🎧: Antimatter, Going Nowhere
Tarladaki en zehirli çiçek, en renkli olandır.
Babam, beni karanlık ninnilerle doldurduğu mahzene kilitleyip, içimdeki tüm renklerin korkuyla taşarak karanlığın içini renklendirmeye başlamasına neden olmuştu. O mahzende kendi ışığımı, kendimden koparıp ortaya koyduklarımla yaratmıştım. O mahzende, karanlık benden korkan bir canavardı ve bana ne zaman dokunmaya çalışsa, bir parçasını kaybeder, benden uzağa kaçardı.
Karanlığın bana dokunan ellerini koparmıştım, karanlığın beni izleyen gözlerin oymuştum, karanlığın üzerime düşen gölgesini silmiştim; karanlığın en büyük korkusuna dönüşmüştüm ama içten içe ondan en çok korkan da ben olmuştum.
Elimde duran romanın elli birinci sayfasının üçüncü pasajından bir türlü ayıramadığım gözlerim, dikkatimin çok uzaklarda olmasına meydan okuyarak ısrarla kelimeleri takip ediyordu. Kafamın içinde, yıkılan binaların ölü bedenleri gibi enkaza dönüşmüş düşünceler dolaşıyordu.
“Gülçehre,” demişti annem uzak bir geçmişte, saçlarım kulaklarımın hizasında kesilmişken ve yaşıtlarımın ellerindeki oyuncak bebeklerin aksine avuçlarıma tutuşturulmuş stetoskopu izlerken. “Bir gün büyüdüğünde, hiçbir duygu kalbinin önüne geçmesin.”
“Duygular kalbin sesi değil midir?” diye sorduğumda, stetoskopu kulaklarıma geçirmiş, kendi kalbime yasladığım aparatın kulaklarıma gönderdiği şiddetli sesleri dinliyordum.
“Bazı duyguları mantık var eder ve mantık her zaman doğruyu söylemez.”
Kalbimin atış sesleri kulaklarımı doldururken gözlerim boşluğa düştü, gözlerimdeki ifadeler kırıldı; yerde babamla son kez gülümsediğimiz gün çekilen fotoğrafımız vardı.
“Merak etme, anne. Ben babam gibi olmayacağım.”
“Gülçehre?” İçine düştüğüm kuyuda daldığım uykudan, o kuyunun kapağının aralanıp güneş ışığının karanlık kuyunun içine doluşmasıyla uyandım. Gözlerim romanın bir türlü ileri gidemediğim üçüncü pasajından ayrıldı, Kıvılcım’ın elinde tuttuğu kahve kutusunu bana uzattığını gördüm. Impala’nın ön koltuğunda oturuyordum, Evren direksiyon başındaydı ve gördüğümüz ilk kahvecinin önünde durmuştuk.
“Kahvecide inanılmaz sıra vardı ya,” dedi Kıvılcım, elindeki kahve kutusunu alıp gülümsedim, bana göz kırptı.
“Teşekkür ederim.”
“Rica ederim, güzelim.” Geri çekilerek sırtını koltuğa yasladı, kutunun içindeki soğuk kahvenin kokusunu solurken birden kendimi iyi hissettiğimi fark ettim. Diğer günlerin aksine, ben bugün iyi hissediyordum. Yine İzmir’in topraklarındaydım, yine aynı bedenin içindeydim, yine aynı ruha sahiptim ama o evde geçirdiğim günlerde hissettiklerimin aksine, şu an hissettiklerim daha parlak, daha renkli şeylerdi.
Oysa ruhum, bir gemicinin attığı sıkı düğüm gibiydi, düğüm düğüm ve karman çormandı; bu düğümü ruhuma atan kişi babamdı, bu yüzden de bu düğümü yine onun çözebileceğini düşünürdüm ama öyle olmamıştı.
Gözümü kamaştıran güneşin, bulutların arkasına saklanarak yeryüzünden elini ayağını çekmesiyle, bir anda gökyüzü gri bir renge büründü. Kot şortumun açıkta bıraktığı bacaklarımın üzerine koyduğum romanın kapağını kapatıp aracın torpidosuna bıraktım, kahveden bir yudum alıp gözlerimi Evren’e dokundurdum.
Bir haftadır her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Evren ile dondurma yediğimiz günden sonra aramıza bir başkasının gölgesi girmiş gibiydi ama yine de her zaman olduğu gibi kibar davranıyordu. Dövmenin yapılışının üzerinden bir hafta geçtiğinden dövmedeki açık yara artık neredeyse iyileşmişti, dövmemi henüz Kıvılcım’a bile gösterememiştim ama Yavuz’un, Evren’deki dövmeyi gördüğü gece verdiği abartılı tepkiyi unutamıyordum. Ona göre Evren asla böyle bir dövmeyi bedeninde taşımazdı, hatta Evren’in bedeninde dövme bile taşımayacağını savunmuştu.
Gittiğimiz kursa tamamen adapte olmuştum, son bir haftadır Talha’yı orada görmüyordum, Hazal ile de yalnızca iki kez karşılaşmıştık ve ilkinde ne kadar gergin görünüyorsa, diğer karşılaşmalarımızda o kadar sakindi; hatta bana gülümsemişti. Evren’in yüzündeki bıçak keskinliğindeki sakinliği izlerken zaman saatin tik takları arasından süzülerek geçmişe doğru düşmeye başlamıştı. Impala, büyük sanat binasının önüne gelene kadar hiç durmadı, sokakları bir bıçak gibi yararak ilerledi.
Yavuz, “Yine geldik baş belası yere,” diye homurdandı kapıyı sertçe açıp kendini dışarı atarken. Elinde tuttuğu kahve kutusunu buruşturana kadar sıkıp, içinde tek bir yudum kahve kalmayana kadar hepsini kafaya dikerek içti, ardından gözlerini binaya çevirdi. “Liseyi bitireli yıllar oldu, şimdi liseli gibi her gün düzenli olarak kursa geliyoruz. Bu nasıl iş? Ben Alaçatı’ya tatil yapmak için gelmiştim.”
Kıvılcım, gülerek araçtan indi, kapıyı yavaşça kapatırken, “Hiç söylenme, içeride hoş vakit geçirdiğini hepimiz biliyoruz,” dedi.
“Sen kimin tarafındasın?” Yavuz’un sorusu, Kıvılcım’ı daha da güldürdü. Aracın açık duran camından ikisini izlerken kahvemi yudumlamaya devam ediyordum. Söylene söylene binaya doğru yürümeye başladılar. Kıvılcım, Yavuz’u itiyor, Yavuz onu çekerek güldürüyordu. En sonunda Kıvılcım, Yavuz’un sırtına atladı ve gülüşe gülüşe ilerlemeye devam ettiler.
Gözlerim uzun süre onlardan ayrılmadı. Evren ile aracın içinde yalnız kalmak kendimi baskı altında hissetmeme neden olsa da artık bir şekilde kendimi bu baskının varlığına alıştırmıştım.
“Sabahtan beri elli birinci sayfasından ileri gidemediğin romanın yazarını sever misin?” Sorusu, aracın içine buz üflemiş gibi ortamın aniden soğumasına neden olduğunda, gözlerim omzumun üzerinden kayarak bir mermer kadar pürüzsüz duran suratını buldu.
“Sabahattin Ali’yi çok severim,” dedim kuru, onunla konuşurken nasıl bir tona sokmam gerektiğini bilemeyip sonunda özgür bıraktığım sesimle.
“Ben de severim.” Gözlerini yüzümde gezdirdi, zehirli sarmaşık yeşili gözleri bir kapan gibi beni içine kıstırınca, parmaklarımı bacaklarıma bastırıp sakince yüzüne bakmaya başladım.
“Yeri ve zamanı mı bilmiyorum ama Barlas’a mesaj çekmem gerekiyor mu?” Evren’in zehir yeşili gözleri, gözlerime içindeki ölümcül zehri akıtmaya başladı. Bakışlarımın sarsılarak ellerime düşmesiyle parmaklarımı birbirlerine sürttüm. “Neredeyse bir hafta oldu, sen söylemeden bir şey yapmıyorum ama kursa da gelmiyor bir haftadır. Sana yardım edebilmem için onunla arkadaş olmam gerekmiyor muydu? Onun kalbini kırdım ve…”
“Onun kalbini kırdığını mı düşünüyorsun?”
Sesi, fırtına boğan bulutlar gibiydi. Soğuğu sırtında taşıyarak şehrin başının üzerine geriliyor, şehir buz tutmaya başladığı anda kar taneleri, daha yoğun bir şekilde bulutların kalbinden bir kadının göğsündeki duygular gibi dökülerek şehri altında bırakıyordu.
Sustum, bilmesi gerekmiyordu.
Bir insanın, diğer insanın içinde taşıdığı her şeyi bilmesi gerekmiyordu.
“Hep sessizsin,” dediğinde allak bullak olmuş bir dikkatle gözlerimi gözlerine mühürledim. “Sana sessiz olmayı sen mi öğrettin yoksa bir başkası mı?”
“Aslında sessiz değilim,” diye mırıldandım, Evren’in gözleri gözlerimden süzülerek dudaklarıma aktı, dudaklarımda çok oyalanmadan apar topar gözlerime tırmandı ama bu apar toparlık bile normal bir insanın en sakin hâli gibiydi, öyle çok sakindi. “Sadece diğerleri kadar gürültü çıkarmıyorum.”
Bir şey söylemesini bekledim ama kelimeler onun dilinde anlamı olmayan, bomboş oyuncaklardı sanki ve o oyuncaklarla oynamayı bırakmış, artık büyümüş bir erkek çocuğuydu.
“Bana yardım etmeyi bu kadar çok istiyor musun? Tekrar sormayacağım, sadece senden emin olmak istediğimden soruyorum.” Yeşil gözleri, gözlerimden bir ağacın rüzgârın kuvvetiyle kökünden söküldüğü gibi sökülerek önümüzde uzanan yola çevrildi.
“Evet,” dedim. “Yapacağım.”
“Onun kalbini kırdığını düşünüyordun, ya bu işin sonunda onun kalbini gerçekten kırarsan?” Evren’in bana bakmadan sorduğu soru, dağın eteğine doğru karlarının arasında yuvarlanan bir kar tanesi gibiydi, büyüye büyüye ilerliyordu ve dağın eteğindeki evleri yediği her darbede içinde büyüyen öfkeyle izliyordu. Büyüyecek, bir çığ olacak, çok can alacaktı.
“Onun kalbini kırmayacağım,” dedim, sonra bunu doğrulamak istercesine onun profilinden bile görünen parlak yeşil gözlerine baktım. “Kırmayacağım, değil mi? Bana bunun garantisini vermiştin.”
“Sana onun kalbini kırmayacağının garantisini vermedim.”
Ona inanamayan gözlerle baktım. “Kimsenin zarar görmeyeceğini söyledin.”
“Kimse zarar görmeyecek,” diye onayladı beni. Gözleri, ateşi harlandıran rüzgâr gibi gözlerime çevrildi. Gözlerimdeki ateşler, onun bakışlarından yağan külleri içine hapsetti, sonra küller harlandı. “Ama kalp, dilediğin gibi büküp şekle sokabileceğin bir şey değil. Ne zaman kırılacağını bilemezsin.”
Gözlerim ellerime düşüp orada kaldı, bir insanın kalbini kırmak benim felaketim olurdu. Bir insanın kalbinde açacağım en ufak bir çatlak bile benim bir daha aynı insan olamamam demekti.
“Ben kimsenin kalbini kırmayacağım,” diye fısıldadım.
“Bu kadar emin olma, Gülçehre.” Adımı zikrederken sesinin hep çok güçlü olduğunu düşünüyordum, hatta öyle çok güçlü geliyordu ki kulağıma, ona ait gücü sanki benimmiş gibi içimde hissediyordum. “Birinin kalbini kırmamak için çıktığın yolda, kırdığın bir başkasının kalbi olabilir.”
Kelimeler siyahsa, sayfanın beyaz olmasının bir anlamı yoktu.
Oysa ben, siyah bir sayfanın üzerine umut gibi ekilmiş beyaz kelimeler olmak isterdim.
“Hiç birinin kalbindeki kırgınlık olmadım.” Kelimelerim kendi sırtıma saplanmış bıçaklar gibiydi, içimden mürekkep gibi o kelimeleri çizecek olan kan akıyordu.
“Olma zaten,” dedi. “Bir evin tüm camını çerçevesini kırarak indirsen bile o evi onarabilirsin, sana pahalıya patlar ama bunu yaparsın. O evi tamir edersin. İnsan kalbi bu yüzden bir eve benzemiyor.”
“Annem bir insanın kalbinin senin evin olabileceğini söylemişti,” dedim, sesim annemin anlattığı masallardan kaçan bir peri kızının gerçek dünyayla tanıştığı anda hissettiği çaresizliklerle sarılıydı; o peri kızının sırtındaki kanatları koparan dünya, bana neler yapmazdı ki?
“Camları kırık bir evde kara kışı geçirebilirken, kırdığın bir insanın kalbinde bir yaz gecesi bile donarak ölebilirsin.”
“Bir insanın kalbini kırmışsın gibi konuşuyorsun,” derken merak kafamın üzerinde kanat çırpan leşçi bir akbaba gibiydi.
Evren’in gözlerinin dikiz aynasına kaydığını gördüm, kan rengi dudaklarını yalayarak yansımasına baktı, çenesindeki dikiş izi henüz taze bir yaraymış gibi kızıl ve derin görünüyordu.
“Bir insanın kalbini kırsam, nasıl olduğunu bilmezdim. Ben bir insanın kalbinde kırılan kişiyim.”
Evreni bir şeyler söylememe fırsat vermedi, üzerine çökmüş ağırlığı ya da dilinin ucunda biriken öfkeyi benimle paylaşmak yerine Impala’nın kapısını sertçe açarak araçtan indi. Aracın kapısını önümüze bir duvar gibi örmeden saniyeler önce dudaklarından şu cümle döküldü: “Barlas Talha Kestiren şu an burada, bugün onunla konuşabilirsin.”
Dudaklarım aralandı ve kapı, dudaklarım geri kapanmadan önce yüzüme kapandı. Dilime bulananları söyleyememenin ağırlığı ruhumun sırtına bindiğinde, okyanusun ortasında su alan bir kayık gibi olduğum yerde batmayı bekledim. Gözlerim aracın açık duran camından dışarı kaydığında, Evren’in gitgide silinen bedeni, arkasında bıraktığı gölgede söylenmemiş sözlerimi uyutuyordu.
Gözlerim camın dışında kalan aynaya düşen yansımaya kaydı, bakışlarım donuklaştı. Üstü açık, mavi bir spor arabadan inen kişiyi gördüğümde, Evren’in cümlesi anlam kazanmıştı. Onun aracını görmüş olmalıydı. Üzeri açık spor arabadan inen kişi Barlas Talha Kestiren’di, hemen yanında sarışın bir kız da araçtan indi ve kolunu Barlas’ın beline sarıp gözlerini sanat binasına çevirdi. Kız minyon tipliydi, kısa boyuna rağmen bacakları uzun görünüyordu ama sanırım bunun sebebi ultra mini elbisesiydi, neredeyse tüm kalçalarını ortaya seren turuncu mini elbisesi, bedenini ikinci bir deri misali sararak kızın tüm hatlarını açığa çıkarmıştı.
Barlas kolunu kızın omzuna atarak kızı kendine doğru çekti. Güneş, saklandığı bulutların arkasından çıkarak yavaşça etrafı aydınlatınca, Barlas, güneş gözlüklerini kafasından aşağı çekerek gözlerine indirdi. Güneşin kolları gökyüzünden yeryüzüne sarkarak onları sarmıştı. Kızın yüzünde havadaki bunaltıcı sıcağa rağmen ağır bir makyaj vardı, bordo rujun ağır rengini araç ile aralarındaki dev mesafeye rağmen seçebilmiştim.
Aracın kapısını açıp, bir avucumda sıkıca tuttuğum soğuk kahve kutusunu dudaklarıma taşıyarak kahveden bir yudum aldım. Güneş, yeniden bulutların arkasına geçip gökyüzünden varlığını sildi ve bulutların gölgeleri, yeryüzüne devrilerek fanilerin üzerini karanlığı hissettirerek örttü. Araçtan indiğim an turuncu elbiseli sarışının gözleri bana çarptı, gözlerim kısaca kızın gözlerinden süzülerek Barlas’a kaydı ve Impala’nın kapısını usulca kapattım. Barlas sesin yayılmasıyla gözlerini bana doğru çevirdi, güneş gözlüğünün örttüğü sarımsı gözlerini göremedim ama bakışlarının bende olduğunu biliyordum.
Aracın kapısını kapatmamdan saniyeler sonra Impala’dan küçük bir tık sesi yükseldi ve aracın kilitlendiğini anlayıp şaşkınlıkla gözlerimi araca indirdim. O sırada Barlas ve yanındaki sarışın birbirlerinden ayrılmadan sanat binasına doğru ilerlemeye başladılar.
Arkalarında yürürken kendimi kötü hissediyordum. Barlas beni görüp, gözlüğün arkasına sakladığı gözlerini gözlerime dikmişti ama tek bir kelime bile etmemişti. Onun kalbini kırmış olduğum gerçeğiyle bir defa daha yüzleşmek zoruma gittiğinden gözlerimi yere indirip, bastığım adımlarla içini doldurduğum çizgilerle ayrılmış kutuları izlemeye başladım.
Sanat binasının içi bu saatlerde ağzına kadar öğrenciyle dolu olması gerekirken, içerideki boşluk beni şaşırtmıştı. Tarihi değeri yüksek olan eski binanın ortasına dikilmiş heykelin önünde elinde A4 büyüklüğünde bir tuvalle dikilen Hazal’ı gördüğümde, hemen önümde ilerleyen Barlas’ın varlığının gölgesi binaya bir karabasan gibi çökmüştü. Kalbimin atış sesleri kulaklarımı uğuldatacak kadar çok gürleşti ve Hazal, siyaha yakın koyuluktaki gözlerini kaldırıp ona doğru yaklaşan Barlas’a baktı. Dudaklarında alaycı bir kıvrım, yüzünü saran ifadenin bekçiliğini yapmaya başladığında, Barlas gözlerindeki gözlükleri yine başının üzerine sabitlemişti. Hazal, gözlerini tuvale indirdi ama dudaklarındaki o alay yüklü gülücük silinmedi.
“Vay vay, burada kimler varmış?” dedi Barlas daha önce onun dudaklarından dökülen sese hiç benzemeyen bir tonlama kullanarak. Heykelin tam karşısında durup, gözlerimi Barlas’ın sırtına diktim. Yanındaki sarışın, Barlas’ın göğsüne sokulup kıkırdadı.
“Bu kız da kim?” diye sordu sarışın işveli bir sesle, Barlas’ın göğsünde duran yüzünü bana doğru çevirdi ve gözleri gözlerime yeniden dokununca bana aşağılayıcı bir gülümsemeyle baktı.
“Önemsiz biri,” dedi Barlas, Hazal gözlerini tuvalden ayırıp Barlas’ın yüzüne bakmıyordu bile. Barlas, bakışlarını kollarını bir ahtapotun kolları gibi ona sarmış sarışına indirdi. “Tıpkı senin gibi.”
Sarışın kızın gözleri gözlerimde donup kaldı, duyduğu şeyi hazmedememenin getirisi bir şaşkınlıkla dudakları aralandı. Gözlerimi kızın gözlerinden çekmek, onu düştüğü bu durumda daha da utandırmamak için ona bakmayı kesmek istedim ama gözlerimiz birbirine öyle derin bir şekilde mühürlenmişti ki bu bakışmayı sonlandıramadım.
Kız, güçlükle gülümsedi ama dişleri ağzının içine saplanan cam kırıkları gibi görünüyordu. “Senin şu şakaların,” diye mırıldandı.
Barlas gülerek kızın belini daha sıkı kavrayınca, bu defa kız arsızca ona sırnaşıp gerçekten gülümsemeye başladı. Böyle bir cümleyi, şaka amaçlı kurulmuş olsa bile nasıl kabul edebiliyor, ağırlığının altından nasıl kalkabiliyordu hiçbir fikrim yoktu.
Hazal, kafasını ağır ağır kaldırıp, gözlerine toprak gibi kazınmış acıma duygusuyla Barlas’a baktı. Sakin geçen bir haftanın sonunda kaosun yeniden yaklaştığını hissettiğim için içim huzursuzlukla dolmuştu.
