmışız gibi panikle başımı aşağı yukarı salladım. “Çok güzel,” dedim tek nefeste.
“Beğenmene sevindim. Daha önce hiç şarabın tadına baktın mı?”
Başımı iki yana salladım, bu hareketim nedenini anlayamadığım şekilde Hagios’ı gülümsetmişti.
“Her nedense, sana baktığım an bunu anlamıştım zaten.” Gözleri raflara kaydı, bir anlığına ikimiz de sessizleştik ama arkadaşlarımın seslerini duyabiliyordum. Hagios derin bir nefes alınca, bakışlarım usulca ona doğru çevrildi. “Ruhun tadının olduğuna inanır mısın? Yani ben bunu söylediğimde bu sana çok saçma mı geldi yoksa seni düşündürdü mü?”
“Beni düşündürdü,” dedim açıkça. “Saçma gelmedi ama gerçek olabilir mi diye de düşündürdü.”
Hagios yeniden gülümsedi, yüzünü saran çizgileri ve o çizgilerin içine gömülmüş hikâyeleri izledim; hikâyeler artık ulaşılamayacak kadar uzakta olmalıydılar, çizgiler derinleştikçe, hikâyeler de daha derine gömülüyordu.
“Bugün ilk dersin bittiğinde odama uğra, olur mu?” diye sordu Hagios, bir an bu isteği ona öylece bakakalma neden oldu. “Uğra,” diye fısıldadı, ardından yumuşak gülümsemesi yavaşça yüzünden silinirken merdivenlere doğru ilerlemeye başladı. “Öğrenciler gelmek üzeredir, güzel kızım. İşiniz bittiğinde mahzenden ayrılabilirsiniz. Benim gitmem gerek.”
Hagios, elinde tuttuğu şarap şişesini bırakmadan merdivenleri dikkatle tırmandı, çok geçmeden gözden kaybolduğundaysa artık bu mahzende sadece dört kişiydik ama binlerce hikâyenin içindeydik. Mahzende uzun süre dolaşmıştık, adını bilmediğim insanların ruhlarının tadıyla dolu şişeleri incelemiştim, o insanların ruhlarının gizlendiği bedenlerdeki saklanmış hikâyeleri düşündüm. İnsanları düşündüm. Bu koskoca eski binada kaç öğrenci yaşamıştı, kaç öğrenci hikâyesini şişelere anlatmıştı? Öyle bir an geldi ki şişeleri izlerken aniden ağlamaya başlayacağımı sandım.
Mahzenden ayrıldığımızda binadaki savruk kalabalık dikkatimi çekti. Aslında gerçekten fazla insan vardı ama o kadar ayrık dolaşıyorlardı ki, ilk bakışta binada üç beş kişi varmış gibi duruyordu. Gerçek ise bu değildi, odaların fazla olması sayıyı azmış gibi gösterse de ciddi derecede fazla öğrenci olduğunu fark etmiştim. Alaçatı gibi eğlence ve tatil çağrıştıran bir yerde bu kadar fazla sanat meraklısı insan olduğunu söyleseler inanmazdım ama hiçbir şey yediği etiketin altındaki anlamı taşımıyordu.
Sanat bir deri değildi, bir histi.
Kıvılcım ve Yavuz, seçtikleri bölümü tanımak için bizden ayrıldıklarında, kafamdaki karmaşadan uzaklaşarak gözlerimi Evren’e çevirdim. “Çizim konusunda şansımı denemek istiyorum,” diye mırıldandım utancımı geriye itip, karanlığa karışmasını sağlayarak. Evren, omzunun üzerinden bana baktı, bakışları soğuk bir rüzgâr gibi esse de bana hissettirdikleri şu an daha sıcak hislerdi.
“Çizim konusunda şanslısın, başında bir hoca olmayacak,” dedi, ona söylediklerinden hiçbir anlam çıkaramadığımı belirten gözlerle bakınca, “Hagios öyle istiyor,” diye açıklamada bulundu. “Herkesi aynı hoca eğitirse, herkes aynı şeyi çizer.”
“Nasıl yani?”
“Herkes aynı resmi çizerse, sanatçı var olmaz.” Derin bir nefes alarak dikiş izinin belirgin bir şekilde gömülü durduğu çenesiyle ilerideki odayı işaret etti. “O oda, zihnini tanıman için var. Sana çizim yapmayı öğretmek için değil. Git ve zihnini tanı.”
“Bunu yalnızken odamda da yapabilirdim,” dedim şaşkınlıkla.
Bana omzunun üzerinden kıyıları alaşağı eden bir dalga gibi baktı. “Bir hikâye var, bilir misin? Bir adamı bir yatağa yatırıyorlar, bir serum bağlıyorlar adama. Ona serumun içinin zehirle dolu olduğunu, serum bittiği anda öleceğini söylüyorlar ve öyle de oluyor, adam serum bittiği an ölüyor. Ama serumun içindeki sadece su, zehir falan yok.” Gözleri yüzümü var eden halkanın içinden geçerek ruhuma ulaştı. “Bu odaya girdiğin an, zihnini tanıyacaksın.”
Kelimeleri birleşerek cümleleri oluşturduğunda, o cümle belimi saran güven veren güçlü bir kol gibi hissettirmişti. Onu arkamda bırakıp odaya girdim, içerisi zarif, parıltılı tuğla taşlarından örülmüş duvarlarla çevriliydi, hemen ortada upuzun bir masa vardı ve masanın etrafında da sandalyeler… Sandalyeler birbirinden oldukça uzak duruyorlardı, ileride bir dolap vardı ve cam dolabın içi ağzına kadar kâğıtlarla doluydu. Dolabın çaprazında beş tane tahta şövale vardı, masanın üzerinde de yan yana duran birkaç tane masaüstü şövale olduğunu görmüştüm. İçi kalemlerle dolu çelik bardaklar, masanın iki farklı ucuna koyulmuştu. İçerisi bomboştu, benden başka kimse yoktu ve içeride ruha dokunan hoş bir melodi sesi yankı buluyordu.
