Genç kadının üzerindeki bebe mavisi elbisenin kuyruğu, arkasında onu takip eden geçmişi gibi ilerliyordu. Uzun, siyah saçları beline kadar uzanıyor, siyah saçlarının uçlarındaki güçlü saç telleri sanki özenle yapılmış gibi lüle lüle görünüyordu. Ayın kanlanmış tenini hatırlatan kızıl gözlerine yayılan o durgun ifadenin arkasında nasıl bir gücün saklandığını bilse de o gücü asla gereksiz yere okyanusun yüzüne çıkarmayacak kadar zekiydi.
Çünkü biliyordu, okyanusun dibinde canavarlar ve hazineler, okyanusun üzerinde insanlar ve gemiler vardı. Canavarlar asil düşmanlar, hazineler ise korunması gereken soydu; insanlar gördüğü en aşağılık düşmanlar, gemiler ise onun okyanusunun üzerinde ağır ağır ilerleyen, tamamen onun insafına kalmış metal parçalarıydı.
Kadın, yeri geldiğinde okyanusun dibindeki asil düşmanlarıyla müttefik olabiliyor; yansa, arkasında yalnızca kül olmuş kavruk toprak parçaları bırakacak olan Âdemoğullarına karşı asil düşmanları eşliğinde onurlu bir savaşa tutuluyordu.
Azize, büyük bir gizemi hazinesinde saklayan kapının önünde durdu. Bir elinde tuttuğu kutsal Tevrat kitabının sayfalarından sızmaya başlayan mürekkep, Azize’nin elbisesine ağır ağır damlamaya, elbisenin kumaşında asla çıkmayacak mürekkep lekeleri oluşturmaya başladı.
Azize’nin kızıl gözleri kısıldı. Bu kadının gardiyanlığını yaptığı bir zihinde yavaşça kök salmaya başlayan hayat ağacından yapılmış olan sayfalar, Azize’nin kutsal elbisesine damlayan mürekkebin oluşturduğu harflerle birleşti.
Azize, bilinçaltının nasıl bir uçurum olduğunu bildiğinden, insanların bilinçaltına yerleşerek, zihinleri yönetmeyi tercih ediyordu. Karanlık koridorun ortasında, yüzüne vuran ay ışığından daha parlak bir güzellikle, siyah ve beyaz sütunların arasında dikiliyordu.
Yaşam ağacının doğurduğu roman yaprakları, kaderin mürekkebiyle şekillenip hazır hale geldiğinde, Azize elindeki Tevrat’ı kalbinin üstüne bastırdı, diğer elini kapıya uzattı ve kapıyı iterken kızıl gözlerini yumdu. Kapı açıldı, roman sayfalarında gezen bir başka parmak, sayfaları hızla döndürmeye başladı.
Engerek yılanlarının dilinden çekilmiş saf zehir, kapının açılmasıyla hızla koridora doğru yayılmaya başladı. Azize kızıl gözlerini açtı, kapının arkasında hem cennet hem de cehennem vardı.
Cennetin ırmaklarında çağlayan soğuk suların nefesi Azize’nin yüzünün bir yarısını okşarken, Azize’nin yüzünün diğer yarısını ise cehennemde arşa yükselen ateşin sıcaklığı yakıyordu. Kapının arkasındaki dünyanın yarısı alevler içinde yanıyor, diğer yarısı buz gibi soğuk olsa da cam gibi berrak görünüyordu.
“Ey Havva’nın doğurduğu, Lilith’in emzirdiği Azize,” dedi aksanlı, bozuk Türkçesiyle hemen karşısında beliren cübbeli yaşlı adam. Yüzü görünmüyordu, sakalları karnına kadar uzamıştı ve elinde kahverengi, ucu her an yanacakmış gibi duran meşalelere benzeyen bir asa tutuyordu. “Yedi şeytan doğur, beşini öldür, birini terk et, diğerini büyüt.”
Azize’nin kızıl gözlerinde adamın ürkütücü yansıması vardı.
“Neden öldürmek yerine terk edeyim?” diye sordu Azize, elindeki Tevrat sanki yanıyordu. “Bu, öldürmekten çok daha acımasızca olacak bir infaz olmaz mı?”
“Eğer birini terk etmezsen, sonsuza dek yaşamak zorunda kalacaksın,” dedi cübbeli yaşlı bilge. “Sen bir fani olarak doğdun, bir fani gibi ölmek istemiyor muydun?”
“Bir fani olarak ölmek istiyorum elbette,” dedi Azize, kelimeleri dudaklarını yakıyor, çatallı dili zihnine uzanıyordu.
“Sen doğurduğun şeytanı değil, ileride canını alacak olan o Azrail’i terk edeceksin.” Adamın elindeki asanın ucundan bir anda fırlayan ateş, Azize’nin gözlerini kısmasına neden oldu. Adamın vücudunun bir yarısı cennette, bir yarısı cehennemdeymiş gibi görünüyordu. “Madem bir fani gibi ölmek istiyorsun, o şeytanı terk etmek zorundasın.”
“Büyüttüğüm şeytan ne olacak?”
Yaşlı adamın dudaklarını saran o zehirli tebessümü görmedi Azize.
“O şeytan, ileride sen olacaksın.”
🐍
Karanlıkta bir adam gizleniyordu.