“Benim için bu kadar önemli olan biri için, nasıl olur da önemsiz olurum? Şimdi gidip Winx Club baskılı yorganımın üzerine yüzüstü uzanarak anıra anıra ağlayacağım,” dedi Hazal, sesi gerilen yaydan fırlayan bir ok gibi hızla Barlas’a saplandı.
“Onun böyle şakalar yapmasına alışamadın herhalde?” dedi sarışın, Hazal’a dönerek. “Sadece takılıyor.”
“Seni buna nasıl inandırdı?” diye sordu Hazal, kızın gözlerinin içine baktığını fark ettim. “Yani bunun bir şaka olduğuna?”
“İnandırmasına gerek yok, Barlas her zaman şaka yapar.”
Hazal güldü, gözlerini tuvale indirip dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı. “Anladım ben.”
“Ne o, alındın mı sen?” diye sordu Barlas, sarışını susturarak.
“Çok küçük bir an için, o gün sana yaptığım kadarını hak etmediğini düşünmüştüm,” dedi Hazal gözlerini usulca tuvalden ayırıp, bakışlarını Barlas’a sabitleyerek. “Hatta çok küçük bir an için, sana yaptığımın ağır olduğunu düşünüp uyuyamayacağımı düşünmüştüm. Ama sana bakınca, şu hâlini gözlerimle görünce o düşünce bir toz bulutu gibi havaya kalktı ve dağılarak yok oldu.”
“Neyden bahsediyor?” diye sordu sarışın, Barlas gözlerini sarışına indirince çene kemiklerinin ne kadar belirgin olduğunu gördüm, dişlerini sıkıyor olmalıydı.
“Fazla meraklı olmamalısın, Sude,” dediğinde, sarışın kızın kaşları çatıldı.
“Barlas, benim adım Şura.”
“Şura ya da Sude, ne fark eder bebeğim? İkisi de birbirine benziyor sonuçta,” dedi Barlas aşağılayıcı bir gülümsemeyle. Resmen karşımda bir canavara dönüştüğü ânı izliyordum ve bu benim için çok büyük bir şaşkınlığa mâl olmuştu.
Hazal’ın gözlerinin bana çevrildiğini gördüm, bana gülümseyip yavaşça olduğu yerden ayrılarak bana doğru ilerlemeye başladı. Barlas’ın bakışları Hazal’ı takip etti, omzunun üzerinden bana doğru baktığında dev avizeden yayılan sarımtırak ışığın altında gözlerinin gerçekten sapsarı olduğunu gördüm.
“Bazı adamlar bizi hiç yanıltmazlar,” dedi Hazal gözlerini gözlerimden çekmeden. “Sınıfa gidelim mi? Havamda değilim, onu başka bir gün doğduğuna pişman edeceğim.”
“Ne o? Bugün benim için ayırabileceğin bir vaktin yok mu?” Barlas’a bakmadım ama sesi binaya yayılınca birkaç öğrencinin gözleri bize çevrildi. “Yoksa zamanını onun kafasını yıkamakla mı geçireceksin?”
“Onun kafasını yıkamama gerek yok,” dedi Hazal, omzunun üzerinden alayla Barlas’a baktı. “Sen asıl resmi ona bugün gösterdin zaten.”
“Tartışmayın,” diye fısıldadım. “Hagios bundan hoşlanmayabilir.”
“Ben onunla tartışmıyorum, o kendi kendine konuşuyor işte.” Hazal çenesiyle sınıfı işaret etti. “Gidelim mi? İçeride biraz tiner kokusu vardı ama havalandırdım, çıkmıştır sanırım.”
“Arkadaş oldunuz bile demek,” dedi Barlas, bu söylediği gözlerimin gözlerine gölge gibi düşmesine neden oldu. Bakışları yüzümün sınırlarına girdiğinde, gözlerinde parlayan duygunun onu ilk gördüğümde onda var olduğunu hissettiklerimden çok farklıydı.
Hazal ile arkadaş olduğumuz söylenemezdi, çizim yapmak için aynı sınıfa girmek dışında vakit geçirmiyorduk ama Barlas’ın tavırları o kadar can sıkıcıydı ki, ona cevap verme gereği bile duymadan bakışlarımı ondan söküp kopardım. Hazal ile birlikte çizim yapacağımız dersliğe gittiğimizde, Barlas’ın da oraya geleceğini, yanında tıpkı kuyruğu gibi o sarışını da taşıyacağını biliyordum ve kendimi gerçekten gergin hissediyordum. Beni geren sarışının varlığı değildi, beni geren Barlas’ın sarışına olan yersiz tavırlarıydı ve kızın ona karşı olan tutumuydu. Gerçekten bunun şaka olduğunu düşünecek kadar saf mıydı yoksa sırf Barlas’ın yanında biraz daha kalabilmek adına böyle bir muameleye mi katlanıyordu anlayamamıştım.
Dersliğin duvarlarına hisler çizen post-rock melodisi, beni biraz olsun Barlas ve yanındaki sarışını düşünmekten uzaklaştırmıştı ama çok geçmeden dersliğin kapısı açıldı. Barlas yanındaki sarışın ile dersliğe girdi ve Hazal ile ben dışında sınıfta olan biri erkek diğeri kadın iki öğrencinin de bakışları o ikiliye çevrildi. Barlas, yüzünde sinir bozucu bir gülümsemeyle kızı kolunun altına çekti, içeride ölüm sessizliği olsa da herkesin gözlerine bulaşmış rahatsızlığı okuyabiliyordum ve okuyabilmek, kelimeleri bir sesin arasına sıkıştırmaktan çok öteydi.
Bazı kelimelerin içten okunduğunu bana, babamın gözlerinin içine baktığımda gördüğüm harfler yan yana durarak öğretmişlerdi.
Hazal büyük bir sakinlikle ahşap, masa şövalelerinden birini alıp masanın üzerine kurdu, sarışın kız meraklı meraklı etrafı incelerken kalemimin ucunu açıyordum. Son bir haftadır burada neredeyse hiçbir şey çizememiştim, bir haftadır önümde aynı kâğıt vardı ve bu kâğıdın üzerinde yalnızca birbirinden bağımsız şekilde duvara atılan çentikleri anımsatan çizgiler uzanıyordu.
Ne çizmem gerektiğini bilmiyordum.
“Barlas, cidden burada mı geçiriyorsun gününü? Çok sıkıcı,” dedi sarışın. “Hem içerisi leş gibi tiner kokuyor.”
Hazal kızın duyamayacağı bir fısıltıyla, “İki pahalı parfümü görmemişlik edip karıştırarak sıkmaktan ve insanları zehirlemekten iyidir,” dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Senin uzmanlık alanın burası değil tabii,” dedi Barlas imalı bir ses tonlamasıyla, kızın yüzünde ciğerci kedi gülümsemesi belirirken yanaklarımın ısındığını hissettim. Hazal gözlerini devirip, bezi gergin tuvali şövalenin üzerine yerleştirdi.
“Sen benim uzmanlık alanımın neresi olduğunu iyi bilirsin,” dedi kız bizim duymamız umurunda değilmiş gibi. Dudaklarım aralandı, gözlerim şaşkınlıkla Barlas’a çevrildi ve parmaklarımın arasında duran kalem, gevşeyen parmaklarımın arasından kayarak masaya düşüp yuvarlanmaya başladı.
Çok tuhaftı. Sanki insanlar benim olduğum dünyada değildi ya da ben bu insanların olduğu dünyaya çok yabancıydım.
Kalem duvarlara sinen müziğe ait bir kemikmiş ve kırılmış gibi bir ses çıkararak masadan sertçe düştü, gözlerim Barlas’tan ayrılıp yerde yuvarlanmaya başlayan kaleme takıldı.
Oturduğum yerden kızın söylediklerinin utancını sanki benim dudaklarımdan dökülmüş gibi içimin derinliklerinde hissederek kalktım. Barlas’ın gözleri şimdi üzerimdeydi ama ben utancımdan ona bakamıyordum. Hazal ise beni şaşırtmış, sessiz kalarak tuvalin üzerindeki bembeyaz bez ile uğraşmaya devam etmişti. Sanki onlar burada değillermiş, gölgeleri zemine düşmemiş gibi davranıyordu. Yuvarlanmaya devam eden kalemin peşine takıldım, parmaklarım bir başkasının hissetmesi gereken bir duyguyu hissetmenin baskısıyla uyuşmuşlardı.
Kalem tam Barlas’ın ayaklarının önünde durunca birden durdum, adımlarım havada asılı duran bir beden gibi oldukları yerde asılı kaldılar. Barlas’ın kehribardan daha sarı duran gözleri önce yüzüme, ardından da ayaklarının dibinde ölü bir beden gibi uzanan kaleme çevrildi. Eğildi, kalemi yerden alıp gözlerini kalemin tırtıklı bedeninde gezdirdi ve kalemi bana uzatırken gözlerini gözlerime bir namlu gibi doğrulttu.
Onun kalbini kırdığım için mi karanlık bir pelerini sırtına almıştı?
Belki de Evren haklıydı.
Bu yolda ilerlerken toplayacağım her çiçek, avuçlarıma tıpkı ruhumda taşıdığım dikenlerin aynısından saplayacaktı ve arkamda bıraktığım yolda, ezdiğim çiçeklerin cenazeleri sahipsiz kalacaktı.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım, sarışının yoğun bakan kahverengi gözleri profilimde zehirli bir yılanın tenime sürtündüğü gibi sürtünerek dolaşıyordu. Barlas, başını aşağı yukarı salladı ama bana cevap vermedi.
Sarışın, “Öf,” dedi birden, avucuma aldığım kalemi sıkıca tutarak gözlerimi kızın bana iğrenç bir şeymişim gibi bakan gözlerine çevirdim. “Barlas ne bu şimdi? Bu kız senin kalemin değil. Ümit verme şuna.”
Barlas’ın gözlerinin Şura’ya çevrildiğini hissettim ama kıza dikkat kesildiğimden dönüp onun yüzünü saran ifadeyle karşılaşamadım. “Ne ümidinden söz ediyorsun?” diye sordum sertçe, normalde bir insana çat diye cevap verebilecek biri miydim bunu bile bilmiyordum ama bileğimdeki damarın sertçe çarptığını hissedebiliyordum.
“Şura,” dedi Barlas, sesinde uyarı, sesinde tehlike vardı.
Sarışın, kollarını göğsünün üzerinde bağlayınca, elbisesinin derin göğüs dekoltesinden taşan bronz göğüslerinin ortasındaki çizginin terlediğini gördüm, göğüslerinin bir tanesi neredeyse benim kafam kadar olan kadına düz düz baktım.
“Tatlım, Alaçatı’nın bütün güzel kadınları rakibinken, şu tipinle Barlas’ın sana bakabileceğini düşünüyorsan, daha çok hayallere kapılırsın söyleyeyim. Tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi görünüyorsun, kadınsı bile değilsin ve onun karşısında dururken ellerin titriyor. Bakire olduğuna öyle çok eminim ki.”
Hazal aniden, “Ne diyorsun kızım sen?” diyerek Şura’ya doğru döndü. “O ağzın fazla ayrılmış senin, dikerim o ağzını.”
“Sen benimle nasıl konuştuğunu sanıyorsun?” Üzerine basa basa sorduğum soru, sarışının dudaklarından bir kahkahanın dökülmesine neden oldu. İçerideki diğer iki öğrencinin hoşnutsuz bakışlarının Şura’da olduğunu hissettim. “Terbiyeni takın.”
“Biriniz çok çocuksu, diğeriniz fazlasıyla kaba ve hırçın. Burada bir rakibim olmadığı için çok mutluyum.” Uzun, muhtemelen takma olan tırnaklarını bana doğru uzatıp, işaret parmağını sallayarak, “Ve sen bakire, şu yabaninin bile bir şansı olabilir ama sen Barlas için sadece kreşte kaydıraktan kayan küçük bir kız çocuğusun. O yüzden o titreyen ellerini ben kırmadan hemen önce, Barlas’tan gidebildiğin kadar uzağa gitsen iyi edersin.”
“Sana Şura dedim,” dedi Barlas dişlerini sıkarak ama Barlas daha cümlesinin devamını getiremeden ve ben ne olduğunu kavrayamadan Hazal hırsla şövaleyi masaya vurarak parçalayıp, şövalenin kalın ahşap parçasını sallayarak kızın üzerine yürüdü. Kızın içine ormana dağılıp büyüyerek ormanı kül eden bir yangın gibi dağılan korkuyu, boyaların ardına gizlediği suratından bile görebilmek mümkündü.
“Barlas!” dedi Şura hızla geri çekilerek. “Seni kıvırcık amazon, bana o tahtayla vurmayı mı düşünüyorsun?”
“Hayır,” dedi Hazal kızın üzerine yürürken. “Ben seni bunun üzerine oturtmayı düşünüyorum, yangının anca söner diyeceğim ama ahşap parçası senin yangınını daha da harlandırabilir.”
“Onun seviyesine düşme Hazal, lütfen,” dediğimde avucumun içini Hazal’ın karnına bastırarak onun kıza saldırmasına engel olmaya çalışmıştım.
Barlas ise kızı hiçbir şekilde savunmadı, kızı bileğinden tutup sertçe çekerek, “Hemen buradan gidiyorsun,” dedi tınısından lavlar akan sesiyle. “Hemen.”
“Konuşmalara bak, benimle böyle konuşmasına nasıl izin verebilirsin?” diye bağırdı Şura yüksek sesle, sesimiz dersliğin dışına dökülerek binaya yayılıyor olmalıydı. İçimde bastıramadığım bir duygunun varlığını hissettim. Bu duygu daha önceleri de hissettiğim bir duyguydu ama şimdi çok daha güçlüydü. Onu arkasına saklayıp üzerine kilitlediğim kapıyı yumruklarıyla kırıp parçalayabilecek, parçaladığı kapının içinden geçerek tüm parmaklarını ruhuma bastırıp bana hükmedebilecek kadar güçlüydü.
“Çıkar plastik bebeğini buradan!” diye gürledi Hazal. “Yoksa yemin ederim bunun üzerine oturturum onu!”
“Varoşsunuz!” diye bağırdı Şura, şimdi Barlas’ın arkasına saklanmıştı ama Barlas kızın bileğini bırakmıyor, sertçe sıkmaya devam ediyordu. “Barlas, bırak! Canımı acıtıyorsun! Gece hangisi yatağını ısıttı da beni korumak yerine bana saldırmalarına göz yumuyorsun?”
“Sen çok oluyorsun ama!” diye bağırdığımda damarlarım derimi yırtarak tüm bedenimi bir ağacın kökleri gibi saracak sandım.
Hazal’a fırsat bırakmadan kıza doğru atıldığımda, Barlas duyduklarının etkisiyle kızı duvara yaslamış, “Sen onu kendinle bir tutamazsın!” diye bağırarak sınıfın duvarlarını âdeta ortadan ikiye yarmıştı. Duyduklarım beni yavaşlatır, gözlerim Barlas’a saplanıp öylece kalır sanmıştım ama öyle olmamıştı. İçimdeki duvarı yıkarak oradan dışarı zıplayan, yıllardır içeride uzattığı bıçak keskinliğindeki tırnaklarını, bir kedinin tehlike anında patilerinin içinden dışarı çıkardığı gibi çıkaran o yırtıcı, tırnaklarını önce Barlas’ın sırtına sapladı. Barlas’ı içimde bastıramadığım bir deli kuvvetiyle kızın önünden alarak kızı duvar ile arama hapsettiğimde, kızın dudaklarından pürüzlü bir çığlık döküldü ve alnımı kızın burun kemiğinin ortasından dökülen çıtırtıyı duyacak şekilde sertçe burnuna geçirdim.
Alnımdaki çizgilerin içini dolduran ağrı, tüm beynimi zonklatan bir yankıya dönüşünce, biri beni belimden kavradı, karşımdaki kızın iki elinin yüzüne gittiğini gördüm ve gözlerimi yumup öfkeyle tiz bir çığlık kopardım.
“Aptalsın!” diye bağırdım elimde olmadan, sinirden titriyordum, beni sıkıca kavramış güçlü kolların sahibine bakmadan bir kez daha bağırdım. “Bir kadına yaptığın yakıştırmaya bak! Sadece aptal da değilsin, sen kötüsün. Kötü birisin sen!”
Hazal, “Çıkar şu kadını şuradan!” diye bağırdı Barlas’a. Kız ellerini yüzünden ayıramıyordu, dizlerinin üzerine düşecek gibi olunca Barlas öfkeyle kızı kolundan tutarak kaldırıp, kıza acımasız gözlerle baktı. Beni belimden kavrayarak olay yerinden uzaklaştırmaya çalışan kolların sahibinin pürüzsüz derisine tırnaklarımı geçirip çırpındım.
“Gülçehre,” dedi tok, erkeksi ses. “Tamam, sakin ol.”
“Ben onun bana yaftaladığı tek bir cümleyi bile hak etmedim!” Gözlerim öfkeyle oldu, alnımdaki acı çoğalmaya başladı. Heykelin önünde duran birkaç öğrenci, gözlerinde şaşkınlıkla sınıfa doğru bakıyorlardı. “Ben onun ima ettiği şeyleri yapan birisi değilim!”
“Değilsin,” dedi Evren, sesi zihnimin sınırlarının sonundaki mayın tarlası gibiydi. “Sakin ol, Gül Kuyusu.”
Kıvılcım’ın ahşap merdivenleri koşarak indiğini görmüştüm, sonra bir kalabalık toparlandı ve Barlas, yüzünü kapatmaya devam eden kızı sınıftan çıkarıp kalabalığı yararak ilerlemeye başladı.
“Sakın,” dedi kızı sıkıca tutup yürütürken. “Sakın ağzını açayım deme, bir daha ayak bastığım hiçbir mekândan içeri alınmazsın.”
“Neler oluyor, Evren?” Kıvılcım koşar adımlarla yanımıza geldi, ayaklarım yere değmiyordu, durmadan çırpınıyordum. Kıvılcım bana dokunmaya çalıştı ama onu bile püskürtecek kadar öfkeli olduğumdan ellerini üzerimden çekti. “Neler olduğunu söylesene!”
Evren, bir anda diğer elini çeneme koyup, çenemi avucunda sıkıca kavrayarak başımı omzuna yatırdı, yanağım yanağına sürtündü, gözlerimi tavandan sarkan avizeye çevirip bu yakınlığın içime cam kırıkları gibi dökerek sapladığı hissi kovmaya çalıştım.
“Kıvılcım, ben onu götürüyorum. Sen Yavuz ile arkamdan gelirsin, tamam mı?” Evren’in kurduğu cümlede paniği sezdim, normal birisi göz önünde bulundurulduğunda bu panik bile ifadesizce gelebilirdi ama o, o kadar ifadesizdi ki bu onun için oldukça yoğun bir duygu değişimiydi.
Öğrencilerin dudaklarından dökülen uğultulu cümleler, toz bulutu gibi havaya kalkarak binanın eski duvarlarına sindi. Bağırma isteği içimde kalp gibi çarptığından dişlerimi sıkmaya başlamıştım. Evren beni yavaşça serbest bıraktı ama hareketi temkinliydi, ayağım yere bastığı anda beni kolunun altına alarak insanların gözlerinin gözlerime temas etmesine izin vermeden beni hızlıca binadan çıkardı.
Beni Impala’nın ön koltuğuna bindirene kadar ikimiz de konuşmamıştık. Aracın içi, bir süredir sık sık gökyüzünde belirip kaybolan güneşin sıcaklığıyla cehenneme dönmüştü. Barlas’ın son model spor arabasının hızla yokuş aşağı inerek uzaklaştığını görmek öfkemi yeniden tetiklese de bu defa sesimi çıkarmadım. Kendimi saniyeler içinde birkaç yıl yaşlanmış hissediyordum. Eskimiş hissediyordum.
Araba güneşin silindiği gökyüzünün mavi ışığı altında ilerlemeye başlayınca, yaşlarla ıslanan uzun kirpiklerimin ağırlığı, gözlerimi kapatmama neden oldu.
“Daha iyi misin?” diye sordu Evren, soğuk sesini saran o buz çatlamış gibiydi.
Başımı hafifçe iki yana salladıktan sonra arabanın camına yasladım, nefesimden dökülen buğu camın yüzeyinde bir tabaka oluştururken gözlerim aracın kenar aynasına kaydı, kendimle göz göze geldim.
“Seni bu kadar öfkelendiren neydi?”
“Tek amacım Barlas’la yatmakmış gibi konuştu benimle,” dedim utancı bir kenara itip, öfkemden aldığım kuvvetle açıkça. Gözlerine bakmadım ama zehirli sarmaşık yeşili gözlerinin beyazını, öfkeyle canlanan kızıl damarların sardığını bana dönen bakışlarının yoğunluğundan dolayı hayal edebilmiştim.
