Ruhunun bedenini terk etmeden hemen önce kopardığı ölüm vaveylası, kimse tarafından duyulmadı.
Oysa ölüm oradaydı; bir çığlığın sonlanan tiz hıçkırığındaydı, bir kadının kirpiklerinde asılı kalan ama yanaklarına asla ulaşamayan gözyaşlarındaydı, bir çocuğun kalbine dokunan ilk acıdaydı, bir evsizin soğuk karla kaplı betona serip üzerine uzandığı mukavva kâğıttaydı.
Ölüm, şehrin her noktasındaydı.
En çok da onun için buradaydı.
Onu aramaya mekânın duvarlarında bir gölge gibi gezerek başlamıştı. Her yabancı bedende onu aramıştı. Onun için burada olduğunu biliyordu, onu almadan gitmeyecekti.
Ölüm buradaydı ve onu almak için geldiği yerde sonunda onu bulmuştu.
İlk hissettiği, kendi içine yıkılan bir karmaşaydı. Düşüncelerini toparlayamadığını fark etti, akabinde fikirlerinin de önü tıkandı ve bilincinin dışına itildiğini hissetti. Bu onun için korkutucuydu, aklını kaçırıyormuş gibi, gözyaşı damlası misali kabaran ter damlalarının sardığı alnına çarpan ışıklar yansımalar oluşturuyorken öylece kalabalığa bakıyordu. Daha önce başı hiç bu kadar çok dönmemişti. Bedenlere çarparak ilerlerken eğer bilincini geri kazanırsa dönüp hepsinden özür dileyeceğini aklının bir köşesine kazımıştı.
Ölümün santim santim yaklaştığı zayıf bedeni, henüz ruhunun kopardığı yardım çığlıklarından bihaberdi. Düşünmeye çalıştı, kelimeler birbirine çarparak aklının içinde bir o yana bir bu yana savruldu. Onu bu denli etkileyen yüksek sesli müzik miydi? Alkol kokan nefesleri soluduğu için mi sarhoş hissediyordu? Oysa bir yudum bile içmemişti.
Bir insanın sadece nefes kokusuyla sarhoş olunsaydı, ağabeyinin yanına ne zaman yaklaşsa soluduğu hafif alkolün kokusu onu sarhoş etmez miydi? Barın soğuk, boyası hafiften kavlamaya başlamış bej rengi duvarına tutunduğunda, saniyede bir yanıp sönen kırmızı ışık, içinde yükselen kusma dürtüsünü kamçılayarak güçlendiriyordu.
Etrafına bakındı ama onu göremedi.
En yakın arkadaşı neredeydi? Kalabalığın içinde savrulan bedenleri izlerken onu ne zaman kaybettiğini bile hatırlamıyordu.
Ayağının altındaki yer kayıp gidiyordu, ruhu bedeninin içinden kayıp gidiyordu, hayatı bir bar köşesinde kayıp gidiyordu. Farkında değildi. O âna kadar bunun farkında bile değildi. Gözlerini kapatıp üçe kadar saydıktan sonra kirpiklerini zorla yukarı itti ve ileriye baktı. Kırmızı koridor boştu, zar zor da olsa kadınlar tuvaletinin simgesini gördü.
Duvar kenarından ayrılmadan duvara yaslanarak, bazen de tutunarak tuvaletin önüne geldiğinde bacakları titriyordu. Her şeyi bulanık görüyordu. Her şey ne zaman bu hâle gelmişti? Ne zamandan beri bu hâldeydi? Anlayamıyordu.
Tanrı ise onun parmak uçlarında var ettiği parçalanmış kaderini izlerken, gökyüzünde oturan meleklerin hıçkırık seslerini duyuyordu.
