Bakışları, uzun zamandır görmediğim denize çıkacağını bildiğim o sokakta yere düşen her bir sabırsız adımım gibiydi.
Sorumu taşıyan tüm harfler boyunlarını büktüğünde, gözlerini bile kırpmadan beni izliyordu. İçimde kırgınlıklarımı biriktirerek var ettiğim bir okyanus taşıyordum, ona o okyanusu hiç göstermemiştim ama sanki ucunda durduğu uçurumdan aşağı sarkıttığı bakışları okyanusumdaydı ve ben ona hiç göstermesem bile o, içimdeki okyanusun farkındaydı.
Kalbinin üzerinde duran avucumu yakan yangının ateşleri kolumdan kalbime doğru tırmanmaya başladığında, Evren’in yeşil gözlerinde bir orman vardı ve o orman, kalbinde büyüyen alevlerle cayır cayır yanıyordu. Avucunu elimin üzerine bastırınca, ona dokunmak bir mezar oldu ve toprak usul usul üzerimi örtmeye başladı.
Sorduğum sorunun cevabı onda değilmiş gibi sadece yüzüme bakarken, gözlerindeki yangın tüm düşüncelerime uzanıp onları kül edebilecek kadar kuvvetlenmişti. Parmakları, elimi olduğu yerde sabit tutmak istiyor gibi tüm gücüyle elimin üzerinde duruyordu; bir an bana dokunurken parmak uçlarının sızladığını hissettim. Birinin hissettiği bir şeyi nasıl olurdu da içime davet edebilirdim? Belki de böyle hissetmiyordu. Düşüncelerimi ondan uzak tutmaya çalışıyordum ama o zihnimi allak bullak etmek için kabaran bir dalga gibiydi ve sonunda kıyıma çarptığında beni alabora edecekti, bunu biliyordum.
“Benim sana verecek bir cevabım yok,” dediğinde buz buğusu gibi soğuk olan sesi, yüzümün kıyılarına yayıldı ve beni üşüttü ama gözlerindeki yangın hâlâ sıcaktı, beni yakmak istiyordu. “Benim kendime de verecek bir cevabım yok.”
Ona neden diye sormak istesem de sadece gözlerinin içine baktım. Evren’in düşüncelerimi dağıtmasına, beni olduğumuz andan çıkarmasına ihtiyacım vardı ama uzayan dakikalar, gözlerimizin aynı çukurun içinde yan yanalarmış gibi birbirine bağlı durmasına neden oluyordu.
“O zaman bir daha soru sormam,” diye fısıldadım, sesime yerleştirdiğim duyguyu ben bilmesem de o, o duygunun ne olduğunu biliyormuş gibi siyah, biçimli kaşlarını sertçe çattı. Ölüden beyaz olan tenindeki mavi damarlarının kabardığı saniyeleri sakinlikle izledim.
“Ben sana soru sorma mı dedim? Sen çocuk musun?”
“Sorumu cevaplayamazmışsın, öyle demedin mi?”
“Cevabım olmadığından cevaplayamam, cevaplamak istemediğimden değil,” dedi yavaşça.
“O zaman bir dahaki soruma da cevabının olmayacağı ne belli?”
“Sormadan bilemezsin,” dedi, elini yavaşça geri çekerken yeşil gözleri hâlâ gözlerimdeydi. “Yol yakınken bu oyundan vazgeçelim, eğer Kestiren seni rahatsız ediyorsa?”
“Beni rahatsız etmiyor,” diye mırıldanıp elimi çektiğimde, Evren’in duraksadığını görür gibi oldum. “Kendini suçlu hissetmenin gereği yok. Onunla arkadaş olabilirim. Sadece, bu işin sonunda kalbini kırmak istemem.”
“Senin birinin kalbini kırabileceğini sanmıyorum, daha çok insanlar senin kalbini kırıyor gibi,” deyince, bakışlarımı yavaşça kaldırdım ve yeşil gözlerine daha büyük bir dikkatle baktım. Bu ona işkence çektiriyormuş gibi kaşlarını çatarak, bakışlarını ondan ayırdığım elime indirdi. “Tamam, onunla arkadaş ol,” dedi sakin bir sesle. “Ama ona dokunmana gerek yok.”
“Ona dokunmadım,” diye mırıldandım.
“Tamam,” dedi tekrar. “Sadece dokunmamaya devam et işte.”
Bakışlarım yavaşça yüzünde dolandı, bana karşılık vermemesi beni cesaretlendirdi ve o bana bakmazken, “Sana dokunmam seni rahatsız mı etti?” diye sordum açıkça, ardından yanaklarımın içini dişledim.
Kaşları tamamen çatılırken, “Bu da nereden çıktı?” diye sordu sertçe. “Söylediklerimi hep böyle anlamaman gerektiği şekilde mi anlayacaksın sen?”
“Dokunmamam gerektiğini söyledin.”
“Bana dokunma demedim,” dediğinde sarmaşık yeşili gözleri gözlerime tutunmuştu. Yutkundum. “Ona dokunma dedim.” Başını omzuna doğru eğince, yüzünde tanrının betimlemesi gibi duran güzellikler açığa çıktı. “Hem sana az önce demiştim ki… Bana dokunabilirsin, demiştim.”
Kelimelerini zihnimden önce ruhumda hissettiğimde, bakışlarım zehirli sarmaşık yeşili gözlerden koparak onun boynuna indi ve bir süre bekledikten sonra, “Anlaması güç bir insansın,” dedim, oysa içimde onu anladığına yemin eden biri vardı, o kişi bana ne kadar benzese de onu hiç dinlemezdim.
“Ne yaptım ki?” diye sordu yavaşça.
“Hiç.”
“İçeri girip eğlenmeye devam etmek istiyor musun?” Bu soruyu garip bir merakla sormuştu, başımı kaldırdım ve gözlerinin içine tekrar bakıp asıl isteğimin ne olduğunu önüme koyup düşünmeden başımı iki yana salladım.
“Eve gitmek istiyorum.”
“Benim de karnım acıktı,” dedi, durup sadece yüzüne baktım, bu hep olan bir şeydi, yadırgamamıştım. “Benimle ıslak hamburger yemek ister misin? Aşağı sokakta küçük bir bar var, ıslak hamburgeri mükemmeldir ve daha önce hiç denedin mi bilmiyorum ama ıslak hamburger ve alkol oranı düşük, ucuz bira her zaman müthiş birer ikilidir.”
“Hiç denemedim,” dedim gülümseyerek. Bir an bakışları gülümsememe kaydı, donuk bakan gözlerinde bir şeyler görmeyi beklemediğimden bakışlarına yayılan o kısa duygu akımını kaçırdım ve kaşları çatılınca, gözlerindeki ifade hızla tuz buz oldu.
“İyi,” dedi bana arkasını dönerken. “Dene o zaman.”
Arkasından yürürken, “Olur,” diye mırıldandım ama bana bakmıyordu. Arabaya atlamaktansa alt sokağa kadar o önde, ben onun arkasında yürüdük ve insanların köşelerine çekildiği saatlerde, eğlence sadece gece kulüplerinin dört duvarı arasındaymış gibi sokakta koca bir ıssızlık varken yalnızdık.
Yokuşu inerken diline diktiği sessizlik, baktığı yerde görmek istediği şeyi bulmuş gibi ikiye bölünerek, “Geldik,” demesiyle son buldu. Omzunun üzerinden bana bakarak, “Islak hamburger sevmiyorsan başka şeyler de yiyebilirsin,” diye mırıldandı. “Yanındaki insanlara ayak uydurmak zorunda değilsin, bazen insanlar sana ayak uydurmalı. Ya da kimse kimseye ayak uydurmaz ve herkes istediğini yapar. Kural basit, farklı olmaktan korkma.” Ona anlayamayan gözlerle baktığımı görünce derin bir nefes aldı. “Demek istediğim, Gülçehre. Islak hamburger yemek istemiyorsan, başka bir şey yersin. Bu seni mızıkçı yapmaz.”
“Ama sonuçta denemediğim bir şey. Ya çok seversem?”
“Herkes bir kez bile olsa ıslak hamburger yemiştir,” dedi kaşlarının ortasında koca bir yarıkla bana aval aval bakarken. “Gerçekten yemedin mi?”
“Babam sağlıksız beslenmemden hoşlanmaz,” dediğim anda kaşlarını kaldırıp sinir bozucu bir şekilde güldü, bu onun zehirli gülüşüyle ilk karşılaşmam değildi ama yine de yadırgamıştım. Bakışları yağ gibi kayarak kaldırıma indi ve derin bir nefes aldı.
“Babana hiç sordun mu, senin yerine nefes de alıyor muymuş? Kararları bir kenara bıraktım, artık sadece kalbinin atışlarını ve aldığın nefesleri sorguluyorum. Onlar da mı babana ait?”
“Ona kalırsa evet,” dedim yamuk bir gülümseme dudaklarıma çizilirken. “Öyleymiş.”
“Affedersin ama sıçarım öyle babaya,” deyince bir an gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Bana bakıp, “Kusura bakma,” dedi sakince. “Ama sıçarım.”
“Kızmıyorum sana. Genelde insanların üzerine sıçmak isteyeceği bir baba, doğru,” dedim, bu onu şaşkına uğratırken yavaşça gülümseyip omuz silktim. “Ama sorun değil, buna alıştım.”
“Babanın üzerine sıçmak istememize mi?”
“Onun kızı olmaya.”
Duraksadı, bir an ben de duraksadım. Bakışlarımı yol kenarında duran sokak lambasına çevirdim, sokak lambasının boyu kısaydı, başı öne doğru eğilmiş gibi duruyordu ve rengi de kırık sarıydı. Etrafı aydınlatan ışığın limon kabuğu renginde olması içime belirsiz bir huzur doldurmuş olsa da içinde olduğumuz konu şu an huzurlu hissetmemem gerektiği kadar rahatsız ediciydi.
“Böyle cümleler kurma,” dedi, sesinde anlam veremediğim bir durgunluk vardı. Yokuşun sonuna kadar indi ve ellerini ceplerine sokup, “Biliyorum, sen bu cümleleri sırf afili görünsünler diye kurmuyorsun ya da birilerinin sana acımasını beklediğinden de kurduğun cümleler değil. Senin içinden kopuyor bu cümleler. Bu yüzden kurma zaten.”
“Neden?”
“Hayatımda hiç, birine sarılmak istemedim,” dedi sert bir tonlamayla. “Ama sen böyle cümleler kurduğunda, seni kollarımın arasına almak istiyorum. Bunun nedenini ben de bilmiyorum ama bana çok yardıma muhtaç geliyorsun. Böyle gelmemeli. Yani sen bir insansın, bir insan bir diğer insan için böyle yaralayıcı şeyler düşünmemeli. Ben senin için düşünüyorum ve elimde değil, bunu durduramıyorum.”
“Bana acıdığını düşünüp, bana acıdığın için üzülüyor musun?” Kaşlarımı hayretle kaldırdım. “Yoksa başka bir şey mi?”
“Sana acımıyorum, seni yardıma muhtaç buluyorum. Sana yardım etmem gerekiyormuş gibi hissediyorum. Belki bu bile sana kendini kötü hissettirir ama kötü hissettirmesin. Yani sana acıdığım falan yok. Garip bir duygu, sadece sana yardım etmen gerekiyormuş gibi. Anladın mı?”
“Hayır,” dedim açıkça. “Birilerinin bana yardım etmek istemesine alışkın değilim.”
Derin bir nefes alarak, “Boş versene, Gülçehre,” dedi. “Yemek yiyelim.”