Tenime gömülü dövmenin olduğu yer tişörtüm sürttükçe sızlasa da içerisi o kadar serindi ki bir an bu serinlik vücuduma çok iyi geldi. Geçmişini kaybetmiş bir ruhun, geleceği inşa etme isteğiyle ilerlediği gibi ilerlediğim odanın bir atölye olduğunu anlamıştım; duvarda gizlenmiş binlerce kalem darbesi olmalıydı ve bu kalem darbelerini yaratmış ellerin yaşadığı hikâyelerin ruhlarını hissediyordum.
Masaya yaklaştığım sırada kapıdan içeri giren birinin varlığı dikkatimi çekti. Kafamı kaldırıp kapıya baktığımda, siyah, kıvırcık saçları omuzlarına inen, bembeyaz teni pamuğu hatırlatan, zayıf, benimle hemen hemen aynı boylarda bir kızın içeri girdiğini gördüm. Kızın koyu renk gözleri bana dokundu, kolunun altında bir dosya tutuyordu, beyaz omuzlarının başları sıcaktan dolayı çillenmişti ama yüzü kaymak gibiydi.
Hemen arkasında, arkası dönük bir adam içeri aniden girince kızla sırtları birbirlerine çarptı ve kızın elindeki turuncu dosya yere düştü; kıvırcık saçları beyaz yüzünü örtmüştü, dengesini sağlayamadığı için az daha yere düşüyordu ama dizleri tam yere çarpacakken adam önüne dönmüş ve kızı karnından kavrayarak yakalayıp kaldırmıştı. Kıza o kadar çok dikkatli bakıyordum ki adamın yüzünü bile görememiştim ama kız, kıvırcık saçlarını yüzünün önünden alarak kulaklarının arkasına ittiğinde ve öfkeyle sarılmış gözleri hızla adama çevrildiğinde, şimdi adamı da görebiliyordum ve gördüğüm görüntü, olduğum yere ayaklarımdan çakılmama neden olmuştu.
Bu adam, Barlas’tan başkası değildi.
Neyin içine düştüğümü kavrayamamanın telaşıyla masanın kenarına tutunarak ikisine şok olmuş gözlerle bakakaldım. Barlas’ı biri içeri itmiş olmalıydı, kıza öyle hızlı bir şekilde çarpmıştı ki kızın yerindeki kişi ben olsaydım kesinlikle yüzüstü yere yapışmış olurdum. Kız, elleriyle hiddetle Barlas’ı ittiğinde, Barlas ellerini havaya kaldırarak kendisinden epey kısa olan kıza gözlerini indirerek baktı.
“Pardon,” dedi elleri hâlâ havadayken. “Yemin ederim benim suçum değil.”
“Kimin suçu?” diye sordu kız kadınsı sesiyle, öfkesi sesine eski semboller çizmiş gibiydi; bu sembollerin temsil ettiği şeyler kesinlikle uğursuz duygulardı. “Benim mi?”
“Hayır hayır,” dedi Barlas telaşla, ellerinin hâlâ havada olması beni güldürecek kadar komik bir görüntü doğurmuştu ama gülmedim. Durumun ciddiyetinin farkındaydım. Her an kavgaya tutuşacaklarmış gibi duruyorlardı. “Beni aniden ittiler, yani şöyle oldu… Biz şakalaşıyorduk ve…”
“Ne anlatıyorsun ya?” diye terslendi kız. Eğilip yerden dosyasını aldıktan sonra Barlas’a bakmadan, “Geri zekâlı ne olacak,” diye mırıldandı.
“Ben şimdi neden geri zekâlı oldum ki?”
“Konuşuyor musun bir de?” Kız kafasını kaldırıp Barlas’a ters ters baktı. “Zaten heyheylerim tepemde, seninle uğraşamam. Deve dikeni.” Kız, Barlas’ın yüzündeki şaşkınlık karşısında ifadesiz kalarak önüne döndü, bana bakmadan atölyenin içinde ilerlemeye başladı. Barlas ise yüzünde şaşkın bir tavırla, dudakları hafif aralık kalmış, öylece ona giydiren kızın arkasından bakıyordu.
Sarımtırak gözler kızdan ayrılıp bana kayınca, olduğum yerde çekingen bir tavırla ona baktım. Gözleri bir an gördüğü şeyi algılayamıyormuş gibi kısıldı, ardından irileşti, şaşkına dönmüş şekilde bana bakmaya başladı. Barlas’ın şaşkın bakışlarının hedefinde bu defa ben vardım, kıvırcık saçlı kız tam karşıma geçip sandalyeyi yerde sürükleyerek çekerek üzerine oturdu. Kız o kadar öfkeli görünüyordu ki, sanki kafasından dumanlar çıkıyormuş gibi gelmişti.
“Gülçehre?” dedi Barlas yüksek sesle, kıvırcık kızın göz ucuyla ona gıcık gıcık baktığını gördüm. Barlas, kızın ona olan bakışlarını önemsemiyormuş gibi kızın dibine gelip biraz uzağındaki sandalyeye oturunca, kız bu kez gerçekten onu yumruklayacakmış gibi baktı. “Buraya yeni mi başladın?”
“Evet,” diye mırıldandım, biraz çekingendim çünkü etrafımda Evren yoktu ve ben ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Gözlerim kıvırcık kıza kaydı, dosyasından çıkardığı kâğıtları incelerken yüzünde duvar gibi bir ifade belirmişti. Yeniden Barlas’a bakıp yutkundum. “Sen burada mı ders görüyorsun?”
Sorumun devamı zihnimde şu şekilde şekillendi: Evren bunu bildiği için mi beni buraya getirdi?
“Evet,” dedi Barlas, sesi keskin bir bıçak gibi olsa da çaprazındaki kızdan korktuğunu hissedebiliyordum. Kıza tedirgin bir bakış atıp gözlerini yeniden bana doğru çevirdi. Ellerini yumruk yaparak masanın üzerine koydu. “Aslında o gece çizim yeteneğini gördüğümde bunu anlamalıydım. Alaçatı’nın en iyi okulu burası, burayı seçmene şaşırmadım.”
