Samael’in gözlerinden süzülen yaşlara rağmen zehrini harelerine bırakan intikam arzusunu hatırlıyorum. Cehennemi müjdeleyen kızıl saçları, o cehennemi söndürmeye yetmeyecek göl yeşili gözleriyle kolunu yüzüne siper edişi, gözyaşlarını saklamak istemesinden değil, intikamını gizlemesindendi. Bir intikam alacaktı. O intikam, onun gözlerinde ilk nefesini almıştı.
Samael oradaydı, intikam yemininin kanını gözyaşı gibi akıtan gözlerini dikmiş, sırtımdan intikamını alan kanatlarımı izliyordu. Beni kendine benzetiyordu, çünkü günü geldiğinde, ikimiz de intikam için her yeri cehenneme çevirebilirdik. Kendimi ona benzetiyordum, düştüğümde çakıldığım, yer olmayacaktı; yarattığım cehennem beni tahtıma çağıracaktı.
Kanatlarımın sırtımı parçalayarak dışarıya fırladığı o anı hatırlıyorum. Yırtıcı bir kuş siyahtan gümüşe çalan gözlerini içimdeyken açmış, bedenini bir kedi gibi gererek esnerken kozamı yırtmıştı. Cehenneme ait bir ateş gibi yukarı yükselip, kız kardeşimi havada yakalayarak son hız yukarı çağlamaya devam ettiğim anı hatırlıyorum.
Hemera’nın kollarımda kan içinde asılı kalarak benimle yukarı çıkan, acıyla titreyen bedenini hatırlıyorum.
Samael bizi izliyor. O tablonun içindeki yeşil gözler, intikamı vadediyor.
Kanatlarımın Hemera’yı içine alıp örttüğü o anı hatırlıyorum, sivri bir cisim gibi havada döndüğümü, dengemi kaybetmemek için çok uğraşsam da korkuluklardan birkaçına çarptığımı, o anlarda Hemera’yı korumak için kanatlarımı onun bedenine daha sıkı sardığımı…
Samael durmadan, “Yapabilirsin,” diyordu. “Düşme.”
Bedenimi zorlayan kanatların var ettiği acı ve kız kardeşimin karnında gördüğüm parçalanmış dokunun içime pompaladığı intikamın gözyaşları formunda gözlerimden akmaya başladığını hatırlıyorum. Samael gülümsüyor, gözlerinde hala yaşlar varken yapıyor bunu: İşte o noktada, o ve ben bir oluyoruz.
Sırtımı birkaç korkuluğa daha vurduğumu hatırlıyorum, sonunda kanatlarımın tüm yönetimini kaybettiğim ve düşmemek için omurgamı parçalama pahasına kendimi yukarı itmeye çabaladığım o anı…
Hatırlıyorum. Ben her bir katın merdiveninin korkuluğuna çarparken, bir gölge gibi hızla geçen o iri hayvanın patilerinden dökülen ölümcül pençe seslerini, koşarken çıkardığı hırıltıyı… Daha o patilerin bir insan ayağına dönüşmesini, bir bedenin hızla beni korkuluklardan birinden abanarak belimden yakaladığı, kanatlarımın kardeşimi sararken beni geriye doğru çekerek o katın zeminine yığdığı anı…
Hemera’nın acı dolu çığlığının tüm zihinleri sağır ettiği ama dairelerdeki hiçbir canlının bizi duymayışını, kimsenin o çığlığa kulak vermeyişini hatırlıyorum.
O an fark ettim. O an, o saldıran şeyin, tüm insan zihinlerini susturarak kurbanının çığlıklarının duyulmasını engellediğini fark ettim.
Birkaç saniye sonra kanatlar sırtımdan sicimle kan akmasına neden olan yarıkların içine yerleşerek içimde yok oldu.
“Hemen Ayevi’ne götürmemiz lazım,” dedi Araf bir insana benzemeyen, hırıltılı sesiyle; sesi iki kişiye ait gibiydi. Ona ve bir yırtıcıya. “Hera, bırak onu.”
“Kardeşim,” diye fısıldadım.
Her şey çok hızlı gelişti. Hemera’nın benden ayrılan karnında pençe izleri olan titrek bedeni şimdi Araf’ın kucağındaydı. Ölümü resmeden siyah saçlar arkaya doğru salındı ve bilinci kayık gözler yüzüme tutundu. “Ölmediğimi söyle,” diye fısıldadığını duydum, daha sonra siyah gözlerinin üzerini beyaz göz kapakları örttü ve göz kapaklarının üzerindeki kızıl ince damarlara bakarken gözlerimdeki yaşlar dondu.
Samael oradaydı. Benimleydi.
Her şey bir fırtınanın içinde ilerlemeye çalışmak gibiydi. Rüzgar seni geriye itiyor, çatıların uçuşunu, evlerin yıkılışını, denizin kabarışını izliyordun ama ilerlemek için gücün olmasa da ilerlemeye çalışıyordun. Dehşeti, korkuyu, içine değebilecek metal ağırlığı veren her hissi aynı anda yaşıyordun. Dalgaların birdenbire üzerine gelip seni altına alarak yutması gibiydi. Ciğerlerinin saniyeler içinde su dolu balonlar gibi dolarak patlaması, kalbinin kan değil, tuzlu su pompalamaya başlaması gibiydi. Cansız, gözlerin açık bir şekilde suyun içine öylece batıyormuşsun gibiydi.
Hepsi bir anda hissedilebilecek şeyler miydi?
Samael ve ben hissediyorduk.
Hemera’yı kaybedersem, ölürdüm. Bunu ikinci kez hissediyordum. Tıpkı onu o gün o odaya bıraktığımızda öldüğüm gibi, bir kez daha ölmek istemiyordum. Hemera’sız yapamazdım.
Onsuz olmazdı.
Cipin arka koltuğuna uzandığında, başı dizlerimin üzerindeydi, siyah saçları kaderimin üzerine yayılmış karanlık gibi diz kapaklarımın üzerini örterek üstüme yayılmıştı. Titreyen ellerimde pıhtılaşmış kan tomurcukları vardı, tırnaklarımın içi kardeşimin kanıyla dolmuştu. Murat’ın cipinin iki kez kendi etrafında dönmesine neden olacak büyüklükte bir hızla otoparktan çıkarak Kızılyaka’nın atıştırmaya başlayan karın etkisiyle beyaza bürünen yollarında ilerlemeye başladı.
Hemera’nın moraran dolgun dudaklarına bakarken hiçbir şey konuşamadım.
Kelimeler ya da dilim değil, kalbim lâl olmuştu.
“Onu… onu hastaneye götürmeliyiz,” diyebildiğimde, orman yolunu geride bırakmış, iki dağın kubbe gibi iki yanımızda dikildiği o dar, çakıllı yolda ilerlemeye başlamıştık. Cipin camından dağın eteklerinden yukarı doğru koşan çakal mı kurt mu anlayamadığım gölgeleri izlerken ellerim titriyordu. Hemera’nın derin yarasına bakamadım.
Kopmuş uzuvlara bakabilen ben, onun yarasına bakamadım.
Ayevi’nin kaldığı yer, gecenin kızıl karanlığı ve siyah koruluğun bu kızılığa bekçilik ettiği küçük bir arazideydi. parça parça düşen kar taneleri araziyi henüz örtmemişti. Kubbesi kuzeye bakan taş bir binanın ışıkları cip henüz yüzlerce metre uzaktayken yanmıştı. Ayevi’nin üzerinde açık mavi şifon bir elbiseyle verandaya çıktığını gördüğümde artık arazideydik. Hemera ise artık acıdan inleyemiyor, sadece titriyordu; vaktinin daraldığını görmek beni koruduğum soğukkanlılık duvarını yıkarak ateşler içinde yanacağım bir paniğin kollarına itti.
Ayevi bizi hissetmiş gibiydi. Sessiz güzellik tanrıçası verandanın merdivenlerinin başında durdu, taş evin aksine verandası ahşaptandı, kar taneleri verandanın korkuluklarına tutunarak orada küçük bir yığın oluşturmaya başlamıştı. Araf, Hemera’yı kanlar içinde cipten çıkarıp verandaya yürümeye başladığında, Hemera’nın bedeninden süzülen kan taneleri tıpkı gözyaşları gibi beyaz kar tanelerinin üzerine damlıyordu.
Taş evin ahşap kapısından Asil’in ve Noyan’ın insan formlarıyla çıkmalarını beklemiyordum. Neden burada olduklarını sorgulayamadım, titreyen ellerimle Araf’ın arkasından ilerledim. Ayevi konuşmadan verandadan ilerisini, taş evini işaret etmekle yetindi ama o da yaradan pek hoşlanmamış gibi bakıyordu. Mavi gözleri anlık bana dokununca, gözlerine yayılan memnuniyetsiz telaş yavaşça kayboldu ve beni rahatlatmak ister gibi başını salladı. Yine de o yaranın ölümcül olduğunu düşündüğünü hissedebiliyordum. Zihnini duymama gerek yoktu.
Hemera’yı taş evin salonunun ortasındaki mermere yatırdıklarında, evin ortasındaki beyaz mermere yayılan kanı izledim. Kanlı parmaklarımı tenime bastırırken yapabileceğim bir şey yoktu, biliyordum; kaybetmenin eşiğinde gibi hissediyordum ama Samael bunun doğru olmadığını fısıldadı, intikam henüz alınmamıştı. Meşalelerin yandığı odanın içinde, ateşin ışığına rağmen içimi yakan bir karanlık vardı.
Ayevi’nin mavi gözlerinin içi menekşe tonlarında mor bir alevin yanmasıyla cehennemin öz yerine döndü ve dudaklarından dökülmeye başlayan lehçesi yakıcı dualar, meşalelerde yanan alevlerin harlanarak isli bir duman tüttürmeye başlamasına neden oldu. Birkaç saniye sonra artık Ayevi’nin bebek mavisi gözleri koyu mordu, gözlerinden dışarı kaburga titreten bir ışık yayılıyordu. Ayevi’nin narin elleri Hemera’nın yarasının üzerindeki yerini aldığında, sırtımdan gözyaşı misali akan kan damlalarını hissedebiliyordum; kanatların çıktığı yarıktaki kökler kanamaya devam ediyordu.
Hemera’nın dudaklarından boğuk bir çığlık dökülmeye, dudaklarının kenarından kapkara görünen kanlar akmaya başladığında, neredeyse ona doğru atılacaktım ama Araf belimi kavrayıp beni kendine doğru çektiği ve bedenimdeki tüm güç ayak bileklerimin önüne serilerek beni terk etti. Araf’ın koluna tutundum, kanlı parmaklarım ona da bu gecenin izlerini bıraktı. İntikam yeminimin mührünü var eden o lekeyi, kanı, ona da bulaştırdım.
Hemera çırpınıyor, yarasından ateşe ait sıcak bir duman çıkıyor, yara yavaş yavaş Ayevi’nin narin parmaklarının altında yanarak birleşiyor, yarık küçüldükçe küçülüyordu. Hemera’nın acı yüklü çığlıkları ise taş evi inletiyordu.