Nihayet tuvaletin ahşap kapısını iterek içeri ulaştığında, beyaz floresanın ışığı algılarına bir bıçak gibi saplandı ve sağa sola sendeleyerek etrafa çarpmaya başladı. Ruhu, sıkıştığı kara delikte uzattığı yardım elinin tutulmaması yüzünden düştüğü çaresizliğe tutunmuştu. Durumu çok kötüydü, birinin ona yardım etmesi gerekiyordu.
Tanrı’nın gözlerinde birikmeye başlayan gözyaşları, kaderin mürekkebiydi.
Kader, tam da bu noktada yeniden yazılmaya başlıyordu.
Aniden gelen kusma isteğiyle kabinlerden birinin kapısına abandı ve kapı kızın çaresizliğine rağmen ileri doğru avına saldıran yırtıcı bir hayvan gibi ileri atıldı. Genç kız, zaten onu çoktan terk etmiş olan dengesinin ensesinde dolaşan cılız soluğunu da kaybetti. Bedeni büyük bir gürültüyle, acıyı kirli fayansların arasındaki küçük yarıklara irin gibi akıtarak yere yığıldı. Kimse onu fark etmemişti.
Kader, kan kaybediyordu.
Kader, yeniden doğacağı ânı bekliyordu.
Tanrı’nın gözlerinden kaderin mürekkebi akıyor, meleklerin kopardığı vaveylalar cennetin bu kahra daha fazla katlanamayıp yıkılmaya başlamasına neden oluyordu.
Kalbinde yirmi bir yıldır yanmayı sürdüren umut ışığının söndüğünü ilk kez hissetti.
Hissediyordu, damarlarından çekilen gücü ve yavaşça onu terk eden yaşamı tüm gerçekliğiyle hissediyordu.
Dizlerinin üstünde sürünerek hareket etmeye çalıştı. Fayanstaki yarık soğuğu bile hissedemiyordu narin avuçları. Hissettiği tek şey, acının attığı çığlıklardı ve bu çığlıklar, büyük yırtıklar açarak önce bedenini, ardından da ruhunu parçalara ayırıyordu. Yaşam parçalanıyordu, kalp atışları parçalanıyordu, içinde kalan son umut parçalara ayrılıyordu.
Paramparça oluyordu.
Bedeninde kopan vaveylanın dalga dalga dolaştığı teni, ölümün beyazlığını derisine nakşetmişti. Eli, titreyerek beyaz mermer lavabo taşına uzandı, parmakları lavaboyu yakaladı ve güçsüz, sönmek üzere olan bir alev gibi titreyen bir nefes verirken, dizlerine küçük bir emir vererek ayağa kalkmaya çalıştı.
Başaramadı. Ayağa kalkamadı. Ruhu yere çöktü. Kalp atışları yere çöktü.
Nabzının kaybolmaya başladığını hissetti.
Damarlarının içi boşalıyordu.
Narin vücudu büyük bir gürültüyle tekrardan olduğu yere daha sert bir şekilde serilirken, her şeyden bihaber olan en yakın arkadaşı, mekânın her bir köşesinde didik didik onu arıyordu. Sormadığı ayyaş kalmamıştı. Panik göğsünün içinde ilerleyen zaman gibiydi, durmadan akıyordu. Bazı bağlar vardı ki, insan bilmese de neler olduğunu hissediyordu.
Genç kız, vücudunu doğrultacak gücü artık kendinde bulamıyordu. Pes etmişti. Ona ne olduğunu bilmese de yaşadığı şeyin sonucunu kafasında tartmış, ona yazılan sonun kanlı harflerini birleştirerek cümleyi tamamlamıştı. Artık biliyordu. Ölüm buradaydı ve o, ölümle yalnızdı. Ölüm onu kaldırmak için elini uzatıyordu, o ise o eli tutmaktan çok korkuyordu. Yine de biliyordu. O eli tutmak zorunda olduğunu biliyordu.
Etkisi altında olduğu şey çok kuvvetliydi ve onun ruhunu emiyordu.