Kıvırcık kızın iç çektiğini duydum ama ona bakmadım. Ne diyeceğimi bilemediğimden sessizce Barlas’ın yüzünü izliyordum ama kafamın içi kelimelerle dolup taşıyordu. Barlas, göz ucuyla yan tarafındaki kıza baktıktan sonra, “Bu aralar çok sık karşılaşmıyor muyuz sence de?” diye sorunca, kız başını iki yana sallayarak kâğıtlara bakmaya devam etti.
“Burası küçük bir yer,” derken kalbim korkuyla çarpıyordu, yanlış bir şey söylemekten, Evren’in planını darmadağın etmekten öyle çok korkuyordum ki…
“Küçük bir yer, doğru. Ama biz seninle durmadan karşılaşıyoruz. Hâlâ sabırla telefonuma senden düşecek bir çağrı bekliyorum.”
Kıvırcık kız yanaklarının içini havayla doldurdu, sonra bu havayı yüksek sesle dışarı verdi. Gözlerim kıza kaydı, Barlas’ın da bakışları usulca kıza dokundu ama çok fazla sürmeden tekrar bana çevrildi. Verecek cevap bulamamanın sancısı dilimi ağrıtırken, telefonumu çıkarıp Evren’e mesaj atmak ve ondan yardım istememek için kendimi zor tutuyordum.
“Bana söyleyecek bir şeyin yok mu?” diye sordu Barlas. “Gerçekten beni aramayacak mısın? Kendimi Kül Kedisi’ni elindeki cam pabuçla arayan aptal prens gibi hissediyorum.”
“Aptal olduğun doğru,” dedi sonunda kız kendini tutamıyormuş gibi. Bakışlarım kıza takılıp kalınca, ortamdaki gerginlik soluğumu bile daraltmaya başladı. Kız, beyaz kolunu sandalyenin sırtına koyarak Barlas’a doğru döndü. “Gece kulüplerinde ağ atıp avın gelmesini bekleyen biri olduğun yüzündeki o kendini beğenmiş aptal ifadeden bile okunuyor. Kızı rahat bırak.” Gözleri bana dokundu. “Görmüyor musun? Onlar gibi değil.”
“Onu ağıma almaya falan çalışmıyorum.” Barlas, kıza doğru döndü, yüzünde temkinli bir ifadeyle kıza baktı. “Hem öyle olsa bile bundan sana ne?”
Kız, yüzünü buruşturdu. “Bana bak aptal, zaten tersimdesin. Suratına kolumu kürek gibi savurarak bir çarparım, bir ay boyunca o suratını fondötene bulayarak gezmek zorunda kalırsın. Hareketlere, tavırlara bak ya. Kül Kedisi, cam pabuç, sırada ne var? Sen onlar gibi değilsin masalları okuyup kalbini mi kıracaksın? Yavşayacaksan gözümün önünde yapma, yemin ederim seni şu şövaleye gerer, yüzünde rengârenk bir çalışma yaparım.”
“Sen beni mi tehdit ediyorsun?” Barlas da kıza doğru döndü, gerginlik adım adım artarken sertçe yutkundum. “Sen beni tanıyor musun da böyle saçma sapan dizi senaryoları kuruyorsun şu an?”
“Lan senin şu kıytırık yüzüne bakan anlar zaten ne mal olduğunu,” dedi kız birden yükselerek. “Şu surata bak. Bulunduğu ortamın patronu, kızların gözdesi. Kesin iki kızı kolunun altına aynı anda alıp bu yaptığını da bir bok sanıyorsundur sen. Görmüyor musun, kız seninkiler gibi seni aramamış, demek ki aramayacak. Ne uzatıyorsun? Plastik bebeklerinden sıkıldın herhâlde?”
“Her şeye maydanoz olma,” dedi Barlas gergin bir sesle. “Karşımda bir kadın olduğu için haddimi aşmıyorum ama sen haddini aşmaya başladın.”
“Hadi ya, haddini aşarsan ne olur? Manikürlü koca ellerini yumruk yapıp bana mı vurursun?” Kız alaycı bir şekilde sırıttı. “Gerçekleri duymayı kaldıramıyorsun, değil mi? Birinin karşına geçip sana olduğun insanı anlatması zoruna gidiyor. Alışmışsın bedavadan methiyeler düzülmesine, biri sana gerçeği söyleyince kuduruyorsun böyle. Kudur.” Kız önüne döndü, Barlas’a bakmadan sırıttı. “Ağla.”
“Kızım sen sorunlu musun?”
Bir an gerilerek, “Düzgün konuş kızla,” diye mırıldandım. Barlas, bana değil kıza bakıyordu.
“Kızım mı?” Kız tek kaşını kaldırarak Barlas’a baktı. “Sen hiç kızından yumruk yedin mi?”
“Yabani,” dedi Barlas gerilerek. “Seninle konuşulmaz.”
“Sen de eğitilmezsin, biz sana bir şey diyor muyuz? Konuşma o zaman kardeşim.”
“Artık keser misiniz şunu?” diye sordum ikisine bakarak. “Az önce küçük bir kaza yaşandı, ikiniz de birbirinizi tanımadığınız hâlde birbirinizle böyle konuşmamalısınız. Barlas, özür dilemelisin. Karşındaki bir kadın ve sen ona kızımlı mızımlı konuşamazsın.”
“Ben özür falan dilemiyorum,” dedi Barlas, sesi netti, özür dilemeyeceğini sesinin renginden bile anlamak mümkündü. Kızın da geri adım atmayacağı her hâlinden belliydi, birbirlerine can düşmanlarıymış gibi bakıyorlardı. Hem kız özür dilemek zorunda da değildi bana göre, evet, ağır konuşuyordu ama yine de bir yanım kızı haklı buluyordu. Kız oturduğu yerden öfkeyle kalkınca, Barlas da ona uyarak oturduğu yerden kalktı ve içimdeki panik büyüyerek olaya müdahale etmem gerektiğini bana hatırlattı.
İkisinin arasına girdiğimde içinde durduğum kutunun kilidi açılmış gibi hissediyordum. Birbirlerine doğru yürüdükleri saniyeler, sırtımı yükle doldurmuş bir gerginliğin bekçiliğini yapıyordu. Bir elimi Barlas’ın göğsüne koyarak onu kızdan olabildiğince uzağa ittim, kıza omzumun üzerinden bakarak, “Ben onun adına senden özür dilerim,” diye mırıldandım. “Birbirinizle böyle konuşmamalısınız, sakinleşin.”
