Bazen yörüngen yer değiştirir ama sen hâlâ en parlak yıldızsındır.
Hâlâ kraliçesindir.
Deneb, Kuğu Takımyıldızı’nın en parlak yıldızıydı. Lir Takımyıldızı’ndaki Vega ve Kartal Takımyıldızı’ndaki Altair ile birleşip yaz üçgenini doğuruyorlardı. O bir kraliçeydi, uzaklarda parıldayan, ışığının gücü hiçbir zaman ölçülememiş Deneb… Bizden öylesine uzaktı ki, gerçek parlaklığı kimse tarafından bilinmiyordu.
Öyle büyüktü ki, eğer güneşin yerinde olsaydı, dünyanın yörüngesini içine alabilirdi.
Abim, Hemera ve ben yaz üçgenini var eden Deneb, Vega ve Altair gibiydik.
Hermes, gözlerinden saçılan dehşeti gizleme gereği duymamıştı. Parmakları Hemera’nın omuzlarını sıkıca kavramış, kız kardeşinin gövdesini kalın kolona yaslamıştı. Sorgu ve meraktan daha farklı olarak, o gözlerde dehşet ve korku da vardı. Hermes korktuğunda saklanmazdı, savaşırdı.
“Sana diyorum Hemera,” dediğinde, ortama çöken sessizlikle beraber abimin sesi daha da gür konuma ulaştı. “Bu nasıl olabildi diyorum Hemera?”
“Gelecekle şekillenen hafızan bunu öngöremedi mi?” Hemera’nın dudaklarından tüm duygularından arınmış bir halde çıkan soru, Hermes’in gözlerindeki öfkenin bir adım geri atmasına neden oldu. Hermes kaşlarını çatarak Hemera’ya bakmaya başlamıştı. Hemera, onu sertçe iterek tutuşundan kurtulduktan sonra, “Siz ikiniz beni bir yerlere yaslamaktan vazgeçseniz iyi edersiniz,” dedi parmağının ucuyla beni ve Hermes’i işaret ederek. “Benim elim de armut toplamıyor, inanın.”
Hermes benim ve Hemera’nın aksine annemi anımsatan esmer yüzünde sarsılmış bir ifadeyle önce bana, sonra da çevresindeki garip kılıklı insanlara baktı. Vasili, normal bir insan gibi görünmüyordu; eski çağlarda yaşamış bir leydiye, kontese benziyordu, aynı zamanda erkek kardeşi Frederick ve kuzenleri Ramon ile Valerio da dükleri anımsatıyorlardı. Geri kalanlarımız normal görünsek de Noyan’ın sırtından fışkıran koca kanatları, Asil’in hem kanatları hem de şeytan boynuzları vardı: benim de kanatlarım vardı sanırım…
Hermes genişleyen burun deliklerinden içeri çektiği nefesin hemen ardından, “Hemera’nın burada olması doğal değil. Doğanın dengesini bozuyor bu,” dedi sertçe. “Öylece iyileşemez. Öylece insanlar… buna inanamaz.”
“Senin burayı öngörüp buraya gelmen nasıl mümkünse sevgili dostum, inan bana Hemera’nın da iyileşip hafızaların şeklini değiştirebilmesi mümkün,” dedi Ramon saygılı bir şekilde. Yine de konaktaki herkesin gergin olduğu su katılamaz bir gerçekti.
Noyan, Hermes’in şaşkınlığını fırsat bilerek konuya girdi. “Evet, seni buraya getiren hafızayı şekillendirecek olan geleceği görebilmendi.” Hermes çatık kaşlarla Noyan’a baktı. “Yol seni doğrudan buraya getirdi. Üstelik Velencoso Konağı hakkında hiçbir şey bilmiyordun, yanılmıyorum değil mi?”
“Yanıldığın falan yok,” dedi Hermes gergin bir sesle. Gözlerini Hemera’ya çevirdi. “Doğal değiliz, anladın mı? Sen doğal değilsin, ben değilim. Olmaması gereken şeyler oluyor. Bana anlatmak zorundasın.” Gözlerini Noyan’a çevirdi. “Ya da zorundasınız.” Yumruğunu sıkarak tekrar Hemera’ya baktı. “Ne sik dönüyor burada ve neden olmayan şeyleri görüyorum? Neden Profesörlerimden birinin kaza yapacağını gördüm ve neden sonra kaza yaptı? Sen nasıl iyileştin ve nasıl çevremdeki herkes senin iyileşmen normal bir şeymiş gibi davranıyor? Bana çıldırmışım gibi baktılar.” Hermes öfkelendiği zamanki gibi ardı arkası kesilemez bir biçimde konuşuyordu.
“Dostum, sakin ol,” dedi Noyan. “Lütfen. Bence burada ne olduğunu az çok tahmin edebiliyorsun.”
“Çeneni kapatıp geri basarsan sevgili abiciğim, zaten anlatırım,” diye hırladı Hemera, ardından onun dişi aurasını kuvvetle perçinleyen bir yumruğu abimin karnına geçirerek abimin geri çekilmesine neden oldu. “O odaya kapatıp siktir olup gittiğiniz kız yok karşında. Sessizce durup hırlamalarını çekeceğimi sanıyorsan, kötü bir haberim var abiciğim, sağlam bir yumrukla tüm dişlerini döktüğümde değil konuşmak, mırıldanamazsın bile.”
Abim yediği yumruğun acısını çabuk unuttu ama Hemera’nın gözlerindeki gerçeklikten bir adım öteye gidemedi. Araf Murat kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş, normal bir şey izliyormuş gibi birbirine giren Günse kardeşleri izliyordu.
Çok geçmeden, kızışan kavgayı söndüren Ayevi’nin ateşi oldu. Mor bir alev kervanı içinde abime doğru gitmeye başlayınca, abim etrafında mor alevler kıpırdayan kadına dehşetle baktı ama sonunda onu dinlemesi gerektiğini anladı. Çünkü Ayevi, ne kadar sakin görünse de, etrafında mor alevler dalgalanıyorken hiç de tekin görünmüyordu. Ayevi’nin sakin bir duayı anımsatan cümleleri konağın içinde dolandı durdu. Halının altındaki tozdan, yüzyıllardır bu evin duvarlarında konaklayan tablolara dek, her şey yaşananları Ayevi’nin ağzından dinledi.
Ağzımı bile açmadım, çünkü ben de bir şeyleri daha yeni sindirebiliyordum.
“Mantıklı gelen tek bir noktası yok,” dedi abim altın varaklı sandalyelerden birine oturmuş, birbirine bağladığı parmaklarından oluşturduğu büyük yumruğu izlerken. “Deli saçması.”