“Hemera,” diye inledim, bu bir haykırıştan farksız olsa da sesim öyle zayıftı ki, Hemera’nın o acı harbinde bunu duymasının imkanı yoktu. Araf beni belimden kavramaya devam etti.
Asil’in etrafını saran karanlığı göremedim, sadece hissettim; meşalelerdeki alevler titredi ve sonra kanatlar gölgelerin içinde kendi gölgesini çizerek devleşti. Bir süre sonra Asil yeniden formunu kazanmıştı, geriye doğru kıvrılan boynuzları alevlerin yansımasıyla siyah elmaslar gibi parıldıyordu. Bu kez saçları, bu gece gördüğüm ilk halinden farklı olarak daha kızıl tonlarında ve daha uzundu, yüzündeki dikenli boynuzları yanı sıra tenine içinde alevlerin kıpırdadığı geniş yarıklar da açılmıştı. İşte şimdi gerçekten cehennemin tohumu olduğu yüzünden okunuyordu.
“Ayevi,” dedi Asil çift çıkan cehenneme ait sesiyle. “O bir doğaüstü olsa da fena deşilmiş. Kurtulması için şifanın alevi yetmez. Yaralayan da bir doğaüstü olmalı, o yüzden…”
Duymak istemedim. Hemera artık titriyordu. Siyah saçlarında ateşin kızıl ışığı titreşiyordu. “Onu kurtar,” diye mırıldandım. “Sonra istersen benden hayatımı al.”
Ayevi konuşmuyordu, koyu mor ışıkların yansıdığı gözlerini Hemera’dan çekmeden yarayı birleştirmeye devam ediyordu. Lehçesiyle içimi yakan duaları sıraladı, parmak uçlarından kardeşimin tenine akan alevleri göremedim ama ısısının titreşimlerini ve dumanını seçebildim.
“Hera,” diye inledi Hemera kör gibi etrafına bakınıp dehşet içinde hırlarken. “Hera.”
“Buradayım,” dememle, Araf’ın beni kollarının arasından azad etmesi bir oldu. Hemera’nın soğuk elini avucumun içine aldığım anda, Ayevi, “Tek yumurtaydınız, değil mi?” diye sordu duasını bölerek. Gözleri hala koyu mordu.
“Evet.”
Asil, “İzninle,” diye fısıldayarak kırmızı, siyah uzun tırnaklara sahip kemikli büyük elini ablamın alnına koydu ve ablam hırladı. Asil, “İzninle,” diye mırıldandı yeniden.
Noyan, “İkiz bağı. Tam zamanında orada olmanı sağlayan şey bu. Doğaüstü senin de geleceğini biliyordu, bağı kullanıp Hemera’ya saldırdı, gelmeni bekledi çünkü seni de istiyordu. İkinizi de istiyordu,” dedi. “Bu şey her ne ise sen ya da Hemera değilsiniz. Sizin izinizi kopyalayan ama artık sizin izinizi istemeyen bir şey. Hemera’yı deşti ama Hemera doğaüstü olduğu için öldüremedi, Hemera’ya bunu yaptığı anlarda sen bizimleydin ya da Murat’la.”
Asil kısık sesle, “Uyandır içindeki yaşamı zihin değiştiren kız,” diye fısıldadı, çift çıkan sesi beni korkutmadı, sadece Hemera’yı izledim. Gözlerinin kayışını, bedeninin Ayevi’nin dokunuşu altındaki kıvranışını… Yarasının yok olmasına rağmen bilincinin yerine oturmayışını izledim.
“İkizlik bağı,” dedi Noyan yaşadığım dehşete rağmen sakinleştirici sesiyle meşalelerdeki alevleri bile okşayarak. “Tek bir yumurtada iki doğaüstü varsa, bu ruhun ikiye bölünmesi demektir. Karanlık ve aydınlık. Siyah ve beyaz.” Noyan yavaşça Hemera’ya yaklaştı. “Karanlığın kızı, iyi olacaksın.” Gülümserken gözleri parıltılardan uzaktı ama yine de ümit vericiydi. “Uyan zihin değiştiren.”
Önce gözleri geri geldi, siyah gözleri açıldı ve tavandaki bir noktaya dikildi. Sonra nefesi yavaşça düzene girdi, göğsü söndü ve yeniden kabarırken yaşamın emareleri birleşip varlığını taşıyan kanıta dönüştü. Ayevi’nin gözlerindeki koyu morluk yavaşça menekşe rengine, eflatuna, lilaya ve ardından maviye döndüğünde, dilindeki dua da meşalelerle birlikte söndü.
Noyan şefkatle gülümserken, “Uyuyan güzel aramıza döndü,” dedi, flörtten uzak, tamamen yatıştırıcı bir sesle.
Hemera, “Tipim değilsin,” diye mırıldanırken yorgun bir gülümsemeyle Noyan’a bakıyordu. “Ama boynuzlu çocuk fena değilmiş.”
Asil, “Sen bir de boynuzlar yokken gör,” diye mırıldanıp Hemera’nın alnındaki teri kırmızı eliyle sildi. “Kim olduğunu hatırlıyor musun?”
Hemera usulca doğrulurken elimi tutup sıkarak bana yorgun, morarmış dudaklarıyla gülümsedi. Sonra, “Hem Hera’ya hem de bana benziyordu,” dedi ve o cümle, hepimizin bir an için donup kalmamıza neden oldu. “Saçları benim gibiydi, sesi ve bakışları Hera gibi ama ikimiz de değildik. İçime… o koca pençeleri geçirip çevirirken…” Hemera soluğu kesilmiş gibi elini boğazına koyunca panikledim. “Gözleri gümüş rengi oldu. İçinde ölüm vardı.”
“Şekil değiştiren,” dedi Asil. “Kılık değiştirebiliyorsa, Araf’ın ondan Hera hissi alması normaldi.” Asil’in gözlerini bana çevirdiğini hissettim ama ona bakmadım. “İsmini biliyorum, kim olduğunuzu da. Murat cesetlerden seninle ilgili hisler aldığından beri sizi araştırıyorum. Dünyada kaç gün eder bilmiyorum ama cehennem için uzun bir zamandı.” Bakışlarını tekrar Hemera’ya çevirdi. “Ağrın olmayacaktır. Yine de ani hareketler yapma, Ayevi’nin alevi cehennemdeki günahların alevine benzemez.”
Hemera acı bir şekilde gülse de sesi titriyordu. Yaşadığı dehşet dolu anı bastırmak istiyor gibi gülümsese de kıkırtısının tınısına gömülen korku orada duruyordu. Bu, onda görmeye alışkın olduğum bir şey olmadığından içimdeki suçluluk duygusu katlandı. İntikamın alevleri kalbimi sarıyor, öfke başını kaldırıp mantığımla iş birliği yapmayı teklif ediyordu.
Ayevi, iki büyük kavanozun içindeki turkuaz renginde parıldayan sıvıları büyük gömme bir dolabın içinden çıkarmıştı. Mavi şifon elbisesinin kuyruğu mermer parkelerde sürüklenirken adımlarının bana çevrildiğini hissettim. Kavanozları bana uzatırken, “Kız kardeşine günaşırı içirmeye çalış,” dedi. “İçine bıraktığım alevleri sadece bu okyanus güllerinin özü söndürür. Zeyna yılın bu zamanları bu gülleri okyanus ötesinden toplayıp getiriyor.” Mavi gözlerini kaldırıp bana baktı ama ona değil, turkuaz sıvının içinde yüzen açık mavi tomurcuk boyutundaki güllere baktım.
“Bir şifagetirenim, bana güvenebilirsin. Alevim kız kardeşinin bedeninde iyileşmeyi başlattı ama fazlası uykusunda sıçrama ve hararet yapabilir. Zeyna’nın okyanus gülleri iyileşmeye yardımcı olurken yüksek ateşi de önleyecektir.”
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım kavanozu alıp gözlerimi Hemera’ya çevirdim. Siyah elbisesinin önünde koca bir yırtık vardı, yırtıktan pürüzsüz karnı görünüyordu ve karnı kan leş içindeydi ama sanki teninde çizik bile yoktu. Kendi kanına kaplanmış olsa da iyi görünüyordu. Etrafına çatık kaşlarla baktığını fark ettim, her şeyi büyük bir dikkatle izlerken kendi bedenine sarılmış, ilk kez gözüme bocalamış görünmüştü.
“Endişe etme, yeniden gelmeyecektir. İkinci kez gelirse yakalanacağını biliyor.” Derin bir nefes alınca zarif omuzları havaya kalkıp indi. “Tanrı dışarıdaki canlıları korusun.”
“Daha fazla kan dökmeden bulunması gerekiyor,” dedim çatık kaşlarla.
“Orası kesin.” Başını aşağı yukarı sallayarak gözlerini kız kardeşime çevirdi, Hemera’nın etrafını bakınırken korkudan ya da o anın getirdiği sarsıntıdan hala karnını tuttuğunu görünce başını iki yana salladı. “Karanlık parçanı bile bu denli korkuttuysa, tanrı belki de doğaüstüleri de korumalı.” Tekrar bana dönüp, beklenmedik kadar konuşkan bir şekilde, “Bu gece burada kalabilirsiniz istersen. Asil, Noyan ve Araf Murat civarda dolaşacak. Her ihtimale karşı, yani onun iz sürme ihtimaline karşı… Saldıracağından değil ama görmek için gelebilir.”
“Teşekkürler,” dedim sadece, normal şartlarda birinin yardımını sorgulamaksızın kabul etmem imkansızdı ama konu kız kardeşimken gururum bir adım geri çekilerek endişenin önünü açmıştı.
Ayevi titreyen bir nefesin arkasından, “Kan kokuyorsun,” diye mırıldandı. “Tabi ya, sırtın, değil mi? Lütfen görmeme izin ver.”
Sırtımı ona dönerken Araf’ın gözleri üzerimdeydi, gözlerimi kaldırım camgöbeği rengindeki gözlere karşılık verdim ama o gözlerde gördüğüm karanlık oldu. Ayevi parmaklarını parçalanmış kumaşın üzerine sürtünce titredim ama canım acımadı. “Kanatların uyanmış,” dedi düşünceli bir sesle. “Senin türün de ne böyle?” Meraklı sesini taşıyan dudaklarının yeniden aralandığını nefesinin tenime dökülmesinden anladım. “Kökler iyileşiyor,” diye mırıldandı. “Kanadından bir örnek alabilseydim… bu daha önce görmediğim bir kavis.”
Kaşlarımın ortasında bir yarıkla, yıkılan düşünceleri kenara itip, “Ne demek istediğini anlamadım,” dedim kuru, yaşananların ağırlığıyla boğulmuş bir sesle.