“Üzerime mi yürüyor o?” diye sordu kız söylediklerimi duymuyormuş gibi. Nefesim panikten kesilirken, Barlas’ı kapıya kadar itmeye devam ettim. Kız ise arkamızdan geliyordu. “Sen benim üzerime mi yürüdün az önce? Ne yaparsın, döver misin beni?”
“Üzerine yürüdüğüm yok, sana zarar verecek değilim.” Barlas’ın kelimeleri çok netti, sesi pürüzsüzdü ama yine de öfkelendiğini görebiliyordum. Kız o kadar çok dişliydi ki geri adım atmaya niyeti yok gibi duruyordu.
“Sen bana zarar veremezsin zaten, emin ol hiçbir şey yapamazsın. Salağın tekisin ayrıca. Gözümün önünde gönülsüz bir kızı resmen taciz ediyorsun, susacağımı falan mı sandın, aptal? Aptalsın!”
“Ya kes sesini artık!” dedi Barlas. “Ben sana ne yaptım da bu kadar çok kuruldun bana? Altı üstü yanlışlıkla çarptım. Sana bilerek çarpmışım gibi zehir akıtıyorsun. Hayatında beni bir defa olsun görmemişsindir bile. Gördün mü yoksa? Ne o, senin kalbini mi kırdım yoksa?”
“Neler diyorsun?” dedim şok içinde Barlas’a bakarken, avuçlarımı onun göğsüne bastırıp dağ gibi adamı var gücümle ittim, gözlerim şokla iri iri açılmıştı. “Kendine gel, ne biçim konuşuyorsun?”
“Plastik bir bebeğe benzediğimi mi sanıyorsun, andaval?” diye bağırdı kız öfkeyle, şimdi tüm bina başımıza toplanacaktı. Panikten kan ter içinde olmuş ellerimle Barlas’ı biraz daha itip kapıdan çıkarmayı başardığımda kızın bağırtılarını duyabiliyordum. “Salak herif ya. Aptal. Duymak istediklerini duymaya alışmış eziğin tekisin sen, ezik ya!”
“Barlas, sakin olur musun?” diye bağırdım sonunda sesimin tonunu ayarlayamadan. Avizenin altına toplanmış birkaç öğrencinin ikimize baktığını fark etsem de ben gözlerimi Barlas’ın sarı gözlerine dikmiştim. Onu biraz daha iterek atölyeden tamamen uzaklaştırdım. “Aptallık ediyorsun şu an. Onunla böyle konuşamazsın. Beni rahatsız ettiğini düşündüğü için yaptı, sadece beni koruyordu. Onu neyle itham ettiğinin farkında mısın?”
“Abartmıyor musun?” diye sorarken bana değil atölyenin kapısına bakıyordu. “O yabani resmen dişlerini bana geçirdi, neyin sinirini benden aldığını bile anlamadım.”
“Ne olursa olsun, ona yanındaki kızlardan biriymiş de onu hatırlamıyormuşsun gibi davrandın,” dedim, ellerim hâlâ göğsündeydi, gözleri usulca yüzüme indiğinde gözlerinde yavaşça ufalanmaya başlayan sakinliği gördüm.
“Öyle demeye çalışmadım, takıldığım kızlara benzemediğinin farkındaydım,” dedi tek solukta. “Ama beni çok sinirlendirdi. Durmadan benimle uğraştı, görmedin mi? Biraz daha orada otursam beni yumruklayacaktı.”
“Yapsaydı bu hakkınaydı,” dedim kendimi tutamayarak. “Seni gördüm, kızın söyledikleri sence de doğru değil miydi? O gece seni iki farklı kızı aynı anda kolunun altına aldığında da gördüm, hakkında söylenenleri de duydum. Bana aynı şeyleri yapmayacağın ne malûm?” diye sordum çat diye. “Bence sen duymak istemediğin şeyleri duyduğun zaman çok farklı birine dönüşüyorsun ama bil, insanlar her zaman duymak istediklerini söylemez.”
Duraksadı.
“Benim böyle biri olduğumu mu düşünüyorsun?”
“Aksini söyleyebilir misin?” diye sordum, ellerimi göğsüne bastırıp ona inanmak istediğimi belirten gözlerle baktım. “Neden benimle ilgileniyorsun?”
“Ben sana böyle hissettirecek bir şey yapmadım,” dedi gözlerimin içine bakarak. “Seninle ilgileniyorum çünkü bir şekilde hep karşıma çıkıyorsun.” Gözlerimin içine beni inandırmak istiyormuş gibi baktı. “İster inan ister inanma, seni kullanmaya çalışmıyorum. Amacım senin kalbini kırmak değil, bunu düşünmedim bile.”
“Diğerlerinin kalbini kırarken bunu düşünerek mi yapıyorsun yani?” diye sordum. “Eğer bu böyleyse, daha korkunç.”
“Sen beni anlamıyorsun,” dedi sakince, sesi de gözleri de sakindi, kızın sesi gelmiyordu ama Barlas içeri girse, kızın Barlas’ı paramparça edeceğine emindim.
“Belki de sen kendini anlatamıyorsundur.” Tam ellerimi geri çekecekken, Barlas aniden bileklerimi yakalayarak ellerimi onun üzerinden çekmeme engel oldu. Kelepçe gibi sardığı bileklerimde herhangi bir zorlama hissetmesem de ona dehşetle baktım.
“Sen farklı olabilirsin,” dedi, sesi anlam veremeyeceğim şekilde ciddiydi. “Bunu ben bile anlamıyorum ama anlarsam sana da anlatırım.”
Zaman, beni bir kutunun içine, şu âna kilitlediğinde, yeşil gözlerin üzerimde olduğunu, beni izlemeye başladığını biliyordum. Bakışlarım sarı gözlerden ayrıldı, avizenin altında toplanan kalabalığın içinde beni izleyen yeşil gözlerle çarpıştı. Bir an gözlerine takılan gözlerimden benim isteğim dışında yaşlar boşalmaya başlayacak sandım ama bu olmadı. Büyük, beyaz ellerini kotunun ceplerine yerleştirmişti, duruşu bir heykel kadar hareketsiz olsa da gözlerinde fırtınalar koptuğuna yemin edebilirdim.