Karanlık, adamın kalbindeydi, gözlerindeydi, ruhunda ve teraziyi tutan ellerindeydi. Karanlık, adamı var eden bir romanın yazarının parmaklarını saran mürekkep lekeleriydi. Ormanda, ağaçların sıklaştığı o koyu korulukta, biraz evvel sönmüş ateşin dumanı gri bir hayalet gibi ormanın içine yayılırken, yere serdiği çalı çırpının üzerinde oturuyor, önünde duran teraziyi son derece dikkatli, bir o kadar da tehlikeli mavi gözlerle izliyordu.
Uzun süre teraziden çekmediği elleriyle, hâlâ hareket eden terazinin dengesini kurmaya çalışıyordu. Hareketleri yavaş, ölçülü, bir insanda bulunmayacak bir dikkati içinde barındıracak kadar da ürkütücüydü.
İçine düşürmeyi dileyen korkunç bir uçurum gibiydi mavi gözleri. İçinde öldürmeyi isteyen öfkeyle dolu, derin bir uçurum gibiydi. Sonunda terazi, rüzgâra bile karşı koyarak dengesini bulduğunda, adam elini siyah paltosunun içine attı. Yüzüklerin sardığı esmer ellerinin parmakları kalın, güçlü ve damarlarla sarılıydı. Parmakları, paltosunun iç cebindeki kart destesine uzandığı sırada, tüm dikkati içine hapsetmiş mavi gözleri hâlâ terazide duruyordu.
Kart destesini çıkardı. Büyük bir bulut kervanı, yeni ayın önüne geçerek onu arkasında bıraktı ve yeryüzüne düşen gümüş rengi ışık aniden solarak ormanı daha dipsiz bir karanlığa hapsetti. Birkaç ağaç ötede çağlayan ırmağın sesini duyabiliyordu.
Kart destesini karmaya başladı.
Gri tüyleri, bulut kervanının yeni ayın önünden ayrılmasıyla parlamaya başlayan kurt, orada, ağaçların arasında, yansıması ırmağa düşüp ırmağın içinde dalgalanırken adamı izliyordu.
Adam, mavi gözlerini terazinin kollarından birine indirdi, ardından kardığı desteden bir kart çıkarak, kartın ön yüzünü açmadan onu terazinin bir ucuna yerleştirdi. Terazi usulca hareket etti, kartın dışarıdan bakılınca zerre ağırlığı olmadığı düşünülse de kol yavaşça aşağı çökünce, bulutlara oturmuş melekler bile bu görüntü yüzünden irkilerek bakışlarını ormandan uzaklaştırdılar.
Kar taneleri usul usul düşmeye başladığında, adam yeniden kart destesini karıyor, gözlerini sırtı ona dönük kartın yüzeyinde gezdirirken düşünceli görünüyordu.
Kurt, bir adım daha atarak adama biraz daha yaklaştı ama onun görüş alanına girmedi. Adam, kardığı kartlardan birini de daha çekip, yine hangi karta çektiğine bakmadan bu defa kartı terazinin diğer kolunun altına koydu. Bir an terazideki iki kol da aynı hizada durdu, adamın gözleri parlıyor, bu görüntüyü izlerken kirpikleri biraz olsun titremiyordu. Ardından, ikinci yerleştirdiği kart, aniden terazinin kolunu aşağı çekerek diğer karttan daha ağır basarak adamın donup kalmasına neden oldu.
Adam, havada kalan kartı yavaşça çevirdi, kart tarottaki Aziz kartıydı. Hangi kart, Aziz kartından daha ağır basabilirdi ki? Kar taneleri şimdi daha şiddetli düşüyor, tenine çarparak saçlarına, kirpiklerine, paltosuna tutunuyordu.
Yüzüklerin sardığı güçlü, hasarlı parmaklarını bu kez diğer karta uzattı. Kurt, bir adım daha atarak iki ağacın arasına girdi, parlayan gri gözleri adamı kadrajından tek bir an olsun bile çıkarmıyordu. Adam, kartı çevirip tekrar teraziye bırakmasıyla, parmaklarının ucunda bir yanma hissedip burnundan sert bir nefes bıraktı.
Bu kart, Azize kartının ta kendisiydi.
Kar taneleri, şimdi gökyüzünden döne döne düşüyorlar, terazinin kolu, Azize kartının ağırlığıyla gitgide daha da aşağı iniyordu.
Sonra birden Aziz kartı alev aldı, saniyeler birleşerek kartı ateşin içinde yok etti ve kart, ateşin kendisine dönüşerek terazinin kolunda alev alev yanmaya başladı. Azize kartı ise, yavaşça kristalleşmiş, bir kar tanesini şeklini almıştı. Ve kar tanesi, ateşin yanan parçasından bile daha ağırdı.
“Bir gün seni bulacağım, Asale,” dedi adam, sesi geceye vurulmuş bir kırbaç şakıması gibiydi. “Zehrinin tesiri ne kadar kuvvetli olursa olsun, karların altına gömülüp derin bir uykuya yatsan bile ateşimin sesini duyup, bana şifa olmak için geleceksin.”
Azize’nin eteğinin ucundaki kumaş parçası, tıpkı bir yılan gibi ayın hilal evresinin ince beline dolandı.