“Yani, kız kardeşinden daha normal bir tepki verdin,” dedi Araf bir kolu hâlâ göğsündeyken diğer elini kaldırıp tırnaklarına bakarak. “Onun karşısında biri şeytan iki herif kanat açtığında sadece öyle dümdüz baktı.”
“Şeytan mı?”
“İsmim Asil,” dedi abime bakan Asil. “Yani Asil denmesi kulağa daha asil geliyor.”
Araf başını omzuna yatırırken arkasındaki beyaz kolona yaslanıp kollarını göğsünün üzerinde bir kez daha toplayarak, “Seni şakacı şeytan, düşüyor mu böyle?” diye sordu muzip bir sesle.
Sonunda abimin şaşkın siyah gözleri bana doğru çevrildi ve dakikalardır ağzını bıçak açmayan kız kardeşine uzun uzun baktı. “Ne zamandan beri biliyorsun?”
“Çok olmadı.”
“Bir iki gün,” diye düzeltti Araf.
“Araya girme,” dedim sadece.
“Benim görülerim de yeni başladı.” Abim başını arkaya atarken, “Hemera’nın durumunu bana haber verebilirdin Hera. Hadi bu ciddiyetsiz cadıyı anlıyorum, ya sen? İnsanlar delirdiğimi sanmıştı,” dedi boğazından gelen bir homurtuyla. “Profesörlerden biri babamı arayacağını, yardım almam gerektiğini, Hemera’yla alakalı bir travma yaşadığımı söyleyip durdu.”
“Aile dramınızı bitirir misiniz?” Sonunda konuşan Valerio’ydu. “Bir toplantı için buradayız. Ciddi bir konu.” Gözlerini abime çevirdi. “Sen geldiğine göre, sıradakini bulmalıyız.”
Tek kaşım havaya kalkarken, “Neyden bahsediyorsun?” diye sordum, kafam allak bullaktı.
Valerio, “Toplantının asıl konusu abindi. O gelmeseydi, onu almaya gidecektik çünkü ona da ihtiyacımız var. Karındeşen olmadığı da kesin. Karındeşen bir şekil değiştiren. Abin sadece bir haberci. Gelecek kaynağımız olacak. Şimdi ihtiyacımız olan diğer üyeleri de bulmalıyız. Bize en az bir samuray, bir Tulpar -ki dünya üzerinde sadece tek bir Tulpar soyu var, onun liderini bulmalıyız- ve bir de cennet perisi gerekiyor,” dedi sert bir sesle. Ramon, onu destekler gibi başını sallamakla yetiniyordu ama yine de misafirleri için yaptığı yemekler soğuduğu, ortamda bir gerginlik başladığı için mutsuz gibiydi. “Tabii Ateş cini, ölüm meleği ve Sirius Nöbetçisi’ni de unutmayalım. Şansımız varsa, bu hafta aralarından bir tanesini ekibe dahil olmaya ikna edebiliriz.”
Hermes, “Ekibin amacı?” diye sorunca, Ramon, “Eğer gelip ortalığı birbirine sokmasaydınız, anlatacaktık,” dedi kibar bir uyarıyla. Kuğu gibi süzülen adımları yemek masasının baş köşesinde duran sandalyeye çevrildi. Sandalyeye oturdu, yakasına açtığı mendili serdi, eski bir şarap şişesinin içindeki kızıl sıvıyı altın yaldızlı kadehine doldurdu ve kadehinden bir yudum alıp eldiven olmayan eliyle şakaklarını ovdu.
“Sevgili yoldaş, hep böyle gürültücü olacaksan lütfen söyle de toplantılara kulak tıkacımla katılayım.” Kadehi yeniden dudaklarına gitmeden hemen önce durdu ve gözlerini bana çevirdi. “Sevgili Hera, eğer gerçekten zor bir durumda olmasaydık, inanın ki henüz deneyimi olmayan doğaüstülerle iş birliği yapmak istemezdik. Çözülmesi gereken cinayetler çoğaldıkça türümüz tehlike altına giriyor. Pek tabii bu durumun insanlık açısından da büyük bir hezimet olduğunu biliyorum. Dışarıda verilecek daha bir sürü kurban olabilir.” Gözlerini kadehindeki kızıl sıvıya indirdi ve iç çekti. “Sanırım size anlatmam gereken bazı şeyler var dostlarım. Noyan izninle…” Eliyle boş sandalyeleri işaret etti. “Lütfen oturun.”
Herkes, beklenmedik bir sakinlikle yemek masasının etrafındaki yerini aldığında, birkaç saniyeye sinen sessizlik, Ramon’un, “Daha büyük bir tehdit altındayız,” demesiyle, birbirine bakan yabancı gözlerdeki şaşkınlığı doğurdu. Noyan yumruklarını masanın üzerine koymuş hiç konuşmuyor, sadece masadaki boş servis tabaklarına göz gezdiriyordu. “Karındeşenin yalnız olmadığını, bir azmettireni, bir efendisi, belki de bir patronu olduğunu düşünüyoruz. Noyan ile bu konuyu enine boyuna düşündük.” Kadehindeki kızıl sıvı, parmaklarının arasında salladığı kadehin cam duvarlarına çarparak dalgalandı. “Belki bunu söylemek için çok erken ama ufukta güçlü bir düşman var. Üzerinden geçen yüz uzun insan yılının ardından Dolunay Çeşmesi’nden yeniden su yerine kan akmaya başladı.”
“Dolunay Çeşmesi de ne?” Sorum, herkesin olmasa da birçok insanın zihninde doğmuş bir soru olacak ki, masadan beni onaylayan sorgu dolu uğultular yükselmeye başladı.
“Vârisi olduğum tapınaklardan birinde var edilmiş bir doğaüstü çeşmesi. Her doğaüstü ruhu, doğacağı bedenin içine yerleşmeden önce o çeşmeden su içer, sonra da anne karnındaki bedene yerleşir.” Ramon’un açıklayıcı cümleleri abimin dehşetle ona bakmasına neden olmuştu ama ben öyle sakindim ki, Ramon bana bakarak konuşmasını sürdürdü. “Yüz yıl önce o çeşmeden kan akmaya başladı. Su değil. O süreçte anne karnına yerleşen bazı doğaüstülerin ruhu kutsal su ile değil, kan ile yıkandı. Bunun olması demek, kötü bir doğaüstünün, bir kırım var edecek olanın, bir ölüm tanrı ve tanrıçasının doğacak olması demek. Kanı durdurduğumuzda büyük bir savaş çıktı ve yüz yıl önce doğan bir doğaüstüyle savaştık. Yüz yıl geçti, şimdi bu kez o gün çeşmede kanla yıkanan doğaüstülerden biri daha gelecek. Her yüzyılda bir, bir yenisi cenin olurken, diğeri yüz yaşını doldurup kıyım yapmaya gelir.”