Gözlerinde evlerin çatıları uçuyor, çocukların kalbi kırılıyor, yağmur hiç durmuyordu.
Bileğimi Barlas’ın avuçlarından sert bir hamleyle çekip kurtardığımda, Barlas’a bakmıyordum, artık Evren’e de bakmıyordum, gözlerim boşluğa düşmüştü. Duygularım da o boşluğun içinde ölü bulunacaktı, biliyordum; boşluğa baktığımda, duygularımın ölü bakan gözleriyle karşılaşacaktım.
Kıvılcım ve Yavuz, bizi izleyen kalabalığın içinde belirdiler. Evren artık orada değildi, Barlas’ın gözleri ise bir cevap bekliyormuş gibi yüzüme çakılıp kalmıştı. Bir adım geri çekildim, ona bakmamaya devam ediyordum çünkü ona bakacak gücü gözlerimde bulamıyordum; ruhumda zaten o güç hiç var olmamıştı.
“Bir şey söylemeyecek misin?” diye sordu Barlas, sesindeki beklenti, bende herhangi bir duygu uyandırmadı. Ona sakin gözlerle bakmak, bir cevap vermek istesem de bunu yapmadım. Bakışlarımı yüzüne dokundurmadan, ondan bir adım uzaklaşmış hâlde öylece dikiliyordum. Bir ara Kıvılcım’ın bize doğru geleceğini hisseder gibi oldum ama Yavuz onu bileğinden kavrayarak tutmuş ve durdurmuştu sanırım. “Söylemeyeceksin,” dedi sakin, erkeksi sesiyle.
Ondan uzaklaşmaya başlayan ayaklarım beni nereye götürecekti bilmiyordum ama gitmem gerektiğini biliyordum. Binadan ayrılırken kalbimde garip bir his vardı, ben bu hislere çok yabancı olduğum için ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyordum; o yüzden de bu hisleri ne zaman hissetsem kaçma ihtiyacı duyuyordum. Bir yere… Belki de birine.
Binadan çıkınca gözlerim kaldırım kenarına park edilmiş Impala’ya kaydı, Impala boştu. Belki de Evren hâlâ binadaydı, bilmiyordum. Titreyen ellerimle cebimden çıkardığım telefonun ekranına baktım, bildirim yoktu. Parmaklarım dokunmatik ekranda dolaştı, rehbere girdi ve annemin numarasının üzerinde durdu. Bir süre sonra kendime karşı koyamadım ve annemi arayıp telefonu kulağıma yasladım. O sırada yokuş aşağı inen ara sokakta yürümeye başlamıştım.
Telefon tam üçüncü çalışta açıldı. “Gülçehre?”
Bir süre sussam da sonunda, “Anne,” diye fısıldadım, sesim yorgun bir adamın sırtında oluşmuş göçük gibiydi. Yokuştan aşağı indikçe sırtımdaki ağırlık artıyormuş gibi hissettim.
“Nasılsın?” diye sordu sanki beni hissediyormuş, her şeyin farkındaymış, zaten oradaymış ve olan biten her şeyi biliyormuş, izliyormuş gibi.
“Anne,” diye mırıldandım sorusunu hasıraltı ederek. “Sana bir şey soracağım.”
“Sor bebeğim,” dedi annem, sesi meraklı yükselmişti. Hastanede olmalıydı, sık sık megafondan yükselen doktor isimlerini duyabiliyordum.
“Hiç çok korktun mu?” diye sordum, gözlerim gökyüzüne kaydı, gökyüzü gri rengindeydi ve saat sanki arafta kalmış gibi ayırt edilemez bir şekilde zamanı çizmişti. “Bir şeyden, bir histen, bir insandan.”
Annemin duraksadığını hissettim. “Evet,” dedi sonunda konuştuğunda. “Hem de çok korktum.”
“Bir şeyden mi yoksa bir histen mi?”
“Bir insana hissettiklerimden,” dedi annem. “O kadar çok korktum ki.”
Adımlarım aniden sekteye uğradı, tam yolun ortasında durup sertçe yutkundum. “Nasıl yani? İkisinden de aynı anda mı korktun?”
“Evet,” dedi annem, birkaç saniye sustu. “Korkmak zaten bir histir, ya bir insandan ya da bir şeyden korkarsın. Bir insandan korkuyorsan… O insanı ya seversin ya da ondan nefret edersin.”
“Peki sonunda ne oldu?” diye sorduğumda yeşil gözler zihnimin içinde açıktı ve düşüncelerimi izliyordu sanki. O garip hissi yutkunarak giderebileceğime inanmak istedim ama yutkunduğumda o his aynı yerde, kalbimde durmaya devam ediyordu. “O insandan nefret mi ettin? Yoksa… Onu sevdin mi?”
Annem burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Daha kötüsü oldu. O insandan hem nefret ettim hem de çok sevdim.”
Bir süre konuşmadım, annem de konuşmadı. Sessizlik büyüyüp bir kız çocuk doğurana kadar ikimiz de sustuk.
“Anne,” diye fısıldadım. “Çok korkuyorum.”
“Biliyorum,” dedi annem, derin bir nefes aldığını duydum. “En son sesini böyle duyduğumda, gecesi babana olan bakışlarını gördüm. Onu hem seviyordun hem de ondan nefret ediyordun.”
Annemin söyledikleri zihnimde bir yara gibiydi. Beni inciten bir anı gibiydi. O yaraya parmaklarımı bastırıp kanatana kadar kaşımak istiyordum ama parmaklarıma bulaşacak kanı görmekten ölesiye korkuyordum. Annem sessizliğimi anlamış olacak ki bir şeyler mırıldandı, beni sevdiğinden bahsetti, beni anladığından… Ama ben kendimi anlamıyordum. Telefonu kapatıp cebime geri soktuğumda kalbim hâlâ aynı gariplikle çarpıyordu.