Ayevi bir süre sırtımı inceledi, sessizliği içimdeki o kuyunun ağzına dek kuşku ve şüpheyle dolmaya başlamasına neden olmuştu ki, “Kanat türün Asil ve Noyan’ınkinden farklı. Daha önce gördüğüm kanatlardan da değil,” dedi. “Zeyna’nın sudan kanatlarını gördüm, Reagan’ın kırmızı elbise tülleri gibi uçuşan kanatlara pek benzemeyen kanatlarını gördüm, hatta bir peri ve meleğe ait kanatları da gördüm ama bu… daha önce görmediğim bir kanat tipi. Kökü çok farklı ve açtığı yarık daha yavaş iyileşiyor.”
“Reagan’ın kanatları yoktu,” dedi Araf düşünceli bir sesle. “Yani o bir kanbaz sonuçta.”
“Tülleri var,” dedi Ayevi, parmaklarını köklere bastırınca ıslıklı bir inilti çıkardım. “Ruh tülü. Onun kanatları da tülleri.” Ayevi derin bir nefes alarak, “Merhem getireceğim,” diye mırıldandı. “En azından iyileşiyor.”
Noyan, “Hangi merhem gerekiyor? Ben hallederim,” dediğinde, Ayevi’nin sırtım ona dönük olmasına rağmen sırtıma bakarak yavaşça gülümsediğini hissettim; sonra o his yok oldu ve Ayevi’nin soğuk bir yüzle Noyan’a döndüğünü fark ettim.
“Merhemleri ayırt edebilecek kadar yetenekli değilsin Dedektif,” dedi nazik sesiyle.
Aralarındaki duygusal mı yoksa tensel mi olduğunu ayırt edemediğim çekime, o an kız kardeşime odaklandığım için dikkatimi verip üzerinde düşünemedim. Ayevi, hala aldığı yaranın etkisinde olduğu için başı dönen Hemera’yı mermer merdivenlerin uzandığı üst kata çıkardığında, taş evin verandasında, ellerimde hala kan lekeleriyle öylece durmuş, sırtımda parçalanan kumaştan içeri sızan sert rüzgarı hissederek düşen kar tanelerini izliyordum. Diğer yakadaki buzdan dolunay kanlanmış, buraya düşürdüğü gölge tüm göğü kana bulamıştı. Kar taneleri, kan dolu bir nehrin üzerine düşüyor gibi o kızıllığın içinde bilinmezliğe süzülüyorlardı.
Noyan, taş merdivenleri inerken omzunun üzerinden bana bakarak, “Rahat bir uyku çek,” diye fısıldadı, “çok yorgun görünüyorsun. Burada güvendesiniz.”
“Bu gece olanlardan sonra, gözüme uyku gireceğine inanman gülünç,” dedim sitemden uzak, alaycı bir sesle. “Teşekkürler.”
“Her zaman buradayız Hera,” dedi Noyan. “Hayatına yeni giren yabancılarız biliyorum ama emin ol, bir gün ailen olacağız.” Gözlerini karlı ormana çevirdi, tutan kar beyaz bir örtü olmuş, alacakaranlığı altına alarak bir gelinin cansız bedenine dönüştürmüştü. Kızıl gökyüzünün altına süzülen Noyan bana son kez baktı. “Araf hakkında düşüncelerin ne bilmiyorum ama sen alışıncaya dek onun iyi bir rehber olacağından hiç şüphen olmasın. Ve… kanatların hakkında da bir araştırma yapacağım.”
Kanatlarım… Köklerin sızladığını hissettim, rüzgar bir defa daha iyileşen yara köklerine saldırdı ama bu beni üşütmedi, sadece kasılmama neden oldu. Noyan hızlı adımlarla karların içinde yürüdü, birkaç büyük adımın ardından bedeni gerildi ve büyük kanatları iki yana doğru namlusu soğuk silahlar gibi açılırken ayakları yerden kesildi. Gözlerimi kapatıp açtığımda, Noyan orada değildi.
Kollarımı bedenime sarıp, yaşananların bir nem gibi düşüncelerime çökerek rutubeti yaratmasına izin verdim. Rutubet tutan düşünceler zihnimi ağrıtıyordu. Birkaç dakika geçmiş, belki de geçmemişti, kar taneleri hala düşüp yere tutunmaya devam ediyordu. Sırtıma bir kumaş parçası bırakıldığında düşüncelerim geri çekilerek zihnime bir boşluk tarlası ekti, bakışlarımı omzumun üzerinden kumaş parçasını bırakan ellerin sahibine çevirdim. Araf, yüzünde sakin bir ifadeyle yeşil gözlerini yüzümde gezdirdi ama gözlerimin içine bakmadı. Üzerime bıraktığı kırmızı pelerinin tüyleri kavlamıştı, dokusunda kana benzer bir koku vardı ama çok rahatsız edici olduğu söylenemezdi.
“Üşümüyorum,” diye açıkladığımda, bildiğini belirtir gibi dudağının kenarını büken gülümsemesine baktım. Konuşmak yerine kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi ve o an, üzerinde deri ceketi olmadığını fark edip beyaz tişörtünü geren kollarına baktım. Akrep dövmesi kızıl alacakaranlığa rağmen oldukça belirgin bir şekilde derisinde yanıyordu.
“Bugün çok ağır geçti, değil mi?” Sorusunu bana değil de, beni düşünerek kendisine yöneltiyor gibiydi. Cevap vermek yerine başımı sallayarak verandanın gerisindeki koruluğa baktım. İki dağ kubbe gibi ilerimizde dimdik duruyor, o kubbenin ortasından çakıl taşlarının süslediği dar patika bir yol uzanıyordu. “En azından kendini akladın, bir de bu kısmından bak.”
“Aklanmaya ihtiyacım yoktu.”
“Kendinden şüphelenmediğini söyleme, gözlerinde şüphe vardı. Bir insanın kendinden şüphe etmesi nasıldır bilirim. Şüphe bir cehennemse, kendine karşı beslediğin şüphe o cehennemi yakan ateş oluyor.”
Cevapsız kalmayı seçtiğim saniyeler, Araf’ın bakışlarının usulca bana süzüldüğü saniyelerin ikiziydi. Profilimde dolaşan camgöbeği yeşili gözlerin ağırlığı, tenimde dolaşan bir bıçağın keskin yüzeyi gibi hissettiriyordu; soğuk, ölümcül, yırtıcı…
Gözleriyle beni parçalayabilir gibiydi.
“Alacakızıllıkta bile güzelsin.”
Bir mumun teniyle kapladığı ipin ateşin altında yanarak yavaşça küle dönmesi gibi, içimde süregelen sessizliğin küle döndüğünü hissettiren kalbimin birkaç saniye içinde binlerce kez vurmuş gibi kasılarak göğsümün içini inletmesiydi. Soğuğun buharlaştırdığı nefesim dudaklarımın arasından süzülerek gecenin içinde kayboldu, gözlerim onun gözlerine takıldı ve karanlığın bile kıpırdayarak yanmaya başlayacağını sandım. Gözlerinde muziplik yoktu, oyun yoktu, alay yoktu; içimi görüyor, ruhumdaki çıplaklığın tadına bakıyor, parmakları nasır tutmuş duygularımda dolaşıyor gibiydi. Keskin, hatta duygularından arınmış gibi bakan gözlerinin gerisinde bir an, ona hiç uymayacak kadar karanlık bir yanının saklandığını hissettim. Karanlık büyüyerek göz bebeklerinin dışına taşıp yeşil gözlerini kapladı ve roman sayfaları gibi çevrilmeye başlayan zaman, birbirini izleyen gözlerimizin olduğu sayfada durdu. Kalbimin atışları bile durdu.
“Nasıl birisin, anlamıyorum,” dediğimde şaşırmadı, aynı gözlerle bana bakmaya devam etti. “Suçlayıcı ve sert mi yoksa alaycı ve sulu mu?”
Gözlerindeki karanlık, sorduğum soruyla beraber geriye doğru gitti, renkler geri geldi ve yeşil gözlerinin içinde ateş gibi oynayan ışıkları gördüm.
“Ne tesadüf,” dedi gözlerini verandanın önünde uzanan araziye çevirirken, “ben de seni anlamıyorum.”
“Ben netim.”
“Seksi ve soğuk? Bundan fazlasısın.” Gözlerini bana çevirmeden verandanın korkuluklarını büyük avuçlarının altına alarak ezip, sıktı. “Kanatlarının sırtından dışarı nasıl fışkırdığını gördüm. Sanki güç içine bir kılıç gibi girdi ve o fışkıran kanatların değil senin kanındı.” Gözlerini kısıp, ilerideki her şeyi görebiliyormuş gibi keskin gözleriyle uzakları taradı. “Daha önce şahit olmadığım bir uyanış şekliydi. Anlık, hızlı, güçlü ve karanlık.”
“Bana ne olduğunu anlamadım bile,” diye itiraf ettim. “Hemera’yı öyle görünce…”
“Kalbine ait bir parçayı öyle gördün,” dedi. “Ama bu kadar hızlı uyanmanı beklemiyordum. Kanatların olduğunu tahmin etmiştim ama bu daha önce gördüğüm bir kanat türü değil. Ayevi bile tanımlayamadı ama onları tekrar çıkarırsan, belki bir fikir sahibi olabilir.”
“Nasıl çıkarmam gerektiğini bilmiyorum.” Ona ciddi gözlerle baktım ama bakışlarımdan kaçındı, nedense bana bakmadı. “Fiziksel acıya karşı nötrüm. Üşümem, kolayca yorulmam, bazen bazı şeyleri tam olarak hissetmem bile. Ama o şeyler sırtımdan dışarı çıkarken, etimin içinden bedenimden daha kalın bıçaklar geçiyormuş gibi hissettim.” Gözlerimi verandanın ardındaki araziye çevirirken üzerime örttüğü pelerine sarıldım.
“Bu acı hoşuna mı gitti?”
“Evet,” diye itiraf ettim ona bakmadan. “Hissetmek konusunda zorlanan biri için, acı bir nimettir.”
Bu cümle, onda bir şeylerin aydınlık kazanmasına neden olmuş gibi sessizliğe gömüldü. Daha sonra, beklenmedik bir hızla bana doğru dönüp, bir elini verandanın korkuluğuna bastırarak yüzüme yaklaşıp, yavaşça eğilerek, “Hissedemediğin şeyler arasında bu da var mı?” diye sordu ve parmağını çene kemiğimden şakağıma kadar hızlıca yukarı kaydırdı. Gözlerinin yeşil, mavi, gri yansımalı ışıklarla parladığını fark ettiğimde, dokunuşu tüm hücrelerimin alev almasına neden olmaya başlamıştı bile. “Güzel,” diye fısıldadı parmağı şakağımın üzerindeyken. “Bunu hissetmesen kötü olurdu.” Gözlerinin yüzümdeki turu anlıktı, daha sonra o parıltı sızan gözlerini boynuma indirip bana bakmamak için kendisiyle giriştiği savaşın dizginlerini yakaladı. “Hera, sana sonunda seni çok mutlu edecek acıları hissettirebilirim.” Gözlerini birden kaldırıp gözlerime dikince, kalbim tekledi ama kaşlarımı çattım. Şimdi gözleri gümüş gibi parıldıyordu. “Üşüyor gibi titrer, yanıyor gibi terler ve yorulmuş gibi nefes nefese kalırsın.”