“Sadece bir tanesi kanla yıkanıyor öyleyse?”
“Bazı kaynaklar bir, bazı kaynaklar altı, bazı kaynaklar on üç olduğunu söyler. Ben bir tanesiyle bizzat tanışmıştım. O zamanlar oldukça küçüktüm. Bir yeni var olandım.”
“Ya bu karındeşen, kanla yıkananlardan biriyse?”
Sorum üzerine, “Kanla yıkanan bir şekil değiştiren olamaz,” dedi açıklayıcı bir sesle. “Belli bir yaştan sonra formu tamamen değişir, bir yarı insan yarı iblis görünümlü olur. Yani kendisini saklayamaz. İnsanlar onu koruma büyüleriyle insan gibi görse de biz onu doğrudan asıl formu şeklinde görürüz.”
“Yani bir şekil değiştiren olmadığı için, bir şekil değiştireni kullanıyor,” dediğimde Noyan parmağıyla beni işaret ederek, “İşte aynen öyle,” dedi. “Bu arada üzerinde bir koruma büyüsü yok, yani abin de bir kıyım var eden olamaz.”
Hermes, “Kıyım var eden bir şeyle savaşalım istiyor bunlar,” dedi dehşet içinde bana bakarak. “Seni,” Hemera’ya kötü kötü baktı, “ve seni, böyle bir şeyin içine sokacağımı düşünüyorsanız, bu sefer ikinizi birden o odaya tıktırırım.”
“Kardeşinin kanatları var hayatım,” dedi Araf birden çat diye. “Camdan kaçar.”
“Tekrar Hemera’nın ya da çevremdeki birinin bunu yaşamasını istemiyorum,” dedim abimin yüzüne zamk gibi yapışan dehşeti görmezden gelerek. Sırtımda, artık var olmayan o köklerde derin bir acı hissiyle başım dönse de konuşmaya devam ettim. “Kimi bulmamız gerekiyorsa bulalım. O kişiye ne yaparsanız yapın. Ben karındeşeni istiyorum.”
Masada esen soğuk bir rüzgâr, şamdanlarda güçsüz bir alevle yalpalayarak yanan mumları titretti ya da belki de bu sadece o anki enerjiyle zihnimizde beliren bir vizyondu. Hemera’nın siyah gözlerinin bana saplandığını gördüm, abim tek kaşını kaldırmış, kararsız bir şekilde beni izliyordu. Şarap bardağımı öne doğru iterken, “Kan değil, normal şarap varsa, lütfen alabilir miyim?” diye sordum ve Frederick, uzun köpek dişlerini göstererek sırıttı.
“İstersen ölümsüz canımı bile alabilirsin,” diyerek parmağını hareket ettirdi, masanın diğer ucundaki metal kabın içindeki şişe, altındaki kapla beraber hızla yemek masasının üzerinde kaydı ve Frederick şişeyi eline alıp ayaklanarak arkama geçti. Şarabı kadehime doldururken tatlı, erkeksi kokusu yüzüme doğru akıyordu. “Bu kadar yeterli mi?” Kadehe bakıp başımı salladığım anda geri çekildi. “Sana hizmet etmek benim için zevkti…”
“Yılışık ölümsüz,” dedi Zeyna yüzünü buruşturarak kadehini eline alırken. “Unut bunu Freddy, o kız seninle yatmayacak.”
“Umut ölümsüzün yongasıdır,” diye homurdandı Frederick.
“O söz öyle miydi?” Zeyna tek kaşını kaldırarak sormuştu bunu.
Frederick, ikilemde kalarak, “Değil miydi?” diye sordu.
“Kız kardeşimle ilgili konuşurken iki kez düşün,” dedi abim birden Frederick’e dönüp hırıldayarak, “ağzının içindeki dilin yerinde kalmasını istiyorsan, üçüncü kez düşünmene gerek kalmaz zaten.”
“Aa ne ayıp, erkek kardeşin olsa ve bir kadın olup ona bu cümleleri kursam beni bir halt sandığın uzantına takmazdın ama,” dedi Frederick kınayarak. “Tatlım, bırak da kız kardeşin kendi adına cevaplar versin. Testosteronların bir başkasının yerine cevap vermek zorunda değil.”
“Frederick,” dedi Araf, Hermes tam ağzını aralayacakken. Dörde katlanmış mendilini açtı, yakasının içine sıkıştırdı ve önündeki bütün tavuğun bacağını sertçe koparırken Frederick’in gözlerinin içine dikkatle baktı. “Bu bacak, ne güzel koptu, değil mi?”
“Evet,” dedi Frederick. “Çok güzel koptu ve susmam gerektiğini anladım. Biz kanbazların bir yeri kopunca yeniden çıkmıyor maalesef ki.”
Noyan, “Sevgili Hermes,” dedi kadehini kaldırarak. “Tatsız bir tanışma olduğunun farkındayım dostum, lakin bilmeni istiyorum ki biz senin düşmanın değil, dostlarınız. İlerleyen günler bize ne gibi bir yıkım getirecek bilmiyorum fakat bir gün muhakkak müttefik olmak zorunda kalacağız.”
Abimin dikkatli bakışları Noyan’a çevrildi. Bir süre sustu, sonunda, “Anlamam gerek,” dedi. “Şimdi konuşmak, bağırmak çağırmak, bunların tamamı anlamsız olacak.”
Kimse bir şey yemedi. Noyan abime kısa özetler halinde durumu anlatsa da abim dalgındı, neyin içine düştüğümüz konusunda düşündüğüne emindim. Konağın bahçesine süzüldüğümde, alacakaranlık saçlarımın arasından süzülen rüzgârın daha da soğuk hissedilmesini sağlıyordu. Diğer yakadan eserek gelen kar tanelerini gördüm, yere hiç konmadılar, yele tutunarak öylece kaybolup gittiler. Aslan heykellerinin önünde durup karanlık koruluğu izlediğim esnada Hemera ile abim arkamda bir kavgaya tutulmuşlardı. Abim kandırılmanın acısını çıkarırcasına kelimeleriyle Hemera’yı hedef alıyor, Hemera ise kendini daha acımasız kelimelerle korumaya çalışıyordu.
Frederick, “Günse kardeşler, inanın bana kavga esnasında çok seksi görünüyorsunuz ama kaosun fazlası ruhumu yoruyor. O yüzden lütfen konağımın önünde birbirinizi yemezseniz sevinirim,” dedi ve karanlık ormana doğru baktı. “Bu arada gölge yiyenlere dikkat edin lütfen. Koruluğun sonunda ağzından salya akan bir sürüsüne rastlayabilirsiniz. Ne kadar tılsım yapsam da geliyorlar. Eğer koparabileceğim hoş bir boyunları olsa inanır mısınız gölge özüyle bile beslenmeyi düşündüm onlar yüzünden. Çok haytalar. Gerçekten canımı sıkıyorlar. Bir de sinir bozucu bir gülme sesleri var ki sormayın, küçük, yuvarlak bir yaratık, şişman ve tıknaz; bir tekmeyle üç buçuk metre uçurabilirsin ama yeterli gölgeyle beslenirse boyları sekiz metreye kadar çıkıyormuş. Ben hiç sekiz metre görmedim.”