Yüzümü indiğim yokuşun başına çevirdim, binaya baktım, çok uzaklaşmamıştım. Sıktığım yumruklarımı gevşetmeden yeniden yokuşu tırmanmaya başladım. Binanın önüne geldiğimde, birinin parmakları sırtıma hafif bir müzik sesi gibi dokunmuş, beni olduğum yerde yavaşça sıçratmıştı. Dönüp ona baktığımda aslında yeşil gözleri göreceğimi biliyordum, bunu nasıl biliyordum bilmiyordum ama neredeyse bundan emindim. Elinde tuttuğu Magnum paketlerinden birini bana uzatınca gözlerim pakete kaydı, ardından yeniden ona baktım.
“Sade,” dedi. “Neyli sevdiğini bilmiyordum. Bununla idare et.”
Gözlerimde buruk bir ifadeyle ona baktım, ardından gözlerim diğer elinde tuttuğu bademli dondurmaya kaydı. Bana uzattığı paketi almaktansa, diğer eline uzanıp bademli dondurmayı aldıktan sonra ona sıcak bir gülümseme bıraktım. Bu gülümseme ona sıcak bir his verecekti, biliyordum; bu gülümseme, İzmir’de doğan güneş kadar sıcaktı çünkü.
“Bademli severim,” dediğimde bana bakıyordu, yeşil gözleri yüzümün her noktasına dokunabilirmiş gibi hareket hâlindeydi. “Teşekkür ederim.”
“Başkasının yiyeceğine göz dikme huyun da var yani,” dedi sade olan dondurmanın paketini açarken. Gözlerim ondaydı, dudakları belli belirsiz kıvrılmış gibi görünüyordu. Dondurmasından bir ısırık alıp başını salladı. “Bademli. Unutmam.”
“Evet,” diye mırıldandım dondurmamın paketini açarken. “Bademli.”
“Hagios seni bekliyormuş odasında,” dedi dondurmasını yemeye devam ederken. “Bir görün.”
“Biliyorum, yanına uğramamı istemişti.” Konu hakkında yorum yapmaması beni şaşırtsa da bir bakıma bu iyiydi, kendimi daha rahat hissediyordum. Yine de günün sonunda bu konu hakkında konuşacağımızı düşünüyordum. Uzun uzun bu konudan bahsedecektik, bana yapmam gerekenleri anlatacaktı. Her şeyi mahvetmekten korktuğum için birebir onun söylediklerini yapacaktım. Ama şimdi sadece iyi hissetmem için uğraşıyordu. Sanki bir şeyleri görmüş… Fark etmiş gibi.
Beni iyi etmek istiyordu.
“İstersen buna bir son verilebilir,” dedi Evren, ona anlamayan gözlerle baktığımda aslında kalbim her şeyin farkındaydı. “Eğer o herifi etrafında istemiyorsan, etrafında olmaz.”
“Sana yardım edeceğim,” diye mırıldandım, dondurmamı ısırıp ona baktım. “Bunu gerçekten istediğim için yapıyorum. Zorunda olduğum için değil. Neden bunu yapıyoruz bilmiyorum ama bir gün bana anlatacaksın.” Çikolatayı çiğnerken gözlerim yüzünde dolaştı, bakışları durgun bir su gibiydi; dibi yeşil yosunlarla sarılı bir su gibi…
“Onun burada eğitim gördüğünü bilmiyordum,” dedi dürüstçe, bir an bu söylediği içime buz gibi su serpti. Ona baktım. Beni gerçekten düşündüğü için buraya getirdiğine inanmak istiyordum, beni Barlas’ın önüne bir yem olarak atmak için buraya getirdiğini düşünmek bile kalbimi paramparça edebilirdi. Belki bu çok basit bir şeydi, belki kırılmamam gereken bir şey gibi bile görülebilirdi ama bu şey benim parçalarımı toza çevirebilirdi. “Seni buraya getirme sebebim o değildi. Eğer onun burada olduğunu bilseydim, bunu yapmazdım. Seni buraya getirdim çünkü burada olman gerektiğini düşündüm.” Açıklama yapışını yüzümde sakin bir ifadeyle izlesem de aslında şaşkındım, o asla açıklama yapmazmış gibi geliyordu bana. Şimdiyse karşımda bir şeyleri açıklığa kavuşturmaya çalışıyordu.
“Anladım,” diyebildim.
“Normalde açıklama yapan biri değilim,” dedi kuru bir sesle. “Bundan sonra bir daha açıklama yapar mıyım bilmiyorum. Bu kez kesin konuşmak gelmiyor içimden.” Dondurmasını ısırırken gözlerini kıstı, bana bakmıyordu, kirpikleri upuzun oklar gibiydi ve uçlarında iç kanatan kelimeleri taşıyordu. “Ama senin kaburgana bir diken de ben saplamayacağım.”
Söylediği benim için öyle ağır ama bir yandan da öyle derindi ki… Dondurmayı dudaklarımdan uzaklaştırıp aşağı indirdim, sessizce boşluğa çevirdiğim gözlerimdeki anlamları görmesinden korktum.
“Seni kullanmadım, bunu bilmen yeterli,” diyerek bu konuyu burada sonlandırmak istiyormuş gibi yüzüme baktı. Ona baktım, bana yüzünde anlamlandıramadığım bir tedirginlikle baktığını fark ettim. Ben bunu zaten biliyordum, bana yapacağı basit bir açıklamaya bile her zaman inanırmışım gibi geliyordu ve bu biraz korkunçtu. “Şimdi dondurmanı bitir de git bakalım Hagios sana ne diyecekmiş, merak ettim.”
Başımı salladım. Dondurmamı bitirene kadar ikimiz de sessizdik, sonrasında Evren’i arkamda bırakarak binaya geri girmiştim. Hagios’ın odası üst kattaydı, ahşap merdivenleri tırmanırken gözlerim bizi izleyen kalabalığın içindeki insanları aradı ama hiç kimse yoktu, herkes atölyelerine çekilmiş olmalıydı. İçimdeki huzursuzluk hissi yavaşça dağılarak yerini açık bir gökyüzüne bıraksa da bir yanımda hâlâ karanlık bulutlar vardı ve biliyordum ki fırtına ne kadar geçmiş gibi görünürse o kadar yakında pusuya yatardı.