“Yanındaki o kız mı?”
“Evet,” dedim. Kan çanağına dönen gözlerimi, başımı arabanın camından çekmeden Evren’e çevirdim. Yüzü bir buzla kaplanmış gibi dursa da o buz şeffaftı ve şimdi o buzun arkasında yaşam süren öfkeli canavarı görebiliyordum. O canavar ile buzun ince duvarında karşı karşıya durduğumuz sırada göz göze gelmiştik.
“İnsanların dilleri kalpleriyle şekillenir,” dedi, yeşil gözleri kirpiklerime bulanan yaşlarda takılı kaldı. “Olduğu insanı açıkça gösteren bir kadının söylediklerini neden bu kadar önemsiyorsun sen?”
“Çünkü dışarıdan öyle göründüğümü düşünmek beni sinirlendirdi.” Kanlanmış gözlerimi ellerime indirip boğazımda bir ağrıyla yutkundum. “Ona zarar vermek niyetinde değildim ama söyledikleri kulak tıkayabileceğim cinsten şeyler değildi. Bir insanın onurunu kırabilecek şeylerdi.”
“Onun gibi onurunu yok saymış bir insanın, senin güçlü onurunu kırabileceğini düşünmen çocukluk,” dedi Evren beni yatıştırmak ister gibi ama sakin gibi yükselen sesinden aldığım his, onun da ne kadar öfkeli olduğunu içime oya gibi işliyordu.
“Bu sana göre çocukluk olabilir ama bana göre çocukluk falan değildi. Ben hayatım boyunca hiç kimseye fiziksel zarar vermedim, o an beni ne kadar küçük düşürdüğünü düşünebiliyor musun? Beni öyle çok küçük düşürdü ki hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve fiziksel temasa geçtim.”
“Evet, ona kafa attın.”
Düşünceler kafamın içinde ağlarını örerek yaşamına devam eden bir örümceğin ince, saplandığında bile olduğu yere zehir bırakan ölümcül bacakları gibiydi. O kadar fazlaydılar ki kafamın içinde kendi ölümümün altını imzalamıştım.
“Ben böyle bir şey yapmak istemedim,” dedim. “Sadece elimde değildi.” Vücudumu ele geçiren karıncalanma hissi öyle çok kuvvetliydi ki elimi uzatıp bir yere dokunsam, dokunduğum yer de tıpkı parmak uçlarım gibi uyuşarak karıncalanmaya başlayacaktı.
“Biliyorum ama istememen, yapmış olduğun gerçeğini değiştirmiyor,” dedi çivi gibi bir sesle. Direksiyonu kırdı, karanlığın dört koldan kuşattığı bir ara sokağa girdik, gözlerimi tekrar arabanın camından dışarıya bırakarak ruhuma saplanan öfkenin dinmesini beklemeye başladım.
Sonunda aracın gitgide olduğumuz yerden uzaklaşmaya başladığını fark ettiğimde, arkamızda kalan sokaklar, içlerinden geçerek onlardan uzaklaşmamızı izliyor gibiydiler.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum çatlayan sesimle, bir zamanlar stetoskobun ucunu kalbime bastırdığım gibi şimdi o stetoskopun ucunu Evren’in zihnine bastırmak ve oradaki gürültüyü duymak istiyordum.
“Bir çocuğun içindeki öfkeyi yatıştırabileceği bir yere.”
“Bana çocuk denmesi daha iyi hissettiriyor. Keşke ömrümün sonuna kadar çocuk kalabilsem,” diye fısıldadım, isteğim dışında düşüncelerimin büyütüp karşıma çıkardığı bana ait ama varlığından bihaber olduğum çocuğum gibiydi bu istek. Çocuk kalabilme isteği… İçinde olduğum dünyanın zehriyle ölebilecek sakat bir istekti belki ama ben sırtımda sakat bir çocuğu taşıyabilecek kadar fedakâr olabilirdim.
İçimde bir gölge misali büyüyen duygular, bir gün kalbimi sakat bıraksın istemiyordum.
Evren, bu söylediklerimi sessizlikle karşıladı. Ona ne hissettirmişti bilmiyordum ama beni paramparça etmişti.
Zaman, ters çevrilmiş bir kum saatinden dökülen taneler gibi gökyüzüne karanlığı dökerek gündüzü silmeye başladı. Araba dağlık bir alanda, koruluktaki asfalt yolda yavaşladı. Koruluğa girdik, korulukta bir süre ilerledik, ortam gitgide kararıyor, sokak lambalarının varlığının esamesinin bile okunmadığı bu yerde, karanlık, bir katil gibi koruluğu yararak ilerleyen arabayı takip ediyordu.
Araç karanlığının ortasında alevleri taze bir meşale gibi saplanarak durdu. Gece, koruluğun üzerine bir sessizlik gibi saplanmıştı. Evren arabanın kapısını açınca hiç beklemediğim bir soğuk hava dalgası aracın içine süzülerek beni dört koldan kavrayıp içine hapsetti. Bedenim ürperirken gözlerimi, aracın dışına çıkıp kafasını eğerek içine bakan Evren’e çevirdim.
“Ne oldu?” diye sordum merakla. “Neden durduk bu dağ başında?”
“İn bakalım,” dedi, mermer gibi beyaz olan suratını inceledim, karanlığa rağmen teni nasıl oluyordu da ışık beyazı görünüyordu? Oysa bu karanlıkta, gökyüzünün bağrında bir bronş gibi duran dolunayın ışığı bile onun yeşil gözlerini aydınlatmaya yetmiyordu. Gözleri siyah iki çukur gibiydi, ikisinin de derinliği aynıydı ama her bir çukurda beni bekleyen farklı bir sonmuş gibi hissettiriyordu. Onun gözlerine ne zaman baksam, dibinden yükselen zehirli sarmaşıklar dışına kadar taşmış iki kuyu görüyordum.
“Neden?” diye ısrar ettim. Burada beni kıtır kıtır kesse kimsenin ruhu duymazdı. İçimdeki korku denizinin dalgaları kabardı ama inanç, o dalgaları kıran kayalıklar gibi ruhumun kıyılarında yükseldi.
“Yolun gerisini yürümemiz gerekiyor da ondan.” Rengini kaybetmiş kuyu gibi gözlerini yüzüme dikti. “Hadi, Gülçehre. Birazdan yağmur bastıracak.”
Burnuma çalınan toprak kokusundan yağmurun bir süre önce burada hüküm sürdüğünü anlamak güç değildi. Başımı salladım, üzerimdeki incecik kıyafetlerin beni muhafaza etmesinin imkânsız olduğunu bilsem de kendimi karanlığın ve soğuğun kollarına bıraktım. Soğuk tenime çarparak beni titrettiği an, içimdeki öfke dolu yırtıcının uysallaştığını hissettim ama karanlık, o yırtıcının algılarını kör ederek onu korkuya sürüklüyordu.
Aracın kapılarını kapatıp, birbirimizden birkaç adım uzaklıkta koruluğun koynunda ilerlemeye başladık. Yerdeki yabani otların içi balçıkla dolmuştu, attığım her bir adımda spor ayakkabılarım o balçığa saplanıyor ve yeri sarmış yosunlar ayaklarımı kaydırıyordu. Ayın ışığı bizim öncümüzdü, bize gideceğimiz yolu çizen bir haritaydı. Karanlığın gürültülü adımları, içimdeki basamakları tırmanırken korkunun varlığını ensemde hissettim. Bu, Evren’e biraz daha yaklaşarak yürümeye başlamama neden oldu.
“Neden buradayız?” diye sorduğumda sesim kısıktı, boğazım bugün attığım öfke çığlıkları yüzünden biraz ağrıyordu.
“Hep meraklı mısındır?”
“Bazen,” dedim açıkça. Başını omzunun üzerinden kaydırarak bana doğru çevirince, aramızdaki boy farkına meydan okuyamadım ve kafamı kaldırıp ona baktım.
“Seni buraya kurbanlık kuzuyu kesmeye getirmişim gibi bakıyorsun,” dedi karanlığı kendi içine hapsedip, soğuğuyla donduran sesiyle. “Kavurma severim ama kuzu etinden sevmem. Öyle kuzu kuzu bakma, seni kesmeyeceğim.”
“Öyle bir şey düşünmedim,” diye homurdandım, gözlerimi önüme çevirdim ama o bana bakmaya devam etti. Dolunay, gri bulutların altında kalınca kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım, bulutlar çölde ilerleyen bir kafile gibi gökyüzünde ilerliyordu.
Evren’in cep telefonundan yükselen melodinin sesi, koruluğun sık ağaçlarına çarparak her yana dağıldı, yankı beni anlık korkuya sürükledi ama güçlü adımlarım kaygan zemine düşmeye devam etti.
Evren telefonu açtı, kulağına koydu. “Evet?” dedi, bekledi, karşıdan ses gelmeyince telefonu kulağından uzaklaştırıp telefon ekranına baktı. “Doğru ya, burada pek çekmiyordu.”
“Arayan kimdi peki?”
“Yavuz,” dedi. “Bizi merak etmişlerdir. Telefonun çektiği bir anda onlara mesaj atarım.”
“Nereye gittiğimizi söylemeyecek misin?” diye sordum.
İçimdeki karmaşayı dindirmek istediğini anlamam uzun sürmemişti. Beni buraya biraz olsun içimde aniden harlanarak yükselen öfke ateşinden uzaklaştırmak istediği için getirmiş olmalıydı. Muhtemelen az ileride karanlığın içinde dimdik duran, anıları omuzlarında bir kadının kalbinde taşıdığı hatıralar gibi taşıyan bir ev belirecekti.
Çünkü genelde okuduğum romanlarda, izlediğim filmlerde böyle oluyordu.
Ya da beni gerçekten öldürüp, leşimi bu koruluğun derinliklerinde bulduğu ilk toprak parçasının altına gömüp yoluna devam edecekti.
Lütfen birincisi olsundu.
“Burada bir eviniz falan mı var?” diye sordum sonunda çünkü yol yürü yürü bitmiyordu ve otlar artık boyuma ulaşmıştı. Zehirli bir böceğin beni ısırmasından, bir yılanın bacağıma dolanmasından veya bunlara benzer herhangi bir olayın yaşanmasından tırsmıyorum desem yalan olurdu.
Evren, bana uzaylıymışım gibi bir bakış attı.
“Okuduğun romanların çok mu fazla etkisinde kalıyorsun sen? Babam ileride oğlunun bir kızı götürüp orada garip anlar yaşaması için dağın ortasına ev yaptıracak kadar duygusal bir adam değil. Alaçatı’daki ve Karşıyaka’daki iki ev dışında başka evimiz yok.”
“Ee biz nereye gidiyoruz o hâlde?”
“Az kaldı.” Dümdüz kurduğu cümle karşısında kaşlarımı kaldırdım. Gerçekten dümdüzdü. Netti, ne istediğini biliyordu ve kelime oyunları yapmıyordu, bazen o kadar net bir şekilde konuşuyordu ki o netliğin içinde bir ima arıyordum ama bulamıyordum, yoktu. Yeni boyanmış bir duvar gibiydi.
“Burada tek bir sokak lambası bile yok. Birini getirip vahşice öldürseler, o kişinin cesedi kemiklerden ibaret kalana dek kimse onu bulamaz,” diye mırıldandım.
“Üstü kapalı seni öldürüp öldürmeyeceğimi mi sormaya çalışıyorsun?” Burnundan verdiği nefes bana güldüğünü düşündürmüştü. “Eğer merak ettiğin buysa, hayır. Seni öldürmeyeceğim. Birini öldürecek olsaydım onu bir ormanda, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde öldürmezdim. Gizli gizli yapılan her şeyin sonu açığa çıkmaktır, bir şeyi açık açık yaparsan asla yakalanmazsın.”
“Ne yani?” diye sordum, Evren bana bilmiş bilmiş baktı. “Beni öldürecek olsaydın, herkesin ortasında mı öldürürdün?”
“Aptal mısın?” diye sordu açıkça, sonra düzeltti. “Affedersin, hakaret etmekten pek hoşlanmam ama sen bazen beni zorluyorsun. Söylediklerimi anlamıyor musun?”
“Sen açıkça söylüyorsun, farkındayım ama sanırım ben anlamak konusunda senin anlatmak konusunda olduğun kadar iyi değilim.”
Bakışlarım boşluğa düştüğünde, zihnimi yoran o düşünceler geri çekildi ve karanlık, içinde hiç oynayamadığım oyuncak bebeklerimi taşıyan bir mezara dönüştü. Bazen babamı düşünüyordum, babamın olduğu çocuğu, o çocuğun dokunduğu oyuncakları, o çocuğun ileride olacağı insandan habersiz gülümsediği anları… Bunu düşünmek, tam şu an içinde ilerlediğim karanlığı kendi içimde hissetmeme neden oluyordu.
“Eğer böyle bir şey yapacak olsaydım, bunu gizlice değil, ortada yapardım. Planlanmış gibi gösterirdim ama spontane olurdu. Bu yüzden de kimse benden şüphelenmezdi. Çünkü hiçbir katil, öldüreceği insanı öldürdüğü yerde öldürmeyi planlamaz.” İfadesiz sesi, tıpkı koruluğun ilerisini kaplayan sis bulutu gibiydi.
Sislerin arasında duran, bir bina kadar büyük olan ağacın silüeti gözlerimin önüne çizildiğinde, tenimden geçen ürperti öyle derinden yükselmişti ki içimin bile titrediğini hissetmiştim. Ağaç, bembeyaz sislerin arasında duvağını takmış esmer bir gelin gibi dikiliyordu. Ağacın yüksek olan dallarından birinden aşağıya bir salıncak sarkmıştı, bu salıncak bana hem çok korkunç hem de çok hüzünlü gelmişti. Diğer dalındaysa aşağıya sarkan bir idam ipi vardı. Korkuyla olduğum yerde donup kaldım. İdam ipinin ortasındaki boşlukta sislerin diğer yüzü görünüyordu.
“Bu da ne?” diye sordum.
Evren ifadesiz bir sesle, “Burası mahzenin elleri,” dedi ve elini belime koyup, beni yavaşça ağaca doğru itip yürümemi sağladı. “Kendini bu mahzenin ellerine bırakırsan, kaybedersin, bu mahzenin elini tutup sıkarsan mahzenle tanışırsın ama bu mahzenin ellerini kırarsan, özgür kalırsın.”
Bir an söyledikleri öyle ağır geldi ki, içimde hangi noktaya dokunduysa o noktanın gözyaşlarına boğulacağını düşündüm.
“İlerle Gülçehre,” dedi Evren buz tutturan sesini ruhuma bir halat gibi bağlayarak. “Gidip mahzenin elini tut, sonra da o eli kır.”
“Ya kıramazsam?” diye sordum, benim sesim onun sesindeki güçlü buzların aksine sıcak ve yorgundu, güçsüz düşmüştü, öfkelerle doluydu, yalnızdı.
“Kaybedersin.”
İlerledim, ağacın kalın gövdesinin önünde durduğumda önce salıncağın bağlı olduğu yüksek dala baktım, sonra gözlerim uzun zamandır kafamın içinde leke gibi duran düşüncenin resminin asılı durduğu dala kaydı. İdam ipinin olduğu dala, sonra da ölümün dalda asılı duran portresine baktım.
Tam arkamda durdu, nefesi benim dudaklarımdan dökülen nefes gibi bana aitti ama onundu. Teni benim derimle sarılmış gibi bana yakındı ama onundu. Yanağını yanağıma sürtecek şekilde öne doğru uzanıp, kafasını omzumdan ileri iterek gözlerini ağaca dikti ve fısıldadı: “Gülçehre, sen hangisini istiyorsun?”
Sertçe yutkundum.
Bilmiyordum.
“Sen mahzenin ellerine teslim olup kaybetmek mi istiyorsun?” Sorusu bu defa bir bıçak gibi içime saplandı. Yanağının yanağıma uyguladığı baskı kalbimi zonklattı.
“Sen mahzenin elini sıkıp, onunla dost mu olmak istiyorsun?” Yanağını yanağıma daha sert bastırınca yüzünün ne kadar kemikli olduğunu, kendi tenime gerilmiş gergin bir kumaş gibi olan derimde hissettim.
“Sen mahzenin ellerini kırıp, özgür mü kalmak istiyorsun?”
Cevap veremedim.
Bilmiyordum.
Hangi parçam ölümü istiyordu, hangi parçam yaşamak için ölümü sırtından bıçaklardı ya da hangi parçam ölümle dost olup yarım nefeslere mahkûm olurdu, hiç bilmiyordum.
“Kafanın içinde bir tilkinin kuyruğu gibi zihnine sürtünüp duran o intihar düşüncesini ya bu gece burada bırakıp gideceğiz…”
Nasıl biliyordu? Nasıl bilebilirdi? Bir insan bir insana kendini anlatmadan, kendini nasıl gösterebilirdi?
“Ya da?” diye sordum çünkü cümlenin devamını getirmemişti, belki de getirememişti. Belli bir noktaya diktiğim bakışlarımı oradan söküp ona çeviremedim, şimdi sadece idam ipini görüyordum ama intihar düşüncesi kafamın içinde tozu dumana katarak oradan oraya koşuyor, zihnimin tüm kapılarına omuzlarını çarparak yara bere içinde bırakıyordu.
“Sen söyle.”
“Ölüm benim için özgürlüktü,” dediğimde, yanağı yanağımdayken gülümsediğini hissettim.
“O zaman izin ver,” dedi, ne diyeceğini beklerken göğsüm daralıyordu. “Sana nefes alarak da özgür kalınabileceğini öğreteyim.”
Öyle bir yerdeydim ki aklım karışıktı, ruhum karışıktı, kalbim karışıktı. Ağacın hemen köklerinde bir su birikintisi varmış gibi duruyordu ama bu sis tabakasıydı. Yine de o su birikintisinin olduğunu, ağacın yansımasının tıpkı benim ruhumun daima yere serili olduğu gibi yere serili olduğunu düşündüm.
Benim bu hayatın içinde attığım her adımım, ruhumun kırılan bir kemiğiydi.
Başımı salladım, konuşamadım. Evren beni salıncağın önüne kadar getirdi. Ne yapacağımı bilmediğimden sadece onu izliyordum. Beni yüksek duran salıncağın üzerine belimden yakalayıp kaldırarak oturttu. Salıncak başta beni üzerinde istemiyormuş gibi yalpaladı ama sonra ağırlığım onu altıma hapsetti ve Evren, arkama geçip beni sallamaya başladı.
“Şu an mahzenin ellerindesin, Gülçehre,” dedi Evren yüksek sesle. Bedenim salıncağın üzerinde tabutuna yerleştirilmiş bir ölü gibiydi ama salıncak beni göğe taşımaya başladıkça içimde yeni bir kalp atmaya başlamıştı. Sislerin arasından, soğuğu bedenimle yararak bir yel değirmeninin kollarından bir tanesiymişim gibi özgürce mahzenin ellerinde süzülüyordum.
“Mahzenin elini sık, onunla şimdi dost ol,” dedi Evren, rüzgârın yüzüme attığı tokatları o, ruhumu yattığı ölüm uykusundan kaldırmak istiyormuş gibi ruhuma atıyordu. Gözlerim rüzgârın dokunuşlarıyla benim isteğim dışında dolmaya başladı. Şehrin, sokak lambaları olmadan da ışıklar altında kalabileceğini bana beni yıldızlara doğru iterek göstermişti.
“Şimdi mahzenin ellerini sık,” dedi Evren, sesi rüzgâra karıştı, yağmur damlalarının yüzüme düşmeye başladığını hissettiğimde farkında olmadan gülümsedim. Salıncak beni gökyüzüne aitmişim, orada yanması gereken bir yıldızmışım gibi göğe taşırken, yağmur tenime dokunuyordu.
Yağmur damlaları daha sert düşmeye, yüzümü parçalayıp altında uyuttuğum gerçeği göstermemi istiyormuş gibi derimi acıtmaya başladı. Biraz daha yükseğe savrulduğumda, şimdi ağaçların yüksekteki dalları, yanlarından kayıp gidişimi izliyorlar, yıldızlar bana yağmur yağarken de yanmaya devam ettikleri sırrını fısıldıyorlardı.
“Şimdi mahzenin elini acıtmak istiyormuş gibi sık!”
“Sıkıyorum!” diye bağırdım. Gökyüzüne baktığımda, yağmur damlaları yüzüme daha sert düşmeye başladı ve yıldızların gözlerimden duygular koparmaya başladığını fark ettim.