Aklım karışmış gibi parmaklarımı alnıma götürüp yavaşça alnımı kaşırken, “Kollarının arasına almayacak mısın?” diye sordum çat diye.
Evren bir an bana değil, alnıma taşınan parmağıma baktı. Bakışlarının yoğunlaştığını fark ettiğimde, gözleri mahşer yerinde kopan çığlıklar gibi gözlerime indi. “Çok mu masumsun yoksa benimle oyun mu oynuyorsun?” diye sordu yavaşça. Bana doğru döndü, yokuşu yavaşça tırmandığı esnada sadece onu izliyordum. Yüzünün bir kısmına çarpan sokak lambasının ışığı, gözlerinin dibine oturmuş yeşilin daha da zehirli bir parıltı saçmasına neden oluyordu. Beni bileğimden tutmasıyla, göğsümün yukarı kabardığını hissettim ve çok geçmeden uzun, güçlü kollarını bedenime sararak beni kendisine yasladı. “Senin sınavın benim,” diye fısıldadı bana sarılırken. Gözlerim belli bir noktaya daldı. Bu ânı kafamda netleştiremiyordum. Sanki o hariç her şey bulanıktı. Baktığım her yer pusluydu ama o bana sarılırken, yüzünü görmesem de tutunduğum bedeni çok net görünüyordu. “Beni imtihana sokma.”
“Yapmadım,” diye fısıldadım ama güvenin kalbime kan gibi dolup, kalbimin o güveni içime pompalar gibi emdiğini hissediyordum. Parmaklarımı güçlü kollarına bastırdım ve o bana sarılırken ben, ona sadece güçsüzce dokundum.
“Yalan atma,” dedi sadece.
“Atmadım.” Kaşlarımı çattım. Bana böyle güvenli hissettirmesi ne kadar doğruydu? Onu anlamak çok zordu. Ama kalbimde hissettiklerimi de anlamıyordum. Evren’in parmakları yavaşça saçlarıma kayınca, bu dokunuş beni yaralı bir avmışım gibi geri çekilme dürtüsüyle, hayatta kalma arzusuyla doldurdu ama onun kollarında zaten hayattaydım. Parmaklarının saçlarıma daldığını hissettiğimde, gözlerim usulca kapandı ve güvenin damarlarımda ilerleyen kan gibi içimde benden bir parça hâline gelmeye başladığını fark ettim.
“Sana kendin gibi olmayı öğreteceğim. Başkasının sana koşulladığı her şeyi bir kenara bırakmayı, kendin olabilmeyi, senin bir ruhun olduğunu, kalbinin sadece kan pompalamak için atmadığını, keşfetmen gereken bir Gülçehre olduğunu, senin eşsiz olduğunu ve bir daha hiç kimsenin bir sen daha olamayacağını öğreteceğim.” Cümleleri, bir masalı içine alan en büyülü kelimeler gibiydi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Evren’in düzenli nefesi sanki kalbimin içindeymiş gibi hissettiğim saniyelerde parmaklarının baskısı arttı. Saçlarımda parmaklarının değil, güvenin gezindiğini hissettim. “Sana her şeyi istedikleri gibi öğretmişler. Öğretmeleri gerektiği gibi değil. Yeniden bir çocuğu yetiştirir gibi yetiştirmek istiyorum seni. Çok yardıma muhtaçsın, bunu görmezden gelip yoluma devam edebilecek biriyim ama yapamıyorum.”
Şaşkınlık, zihnimin her yerindeydi. Bana sarılması, cennet ve cehennemin buluşması gibiydi. Ona sokuluyordum, cennetin cehenneme sokulduğu gibi ve o bana sarılıyordu, cehennem sanki cenneti içine alıyor, alevler her yanı sarıyordu. Parmağımı yavaşça koluna bastırdığımda, derin bir nefes aldığını fark ettim ve nefesinin sıcaklığı usulca saç diplerime yağmaya başladı.
“Nasıl kendim gibi olunur, bilmiyorum,” diye itiraf ettiğimde, boğazım acıyordu. Bekledi, hiçbir şey söylemedi ve sadece beni kollarının arasında sıkıca tuttu.
“Biliyorum,” dediğinde çok uzun zamandan beri onun kollarının arasındaydım. Saniyeler, kangren olmuş bir koldan çekilen hisler gibi çekilerek tüm bedene dağılmışlardı. “Sana bunu öğreteceğim.”
Ona güveniyordum. Bu ne kadar doğruydu, sorgulamıyordum bile. Ona olan güvenim ansızın başlamamıştı aslında. Zehirli sarmaşık yeşili gözlerine baktığımda, gözlerinin yeşilinde zemheri soğuğunu hissettiğimde bile bu güven içimde hep vardı. Bu güven, damarlarımın içinde ilerleyen kan gibiydi ve yine bu güven, kemiğimin içine birikmiş iliğim gibiydi.
“Biliyorum,” diye mırıldandım bir çocuk edasıyla. “Öğreteceğini.”
“Bunu sana en başında göstermiştim,” dedi, bunu algılayamadım ama o bunu umursamadan tekrar konuştu: “Bu en başından beri ortadaydı.”
Bir müddet konuşmadım, o da sessizliğiyle bana eşlik etti ve güven, vurduğu kıyıları alabora ederek şehrime yayılmaya başladı. Tsunami gibiydi, yükselmiş, vurmuş, şehrimi altına almış ve her köşeyi güveniyle doldurmuştu. Bir süre sonra Evren’in nefesinin yavaşladığını hissettim. İnsanlar yoktu, şehrin sesi yoktu, sadece bizi altına alan bir ışık ve başımızın üzerine gerilmiş gökyüzü vardı. Bakışlarım boşluktan kayarak karşıdaki cam duvarlardan oluşan bara kaydığında, iki genç kızın omuzlarını cama yaslamış gülümseyerek bizi izlediğini fark ettim. Farkında olmadan Evren’in kıyafetinin kumaşını avucumun arasına alarak sıktığımda, köşeyi elinde gazeteye sarılmış içki şişesi tutan yaşlı bir adam döndü ve adam bize bakmadan ilerlerken onu takip eden büyük, kahverengi bir sokak köpeğiydi.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım, kumaşı daha sıkı tuttum ve yutkundum.
Anlamış gibi, “Rica ederim,” dediğinde, içimdeki bütünlüğü sağlayan huzurdu.
Öylece durup onun nefes seslerini dinledim. Barın cam kapısı açılınca, rüzgâr çanlarının şangırtısı sokağa yayıldı ve bizi izleyen genç kızlar barın içine doğru kaçışırken, yaşlı, zayıf bir adam ıslık çaldı. “Bu sokağın hasret kaldığı bir görüntü.”
Evren, yavaşça, kıyıma vurup kıyımı dağıtan bir dalga gibi geri çekilerek omzunun üzerinden yaşlı adama baktığında, avuçlarımın arasına kıstırdığım kumaş buruşmuştu. Kafenin kirişlerine bağlı eski bir görüntüye sahip hoparlörün yavaşça titrediğini gördüm ve sokağa yayılmaya başlayan müziğin sesiyle eş zamanlı olarak, yaşlı adam genişçe gülümseyip elini salladı. “Güzel bir dansın ödülü iki ıslak hamburger, iki büyük bira.”
“Anlamadım?” diye soracaktım ki melodinin tanıdıklığı beni duraksattı.
Evren, beni yokuşun kenarındaki kaldırıma çekerek, “Bedava ıslak hamburger yemek istiyor musun?” diye sordu ciddi bir sesle. Başımı salladığımda, “O zaman, dans et benimle,” diyerek elimi yakaladı ve beni kendi etrafımda yavaşça döndürdü.
Bulutların üstünden, bıraktım ben kendimi.
Sonunu düşünmeden, duygular sarınca beni…
Dudaklarım benim bilincim dışında yukarı bükülürken, kan rengi dudaklarında gördüğüm de hafif bir tebessümdü. Elimi bırakmadan beni yavaşça kendine çekti ve bedenimi geriye doğru yatırmasıyla sırtımı onun göğsüne yasladım. Genç kızlar, şimdi camın önünde durmuş gülümseyerek bizi izliyorlardı. Burnunu yanağımda hissedince, kalbimin atışları kulaklarımı patlatıp zihnime dolacak sandım. Gözleri gözlerime son derece yakın bir noktada yakalandı, yeşil gözlerine uzun uzun bakacaktım ki birden beni geriye itti ve ellerimiz, aramızda bir halat gibi gerilirken tam karşısında durup nefes nefese ona baktım.
Gizlice tuttum elini, yüzüne baktım usulca.
Gözlerin fısıldadı, ah, mutluluğu yavaşça…
Dişlerimi göstererek gülümsediğimi, Evren’in de ilk kez beyaz bir porseleni anımsatan yüzündeki çizgilerin derinleşmesiyle oluşan gülümsemesine bakarken fark ettim. Bir eli yavaşça belime kayınca, aramızdaki mesafe sıfıra indi ve diğer elim avucunun içinde küçücük kaldı. Yavaşça dans etmeye başladık, bir süre sonra aynı pozisyonu koruduğumuz dansımız yavaşça hızlandı ve saçlarım onun yüzüne çarpacak şekilde beni döndürmesiyle, dudaklarımdan şen bir kahkaha döküldü.
Çiçeklerin kokusu, dalgaların şarkısı, rüzgârın fısıltısı…
Bir sana bir de bana…
Sessizce zihnimi terk ederek beni kollarının arasında tutan adama baktım. Yeşil gözleri, gözlerime her seferinde sırtıma saplanan keskin bıçaklar gibi düşüyordu. Beni belimden kavrayıp tekrar kendine çekince, bu yakınlığımızı tuhaf bulmadığımı fark etmek beni duraksatsa da elimde tuttuğum yalnızlık meşalesine nefesindeki soğuğu bırakarak söndürmeye başladığını anlamıştım.
Bahçede hanımeli, gökyüzünde yıldızlar, yağmurun narin sesi…
Şimdi bir anlamı var.
Aşk nasıl da kırılgan, sus dedim ama olmadı.
Kalbimden ismin geçti, ah, kimseler duymadı.
“Yağmur başladı, Halil abi!” diye bağırdı kızlardan biri. Şarkı hâlâ sokağa yayılıyor, yağmur damlaları sessizce döktüğüm gözyaşları gibi seyrek damlalar hâlinde yeryüzüne düşüyorlardı ama gökyüzünde hâlâ yanan yıldızlar vardı. Evren, beni kendi etrafımda çevirince, yağmur damlalarının yüzüme düştüklerini hissettim ve dudaklarımdaki gülümseme genişledi.
Çiçeklerin kokusu, dalgaların şarkısı, rüzgârın fısıltısı…
Bir sana bir de bana…
Evren durdu, ben de durduğumda, artık yağmur yeryüzüne daha şiddetli düşüyor, bahar yağmuru bizi sırılsıklam ederken elimde olmayan sebeplerden dudaklarımda kanser gibi bir gülümsemeye büyütüyordum.
“İçeri gelin!” diye bağırdı adam ama onu duymazdan geldik. Evren, ellerini yüzüme yerleştirip, büyük, beyaz avuçlarının arasına yüzümü alarak kaşları çatık bir şekilde gülümsedi. Saçları ıslandıkça ağırlaşıyor, siyah bukleleri alnına yapışıyordu. “Hasta olacaksınız yahu!” Adamın güldüğünü duydum, ardından şarkı yavaşça son buldu ve cam kapı kapandı.
“Bedava ıslak hamburger kazandık,” diye fısıldadı, dudaklarından akan yağmur damlaları dikkatimi dağıtsa da gözlerim yeniden yağan yağmurun etkisiyle kısık bakan yeşil gözlerini buldu.