Hagios’ın odasına girmek için kapıyı tıklattığımda, kapıyı açanın atölyede gördüğüm kızın olmasını beklemiyordum. Kızla bakışlarımız birbirine çarptığı anda sıcak bir rüzgârın aramızda eserek yavaşça bizden uzaklaştığını hissettim ve gerisinde birbirini izleyen iki göz bırakan rüzgâr, romanın sayfalarını da uçurarak sayfaya dizilmiş kelimeleri bizden uzaklaştırdı.
“Hazal, çıkarken kapıyı kapat parakalo,” dedi Hagios.
“Araya Yunanca bir şeyler sıkıştırmasana. Türkçe konuş benimle, dede. Tamam.” Adının Hazal olduğunu öğrendiğim kız sırtını kapıya bastırarak geçmem için yolu açınca, gözlerim tekrar kızın koyu renk gözlerine tutundu. Bu kız, Hagios’ın torunu muydu gerçekten? Yoksa aralarındaki öylesine bir kelime oyunu falan mıydı? Hazal, bana boş bir ifadeyle bakıyordu, gözlerinde düşmanlık yoktu, öylesine biri olduğumu bana hissettiriyordu.
İçeri girmemle kızın kapıyı kapatarak çıkması bir oldu. Hagios, karşısında duran deri koltukları işaret ederek, “Geç, güzel kızım,” dedi. Dediğini yaptığımdaysa ellerini yumruk şeklinde birleştirerek masanın üzerine koydu.
“Beni neden çağırmıştınız?” diye sordum, Hagios sesimdeki tedirginliği hissetmiş gibi yumuşak bir ifadeyle gülümsedi.
“Şaraplardan bahsediyorduk, konuşmamız yarım kalmış gibi hissettim.” Gözlerini yüzümde gezdirdi. “Hazal ile aynı atölyede çalışmaya başladınız sanıyorum.”
“Evet,” diye mırıldandım. “O sizin torununuz mu?”
“Rahmetli kızım ve Türk eşinin kızı,” dedi başını sallayarak. “Benim yadigârım.”
Söyledikleri, suskunluğuma dokundu. Kahverengi gözlerimi ellerime indirerek sessizce bekledim. Hagios, “Evren’le ne zamandan beri birliktesiniz?” diye sorunca, bir an şaşkınlığım soluduğum havaya karıştı. Hagios’a şok olmuş gözlerle bakakaldım.
“Nasıl yani?”
“Ne zamandan beri sevgilisiniz?” diye sordu sırıtarak. “Benden utanma parakalo, utanılacak bir şey değildir sevgi.”
Ellerimi izlerken, “Yanlış anlamışsınız, efendim,” diyebildim. Annemle konuştuklarım kafamın içini donatan ağ gibiydi, ellerimi ağa uzatsam, ağ değil de ellerim parçalanacaktı. “Aramızda düşündüğünüz türden bir şey yok. Ben Evren’e, Mustafa Kemal Kuran tarafından emanet edildim diyebilirim. Arkadaş bile sayılmayız.”
Hagios, “Sen kimi kandırıyorsun?” diye sorunca kafamı kaldırıp ona baktım, gözleri hiçbir esrarı kaçırmaz gibi bakıyordu. Her esrarı çözebilirmiş gibi… “Ben hayal mi görüyorum yoksa? O kadar ihtiyarlamamışımdır…”
“Söylediğiniz gibi bir şey yok,” diyebildim.
“Sen biraz daha kızarırsan havale geçireceksin burada…” Hagios, masasının altına doğru eğildi. Masanın altından bir şarap şişesi çıkardığında, bu şişenin mahzenden çıkarken yanına aldığı o şişe olduğunu fark ettim. Gözlerim şişenin yüzeyine düşen yansımama kaydığında, Hagios beni izliyordu. Söyleyeceklerini, anlatacaklarını, bu şişenin var olan hikâyesini merak ettiğimden kahverengi gözlerimi Hagios’a çevirdim.
Saatin tik taklarını duyuyordum.
Saat, kalp atışlarımı taklit ediyordu.
“Hiç şarap içmemiştin, değil mi?” diye sordu bana, ona başımı sallayarak onay verdiğimdeyse şişeye dokunup iç çekti. “Bu senin ilk tadacağın şarap olsun öyleyse, güzel kızım.”
“Bu öğrencilerinizden birinin yaptığı şarap değil mi?” diye sordum, sesimdeki dikkati fark etmiş olacak ki başını salladı, gözleri benim gözlerimde tur bindirdi.
“Öyle.”
“O zaman neden bu şarabı tatmama izin veriyorsunuz?” diye sordum. “Size göre bu ruhu tatmak değil midir?”
“Bu senin tatman gereken bir ruhsa peki?” diye sordu aksanlı sesiyle. “Bu ruhu tatmanı, içmeni, hissetmeni istiyorum.”
“Anlamıyorum,” dedim, anlamadığım doğruydu. “Neden? Ne farkı var ki diğerlerinden? Neden bu şişe?”
“Bu bir gül şarabı,” dediğinde donup kaldım, gözlerim Hagios’ın gözlerinden ayrılarak şarap şişesine çevrildi. Şişeye öyle bir duyguyla bakıyordum ki bu bakış bir süre daha şişenin tenine kazınırsa şişeyi patlatabilirdi. “Bu şarabı yapan da Evren Kuran.”
Bir insanın sadece dünya üzerindeki varlığının bile diğer insanı bu kadar sarsması, bu kadar korkutması mümkün müydü? Bakışlarım yaydan çıkmış bir ok gibi şarap şişesine saplandığında, bir korkumla daha yüzleşmişim gibi hissediyordum. Evren’in varlığının beni neden hem huzura boğduğunu hem de bu kadar çok korkuttuğunu gerçekten bilmiyordum. Bir su damlası kadar bile bilmiyordum. O kadar çok bilmiyordum ki, bilmek su damlası olsa, ben kurak bir çöle dönerdim. O kadar çok bilmiyordum.