“Şimdi mahzenin elini koparmak istiyormuş gibi sık!”
“Sıkıyorum!”
“Şimdi o eli kır, öyle bir kır ki bir daha kaynamasın!”
Karanlığın derin sessizliğinde bir zincir sesinin şangırtısı duyuldu.
Zincir koptu.
Kanatlarım sırtımın derisini yırttı, kemiklerimi kırarak dışarı çıktı.
Özgürdüm.
İdam ipi bomboşken, ayaklarım yerden ölüm için değil, yaşam için kesilirken, özgürdüm.
Ölüm, özgürlük değildi.
Özgürlük, bir sonraki alacağım nefeste gizliydi.
Salıncağın yavaşladığını hissettiğim saniyelerde bile kanatlarım vardı, yağmur damlaları hızlandı, gökyüzünün kalbi duygularla renkleniyormuş gibi şimşekler çaktı. Evren, halatı sertçe çekerek salıncağı durdurup önüme geçtiğinde, saçlarım yağan yağmurun şiddetiyle sırılsıklam olmuş, yanaklarıma yapışmıştı.
Kuyunun dibinden başlayarak dışına fışkıran zehirli sarmaşıklarına baktım.
Evren’e baktım.
“Şimdi mahzenin gözlerine bak,” dedi Evren. Salıncağın üzerinde duruyordum, salıncağın halatlarını daha sıkı tuttu. “Senin için buradayım, Gül Kuyusu.”
Mahzenin yeşil gözlerine baktım.
“Özgürüm,” diye fısıldadım yağmur damlaları yüzümden gözyaşları gibi kayarken. Evren’in gözleri yüzümü soğuk bir bıçağın ölümünden geçirdi.
“Özgürsün,” dedi. “Ben olsam da olmasam da.”
“Ama varsın,” diye mırıldandım. Gözleri güçlü halatlar gibi ruhumu onun ruhuna bağlıyordu. “Sen varsın. Buradasın. Yanımdasın.”
Gözlerindeki boşlukları dolduran kelimeler, dudaklarında can bulmadılar.
“Evet,” dedi yavaşça. “Ben buradayım. Yanındayım.”
Başımı salladım, dudakları bana yağmurların sonunun güneşin açmasıyla geleceğini değil, fırtınanın kopuşundan sonra geleceğini söylemek ister gibi yukarı kıvrıldı.
Onun gülüşü, fırtına koparan yağmurlar gibiydi.
“Öfken senin gücün, Gülçehre. Seni bir daha gücünden vurmalarına izin verme.”
“Öfkem benim gücüm,” diye fısıldadım.
Yağmur hızlandı, biz ıslandık, bir şeyi daha fark ettim.
Benim öfkem, Evren’in ikiz kardeşiydi.
Ve karanlık, kaybolmak için sokak lambalarına ihtiyaç duymazdı.
Yıldızlar daima oradaydı.
🥀
Gücümü, beni terk etmeyen duygularımdan alıyordum. Duygularım, benim sadık âşığım gibiydi, zihnim ne zaman bana ihanet edecek olsa, duygularımın elleri ellerime uzanır, duygularım beni uzandığım yerden kaldırıp zihnimin içindeki fırtınayı dindirirdi.
“Gece boyunca eve dönmediniz, meraktan deliye döndüm.” Kıvılcım, elektrikli su ısıtıcısının düğmesinin hareket edip küçük bir tık sesi çıkarmasıyla derin, tombul kupayı ağzına kadar kaynamış su ile doldurup, suyun içine bir kaşık kahve ilâve etti. Çay kaşığı suyun içinde bir hortum çıkarırken bardağa çarparken çıkardığı sesler mutfağın duvarlarına yayıldı. “Kaçta geldiniz? Ben sabah altıda uyudum, hâlâ yoktunuz.”
Geceyi hatırlamak, boğazıma sıcak demir ile bastırılmış ve demirin ucundaki şekil boynuma yanık izi olarak işlenmiş gibi hissettirmişti. Önümdeki neredeyse hiç dokunulmamış servis tabağına indirdiğim gözlerim uykusuzluktan ağrıyordu.
“Biz geldiğimizde gün çoktan doğmuştu,” diye mırıldandım.
“Neredeydiniz? Evren hiçbir şey söylemiyor.” Kahvenin kokusu dağılarak içime huzur depoladı. Kahve fincanını kulpundan tutarak karşımdaki boş masaya oturdu. Geceliğine ait kırmızı, saten şortu tenini gözler önüne seriyordu. Bacak bacak üzerine atıp gözlerini yüzüme sabitledi. “Daha da önemlisi, dün neler oldu öyle, Gül Surat? Neye bu kadar öfkelendiğini anlamadım. Yoksa hepsi o şerefsizin suçu mu? Sana duymak istemeyeceğin bir şeyler mi söyledi?”
“Kimden bahsediyorsun?”
“Kestiren,” dedi Kıvılcım sertçe.
Kıvılcım’ın, Barlas’a olan öfkesinin nedeni Evren ile ilgiliydi, bunu pek tabii anlayabiliyordum ama sorunun kaynağını bilmediğimden daha fazla fikir üretemiyor, sorunu kafamda biraz olsun şekillendiremiyordum. Kıvılcım’ın öfkeden kopkoyu bakan gözleri uzun süre gözlerimde takılı kalsa da aradığını topraklarını kazdığı gözlerimde bulamadığı için gözlerini kahve fincanına indirip, fincandan taşan buharı izlemeye başladı.
“Evren ile birbirinize benziyorsunuz. İkiniz de sadece susuyorsunuz,” dedi, kahveden bir yudum alıp gözlerini tekrar gözlerime mıhladı. “Tek fark, sen anlamadığın için susuyorsun, o bildiği için.”
“Söyleseniz anlardım, hiçbir şey söylemediğiniz birinden anlamasını nasıl beklersiniz?” diye sordum zayıf bir sesle, çatalımı sivri bibere saplayıp biberle oynamaya başladım. “Barlas ile ilgili bir sorun var, bunu görebiliyorum, anlayabildiğim yalnızca bu.”
Kıvılcım, fincanı masanın kenarına bırakıp, gözlerini masanın üzerinde ters duran telefonuna indirdi. “Bazen bir şeyi anlamamak, o şeyi bilmekten daha kolay oluyor, Gülçehre,” dedi, sesi şefkatliydi ama gözleri soğuk bakıyordu. “Bunu deneyimlemiş biri olarak söylüyorum, gerçekten öyle.”
Ne zaman karşımda bir duyguyu, bir olayı, herhangi bir şeyi deneyimlemiş biri olsa, ağzımı açmıyordum çünkü o kişinin benden daha fazla bildiğini, benden daha iyi görebildiğini biliyordum. Yaşamayan herkes için konuşmak kolaydı, bilmediğin her duyguyu istediğin pencereden bakarak yargılayabilir, herhangi bir sınır koymadan yorumlayabilirdin ama insan, çektiği acının kamburu olmadığı sürece sadece konuşurdu. Asıl bilgi, ağrının olduğu yerde gizliydi.
“Barlas’a çok öfkeliyim,” dedim kendimi tutamadan. Kıvılcım’ın gözlerine is gibi dolan şaşkınlığa aldırış etmedim. “Yanında bir kız vardı, kızın ismi Şura’ydı. Sarışın, alımlı birisiydi. O kadar dişi görünüyordu ki insan onun yanında kendisinin bir kadın olup olmadığını sorgular. Öyle güzeldi.” Kıvılcım’ın kavisli kaşlarının havaya dikildiğini gördüm. “Ama kalbi, kendisi kadar güzel değildi. Bir kadının kalbi her zaman sevgiyle, iyilikle doludur bana kalırsa ama o kötü birisiydi. Bana çok kötü laflar etti, dahası asla yapmaması gereken bir şey yapıp, muhtaçlık duymaması gereken bir adamın onu ezmesine, küçük düşürmesine izin verdi. Bu adam Barlas’tı. Kızın hâli öyle içler acısıydı ki, bunu kendine neden yaptığını bir türlü anlayamadım. Biz kadınlar hiçbir zaman bir erkeğin varlığına muhtaç değiliz ki.”
“Elbette öyle. Olayı daha ayrıntılı anlatır mısın? O adama neden öfkelendin? Kızın söyledikleri yüzünden mi?”
“Hayır. Bence o kız ruhunu kaybetmiş, buna sebep olan da Barlas gibi adamlar. Bir kadına kendini değersiz hissettiren adamlar… Kız tüm zehrini bana kustu ama sanki o zehir kıza değil de onu bu hâle getiren adamlara aitti. Barlas’a… Ben de yapmamam gereken bir şey yaptım, hayatımda ilk kez bir insana fiziksel olarak müdahale ettim ve bundan dolayı çok büyük bir pişmanlık duyuyorum. O an öfkeme dur diyemedim, ilk kez başıma gelen bir şeydi. Bana böyle bir öfkeyi tattırdığı ve o kızı öyle bir insana dönüştürdüğü için Barlas’a kızgınım. Belki onu böyle yapan ilk adam o değildi ama kesinlikle payı var, onu çok aşağılıyordu ve kız buna katlanıyordu. İçten içe neler yaşıyor kim bilir?”
“Çok iyi kalplisin,” demesini beklemediğimden gözlerimi kırpıştırarak ona baktım, bana bir abla gibi gülümseyip kahvesinden bir yudum aldı. “Kıza vurduğunu bile açıkça söyleyemeyip, ona fiziksel müdahale ettiğini söylüyorsun. Sen çok nahif bir insansın, kibarsın.”
“Bence bunu yapmamam gerekiyordu. Günümüzde kadına şiddetin oranı bu denli çok artmışken, benim o kıza vurmam belki de kadınlığa indirdiğim bir tokattı ve bundan dolayı kendimi çok kötü hissediyorum.” Gözlerimi ellerime indirdim. “Bana ağır laflar etmiş olabilir, beni çok öfkelendirmiş olabilir ama sabır her zaman erdemdir. Ben erdemli davranmadım.”
“Bir kadın hiçbir zaman bir erkeğe mecbur değildir, öncelikle o kadının bunu anlaması gerek.” Başını yavaşça salladı. “Belki de hissettiği sevgi, onu bir erkeğe mecburmuş gibi hissetmeye hapsediyor ama bu çok saçma. Sevgi hapis değildir, sevginin amacı özgürlüktür. Sevgi, özgürlüğün olduğu yerde olur. Sevgiyi kötü bir duygu hâline getiren insanlar olduğunu düşünebilirsin ama emin ol, o insanların kötülüklerine alet ettiği şey sevgi değil. O sadece kötülük. Saf kötülük. Tedavi edilmesi imkânsız, iyileştirilmesi mümkün olmayan çok büyük bir kötülük.”
“O kız kendi kendisini hapsetmiş gibiydi. Barlas onu umursamıyordu.”
“Şu açıdan düşün, Kestiren o kadını yanında zorla tutuyor, ona zorla sahip oluyor, o istemediği hâlde ona fiziksel ve duygusal şiddet uyguluyor da olabilirdi. O adamı hiç sevmem ama bana tek suçlu oymuş gibi de gelmedi. Suçu biraz da o kadında araman gerek. Dışarıda özgürlüğü için savaşan, bu savaşı kaybedip öldürülen o kadar çok kadın var ki… Bir kadın neden tüm özgürlüğünü bilinçli bir şekilde bir adamın ellerine teslim eder? Bu sevgi değil.”
“Yine de kızgınım ben. Bir kadına öyle davranacağına, onu kovup yanından uzaklaştırsın daha iyi.”
Gülümsedi. “O kızdan özür dilemek mi istiyorsun sen?”
“Evet,” diye fısıldadım. “İçimde taş gibi bir ağırlık var. İki insan tartışabilir, birbirlerine çok ağır laflar edebilir ama şiddet? Bu olmamalı. Bir insan tabii ki bir insana çiçek vermek zorunda değil ama vurmamalı da.”
“O sana ne söyledi? Yani neden bu kadar öfkelendin?”
“Bakire olduğum için beni küçümsedi,” dedim utana sıkıla. “Sanki Barlas’la yatmışım gibi imalarda bulundu.”
“Hadsiz.” Kıvılcımın gözleri öfkeyle irileşti. “Evet, sen ona fiziksel şiddet göstermişsin ama onun bu yaptığı da resmen bir nevi hemcinsini taciz etmek. O da sana sözlü şiddet uygulamış, şiddetin her türlüsüne karşıyım. Psikolojik bir şiddet var burada. Sadece fiziksel değil.”
“Olsun, ben yine de özür dilemek istiyorum. Fiziksel olarak birine kötü niyetle dokunmuş olmak bile beni mahvediyor.” Kaşlarımı çattım. “Keşke Barlas’ın suratına bir yumruk patlatsaydım.”
“Yahu ona vurunca bu şiddet olmuyor mu?” Güldü. “İlahi Gülçehre, çok şirinsin.”
“Onun yaptığı da bir kadına duygusal ve psikolojik olarak şiddet uygulamak ama,” diye mırıldandım.
“Ama kadının rızası var?”
“Devlet küçükleri gibi konuşma Allah aşkına,” dedim birden öfkeyle.
“Ne güzel söyledin öyle.” Derin bir nefes aldı. “Peki, o zaman şu kızdan özür dile de için rahatlasın.”
“Kızı nerede bulacağımı bilmiyorum ki ben.”
“Barlas’ın kızlarını nerede bulacağını hâlâ öğrenemedin mi? Müziğin en gürültülü geldiği yerde olurlar.”
“Barlas’ın kızları demesene,” diye fısıldadım. “Çok garip geliyor bana böyle şeyler. Birilerini böyle sınıflandırmayalım, gerek yok.” Kıvılcım’ın son söylediği şeyi anımsayıp durdum. “Yani barlarda falan mı buluruz?”
“Evet. Muhtemelen geçen sefer gittiğimiz gece kulübünde partileyen tayfadandır. Bugün cumartesi, partiden yükselen ses tüm Alaçatı’yı saracağına göre kızı da kesin orada buluruz.”
“O da orada olur mu?”
“O Allah’ın emri, Gülçehre. Henüz o çocukla ilgili hiçbir şey bilmiyorsun ama zamanla anlarsın, eğlence neredeyse Barlas Talha Kestiren oradadır.”
Kesin konuşmuştu. Saatin zamanı günlere işlediği gibi zihnime Barlas ile ilgili bu ayrıntıyı işlemişti. Akşam güneşi yağmur bulutlarının arasından görünerek tenini yeryüzüne kutsal bir ışığın içinde sunduğunda, salondaki büyük LCD ekran televizyonun karşısında duran büyük kanepede oturan Evren ve Yavuz, dışarıdan sipariş ettikleri yemekleri yiyorlar, bir yandan da televizyon ekranında bir yanıp bir sönen ışığın sebebi olan maçın ısınma turlarını izliyorlardı.
Canım bir şey istemiyordu, karnım toktu ama sabah yarım yamalak ettiğim kahvaltı dışında aslında bugün ağzıma tek bir lokma bile koymamıştım. Evren’in yeşil gözlerine cam kaplı duvardan sızan ışık vuruyor, yeşil gözlerin içinde ateşe ait gibi duran parçalanmış cama benzeyen kızıl kırıklar görünüyordu.
Gözlerinin içinde cam parçaları varmış da cam parçaları yanıyormuş gibiydi.
Kıvılcım, koltuğun kenarına oturup kolunu Yavuz’un omzuna atarak, “Bu gece dışarı çıkalım mı, lütfen?” diye sordu, o sırada Evren’in gözlerine sabitlenmiş gözlerim etrafındaki hareketleri algılıyordu ama tamamen o gözlere saplandığımdan tepki veremiyordum.
“Güzelim, akşam büyük maç var, ben kendimi bu koltuğa zincirlemeyi ve maç bitene ya da siz koltuğu kaldırana kadar buradan kıpırdamamayı düşünüyorum.” Yavuz göz kırpıp, Kıvılcım’ın yanağını okşadı. Kıvılcım yüzünde hoşnutsuzluğu resmeden bir ifadeyle Yavuz’a bakıp geri çekildi. “Trip is loading…”
“Komik değilsin,” diye mırıldandı. “Geldiğimizden beri bir kurs bir ev, başka bir yere gittiğimiz bile yok. Maçın tekrarını internetten de izleyebilirsin.”
“Canlı izlemekle bir olmaz ki yavrum,” dedi Yavuz, Kıvılcım’ı ikna etmek istiyormuş gibi alttan alttan ona bakarak.
“Gören de stadyumdasınız, maç önünüzde oynanıyor sanacak,” diye mırıldandı. “Lütfen, ne olur yani dışarı çıksak?”
Yavuz, uzanıp masanın üzerinde açık duran pizza kutusunun içinden bir pizza dilimi aldı, pizza dilimini Kıvılcım’a uzattı, Kıvılcım gözlerini devirerek pizzadan bir parça ısırdıktan sonra gözlerini Yavuz’a dikerek lokmasını çiğnemeye başladı.
“Biliyorum, şu an sadece zaman kazanmaya çalışıyorsun, susayım diye ağzıma yiyecek tıkıyorsun,” diye mırıldandı Kıvılcım.
“Aşkım günahımı alıyorsun…”
“Valla Yavuz, şimdi kalkıp hazırlanmazsan hayatın boyunca yanıma yaklaşamazsın.” Kıvılcım, pis pis sırıttı. “Biliyorsun, değil mi kovboy?”
“Ben şu an hayatımla tehdit ediliyorum…” Yavuz, Kıvılcım’dan merhamet dilenen gözlerle ona baktı. “Şu an beni can evimden vuruyorsun.”
“Ee? Vurmama engel mi olacaksın yoksa karşımda durup kurşunlara kafa mı tutacaksın?” diye sordu Kıvılcım, Yavuz ona düz düz bakıyordu. “Bu gece yatağını kaleci değil, ben ısıtacağım haberin olsun. Gol atmaya hasret bırakırım seni.”
Yanaklarımın içini daha şiddetli bir biçimde dişleyip, yutkundum. Böyle konuşmalara bir türlü alışamayacakmışım gibi hissediyordum. Hep derin bir utanç duyacakmışım gibi… Kendimi birisiyle, bir adamla bu şekilde şakalaşırken hiç hayal edemiyordum. Sanırım bana böyle bir ima yapılsa, utançtan ağzımı bile açamazdım ama onlar birbirlerini bu tarz şakalarla kabullenmiş, sevmişlerdi.
Yavuz, “Maç bitince çıksak?” diye sorunca, Kıvılcım başını aşağı yukarı sallayarak koltuğun kenarından kalktı.
“Anlaşıldı, Yavuz Bey. Deplasman yasağı istiyorsun, ben buna varım.” Kıvılcım’ın gözleri bana doğru çevrildi. “Hadi Gülçehre, yukarı çıkalım. Kim bilir? Belki de bu gece senin odanda yatarım.”
“Nasıl ya?” diye sordu Yavuz doğrulup gözlerini Kıvılcım’a dikerek. “Ne demek çitlembiğin odasında yatmak? Ne demek deplasman yasağı? Ben sırf bir maç izlemek için tüm bunlardan mahrum mu bırakılıyorum şu an?”
“Galatasaray maçı mı ben mi dedim, sen de Galatasaray maçını seçtin. Üstelik Galatasaraylı bile değilsin, sırf Evren sana arabasını sürdürsün diye bu maçı onunla izlemeyi kabul ettin. Yalakasın. Döneksin.”
“Araba değil,” dedi Yavuz üstüne basarak. “Impala.”
“Buyur git bin bakalım arabaya. Evren seni o arabaya bok bindirir.”
“Araba değil diyorum sana ya Impala!” diye homurdandı Yavuz.
Evren, Yavuz ile aralarında duran lacivert yastığı alıp, Yavuz’a sertçe fırlatarak, “Kes artık şunu,” dedi sakin bir sesle. “Kızın yanında saçma salak konuşuyorsunuz, yüzü yine eflatuna döndü.”
“Aaa, bana ne vuruyorsun sen? Şiddet uyguluyorsun. Senin takımının maçı için ben özel hayatımı tehlikeye atmışım, sen bana vuruyor musun?”
“Yavuz, hiç yemediğin hâlde dayağımın tadını çok iyi biliyorsun,” dedi Evren gözlerini televizyona çevirerek. “Deneyimlemek istemezsin.”
“İstemem,” dedi Yavuz başını sallayarak. “Sen benim canımsın.”
“Maçı izle.”
“Sen benim canımsın…”
“Yavuz,” dedi Evren yeşil gözlerini televizyondan çekmeden. “İzle.”