“Sadece hamburger mi? Bira da kazandık.”
“Evet,” dedi avuçları hâlâ yanaklarımdayken. “Eğlendin mi?”
“Çok eğlendim,” dedim dürüstçe.
Avucunu yanağıma daha sert bastırıp, gözlerimin içine bakarken, “Ben de,” dedi. “Bu şarkıyı çok severim.”
“Ben de,” dedim avuçlarının arasında olan yanaklarıma rağmen başımı hızlıca sallayarak. Yağmurun sesi öyle şiddetliydi ki, birbirimizi güçlükle duyuyorduk.
“Artık sadece sevmiyorum,” deyince yutkundum. “Şimdi bir anlamı var.”
Bazı şeylerin artık anlamı vardı. Biliyordum. Birlikte nefes almışsak, nefesin bir anlamı vardı. Birlikte susmuşsak, sessizliğin bir anlamı vardı. Gözlerime bakmışsa ve aynı anda ben de onun gözlerinin içinde kaybolmuşsam, gözlerimizin de bir anlamı vardı. Bana iyi geldiğini yok sayamazdım. Beni cehennem olarak gördüğüm bir yerden almış, cennete getirmişti. Düşünceleri terk ederek onun yeşil gözlerine bakmaya devam ettiğimde, bana bakışında anlamlar gizliydi. Evren gözlerimin içine bakarken bir mermer kadar pürüzsüz, soğuk ve beyaz görünüyordu.
Bardan içeri girdiğimizde, genç kızların gözleri üzerimizdeydi, gülümseyerek bizi izlerlerken aralarında dönen fısıldaşmanın konusunu az çok tahmin edebiliyordum. Böyle konularda tecrübeli değildim. Hiçbir zaman bir kız arkadaşımın yanına sokulup, gülümseyerek gördüklerimi yorumlayamamıştım. Babam beni bir kafesin içine koymuş, kafesin ortasındaki kızgın demire oturduğumda kestiği kanatlarım kafesin dibine yığılmıştı. Gözlerimin önüne saç telleri gibi düşen birkaç tutam anıyı kenara itip, babamın beni kapattığı kafeste olmadığımı kendime kanıtlamak ister gibi etrafıma bakındım. Bu bar, kahverengi ve krem renginin ağırlıklı olduğu, eskiz görüntüye sahip bir yerdi. Duvarlar krem rengindeydi, krem rengindeki duvarların üzerine asılmış her tabloda, her posterde kahverengi rengi bolca kullanılmıştı ve meşeden yapılma masa ve sandalyeleri de tıpkı tabloları gibi kahverengiydi.
İçerisi bomboştu. Dışarıdaki eski hoparlörlerin aynıları içeride de vardı. Kirişlerin üzerlerine bağlanmış, mekânın dört farklı noktasındaki yerlerini almışlardı. Çalan şarkı artık hafif, caz bir parçaydı. Üzerim ıslaktı, küçük adımlarla Evren’i takip edip cam kenarındaki masaya oturduğumuzda, yaşlı adam elini kaldırıp, “Islak hamburgeri hak ettiniz,” dedi gülerek. “Bira içmediğinizi söylemeyin bana.”
“Bira içeceğiz,” dedi Evren sandalyeyi çekip otururken.
“Yirmi birinci yüzyılın genç şeytanları,” dedi adam yeniden gülerek. “Genç ve âşıksanız, bira içmek zorundasınız elbette.”
Bir şey söylemedim, Evren de söylemedi ama adamın cümlesi uzun süre, uykularımdan hemen önce zihnime uğrayacak ve kelimeleri içime çöreklenecekmiş gibi hissediyordum. Yaşlı adam, ıslak hamburgerleri hazırlamak için tezgâhın kapağını kaldırdı ve içinden geçip ahşap kapağı indirerek sınırları belirledi. Genç kızlardan biri omzuyla diğerine vurduktan sonra gülümseyerek, “Sanırım sipariş vermenize gerek kalmadı,” dedi sevimli bir sesle.
“Bir taneyle doyarsam, evet,” dedi Evren kıza bakmadan. Islak saçları, beyaz alnının ortasında hâlâ ıslak olmasına rağmen bukle şeklinde duruyordu. Uzanıp siyah saçlarına dokunmak istediğimi fark ettiğimde, zihnimde kara bir çukur oluştu ve kaşlarımı çatarak bakışlarımı masaya indirdim. Onun saçlarına neden dokunacaktım ki?
Islak saçım yanağıma düştüğünde, güçsüz bir şekilde saç tutamlarını parmağıma doladım ve kulağımın arkasına sıkıştırıp Evren’e baktım. Dalgın gözlerle dışarıda yağan bahar yağmurunu izliyordu. Ona baktığımı hissetmişçesine birden bana çevirdiği gözleriyle burun buruna gelince, panikle gözlerimi tekrar masaya indirdim ama artık çok geçti, ona yakalanmıştım.
“Uzun uzun bana bakmaktan korkuyor musun?” diye sormasını beklemediğimden, şaşkınlık bir mürekkep olup içimdeki boşluğu onun kelimeleriyle doldurdu. Dalgın bakışlarımı masadan çekmeden birkaç saniye kadar bekledim. Ne söylenirdi bilmiyordum.
“Bunun cevabını bilmiyorum,” dedim. Ve sonra dürüst olmaya karar verip, “Açıkçası, seni ilk gördüğümde senin doğaüstü bir yaratık olabileceğini düşünmüştüm.” Şaşkınlığını hissetsem de saçma düşüncelerimi bilmesi gerektiğini hissettim. Bana güven duyması gerektiğini düşünüyordum. Bana güvenmesi için, içimdeki saçma karmaşayı ona açmam gerekirdi, ki ben de şu an tam olarak bunu yapıyordum. “Seninle bu yola çıkmadan önce, benim için hayat okuduğum romanlardan, sayfalarını çevirdiğim mangalardan, izlediğim filmlerden ibaretti,” dedim açıkça.
Gözlerimi kaldırıp ona baktım, bakışlarının yüzüme yoğun bir dalga gibi kabararak yaklaştığını gördüm. Yavaşça omuz silktim. “Sen de benim için okuduğum kitaptaki, sayfalarını çevirdiğim mangadaki, izlediğim filmdeki karakterler gibiydin. Sorun şu ki, ben o kitaplardaki başrol kızlar gibi değildim. Yani bazıları garip bir şekilde bana benzese de zamanla ben olmaktan çıkıp, kabuklarını kırarak özgürleşiyorlardı. Bense hep esaret altındaydım. Bir kafesim vardı ve o kafeste oturmuş, yere yığılmış hâlde duran kesik kanatlarımı izliyordum. Hiçbir zaman özgür olabileceğime inanmadım. Ruhum hep özgürdü, o kadar özgürdü ki, ruhumu koyduğum yerde hiç bulamadım ve onunla hiç, bir bütün olamadım. Ruhum kayıptı. Sen geldin ve kafesin kapısını açtın, kanatlarım orada kaldı ama yeni kanatlarım olabileceğine beni inandırdın. İyileşirsem kanatlarım uzayabilirdi, beni kanatlarımın yeniden var olabileceğine inandırdın. Çok erken belki bunları söylemek için ama ben o evin kapısından çıktığım an, kanatlarımın köklerinden sızlayarak tekrar uç verdiklerine inandım.”
Yeşil gözleri şimdi ruhum gibiydi; kayıp olduğuna inandığım, koyduğum yerde bulamadığım, özgür olan ruhum gibi. “İnsan karşısında senin gibi birini bulunca, onun gözlerine uzun uzun bakamıyormuş, bunu anladım.” Bakışlarım gözlerinden koptuğunda yanaklarım yanıyordu. Islak dudaklarımı yalayıp doğru kelimeleri aradığımda bile beni izlediğini biliyordum. “Bazen çıkarcının teki olduğunu düşündüğüm doğru ama seni yeni yeni tanıyorum. Çıkarların uğruna kullanmıyorsun beni. Değil mi?” Gözlerimi kaldırıp gözlerinin içine baktığım an, sorum kaşlarını kaldırıp indirmesine neden oldu. “Bence kullanmıyorsun.” Başımı iki yana salladım. “Yardıma muhtaç olduğumu söyledin, bana yardım etmek istediğini de söyledin…” Derin bir nefes aldım. “Kolay eğitilebilen bir çocuk hiç olmadım, olsaydım babamın istediği gibi, onun kızı olabilirdim. Belki sıkılıp yarıda bırakacaksın ama benim için attığın adımı, babam benim için hiç atmamıştı. Şimdi senin gözlerine uzun uzun nasıl bakarım? Gözlerine bakınca gelen ağlama hissini bilmiyorsun.”
Söylediklerim onu yüzüme daldırmış gibiydi. Konuşmadan öylece gözlerime, yüzümün her zerresine bakarken ne hissettiğini, zihninin içinden geçen kelime öbeklerini, düşüncelerini merak ediyordum. Bilmek istiyordum. Belki bu çok bencilce bir istekti ama eğer mümkün olsaydı, zihnine parmaklarımı daldırıp ellerime kelimelerin bulaşmasını sağlardım. Sonra da uzun uzun ellerime bakardım. Düşüncelerini parmak uçlarımda hissettiğim düşüncesi bile parmak uçlarımın sızlamasına neden oluyordu.
“Gözlerime bakınca ağlamak mı istiyorsun?” diye sordu, söylediğim her şeyi zihnine mühürlemiş gibi sadece ağlama isteğime odaklanarak. Başımı yavaşça salladım ama gözlerinde uzun süre takılı kalamayıp yeniden masaya indirdim bakışlarımı. Ellerim masanın üzerinde duruyordu, parmaklarımı birbirine sürterek gözlerimi parmaklarımda gezdirirken, o da ellerini masanın üzerine koydu ve bakışlarım usulca kendi ellerimden ayrılarak onun ellerine kaydı. Uzun, kemikli beyaz parmakları, düzgün kesilmiş temiz tırnakları, bembeyaz derisini yaracak gibi görünen masmavi damarları vardı. “Çocuk gibi başını sallama, bir şey söyle bana.”
“Söyledim ya,” diye mırıldandım.
“Ellerime bakınca ne hissediyorsun?”
Ellerine uzanıp dokunmak istediğimi fark edince yutkundum. “Hiç.”
“Yalan söylüyorsun şu an.”
“Hayır,” dedim başımı iki yana hızla sallayarak. “Yalan değil.”
“Gözlerini ellerimden çekmeden yalan söylüyorsun hem de.”
“Saçlarımın maşası söndü,” diye saçmaladım ellerine bakarken. “Yağmur yağdı üzerine.”
“Üzerindeki siyah elbiseye de yağmur yağdı, bir daha giymezsin,” deyince, üzerimde bana hiç uymayan, mini siyah elbiseyi anımsayıp bakışlarımı kucağıma indirdim. Elbise tamamen yukarı sıyrılmıştı. Mahcup bir hisle eteği aşağı çekiştirip gözlerimi tekrar ellerine çevirdiğimde, ellerini masanın ortasına doğru uzattı. “Yakından bak, eğer merak ettiysen.”
Saçımı tekrar kulağımın arkasına sıkıştırıp, “Niçin merak edeyim ki?” diye sordum kısık sesle.
“Bakışların merak ediyormuşsun gibi. Gözlerini ellerimden ayıramıyorsun.”
Yutkunup, “İlgisi yok,” diye fısıldadım, oysa elleri bir ressamın parmaklarından dökülmüş bir tablo gibiydi. Kesinlikle özenle çizilmiş gibi duruyordu.