Hissetti, genç kız. Ruhunun bedeninden çekilişini en yalın hâliyle hissetti. Etini diri diri kemiğinden sıyırmaya çalışsalar, bu kadar yanmazdı canı. Acı tek bir yerde değil, acı her yerdeydi.
Çok değil, birkaç saat önce ağabeyiyle konuşmuş, ağabeyine olan dur durak bilmez o çocuksu özlemini biraz olsun dindirmişti. Balerini almış mıydı acaba? Nabzı zayıflarken düşündüğü buydu. Sarı etekli beyaz balerini almış mıydı ağabeyi? Kar taneleri usul usul saçlarına tutunuyor muydu balerinin?
Kar küresinin içinde tek bacağının üzerinde usul usul dönen balerinin saçlarına kar taneleri tutunuyordu. Melodiyi duydu. Nabzının sesine benzetmişti bunu.
Ağabeyini son kez göremeden mi bitecekti her şey? Bu yolun sonu muydu? Biri karnına bir bıçak saplamış, sonra da bıçağın sapını bıçak köküne dek içindeyken çevirmeye başlamıştı sanki. Çığlık atmak istiyordu ama artık buna bile gücü yoktu. Nefes alamıyordu. Eli usulca havaya kalktı, bar tuvaletinin tavanında yanan cızırtılı floresanın yakıcı beyaz ışığına bakarken gözlerini kıstı. Işık, tıpkı onun bedeni gibi cılızlaşıp titriyordu.
Alnı ter içindeydi. Yalnızca alnı değil, tüm bedeni ecel teri döküyordu. Beş parmağını da açtı ve tıpkı bir kuşun perdeli ayakları gibi aralayıp havaya kaldırarak floresanın ışığının üstüne tuttu. Derisi şeffaflaşmıştı, kör edici ışık onun bedenini tıpkı bir silgi gibi siliyor, yok ediyordu. Biraz daha dikkatli baksa, kemiğini görebilirdi.
Tuvaletin kapısı narin bir çift el tarafından aniden açıldı. Genç kızın feri sönen gözleri tuvaletin kapısına çevrilirken eli hâlâ havadaydı. En yakın kız arkadaşının dudaklarından dökülen çığlık, bar tuvaletinin mermer duvarlarında yankılanırken, genç kızın dudağı usulca yukarı büküldü. Artık kendisine ne olduğunu anlayabilmişti.
Ölüyordu.
“Kardelen!” diye feryat etti kızın arkadaşı. İnce sesi tuvaletin mermer duvarlarına çarpıp ikisinin kulaklarında tekrardan yankılandığında, gerçek, koyu renk bir mürekkep gibi bembeyaz fayansın üstüne süzülmeye, beyazı kendi rengine boyamaya başlamıştı. Her iki kız da gerçekle burun buruna gelmiş, gerçeğin yakıcı kokusu burunlarının direğini sızlatmıştı.
“Lavin,” diye fısıldadı Kardelen, boğuk sesi bir oluk kanla perçinlendi. Lavin, en yakın arkadaşıydı ve şimdi onun karşısında bu hâlde olmak, ölümden bile ürkütücü gelmişti ona. Lavin’in gözlerindeki korku, Kardelen’in kaburgalarının arasında erimeye başlayan kalbindeki damarları körkütük bir sancıyla sızlattı.
Lavin, dehşet içinde dizlerinin üstüne düşüp, arkadaşını kollarının arasına çekerken korkusuna gem vuramadı. Mantık, düşünceler, cümleler, kelimeler, harfler… Hepsi bir köşede dikilmiş, gözlerini onlara dikmişti ve ikisinden de gerçeğin yakıcı senfonisi eşliğinde bir ağıt duyma isteğiyle kulak kabartmışlardı.
“Kardelen, lütfen. Neler oluyor sana? Kardelen, yardım çağıracağım. Lütfen gitme! Sana hiçbir şey olmayacak!”