“Sen var ya, öyle bir canımsın ki, canım alınır, yerinden çıkar gider, seni kıskanır…”
Evren’in yüzünü saran o sakin duygu yerini korudu, yeşil gözler televizyondan ayrılmadı. “Boşuna,” dedi sadece.
“Niye ya niye?”
“Sürdürmeyeceğim sana.”
“Ama…”
“Ama ve keşke ile başlayan cümleleri duymazdan geliyorum.”
“Ama sen hain köpeksin, doğru,” dedi Yavuz, Evren hiçbir şekilde yüzünde mimik oynatmadan dirseğini sertçe Yavuz’un boşluğuna vurdu. “Hani duymazdan geliyordun ya, hani duymazdan geliyordun yalancı?”
“İzle.”
“İzlemiyorum ya.” Yavuz, Kıvılcım’a doğru döndü. “Tamam, çıkaracağım seni dışarıya canım sevgilim benim, sadece sen…”
“Çok geç.” Kıvılcım, gülümseyerek koluma girdi. Yavuz bana potansiyel düşmanına, en büyük rakibine bakıyormuş gibi baktı. “Ben vazgeçtim. Bu gece Gülçehre’nin odasında, onunla kalıyorum.”
“Gülçehre, gözüme çok batıyorsun, seni buralarda yaşatmam aslan parçası,” dedi Yavuz, bana bakışı beni güldürünce aniden yumuşayarak bana göz kırptı. “Oğlum buna uzun süre kızamıyorsun da ha… Çok tatlı.”
Evren, Yavuz’un kurduğu cümleden sonra gözlerini bana doğru çevirerek gözlerimin içine baktı. Akşam güneşinin bir çizgi çekerek üzerine serildiği yeşil gözlerinde gördüğüm duygular, boş bir sokakta, üzerimde toz pembe bir elbiseyle karanlığın ortasında koşuyormuşum, sokak lambalarının hiç yanmadığı sokaklarda kayboluyormuşum gibi hissettiriyordu.
Evren bir an yanımızdaki insanların varlığını umursamıyormuş gibi yalnızca bana odaklanarak, “Sen yemek yemeyecek misin?” diye sordu, kan kırmızı dudaklarından dökülen soru cümlesi, dikkatimi gözlerimin dudaklarına dökülmesiyle eş zamanlı olarak dağıtmayı başarmıştı.
“Canım bir şey istemiyor,” dedim kısaca. Kıvılcım’ın beni izlediğini hissettim. Evren bir müddet boyunca konuşmadı, gözleri benden ayrılmadı ve kelimeler kül gibi evin tavanından saçlarıma yağmaya başladı.
“Canın en son ne zaman bir şey istedi de yedin?”
Sorusu birdenbire evin ortasında dolaşan bir akşam rüzgârına dönüştü. Herkesin saçlarına, herkesin tenine, herkesin yüreğine dokunmuş gibiydi.
Gözlerim gözlerinde, boş sokaklarda ilerleyen kimsesiz ruhumun kucağında taşıdığı diken dolu kırmızı güllerin yaprakları saçlarıma takılıyor, bir masalın gömülü durduğu romanın sayfaları bizim için aralanıyor gibi asılı kalmıştı.
“Sabah kahvaltı yaptım,” diye fısıldadım, gözlerimi gözlerinden babamın benden koparmaya çalıştığı çocukluğum gibi koparmaya çalıştım ama tıpkı babam gibi başarısız olmuştum. Gözlerimi ondan koparıp alamamıştım.
Evren’in yeşil gözleri mahşere ait bir ateşmiş gibi yüzünün ortasında alev alev yanıyordu. Duygularımı tetikleyen yeşil gözlerinden kurtulamamaktan öyle çok korkuyordum ki sanki o gözler bir gün felaketim olacakmış gibi hissediyorum. Bu hisler öyle büyüktü ki, beni derin bir korkuyla baş başa bırakıyor ama bir yandan da özgürlüğümün sırtıma astığı kanatları güçlendirerek ayaklarımı yerden kesiyordu.
Siyah, yüzündeki mermer beyazlığına zıt duran dağınık saçları, zehirli sarmaşıklarının bedenime sarıldığını ve beni içine yuttuğunu hissettiğim yeşil gözleri, düzgün ve keskin duran burnu, kan rengi dudakları ve çenesindeki dikiş izi…
O, baştan aşağı bir mahzen gibiydi.
İçinde şarapları yıllandıran değil, duyguları şekillendiren bir mahzen gibiydi yeşil gözleri.
“Öğünlerini atlama,” dedi gözleri gözlerimden usulca kopup ekrana dönerken. “Zaten çok zayıfsın, daha da zayıf düşersin.”
İlgisi beni heyecanlandırdı ama bunun nedenini anlayamadım. Geçmişimden bugünüme uzanan zaman diliminde bir erkeğe duyduğum ilgi roman sayfalarında, dizilerin bölümlerinde, çevirdiğim çizgi romanlara gömülmüş resimlerle sınırlı kalmıştı. Ama ona baktığımda roman sayfalarını çevirirken kalbimi dolduran heyecanı, o bana dokunduğunda gözlerime kazıdığım sahnelerin ruhunu hissediyordum. İnsanların ruhlarını kazıyarak oradan çıkardığım duygular, benim aradığım, sevdiğim, benimsediğim duygulara hiç benzemiyordu. İnsanlara kendi kafamda kurgulayıp var ettiğim ruhları yerleştirerek onları sevemediğim için tüm yıllarımı sadece roman sayfalarının arasında eskitmiştim.
Şimdi onun gözlerine baktığımda, roman sayfalarına gömülmüş duygular sanki kaburga kemiklerime kazınmış gibi hissediyordum.
Kıvılcım, beni anın içinden çekip almak istiyormuş gibi omzuma dokunarak gözlerimdeki bakışların zihnime doğru geriye devrilmesini sağladı.
“Hadi, yukarı çıkalım biz,” diye mırıldandı zarif sesiyle. Ne planladığını bilmediğimden başımı salladım, birlikte üst kata çıktığımız anda duvara gömülü dolaba tek tek yerleştirdiğim kıyafetleri yerlerinden çıkararak yatağa fırlatmaya başlamıştı. Ben ise gözlerime gömülmüş hayretle onu izlerken ağzımdan tek kelime çıkmadan onun ne yapmaya çalıştığını kavramaya çalışmıştım.
“Madem onlar bize katılmıyor, biz de gecenin kötü kızları olup olaya onlarsız dâhil oluruz,” dedi kırmızı puantiye desenli bir elbiseme garip garip bakarken. Gözleri bana doğru çevrildi. “Hep böyle şeyler mi giyiyorsun? Bir ara deri etek giymiştin, bak mesela o çok güzeldi. Öyle şeylerin yok mu başka?”
“Annem bazen öyle parçalar satın alıyor ama buraya gelirken onları yanımda getirmedim.”
“Annen zevkli kadınmış,” dedi Kıvılcım sırıtarak, ona tuhaf tuhaf baktım. “O deri etek nerede?”
“Yıkanması için kirli sepetine koymuştum,” dedim, gözlerini devirdi.
“O küçük hanıma senin ne kadar güzel olduğunu, istediğin zaman kadınsı görünebildiğini de göstermek istiyorum. Yoksa normalde senin içinde nasıl rahatsan öyle giyinmeni istiyorum, hatta böyle giyinmeni de seviyorum. Şirin.” Gözlerini dolabın açık duran kapaklarından içeriye doğru çevirdi. “Ama çok hanım hanım bir şekilde onun karşısına geçersen, muhtemelen seni yeniden öfkelendirecek şeyler söyleyecektir.”
“Ona kendim gibiyken de meydan okuyabilirim,” dediğimde Kıvılcım kaşlarını kaldırarak omzunun üzerinden bana doğru baktı.
“Ona meydan okumaya değil, ondan özür dilemeye gidiyordun, öyle değil mi?”
“Evet,” diye fısıldadım. “Ama ben ondan özür dileyene kadar o beni eziklemeye devam edecek, bunu da biliyorum.”
“Bunu görmek istemediğim için bu geceyi ele alıyorum ve kendimi gecenin yöneticisi ilan ediyorum, karşı koymazsan sevinirim.” Kıvılcım, odasının kapısına doğru ilerledi, yatağın ucuna oturmuş sakince onu izliyordum. “Ben gelene kadar sen saçına maşa yapmaya başla. Senin için birkaç parça getireceğim, en uygun olanını seçip makyajını yapacağız.”
“Buna gerek yok,” desem de bir an gerçekten heyecanlanmıştım. Kendimi okuduğum kitaplardaki, çizgi romanlardaki, izlediğim filmlerdeki başrol kadın karakter gibi hissetmeme neden olmuştu. Tıpkı o kızın en yakın arkadaşının kızı geceye hazırladığı gibi Kıvılcım da beni geceye hazırlamak istiyordu. Bu benim için çok farklı bir heyecandı ama geri adım atma isteği her zaman galip geldiğinden bu isteği bastırmaya çalışmıştım.
“Buna gerek olup olmadığına da gecenin yöneticisi olarak ben karar veriyorum, Gül Surat,” dedi Kıvılcım, ardından kapıyı açıp dışarı çıkarken ekledi: “Saçlarına maşa yapmaya başlasan iyi edersin.”
Başımı salladım. Kıvılcım odadan ayrıldıktan sonra bir süre yatağın üzerinde oturmuş, gecenin akıbetini düşünmüştüm. Dün gece yaşadığım güzel anların aksine, bugün yaşayacaklarım daha karanlık, beni bir adım geri atmaya zorlayacak şeyler olabilirdi ama içimde kırılmasından korktuğum o heyecanın büyüklüğü beni gece için heveslendirip duruyordu. Sonunda yataktan kalkıp sabah geldiğimde duşun altında bir güzel yıkadığım temiz saçlarımı taramaya başladım. Maşa ısınırken ortasında yarık olan aynanın önünde durmuş kendimi izliyor, saçlarımı taramaya devam ediyordum. Bugün annem beni hiç aramamıştı, babamdan bir haftadır haber yoktu ama annemin aramaması benim için büyük bir sorunken, babamın sessizliği beni rahatlatıyordu.
Onu özlemiyor değildim, özlüyordum ama babamı özlüyordum, olduğu kişiyi değil.
Maşanın kızgın demirine doladığım saçlarımdan dumanlar çıkana kadar bekletiyor, yarattığım kalın bukleler omuzlarıma düşerken aynaya düşen yansımama renklenmiş gözlerle bakıyordum. Odamın kapısı aniden telaşla açılınca kalbim panikle çarpmaya başladı, irkilerek kapıya doğru baktım. Kıvılcım kollarının arasına aldığı bir sürü kıyafetle içeri girip kıyafetleri yatağımın üzerine atarak bana doğru döndü. Benim aksime o çoktan hazırlanmıştı, üzerinde boyundan bağlamalı, kırmızı, mini bir elbise, ayaklarında bantlı, önü açık, siyah topuklu ayakkabılar vardı. Şimdi gerçekten başrolün en yakın, güzel kız arkadaşı gibi görünüyordu.
“Tenine her renk yakışıyor, ne renk kullansak karar veremedim,” dedi, bana doğru yaklaşıp arkamda dikildi. “Kalın bukleler yapman iyi olmuş, maşa seni çekici bir kadına da dönüştürebilir, gelinin kız kardeşine de…”
“Ben genelde böyle kullanıyorum,” diye fısıldadım. Ben tüm saçlarımı maşalayana kadar Kıvılcım beni sakince beklemiş, o esnada üzerimde görmeyi istediği parçaları bir kenara ayırmıştı.
Saçlarımı tamamladığımda Kıvılcım, siyah, dar, sırtında su damlası şeklinde dekolte olan mini bir elbiseyi uzatıp, “Önce bunu dene,” diye mırıldandı. “Birkaç parça daha var ama şimdi bunu üzerinde görmek istiyorum.”
“Siyah mı?” Gözlerim elbiseye çevrildi. “Peki, tamam, olur.”
“Aynı cümlenin içinde üç onay kelimesi kullanmana gerek yoktu,” dedi Kıvılcım gülerek. “İnsanlar senin bu kadar heyecanlı birisi olduğunu bilmek zorunda değil.”
“Öyle mi görünüyorum? Yani çok heyecanlı biri gibi?”
“Biraz,” dedi. “Hadi, giy şunu da üzerinde göreyim.”
Hiç vakit kaybetmeden elbiseyi giyip aynanın karşısına geçerek bana son derece yabancı olan görüntüme baktım. Elbiseyi giyerken Kıvılcım’ın dövmemi görmemesi için ekstra bir çaba sarf etmiştim. Görse ne olurdu bilmiyordum ama görmemesi gerektiğini düşünüyordum, bunu neden düşündüğümü de kesinlikle bilmiyordum. Bir histi.
Elbise bedenimi öyle güzel sarmıştı ki, Kıvılcım’ın benden daha güzel olduğunu düşündüğüm hatlarına benzer hatlarımı gördüğümde şaşırıp kalmıştım. Karşımda ruhunu benden alan ama görüntüsü benden çok uzak olan bir kadın duruyordu. Dalgalı saçlarımı ortadan yarılarak neredeyse karnıma kadar inen göğüs dekoltesini örtmek ister gibi öne aldım. Göğüslerim kapalıydı ama bu dekolte bana aşırı fazla gelmişti.
“Çok iddialı oldu bu,” dedim. “Buna gerek yok ki.”
“Çok seksi görünüyorsun,” dedi Kıvılcım. “Kesinlikle. Baş döndürücü…”
“Seksi olmak bana göre değil,” diye mırıldandım. “Yani hayatımda hiç seksi olmadım. Öyle görünmedim.” Gözlerimi aynada ikiye yarılan yansımamda gezdirdim. “Öyle bir derdim de olmadı zaten.”
“Bir kadın aynı anda birçok şey olabilir. Seksi, masum, kararlı, iddialı, utangaç ve cesur…” Kıvılcım, omzuma dokunup aynadaki yansımamın gözlerinin içine baktı. “Sen hepsisin.”
“Sanmıyorum…” Gözlerimde beliren bir güvensizlikle kendimi izledim. “Yani ben hepsi olamam. Nasıl olunur bilmiyorum.”
“Ben sana baktığımda tümünü görüyorum. Masumsun ve bunu kasıtlı yapmıyorsun, kasıtlı yapmadığın için masumsun. Utangaçsın ama bazen çok cesur olabiliyorsun, bunu dün de gösterdin bana kalırsa. Seksisin, şu an seksi ve iddialı görünüyorsun. Şu an tek eksiğin kararlılık. Kararsızsın, bunu nasıl aşacağını bilmiyorsun ama zaman öyle bir ilaçtır ki, fazlası seni zehirler, yeteri kadarı seni büyütüp koca bir kadına dönüştürür.”
“Kararsız bir insanım, bu doğru.” Başımı salladım. “Ama artık ne olduğumu biliyorum, biliyor musun?”
“Nesin?”
“Özgürüm,” dedim gülümseyerek. Gözlerim abartılı duran kıyafetimde dolaştı, yutkundum. “Özgür ve kararsız genç bir kadınım.”
“Eğer özgürsen, ne istediğini bulman daha kolay olacak bence.” Gülümsedi. “Bence bu elbise oldu. Diğerlerini at çöpe gitsin. Ben bu Gülçehre’yi bayağı sevdim. Hadi gel, makyajını yapalım.”
Beni önüne oturtup, getirdiği makyaj çantasını açmış, gözlerimi çıkarmasından korktuğum için onun kolunu tutup durmama rağmen gözlerimin içlerine simsiyah kalem çekmişti. Gözlerim anında doldukları için gözlerime üflerken bir yandan da, “Akacak şimdi göz kalemi, mızmız,” diye söylenip durmuştu. Yüzümün fondötene ihtiyacı olmadığını söyleyip, yanaklarımı hafifçe çok belirgin olmayan bir renge sahip olan allık ile renklendirmiş, dudaklarıma da ıslak bir görüntü kazandırmak için gloss sürmüştü. Kirpiklerimi kaldırarak sürdüğüm rimel, simsiyah göz kalemi ile birleştiğinde gözlerimde oluşan yoğunluk, aynada gördüğüm yüzün bana değil de bir başkasına ait olduğunu düşünmeme neden olmuştu çünkü fındık kabuğu rengi gözlerim, siyah kalemin etkisiyle daha açık renk görünüyordu ve yüzüm kesinlikle olduğum kişinin yüzünden epey farklı duruyordu.
Kıvılcım, benim aksime daha koyu, onu benim yanımda daha kadınsı gösterecek bir makyaj tercih etmişti. Normalde de koyu makyajdan hoşlanıyordu, hem gözlerine hem dudaklarına aynı anda ağırlık verebiliyordu ve bu onda sırıtmıyordu, aksine makyajı çok güzel taşıyan bir yüzü olduğunu düşünüyordum.
El ve ayak tırnaklarıma sürdüğüm siyah ojeler kuruyana kadar Kıvılcım’ın benim için seçtiği siyah bantlı, tıpkı onunkisi gibi önü açık olan topuklu ayakkabıları giymemiştim. Topuklu ayakkabı üzerinde durmak benim için eziyetti ama görüntüsü o kadar güzeldi ki kısa süreliğine bu eziyete katlanılabilirdi bence.
Odadan çıkmadan önce paramı, kimliğimi ve telefonu içine koyabilmem için yuvarlak, minik, gümüş rengi zincirli bir çantayı koluma takmıştım. Evren ve Yavuz’a ne söyleyerek evden çıkacaktık bilmiyordum ama odadan çıktığımız anda kalbim saniyede binlerce kez göğsüme yumruk atıyor gibi hissetmeye başlamıştım. Kıvılcım, beni kolumdan tutup yöneldiğim merdivenlerden uzaklaştırarak çekiştirmeye başladığında, gözlerimdeki şaşkınlığı gizleyemeden, “Nereye?” diye sordum.
“Arka kapıdan çıkacağız,” dedi, gecenin rengi üst katın koridoruna serilerek gökyüzünün siyaha boyandığını haber vermişti.
“Neden ki?”
“Çünkü onların bu gece kaybolduğumuzdan haberleri bile olmayacak.”
“Saçmalama,” dedim.
“Neden? Yürüsene…”
Elimi onun elinden kurtarmaya çalışarak, “Çıldırdın mı? Meraktan ölürler,” diye fısıldadım, aşağıda izlenen maçın gürültüsü üst kata kadar geliyordu.
“Nereden bilecekler? Hem Yavuz bunu hak etti.”
“Ama Evren hak etmedi,” deyince bana duraksayarak baktı.
“Hani gecenin yöneticisi bendim?”
“Sensin ama onları bu durumdan haberdar etmemiz gerekiyor, çok merak edebilirler. Hem ya orada başımıza bir şey gelirse? Kimsenin orada olduğumuzu bilmemesi büyük bir sorun. Bizi bambaşka yerlerde arayabilirler.”
“Sen çok erken yaşta olgunlaşmışsın, bu kadar olgunluk benim babaannemde bile yok,” dedi Kıvılcım gözlerini devirerek. “Gittiğimizde onları ararız. Şimdi maça odaklanmış durumdalar, yanlarına bu şekilde inersek boş yere tatsızlık çıkarabilirler. Gittiğimiz yerde aradığımız zaman tatsızlıktan çok da etkilenmeyiz…”
“Yine de bu doğru değil…”
“Her zaman doğru olanı yaparsan, gençliğini yaşayamadan ölürsün.” Bana gülümsedi. “Güven bana, ben yanında olduğum sürece sana kimse bir şey yapamayacak.”
“Güveniyorum ama…”
“Hadi, Gülçehre…”
“Peki,” diye fısıldadım başımı sallayarak. “Ama gittiğimizde onları arayacağız.”
“Ararız,” dedi ama bunu daha çok beni geçiştirmek istiyormuş gibi söylemişti. İçimden bir ses Kıvılcım’ın asla onları aramayacağını söylese de ona uydum ve evin arka kapısından çıktık. Evin arka kapısı ikinci kattaydı, kapının hemen önünde dolanarak aşağıya uzanan merdivenler duruyordu, merdivenleri topuklularımızın sesleri her yana dağılmasın diye yavaşça indik. Bahçenin arka kapısından çıkıp, Kıvılcım’ın çağırdığı taksiye atlayarak oradan uzaklaşmaya başladığımızda huzursuzluk bir çınar ağacı gibi içimde tüm heybetiyle köklerine ayrılmış, gölgelerini içime sererek duruyordu.