Parmağını itmemle, dudağının kenarının ölümcül bir kıvrımla şekillendiğini görmem bir oldu. Burnunu çekip başını omzunun üzerine yatırarak, “Nabzının yanar gibi hızlanmadığını söyleme bana sakın,” diye şakıdı ciddiyetten uzak bir şekilde. “Bir leopar, yedi kat yerin dibindeki cehennemde yürüyen şeytanın ayak seslerini bile duyar.”
“Baksana.” Ona doğru bir adım attığım an, aramızdaki mesafe artık sıfır noktasındaydı. Gözlerimi kaldırıp, yeşil gözlerin içinde parçalanmış bir elmasın içi gibi parlayan diğer renklere göz gezdirdim. Parmağımı kaldırıp, içi kan dolmuş tırnaklarım ve parmak boğumlarıma aldırış etmeksizin tırnağımın ucunu çıplak kolunun dirseğinden tişörtünün gerilen kumaşının altında görünen akrep dövmesine kadar gezdirdim. Ürpertisi öyle canlıydı ki, bir fırtına rüzgarı gibi ıslık çalarak bedenime çarpmıştı. Gözlerini yüzüme dikti; hareketsizdi. “Beni baştan çıkarmaya çalışıyorsan kedicik, boşuna uğraşma ama bu okunuştan sonra,” tırnağımı dövmesine batırdığım an gırtlağı kalkıp indi; adem elması genişledi, “lavaboya gidip küçük bir ergen gibi boxerına boşalıp boşalmadığını bir kontrol etsen iyi olur.”
Tırnağımı teninden çektim. Sırtımı ona dönüp içeri girecekken, beni dirseğimin alt kısmından kibarca kavrayıp kendine çevirmeden yavaşça bedenine yaklaştırıp kulağıma uykumu kaçıracak o cümleyi fısıldadı.
“Sana dokunduğumda duyduğum nabız sadece damarlarından gelen değildi. Bacaklarını birbirine bastırarak zonklamayı durdurabileceğin geceler dilerim, taş bebek.”
Kalbimin panikle vurup geri durmasına sebep olan kelimeleri, beni serbest bırakmasıyla beraber beni içten içe yıkan bir felakete dönüştü. Ona bakmadan, bir cevap vermeden, hislerimi dışarı sızdırmadan taş eve geri döndüm.
Ayevi’nin evinin üst katı alt katından daha mistik bir görüntüye sahipti. Taş tuğlalardan yapılmış gri duvarlara burgulu demirlerle asılan meşalelerdeki alevlerden bazıları sönmüştü, birkaçı yanıyor ve koridoru zayıf bir ışıkla alev rengine boyuyordu. İçerisi bir mahzenden farklıydı, biraz da eski bir konağı anımsatıyordu ama taşlar binlerce yaşında gibi durmalarına rağmen oldukça sağlam görünüyorlardı.
Ayevi ve Asil bir iki adım arkamdaydılar, inceleyen gözlerle etrafı hafızama aktardığım sırada Asil, “Yeniden o eve dönecek misiniz?” diye sordu, sorunun yöneltildiği kişi olduğumun bilincinde bir şekilde omzumun üzerinden insan kimliğine bürünmüş şeytana baktım.
“Başka şansımız yok.”
“Her zaman vardır. Aldığım bilgilere göre baban epey zengin bir profesör.” Asil’in kelimelere kattığı sakinlik sinir bozucuydu. “Hem sen de ordulardan epey iyi para kazanmış olmalısın. Yeni, daha güvenli bir siteye taşınman için bir iki güne bile ihtiyacın yok.”
“Şanstan kastım bu değildi.”
Çikolata kahvesi gözlerini kısarak, “Tehlikeden hoşlanıyor olabilir misin?” diye sordu, sanki alay etmiyor, gerçekten istediğim şeyin, kalbimin derinliklerindeki karanlığa hükmedenin ne olduğunu öğrenmek istiyordu.
“Tehlikedeki bensem belki ama hayatımdaki insanlar tehlikedeyken, elbette hayır.”
“O zaman daha güvenli bir siteye taşın. Mesela bize daha yakın olabileceğin.”
Ayevi, “Murat ona göz kulak olacaktır,” dedi sakince.
“Göz kulak olunmasına ihtiyacım yok, tehlikenin boyutunu saptadıktan ve neler yapabileceğimi anladıktan sonra bir erkeğin başımda Azrail gibi dikilmesine gerek kalmaz,” diye mırıldandım. “Ben bunları kavrayıncaya dek kedi arkadaşınızı kovmayacağım.”
Asil’in hafifçe gülümsediğini görür gibi oldum. “Sanırım yanında dönüştü.”
“Hayır. Kısmen,” diye ağız büktüm. “Merdivenleri hızla geçen bir yırtıcı gördüğüme eminim ve o yırtıcının arkadaşın olduğuna da öyle.”
Ayevi şifon, mavi elbisesinin içinde ay kadar beyaz dişlerini göstererek gülümsedi. “Başka türlü kanatlarına yetişemezdi sanırım,” diye fısıldadı, kadınsı sesi rahatlatıcı bir etkiye sahip olsa da kurduğu cümle kaşlarımı rahatsızlıkla havaya dikmeme neden oldu. “Yaraların için merhem…”
“Gerek yok.” Elimi pelerinin altından parçalanmış kumaşın üzerine bastırırken, “Çoktan iyileşmiş,” dedim. “Pürüz bile yok.”
“Çok iyi.” Ayevi başını aşağı yukarı sallayarak gülümsedikten sonra gözlerini Asil’e çevirdi. “Devriyeye çıkmayacak mısın? Noyan tek başına gitti.”
“Dedektif onun hakkında bu kadar endişeli olduğunu bilseydi Ayevi, boyunduruğu altına girmediğim için boynuzlarımı tokatlayan babam şahit olsun ki, sırıtırken görünen otuz iki dişinin yanında otuz üçüncü dişi de çıkardı.” Asil sinsi bakışlarını bana çevirdi. “Cinsel gerilimi hissetmişsindir. O ikisi bakışınca cehennem çatlıyor.”
“Sizi bu gece görmeme rağmen bunu ilk andan hissettim,” diye itiraf ettim, düşüncelerimden arınmama neden olan bu konu, Ayevi’nin dudaklarında gergin bir çizgiye dönüştü. Dirseğiyle Asil’in çıplak karnına vurduktan sonra sert bakan mavi gözlerini bana çevirdi. “Kız kardeşinin yanında uyumak istersen, seni onun yanına götüreyim. Ama istersen yalnız kalıp başını dinleyebileceğin odalarım da var.”
“Ayevi, seni kutsal bakire, Noyan’ın boynuzlarına tutunarak ralliye gitmek istediğini biliyorum,” dedi Asil gözlerini kısarak.
Ayevi, “Kes sesini tanrının utancı,” diye homurdandı. “Evet Hera, cevabın nedir?”
“Noyan’ın kanatları çok kudretliydi,” dedim dudağımda beliren muzip bir gülümsemeyle. “Boynuzu olduğunu bilmiyordum.” Ayevi homurdandı…
“Boynuzu yok ama Ayevi boynuzları olsun ve onlara tutunsun isterdi,” diye şakıdı Asil.
“Keşke babanın cennette bazı işleri olsaydı da o gece annenin huzuruna seni yapmak için çıkmasaydı,” dedi Ayevi terbiye vermek isteyen bir anne gibi Asil’in hala dışarı doğru bükülmüş duran boynuzlarından birini tutup çekiştirerek. “Çık evimden, cehennem tükürüğü seni.” Asil, bir insan formuna bürünmüş olsa da boynuzları hala görüntüsü kısalan saçlarına doğru kıvrılmış şekilde dışarıda duruyordu. Ayevi, boynuzun birini tutup onu çeke çeke koridorun diğer ucuna götürürken Asil çığlık atıyor, Ayevi, “Soldan üçüncü oda,” diye homurdanarak onu çekiştirmeye devam ediyordu.
“Noyan’ın penisi merdivenlerindeki mermerler kadar sert Ayevi, seni kutsal bakire!”
“Kes sesini, cehennem sümüğü!”
“İyi de yalnız kalıp kalmamak konusundaki cevabımı bile duymadın ki,” diye mırıldandım ama beni duymadılar.
Odanın kapısı cevizdendi, parmaklarıma bulaşan tozun kir değil, bir ağaca ait sandal ve amber kokulu bir esans olduğunu fark ettim ve bunun bir anlamı olduğunu düşündüm. Parmak uçlarımda mavimsi gri izler bırakan tozu pelerine silerek odaya girdiğimde, ay beyazı cibinlikli yatağın ortasında uyuyan, cenin pozisyonunda tortop olmuş kız kardeşimi gördüm. Siyah saçları beyaz bir mermeri anımsatan çarşafların üzerine leke gibi yığılmıştı. Ayağımdaki topukluları çıkarıp kenara fırlattıktan sonra ensemdeki kasları parmaklarımın altında ezerek yatağın ucuna oturdum.
O gece, gölgeler sabaha dek pencerenin önünden rüzgar gibi esip içeriye devrildi, hiç uyumadım. Hemera ise hiç uyanmadı.
🦂
Ayevi pembe şifon elbisesi, pembe kuvars taşından yapılan mücevherleriyle koridorda bana doğru ilerlediği sırada, yeryüzüne çöken kızıl yansımalı gün ışığı koridorun duvarlarını var eden gri taşları sim parçalarıyla doluymuş gibi parıldatıyordu. Uzun sallantılı pembe kuvars küpelerine vuran kızıl ışık yansıyarak duvarda gökkuşağı gölgeleri oluşturuyordu. Mavi gözleri ölçülü, kahverengi saçları jilet gibi düzdü.
“Günaydın,” dediğinde başımı sallamakla yetindim, konuşamayacak kadar huysuzdum, evime gitmek istiyordum. Sabah Ayevi’nin odaya bıraktığı mavi sıvıdan Hemera’ya bir yudum içirebilmek için atla karayı seçmiştim, Hemera bir çocuk gibi, dün karnı deşilmemiş gibi yatağın üzerinde ayağa kalkıp çığlık atarak benden kaçarken, mavi sıvının yarısından fazlasını Ayevi’nin ay beyazı çarşaflarına dökmüştüm. Sürtük Hemera.
“Hemera daha iyi mi?”
“Evet, at gibi zıpladığına göre gayet iyi demektir.” Şakaklarımı ovdum, dünün bir rüya olmadığı, hatta yaşananları göz önünde bulundurarak kabus olmadığı gerçeğiyle sert bir karşılaşma yaşamıştım. Sırtımdan kökler var edip cildimi yararak fırlayan kanatların bir kabus olduğunu hayal edersem, her şey her zamanki gibi normal seyrinde ilerliyormuş hissine kapılarak güne adapte olabilirdim.