Lavin, kollarında tuttuğu Kardelen’i nazikçe bırakmaya çalışırken, Kardelen çelimsiz ve gücü çekilmiş ellerindeki son dermanla Lavin’in bileğine sarıldı ve sızlayıp, kor renginde bir sızıyı kenarından aşağı bırakan dudaklarını araladı.
“Işığım sönüyor, Lavin,” diye fısıldadı.
Tanrı’nın gözlerinden akan yaşlar artık bir romanın boş sayfasına damlıyordu.
“Her şey yoluna girecek, böyle konuşma!” Dehşet içinde kapıya baktı. “Siktiğimin yerinde hiç mi kimse sesimizi duymuyor! Bırak beni, Kardelen. Korkma, hemen geleceğim. Sana ne verdiler? Allah kahretsin!”
Kardelen, ruhundaki son güç pıhtısını da harekete geçirerek arkadaşının bileğine davrandı.
“Gitme,” diye fısıldadı. “Son ânımda yanımda olmanı istiyorum.” Dudaklarından kaderini yakan ateşin renginde kan aktı, çenesi boyunca turladı ve kavuniçi rengindeki kazağının önünü kendi rengine boyadı. “Bunun dönüşü yok, hissediyorum.”
“Kardelen!”
“Lavin,” dedi onu susturmak istercesine. “Şimdi bana bir söz vermeni istiyorum.” Sesi kısık, kelimeleri vurgusuz ve işlevsizdi.
Birileri çığlıkları duymuştu ama artık geçti. Kader, kenarından kan taşan bir yaraydı ve bu yara ölümcüldü.
Lavin, bunu onun gözlerinde de görmüştü.
“Yalvarırım,” diye fısıldadı. “Bırak beni, yardım getireyim.”
Bir yanı, giderse döndüğünde aynı bulamayacağını bildiğinden, kalmak ve onu kollarının arasında sonsuza dek tutabilmek için direniyordu.
Sesleri duydu, birilerinin geldiğini anladı, tuvaletin hemen dışında birinin yüksek sesle konuştuğunu duydu ama artık çok geçti.
“Lavin, bana bir söz vermeni istiyorum.”
Gözleri kısıldı, gözyaşları bedeninden çekilmiş, ruhuna karışmıştı ama yine de gözleri ve burnu yanıyordu. Gerçeğin tozunu yutmuştu.
“Ağabeyim… Biliyorsun onu…” Dudakları, ağabeyini hatırlamasının getirdiği sancıyla yukarı kıvrıldı, titrek bir tebessümdü. “Bana ne olduğunu bilmiyorum ama hissediyorum. O mahvolacak.” Öksürdü. “Lütfen onun yanında ol.”
“Kar…”
Kardelen’in gözleri kapandığında, bar tuvaletinin kapısı ikinci kez açıldı ve Lavin’in bakışları çığlık atan kızlara bir an olsun dönmeden, arkadaşının ruhunun sıyrılıp, duvarları aşarak kaybolduğu bomboş bedenine kilitlendi. Kalbi, yıkımın tadını aldı ve karnında alevlenen öfke, hüznün kıyılarında harlanıp dev dalgalarını okyanus boyunca kabarttı.
“Kardelen…”
Fısıltısı bir enkazın dibinde kalan insanın yardım için attığı çığlığa benziyordu. O insana göre büyüktü ama yalnızca bir mırıltıdan ibaretti ve yardım için orada olan insanların duyamayacağı kadar silikti.
“Söz,” diye fısıldadı, ölü bedeni bağrına basıp, paramparça olan iradesinin ona batırdığı kırıkları görmezden gelerek. “Söz veriyorum, kardeşim.”
Tanrı, gözlerini yumdu.Gözyaşlarını aktığı o boş roman sayfasındaki ilk cümle, kaderin ilk cümlesiydi.
🎧: STEELHEART, She’s Gone