Roman sayfalarının insanlardan daha çok duygu barındırdığını düşündüğüm zamanlar olmuştu. İzlediğim filmlerdeki başrol oyuncunun o kadını sevdiği gibi, kimse gerçekten birini sevemezdi bana kalırsa. Romanın son sayfasına geldiğimde boğulduğum gözyaşları kadar derin gözyaşlarını asla bir adam için dökemezmişim gibi geliyordu. Ama onu tanıdığımdan beri, onun ekseni etrafında dönmeye başladığımdan beri gözyaşı, bana gölgem kadar yakındı ve korku, okuduğum romandaki karakterin ölmesi ihtimali değildi, onun gözlerinin içine bakmaktı.
Onun gözlerine baktığımda gördüklerim mi yoksa göremediklerim miydi beni korkutan?
Bir adamın benim hayatımda var olma sancısını mı yaşıyordum?
Evren Kuran vardı, hayatıma aniden dalmıştı ve benim hayatım bir okyanusken, o, okyanusun dibine batmış hazineleri arayan bir dalgıca dönüşmüştü. Ona kalırsa ben hazinelerimi içime gömmüştüm, bana kalırsa benim hiç hazinelerim olmamıştı. Şimdi hazinelerimin olabilme ihtimali bile beni titretirken, onun hazinelerime ulaşması beni ne hâle getirirdi bilmiyordum.
“Bu şişeyi al,” dedi Hagios, dalgın gözlerimi adamın yaşlılık değil de yaşanmışlık çizgilerinde gezdirdiğim sırada. “Bu şişeyi iç. Evren’in ruhunun tadına bak. Tadını alamazsan, sadece boğazını yakan bir ekşilikse aldığın tat, söylediklerimi unut. Ben bir bunağım demektir bu. Ama tadını alırsan…”
Hagios’ın gözlerinin içine, içimde susmayan bir kalple baktım.
“Tadını alırsam?” diye mırıldandım, belki de bu soruyu ona değil, ben bu soruyu kendime sormuştum. Cevap vermesini o an hiç istemediğimden mi yoksa bu sorunun cevabını bildiğimden midir bilmiyordum ama aniden oturduğum yerden kalktım. “Şimdi değil,” dedim hızla. “Şimdi olmaz.” Gözlerim hızlı hareket ediyordu, her nesneyi, her olayı içine hapsetmek ister gibi hızlıydı… Terleyen ellerimi kotumun kumaşına sürterek kurutmaya çalıştım.
“Ne olmaz?”
“Şimdi alamam,” diye mırıldandım. “Ama bu şişeyi senden almak için tekrar buraya geleceğim.”
“Bu şişeyle burada seni bekleyeceğim, kızım,” dedi Hagios güven verici sesiyle, gözleri de bu güvenin altına ıslak imzasını bakışlarıyla atmıştı. “Şimdi çıkabilirsin ama lütfen kendine yalan söyleme. En büyük yalancı, kendine yalan söyleyendir.”
Buna verecek cevabım gerçekten yoktu. Odadan çıkarken gerçek bir enkazdım ama temelim sağlam atıldığından bir türlü yok olmuyordum. Bir türlü moloz yığınına dönüşmüyordum. Merdivenleri, kaybetmekten korkan ama kazanmaya da alışık olmayan bir kız çocuğu gibi indim. Barlas’a yakalanmaktan korkarak, içimde gizlediğimi fark ettiğim bir duyguyu tanıma şansını elimin tersiyle geri iterek çıktım binadan. Evren, onu geride bıraktığım yerde duruyordu, beni bekliyordu.
Hâlâ orada olduğunu görmek… Farklıydı.
Ona doğru düşen adımlarım henüz yolu yarılamamışken, zehirli sarmaşık yeşili gözler beni zindanın içine aldı.
Gözleri gözlerimde bir kırık kalp gibiydi.
Tam yanına geldiğimde, “Hallettim,” diye mırıldandım. Her ne kadar ne olup bittiğini, Hagios’ın bana ne sorduğunu ya da ne söylediğini merak edip soracağını düşünmüş olsam da sanki aniden bu kararından dönmüş gibi bana hiçbir şey sormadı.
“Arabaya geç de gidelim o zaman,” dedi sakin bir sesle.
Başımı salladım. “Kıvılcım ve Yavuz gelmeyecek mi?” diye sordum.
“Onlar az önce çıktılar, yemek yemeye gittiler,” dedi, ona baktım, gözlerim yüzünde bir süre takılı kaldı ama utanç, uzun bakışmayı bir anda sonlandırmam konusunda şakağıma silahını dayadı.
“Sen acıkmadın mı?”
“Ben hep açım.”
Gülümsedim. “Neden gitmedin o zaman onlarla?”
“Seni burada tek mi bıraksaydım?” diye sormasını beklemediğim için bir an bir şarkının aynı sözünde takılmış plak gibi gözlerinde takılıp kaldım.
Susacağımı anladı.
Belki de artık biliyordu.
Ben hep sessizdim.
Ben ağlarken bile sessiz sessiz ağlardım.
Bilmesi kalbimi kırıyordu.
“Geç hadi arabaya. Eve gidelim,” dedi ilk kez duvarın arkasından değil de duvarın önünden, yanımda duran bir sesle.
Başımı sallayarak araca doğru ilerlemeye başladığım esnada onun gözlerinin sırtımda dikiş izi gibi asılı durduğunu biliyordum.
“Gülçehre,” dedi bir anda.
Durdum.
Zaman da o noktada bizimle birlikte durdu.
“Onun varlığı seni korkutuyorsa, bunu bana söylemen yeterli. Bu işi burada bitiririm,” dedi, ses tonu herhangi bir konudan, her zaman konuştuğumuz bir şeyden bahsediyormuş gibi normaldi.
“Korkmuyorum,” dedim yarım yamalak. Tam önüme döndüğüm sırada yeniden konuşacağını anlamıştım.
Zaman, şimdi bir daha hiç var olmayacak bir insan gibiydi.
“Bir de Gülçehre, kalbinin eksenine biri girecekse, bu kişi o olmasın.”
🎧: Sleeping Pulse, War