Zeyna gözlerini Frederick’e çevirdi. “O şeylerden mi var buralarda?”
“Evet ama merak etme, seni her zaman koruyacağım.”
Hermes, “Artık gitsek iyi olur,” dedi bana ve Hemera’ya bakarak. “Seni gözümün önünden ayırmayacağım. Çünkü bir kez daha babamın ya da bizim duygularımızla oynamana izin vermek gibi bir niyetim yok.”
Hemera, “Kimseyle oynamadım,” dedi sertçe.
“Babamın hatıralarının yerini değiştirdin. Senin hastalığı öylece yendiğine inandı. Çektiği tüm acılar? Düşüncesiz ve bencilsin. Hepimize yalan söyledin.”
“Sesini kes artık,” dedi Hemera. “Bana ne olduğunu bile bilmiyordum. Kendini benim yerime koymayı dene. Birilerinin başına neler geleceğini gördüğünde nasıl hissettin? Senin aklın gayet yerindeydi, bense bir hastane odasında aklımı keşfediyordum; tamamen çıldırmış bile olabilirdim.”
Hermes toprak yola doğru yürüyerek, “Ne olursa olsun,” dedi. “Orada öylece uzanıp bizi dinlerken çok eğlendin mi merak ediyorum.”
“Evet, özellikle de bir kez olsun yanıma gelmediğini düşünmelerini sağlayıp her hafta sonu yanıma uğradığında ve saçlarımı okşadığında çok eğlendim!” diye bağırdı Hemera şiddetle, bu Hermes’i daha da öfkelendirdi. İçimin acıdığını hissettim ama yüzüm tepkisizdi, yel saçlarımın arasından kayıp giderken sadece onları izliyordum. “Kafayı yediğimi düşünüyordum. Hastaneye yatırılmış zihinen hasta bir insanın başına birden böyle şeylerin gelmesi… normal mi sence? Kendimden korkuyordum!”
“Korksan bile… söyleyebilirdin. Endişeden ölüyordum.” Hermes homurdanarak sırtını bize dönerek ormana doğru baktı.
“Hermes, her zaman dramayı sevdin,” dedi Hemera gözlerini devirerek.
Tam o an, koruluktan hızla gürleyerek fırlayan o yoğun rüzgârlı gölgeyi gördüm. Rüzgâr öyle şiddetli esti ki, yerdeki çakıllar ve toprak havaya kalktı. Her şeyin anlık yaşandığı saniyelerde gölge bir kalıba sığacak gibi şekillenmeye başladı; formu karanlık titreşimlerle oynaşan bir siluete dönüştüğünde ve o siluet abimin etrafını sarıp yine karanlığı çağırdı ve karanlık siluetin elinde etrafı ateş gibi dalgalanan ama oldukça karanlık görünen bir kılıç tuttuğunu gördüm. Kılıcı abimin boynunun altına koyarak abimin arkasında devleşti ve boyu yaklaşık üç metreye ulaştı.
Abimin siyah gözlerinin irileştiğini gördüm, sanki o karanlık kılıcı gerçekten keskin bir metal parçasıymış, boğazında hissediyormuş gibi put kesilmişti. Panikle öne doğru kabarmamla, Murat’ın beni kenara itip avucunu hızla öne doğru açtı, sanki deri ceketinin kol kısmından yavaşça bileğe süzülüyormuş gibi süzülerek usulca uç gösteren kılıcın avucunun içinde belirdiği anı dehşetle izledim. Murat, bir metreden daha uzun görünen, yüzlerce kilo ağırlığa sahip olduğu havayı doğrarken çıkardığı rüzgârı lime lime eden seslerden açıkça okunan kılıcı salladı; havanın içinde üç büyük yarık açtı ve kılıcın hareketiyle beraber havada oluşan kar leoparı siluetini gördüm. Leopar sanki gerçekmiş gibi havada süzülerek düşmana doğru koştu, abime kılıç çeken silüete saldırdı.
“Bırak onu Setsu,” dedi Araf ama hayır, konuşan Araf değildi, konuşan kılıcın ucunda beliren, gökte süzülerek düşmana saldıran leopardı; ses ise tamamen Araf’a aitti. Bir süre sonra, bilincin de ona ait olduğunu anladım.
“Bu geleceği fısıldayan kim?” diye sordu aynı anda hem kadın hem de erkek sesiyle konuşan gölge; sesi büyük bir hızla ormana yayıldı ve akabinde büyük bir yankının uyanmasına neden oldu. “Savaş mı planlıyorsunuz?”
“Setsu,” dedi kar leoparı tekrar hırlayarak havada süzülüp saldırıya hazırlanırken, “derhal bırak onu.”
“Bana sakın emredeyim deme,” diye hırladı yine o çift duyulan ses. “Ben tüm tabiatın göbek bağına atılan düğümüm. Yeri başınıza gök ederim!” Abimin boynunun altındaki karanlık kılıç dikleşti. “Şimdi söyleyin bana. Bu gelecek fısıldayan neden burada? Ne planlıyorsunuz?”
“Hiçbir şey planlamıyoruz. Haddini aşıyorsun. Dönüşmemi istiyorsan, bedenime girerim ve sana bu kez yeri sana ben gök ederim. Çünkü baş aşağı toprağa çakıldığında, yerin gök olduğunu düşüneceksindir kardeşim.”
“Haddini bil kedi çocuk,” diye hırladı Setsu. Hemera’nın beni arkasına aldığını hissedince onu itip öne geçtim; sanki karnı deşilmemiş gibi beni koruma güdüsüyle önüme atılmıştı. Frederick ile Ramon konağın basamaklarını inmeye başladığında gerginlik hat safhadaydı, Zeyna’nın parmak uçlarında yükselen su yılanlarının tıslamalarını duyuyordum.
“Ah dalgaların çakalı,” dedi Setsu ıslık çalarak. “Bana savaş mı açıyorsun?”
“Senin yerini suyun altında bırakır, göğünü bile boğarım Düğüm,” dedi Zeyna hırçın bir sesle. “Hemen bırak gelecek okuyanımızı.”
“Doğanın dengesini bozacak olursanız, hepinizi kilden bir toprağın altında mumyalarım,” dedi karanlık gölge, havada pençeleri sanki rüzgâra saplanmış gibi duran hologramı anımsatan kar leoparı dişlerini göstererek onu izliyordu.