Partinin izlerinin sokaklara kadar insanların bedenlerine hapsolarak yayıldığı mekânın önünde taksiden indiğimizde, sokağa yayılan bir diğer iz, mekânın duvarlarını aşarak sokağı çınlatan müziğin sesiydi. İkinci kez böyle bir ortama girecektim ve bu defa yanımda Evren yoktu, yanımda onun olduğu evde bıraktığım güvenim de yoktu, sadece heyecanım vardı ve heyecanın fazlası kesinlikle korkuya gebeydi.
Mini elbiselerin içindeki ruhlar, yüzlerine çizdikleri boyalarla içlerine gömülmüş hisleri örtebileceklerine inanıyorlarmış gibi görünüyordu. Tenlerine ölüm gibi serilmiş parfümlerinin kokusu sokağa yayılan güzel kadınların, mekânın demir kapısından girerek müziğin özünün yayıldığı karanlığın inine gidişlerini seyrettim. Kıvılcım koluma girmişti, insanlar girdikleri uzun bir kuyruğu anımsatan sırada uğultulu konuşmalar gerçekleştiriyordu.
“İşte geldik, onları arayacak mısın?” diye sordum girdiğimiz sırada önümde duran kısa, kızıl saçlı kızın sevgilisini öpüşünü yanaklarımı yangın yerine çeviren bir utançla seyrederken.
Kıvılcım, “Gülçehre, dur bir içeri girelim,” dedi gözlerini devirerek.
“Belki de yokluğumuzu fark etmişlerdir?” Bakışlarımı ona çevirdim. “Hem içerisi çok gürültülü, seni duymazlar bile.”
“Yokluğumuzu fark etseler zaten ararlardı hayatım…”
“Doğru diyorsun,” diye fısıldadım. Omzuma takılı çantanın içinde duran telefonumun önce titrediğini hissettim, ardından telefonumdan dökülen melodinin sesi, kalabalığın anlık başlarını bana doğru çevirmesine neden oldu. Panikleyerek çantanın fermuarını açtığım sırada Kıvılcım’ın da yüzü hayalet görmüş gibi bembeyaz olmuştu.
“İti an, çomağı hazırla,” diye mırıldandı.
Telefonun ekranına düşen ismi görünce başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. Arayan kişi Mustafa Kemal Kuran’dı. Gözlerim panikle iri iri açılırken, Kıvılcım, “Ne oldu? Kim?” diye sordu merakla.
“Mustafa Kemal amca,” dedim korkuyla.
“Ha, iyi o zaman…” Kıvılcım, durdu, bakışlarını hızla yüzüme çevirdi. “Ne?”
Tedirgin gözlerle Kıvılcım’a baktım. “Bir şey mi oldu acaba?”
“Açma boş ver,” dedi Kıvılcım, sonra duraksadı. “Ya da aç. Sen açmazsan Evren’i arar, Evren de yokluğumuzu fark eder.”
Başımı hızlıca sallayıp, ne diyeceğimin mahkemesini kafamda tek bir an olsun kurmadan telefonu açarak kulağıma götürdüm. “Efendim?”
“İyi geceler,” dedi Mustafa Kemal amca o duru sesiyle. Yutkundum.
“İyi geceler, efendim.”
“Nasılsın güzel kızım?” Sesi bir renk gibiydi, içimin paletine düşerek tuvalimi renklendirmemi istiyordu. Tam cevap vereceğim, “O gürültü de nesi? Aa, eğlenmeye mi çıkmıştınız? Tüh, rahatsız ettim,” dedi.
“Yok, yani evet, aman yani hayır, rahatsız etmediniz,” dedim heyecanla, Kıvılcım bana garip garip bakıyordu. “Yani evet derken, eğlenmeye çıktığımız konusunda bir evetti o.”
Mustafa Kemal amcanın neşeli gülüş sesi kulaklarıma dağılarak içimdeki huzursuzluğu tehdit edercesine kovdu. “İyi yapmışsınız, ne güzel… İyisin, değil mi?”
“Evet,” dedim gülümseyerek. “İyiyim, çok teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”
“Biraz yorgunum, bugün dört ameliyata girdim, dördü de saatler süren ameliyatlardı. Çok şükür, bir kaybımız olmadı, güzel geçti hepsi.” Boğazını temizledi, onu çalışma masasının önünde otururken hayal edebiliyordum. “Ben bir sesini duymak için aradım, nasıl olduğunu merak ettim. Orada rahatın yerinde midir diye…” Gülümsediğini göremesem de hissettim. “Eğlenmeye çıktığınıza göre keyifler tıkırında, mutlu oldum.”
“Teşekkür ederim. Her şey yolunda, evet.”
“Buna çok sevindim. Eh, ben sizi çok tutmayayım. Eğlenmenize bakın,” dedi Mustafa Kemal amca. “Seni sonra tekrar ararım. Kendine ve oğluma iyi bak, hoşça kal.”
Benim buzla kaplı duvarlarım yoktu, arkasında saklandığım maskelerim ya da insanları derinliğine hapseden karanlık bir ruhum… Beni var eden renklerimi büyürken bana yoldaşlık eden roman sayfalarında, müziğin içime doluşan sesinde, izlediğim sahnelerin içime doluşturduğu sıcacık duygularda bulmuştum. Şimdi tanımadığım insanların dünyasında bir yabancıydım. Bu dünyada hiçbir şey roman sayfalarında olduğu gibi değildi, bu dünyada her şey gerçekti ve dokunduğumda parmak uçlarımda izleri kalıyordu. Bir roman sayfasının zihnime bıraktığı izlerden öte, bu dünyada yanında olduğum insanların gözlerinde bulduklarım kalbimi izlerle dolduruyordu.
Mustafa Kemal Kuran, kapalı kaldığım cam kavanozun kapağını açmış, beni önce ciğerlerime doluşan temiz hava ile tanıştırmıştı. Sonra o kavanozun içine, yanıma oğlunu koymuş, beni yalnızlığımdan kurtarmıştı. Kavanozun içine dolan hava, içinde nefessiz ve kapalı kaldığım zamanlar hissettiklerimin aksine bana yaşadığımı değil, yeniden var olduğumu düşündürmüştü. Sanki sıfırdan başlamıştım her şeye. Bu hayata… İnsanlara… Büyümeye…
Telefonu kapatıp çantaya koydum. Mekânın kapısından akan kalabalık dinmeye başladığında sıra bize geldi ve kapının önünde uzun boylu, önünde bir evin balkonu gibi görünen göbeğine rağmen ince bacaklara ve kollara sahip bir koruma vardı. Siyah güneş gözlükleri, seyrekleşmiş saçlarının arasında duruyordu, gözleri gözlerime dokunmak için bana çevrildiğinde aramızdaki santimetrelerce boy farkından dolayı kafasını hafifçe aşağıya eğmişti.
“İyi eğlenceler, hanımlar,” dedi, koyu kahverengi gözleri gözlerimden ayrılıp arkamda uzanan kalabalığa çevrildi.
Mekânın kapılarının bize açılmasıyla, renkler ve seslerin birbirine tutunarak oluşturduğu karmaşık uyum üzerimize kar taneleri gibi yağmaya başladı ve tıpkı yeryüzüne düşen ilk kar tanesinin soğuğunun insan bedenini zayıf düşürüp titrettiği gibi tenimi titretti, kaburgalarımda derin bir baskıya neden oldu. Mekândan içeri kol kola girdik, tavandan aşağı sarkan büyük topların üzerindeki ayna parçaları ışığı yansıtarak dönüyor, ışık saniyede bir yanıp sönerek karanlığa sakladığı bedenlerin içindeki ruhlara eğlencenin tohumlarını ekiyordu.
Bir kızın yuvarlak, yüksek bacaklı masanın üzerinde, saks mavisi elbisesiyle çılgınlar gibi dans ettiğini gördüm, kumral saçları âdeta havada uçuşuyor, kırbaç gibi şakıyarak terli tenine çarpıp tenine yapışıyordu. Kızın elindeki küçük tekila bardağı yere düştü, kız durmayıp dans etti, bardak kırıldı ve cam kırıkları etrafa dağılmaya başladı. O esnada uzun boylu, zayıf bir adam üzerindeki tişörtü çıkarıp sallayarak havaya fırlattı, vücudundaki dövmeler bir ruhun sırtına çizilmiş yaşananlara ait çentik izleri gibiydi. Adam kollarını kaldırıp genç kıza uyarak dans etmeye başladığında mekân yıkılıyordu.
Kıvılcım’ın bir şeyler söylediğini fark ettim ama sesini net duyamadığımdan ne söylediğini anlayamadım. Ona biraz sokulup, etraftaki gürültüden uzaklaşmak ister gibi, “Bir şey mi söyledin?” diye bağırdım çünkü başka türlü beni duymasının imkânı yokmuş gibi geliyordu.
“Bir şey içer misin diye sormuştum!” dedi tıpkı ben gibi bağırarak.
“Yok, sağ ol. Şu kızı nerede bulabiliriz?”
“Henüz saat epey erken, bunlar erkenden patlamaya başlamışlar ama o kız daha havaya girmemiştir. Belki mekâna daha gelmemiş bile olabilir, bekleyelim.”
Her geçen gün kaybetmenin eşiğine geldiğim renklerim, kafamın içinde yanıp sönen araba farları gibiydi. Bilincimin diğer tüm zihinlerin aksine açık olması, gürültüden en çok payını alan tarafın ben olmama neden oluyordu. Kıvılcım muhtemelen böyle ortamlara, bu tür gürültülü eğlencelere alışkındı ama ben değildim, bu yüzden parmaklarımı kulaklarımın içine sokup tüm sesi kesemesem de azaltana kadar bastırmak istiyordum.
Bir çift, dans pistindeki kalabalığın arasında o kadar tutkulu bir öpüşmenin ortasındaydılar ki, damarlarımı kasıp kavuran utanç hissiyle kafamı farklı bir yöne çevirdim ve orada, kalabalığın damarlara ayrıldığı o noktada, tüm kanı içine toplamış gibi şişkin duran bir kız grubunun ortasında dikilen adamı gördüm. Barlas orada, onun etrafını sarmış akbaba sürüsü gibi duran bir ordu kızın ortasında duruyor, elinde tuttuğu viski kadehiyle yüzüne çizilmiş serseri gülümsemesi bir an olsun solmadan kızların ona anlattığı şeyleri dinliyordu. Üzerindeki gömleğin düğmeleri açıktı, küllü sarı renginde duran saçları dağılmış ve uçları nemli görünüyordu.
Ona bakarken nasıl görünüyordum bilmiyordum ama öfkenin yine içimde bir tüy yumağı gibi büyümeye başladığını hissettim. Bir hışımla kalabalığı yararak onun yanına varmak, onun gözlerinin içine bakarak şu an hissettiklerimi bağıra bağıra ona söylemek istiyordum ama buna cesaretim pek yoktu. Sonuçta adam ile aramızda bizi bağlayan kıl inceliğinde bir ip bile yoktu, onu yargılama hakkına sahip olabilecek kadar yakınında değildim, onun dostu hiç değildim. Ama yanında getirdiği kızın bana söylediklerini, o kıza davranış biçimini unutmamın imkânı yoktu. Hazal’ın söylediği her şeyde haklı görünmesine neden olan bir imaj çizmişti ve bunu gerçekten öyle birisi olduğu için mi yoksa sadece öyle görünmek istediği için mi yapmıştı anlayabilmiş değildim.
“Herif orada,” dedi Kıvılcım kulağıma yaklaşarak. “Ben kızın yüzünü göremedim, herif onu oradan çıkartırken kız yüzünü saklıyordu. Bak bakalım, oralarda mı yavru ceylan?”
Gözlerimi Barlas’tan ayırıp hemen yanında duran kırmızı elbiseli sarışına çevirdim, bu o değildi ama en az o kız kadar güzel birisiydi. Alımlı görünüyordu, dudaklarındaki bordo rengi ruj, kalın dudakları için biçilmiş kaftan gibiydi. Bakışlarım bir diğer kıza kaydı, hâkî yeşili renginde derin dekolteli elbisesinin içindeki kumral kızın da Şura olmasının imkânı yoktu, yüzü biraz olsun onu anımsatıyordu ama saçları tamamen farklıydı. Barlas’ın yanındaki çoğu kadının yüz hatlarının birbirine benzediği detayı o kadar belirgindi ki birisinin bunu anlamaması için aptal olması gerekiyordu.
Bir diğer kızın saçları kızıldı, yüzü diğerleri gibi çok güzeldi ama bu kız daha etine dolgundu, özellikle göğüsleri onun bedenini saran bembeyaz, bolca transparan detaya sahip elbiseden taşacak gibi duruyordu. Kız, sık sık Barlas’ın koluna yaklaşıyor, kocaman göğüslerini Barlas’ın koluna sürterek kahkaha üzerine kahkaha atıyordu.
“Şura burada değil,” dedim Kıvılcım’a. “Sanırım boşuna geldik. Yanındaki kızları daha önce hiç görmedim.”
“Her zaman farklı kadınları topluyor etrafına bence,” dedi Kıvılcım iğrenir gibi bir sesle. “Dışarıdan nasıl göründüğünün farkında değil sanırım.”
“Eğer nasıl göründüğünü bilseydi belki böyle yapmazdı,” dedim, sonra Kıvılcım’ın duyamayacağı bir şekilde fısıldadım: “Ya da yalnızca onu böyle görmelerini istediği için rol yapıyordur.”
“Bunun gibiler genelde nasıl göründüklerini önemsemezler, yalnızca kadınları ve eğlenceyi önemserler, bebeğim,” dedi Kıvılcım. “Şöyle bir etrafa bakın, belki Şura’yı görürsün. Ben içecek bir şeyler alacağım, buradan ayrılma. Gözlerini kullanman yeterli, bacakların burada dursun, olur mu?”
Başımı salladım, Kıvılcım gülümseyerek kalabalığı yarıp bar bölümüne doğru ilerlemeye başladı. Önünde dikildiğim masanın üzerindeki örgü sepetin içine doldurulmuş patlamış mısırlardan bir tane alıp ağzıma attım, patlamış mısırı ağır ağır çiğnerken damaklarıma yayılan bayat tat yüzümü buruşturmama neden olmuştu. Elime aldığım diğer patlamış mısır tanesini sertçe mısır dolu sepete fırlatıp, “Dolandırıcılar,” diye mırıldandım.
Gözlerim kalabalığın önüme gerilerek görüş alanımdan sildiği Barlas’ı bulma ümidiyle tekrar aynı yöne çevrildi, zaten dans eden kalabalığın içinde de Şura yoktu. Kalabalık saniyeler içinde gözlerime onu sunmak istiyor gibi ikiye ayrılarak önümü açtığında, Şura’nın koyu mavi, bedenine yapışan bir tulumla hemen Barlas’ın önünde dikiliyor olduğunu gördüm, gözlerim iri iri açılırken, kızın çehresini sarmış acı dolu ifade, yaşadığım şokun köklerinin daha da güçlenmesine neden olmuştu.
Kız, sarı saçlarını ensesinden sıkı bir topuz yaparak toplamıştı, bu yüzden de düşük olan omuzları daha net seçiliyordu, gözleri neredeyse doldu dolacak gibi görünüyordu ama Barlas kıza öyle bomboş gözlerle bakıyordu ki, o gözlerde bir buz fırtınası kopuyormuş da bu buz fırtınası kızı iliklerine kadar üşütüp, donduruyormuş gibi görünüyordu.
Diğer kızlar, Şura’ya acıyan gözlerle bakıyorlardı ama bu acıma şefkatin doğurduğu bir acıma duygusu değildi, bu tamamen alaycı ve kötülüklerle donatılmış bir acımaydı. Şura’nın Barlas’a doğru bir adım atmasıyla, Barlas gözlerinde beliren sert ifadeyi ondan saklama gereği duymadı. “Uzak dur,” dediğini duymasam da dudaklarının aldığı şekilden ve gözlerine yansıyan öfkeden anlayabilmiştim.
Merak, içime bir ağ ördü ama ağlarını kullandığı o örümceğin bacakları sakattı.
Barlas’ın yanında duran kızıl saçlı kız bir şeyler söyledi, her ne söylediyse Şura’nın omuzları tamamen düşmüş, ne diyeceğini bilemiyor gibi etrafını izlemeye başlamıştı. Kızıl saçlı kız, gözlerini devirip başını iki yana sallayarak Şura’yı sertçe itti ve diğer kızların atmaya başladı kahkahaların sesi müziğin sesini delip geçemese de sanki diplerinde duruyormuşum gibi kulaklarımın içinde çınladı.
“Bu çok aptalca,” dedim. “Onlara hiçbir şey yapmadı.”
Kıvılcım, masaya süslü iki bardak koyup, “Ne oldu?” diye sorarak gözlerini izlediğim yöne çevirdi. “Olay var gibi görünüyor.”
“Bu kız Şura,” dedim yüksek sesle. “Kızı itip kakıyorlar, Kıvılcım. Bu çok saçma.”
“Onlara da sana dediği gibi şeyler mi dedi ki acaba?”
“Hayır, saniyelerdir orada başı önüne eğilmiş şekilde duruyor, hiçbir şey yapmıyor ve onunla eğleniyorlar,” dedim dehşet içinde. “Buna gerek yok, bu çok aşırı.”
“Nesi aşırı? Bu onlara göre çok normal şeyler.”
“Daha dün sarmaş dolaş gezdiği kızı, başka kızlara hırpalatması mı? Bu mu normal?” Gözlerimi kırpıştırarak Kıvılcım’a baktım, Kıvılcım ne diyeceğini bilemez gibi omuz silkti. Gözlerim yeniden o kalabalığa çevrildi. Kızıl saçlı kız, Barlas’ın önüne geçerek kollarını göğsünün üzerinde bağlayarak, Şura’ya alaycı bakışlar atmaya ve akabinde bir şeyler söylemeye başladı. Birden Şura’yı savunma ihtiyacı hissetmiştim.
“Ben buna daha fazla tahammül edebileceğimi sanmıyorum,” dedim. Kıvılcım bana kulaklarına inanamıyormuş gibi bakarak eline aldığı içki bardağını masaya geri koydu. Mavi lenslerin arkasındaki gözler gözlerime kilitlenmişti, birdenbire başını hışımla iki yana salladı.
“Bu kadar iyi kalpli olmanın zararını görmedin mi sen hiç?” diye sordu, gözleri bana bir başka bakıyordu şimdi. “İyi bir insan olmak çok güzel bir şey ama yersiz iyilik, başına kötülükler doğurur.”
“Kötülüğe sessiz kalmak seni yeterince kötü bir insan yapar zaten,” dedim, Kıvılcım’ın bir şey söylemesini beklemeden hızla masadan ayrılıp kalabalığa doğru ilerlemeye başladım. Sokağı saran gece gibi içimi saran karanlık, şimdi aydınlanmak için kelime yıldızlarının yanmasını bekliyordu. Kızıl saçlı kız tam Şura’yı itecekti ki, Şura’yı kolundan çekerek arkama alıp, benden bir kafa boyu kadar uzun olan kızıla gözlerimi kaldırarak meydan okuyan bir ifadeyle baktım.
Barlas’ın elinde tuttuğu bardağı sıkıca kavrayarak bana yoğun gözlerle bakmaya başladığını hissettim, buna aldırış etmeden gözlerimi kızdan çekmeyip kaşlarımı çattım. “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordum, Şura arkamda dururken muhtemelen kim olduğumu kestiremiyordu şu an.
“Sana ne?” diye sordu kızıl saçlı kız. “Barlas, bu kim?”
“Neden ona soruyorsun kim olduğumu? O herkesi tanıyor mu?” diye sordum bu kez sertçe.
Kızıl saçlı kız, kaşlarını havaya kaldırdı. “Bu kadar güzel olup, gece onun yatağını ısıtmamış olmana inanmamı bekleme,” dedi alayla. “Ne o, Barlas’ın tüm eskileri birleşerek birbirlerini savunmaya mı başladı yoksa?”
“Ağzını topla, Arzu,” dedi Barlas gergin bir sesle. “O, öyle birisi değil.”
“İnsanları sınıflandırma,” dedim sertçe Barlas’a bakarak. “Yaptığın kadına şiddetin bir başka rengi. Hepsini kullanıyorsun. Duygularıyla oynuyorsun.”
“Burada duyguya yer yok, Gülçehre,” dedi Barlas sakin gözlerle yüzümü izlerken. “Burada senin gibi duygularıyla hareket eden insanlar yok. Burası eğlence dünyası, burada yalnızca geceyi kimle geçireceğini düşünmenin heyecanı var.”