Ayevi başını eğip güldükten sonra daha ciddi gözler ve düzleşmiş dudaklarıyla kafasını kaldırıp bana yeniden baktı. “Velencoso Konağı’nda bir buluşma ve toplantımız var,” diye hatırlattı, gözleri yüzümdeki değişimi saptamak ister gibi beni içtiğinde, herhangi bir farklılık görememek onu rahatlatmış gibiydi. “Tanrıya şükür şokta değilsin ve rüyada olup olmadığını sormuyorsun. Ne garip, sanki buna her zaman hazırmışsın gibi…” Mavi gözlerini omzumun üzerinden arkaya çevirdi, gözlerinde kız kardeşimin yansımasını görünce ben de omzumun üzerinden arkama baktım ve esnerken ağzını kocaman açmış, dağılmış siyah saçların nezaketsiz sahibine baktım.
“Merhaba kurtarıcım ve diğerleri,” dedi Hemera koca ağzını kapatmadan, sonra yeniden esnedi ve diğerleri olarak bahsettiği kişilerin, Ayevi’nin arkasında beliren Asil ile Araf olduğunu anladım. “İnanabiliyor musunuz organlarım hala içimde duruyor. Midemde. Yani buna inanabiliyorsanız, acıktığıma da inanabilir misiniz?” Karnını ovarak bana yaklaşıp, çenesini omzuma bastırıp gözlerini kısarak karşısındaki yabancılara baktı. “Boynuzlu çocuk, boynuzların nereye gitti? Lütfen beyninin boş olmadığını, boynuzlarını beyninin içine gizlemediğini söyle. Zekayla parlayan gözlerin umarım artan libidomun hayal ürünü değildir.” Çenesini omzuma sürterek Ayevi’ne baktı. “Seksi mavi gözlerin sahibi rahibe de buradaymış, sevişmediğini ve Noyan’ı -şu adaleli hayvancıktan bahsediyorum- mermer gibi gezmeye zorladığını duydum, tanrı bunun için de sana günah yazıyor haberin vardır umarım.”
“Ahlaksız küçük ağzın açıldığına göre, evet, iyileşmişsin,” dedi Ayevi, ardından ekledi: “Rahibe değilim, tanrıyla aram iyidir, onun var ettiği şifanın taşıyıcısıym ve evet, dün bu ellerle seni iyileştirmek için yaktım. Ama ateşim sadece iyileştirmez, başka işlerde de epey iyidir. Mesela sadece yakmak? Cehennemdekinden daha sıcak olduğunu söylerler. Bacaklarımı kime aralayacağım da gelirsek, ilk gördüğüm şeytana olmayacağı kesin.”
Hemera umursamaz bir sesle, “Sevişsen bir şeyin kalmayacak, sinirlerin gerilmiş, boşaltılmalı,” diye şakıdı.
Asil, “Biri benden ilk görüşte hoşlanamaz mı?” diye sorunca, Hemera ona dudaklarını büzerek baktı. Ayevi, “Neye şükret biliyor musun? Boynuzlarının dışarıda olmadığına,” diye söylendi. “Mart şeytanı.”
Hemera, Araf’ı doğrudan görmezden gelerek, Asil’e, “Ah karnımda bir ağrı oluştu şu an, senin de ateşinin şifa gücü varsa denemek isterim,” dedi flörtü açıkça ortaya seren kur saçan sesiyle.
Ayevi, “Evimde ateşlenmezseniz ne iyi olur, yoksa ikinizden mangal yaparım,” dedikten sonra arkasını dönüp, “Velencoso Konağı’nda olun lütfen,” diye devam etti. “Size de ihtiyaç olacak.”
Araf başını aşağı yukarı salladı, hiç alay barındırmayan gözlerini ciddiyetle üzerimizde gezdirdikten sonra Ayevi gibi sırtını bize vererek koridorun diğer ucuna doğru yürümeye başladı. Asil de onlarla birlikte gittiğinde, Hemera iç çekip, “Binersin buna,” dedi Araf’ın arkasından bakarak. “O şeytana da ben bineceğim.”
“Dün karnın deşildi sürtük.”
“Bugün karnım o kadar bitişik ki keşke o şeytan karnıma kadar…”
“Ya sus,” diye çemkirerek böldüm lafını.
“Binersin bu arada,” dedi sırıtarak. “Sana yiyecek gibi bakıyordu. Kolunu versen tuz serper kemirirdi.”
“Git başımdan.”
“Kalbinin sesini duydum, var sende de bir şeyler…”
“Ne kalbi ya?”
“Ne zaman böyle soruların sonuna ya koysan, gerçekten sende bir şeyler oluyor bu arada…”
“Hemera, deşildin.”
“Napim senin de kanatların çıktı.”
“Deşildin diyorum.”
“Keşke o şeytan beni şu odada deşse.” İç çekerek çoktan giden Asil’in arkasından bakıyormuş gibi koridoru izledi. “Deşsin lütfen.”
“Konuşmamız gereken şey… evet, bir şeytan. İnsana benzeyen ama olmayan şeyler…”
“Yani sen ve ben,” dedi. “Irkçı söylemlerde bulunma lütfen. Adın altında atılmış linç tweetleri okumak istemiyorum.” Gerindi. “Ne zaman gideriz?”
Koridorun diğer ucuna doğru yürümeye başladığımızda, “O eve dönmek ne kadar doğru bilmiyorum,” diye fısıldadım.
Hemera, “Ayevi’nin acilen düzüşmesi gerek,” diye mırladı.
Hemera ve beni eve bırakıp, biz hazırlanana dek beklemeyi teklif eden kişi Noyan olmuştu. Sıcak bakan çikolata kahvesi gözleri, bronz teni ve ay beyazı dişlerini sergileyen gülümsemesiyle insana güven saçan bir yanı vardı. Ayevi’nin evinden çıkarken Araf Murat’a ikinci kez rastlamamıştım, bunu umursamadığımı düşünmelerini istediğimden sorular sormasam da, onun nerede olduğunu merak eden bir tarafım olduğu gerçeğini hasıraltı edebilmek pek de mümkün değildi. Noyan, Hemera’nın ürpererek girdiği binanın içini kontrol ederek ilerlerken, Hemera’yı yeniden olayın patlak verdiği bu bataklığa sokmak, sığlarda dursa bile, boğulur gibi hissetmesine neden olacaktı biliyordum ama o an için başka bir çarem yoktu.
Noyan’ı evimin salonuna davet etsem de burada kalıp bizi beklemesini istediğim söylenemezdi. Salonda bizi karşılayan, tüm dikkatimin dağılmasına, kanımın donmasına neden olan ciddi bir dağınıklıktı. Koltuğumun yastıkları dağınık bir şekilde yere fırlatılmıştı, birkaçında ciddi, pamuklarının dışarı çıkmasına neden olan yarıklar açılmıştı. Televizyon ünitesinin altındaki biblolar yere düşmüş, parçalara bölünmüştü. Koyu renk perdelerimin kornişi yere doğru sarkıyordu. Noyan, bakışlarındaki şaşkınlığı gizleme gereği durmadan salonu incelerken, Hemera elini karnına bastırarak bana sokuldu.
“Boğuşmaya evde mi başladınız?” Noyan’ın sesinin taşıdığı soruda dehşet yüzüyordu ama yine de çehresini sakin tutarak Hemera’nın korkusunu beslemekten kaçındı. Hemera, karnına dokunmaya devam ederken, “Bir anda geldi,” dedi, sesi titriyordu. “Yavaşça çökmeye başlayan akşam karanlığı gibi değil, birden sokağı aydınlatan tek lambanın sönmesi gibi geldi.”
Elimi omzuna koyduğumda bana baktı ama bakışları Hemera’nın cesaretine değil, kırgınlığına sahipti; korkuyu net bir şekilde ruhundan almak karnıma ağrıların saplanmasına neden oldu. Hemera, birbirini tamamlayan, korkunun ele geçirdiği kısa cümlelerle olayı yeniden anlattığında, evdeki dağınıklığın esas sebebi şimdi anlaşılır hale gelmişti. Noyan, yatıştırıcı bir sesle, “Burada kalabilirim, yani siz hazırlanana dek,” dedi yeniden.
“Velencoso Konağı’ndan önce halletmem gereken işler var,” dedim. “Üstelik laboratuvara da uğramam gerekiyor. Tüm cesetlerin fotoğraflarından örnekler alacağım. Yaraların şekillerini incelemek istiyorum.”
Noyan, “Yaralardan anlar mısın?” diye sordu sakince.
“Orduda çalışırken sayısız yara gördüm,” dedim gözlerimi karnını tutmaya devam eden Hemera’ya çevirerek. “Hangi silahın, hangi kesici aletin, neyin nasıl izler bırakarak kestiğini, yaraladığını, delik açtığını iyi biliyorum.”
“Bunu yapan bir doğaüstü,” dedi Noyan. “Bir silah kullanmıyordur, emin ol.”
“Silahlar bazen pençelerle benzerlik gösterir,” dediğimde beni anlayamadığını sıcak bakan çikolata kahvesi gözlerinden anlamak mümkündü. “Laboratuvara uğradıktan hemen sonra Velencoso Konağı’na geleceğim. Bana adresi vermen yeterli Noyan.”
“Kız kardeşin…”
“Hemera’yı seninle göndereceğim,” dediğim anda, Hemera, “Sensiz hiçbir yere gitmem,” diye tısladı. “Seni bu evde ya da herhangi bir yerde yalnız bırakacağımı sanıyorsan, en yakın zamanda bir psikoloğa görünsen iyi edersin.”
“Tekrar geleceğini sanmıyorum.” Hemera’ya baktım. “Ama yine de seni öylece tehlikeye atamam.”
“Kendini atarsın ama öyle mi? Senin götünü kollayan her zaman ben oldum, başkası değil.” Bana dik dik baktı.
“İyi, şimdi de seninkini ben kolluyorum.” Gözlerimi Noyan’a çevirdim. “Bir duş alsın, sonra da çıkın.” Ona bakmadan hole doğru ilerledim. “Senin için giyecek bir şeyler çıkaracağım.”
“Seni tek bırakmıyorum Hera,” diye söylenerek peşimden geldi ama onu duymazdan geldim. Bıraktığım gibi görünen yatak odamdaki dolabı açıp onun için bir şeyler aramaya başladığımda, odanın kapısında durmuş bana aklımı kaçırmışım gibi bakıyordu. Hoş, kaçırmanın eşiğine binlerce kez gelmedim desem palavra sıkmış olurdum.
Kırmızı saten bir gömleği yıkamış olmama rağmen hala kanlı izler taşıyan ellerimin arasında tuttuğum sırada, “Hastane olayı yüzünden bana güvenmiyor, seni kandırdığımı düşünüyorsan diye söylüyorum, ne düşünürsen düşün, ben senin kardeşinim ve güvende olmadığını bilirken öylece çekip gidemem. Birlikte gitmemi istediğin herif çok seksi olsa da gitmeyeceğim,” diye diretti.