“Hemen son ver buna Setsu-san,” dedi Ramon ciddi bir sesle. “Yakışıksız ve oldukça düşmanca tavırlar sergilerken benim arazimde olduğunu unutmuyorsundur umarım.”
“Hermes’in hiçbir dengeyi bozduğu yok kara suratlı,” dedim ters bir sesle, Zeyna’nın gözlerini irice açarak bana döndüğünü hissettim. “Hemen abimi bıraksan iyi edersin yoksa olmayan yüzünü yumruklamak zorunda kalacağım.”
“O ses de ne? Kimden?” Birden abimi öne doğru itti ve Hermes çakılların içine doğru dizlerinin üzerine düşerken karanlık siluet bana doğru bir adım attı. “Öne çık.”
“Önündeyim,” dedim meydan okurcasına. Noyan’ın kanatlarının rüzgârını duydum, düşmanca bir tavırla birkaç adım arkamda duruyordu. Herkesin şaşkınlığı hissedilirdi. Benim cesaretim nereden geliyordu bilmiyordum ama öfkenin kanımda bir cam parçası gibi gezindiğini hissediyordum. Hemera’dan sonra Hermes’in de gözümün önünde zarar görmesine asla izin vermezdim. Buna deli özgüveni ya da eceline susamışlık diyebilirlerdi, sorun değildi. Pabuç bırakmayacaktım.
Araf, “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye tısladı ama ona aldırış etmedim.
“Senin kokun neden böyle?” Bana bir adım daha yaklaşmasıyla, sudan, ateşten, gerçek metalden bir sürü kılıç ona doğrultuldu ve o, kılıçlar etrafını saran dikenler gibi onu hedef alırken bana bakmaya devam etti. Yüzünün ortası boşluktu. Gözleri, burnu, ağzı yoktu; sadece karanlıktı ama bana baktığını hissedebiliyordum. Gözlerinin ruhuma sızdığını, düşüncelerimin kapısını zorladığını hissediyordum. Ona doğrultulmuş kılıçlar umurunda bile değilmiş gibi bana doğru bir adım daha atma gafletinde bulundu ve sırtımda tuhaf bir karıncalanma hissettim. Kanatların kökleri uyuştu, tekrar derimi delecek keskinlikle bir şeyin cildimin altından baskı uygulamaya başladığını fark ettim. “Neden bir şey yok? Bir mühür, işaret, senin ne olduğunu gösteren bir kimlik… Kimliğin yok.”
Gözleri olmasa da sanki bakışları şimdi arkamda duran Hemera’daydı. “Aynısınız ama nesiniz belirsiz. Sadece,” karanlık elini kaldırıp beni işaret etti, “beyaz ve,” Hemera’ya çevirdi parmağının ucunu, “siyah,” diye fısıldadı. Sonra sorar gibi, “Yoksa tam tersi mi?” dedi, sesi esrarengiz geliyordu.
“Bu kadar gösteri yeter Setsu,” dedi Noyan. “Huzurumuzu kaçırıyorsun. Üstelik Velencoso arazisindeyiz.”
“Bu ikizleri nereden buldunuz?” Karanlık siluet, bedeninden ateşin dumanına benzer gri sis tabakası gezinirken Araf’a çevirdi bakışlarını. “Çeşmeyle mi alakalı? Uyanışlar mı başladı?”
“Kıyım başladı,” dedi Araf düz bir sesle. “Ve şu an tek yaptığın bizim tarafımızda olacak insanları korkutmak.”
“Bunlar insan değil,” dedi Setsu boğuk bir sesle. Yeniden beni izlediğini hissettim. “Ama doğaüstü kimlikleri de yok.”
“Bunun biz de farkındayız, zaten bunu çözmeye çalışıyoruz,” dedi Noyan, “şimdi bu gürültüye bir son verelim. Hepimizin arasında bir barış antlaşması var, şu an bu antlaşmaya ihanet ettiğinin farkında mısın bilmiyorum ama ediyorsun kardeşim.”
Setsu, yani Düğüm, “Gözüm bu eşsiz kızların üzerinde olacak,” derken gölgeleri ve karanlığı usulca geri çekilmeye başlamıştı. Siyah bir alev gibi görüntüsünün etrafında titreyen o tabaka yavaşça dağıldı ve Setsu başka hiçbir şey söylemeden hızla rüzgâra tutunarak çekip gitti.
“O şey de neyin nesiydi?” diye sordu sonunda abim, elini boğazına götürmüş, ardından parmak ucuna topladığı kan birikintisine bakıp dehşetle yüzünü buruşturmuştu. Hemera, Hermes’in boğazındaki küçük kesiğe bakmak için ona yaklaşınca Hermes ona dik dik baktı. Hemera, “Düşmanlık sonra,” dedi sertçe. “Şu an kardeşinim ve o zımbırtı seni yaraladı.”
“Bu gece sizi misafir etmeme izin verin lütfen,” dedi Ramon kibar bir sesle. “Sevgili Günse kardeşler, yaşanan bu yakışıksız olaydan dolayı konağım, kardeşim ve değerli kuzenlerim adına özürlerimi iletiyorum.” Valerio’ya doğru baktı. “Kardeşim, misafirlerimiz için orta kattaki daireleri hazırlamamız gerekiyor.”
Hermes, “Ben burada kalmayacağım,” deyince, Ramon’un gözleri Hermes’e çevrildi. “Sanırım seçim şansın yok gelecekte kadim dostum olacağına emin olduğum gelecek fısıldayan. Setsu intikamcı bir tabiat nöbetçisidir. O boynundaki kesiğin ensene kadar uzatmaya ve akabinde üç yüz altmış beş derecelik bir açı kazanarak kelleni bedeninden ayırmaya yemin ederse peşine düşecektir. Dostumuz olduğunuzu kabul etmek için bu gece burada kalman gerek, aksi halde kafanın içindeki hafızayı toprağı için alıp seni öldürür. Tabiat nöbetçileri için amatör bir gelecek habercisini öldürmek inan bana hiç de zor değildir. Üstelik Setsu iki bin yaşında.”
“İki bin yaşında bir adamın boğazıma kılıç yasladığını mı söylüyorsun sen?”
“Tabiatın cinsiyeti yoktur,” dedi Ramon yavaşça gülümseyerek. “Setsu hem bir kadın hem bir erkek, hem karanlık hem de aydınlık; hem bir baba hem de bir anne. Tabiat da onun çocuğu.” Reverans çekmesinin ardından konağının kapılarını tek bir parmak hareketiyle aralayarak ellerini konağına doğru çevirdi, kibar bir sesle, “Önden buyurun Sayın Hermes,” diye mırladı; kibarlığın altında gizlenen muzipliği tüm kan damarlarımda hissettim.