Kusursuz ellerine baktığım esnada, ellerini masanın üzerinde biraz daha kaydırıp önüme kadar getirdi ve “Çocuğuna yeni bir oyuncak veren baba gibi hissediyorum kendimi. Bu evrede senin bu oyuncağı incelemen, seviyorsan hep oynaman, sevmediysen de köşede eskimeye bırakman gerekir.”
Onun ellerine bakarken düşüncelerim bir nehrin içine düşmüş, yüzerek belirsizliğe giden bir dal parçası gibiydi.
Benzetmesi içimde garip bir hissi de beraberinde büyütmüştü. Ellerine uzanıp büyük ellerini avuçlarımın içine alınca, Evren’in buz gibi teninin soğukluğu avuçlarıma yayıldı ve içimi bile üşüten tenine rağmen, göğsüme ateş düşmüş gibi hissettim. Gözlerimi ellerinden ayıramıyordum çünkü şu an bana baktığını biliyordum; bana öyle bir bakıyor olmalıydı ki gözlerimi kaldıramayacak kadar korkuyordum. Parmaklarını parmaklarımın arasına geçirince irkilsem de bunu ona yansıtmamaya çalışarak sabit kalmaya özen gösterdim.
Burnundan sert bir nefes verdiğini duydum. Ellerine dokunmak, uçurumun ucunda durmak ve uçurumun yüksek kayalıklarına vuran dalgaları izlemek gibiydi.
“Ellerin soğuk,” diye mırıldandım elimde olmadan. Parmakları parmaklarıma kanca gibi geçti ve parmaklarını bükerek elimin üst kısmına kapattığında, ellerimizin birleşerek bir yumruk olduğunu, bu yumruğun bir kalbe benzediğini düşündüm. Yutkundum.
“Senin ellerin sıcakmış,” dedi ifadesiz bir sesle, ifadesiz kısık gözleri de bende olmalıydı ama ona bakamıyordum.
“Ellerin büyük,” dediğimde başını salladığını hissettim.
“Senin ellerin göründüğünden bile küçükmüş.”
Bir an ne diyeceğimi bilemedim ama ellerimizin bir bütün olarak birbirine yaslı duran hâli, kalbimi ağrıtmıştı. İki büyük şişe bira yanımıza konduğunda, sıçrayarak geri çekildim ama elim hâlâ parmaklarının mahzenindeydi. Kızıl saçlara sahip çilli kız gülümseyerek, “Hamburgerlerinizi getiriyorum ve ne olursunuz beni görmezden gelin,” dediğinde, yanaklarımdaki ısının arttığını hissettim. Diğer kız, birkaç masa ileride iri gözlerle ve koca bir gülümsemeyle bizi izliyordu.
Evren bir şey söylemedi, onun sessizliği beni besledi ve kelimeler geri çekilerek bakışlarımdaki minnete yayıldı. Kız gülümseyerek yanımızdan ayrıldığında, kızın kaybolduğu boşluğu izlemeyi sürdürüyordum ama profilimde yanan gözlerin de farkındaydım. Gözlerimi ona değdirmeden yavaşça ellerimize çevirdiğimde, “Sevdin mi?” diye sordu açıkça, sesindeki buz kütlesine rağmen sorusu sıcak sular olup başımdan aşağı dökülmüştü. “Oyuncağı.”
“Sevdim,” dedim ve birden elimi geri çekerek bira şişesini önüme aldım. “Teşekkür ederim. Oyuncak için.”
Gülümseyecek gibi olduğunu hissettim, alt dudağını yaladığını gördüm ve o da birasına uzanıp önüne doğru çekti. “Biranın tadı çiş gibidir,” dediğinde duraksadım, konuyu dağıtmak istediğini anlamıştım. Bu kadarını anlayabilecek kadar zekâm vardı en azından… “Ama ıslak hamburgerle birlikteyken onu seveceksin. Dünyanın en kirli içeceği ve en kirli yiyeceği bir aradayken muazzam oluyor.”
“Kirli içecek mi?” Bir an biranın gerçekten sidik olup olmadığını sorgulayan gözlerle ona baktığımı görünce, başını geriye doğru atarak dudaklarını birbirine bastırıp gülmemek için kendini sıktı.
“Çiş değil, merak etme.”
“Ödümü koparttın,” dedim iri gözlerle.
“Neden sana çiş içireyim?”
“Bilmem biliyor musun ama kokoreç de hayvanın bağırsağından yapılıyor, yani kaka yiyebiliyorsak neden çiş içmeyelim?”
“Bağırsağı temizliyorlar,” dedi.
“Belki çişi de arıtıyorlardır?”
“Bir an ikna olacak gibi oldum,” dedi keyifle. Kızlardan biri önümüze ıslak hamburgerlerimizin olduğu servis tabaklarını bırakıp bir şey demeden uzaklaşırken, biranın nasıl açılacağını bilmediğim için gergin bir şekilde biranın kafasını izlemeye başladım. Evren anlamış gibi öne doğru uzanıp biramı önümden aldı, dişiyle tek seferde biranın kapağını açtı ve ağzından dumanlar yükselen birayı önüme bıraktı.
Hamburgerden bir ısırık alıp biradan koca bir yudum içtiğimde, bir an midem bunu kabul etmeyecek sandım ve ağzımdaki lokmayı güçlükle çiğnerken yüzümde dehşet içeren bir ifadeyle Evren’e baktım. Gülerek birasından uzun iki yudum aldı ve tek seferde ıslak hamburgerin yarısını ısırıp çiğnemeye başladı.
“Oha,” dedim yanağım aldığım küçücük lokmayla kocaman şişerken. “Ayı mısın?”
“Ayıya ayıp ediyorsun,” dedi keyifli bir şekilde o koca lokmayı iki yanağına pay ederek. Şiş yanaklarını izlerken lokmamı yutmayı unutmuştum.
“Vay canına, ağzını kocaman açıyorsun. Bir timsah gibi,” dedim iri gözlerle, ardından biradan bir yudum daha alıp o çirkin tadın damağıma yayılmasını bekledim. Hamburgerimden büyük bir ısırık alırken Evren çoktan diğer ısırığı koparıp hamburgerini neredeyse bitirmişti bile.
“Timsah gibi mi?” Gülerek lokmasını çiğnerken bira şişesini işaret ve başparmağı arasına alarak kafaya dikti, ıslanan dudaklarını elinin tersiyle silip, “Üç tepsi midyeyi dinlenmeden yiyebilirim, iki kilo limonu yanında vermen yeterli olacaktır,” dedi keyifle.
“Çok sağlıksız,” dedim yüzümü buruşturarak. “Mide fesadı geçirirsin.”
“Hiç geçirmedim, midesiz olabilirim,” dedi ve birasından iki büyük yudum daha içti. “Üzerin hâlâ ıslak, hasta olursan sana bakıcılık yapmayacağım, bil bunu.”
“Beni eğiteceğini söylemiştin.”
“Evet, öyle demiştim. Sana bakıcılık yapacağımı söylememiştim. Hasta olursan kendine kendin bakarsın.” Burnunu çekip dudaklarını yalayarak hamburgerine baktı. “Benim bununla doymam imkânsızdı zaten.”
Hamburgerimden büyük bir lokma ısıracakken, gözlerini hamburgerime çevirdiğini görünce duraksadım. Hamburger ağzıma yakın bir yerdeyken yavaşça uzaklaştırıp, “Önündeki bitmedi bile, neden öyle bakıyorsun?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
“Kuş kadar miden olduğu için bana onu verirsin diye düşünmüştüm,” dedi gözlerini kısarak.
“Hayır, ben de açım.”
“Evden kaçtığın için bence onu bana borçlusun.”
“Değilim.”
“Sidik konusunda yalan söyledim, biradaki eşek sidiği, arıtılmadığı için de hafif kafa yapar. Gidip kus şimdi, ben de hamburgerini mideye indireyim.”
“İnanmadım.”
“İçine bir şüphe düştü sonuçta.”
“Düşmedi,” dedim kekeleyerek. “İçmiyorum ben bira, sen iç. Ben de afiyetle hamburgerimi yiyeceğim.” Hamburgerimi ağzıma yaklaştırdığım an, kaşlarını kaldırarak sırıttı.
“İstersem seni kustururum.”
“Yapma ama…”
“Çocuk gibi yapma ama dersen daha çok kustururum.”
“Ama… Yapacak mısın?”
“Bilmem, hamburgerini verirsen yapmam.”
Dudaklarımı bükerek, “Ama ben de açım,” diye mırıldandığımda, bir an duraksadı, bakışları iki yana düşen dudaklarıma kaydı ve hızla oradan uzaklaşarak büyük bir donuklukla gözlerime tırmandı.
“Tamam, ağlama çocuk gibi. Ye hadi,” dedi düz bir sesle.
Hamburgerimi ısırmamla, başımı iki yana sallayarak homurdanarak çiğnemeye başlamam bir oldu. Evren bana eğleniyormuş gibi bakıyordu ama gözlerindeki donukluk da hâlâ bıraktığım yerdeydi. Kafa karıştırıcı biriydi. Birden masaya abanınca, duraksayıp ona baktım ve uzun, güçlü parmağını dudağım boyunca kaydırıp, “Çocuk,” diye homurdandı. “Döküp saçmadan yiyemiyor musun?” Parmağını geri çekerken, yakınlığı ve dokunuşu beni şoka sokmuş bir şekilde donmuş hâlde ona bakıyordum. Parmağına bulaşan ketçabı ağzına götürdü, parmağını yavaşça emip sırtını sandalyeye yaslayarak bana bakmaya başladı.
Göğsüme dikenleri bıçak gibi keskin güller yağıyormuş gibi hissederken, bakışlarımı hızla hamburgere indirip sertçe yutkundum ve çiğnemeden yuttuğum hamburger boğazıma oturdu, derin bir nefes alarak biraya uzandım. Biradan uzun yudumlar alırken beni izlediğini bilmek beni daha da çıkmaza sürüklemişti. Biranın dudağımın kenarından firar ederek çeneme döküldüğünü hissettiğimde, tekrar parmaklarını tenimde hissedeceğim ânı hayal edip panikle çenemi elimin tersiyle sildim, bira şişesini masaya koyarak yutkundum.
Dudaklarını birbirine bastırıp, “Eve gidelim,” deyince, bakışlarımı dudaklarından ayırarak mahzen yeşili gözlerine çevirdim. “Kurulanır, ısınırsın.”
“Üşümüyorum.”
“Bu, eve gitmek istemiyorum, demek mi?”
“Hayır,” dedim başımı iki yana sallayarak. “İstiyorum.”
“Yalan söylemiyorsun, değil mi?”
“Söylemiyorum,” dediğimde hâlâ beni izliyordu. “Babamın bana öğrettiği tek iyi şey bu. Yalan söylememek.”
Buna bir cevap vermedi. Bunun yerine bize ıslak hamburger hediye eden adama teşekkür etti, kızlara bahşiş bıraktı ve birlikte bardan ayrıldık. Biz bardan çıkarken yağmur hafiflemiş, neredeyse durmuştu ama gökyüzü son yaşlarını da akıtıyormuş gibi irili ufaklı birkaç damlayı dökmeye devam ediyordu. Yağan yağmurun yeryüzüne sinmesiyle yükselen huzur verici toprak kokusunu ciğerlerime çekerken, birlikte ara sokaklardan birine girdik ve her sokakta karşımıza çıkan yokuşlardan birini tırmanmaya başladık.