“Seni kaybedebilirdim,” dedim elimde saten gömlekle boşluğa bakarken. Hemera durdu, o an sustu ve sadece profilime bakakaldı. “Bunun ne kadar boktan bir his olduğunu bilseydin, o koca ağzını kapatıp beni dinler ve dediğimi yapardın. Seni ikinci kez kaybetmenin eşiğine gelmenin benim için ne demek olduğunu bilmiyorsun bile.”
“O zaman beni seni kaybetmenin eşiğine getirme,” diye fısıldadı, yılan dili ilk kez tatlı bir cümleyle ruhumu okşuyordu.
“Karnı deşilen sensin.” Ona baktığım anda bir adım geri çekilip siyah kaşlarını çatarak bana baktı. “Seni nasıl ittiğini gördüm, metrelerce yükseklikten ciddi bir şekilde kan kaybederek düşüyordun. Tıpkı seni ilk defa kaybettiğim zaman hafızamın şekil değiştirmesi gibi, ikinci kez kaybettiğimi hissettiğimde sırtımı parçalayan o şeyler geldi. Üzerimde yarattığın değişimin farkında mısın? Seni üçüncü kez tehlikede görürsem içimde uyuyan bir diğer şey mi uyanacak? Bir canavar mı?”
“O şeyin sana bulaşmasına izin vermem,” dedi. “Üzerinde böyle bir etki yarattığımı bilmiyordum. Özür dilerim.”
“Özür dilemen için söylemiyorum Hemera.” Saten gömleği yatağa fırlatıp elimi alnıma götürürken, “Neden anlamıyorsun? Birden ortaya çıktın, sana öldü gözüyle bakılıyordu, paramparçaydım,” diye inledim, geçmiş toz gibi gözümün önünde uçuşuyordu. “Tam gerçekten burada olduğuna inandığım sırada seni o boşluktan düşerken gördüm. Bırak da kıçını kollayayım. Ne hissettiğimi bile bilmiyorsun.”
“Hera…” Sustu, bir iki sarsak adımın sonunda bana yaklaştığını fark ettim. Yaralı olmamasına, canının acımamasına rağmen attığı sarsak adımların temelinde, benden duyduğu cümleler olduğunu anlamak imkansız değildi. Parmaklarını parçalanmış kumaşın üzerinden doğrudan tenime değdirdi. “Tamamen iyileşmiş,” diye mırıldandı. “Peki, Noyan’la gideceğim.” Alnını enseme bastırınca duraksadım. “Hem belki yol kenarında ona binerim, eğlenceli olur.” Gülümsediğini sırtıma sinen sıcak nefesinden anlayabilmiştim.
“Velencoso konağına git ve beni bekle.”
“İyi olacak mısın?”
“Elbette. O cesetlerin fotoğraflarına ihtiyacım var.”
Hemera, “Sırtından çıkanlar hakkında…” diyecekti ki, “Lütfen,” dedim. “Daha sonra Hemera.”
Ben duştan çıkıp yüksek bel siyah bir kot ile belimi açıkta bırakan haki renginde bir kazak giydiğimde, Hemera ve Noyan çoktan gitmişti. Evdeki dağınıklığı toparlamaya vakit bulamadım, bir nabız gibi şişerek kafamın içinde büyüyüp duran hafızam bana bir an önce buradan çıkıp gitmem gerektiğine dair sinyaller bırakıyordu. Topuklu deri çizmelerimi bir çorap gibi dar kotumun üzerine çektikten sonra ıslak olduğu için koyu görünen sarı saçlarımı aynaya bakmadan üstünkörü kuruttum. Makyaj yapacak zamanım yoktu ama en azından artık üstüm başım kan ve pislik içinde değildi.
Parfümümün notaları boynumu süslemek için püskürdüğü an kapının zili çaldı ve omuriliğimi felç eden bir hisle duraksayıp gözlerimi holün bitimindeki kapıya çevirdim. Ağır adımlarla kapıya doğru ilerlerken beni neyin beklediği konusunda öngörüm yoktu, hisler içimde sıkışarak renklerini kaybetmişti ve artık ne hissettiğimi tam olarak algılayabiliyor değildim.
Kapı deliğinden bakmak için kapıya dokunduğum anda sanki kapının ardından bana uzanmak isteyen bir yıldırım varmış ve içime yerleştiği an beni yakıp küle çevirecekmiş gibi titreyerek irkildim. Gözlerim kapı deliğine ilişmediği halde, kapının arkasında kapıya dokunan Araf Murat’a ait görüntü hafızama daldığında, bir adım geri çekilip, deliye dönmüş gibi kavrulan nabzım sakinleşene dek kapıya bakmaya devam ettim.
“Taş Bebek,” dediğini duydum, aramızdaki kapıya rağmen dudaklarından dökülen kelimeler zihnimin içinde bir bomba gibi gürültüyle patladı. “Kapının arkasında olduğunu tüm organlarıma hissettirdiğine göre, kapıyı açacak mısın artık?”
Kapının kolunu çevirmemle kapıyı hışınla açmam bir oldu ve yüzüne çizilmiş alaycı bir sırıtışla beni izleyen cam yeşili gözleri karşımda buldum. Bir elini kapının çaprazındaki duvara yaslamış, beyaz tişörtünün eteği kolunu kaldığırdığından havaya doğru kalkarak belirgin pelvis kemiğini ortaya sermişti. Adonis kasının bir damar gibi çıkıntı yarattığı çıplak bölgeye bakarken bir an ne diyeceğimi unuttum ama o, “Bayıldın değil mi?” diye sorunca öfke tekrar damarlarımın içinde kan gibi akmaya başladı.
“Neden buradasın sen?”
“Aşkım, ne çabuk unuttun. Kapı kenarından gizlice hafıza dinleye dinleye seninki bozulmuş olmalı tabii.” Kafasını evimin içine doğru uzatıp, dudaklarını yavaşça oynatarak içimi oyan bir sakinlikle konuştu: “Senin için buradayım hayatımın kadını. Badigartını her pozisyonda çalıştırabilirsin.”
“Noyan’ın senden daha iyi bir badigart olduğunu söylemeliyim.”
“Ya?” dedi kaşlarını kaldırarak. “O yüzden mi şu an yanında sadece ben varım.”
“Gitmesini isteyen bendim.”
“O halde taş bebek, bu onu pek de iyi bir badigart yapmaz.” Geri çekildi ama kolunu duvardan çekmedi. “Üstelik ona baktığında tüm şehrin elektriğini içinde hissetmeyeceğine de eminim. Ama hissedersen bana bunu söyle, bir çaresine bakayım, çünkü Ayevi’nin ateşini hissetmektense cehennemi dilinin ucuna hap gibi koyup kendi tükürüğünle yutmaya razı olursun.”
“Ablan kılıcına, Ayevi de ateşine hakim olamıyor yani?” diye sordum dudaklarımda bir zafer gülümsemesiyle ona dün akşam ablasına yaptığım şeyi hatırlatırken.
“Ablamıza yaptığın saygısızlıktı, sen kötü bir gelin olacaksın,” dedi sırıtarak. “Noyan konusuna gelecek olursak da, inan bana görsel şölenim, o kahverengi gözlerin gördüğü tek kadının kim olduğu belli. Hazırsan…” Gözlerini bedenime indirdi. “Siktir, çok fazla hazırsın evet. Çıkalım.”
“Benimle mi geleceksin?”
“Seninle her yere gelirim görsel şölenim.”
Gözlerimi devirerek, “Arabamın kalbini söktüğün için elbette beni istediğim her yere bırakmak zorundasın,” diye homurdandım. “Arabamı tamir etsen iyi edersin, yoksa kafanı öyle çok sıkarım ki sonunda tek nefesle dağılan bir karahindibaya dönüşür.”
“Affedersin ama hangi kafamı? Ona göre tahrik olacağım da.”
Onu dirseğimle iterek yanından geçmeden hemen önce vestiyerdeki çantamı aldım. Ardından yanından geçip, kapıyı sertçe kapatarak koridorda ilerlemeye başladım. Dünün izleri her yerdeymiş gibi gelse de yerde kan lekeleri yoktu, boğazımda biriken merak duygusuyla zemini izlediğim sırada, “Zeyna,” diye açıkladı arkamdan. “Onun okyanusundaki tuz kan lekelerine birebir. Ona binlerce kez söyledim, deterjan işine girişmeli. Milyarder olacaktır.”
“Zeyna bu binaya elini kolunu sallayarak girebiliyor,” dedim başımı iki yana sallayarak. Güvenliğimizin olmadığını şimdi daha iyi anlıyordum. O karındeşen bir şekilde bizim kılığımıza girebiliyorsa içeri de girebilirdi ama peki ya Zeyna…
“Hakkını yeme, çok iyi flörtleşir, kapıdaki güvenliğin Zeyna gibi bir kadına hayır demesi imkansız.” Ellerini kot ceketinin ceplerine soktuğunu yan tarafımıza düşen gölgelerimizden anlamıştım.
Asansörün düğmesine bastığım anda zil sesi duyuldu ve halihazırda beklemede olan asansörün kapıları iki yana otomatik bir hızla açıldı. Asansörün içindeki aynaya düşen yansımamıza bakarak içeri girdim ve Murat da gözlerini yansımadan çekmeden asansöre bindi. Kapılar kapanırken aynaya sırtımızı vermiştik, hemen yanımda dikiliyor, kolu koluma değiyordu ama benden daha uzun olduğu için benim omzum onun pazusunun biraz altına geliyordu.
“Kanatlar canını çok yaktı mı?” Sorusunu var eden ses tonunda meraktan eser olmasa da içinde bir yerde bu konuyu son derece merak ettiğini hissettim.
“O an ne hissettiğimi tam hatırlamıyorum. Her şey birdenbire gelişti.” Omzumun üzerinden ona baktım ama o bana değil, asansörün sımsıkı kapalı duran metal kapısına bakıyordu. “Senin var mı? Yani öyle…”
“Kanatlar mı?”
“Evet,” dedim, bana bakmama konusunda ısrarcıydı, aldırış etmemeye çalıştım.
Dudaklarını sımsıkı kapattı ve bana cevap vermeden sadece asansörün kapılarının açılacağı anı bekledi. Cevap vermemesi sinirlerimi tepeme toplamıştı ama aldırış etmedim, bir an önce laboratuvar fotoğrafların kopyalarını almalı, daha sonra da Velencosoların Konağı’na gitmeliydim.
Araf yolculukta hiç konuşmadı, laboratuvarın koridoruna girdiğimizde bile beni sessiz, konuşmamaya yeminli bir gölge gibi takip etti. Bu halini anlık olarak yadırgadım ama aklımda büyüyerek çıkmazı var eden karmaşa daha fazla düşünmeme engel olarak beni başka bir karmaşanın içine itti. Kriminal laboratuvarının beyaz odasında Donovan ve Pelin dışında kimse yoktu. Pelin lam ve lamelleri sıraya koyuyor, Donovan önündeki bir kağıdı dolma kalemle dolduruyordu.