Duyduklarım, benim dünyamın boşluklarına ait olmayan parçalardı.
Gözlerim onun güneşi anımsatan gözlerinden tek bir an olsun ayrılmadı. “Hazal’ı haklı çıkarıyorsun. O gün yaşanan her şeyi onaylar gibi davranıyorsun. Oysa sana yaptığımızın haksızlık olduğunu düşünmüştük.”
Barlas bir şey diyecek gibi oldu ama cümleler boğazına dizilmişti sanki. Sustu. Sadece gözlerini gözlerime dikip, saniyeler akıp gitmeye devam ederken derin bir anlamı bakışlarında barındırıyormuş gibi beni izledi.
“Ne yani? Yatağını ısıtmadı mı bu?” Arzu’nun sesi, bakışmamızı bel kemiğinden kırmıştı. Kıza bastıramadığım bir iğrenti duygusuyla baktım, bir yabancıyla nasıl konuşması gerektiğini bile bilmeyen bir saygısızın tekiydi.
“Benim kimsenin yatağını ısıttığım yok,” dedim, kızın gözlerine bu gerçeği kazımak istiyormuş gibi baktım. “Bir adam için, bir kadını, bir hemcinsini itip kakarken hiç mi vicdanın sızlamıyor? Neden onu itiyorsun?”
“Onu istemediğimiz hâlde burada durmak, yanımızda olmak isteyen o.” Arzu, gözlerimin içine ismini anımsatan gözlerle bakıyordu. “Barlas onu istemediğini, gitmesi gerektiğini söyledi ama o tıpkı pis kanı emen bir sülük gibi yapışmaya çalışıyor. Burada pis kan yok, başka yere yapışsa iyi eder.”
“Nasıl böyle konuşabilirsin?” Gözlerime inanamıyor gibi baktım kadına. “Sırf bir adamın yanında biraz daha fazla durabilmek, o adamın biraz daha gözüne girebilmek için bir kadının gururunu, onurunu nasıl ayaklar altına alabilirsin?”
“Kendi gururunu da kendi onurunu da kendisi ayaklar altına aldırıyor, ben değil. Çok sesin çıkıyor, senden hoşlanmadım. Onu alıp buradan hemen uzaklaşsan iyi edersin.”
“Gitmezsem ne yaparsın?” Gözlerimi kahverengi gözlerine diktim. “Beni de mi itersin?”
“Gerekirse,” dedi Arzu üzerime yürüyerek. Bakışlarının koyulaştığını, gözlerinde beni parçalama isteğinin belirdiğini görmek beni âdeta şoka sokmuş durumdaydı.
“Arzu, onu değil itmek, ona parmağının ucuyla dokunacak olursan, bana Şura’nın durduğu yerde duracak kadar bile yakın olamazsın,” dedi Barlas, sesi koyu bir roman gibiydi, karanlık bir şiir. Gözlerim ona çevrildi, Arzu’nun donup kalışını biraz daha izlemek istiyordum ama yapmamıştım, Barlas’ın ışıklar altında kehribar rengi duran gözlerinin içine baktım.
“Sorun değil,” diye fısıldadı Şura, kolumu tutup yavaşça çekti. “Gerçekten. Hiç bulaşma.”
Yavaşça Şura’ya doğru döndüm, beni görünce vereceği tepkiyi kestiremiyordum. Gözleri gözlerime dokunduğu an önce beni tanıyamamış gibi dikkatlice baktı, ardından gözleri iri iri aralanırken, “Sen…” dedi, şaşkınlık sesinde bir bacayı tıkayan is gibiydi.
“Kavga etmeye gelmedim,” diye araya girdim. Onu bileğinden tutup kalabalığa doğru çekmeye başladım, Barlas’ın gözlerinin ağırlığı her noktamdaymış gibi hissediyordum ama buna aldırmadım.
“Nereye götürüyorsun beni? Dur. Bırak.”
“Sadece üzgün olduğumu söylemek istiyorum.” Kızın bileğini bırakıp, kıza doğru döndüm, gözleri gözlerime sabitlendi ama uzun süre konuşamadı.
“Bak, çok ağır konuşmuştun, tamam mı? Sana bir şey yapmadığım hâlde onurumu hiçe sayacak kelimeler ettin, bu beni çok öfkelendirdi,” dedim hızlıca. Gözlerime garip bir ifadeyle bakıyordu, sanki ne yaptığımı çözemiyormuş gibi… “Ama yine de… Yine de sana dokunmamam, seni incitmemem gerekiyordu.” Gözlerimi yüzünde, özellikle darbeyi indirdiğim noktalarda dolaştırdım. Makyajın altına gömülen teninde herhangi bir iz olup olmadığını göremediğimden içime bir sıkıntı düşmüştü. “Sana fiziksel zarar vermemeliydim, çok özür dilerim.”
Şura, şimdi bir karmaşanın, bir kaosun orta yerinde kalmış gibi bakıyordu. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi ama susmaktan öteye de gidemiyordu. Gözlerini beyaza boyanmış uzun, büyük ihtimalle takma olan tırnaklarına indirip dolgun dudaklarını birbirine bastırdı. Sıkıntılı bir nefes verip, “Sorun değil ama…” dedi, sustu, bir süre bekledi, o esnada DJ kabininden kopan kahkaha sesi, devamında daha hareketli bir şarkıya gebe kalarak ortamı inletmeye başladı. Şura gözlerimin içine baktı. “Şu âna kadar kimse bana verdiği zarardan dolayı benden özür dilememişti.”
Kurduğu cümlenin altında gizlenen bir geçmiş vardı. Yara izleri, kurulamayan kırgınlık cümleleri, sessizlik…
“Yapmamam gerekirdi,” diye fısıldadım.
“Asıl ben özür dilerim,” dedi çat diye, bu atağı ondan beklemediğimden ona bakakaldım. “Senin nasıl bir kadın olduğunu fark edemeyip, seni incittiğim için ben özür dilerim. Seni onlar gibi sandım.” Durdu, gözleri yere devrildi. “Benim gibi…”
“Senin gibi ne? Kendini bir kalıbın altına yerleştirme,” dediğimde gözlerini kaldırıp, gözlerime içinde taşıdığı şaşkınlığı bana göstererek baktı.
“Burada senin gibi kadınlar yok, benim gibi kadınlar var,” dedi, bir an onu sarsıp kendisine gelmesini söylemek istedim ama uyuşan parmaklarımı avuçlarıma bastırıp ona bakmak dışında herhangi bir kelimem ya da hareketim olmadı. “Biz eğlence için yaşıyoruz, kabuğumuz yok, giyindiğimiz bir deri var. Sabaha kadar alkol, dans, sonra da çıkar uğruna yapılan birliktelikler. Ama Barlas farklı, özel hissettiriyor insana. Onunlayken insanın başı dönüyor, dünya ayaklarının altından kayıp gidiyor. O yüzden onu istiyorsun, çok istiyorsun. Etrafında başkalarının olması, onu başkalarıyla paylaşmak umurunda olmuyor. Bunlar önemli olmuyor. Şu zamana kadar çıkarımın olmadığı kimseyle yatağa girmedim ben. Ondan da çıkarlarım oldu, daha da yükseldim, daha prestijli yerlere onun adı altında girebildim. O beni bir adım öne taşıdı ve kalbimde de büyük bir yere sahip oldu. Ama o benim gibi değil, senin gibi kadınlara layık. Belki de bunu görmek o an beni böyle gaddarlaştırdı sana karşı. Yok olmanı diledim. Bunu yalnızca benim gibi kadınlar diler. Birinin yok olmasını…”
“Ama o gün…” Onu kırmamak için kendimi sıkıp soruyu hafiflettim. “O gün sana kurduğu cümle şaka gibi değildi, ben mi yanlış anladım?”
“Hayır, yanlış anlamadın. O ne kadar iyi kalpli bir adam olsa da karanlık bir yanı var, o yanı insanın gerçekte ne olduğunu yüzüne vuruyor.” Şura gülümsedi, gözlerimin içine baktı. “Ben şimdi beni çıkardığı o yüksek yerin en tepesinden düştüm. Seninle öyle konuştuğum için beni hayatından temelli çıkardı, tüm bu prestiji kaybettim ama haklıymış. İyi bir kadınsın, çocuk gibi bir yüreğe sahipsin, öyle olmasan gelip benim gibi bir kadından özür dilemezdin. Ne diyebilirim ki? Yüreğindeki çocuk ölmesin.”
“Sen sandığın gibi bir kadın değilsin,” dedim üstüne basa basa. “Bunu bir kadının değil, bir çocuğun yüreğiyle söylüyorum sana. Sen iyi bir kadınsın. Ona mecbur değilsin, başka bir adama da mecbur değilsin.” Elimi onun koluna koydum, dokunuşum onu irkiltti ama geri çekilmedi, gözleri gözlerimde kaldı. “Hiçbir kadın bir adama mecbur değildir, hiçbir kadının ne ruhu, ne bedeni ne de kalbi hiçbir erkeğin elinde oyuncak olmaya mahkûm değildir. Bir adama beslediğin duyguların seni mahvetmesine izin verme.”
Gözlerimin içine beni anlamak istiyor gibi ama ruhu emildiği kötülükten arınmaktan korkuyor gibi baktı. “Hiç iyi biri olduğumu düşünmedim.”
“İyi biri olduğunu düşünen hiç kimse aslında iyi biri değildir de ondan. “
“Teşekkür ederim, bu iyi geldi.”
Başımı yavaşça salladım. “Beni affettin mi?” diye sordum yüreğimde çırpınan pişmanlık hissiyle.
“Duyduklarının yanında, yaptığın şey çok küçüktü emin ol,” dedi beklenmedik bir sakinlikle. “Asıl sen affet beni. Kötü bir insan olduğumu söyleyişin aklımdan hiç çıkmadı, emin ol yüzümden çok kalbimi acıttı bu. Düşündüm, karşımda duran küçük kızın ne kadar haklı olduğuyla yüzleştim dün gece. Ama keşke küçük kız, senin kadar cesur olabilsem. Görüyorsun ya, ben olduğum kişi olabilmek için masumiyetimi verdim.”
“Hâlâ masumsun aslında.”
Gülümsedi. “Şimdi sadece gidip uyumak istiyorum.”
“Dinlenmek iyi gelecektir,” diye mırıldandım, başını yavaşça salladı.
“Kötü bir başlangıçtı,” dedi, elini elime uzatınca gözlerim bakımlı ellerine kaydı. “Şura ben. Bu geceden sonra kendine çekidüzen verecek olan kadınım.”
Gülümseyip elini tuttum ve hafifçe sıktım. “Gülçehre,” dedim.
“Memnun oldum.” Gözleri omzunun üzerinden kayarak Barlas’ın olduğu kalabalığa kaydı. “Sadece, onlardan uzak dur. Onlar senin gibi bir kız için çok tehlikeli insanlar.”
“Barlas da mı?”
“Hayır ama…” Gülümseyerek bana baktı. “Sen yine de dikkatli ol.”
Tezahür edebilecek her ihtimali düşünmem gerektiğini biliyordum. “Olurum,” diye mırıldandım. Şura’nın bakışları omzunun üzerinden bizi izleyen o topluluğa çevrildi. “Hiç bulaşma. Başta her şey normal gelir, kendin gibi göründüğünü, kendin gibi olduğunu sanırsın ama zehir insanı öldürene kadar ilaç gibi hissettirebilir.”
Sandığımın aksine, karşımdaki kadın aslında derin bir kadındı ama belki de bu derinlik onu öyle çok karanlıkta bırakmıştı ki artık sığ olabilmek için derinliğini kimsenin bulamayacağı yerlerde yalnız bırakmıştı.
Bir insan ruhunu bir diğer insandan saklayabilmek için olmadığı birisi gibi de davranabilirdi.
Şura’nın benden uzaklaştığı an, ruhumun zihnimin kıyılarına ölmeye yakın bir insan gibi can çekişerek vurduğu andı. Nefes nefese dans eden bedenlerden kıvılcım gibi yükselen duyguları izledim, Kıvılcım’ın yanıma gelip elindeki bardağı bana uzattığı ânı hatırlıyordum ama algılarım zamanı kaybetmiş durumdaydı.
Şura’nın o şikeste hâli aklımdan çıkmıyordu. Belki beni ilgilendiren bir şey değildi ama yine de üzülüyordum, büyüyordu bu kafamda, bir boşluk gibi büyüyordu ama içi boş değildi, doluyor ve taşmak için zihnimi zorluyordu. Fazla düşünceli bir insan olmanın ağrısıyla yaşama tutunan her insan bilirdi, bizi bu hayatta kimse değil, kendi zihnimiz yenerdi.
“Uzaktan gördüğüm kadarıyla durumu hallettiniz,” dedi Kıvılcım. “Nasıl geçti?”
“Barlas’ı kafasında öyle bir yere koymuş ki, ona göre o kötü bir kadın evet ama ona böyle davranmasına rağmen Barlas iyi bir adam. Çok tuhaf, değil mi?” Kıvılcım’a cevap bekleyen gözlerle baktım. “Bu sevgi değil, başka bir şey. İnsan birini hem böyle çok koruyup hem de bir sürü kadınla paylaşabilir mi?”
“Onun hissettiği sevgi değil, mecburiyet.” Kıvılcım, kokteylinden bir yudum aldı. “Özrünü dilediysen artık eğlenmene baksana. Yokluğumuz fark edilmeden eğlendiğimiz her dakika lehimize.”
Ahşabı çürümüş merdivenlerin basamaklarını koşarak çıkıyormuşum gibi hissettiğim olurdu. Düşeceğimi hissederdim, canımın acıyacağını içten içe bilirdim ama içimdeki hızı dindiremezdim, içimdeki kaçma isteği hep benimle beraberdi.
“Onları arasak iyi olacak.” Gözlerim beni izlediğini bildiğim sarı gözlerin sahibine çevrildi, yanılmamıştım, bana bakıyordu. “Ama önce halletmem gereken bir şey var.”
Kalp atışlarım, kaburgalarımın basamaklarını tırmanan bir adamın avucunda duran bıçak gibi keskindi, içimin karanlığında tehlikeli bir ışık saçarak parlıyordu. Beni bekleyen gelecek hakkında öngörülerim yoktu, bir bilinmezliğin karanlık bir orman misali önüme serildiği dar patika yolda, içimi yoklayan bir korku hissiyle ilerliyordum.
“O adamın yanına mı gideceksin?” diye sordu ama sorusu bende bir cevap doğurmadı.
“Hayır,” diye fısıldadım. Gözlerim aramızdaki mesafeye rağmen bana namlu gibi doğrulmuş, şarjörün içi anlamlarla doldurulmuştu. “O benim yanıma gelecek.”
Bir tarladaydım. Tarlanın içi zamanın büyüttüğü çiçeklerle doluydu, nereye ayak bassam ayağımın altında ezilen bir çiçek olurdu. Ölümün kokusunu çiçeklerin kokusuna benzetiyordum; o tarlada ilerlerken ayaklarımın altında ezilen çiçeklerin kokusu, tarlada capcanlı duran çiçeklerin kokusundan daha farklı olurdu. Ölümün kokusunun bu denli güzel olması beni ürkütürdü. Göğsüme bastırdığım romanın arasından düşen sayfalar, tarlanın çeşitli yerlerine rüzgârın sırtına binerek uçuşur, attığım her adımın öncesinde, bir çiçek kafasını kaldırıp, ölümün ona gelip gelmediğini hesaba katmaya çalışırdı. Ben o tarlada masum bir kız çocuğu olarak değil, çiçeklerin katili olarak yürürdüm. Çiçeklerin bir kalbi olsaydı, onlara uzanan parmaklarımı gördükleri anda yerlerinden çıkacak gibi çarpar, çiçeklerin parmak uçlarıma yayılan kokusu onların döktüğü kanlar olurdu.
Bir çiçeği parmak uçlarında öldürdüğümde kendimi bir adamın sevdiği kadın olarak düşlerdim, o adamın kollarında öldüğümü düşünürdüm ve parmak uçlarıma doluşan kokuyu soluduğumda kalbimin atışları asileşirdi.
Bir çiçeği bir diğer çiçeği koparmak için ayaklarımın altında ezdiğimde, kendimi bir adamın hiç sevmediği o kadın olarak düşlerdim, o adamın diğer kadının kollarında benden uzaklaştığı ânı izler, acımdan öldüğümü düşünürdüm ve parmak uçlarıma doluşan kokuyu soluduğumda kalbimin atışları ağırlaşırdı.
Yanılmak, ayak bileklerine geçirilmiş paslı zincirlerden kurtulup benden uzaklaşmaya başladı, Barlas, kalabalığı aştı, adımları bana yöneldi ve Kıvılcım’ın gözlerine bulaşan şaşkınlık, yüzüme gökyüzünü saran koyu renk bulutların içine gömülmüş yağmur damlaları gibi dökülmeye başladı.
Kalp atışlarım onun attığı her adımda hızlandı, o bana yaklaştıkça göğsümde gürleyen duygular birbirlerinin boğazlarına sarıldılar. Karşısında her zaman olduğumdan daha dik, daha kendinden emin, daha cesur dikildim. Kıvılcım’ın kalabalığa karışarak benden uzaklaşan bedeni, normal şartlarda güvenimi sarsarak cesaretimi kırabilecek bir ayrıntıyken bu defa bunu umursamadım.
“Bana ayırabileceğin birkaç dakikan var mı, Gülçehre?” diye sordu, müzik sesini yutmamıştı, gözlerim gözlerinden ayrılmadı. Başımı salladım. O da başını aşağı yukarı sallayıp, “Seni çok kırdım, öyle değil mi?” diye yeni bir soruyu gündemimizin konuşulduğu masaya yatırdı.
“Evet,” dedim açıkça. “Bir gün öncesine kadar seni kırdığını düşünen kişi benken, şimdi karşımda duruyorsun ve sana kırılıp kırılmadığımı soruyorsun. Evet, sana kırıldım.”
Gözleri yüzümün her zerresinde yüzümü hafızasına mıhlamak istiyormuş gibi dolaştı. Kirpikleri ışıkların altında kızılımsı bir sarı renginde görünüyordu, oysa bu kirpiklerin daha koyu, siyaha yakın göründüğü zamanlar olmuştu. Sıkıntılı nefesi dudaklarından dökülerek geleceği çizen zamanın içine yayıldığında, bakışlarımız birbirinden ayrılmadı ama Barlas’ın dudaklarında geleceğe kaynayacak kemikler olan kelimeler dökülmedi.
“Hazal’ın sana haddinden fazla yüklendiğini düşünmüştüm, çok küçük bir an için o da böyle düşünmüştü. Aranızda ne geçti bilmiyorum, belki de birbirinizi tanıyordunuz ama insanların karşısında iki yabancı gibi davranıyordunuz. Her ne olursa olsun, onun söylediği şeylerin altında ezilen ben oldum. Sana karşı kendimi suçlu hissettim. Suçluluğu ruhumda hissettim.” Barlas, sadece beni izliyordu, yanımızdan gelip geçen bedenlerin bakışları bize kısaca uğruyor, çok geçmeden o bakışlar bizden sökülüyordu. “Ama bana öyle bir Barlas gösterdin ki, o gece zor durumda olduğumda kibarlığını hissettiğim adamın yere düşen gölgesiyle şu an karşımda duran adamın yere düşen gölgesinin aynı renge sahip olduğuna inanmıyorum.”
“Çok dolmuşsun,” dedi sadece.
“Nedenini hiç sorguladın mı peki?” diye sordum açıkça. “Ben hayatım boyunca kendimden başka kimseyi kırmadığım için içimde hiç vicdan mahkemesi kurulmamıştı. Sen geldin, senin yüzünden ilk kez o mahkemede kendimi yargıladım ben. Sonra kendime yaptığımın ne kadar büyük bir haksızlık olduğunu yüzüme öyle sert çarptın ki…” Kaşlarım çatıldı. “Anlamıyorum, neden böyle birisi olmadığını hissediyorum ama karşımda duran kişi tam olarak böyle birisi?”
“Seni bu kadar incittiğimi bilmiyordum,” dedi. “Ama seni incitecek hiçbir şey yapmadım. Sana karşı ağzımı bile açmadım.”
“Yaptıklarını anlamam için sesini duymaya ihtiyacım yoktu, gözlerim bana yetti.” Gözlerinin içine baktım. “Kursa yanında getirdiğin kadına gösterdiğin o davranış biçimi zaten çok yıpratıcıydı, çok kötüydü. Onun hür iradesiyle olan bir şey olduğunu savunabilirsin ama bu konuda en az onun kadar sen de suçlusun. Karşındakinin nasıl bir karakteri olursa olsun bir insan olduğunu, kötü bir kalbin bile kırılabileceğini hiç mi düşünmüyorsun?”