Yol kenarındaki saçakların altında çiçek satan esmer bir kadın sigara içiyor, etrafı izliyordu ve dükkânlardan çoğu kepenklerini indiriyordu. İlerideki gece kulüplerinden birinden bir grup genç şakalaşarak çıkıp bizim ters istikametimizde yürümeye başladılar ve çok geçmeden yol kenarına koyulmuş iki büyük oyuncak kapma makinesini görünce, gözlerim iri iri açıldı. İçlerinde bir sürü oyuncak olan makinelerin camları arkasında yanıp sönen ışıkları izlediğimi fark eden Evren, bakışlarını makinelere çevirdi.
“Her gördüğün şeye kedi gibi gözlerini büyüterek bakmak zorunda mısın?” diye sordu. “Basit bir oyuncak kapma makinesi işte.”
Derin bir nefes alıp, “Eskiden birkaç defa deneyip, birinde bile oyuncak kapamamıştım,” diye homurdandım. “Yalan bu. Hileli.”
“Beceriksizliğine kılıf uydurma.”
“Gerçekten hileliydi. Şu âna dek bunlardan oyuncak kazanan olmamıştır.” Durup omzumun üzerinden ona baktım. “Olmuş mudur?”
“Herkes beceriksiz değil,” dedi omuz silkerek.
“Sen kazanabilir misin?”
“İşim bile olmaz,” dedi sadece. “Saçma sapan, çocuk çocuk işler.”
“İşte, kazanamayacağını bildiğinden…”
Evren derin bir nefes alıp, “Kazanırsam ne olacak?” diye sordu birdenbire. “Velev ki şu zımbırtının içine bir gofret parası attım, karşılığında bana saçma sapan bir uzaylı oyuncağı verdi, oyuncağı mı yiyeceğim?”
“Bana verirdin,” diye bir fikir sundum. “Filmlerde hep öyle olur.”
“Karşılığında bana gofret mi alacaksın?” Gözlerini yüzümde gezdirdi, beni anlayamıyormuş gibi bakıyordu bazen.
“Oyuncak karşılığında gofret mi istiyorsun?”
“Belki ben de oyuncak karşılığında bir oyuncak istiyorumdur,” dediğinde, anlayamadığım için ona soru işaretleriyle baktım. “Sen de bana bir oyuncak hediye eder miydin?”
“Ama ben kazanamıyorum ki.”
“Eder miydin, etmez miydin?”
“Ederdim,” diye mırıldandım.
Ellerini ceplerine koyup oyuncak kapma makinelerine doğru ilerlemeye başlayınca, ben de koşar adımlarla onu takip ettim ve Evren cebinden cüzdanını çıkarıp bir bozukluğu makineden içeri attı. Korkunç bir çatalı anımsatan kolların aşağı doğru indiğini gördüğümde, neredeyse cama yapışmış hâlde onu izliyordum. Evren, bütün dikkatini kollara vererek elini konsoldan çekmeden, “Hangisini istiyorsun?” diye sordu.
“Hangisi olursa, bence beceremeyeceksin, o yüzden en kolay hangisiyse onu al,” dedim heyecanlı gözlerle.
“Seç işte,” dedi sertçe.
“Şu,” dedim parmağımı pembe bir oyuncağa doğru uzatıp. “Bu olsun.”
Başını salladı. Konsolu yavaşça çevirdi ve saniyeler geriye doğru nüksederken, pembe oyuncağı büyük kolların arasına kıstırdı. Gözlerim iri iri açıldı. Tam kollar yukarı çıkıyorken, oyuncak birden kolların arasından düşerek diğer oyuncakların arasına karıştı ve dev bir kahkaha dudaklarımdan dışarı dökülüverdi.
“Hadi lan oradan, hile var!” diye öfkelendi bir anda. “Gofret paramı çaldı bu makine.” Kahkaha atarak cama vurduğumu görünce, “Gülme,” diye homurdandı. Makinenin etrafına birkaç kez vurduktan sonra, “Hırsızlık bu,” dedi öfkeyle. “Geri versin.”
“Beceriksiz,” dediğimde bana öfke dolu gözlerle baktığını görünce, dudaklarımı birbirine bastırıp yutkundum ama hâlâ kahkaha atmak istiyordum şu an.
“Saniyeler bitti, ondan,” diye homurdandı. “Tuttun beni konuşmaya. Saniye bitti orada. Bana iki gofret borçlusun.” Bir bozukluk daha atıp konsolu kıracakmış gibi sıkıca kavradı. “Seçtirmiyorum sana oyuncak falan.”
“Gofret borçlu değilim, sen beceriksizsin,” diye söylendim ama bana bakmadan tekrar o korkunç kolları oyuncaklara doğru indirdi. Boyu uzun olduğu için çömelmiş, kafasını iyice cama yaklaştırıp dik dik oyuncaklara bakmaya başlamıştı.
“Sus,” dedi. “Konsantrasyonumu bozma benim, cücük kafalı çocuk.”
“Yapamayacaksın.”
“Git kötü enerjini başka yere yay, yaparım ben.”
“Yoo, yapamazsın.”
“Kızım sus,” diye homurdanmasıyla, oyuncak tekrar kolların arasından kayıp düştü ve saniyelerin akmaya devam ettiğini görüp tekrar kahkahayı bastım. “Gülçehre!”
“Efendim, Evren?”
Evren’in birden kollarını açıp makineyi kucaklamaya çalıştığını görünce, korkuyla kollarını tutup, “Dur, tamam,” dedim korkuyla. “Ayy, sökeceksin onu!”
“Paramı ver!”
“Ya dursana,” dedim korkuyla. “Zabıtalar görürse biteriz.”
“Paramı çalan bu şey, ben neden bitiyormuşum? Hırsız var!”
“Evren,” dedim onu geri çekmeye çalışarak. “Beceremiyorsun işte, kabullen de gidelim, istemiyorum ben, tamam…”
“Beceririm,” diyerek geri çekilip bana cins cins baktı, deri cüzdanından bir bozukluk daha çıkarıp makineye yerleştirdi. “Yine alamazsam, makineyi söküp götürüyoruz ve içindeki bütün bozukluklarımı geri alıyorum, tamam mı?”
“Tamam,” diye fısıldadım dudaklarımı kemirip, gülmemek için kendimi dizginlerken.
Evren, son derece dikkatli bir şekilde eğilerek konsolu sıkıca tuttu ve gözlerini kısıp, avına saldırmaya hazırlanan bir kaplan edasıyla makinenin kollarını izlemeye başladı. Kollar yavaşça indi, ağzını korkunç bir şekilde açtı ve saniyeler geriye doğru düşmeye başlarken, Evren pembe oyuncağı tek seferde yakalayıp dilini dışarı çıkararak ısırdı. Yavaşça oyuncağı yukarı çekmesiyle birlikte kaşlarını çokbilmiş bir şekilde kaldırdı. “Bebeğim, işte bu kadar,” dedi hırslı bir sesle. “Ver onu bana.”
Oyuncağı kaparak elime alırken, “Piglet!” diye bağırdım heyecanla, köşedeki çiçekçi kadının bize baktığını gördüm ama umursamadan yavaşça zıpladım. “İyi ki onu seçmişim!”
“Winnie The Pooh izler miydin?” Sorusu üzerine başımı hızlıca salladım ve hiç düşünmeden kollarımı onun boynuna sararken resmen onun üzerine zıpladım. Bir an ne yapacağını bilemiyor gibi öylece beklese de sonunda ellerini belime sardı.
“Piglet en sevdiğim!” dedim heyecanla. “Tam görememiştim bile, o olduğunu anlamamıştım!”
“Çocuk,” diye fısıldadı.
Çocuk gibi mutlu olduğum doğruydu. Kollarında bir çocuğun hissetmesi gereken güveni iliklerimde hissediyordum. Öyle bir güvendi ki bu, anlam verilemezdi, önüne konulup düşünülse bile sebebi net bir şekilde budur denilemezdi. Sadece güveniyordum. Güven kıyılarımdaydı. Güven kıyılarıma vuran dalgaydı ama alabora ettikten sonra geri çekilip kaybolmamıştı. Piglet elimdeyken Evren’in boynuna sarılmaya devam ettim ve o da beni sıkı sıkı tutarak ona sarılmamı sağladı. Ayaklarımın yerden kesildiğini hissettiğim an, bedenimin onun tarafından yukarı kaldırıldığı andı. Piglet’i daha sıkı tuttum, bunu yadırgamadım, yani onun kollarında olmak, o an için yadırgadığım bir şey değildi. Sanki bu, tam da olması gereken şeydi ve ben onun kollarındaydım.
Tam da olmam gereken yerdeydim.
Beni, kollarının arasındayken özgürlüğün içine almıştı sanki. Özgürlüğün, olunabilecek bir yer olduğuna inanmazdım. Onun kollarının arasında olana dek, bu hep böyleydi. Şimdi onun kollarındaydım ve özgürlük buradaydı. Güven buradaydı. Ulaşmam gereken kıyı buradaydı. Boğulmam gereken okyanus buradaydı.
Beni yavaşça indirince, kollarımı sardığım boynundaki koku yavaşça ciğerlerime yayıldı. Ayaklarım yere bastı ama bedenim ondan bir süre ayrılmadı. Kokusu ferahtı, hem soğuğu hissettiriyordu hem de temiz ve baş döndürücüydü. Parmaklarımı boynuna bastırdığım an Piglet’in pembe kolu onun saçlarına sürtündü. Parmakları hâlâ belimin köşelerinde asılı duruyordu. Kısa elbisem tamamen yukarı sıyrılmıştı ama bir an bu hiç umurumda olmadı çünkü ruhum çok özgür hissediyordu.
“Ben de oyuncağı kazandım,” dediğinde bir an algılayamadım. Sesi bir fırtına olup saçlarımın arasından geçerek zihnimdeki kelimeleri oradan oraya savurdu. “Bana bir oyuncak borçlusun.”
“Biliyorum,” diyebildim sadece.
“Çocukken bazı geceler oyuncağım olmadan uyumazdım,” deyince bir an bakışlarım kaldırım taşlarına takıldı ama ona sarılmaya devam ettim. Buna hiç son vermedim. “Şimdi birden çocuk olasım geldi. Senin gibi.”
“Çocuk olasın geldi,” diye fısıldadım.
“Ve oyuncağıma sarılıp uyuyasım geldi.”
Sessizce, “Hım,” diye mırıldandığımda, parmakları belimde asılı duruyordu.
“Öyle.”
Piglet’e baktım, sanki beni izliyordu. Evren beni yavaşça serbest bırakınca, ellerimi geri çektim ve o an gözlerinin içine baktığımda yeşil gözlerinin beyazına yayılmış kızıl damarları gördüm. “Uykun mu geldi?”
“Çocuklar oyuncaklarına sarılınca uykuları gelir,” dediğinde, buna hazırlıksız yakalandığım için dudaklarımı birbirine bastırarak öylece yüzüne bakakaldım.
Yüzüme daha dikkatli baktı.
Ruhumu görüyormuş gibi.
Ruhumdan ilerisini biliyormuş, ruhumda benim bile keşfetmediğim birçok şeyin farkındaymış gibi.
“Daha açık nasıl söylenir bilmiyorum,” dedi yavaşça. “Anladın mı?”
Yavaşça başımı salladım ama kelimeler dudaklarımdan firar edemedi.
“Yanlış anlamaktan çekindim,” dedim açıkça, sonra anın verdiği cesaretle, “Oyuncağın ben miyim?” diye sordum.
“Ellerim senin oyuncağın olsun, sen de benim.”
Sakin gözlerimin arkasındaki düşüncelerde depremler oluyordu.
“Hemen cevap verme buna,” demesi dudaklarıma kelimeleri gömdüğünde, yutkundum. Oysa cevabım belliydi. “Bazen oyuncaklar yerlerini yadırgarlar. Oyuncağa sarılıp uyuyacaksam, oyuncak istediğinde. Kaybolsun istemiyorum.”