Beni ilk fark eden Donovan oldu, Nova’nın gözlerine yayılan parıltıyı görünce kalbim parçalandı çünkü o da Hemera’nın iyileştiğini biliyordu ama bunun normal yollardan olduğunu sanıyordu; üstelik hala içinde bir yerlerde Hemera’yı sevdiğini biliyordum. Kahverengi gözlerine bakarken yaşanan her şeyi içime gömmek çok zordu.
“Rose telefonlarımı açmıyor,” diye homurdandı dolma kalemin başıyla beni işaret ederek. “Ve sen de sesli mesajıma dönmedin. Sizden beş saatten fazla haber alamazsam uyuduğunuzu düşünürüm, altıncı saatte ise polis merkezinde ağlayarak eşgalinizi veriyor olurum. Dün Meriç’in yanındaymışsınız ve bil bakalım kimin bundan haberi yoktu.” Gözleri bir anda arkama doğru kaydı ve kaşlarını havaya kaldırdı. “Tamam, seksi de hesaba katarsak size ne fazla yedi saat ulaşamazsam sakin kalırım.”
“Nova, şu cinayetlerle ilgili koşturuyorduk,” dedim bir nevi doğruyu söylemeyi tercih ederek, Murat hiçbir şey söylemediğine göre yanlış sularda yüzmüyordum. “Rose da Farah ile beraber bir başka konu üzerinde duruyordu. Ben de cesetlerin fotoğraflarının bir kopyasını almaya geldim.”
“Farah ve Meriç asla birlikte çalışmazlar,” dedi Nova dehşet içinde. “Bir gece içinde kıyamet alametlerinin tamamı yaşanmış olabilir mi?” Beni işaret etti. “Arkandakiyle yan yanasın, Rose telefonlarıma cevap vermiyor, Farah ve Meriç birlikte çalışıyor. Bir sonraki adımda da şehre insana dönüşen kurtadamlar iner mi?”
Tüylerim dikilirken, “Nova,” diye mırıldandım. “Fotoğraflar?”
“Hemera mesajlarıma cevap verseydi mutlu bir Nova olurdum ve hiçbirinize soru sormadan dediğinizi yapardım.” Kalemi beyaz mermer taşı masanın üzerine bırakıp başını iki yana sallayarak büyük çekmecelerin olduğu yüksek raflara doğru ilerledi. “Bu arada, Farah Hoca’ya da ulaşamıyorum. Eğer kardeşi olarak ona ulaşırsan Murat, lütfen söyler misin, kurbanların karın kısmında pıhtılaşan kanın içinde kargabüken zehrine rastladık.”
Kargabüken otunun özünde ne kadar kuvvetli bir zehrin yaşadığını biliyordum. Bakışlarım bir an için Nova’nın sırtına yoğunlaştı ve Nova’nın iki yana genişleyen hafızası beni içeri davet etti. Nova’nın zihnine sızdığım sırada Murat, “Yerinde olsam dostum,” diye fısıldadı zayıf bir sesle. “Bu aralar kimseye ulaşamamanın tadını çıkarırdım.”
Nova’nın ellerini gördüm, büyük ellerine taktığı lastik eldivenleri çıkarırken Pelin’e, “Kargabüken otu ne alaka?” diye soruyordu. “Katil onları deşmeden önce zehirliyor muydu sence?”
“Kargabüken dokuyu büyük oranda felç edebilir,” dedi Pelin işine konsantre olmuş bir halde. “Sanırım katil, kurbanlarının içini deşmeden önce onların hiç acı çekmemesini istediği için yaralayacağı kısmı felç ediyordu.”
“Ama kurbanların dehşet yüklü yüzleri?”
“Gördükleri şeyden korkmuş olabilirler mi Donovan?” Pelin kafasını kaldırıp umutsuz gözlerle Nova’ya baktı. “Öldürülürken acı duymamak, öldürüldüğün gerçeğini değiştirmez.”
“Vicdanlı bir katilimiz var sanırım,” diye mırıldandı Nova iğrenerek cesede bakarken.
Pelin tiksindiğini gösteren bir ifade takınırken, “Ruh hastası olduğu gerçeğini değiştirmez,” dedi.
Nova fotoğrafların olduğu zarfı elime bırakırken, “Bebeğim,” diye mırıldandı, “iyi misin?”
“Yorgunum.” Gözlerinin içine baktım ve gülümsedim. “Bu hafta sonu Ruphi’nin yerinde bir şeyler içersek, bir şeyim kalmaz.”
Nova bana gülümsedi, dilinin ucuna Hemera ile ilgili sorular geldi ama sormadan ağzını geri kapattı; hafızası genişleyip yavaşça daralırken içinden sızmaya başlayan Hemera’ya ait görüntüler kalbimi parçalara bölüyormuş gibi hissettirmesine rağmen ona gülümsemeye devam ettim.
“O çocuk kız kardeşine çok aşık,” dedi Murat elleri kot ceketinin ceplerinde hemen yanımda yürürken. “Kız kardeşin birden iyileşip ensemize çökmeden öncesine kadar, onun öleceği düşüncesiyle nasıl yaşıyordu bu zavallı?”
“Beni ayakta tutmak için çok uğraştı.” Cümlemdeki saf dürüstlük, Murat’ın ilgisini çekmiş olacak ki omzunun üzerinden bana baktı ama bu kez ona bakmama sırası benimdi. “Hemera’yı kaybettiğim o dönem çok karanlık. Bir kızla dövüşmem gerekiyordu, turnuvalarımız vardı ve kazananlar ilk birliğine teslim olacaktı. İstemiyordum. Tek istediğim sağlam bir sopaydı.” Omuz silktim. “Ringe çıktım ve karşımdaki kızı tek bir hareketle yere yığabileceğimi bilmeme rağmen karşılık vermedim. Maç boyunca, tam otuz dakika bana durmadan vurdu ve karşılık vermedim. Nova ringe atlayıp maçı durdurmaya çalıştı, hakem durdurmayınca hakemi yumrukladı ve üç ay uzaklaştırma aldı. İlk birliğimize gitme şansını kaybettik, üç aylık cezada hep çalıştık. Dövüşüyorduk ve içimizdeki o his yumruklarımızdan dışarı gidiyordu. Beni toparlıyordu ve benim için önemli olan tek şey Hemera olduğu için, Nova’nın beni toparlarken yavaş yavaş kendi içine doğru çöktüğünü görmüyordum.”
“İyi bir dostmuş.”
“Nova benim her şeyim,” dedim kalbimde pır pır eden o şefkat dolu hissi dışarı bırakarak. “Onu Hermes’ten farklı görmüyorum.”
Koridorun sonundaki çift kanalı kapıdan dışarı çıktığımız sırada, “Peki ya Hermes?” diye sordu Araf benimle ilgili daha fazla detay bilmek istiyormuş gibi.
“Abim Mavi Yaka’nın en büyük üniversitesinde üst düzey eğitim görüyor,” dediğimde bunu zaten biliyormuş gibi bakınca gözlerimi devirdim. Kar taneleri irili ufaklı parçalar halinde saçlarıma tutunmaya başlamıştı. Onun siyah saçlarına tutunan kar taneleri, soğuk bir geceyi hatırlatan saçlarının üzerinde bir mezarın üzerini kaplayan beyaz zambaklar gibi görünüyordu. Uzanıp saçındaki kar tanelerinden birini omzuna doğru silktiğimde bakışlarının yüzüme kilitlenip kaldığını fark ettim. “O da bir gün babam gibi profesör olmak istiyor.” Gözlerinin içine baktığımda, camgöbeği gözlerinin içinde titreyen dünyayı gördüm. Her şey titriyordu. Ben bile onun gözlerinin içinde titriyordum. “Abim ve Hemera hiç anlaşamazlar, kedi ve köpekten farksızdırlar ama Hemera’yı o odaya soktuğumuzda, abim o hastanenin boş koridorunda duvara yaslanıp yere çökerek kendi dizlerine sarılmış ve bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamıştı. Hemera’nın aklı başında kurduğu son cümleyi o gün duydum. Hastanenin beyaz yatağında otururken babamın elini tutup, abime söyle ağlamasın, demişti ve sonra zihni tamamen susmuştu.”
Araf Murat, “Artık sizinle,” diye mırıldanarak gözlerini ileride park halinde duran arabasına çevirdi. “Bu, dün gece kanatlarının seni parçalayarak dışarı çıkmasına neden olan uyanışının nedenini açıklıyor.”
“Kaybetme korkusu?”
“Daha da fazlası. Eğer Hemera’nın da şekil değiştirme gücü varsa, eminim o da sana ya da çok değer verdiği birine bir şey olacağını sezdiğinde açığa çıkacaktır.” Arabanın kapısını benim için açınca, gözlerimi kaldırıp yüzüne dikkatle baktım ve teşekkür edercesine başımı aşağı yukarı sallayarak arabaya bindim.
Velencoso Konağı, Kargüzü Ormanı’nın arkasında kalan vadiyi geçince çakıl bir yolun bitimindeki karanlık koruluğun içine konumlanmıştı. Sık köknarlar, çamlar, sedirler, karakavaklarla çevrili ormanın ortasındaki yol sadece bir arabanın sığabileceği genişlikteydi. Bir yılan gibi kıvrılan yol öyle uzundu ki, hiç bitmeyecekmiş gibi hissettirmişti. Kızıl gökyüzünden düşen kar taneleri bu tarafta neredeyse yok denecek kadar az düşüyordu, orman kar tutmamıştı ve diğer yakadaki gümüş parıltılı buzdan ay uzakta yanan bir yıldız gibi görünüyordu. Güneş, kara bir delik gibi tepemizde simsiyah formuna kavuşmuş, geceyi var eden kasvetli bir muskaya dönüşmüştü.
Etrafı sivri siyah demir parmaklıklarla çevrili konak, eski bir köşkü anımsatıyordu. Dört kubbesi vardı, her bir kubbe bir diğerinden farklı konumlanmış, farklı boyutta ama aynı görüntüye sahipti. Bir kubbe kuzeye, biri güneye, diğer ikisi batı ve doğuya bakıyordu. Ürkütücü konak siyah bir örtüyle kaplanmış gibi kasvetli görüntüsüyle kalp atışlarımın ağırlaşmasına neden olmuştu. Her bir kubbenin balkonunda inanılmaz boyutta melek heykelleri vardı. Konağın hemen kapısına doğru giden bahçede de iki büyük aslan heykeli karşılıklı duruyordu. Kızıl ışıltı sızdıran ortası karanlık güneş, tıpkı büyük bir dolunay gibi konağın arkasında tüm ihtişamıyla asılı duruyordu.
“Burada mı yaşıyorlar?” Sorum üzerine Araf’ın gırtlağı kalkıp indi ve hoş bir kıkırtıyla beni onayladı. Cip, demir parmaklıkların önünde durmuştu.