Hermes karşı çıksa da bir yanı olayın şokundaydı. Onun durumunda korkmamak garip olurdu sanırım. Sonunda konağa girmeyi kabul etti ve herkesi bir bir konağa doğru girerek gözden kaybolurken, Araf ile ben karanlık çakıllı arazinin ortasında dikilip birbirimize bakmaya devam ettik.
Sonunda, “Kimliksiz taş bebek,” dedi, “sanırım bu geceyi burada geçirsen iyi olacak.”
Rüzgâr az önceki yaratığı hatırlatırcasına saçlarımın arasından geçmeden önce tenime dokunuyor, sanki bana dokunan o yaratıkmış gibi ürperiyordum. Düşüncelere dalmış bir haldeyken, “Bu olanlara anlam vermeye çalışmaktan vazgeçtim,” diye itiraf ettim. “Ama bu gece evimde olmayı çok isterdim.”
Camgöbeği yeşili gözler karanlıkta parladı ama cevap gelmedi. Sadece beni süzdü, beni izledi, ruhumda bir ağıt vardı; belki duydu belki de duymadı ama konuşup bu ânı bozmadı. Karanlığı izlerken merak ediyordum. Ben aslında kimdim? Ben neydim?
🦂
Işıkların altında parlayıp sönen kırmızı saten elbisem dizlerimin epey üzerinde ve miniydi; kumaş üzerimde dökümlü bir şekilde duruyordu. Sırtımdaki çapraz bağların bedenimi gererek göğüslerimi havaya diktiğini hissediyordum. O yüzden meme uçlarıma yapıştırdığım küçük içi boş silikonları saymazsak, sutyen takmaya gerek duymamıştım.
Dirseğimin içinden yukarı doğru kıvrılan altın sarısı kelepçe bir yılan gibi üç kat sarılıyor, ucundaki kırmızı akik taşı omzumun biraz altını dürtüyordu. Altın rengi ince topukların üzerinde dans pistinin tam ortasından kedi adımlarıyla geçtim ve beğeni dolu gözlerin ağırlığını tenimin üzerinde yabancı eller geziniyormuş gibi net bir şekilde hissettim. Bazı korunaksız zihinler içindeki gereksiz bilgi yığınını ve benimle ilgili düşüncelerini öylece zihnimin ortasına döküyordu. Bir kadın heteroseksüel olduğunu iddia etmesine rağmen bacaklarımın arasında olmanın heyecanlı olabileceğini düşünüyordu; gülümsedim, bir gün asıl hislerini kabullenir miydi acaba? Bir adamsa, içimde olmayı sadece görüntüme sahip olmak için istiyordu; evet, benim gibi görünmek istiyordu. Cinsellik umurunda bile değildi. Hatta aklının içinden benimle ilgili erotik tek bir kelime bile geçmemişti; girmek dışında… Girmeyi de sadece beden değişimi olarak düşünmüştü. Oysa, içime girmek istediğini ilk duyduğumda ona öyle şeytani bir bakış atmıştım ki, korkusunun ışıkları bile boğduğunu hissetmiştim.
Bar tezgâhının cilalı mermerinin üzerindeki uzun ince bardağın içinde parlayan votka vişne kokteylini alıp pipeti dudaklarıma yaslarken Hemera barmen ile flörtleşmekten vazgeçip bakışlarını bana çevirdi. Üzerinde beyaz, vücuduna yapışan sert kumaştan bir elbise vardı; elbisenin kalın bantlı askılarından bir tanesi esmerleşmiş omzunun başından sıyrılarak koluna doğru düşmüştü.
“Biraz daha gezip ortalığı kontrol etseydin ya,” diye homurdandı. “Tam da beni tezgâhın altına davet edecekti.”
“Keyfine bak,” dedim düz bir sesle.
Kolunu tezgâha yaslayarak bar taburesinin üzerinde tamamen bana doğru döndü. “Donovan ne zaman gelecek?” diye sordu işveli bir sesle. “Onu görmeyeli epey uzun zaman oldu.”
“Nova’yla oynama,” diye uyardım onu çatık kaşların altında alev gibi parlayan öfkeli gözlerle.
“Oynamaktan kastın ne? Ben pek de masum olmayan bir evcilik oynarız diye düşünmüştüm.”
“Hemera.” Ona dik dik bakmaya devam ederken, “Nova seni seviyor,” diye homurdandım. “Hep sevdi. O odaya yatırıldığında mahvoldu.”
Hemera duygusuz gözlerle, “Ona beni sevmesini söyleyen benmişim gibi konuşma,” deyince öfkeyle kaşlarımı çattım ama karşılığı bomboş bir yüz ifadesiyle öylece bana bakmak oldu.
“Tamam, Nova’dan uzak dur bu yeterli. Bu gece her şey normalmiş gibi eğleneceğiz. Nova hiçbir şeyden şüphelenmemeli.”
“Meme dekolteme ya da özel yağ ile parlattığım bacaklarıma bakmaktan şüpheye düşmeye vakit bulamaz, merak etme.” İnce, uzun bacaklarından birini diğerinin üzerine atıp diz kapağını okşadı. “Bunlara hayır diyebilecek tek bir Âdem ırkı var mı? Hepsi birer geri zekalı.”
“Nova dekoltenle hiçbir zaman ilgilenmedi,” desem de oralı olmadı. Rose’a karşı duyduğum sevgiye rağmen, son zamanlarda yaşananlardan sonra kuşkuyu da durduramıyordum. Bunca zaman benden sakladıklarını düşündükçe kaşlarım çatılıyor, zihnimdeki düşünceler bir girdaba dönüşüyordu.
Bu buluşmayı ayarlayan bendim çünkü Nova, bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünmeye başlamıştı. Özellikle Rose’un onun telefonlarına çıkmaması bu şüpheyi zehirli yemlerle beslemişti. Rose hiçbir zaman Nova’nın telefonlarını görmezden gelmezdi. Ama bir süredir görüyordu ve Nova da bu garipliğin farkındaydı. Birdenbire ikimiz de elimizi ayağımızı çekmiştik.
Kalabalığı aşarak bana doğru gelen Donovan’ı görünce gülümsedim, birkaç saniye sonunda onun kollarındaydım. Beni belimden yakaladı ve kendi etrafında döndürüp, “Eğer ülke başkanının oğlunu kafesleyip yatağa atmadıysan ve beni bu kadar habersiz bırakmanın nedeni başka bir şeyse, inan büyük kavga edeceğiz,” diye homurdandı. Ayaklarım yere değdiği an, Nova’nın gözleri artık bende değil, bar tezgâhının önünde oturup viskisini yudumlayan Hemera’daydı; heyecanla birbirine çarpan düşüncelerinin sesini duydum.