Yavaşça yutkunup, “Keşke ne söyleyeceğimi bilseydim, en azından biri benim için bir replik yazıyor olsaydı ve ben onun yazdığı repliği okuyor olsaydım,” dediğimde, gözlerinde şefkati gördüğüme yemin edebilirdim. Büyük avucunu kafamın üzerine koyunca, beklenmedik bu hareketi bende bir şok etkisi yarattı. Avucunu kafamın üzerine bastırarak, tıpkı okuduğum mangalardaki gibi kafamın üzerini yavaşça okşadı.
“Hiç sorun değil,” dedi. “Senin için replik yazarız.”
Başımı yavaşça sallayıp, kollarımı Piglet’e sarıp onu göğsüme bastırdım. “Bana bir replik yaz,” dedim yavaşça. “Ve eve gidelim, Piglet üşüdü.”
“Gidelim,” dediğinde bana yazacağı repliği merak ediyordum.
Ve merak ediyordum, bir gün onun oyuncağı olup, kollarının arasında uykuya dalmasını bekleyecek miydim?
🥀
Bakışlarım beyaz kâğıttan ayrılır ayrılmaz, Hazal’ın iri, koyu renk gözleriyle buluştu ve bir an irkilsem de sakince, “Günaydın,” diye fısıldadım. Barlas sınıfta değildi, bu ikisi adına şimdilik daha iyi olacak gibiydi.
“Günaydın çitlembik,” dedi, ayağını önündeki masaya uzatınca, bakışlarım ince, uzun kulakları olan botlarının tabanına indi. “Nasılsın?”
“Yorgun,” diye homurdanıp, kalemi masanın üzerine bırakarak Hazal’a baktım. “Senin keyfin yerinde gibi.”
“Sabahın köründe burada olduğum için mutsuzum.” Kıvırcık saçlarını elleriyle karıştırdıktan sonra elini aşağı atıp, kâğıt bir torbayı parmaklarının ucuyla yakalayıp masanın üzerine bıraktı. “Boya falan aldım. Yeni çizim kalemleri. Beğendiklerin olursa alabilirsin.”
“Yok,” dedim mahcup bir şekilde gülümseyerek. “Teşekkür ederim.” Bana karşı arkadaş canlısı tavrı beni şaşırtmamıştı, her nedense onun özünde şefkatli biri olduğunu zaten görebildiğimi düşünüyordum. Omuz silkerek çizim defterini kucağına aldı ve bacaklarını indirmeden kalemin darbelerini kâğıda indirmeye başladı. O bunu yaparken, hemen çaprazında oturan sarışın kızın gözleri ara sıra ona kayıyor, onun oturuşundan rahatsız oluyormuş gibi kaşlarını çatarak bakışlarını tekrar kendi kâğıdına indiriyordu.
Coldplay’in Yellow parçası sınıfın içine dağılarak boya kokusuna karışırken, kâğıda indirdiğim gözlerimin önünde bariz bir şekilde asılı duran tek görüntü, yeşil gözlerdi. Kaşlarımı çatarak kâğıda bir çizik attım ve hafif çiziğin üzerinden yavaşça geçerek bu çiziği belirgin hâle getirdim. Bu süreçte bile bakışlarımı indirdiğim kâğıdın üzerinde beni izleyen yeşil gözler vardı.
Bakışlarım çok kısa bir süre için kâğıdın üzerinde beni izleyen yeşil gözlere takılıp kaldı. Yeşil, içi iri, çekik olmasına rağmen yana doğru oldukça geniş olan hülyalı bakışlar hemen kâğıdın üzerinde beni izliyordu sanki. Dudaklarımı birbirine bastırıp, sanki gözlerinin üzerinden gidiyormuş gibi yavaşça gözlerinden birinin üzerine kalemi değdirdiğimde, suya dokunmuşum da su dalgalanmış gibi yeşil gözleri dalgalandı ama görüntü dağılmadı. Kalemi bastırdığım an görüntü geri geldi. Şimdi yeşil gözleri daha derin bir edayla beni izliyordu.
Dudaklarım yavaşça yukarı kıvrıldığında, kalemin darbeleri yeşil gözlerinin üzerinden geçiyor, yeşil gözleri her seferinde dalgalanarak bulanıp, ardından yeniden kâğıdın ortasına toplanıyor ve beni izlemeye başlıyordu. Gözünün bebeğini oluşturduktan sonra gözlerinin etrafındaki damarlar gibi görünen koyu yeşil çizgileri çizmeye başladım. Bu süre zarfında şarkı sona ermiş, biri homurdanarak şarkıyı başa almış, aynı parça yeniden çalmaya başlamıştı.
Gülümseyerek kalemin başını ağzıma getirdim, yavaşça dişlerken başımı sallayarak şarkıya ritim tutuyordum. Kalemi yeniden indirip gözüne dokundurduğum an, yeşil gözleri dağıldı ve bir süre sonra kâğıdın ortasında tekrar alev alev yanmaya başladı. Dudaklarımdaki gülümseme silinmedi, gözünün bebeğindeki siyahlığı bir kuyu gibi derinleştirip, yeşil yarıkların üzerinden geçtim ve hafif gölgeler ekledim. Bir süre sonra gözünün şeklinin taslağını çıkarmış, taslağın üzerinden sanki onun gözlerinin üzerinden geçiyormuşum gibi kolayca geçmeye başlamıştım.
Benim kalemim iyi değil, onun gözleri çok güzel, diye iç geçirdiğimde, gözünün pınarındaki parıltının üzerinden geçiyordum. Ardından gözünün altındaki boşluğu, güldüğünde oluşan çizgileri oluşturmaya başladım ve bir müddet sonunda, karşımda duran onun gözlerinden bir tanesiydi.
Gözlerinin üzerine ifadelerini belirleyen kaşlarını bir mahkûmun duvara attığı çizikler gibi düzensiz, beklentiyle ve büyük bir istekle atmaya başladığımda, şarkının dördüncü kez tekrardan başladığını fark etmiştim ama hepimiz kendimizi öyle çok kâğıtlara gömmüştük ki, kimse şarkının devamlı tekrar ediyor olmasından rahatsız değildi.
Elimi kâğıttan uzaklaştırdığım an, karşımda duran onun gözlerinden bir tanesiydi ve sanki o kadar onun gözleriydi ki, kâğıdın üzerinde beni izleyen oydu. Saçlarımı kalemi tuttuğum elimin içine alarak omzumun üzerine serip, gözünü görmenin etkisiyle garip bir nefesi ciğerlerime çektim ve çizim defterinin boş sayfasını gözünün üzerine indirerek onun bakışlarından uzaklaştım. Diğer gözünü çizme isteği içime yerleşmiş bir arzu olsa da bir an onun gözlerini sayfada dahi olsa bu kadar yakından inceleyecek olmak beni ürkütmüştü.
Geceyi, bana hediye ettiği Piglet’i, bana yardım etmek istemesini, beni kollarının arasına almasını, yine bir hediye olarak ellerini avuçlarımın arasına bırakmasını unutamıyordum.
“Elleri,” diye fısıldadığımda, Hazal kafasını kâğıttan kaldırıp, “Hı?” diye sordu.
“Şey…” Gözlerimi kaçırıp dudaklarımı bükerken kalemin başıyla saçlarımın arasını yavaşça karıştırıp, “Hiç, yani el çizeceğim sanırım,” diye mırıldandım.
Hazal dudak büküp, omuz silkerek gözlerini kâğıdına indirecekti ki birden durup kaşlarını çatarak, “Coldplay mükemmel bir seçim ama son yetmiş iki saattir Yellow dinliyoruz, renk skalamız tek bir renkle mi sınırlı yoksa aranızda sevgilisiyle favori şarkısı Yellow olan umutsuz bir romantik mi var?” diye bağırdı yüksek sesle. “Kusacağım artık.”
“Clocks,” dedim yavaşça. “Eğer Coldplay’den öneri istiyorsanız yani.” Gözlerimi boş kâğıda indirdim. Bir süre kısa bir uğultu yaşansa da çok geçmeden şarkı değişti ve zihnimde ellerini oluşturmaya çalıştım. Gece masanın üzerine serdiği beyaz elleri… Mümkün olmayacak bir şekilde çok tanıdıktı, her an zihnimde kalabilecek kadar hafızamdaydı ama kâğıda izini bırakamayacağım kadar da yabancıydım ellerine.
Ellerini bir türlü zihnimde var edemiyordum, oysa ellerimi göğsüme koysam, dokunduğum kalbim değil elleri olurmuş gibi hissediyordum.
Birden oturduğum sandalyeyi geri iterek oturduğum yerden kalktım. Bakışların bir karınca sürüsü gibi üzerime yığılmasıyla, kaşlarımdaki çatıklığın farkına varıp duraksadım. Hazal gözlerini kaldırmış bana garip garip bakıyordu. “Bir şeyimi unutmuşum,” dedim bir aptal gibi. “Geliyorum.”
“Bize neden haber veriyorsun kızım?” Hazal içten bir şekilde sırıttı. “Git hadi.”
“Gidiyorum şu an,” diyerek sınıfın çıkışına yöneldim.
Ayağımdaki beyaz vansları izleyerek geçtiğim eski koridorun sonuna gelince, kafamı kaldırıp binanın içindeki heykele baktım. Etrafta kimse yoktu. Üst kattan aşağı sarkan dev avizenin kristallerine düşen yansımam dikkatimi çektiğinde, kafamı kaldırmış sakin bir şekilde en az yirmiye ayrılmış yansımalarımı izlemeye başlamıştım. Altımdaki sert kumaştan olmasına rağmen bir abajurun şapkası gibi görünen eteğin, kafamı kaldırıp yansımama baktığımda etrafımda beni koruyan bir çembere benzediğini gördüm. Bakışlarımı yansımamdan çektim ve yan yana dizilmiş eski kapıların üzerlerine yerleştirilmiş levhaları okumaya başladım. Yaylı çalgıların kullanıldığı sınıf, binanın en dip köşesindeydi, hemen yanında herkese açık bir piyano sınıfı vardı ve onun yanında da şan derslerinin verildiği, içini sadece uzaktan bir defa gördüğüm elit bir sınıf vardı. Heykellerin harçlarının karıldığı, kurutulduğu, zımparalandığı tüm sınıflar farklıydı, bu yüzden Evren’in nerede olduğunu bilmiyordum.
Boş binanın içinde sakin bir şekilde heykel atölyelerinden birinin önüne geldim ve nefesimi tutup yavaşça kapıyı tıklattım. Eğer içeride bir ders görülüyor olsaydı, yüksek ihtimalle birinin beni içeri davet etmesi gerekirdi ama derin bir sessizlik dışında duyabildiğim hiçbir şey yoktu. Yine de kapıyı yavaşça araladım ve kafamı içeri uzattım. Verniğin sert kokusu yüzüme acı bir tokat gibi çarptığında, gözlerimin yandığını hissettim ve kısık gözlerle bembeyaz odaya bakmaya çalıştım. Odanın çeşitli yerlerinde kolları, bazı uzuvları yarım ya da kırık, üzerleri beyaz çarşaflarla örtülmüş heykeller vardı. Kapıyı biraz daha araladığımda, iskemlede oturmuş önündeki masada dimdik duran heykelin üzerinde avuç içi büyüklüğünde yuvarlak bir törpü gezdiren bedeni gördüğümde bir an duraksadım. Siyah bir sporcu tişörtü giydiğinden omuzlarının, pazularının beyazlığı ve mavi damarları daha net seçiliyordu. Altındaki siyah kotun üzeri beyaz tozlarla dolmuştu. Avucunu her heykele bastırıp törpüyü heykelin teninde gezdirdiğinde kollarındaki kaslar kasılarak hareketleniyor, damarlarının atışı belirginleşerek derisini yukarı doğru kabartıyordu. Yüzünde eşitsiz bir soğukluk, gözlerini hapsine almış dikkatli bakışları vardı.