“Velencosolar eski kafalılardır,” dedi. “Bu yakadaki tüm mülkleri satın alabilecek kadar mirasları ve hazineleri olduğunu duydum ama bu korku evinde yaşamayı tercih ediyorlar. Yüzyıllardır var olan bir şato burası. Zamanla ismi konak olarak değiştirilmiş.”
“Kanbaz olayı ne?”
“Kanla beslenen doğaüstüler, çok eskiden, milenyum kadar önce insan etiyle de besleniyorlarmış,” dedi Araf soğukkanlılığını koruyup beni dehşetle kan kardeşi yaparak. “Beslenme alışkanlıkları mitlerde geçen ama gerçekte olmayan vampirlere benziyor. Güzellikleri ve kısıtlanmayan sonsuz yaşamları da öyle…” Derin bir nefes aldı. “Ama onlar, bahsi geçen efsanedeki varlıklar gibi insanları ölümsüz yapamazlar. Öldürmeden de beslenebiliyorlar ama öldürmek onlar için bir tabu değil, umursamazlar.” Kanım dondu. “Yine de Velencosolar insan öldürmüyor. Sadece beslenmek için insanlarla takılıyorlar. Tabii ölümsüzlük veremeseler de zehrini verdikleri insanlara sonsuz güzellik ve bir yetenek bahşediyorlar. Şu şeytana penisinin rengini soran boşboğazlı Frederick mesela, on yıl önce bir insan kızına zehriyle güzellik ve yetenek verdi. Kız şimdilerde çok ünlü bir ressam. Tabii Frederick geçen on yıl içinde hiç yaşlanmadığı için kızın karşısına çıkamıyor. Muhtemelen kız onu görse Frederick’in yeğeni falan zanneder.”
“Hiç mi yaşlanmıyorlar?” Şok içinde olsam da soruyu sakince sormam Araf’ı güldürdü.
“Her on yılda bir on yıllık durgunluğa giriyorlar. Yani yirmi yaşına girdiklerinde bir on yıl kadar yirmi yaşında kalıyorlar ama otuzlarına girdiklerinde bu duruyor ve sonsuza dek otuz yaşında kalıyorlar.”
“Tuhaf,” diye mırıldanmamla, konağın arkasından yukarı doğru tazyikle kabaran suyu görmem bir oldu. Gözlerim irileşti, ön cama yapışıp hiç şekli bozulmadan bir hortum gibi havada asılı duran suyu bakmaya başladığımda Araf, “Zeyna’nın canı sıkılmış,” dedi sırıtıp cipin kapısını açarak.
Hızla cipten inip, çakılların da olduğu toprak yolda topuklularımla hiç zorlanmadan yürümeye başladım. Kafamı kaldırıp hala havada asılı duran hortum şeklindeki suya dehşet dolu gözlerle bakarken, biri bahçede doğru koştu ve açılan kanatların sesini duymamla adımlarım sekteye uğrayıp durdu. Dev kahverengi kanatlar bahçedeki tüm çakıl ve toprağı havaya kaldıran bir esinti yarattı, üç saniye sonra Noyan dev kanatlarının ortasında havadaydı ve su bükülüp bir yılan şeklini almış onu takip ediyordu.
“Zeyna, toplantı için buradayız,” dedi Noyan hızla kanatlarının üzerinde yükselmeye başlamadan hemen öncesinde.
Topuklu çizmelerinin üzerinde kedi gibi yürüyerek konağın arka duvarından çıkan Zeyna parmaklarını oynatarak kalın gövdeli su yılanının şeklini büktü ve su, bir kobra yılanı gibi ağzını açarak Noyan’ın üzerine çullandı ama Noyan öyle hızlı bir kanat darbesiyle kendi etrafında döndü ki, su formlu yılan gideceği yönü şaşırarak boynunu kabarttı.
“İşgüzar,” diye hırladı Zeyna, narin parmaklarını birbirinden ayırdı, iki elini havaya kaldırmasıyla, su formlu yılanı ikiye ayrıldı ve artık Noyan’a saldırmaya çalışan iki yılan vardı. Yılanlar tıslamıyordu, sesleri suya benziyordu ve ninniyi anımsatan bir mırıltı çıkarıyorlardı; sus sesli yılanlara içimdeki dehşeti bastıramadan baktım.
Hızla büyüyen alevden bir kaplan, su yılanlarını büyük kuyruğuyla bükerek içine aldığında, Zeyna dişlerini gıcırdatarak alevin fırladığı noktaya doğru baktı. Velencoso Konağı’nın dev kapısı iki yana açılmıştı; Ayevi mora dönmüş gözleriyle parmaklarını oynatarak ateş hatlarıyla var olmuş kaplanını yönetiyordu. Noyan, Ayevi’ne doğru dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle baktı ama havada duran dev su ve ateş kütleli canlılara bakarken onlara odaklanmak mümkün değildi.
“Oyunu kesin ve hemen içeri girin,” dedi Ayevi kadınsı bir zarafetle. “Hemen.” Ve su yılanları, kaplanın alevleri içinde sönüp buhara dönüştüğünde, Ayevi mint yeşili şifon elbisesini yerde sürüyerek arkasını dönüp konaktan içeri girdi.
“Onun kaplanının ateşten kafasını koparacağım,” dedi Zeyna hızla buhara dönmüş yılanına koşarken, avucunun içindeki kristal parıltılı su damlaları iyileşmenin yankısını yarattığında, su yılanı tek bir vücut şeklinde yeniden ortaya çıktı. Zeyna, su yılanının başını okşarken gözlerini kısarak homurdanıyordu. Kaplan çoktan sahibiyle beraber gitmişti.
Noyan sırıtıyor olmalıydı ki, Zeyna, “O kanatlarına bir sürü balon balığı takmamı istemiyorsan ağzındaki o çirkin sırıtışı ve dudağının kenarındaki parıltılı salyayı sil Noyan,” diye hırladı. “Ve mümkünse, Ay Dokunuşu Bakire’sine artık açıl.” Zeyna ayaklarını yere vurarak konağa doğru ilerlemeye başladığında, Noyan’ın kanatları içeri doğru katlandı ama kaybolmadı; ayakları yere bastığı an bakışları omzunun üzerinden bize çevrildi.
“Gelmişsiniz,” dedi Noyan, ardından içe katlanmış kanatları pır pır etti ve derisinin içine işliyormuş gibi usul usul tenine doğru batarak gözden kayboldu. “Hemera içeride, oldukça güvende. Beni takip edin.”
Ahşap merdivenlerin korkuluklarının bitimindeki büyük heykeller dikkatimi dolduran ilk ayrıntıydı. Tıpkı kubbelerin balkonlarında olduğu gibi, evin birçok noktasında oldukça büyük melek heykelleri vardı. Kutsal kitapların olduğu bir vitrin dikkatimi çekmişti, şamdanlar altın rengiydi ve tamamı aynı boyutta, aynı modeldeydi. Duvarlarda İkarus’un Düşüşü ve Düşen Melek de olmak üzere çok fazla tablo vardı. Samael’iin intikamı çağlayan gözleriyle buluştuğumuz o kısa süre zarfında, Ramon eldivenli eliyle bana reverans yapıyordu.
“Beni mutlu ettiniz,” dedi. “Evimde sizi ağırlamaktan müteşekkirim.”
Yemek masasında saf altından servis tabakları, içki kadehleri, çatal ve bıçak takımları vardı. Ortada yanan mum da altın renkli bir şamdanın içindeydi. Nar gibi kızarmış büyük bir hindi yemek masasının ortasında, şamdanın hemen önünde duruyordu. Kurabiyeler, tatlılar, yerel yemeklerin olduğu masa bir kanbazın beslenmesi için uygun olmasa da bir insan için cenneti hatırlatıyordu.
“Tamamını ihtiyar abim pişirdi,” dedi sarışın kanbaz deri pardösüsü ile yemek masasındaki yiyecekleri işaret ederek. “O yaşlı bunağın insanların sevdiği her türlü zımbırtıyı iyi pişirebilecek egzersizi yapabileceği kadar zamanı vardı.”
“Abinle düzgün konuş Valerio, misafirlerimizin önünde seninle münakaşaya girmek istediğimi zannetmiyorum küçük kardeşim,” dedi Ramon gergin bir nezaketle.
“Ben senin küçük kardeşin değilim.”
“Az önce bana abi dedin bücür.”
“Senin yaşında birini baz alınca, evet benim küçük olduğumu düşünmen normal.”
“Misafirlerimiz var.”
Frederick merdivenleri inerken, “Ah, benim Hera’m da gelmiş,” diye şakıdı ellerini birbirine çarparak. “Fasfakir konağıma bir güneş gibi doğarak bolluk ve bereket getireceğini biliyordum.”
“Kız kardeşim nerede?” Bakışlarımı hızla Noyan’a çevirdim. “Hemera nerede?”
“Ayevi ona ilaç veriyor,” diye açıkladı Zeyna bir sandalyeye tünemiş tırnaklarıyla oynarken.
Reagan, gerinerek oturduğu sandalyeden kalkıp, “Artık şu konuyu konuşmaya başlasak nasıl olur?” diye sorduğunda, konuşmalardan anladığım kadarıyla Frederick’in ablası olan kabarık kıyafetinin içindeki Vasili önünde durduğu aynaya bakarak düşen elbise kolunu zarifçe yukarı taşıdı ve “Biri yaklaşıyor,” diye fısıldadı. “O geldiğinde başlayacağız.”
“Nasıl?” Reagan açık renk kaşlarını kaldırdı. “Kadro tamam değil mi?”
Vasili, “Bana güven Re,” dedi. “Biri geliyor. Fırtınadan hızlı, yağmurdan şiddetli, kardan soğuk, ateşten öfkeli biri geliyor.”
Samael’in olduğu tabloya doğru ağır adımlarla yürümeye başladığım sırada, ortama yıldırım gibi düşen sessizlik, Vasili’nin mırıldanarak aynaya doğru dönmesiyle ürkütücü bir uğultuya dönüştü.
Samael’in gözlerine bakmaya başladım.
Hemera’nın merdivenlerden inerken şakıdığını duysam bile gözlerimi Samael’in gözlerindeki intikamdan ayıramadım.
Vasili, “Geldi,” diye fısıldadı ve parmağını şıklattı.
Konağın dev kapısı açıldı. Gelene bakmadım ama hafızam tüm bedenimde açılan gözler gibi her yanı kapladı. Samael’e baktım ama Samael’in yüzünü değil, bir başkasını gördüm.
Gelen abimdi.
Beş saniye sonra, rüzgardan daha hızlı bir belirsizlikle fırlayıp Hemera’yı yakaladığı gibi konağın kolonuna yasladı ve ateşten daha çatırtılı bir öfkeyle, “Neden tüm arkadaşlarım senin iyileştiğini söyleyip bana delirmişim gibi davranıyordu?” diye gürledi. Ardından fısıldadı. “Sen nasıl iyileştin Hemera?”
🎧: Three Days, Fallen Angel
🎧: Samael, Angel’s Decay
🎧: Massive Attack, Angel
Onun gözlerinden akan yaşlar, acının değil, intikamın habercisiydi.