Onun çok güzel olduğunu düşünüyordu, geceleri gökyüzünde parlayan Sirius olduğuna inanıyordu. Çocuksu düşünceleri hızla kafasının içinde yuvarlanarak büyüdü ve bir çığa dönüştü. Hemera’nın adi gülümsemesiyle ona iş attığını görünce kaşlarım daha da çatıldı ama Nova bu adi gülümsemenin cennetten çıkıp geldiğine emindi.
“Hey Donovan,” dedi Hemera elinde kadehiyle zarif bir şekilde bar taburesinden inip arkadaşıma doğru panter gibi ilerleyerek. “Vay canına, kasların her gördüğümde bir öncekinden biraz daha şiş görünüyor. Çok çalışıyor olmalısın.”
“Rose da geldi,” dedim Donovan’ın büyülenmiş bakışlarını Hemera’dan çekmek için Donovan’ı ensesinden tutup Rose’a doğru çevirerek.
Rose, çekingen gözlerle bize doğru yürüdü. Aurası her zaman olduğu gibi seksiliğini ortaya koyuyordu ama bugün kozasının içinde dinlenen bir kelebek gibiydi. Donovan onu yanağından öptü ama Rose tepki vermedi, gözleri Hemera’daydı; Donovan’ın her zaman sevdiği sevgili Hemera’sında. Hislerinin tüm çıplaklığıyla ruhumun duvarlarına yaslandığını hissettim ama zihni sessizdi. Artık zihnini duymama izin vermiyordu. Yine de kalbinde koca bir kırık olduğunu biliyordum. Artık Hemera vardı, artık Donovan ile bir şansı daha yoktu.
“Merhaba,” dedi Rose sessizce, Donovan onu uzun uzun izledikten sonra, “Sana ateş vadisi kokteylinden ısmarlayayım,” dedi onu neşelendirmek ister gibi. Ama Rose sadece buruk bir tebessümle başını sallayınca, Donovan istediği tepkiyi alamadığı için bozularak bara doğru ilerledi. Hemera’nın yanından geçtiği sırada Hemera onu boylu boyunca süzüp iç çekti ve bakışlarını bize çevirdi.
“Ne yazık,” dedi Hemera iç çekerek. “Ondan bir cehennem badigartı olurdu bence.”
Rose derin bir nefes alarak, “Onu damızlığın olarak görmek yerine bir defa olsun ona kalbinle bakmayı dene,” dedi. “Senin için mahvolmuştu.”
“Erkekler altmış yaşına gelene kadar bir sürü kadın için mahvolurlar tatlım.” Hemera omuz silkerek gülümsedikten sonra içkisinden bir yudum aldı. “Cehennem Perisi,” diye fısıldadı. “Ramon öyle olduğunu söyledi. Peki kalbin neden Havva’dan? Annen Lilith.”
“Lilith’in de âşık olabileceğini bilmiyorsun, çünkü daha önce birine hiç âşık olmadın.” Rose buruk bir tebessümle bar tezgâhının önünde dikilen Donovan’a baktı. “Onun gibi birini hak etmiyorsun ama bir gün kalbini kullanmaya karar verirsen, bence ondan iyisini bulamazsın.”
“Pekâlâ şaire hanım, teşekkürler. Eğer aşkla ilgili yazdığın aforizmalarla süslenmiş kompozisyonun bittiyse ben biraz dans edeceğim.”
Hemera kollarını kaldırarak erkeklerle dolu bir grubun arasına daldığında, Rose çekinerek Donovan’a doğru baktı. Donovan, Rose’un kokteylini alırken Hemera’nın gidişini izlemişti ama konuşmaları duyamadığı için şanslıydı. Yine de kahverengi topazlarına sinen o bakışlar bana ağır geldi ve “Hemera’yı seçimleri yüzünden suçlayamam,” diye fısıldadım. “Ama keşke Nova’nın kalbinden onu silebilsem.”
“Keşke benim zavallı kalbimden de Nova silinse,” dedi Rose, “bu arada hâlâ küs müyüz?”
“Benimle ilgili bir şeyleri bilmen ve aynı zamanda benden ne olduğunu sakladığın için mi?” Ona kötü kötü baktığımda utanmış gibi başını önüne eğdi.
“Neler hissettim bilemezsin.”
“Sırtımdan bıçak gibi çıkıp uzayan kanatlardan sonra senin ne hissettiğini benden iyi kimse anlayamaz.”
“Kim kimi anlayamıyormuş bakalım hanımlar?” diye sordu Nova, Rose’un kokteylini Rose’a uzatırken. Rose, yüzünde çarpık bir gülümsemeyle Donovan’a baktı ve bir süre sonra konu tamamen dağıldı. Her zaman olduğu gibi sadece kokteyllerimizi içip çılgınca dans ettiğimiz o günlere dönmeyi elbette beklemiyordum ama bu kadar karamsar da hissetmem diye düşünmüştüm. Huzursuzluğun tonları içimde yavaşça ilerliyor ve düşüncelerimi daha da karanlığa gömüyordu.
Hemera’nın birileriyle oynaşmasına alışkındım, Donovan’ın onun oynaştığı erkeklere iç açıcı olmayan tehditkâr bakışlar atmasına, Rose’un tüm dikkatini Donovan’a vererek hayallere dalmasına da alışkındım ama bu kadar büyük bir huzursuzluk hissetmeye alışkın olduğum söylenemezdi. Dans eden bedenlerin arasından süzülerek kalabalığı aşıp koridorlardan birine girdim, mekânın üst katına giden demir merdivenlere yöneldiğimde karanlık koridorda sevişen çiftlerin kondom paketlerini dişleriyle parçalarken çıkardığı sesleri duyabiliyordum. Kirli zihinler seksi dışarı akıtıyordu, bana ait olmayan her parçayı zihnimden iterek dışarı attım ve sadece topuklu ayakkabılarımın yere emanet ettiği sesleri dinledim.
Bir an sonra her yer karanlık değil, kızıldı; bir an sonra nabzımda ilerleyen o yırtıcı yükselişi hissettim; bir an sonraysa kulaklarım frekans seslerinin tamamını emiyormuş gibi çınlıyor, zihnim yanıyordu.
Elimi üst katın karanlık ve kavlamış duvarlarından birine yasladığımda zaten uzun olan tırnaklarımın biraz daha uzun olduğunu hissettim. Kızıl gören gözlerimi elime çevirdiğimde, tırnaklarım yeniden mantığa sığmayacak bir hızla uzayarak öne doğru kavis kazanıyor, yarım kanca şeklinde bıçaklara dönüşüyordu. Siyah tırnaklarımı duvara istemsizce sürttüm; ruhumda uluyan o açlığı hissettim.