Yalnızdı.
Bembeyaz bir sınıfta, beyaz çarşafların ve yarım kalmış heykellerin arasında, simsiyah bir ayrıntıyken bile oraya öyle aitti ki… Farklıydı.
Törpüyü her heykele bastırışında, bembeyaz tozlar, bir perinin avuçlarından dökülüyormuş gibi üzerine dökülerek üzerine yayılıyordu. Dişlerini sıktığını fark edince, bakışlarım yüzüne tırmandı ve ağzının içinde diliyle çevirdiği bir şey olduğunu fark ettim. Derin bir nefes alarak kapıyı tamamen araladım ve beni hissettiğini bilmeme rağmen sanki benim farkımda değilmiş gibi işine devam edişini hayretle izlemeye başladım.
Bana çok uzak duruyordu, anlaması zor bir insan kadar uzak duruyordu. Oysa insanlar bana baktıklarında anlaması zor bir insan görürlerdi. Şimdi ben ona bakıyordum ve gördüğüm, bende gördüklerinden daha da bulanıktı. Bir misafir çocuğu çekimserliğiyle içeri doğru bir adım attığımda, bakışlarını taşıyan kemikli yüzünü omzunun üzerinden bana doğru çevirdi ve yeşil gözlerinin arazisine girdiğim an, bir adım daha atarsam mayın ayağımın altında patlayacakmış gibi irkilerek ona baktım.
Dişlerinin arasında ezdiği şeyi diliyle çevirip, başıyla gelmemi işaret ettikten sonra avucundaki törpüyü sertçe heykele bastırdı ve sürtünme sesi etrafa yayılırken, beyaz tozlar havaya kalkıp uçuştu. İçeri girip kapıyı yavaşça kapattıktan sonra ona doğru düşürdüğüm her yavaş adımda, kalbimin atışlarının adımlarıma ters bir istikamette hızlandığını hissettim.
Tam törpüyü sertçe heykele sürtecekti ki, birden elini havada yakalamamla eş zamanlı olarak zaman dondu. Gözleri cehennemin kapıları gibi aralanıp üzerinden geçmemi bekleyen, altında alevler yanan köprü gibi bana uzandığında, elini avucumun içinden bir an olsun bırakmadan gözlerinin içine baktım. Bakışlarında soru işaretleri vardı. Aldırış etmeden elindeki törpüyü alarak, gözlerimi bembeyaz avuçlarına indirdim ve derin, sanki avuçlarına haritalar gömülmüş gibi görünen çizgileri büyük bir dikkatle izlemeye başladım. Ben onun avucunun içindeki çizgileri izlerken, o benim yüzümü izliyordu ve muhtemelen şu an olanlardan hiçbir sonuç çıkaramıyordu.
“Zımpara yaptığın için mi avucundaki çizgiler bu kadar derinleşti?” diye sordum dalgın bir sesle, bakışlarım o çukurlardan birinde asılıydı ama ruhum sanki her çizgide bir süreliğine de olsa mahkûm hayatı sürmüştü. “Yoksa hep yumruklarını sıkıp, tırnaklarını avuç içlerine mi gömersin?”
Elini geri çekmeden, “Ellerime öyle bir bakıyorsun ki, sanki ellerime baktığında, ellerim sana tutunacak yer aratıyor,” dedi boğuk bir sesle. “Ne olduğunu söyleyecek misin?”
Zımparayı tuttuğum elimi kaldırıp, parmağımı kendi dudağıma bastırarak, “Şşş,” diye fısıldadım ve avucumu iyice açıp, büyük elini oraya sığdırmaya çalıştım. Parmaklarımı büktüm ve bir türlü ulaşamadığım derin çizgilerden birine dokunmaya çalışırken büyük bir dikkatle avucunun içini izledim. “İkinci çizgi engebeli, üçüncü çizgi ortadan ikiye bölünmüş, yarılmış gibi ama sonra devam ediyor.” Başımı salladım. “Başparmağın da diğer parmakların gibi uzun, eklemlerinin ortasındaki kemikler geniş olduğu için parmaklarının orta kısımlarında boğumlar keskin görünüyor. Anladım.” Başımı tekrar sallayıp elini birden ters çevirdim ve bu defa avucum avucuna yaslanarak elinin altında kalırken, elinin üzerini izlemeye başladım. “Avuçların sıcak, bu çok gölge gerektirir, hissettirir gölge sıcağı. Evet.” Başımı salladım. “Elinin üzerinde, eklemlerinde çizgi sayısı normal ama tenin beyaz olduğundan sanırım, daha fazla görünüyor. Orta parmağının üst kısmında çok küçük bir eğrilik var, çok fazla çizim yapmanla alakalı olabilir.” Törpüyü tuttuğum elimi indirdim ve parmaklarımı uzatıp damarlarında gezdirdim. “Yaşam iplerin kalın ve mavi, dokununca kemik gibi hissettiriyor sert, evet, tamam.”
Birden avucunu yanağıma koyup, büyük avucuyla yanağımı kavrayıp kafamı yukarı kaldırdı. Gözlerim gözlerine tutununca, ikimizi bağlayan zincirlerin sesi zihnimde yankılar uyandırdı ve zincirlerin sıkılaştığını hissettim. Yeşil gözlerinin alfabesinin altında kalıp, kurmadığı cümlelerin ağırlığıyla ezilirken, başparmağını yavaşça elmacık kemiğim ile gözümün altı arasında gezdirip usulca orayı okşadı.
“Özür dilerim,” dediğinde algılayamadım ama dokunuşu sıcaktı. “Çok salaksın ama buna değer.”
“Hım?” diye fısıldadım yavaşça.
“Sana dokunduğumda ne hissediyorsun?” diye sordu buzdan gözleri gözlerimdeyken. Nasıl oluyordu da gözlerinde buzlar varken, içimde böyle bir yangın büyütüyordu?
“Bilmem,” dedim yavaşça. “Ama dokunuşun… Şefkatli.” Gözlerini kıstığını gördüm. “Tüm çocuklar tanır senin dokunuşunu.”
Dudakları yukarı kıvrılacak gibi oldu ama sonra sadece durdu ve “Çok salaksın,” diye fısıldadı. “Ama buna değer.”
“Özür de dilemen gerekmez mi?” diye fısıldadım güçlükle.
“Evet,” dedi yavaşça. “Özür dilerim, Gül Kuyusu.”
Elimi kaldırıp, yanağıma ateş gibi bastırdığı elinin üzerine koydum ve gözlerinin içine bakarken, “Benim oyuncağım değil mi?” diye sordum. “O zaman istediğim zaman oynarım.”
Tam dudakları aralanacaktı ki, kapı yavaşça aralandı ve genç bir adam, “Evren, Gülçehre senin yanındaki kız mıydı?” diye sordu. “Müdür Hagios onu odasına çağırıyor da.”
Birden kendi adımı duyunca, irkilerek genç adama bakmak için yavaşça Evren’den uzaklaştım. Orta boylarda, kumral bir adamdı. Ona baktığımı görünce, “Sanırım Veronika ve Barlas ile ilgiliymiş,” dedi.
“Veronika?” Duraksadım. “Hazal…” Başımı salladım. “Neden ben?”
“Tek görgü tanığıymışsın sanırım, bilmiyorum. Seni odasında bekliyor. Veronika ve Barlas da oradalar.”
“Görgü tanığı ne alaka?” Evren’in genç adama sorduğu soru, buzdan bir rüzgâr gibi saçlarımın arasından süzülerek zihnime çöreklendi. “Gülçehre’nin onların kavgasıyla bir alakası yok.”
“Hagios çağırıyor, benim bir bilgim yok,” dedi genç adam.
“Hemen gidiyorum,” diyerek başımı salladığımda Evren’in boğazından hafif bir hırıltı yükseldi.
Beni bileğimden yavaşça tuttu ve “Ben konuşurum,” dedi. “Senin gitmene gerek yok.”
“Gitsem daha iyi. Hagios haklı, o an yanlarında olan bendim.” Derin bir nefes alarak, genç adama doğru bakıp başımı salladım. “Hemen gidiyorum.”
“Tamamdır.”
Adam kapıyı kapatırken, Evren’in parmaklarına vuran nabzımı hissediyordum ve onun da hissettiğini biliyordum. Evren’in dokunuşlarının beni bu denli sakinleştirmesi normal miydi, bunu pek anlamıyordum ama dokunduğunda, iyi duyguların içime yığılarak bir dağa dönüştüklerini hissediyordum. Beni yavaşça kendine doğru çevirince, bir zamanlar içinde olduğumuz geçmiş geri çekilerek nehrin ortasında iki farklı renkteki kuğunun birbirine yüzdüğü gibi birbirine sokulan bakışlarımızdan uzaklaştı. Yüzünde var ettiği duygulara baktım, sakladığı duyguları sorguladım ve ördüğü duvarın arkasındaki geçmişi merak ettim.
Sanki siyah bir kuğuydu, gür kanatlarını açıp nehrin ortasında dönerken bir ölüm meleğine benziyordu ve ben, beyaz kanatlarımı açmayı bilmemenin eksikliğiyle yavaşça ona doğru yüzüp, onun siyah kanatlarının arasına gizleniyordum.
“Bu meseleye karışma,” dediğinde gözlerim kısaca kan oturmuş gibi görünen dudaklarına indi, dudaklarındaki yarıklar daha koyu renkti, sanki bordoydu, kurumuş kan lekeleri gibi de duruyordu. Dudaklarını yalayınca renkler parıldadı ve kanın kokusu ciğerlerime dolmuş gibi irkilerek ona baktım. “İçinde olmana gerek yok.”
“Talha ile arkadaş olmamı isteyen sen değil miydin?”
“İkinci ismiyle seslenmenin gereği yok,” dedi. “Birincisiyle de öyle.”
“İyi de ona ismiyle seslenmeden onun arkadaşı olamam.”
“Kafamı ve konuyu dağıtıyorsun, bunu yapma,” dedi uyarıcı bir sesle. “Bu meseleye karışınca onun arkadaşı olmayacaksın sonuçta.”
“Hazal’ın haklı olduğu noktalar vardı, Hagios sırf torunu olduğu için ona daha sert davranacaktır,” dediğimde Evren bir an duraksadı.
“Gülçehre, seni buna inandıran ne? Asıl torunu olduğu için ondan taraf olacaktır.”
Duraksayıp kırgın gözlerle Evren’e baktım ama bu kırgınlığın su yüzeyine çıkma nedeni Evren’in basitçe kurduğu cümle değildi. Bu kırgınlığın su yüzüne bir ceset gibi yükselerek çıkmasının nedeni babamdı. Babamdan gördüklerimdi. Hayatı nasıl da babamın bana açtığı pencereyle sınırlı sanmıştım? Derin bir nefesin ardından, “Gideyim,” dedim yavaşça.
Kırgınlığım gözlerimden okunuyormuş ve bunu görmek onu hazırlıksız yakalamış gibi, “Tamam,” diye kabullendi. “Git öyleyse.”