“Sen bir kadına böyle davrandığım için mi kırıldın bana?” diye sordu, sesindeki şaşkınlık hissedilirdi. Başımı salladım.
“Ya başka ne için olacaktı?”
“Şura’nın sana söyledikleri değil miydi seni kıran? Öyle bir kadınla seni muhatap etmiş olmama kırılmadın mı?”
“Öyle bir kadın deyip durma,” dedim sertçe. “Ona fiziksel müdahalede bulunduğum için zaten derin pişmanlık içindeyim, bir de onu küçümseyerek daha kötü hissetmeme neden olma lütfen.”
Barlas, ne diyeceğini bilemiyor gibi bakıyordu. Bir okyanusun ortasındaydı sanki, içinde durduğu sandal her yerinden su alıyordu, yüzmeyi biliyordu ama sandala olan sevgisi yüzünden sandalı terk edemiyordu. Sandal batarsa yüzerek kıyıya taşıyabileceği bedenini kurtarmasının imkânı olmazdı ama şimdi sandalı terk etse, yaşam ona yeşil ışığını yakabilirdi. Kararsızlık, kalbi ve mantığı arasında kurduğu köprünün altında yükselen alevlere itmekle tehdit ediyordu onu.
“Sen çok mu iyi bir oyuncusun yoksa gerçekten böyle bir kız mısın anlayamıyorum,” dedi karman çorman bir sesle. Gözlerinin içinde asılı duran gözlerime bulaşan soru işaretleri onu burnundan sert bir nefes vererek gülmeye teşvik etti. “Özür dilerim,” dedi. “O gün yaptığım şey, benim savunma mekanizmamdı.”
“Bu da ne demek oluyor?”
“Şu kıvırcık kız ve sen bana öyle bir tavır sergilediğiniz için kendimi kanıtlamak istedim,” dedi ve güldü. “İyi yönde değil, kötü yönde. Çünkü aslında o kız beni kendimle yüzleştirdi o gün. Tuhaf ama sanki benimle ilgili her şeyi biliyormuş, hatta benim bile bilmediğim şeyleri biliyormuş gibi kendinden emin konuşuyordu. Duymaya alıştığım şeylerin dışında bir şey duymak benim için kabul edilemezdi.”
Dürüst itirafı anlık kelimeleri boğazıma dizse de gözlerinin içine kendimden emin gözlerle bakmaya devam ediyordum. “Ne olursa olsun böyle bir insan olduğuna inanmak istemiyorum,” diye tekrarladım. “Belki öyle bir adam gibi görünmek sana iyi hissettiriyor olabilir ama emin ol, karşındaki hiçbir insana iyi hissettirmiyor. Senin için deliye dönen, yanından ayrılmayan o kadınların tümünün kalbinde derin yaralar açıyorsun.”
Sertçe yutkunup indirdiği kolunu kaldırdı, parmaklarını soğuk tenine bastırdığı viski kadehini dudaklarıyla buluşturup, içkiden aldığı yudumun içine söylediklerimi katar gibi viskiyi içti. Sarı gözler gözlerimden ayrılıp arkamda uzanan kalabalığa çevrildi, mekânın tavanında yanıp sönen ışıkların parıltıları gözlerinin içini bir şehrin gece yarısı sergilediği manzarayı anımsatıyordu.
“Şura’nın söyledikleri konusunda…”
“Konuşup anlaştık,” dedim. “Aramızda bir sorun yok.”
“Yine de hak etmediğin şeylerdi.”
“Sorun değil. İnsanlar her zaman hak ettiği şeyleri yaşamazlar.”
“Üzgünüm,” dedi. “Artık beni görmezden gelsen bile haklısın.”
O an düşüncelerimin arasında bir fikir doğdu. Her ne kadar onu yok sayıp hayatıma devam etmek istesem de Evren’e verdiğim sözü tutmam gerektiğini düşünüyordum. Benim için sadece bir roman sayfasında yazılı kalacak, bir filmin eskiyen bir sahnesinde yaşayacak o şeyi yapmak, kendimi bir kâbusun içine hapsetmişim gibi hissettirecekti ama parmaklarım buzlarından çözülen bir kar çiçeği gibi çözülerek bileklerime o gücü itti. Elimi kaldırıp Barlas’ın koluna dokundum.
“Sorun değil,” dediğimde gözleri paramparça olmuş elmaslardan fışkıran ışıkları içine doldurmuş ama o ışıklar durmamış, gözlerini yırtıp taşmış gibi parlıyordu. Bu yakınlığa mecburdum, bu yakınlık beni ya ondan daha uzağa fırlatacaktı ya da tam dibinde, karşısında, gözlerinin içine baktığım yere bağlayacaktı. Şura’nın kırgın gözlerini hatırladım, Hazal’ın öfkeli bakışlarını, Arzu’nun ifadesine sinen hırsı… Hepsinin asıl sebebinin gözlerinde benim yansımam vardı. Utanç birkaç saat sonra saklandığı yerden çıkarak beni sobeleyecekti ama sorun değildi.
“Beni…” dedi, dişlerini sıktığını gerilen çenesinde sayesinde fark etmiştim. “Beni affettin mi?”
“Bana bir şey yapmadın,” dedim kuru bir sesle. Ama diğer tüm kadınlara bir şeyler yapmıştı. Belki hem Evren’in istediğini yapıp hem de diğer kadınları ondan uzaklaştırarak kırılacak diğer kalplerin içini biraz soğutabilirdim. Yeterince kalp kırmış bir adamın kalbinin kırılması beni üzmemeliydi. Yine de içimde damar gibi atan bir merhamet duygusu vardı ki, onun tenine dokunduğum an avucumdan içeri alev gibi akarak içimi dolduran bu his, merhamet duygusunu ateşe vererek harlandırmıştı.
Elimi yavaşça geri çektiğimde Barlas birden bileğimi kavradı, gözlerim onun gözlerinde gökyüzünden kayarak intihar eden bir yıldızın söndüğü gibi sönerek karanlığa boğuldu.
Bizi dışarıdan izleyen bir çift gözün zehrinin nefesini ensemde, düşüncelerimde, tenimde, ruhumun derinliklerinde hissettim. Barlas bileğimi tutarken gözlerim omzumun üzerinden dans eden kalabalığa çevrildi. Birbirine yakın duran bedenlerin oluşturduğu aralıktan gördüğüm bedenin sahibini tanıyordum. O bedenin sahibinin buz gibi bakan gözlerinin rengini, o gözlere rengini paletimden fırçamın ucuyla aldığım bir rengi tuvale sürdüğüm gibi ben sürmüştüm sanki. O gözlerin rengini öyle iyi biliyordum ki, o gözlerin rengi benim parmaklarımda, benim paletimde, benim fırçamın ucunda var olmuş gibiydi.
Yüzü, beyaza esir olmuş, rengini almamış bir heykelin yüzü gibiydi. Gözleri, o heykelin oyularak açılmamış, şekillenmemiş, var edilmemiş gözleri gibi ifadesizdi. Tıpkı o heykel gibi cansızdı, o heykel gibi soğuk, o heykel gibi beyaz ve sertti. Barlas’ın bakışları baktığım yöne çevrildiğinde, bileğimde çarpan nabzın hareketleri parmak uçlarına is lekeleri gibi siniyor olmalıydı.
“Evren,” diye mırıldandım, Barlas’ın bileğimi kavrayan parmaklarının gevşediğini hissettim.
“Arkadaşın mı?” diye sordu, sonra, “Evet, o sanırım,” diye ekledi.
Bileğimi onun gevşeyen parmaklarından çekip kopardım, gözlerim Evren’in buz gibi bakan gözlerinden ayrılmadı ama o bakışlar çoktan benim kıyımdan ayrılmıştı.
“Gitmeliyim,” dedim hızlıca.
“Sorun ne?”
Gözlerim kısaca Barlas’a çevrildi. “Dışarı çıktığımızı bilmiyorlardı, endişelenmiş olmalılar,” diye saçmaladım, gözlerim yeniden oraya döndüğünde, Evren orada yoktu.
“Arkadaşlarına hesap mı verirsin hep?” diye sorunca, içimde volkan gibi patlama seviyesine yükselen gerginliği gözlerime çizerek ona baktım. Kaşlarını havaya kaldırdı. “Ona emanetsin sanırım.”
“Ben kimseye emanet değilim,” dedim sertçe. Ardından derin bir nefes aldım. “Şimdi gitmem gerekiyor.”
“Peki,” dedi Barlas, şaşırmış gibi duruyordu. “Bu arada çok farklı görünüyorsun.” Ona anlam veremeyen gözlerle bakınca gülümsedi. “Yani giyim tarzın ve makyajın, her zamankinden farklı. Güzel görünüyor.”
“Teşekkür ederim,” dedim hızlıca. “Şimdi gidiyorum, sonra görüşürüz.”
Ağzını açmasına bile izin vermeden hızlı adımlarla ondan uzaklaşmaya başladım. Ruhumda bir sessizlik vardı, düşüncelerim ne kadar gürültücü olsalar da ruhum hep sakindi ama şimdiki sakinliği her zamankinden farklıydı.
Gözlerime yerleşen ilk görüntünün sahibi Yavuz oldu, bakışlarımı onun yüzüne dikerek hızlıca önünde durduğu masaya doğru ilerlemeye başladım. Yavuz’un karşısında yüzünde huysuz bir ifadeyle dikilen Kıvılcım’ı gördüm, Evren’i arayan gözlerim onun arkasında bir toz bulutu gibi dağılan yokluğuna bile rastlamadı. İçimdeki huzursuzluğun genişleyerek, yaşlı bir ağacın dallarının yere düşürdüğü gölgeleri içime serdiğini hissettim.
“Bu hareket çok yersizdi, saçmaydı,” dedi Yavuz sertçe, tam arkasında durup gözlerimi Kıvılcım’a sabitledim. Gözlerini devirip kokteylinden bir yudum aldı, mezarlardan toplanan kurumuş çiçekleri anımsatan ifadesi, içine işlenmeye başlayan öfkenin tenine ait bir renk gibi duruyordu. “Beni duyuyor musun, Kıvılcım? En azından dışarı çıkıyoruz diyebilirdiniz, anlayışsız herifler değiliz, size karışmazdık. Ama öylece çekip gitmek, hem de hiçbir şey söylemeden toz olmak da neyin nesi? Ne kadar endişelendiğimi düşünebiliyor musun?”
“Bana bağırman bitti mi?” diye sordu Kıvılcım. “Hem Evren’e ne oldu öyle? Bir anda çıkıp gitti.”
Kalbimi beni yaşama mühürlemek için saran damarlar, kalbimi durdurmak isteyen zehirli sarmaşıklara dönüşerek kalbimi boğmaya başladı.
“Sakin adamın bile sinirlerini tepesine topladınız. Mustafa Kemal amca aramasaydı burada olduğunuza ihtimal bile vermezdik. Hadi sen bana inat yapıyorsun, tamam ama çitlembiği neden buna alet ediyorsun?”
“Ben kimseyi bir şeye alet etmedim, Yavuz,” dedi Kıvılcım sertçe. “Sıkıldık ve çıktık, sana da öfkelenmiştim.”
“Çocuk musun sen? Öfkelendiysen gelirsin kavga ederiz, evden kaçmak ne oluyor? Sana bir yere gitme diyen yok, giderken haber versen yeterli.”
Kıvılcım’ın gözleri bana doğru kaydı, bakışlarını yeniden Yavuz’a çevirdi. “Bunu evde tartışalım. Şimdi sırası değil.”
Yavuz, omzunun üzerinden bana öfkeli bir bakış attı. “Hadi benim sevgilim deli, peki sana ne oluyor? Ben seni aklı başında bir kız zannederdim.”
Utanarak, “Özür dilerim,” diye fısıldadım.
“Hiç şirinlik yapma bana,” diye homurdandı Yavuz. “Gerçi suç sende değil, ben benimkini biliyorum, benimkinin başından her türlü cinlik çıkar.”
“Ya sen neden bana giydirip duruyorsun?”
“Oğuz Atay Katlanamayanlar romanını kesinlikle bana yazdı, artık katlanamıyorum senin şu asiliklerine,” deyince bir an ben de Kıvılcım da Yavuz’a bakakaldık. “Ne? Bilmiyor musunuz? Yine cahilliğe maruz kaldım…”
“Çünkü o romanın adı…” diye fısıldadığımda, Yavuz bana kötü kötü baktı.
“Bak yine yanlış bir isim falan söyleyip sinirlerimi zıplatmayın benim. Açın da iki sayfa kitap okuyun evden kaçacağınıza. Sherlock’un yazdığı Hamlet’i bile okumadığınıza o kadar eminim ki… Cahil bir nesil yetişiyor. Sonra da böyle evden kaçıyorlar işte.”
“Kimin kimin?” diye sordu Kıvılcım.
“Sus, seninle muhatap olan yok. Ceza olarak bu gece…”
“Ee?”
“Ceza olarak ama tamamen ceza yani, yoksa hiçbir şekilde kendimi düşünmüyorum ben. Kendimi bu uğurda feda ediyorum, efor harcayarak…”
“Şu Hamlet’in konusu nedir? Onu söyle, söz istediğin cezaya katlanacağım senin için,” dedi Kıvılcım. “Söyle hadi.”
“Şimdi Hamlet’in…” Yavuz durup kollarını göğsünde bağladı, bir parmağını kaldırıp çenesine koyarak düşünmeye başladı. “Hamlet’in konusu tam olarak şey…”
“Ne?”
“Şimdi bu Hamlet çok yalnız bir adam, tamam mı?”
“Ee?”
“Hamlet bir gün çıkıyor bahçeye volta atmaya, kafalar kıyak, canı da sıkkın, yıldızlar falan yanıyor böyle gökyüzünde… Ortam tam şiir yazmalık. Hamlet bir de ne görsün, Viktorya sarkmış balkondan Hamlet’e bakıyor. Hamlet, Viktorya’yı başta gökteki dolunay sanıyor, kadın öyle bir güzel…”
“Viktorya kim?” diye sordum hayretle.
“Bizim Hamlet’inki.”
“Peki Hamlet’in bundan haberi var mı?” diye sordu Kıvılcım, müziğin sesi her ne kadar kaburgalarımı zonklatıyor olsa da onları net bir şekilde duyabiliyordum.
“Kızım sen salak mısın? Bir insan sevgilisinden nasıl haberdar olmasın? Gerçi doğru, benim senin nerede olduğundan haberim bile yoktu. Neyse, işte Hamlet diyor, ‘Aya baktım seni gördüm, sana baktım ayı gördüm’, bak iyi dinle, bu laf burada patladı. Viktorya’nın kalbi nasıl ama biliyor musun? Yokuşu alamayan Tofaş gibi atıyor,” derken ağzından motor sesi çıkaran Yavuz’a bakakaldım.
Kıvılcım gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. “Biraz daha anlat, tam bir özet olmadı bu.”
“Sonra Hamlet diyor ki Viktorya’ya, bak dinle, burası kilit kısım. At bakayım diyor o saçlarını aşağıya, Viktorya bir atıyor saçlarını, Hamlet ne görsün, kadın Rapunzel… Hamlet tutuyor saçlarını, tırmanıyor balkona. Balkondan sonra yaşananları sen düşün, ben anlatırsam çitlembik tarla domatesine döner…”
İma ettiği şey yanaklarımı kızartırken, “Şu kaslı, dövmeli görüntünün altında gizlenen kişiliğe nasıl oluyor da âşık olabilmişim ben anlam veremiyorum artık, adam klasikleri bile okumamış,” dedi Kıvılcım gözlerini devirerek.
“Asıl sen yanlış klasiği okumuşsun, benim izlediğim ilk yetişkin filminin türü bile klasikti.”
“Aynen, klasikleri seversin sen. Özellikle Evren’in arabasını…”
“O bir araba değil, Impala. Yetti artık, bir daha ona araba dersen bu ilişki konusunda oturup düşünmem gerekecek.”
İkisi tartışmalarına son hız devam ederlerken mekânın açılan demir kapısının yarattığı küçük boşluktan sokağın derinleşen karanlığına baktım. Evren burada değildi, belki çıkıp gitmişti, belki gördükleri beni ona yanlış aksettirmişti, belki sadece burada olduğumuzu görüp emin olduğu için ortadan kaybolmuştu.
Geceye açılan kapıdan dışarı çıktım. Ruhumun apse yapmış gibi ağrıdığı bu zaman diliminde, bundan sonraki tüm yaşayacaklarımı içine aldı. Beni kirpiklerini bir tabut kapağı gibi kullanarak üzerime kapanan mahzen yeşil gözleriyle gecenin kollarında karşıladı.
Adımlarım, sokak lambasına yaslanmış beni izleyen adama doğru düşürmeye başladı. Attığım her adım, kendimi geride bırakıp bir yabancıya dönüşmesine izin vermeme neden oluyordu.
Yeşil gözlerin sahibinin önünde durduğumda, o gözler üzerime atılan mezar toprakları gibi üzerime dökülerek gözlerime bir mezar taşı misali saplandı.
Dünyanın en güzel çiçeklerini yetiştirdiği o uçurum, onun yeşil gözlerinin kıyısında başlıyor, uçurumun dibi kan rengindeki dudaklarında son buluyordu. Bir eli usulca yanağıma kayınca, şaşkınlık nabzımın sarsılmasına neden oldu.
Zaman, içinde çocukluğumu ağırlayan bir beşik gibi sallanmaya başladı.
“Bir daha,” dedi, sesi kıyılarımı altüst eden deprem ile kabarmış bir dalga gibiydi. “Bir daha sakın ona dokunma.”
Her kadının kaburgasında bir çiçek büyür,
Bir adam ölür.
Kaburgalarımda ilerleyen ölümün gözlerinde olduğunu, tarlasında var olmuş kalbini zehirleyen bir çiçek olduğumu düşündüm.
Gözlerimiz birbirlerinden hiç ayrılmadı.
“Ben sadece…”
“Bir daha,” dedi rüzgârı ortadan ikiye bölen erkeksi sesiyle. Gözlerine sokak lambalarından sim gibi dökülen ışıklar düşüyor, o ışıklar gözlerinin harabesini taşıyan şehre yeniden güneş gibi doğuyordu. “Sakın ona dokunma.”
“Habersizce bura-”
“Bana dokunabilirsin.” Sesi, suratıma babamın çarptığı bir kapı gibiydi. Gözlerim gözlerinde, babamın suratıma geçirdiği ilk tokadın izi gibi asılıp kaldı.
Hafifçe eğilip yüzünü yüzüme yaklaştırırken, o buz gibi bakan yemyeşil gözlerinden ilk kez lavların aktığını görüyordum. Buzlar kırılmış, çatlaklardan alevler sızmaya başlamıştı.
“İlla kaburgalarında birini öldüreceksen, bu o adam olmamalı,” diye fısıldadı.
Elimdeki stetoskop ile gizlice babamın çalışma masasına girdiğim o geceyi hatırladım. Babam, kolu yere sarkmış, geniş çalışma koltuğuna yayılmış, derin bir uyku hâlindeyken, korka korka ona yaklaşıp stetoskopun ucundaki aparatı kalbine bastırdığım, korka korka uyanmaması için dua ederek kalbinin atış seslerini dinlediğim o geceyi…
O geceye kadar babamın göğsünde bir kalp taşıdığına inanmıyordum.
O gece, kalbinin atış sesleri zihnime doluşup, ruhuma yakmaya çalıştığı çocukluğumdan tutuşturmayı başardığı parçalar kül gibi yağarken, gözlerimden akan yaşlarla onun uyuyan güzel yüzünü izlemiştim.
Babamın bir kalbi vardı.
Babamın içinde beni taşısın ya da taşımasın, çarpan bir kalbi vardı.
Elimi kaldırıp avucumu Evren’in göğsüne bastırdım. Evren’in yeşil gözleri gözlerime benim göz çukurlarımdaymış, bana aitmiş gibi yakındı. Gözlerinde mahzenin karanlık duvarlarını kaplamış yosunlar, kalbinde bir deprem vardı.
Kalbinde avucumu yakan bir yangın vardı.
“Söylesene,” dediğimde kaşları çatıldı. “Ben mahzenin gözlerine bakarak mahzenin kalbine dokunursam, mahzen o gece kırdığım eline rağmen beni yakalayıp, ona ait yapmaz mı?”
🎧: Antimatter, Mr. White