Şiddetin her türlüsü zihnime öbek öbek gelerek kafamın içini kana bulanmış görüntülerle doldurdu.
Samael zihnimde tıpkı o tabloda olduğu gibi öfkeyle bekliyordu; konuşmuyordu, iletişimimizi koparmış ve değişimin saldırgan tortularının bedenime indirdiği darbeleri izliyordu. Bir şeylerin doğru gitmediğini hissetsem de bir yanım bundan memnundu. Omurgamdan yükselen bir acıyla ulur gibi inleyerek ellerimi dizlerime koydum ve çıplak dizlerime batan tırnaklarımın acısıyla ulumam kısık mırıltılara dönüştü. Kanın kokusu, rüzgâra tutunmuş pahalı bir parfümün kokusu gibi yüzüme çarptı. Duyularım içimde alevler halinde yükselerek zihnime dolduğunda kafamı hızla kaldırıp karanlık koridora baktım ve kanın kokusu çoğaldı.
Bir an sonra ölümün sesi geldi.
Bu kez zihnimde çığlık atan ses ince değil kalındı, bu kez yardım istenmiyordu, bu kez ağır küfürler ediliyordu; bu kez korku yoktu, korkudan da öte bir şey vardı; saf dehşetin kokusunu soludum. Dehşetin, kanın ciğer boğan metalik kokusundan bile ağır bir kokusu vardı.
Bedenimi sıkan o his birden kaybolunca dizlerimin üzerine düştüm ve “Bu gece beni cesede getireceğini biliyordum,” diyen sesin yankısı şiddetle içime yerleştiğinde, sarı saçlarım yüzümün etrafını örttü. Bomboş gözlerle yere baktım. Avuç içlerime yayılan hisle ilk kez öğürme dürtüsüyle doldum. Avuçlarımı kaldırıp yüzüme çevirdiğimde, yere zift gibi bulaşmış ne olduğu belirsiz siyah sıvının parmak boğumlarıma dolduğunu gördüm. Araf beni omuzlarımdan tutup kaldırırken avuçlarıma bakmaya devam ediyordum. “Burada ceset var, değil mi?” diye sordu ve havayı koklarken nefesinin zihnime bıraktığı sesi dinledim. “Kanın kokusunu sen de aldın, değil mi?”
“Ne zamandan beri buradasın?” diye inledim şaşkınlık ve öfkeyle. Gözlerimi avuç içlerimden ayırdığımda beni kendine doğru çevirmişti. Karanlığa rağmen cam gibi parlayan gözleri ışık gibi yüzüme yağıyordu. “Beni takip ediyorsun.”
“Evet,” dedi. “Çünkü beni her zaman cesede götürüyorsun.” Elleri hâlâ omuzlarımdayken arkama, arkamda uluyan karanlığa doğru baktı. “Bu gece burada biri öldürüldü. Belki dakikalar, belki de saniyeler önce.” Kanın kokusunu alabiliyordum, öyle keskindi ki, avuç içlerime bulaşan sıvının da kan gibi koktuğunu fark ettiğimde yutkunup gözlerimi tekrar Araf’ın gözlerine diktim.
“Bu şey de ne?”
“Doğaüstü pası,” dedi. “Bazı doğaüstüler, özellikle de Ramon’un bahsettiği çeşmeden akan kanla yıkananlar yaralandığında kan değil pas akıtır.”
“O yaralandı mı?” diye sorduğumda, dümdüz bir yüzle başını salladı. “Nasıl?”
“O kesinlikle yalnız değil,” dedi keskin bir sesle. “Dahası, onu bilen biri var ve onu yaralamış olmalı.” Gözlerini ellerime indirdi. “Onu yaralayabilecek kadar güçlü bir şey şu an bu mekânda.”
“Cesedi bulmamız lazım,” dedim. “Bu kez ses garipti.”
“Sesleri duydun mu?”
“Evet, bu kez saf bir dehşet sesi duydum. Sanki ölümü… Ölümü daha ağır bir şekilde gerçekleşmiş gibi. Ölümü tüm benliğinde hissetmiş gibi…”
“Noyan’ı aradım,” dediğinde başımı iki yana sallayarak ona dehşetle baktım. “Ne? Bu gece arkadaşlarınla burada buluşmayı isteyen sendin. Kabul etsen de etmesen de bilinçaltın seni cesetlerin olacağı yerlere götürüyor. Hermes’in gücünün aynısının sende olmadığını nereden bilebiliriz? Geleceği görmesen de hissediyor gibisin.”
“Sadece ölümleri hissediyor gibiyim.”
“Evet. Yumuşatmak için diğer türlü söyleyeyim dedim…”
“Sevimsiz.”
“Hayatımın kadını, bana nefretle bezeli aşk sözcükleri sarf etmeden önce şu cesedi bulalım.”
“Bir daha beni takip edersen başına fena bela olacağım,” diye homurdanarak sırtımı ona döndüm, avucumun içindeki zifte benzer pasın yavaşça silindiğini fark ettiğimde koridorda yavaşça ilerliyorduk. Ellerime bakarak, “Bu şey siliniyor,” dediğimde Araf, “Normal,” diye fısıldadı. “Yaradan akan kan temizlenmezse sonsuza dek düştüğü yerde kalır ama pas silinip çıktığı bedene geri döner.”
Bir an için, demir bir kapının önünde durdum ve ayaklarımın önüne usulca süzülen kanı fark edip, “Araf,” dedim yavaşça.
“Tanrım, bu ismi o dolgun dudaklardan duymanın afrodizyak etkisi yaratacağını biliyordum,” diye inledi sevimsiz. “Sanırım sebebi aşktan…”
“Kapat çeneni de şu kana bak,” dedim yere bakmaya devam ederek.
Araf, demir kapıyı itince içeriden ağır bir kan kokusu çıkıp koridora yayıldı. Kanlara değil, temiz boşluklara basarak içeri süzüldüğümüzde, mekânın içki mahzeninde olduğumuzu fark etmem uzun sürmedi. Reyon dolusu içkisinin olduğu odada sessiz bir nehir gibi usul usul hareket eden kana büyük pencerelerden sızan diğer yakaya ait olan ayın ışığı yansıyordu. Cesedi gördüğüm an bedenimden buz gibi bir ürperti geçti. Cesedin ağzından dışarı çıkmış kalın ahşap kolonun ucu sivriydi, cansız bakan gözlerin gerisindeki beyaz yayılarak gözünün kahverengisinin üzerini bile zar gibi ince, krem bir dokuyla örtmüştü.
Karnındaki yarıktan içinden geçen ahşap kolon görünüyordu.
Ve bu kez kurban bir erkekti.
🎧: Blackbriar; Deadly Diminuendo