Başımı sallayarak bileğimi yavaşça avucunun içinden çekip kurtardığımda bile dokunuşunun izi hemen orada, bileğimi saran deride, o derinin altındaki dokuda, o dokunun altında bir yerlerde saklandığına inandığım ruhumdaydı. Çıkış kapısına yönelirken zihnimde takılı kalan ellerinden kopmak istesem de elleri zihnime serilen parçalanmış bir anı gibiydi ve her parçasından güven dökülüyordu.
Ahşap merdivenlere yöneldiğimde, atölyenin ahşap kapısının açıldığını duydum ve ses boşlukta yankılar uyandırdı. Omzumun üzerinden sesin geldiği yöne baktım, arkamdan geldiğini görmek beni şaşırtmamıştı çünkü bunun böyle olacağını söyleyen tarafım, sandığımdan çok daha güçlüydü. Sanki güçlü kanatları her zaman benim için açılırdı, öyle hissettiriyordu. Neden ona bu kadar çok güvendiğimi anlamıyordum ama o arkamdayken, önde yürümek benim için daha kolaydı.
Ellerimi merdivenlerin ahşap korkuluklarına sürterek basamakları çıkıp, Hagios’ın odasına yöneldim. Odanın çift kanatlı kapısının önünde durduğumda içime yayılan duygunun bir ismi yoktu ama ona bir renk verebilseydim, bu duyguya verdiğim renk bordo olurdu. Birden onun dudaklarındaki bordo yarıkları hatırladım ve nefesim boğazımı yakan bir kum fırtınası gibi içime akarak ciğerlerimi sızlattı.
Parmaklarımın arasına aldığım demiri yavaşça bıraktım ve demir, kapıya çarptı. Ardından Hagios, “Gel lütfen,” dedi aksanlı sesiyle.
Bluzumun kollarını ellerime kadar çekiştirip kumaşı avucumun içine tıkıştırdım. Kapıyı yavaşça iterek içeri girerken beni bekleyen manzarayı az çok tahmin edebiliyordum ve yanılmamıştım da. Hagios’ın masasının önündeki karşılıklı koltuklardan birinde Hazal, diğerinde Barlas oturuyordu. Barlas’ın gözleri direkt kapıya doğru kaydı, Hazal ise arkası kapıya dönük bir şekilde oturduğundan omzunun üzerinden bana doğru dönmüştü. Barlas, parmaklarını alnına sürterek alnını kaşıyıp gözlerini Hagios’a çevirdiğinde artık odanın içindeydim ve Hagios’ın gözleri de tam olarak üzerimde asılı duruyordu. Hemen arkamdan Evren de odaya girdi ve kapı kapanırken yağlanması gerektiğini hatırlatan kulak tırmalayıcı gıcırtısını zihinlere bir pürüz gibi serdi.
“Evren, seni çağırdığımı hatırlamıyorum,” dedi Hagios şakacı bir gülümsemeyle.
“Gülçehre’yi çağırmışsın, bu gelmem için yeterli.”
Hagios, sırıttı.
Hazal gözlerini devirerek kaşını kaşıyıp dudaklarını birbirine bastırdı. Ortamdan alev gibi yükselen gerginliği görmemem için kör olmam gerekiyordu. Bulunduğum ortamda çakan şimşekleri görmezden gelmeye çalışarak, “Tek başıma olmak beni çekimser kılar,” diye mırıldandım. “Evren’den başka kimseyi tanımıyorum.”
Hagios başını anlayışla sallayarak, “Sana oturmanı söylerdim fakat görüyorsun ki ortamda son derece kaba iki öğrenci var,” dedi gönderme dolu bir ifadeyle. “Veronika, toparlan. Barlas, ortamda bir hanımefendi var. Lütfen sen de toparlan.”
“Sorun değil,” dedim. “Ben bu olayın beni ilgilendiren tarafını merak ediyorum efendim.”
“Şöyle ki, okulumda anlaşmazlıklar, ikiye ayrılmış gruplar istemiyorum,” dedi Hagios aksanlı sesiyle. “Beni anlıyorsunuz, değil mi?” Başını sallayarak gözlerini masasının üzerinde yumruk şeklini verdiği ellerine indirdi. “Şöyle ki Gülçehre, sen güvenilir ve anlayışlı bir kızsın. Gözlemlediğim kadarıyla öylesin.” Gözlerini kaldırıp bana bakınca, yine taşıyabileceğimden ağır bir yükün arsız gözlerini omuzlarıma diktiğini fark ettim. “Bu ikisini barıştırmanı istiyorum. Olaylara objektif bakabilecek tek insanın sen olduğunu düşünüyorum ve bence bir arada geçireceğiniz kaliteli vakitler, aradaki buzların erimesine yardımcı olacaktır.”
Evren burnundan sert bir nefes verirken bu ses, alay yüklü bir gülücüğe ait gibiydi. “Ne alaka ya?” diye sordu birden, sırtım ona dönük olduğundan yüzünü saran ifadeyi görememiştim.
“Gülçehre ile konuşuyorum,” dedi Hagios gülümseyerek. “Bir organizasyon, kaliteli vakit geçirip arkadaş olabilecekleri bir ortam ve başlarında da onları dizginleyecek bir sana ihtiyaçları var.”
“Ben ne yapabilirim ki?” diye sordum çünkü gerçekten o an için onlar için yapabileceğim hiçbir şey olduğuna inanmıyordum.
“Lütfen ya,” diyerek araya girdi Hazal, Barlas onun aksine sessizdi. “Başıma benimle aynı yaşta bir veli dikmeyi düşünüyor olamazsın, değil mi? Buradaki herkes müthiş anlaşacak diye bir şey yok. Hem benim bu herifle kaliteli vakit geçirebileceğime inanıyor musun sen? Ciddi misin?”
“Veronika,” dedi Hagios dehşet içinde. “Sakinleş ve lütfen üslubunu koru.”
Hazal, gözlerini devirerek bir ayağını koltuğun üzerine koyup, botuyla koltuğa basarak kollarını tek bacağının etrafına sardı. “Çattık,” diye homurdandı ağzının içinden.
Barlas’ın sessizliği beni şaşırtmıştı ama özellikle ona bakmadım ve gözlerimi Hagios’tan çekmeden bekledim. “Sana inanıyorum, Gülçehre,” dedi birdenbire Hagios. Bu cümle benim kırılma noktamdı. Birinin bana inanması… Hagios’a bakarken, bir an etrafındaki her şey bulanıklaştı ve tek gördüğüm, en net gördüğüm kişi o oldu. Birinin bana inanması mümkün müydü? “O yüzden bir arada olabilecekleri, onların kavga etmesine engel olabileceğin bir etkinlik düzenlemeni ve onlarla olmanı istiyorum.”
“Hayır abi ya,” diye söylendi Hazal.
“Veronika,” dedi Hagios sertçe.
“Tamam.” Gözlerini devirdi. “O hâlde etkinliği ben seçeyim? Korku evi.” Kollarını açarak bana baktı. “Gülçehre, bu herifle yan yana olmakla aynı şeyleri hissettirecek bir yer. O yüzden daha kolay olur. Korku evine gidelim, bu olay kapansın.”
“Havuz partisi,” dedi Barlas, uzunca geçen süreden sonra sesini ilk kez duymuştum. “Bunu organize etme konusunda harikayımdır.”
“Yok romantik bir akşam yemeği ve ağzında gül tutmalı tango,” dedi Evren birden abartılı bir sesle. “Saçmalık.”
Barlas omuz silkerek, “Havuz partisi gençler içindir,” dedi.
“Beyler,” dedi Hagios derin bir nefes alarak. “O hâlde iki organizasyon. Korku evine gidiyorsunuz ve ardından da havuz partisi yapıyorsunuz.” Hagios başını salladı. “Evet, bu daha yararlı olacaktır.”
“Ben korku evinden…” Derin bir nefes alıp cümlemi yarıda kestim. “Şey, Evren gelirse olur,” diye mırıldandım. “O zaman korkmam.”
“Aksini kimse düşünemez.” Evren avucunu omzuma koyunca yavaşça yutkundum ama ona bakmadım. “Tabii ki seninle geleceğim.”
Kelimeleri kan tarlası renginde yangınlar gibi içime doldu. Bana verdiği güveni bir daha hiçbir adamda bulamayacağımı, bulsam bile ondakini kabullendiğim gibi kabullenemeyeceğimi biliyordum ve her nedense, onun da bunu bildiğini biliyordum.
O bana dokunurken kendimi daha cesur ve özgür hissettiğimi fark etmiştim. Onun başkasına bu şekilde dokunup, avuçlarından taşan güveni başkasına hissettirdiğini düşündüğümdeyse, birden göğsüm bir sobanın kapağı gibi açılmış, alev alev yanan kalbimin içine kupkuru odunlar koyulmuştu sanki. İçimde birdenbire harlanan duyguya anlam veremesem de bu duygu öyle can yakıcıydı ki, bir an bunu değil onun bilmesini, kendimin bile bilmesini istemedim. Keşke bu duyguyu içimden yok edebilseydim.
“Anlaştık öyleyse,” dedi Hagios, olumlu gülümsemesi yaşlı yüzüne yayıldığında bile Evren’in avucunu omzumda hissediyordum. Avucunu oradan çekmemesini isteyen tarafımla, kalbimi kuru odunlarla dolduran tarafım birbirine silahlarını çekmişlerdi de ben ikisinin ortasında ellerimde bir sepet çiçekle beni vuracakları ânı bekliyordum sanki.
“Havuz partilerinden nefret ederim,” dedi Hazal, ardından başını geriye atarak tavana baktı. “Her neyse, tamam.”
Barlas, “Benim için hava hoş,” dedi ama gözlerinin bende olduğunu ona bakmıyor olmama rağmen hissediyordum. Yutkunuşum boğazımdan yavaşça kayarken, bıçağın sivri ucu kelimeleri dilimin altından deşerek çıkarmış ve kan leş içinde bırakmış gibiydi. Sessizlik üzerime serildi, yalnızca başımı sallarken bile üzerime serili duran sessizliğin altına gizlediğim kanayan kelimelerim vardı.
“Bu civarlarda bildiğim bir korku evi var,” dedi Hagios. Buna şaşırdığım için kaşlarım çatılmıştı. “Havuz partisini de madem bu iş için yaratılmışsın, sen organize ediyorsun, Barlas.”
“Benim evim bunun için biçilmiş kaftan,” dedi Barlas. Gerginlik belki de daima sürecekti ama en azından şimdilik Hagios’ın bana olan güvenini boşa çıkarmamak istiyordum. Birlikte geçireceğimiz iki gün vardı ve bugünü kavgasız bitirmelerini sağlarsam, işte o zaman Hagios’ın bana güvendiği gibi, ben de kendime güvenmeye başlardım.
“İzninle,” dedi Evren, ardından beni yavaşça kendine doğru çevirdi ve o an, onun güven yeşili gözlerini gördüğüm andı. Başıyla kapıyı işaret ederek, “Hadi,” dedi, güven yeşili gözlerinden gözlerimi alamadım ama başımı olumlu anlamda sallamıştım.
Evren elini üzerimden çekip odadan çıkınca, ben de arkasından çıktım ve iki kanatlı ahşap kapının kapanmasıyla, Evren’in eli avucumun içine kaydı. Dudaklarım, nefes almaya muhtaçmışım gibi aralandığında, parmaklarım parmaklarının arasına geçti ve Evren yavaşça fısıldadı. “Ne zaman bana güvensen, sana verdiğim oyuncağı tut.” Omzunun üzerinden bana çevirdiği gözlerine yansımam düşünce, kendi yüzüme çizilmiş şaşkınlıkla karşılaştım. “Ve hiç unutma. Ben yanındayım ve benim kıyılarımda daima güvendesin.”
🎧: Coldplay, Yellow