Kozmosa gül dikmek imkânsız mıdır?
Eğer ben kozmos olsaydım, uzaydaki gökkuşağı bulutları olan nebulalar, gül fidelerini dikeceğim toprak olurdu.
Sol ayağımı bisikletin pedalına sertçe bastırırken gülmemek için de dudaklarımı birbirine bastırdım. Bulutları ve toprağı birbirine benzeten tek kişi ben miydim yani?
Toprak, yeryüzü cesetlerinin üzerini örterdi.
Bulut, gökyüzünün mezarlığıydı.
O hâlde ikisine de çiçek ekebilirdik. Yani sanırım.
Güneşin uzun çubukları gözümü deşiyordu. Arnavut kaldırımına sahip sokakta bisiklet sürmeyi seviyordum. Bu yolu sık sık kullanırdım. Bisikletin tekerleği küçük taşların arasındaki yarıklara girdikçe, bisikletin önündeki sepet sallanıyordu. Beyaz sepetin içinde, kapı komşumuz olan Yusuf amca için aldığım gazete ve sabah çiçek satan ablayı kıramayıp aldığım bir gül demeti vardı.
Kâküllerimin örttüğü alnım terden sırılsıklam olmuş, kâküllerim alnıma yapışmıştı resmen. Güneş gözümü aldıkça kaşlarım daha da çatılıyordu.
İzmir, sıcaktı.
Dizlerimin üstüne kadar çektiğim beyaz çoraplarımın altına giydiğim pudra pembesi babetlerim ayağıma biraz büyük geldiği için arkasına pamuk sıkıştırmıştım ama bu, ben ve babetlerim arasında bir sırdı. Bisiklet sürerken ayağımdan çıkan ayakkabılar yüzünden kaç kez mahallenin çocuklarına rezil olmuştum, saymayı bırakalı uzun zaman olmuştu doğrusu.
İki tarafı da ağaçlar ve evler tarafından sıkıştırılmış yola girdiğimde, güneş artık gözümü hedef alamadığından rahat bir nefes aldım. İki küçük komşu çocuğu kaldırıma oturmuştu, çizdikleri karenin içinde üç taş oyununu oynuyorlardı.
Evin önüne geldiğimde bir ayağımı pedaldan çektim ve kaldırıma dayayıp kafamı kaldırdım. Evimiz iki katlıydı, büyük sayılabilecek bir bahçeye sahipti. Babamın arabası evin önünde duruyordu. Bisikleti yan yatırıp üstünden indim, ardından bisikleti kaldırıp bahçeye doğru ilerlettim. Bahçe kapısını açarken hemen çaprazımdaki bahçede Yusuf amcanın çiçeklerini suladığını görünce, “Günaydın!” diye seslendim Yusuf amcaya.
Hâlâ gür olan saçlarının içinde tek bir tane bile farklı renkte saç teli bulamazdınız. Tamamen kar beyazdı saçları. Kafasını kaldırıp bana baktı. “Günaydın, Gül Kız,” dedi Yusuf amca gülümseyerek.
Bisikleti, iki bahçeyi birbirinden ayıran parmaklıkların önüne doğru ilerlettim ve sepetin içindeki gazeteyi alıp parmaklıkların arasından Yusuf amcaya uzattım. “Kaçırma haberleri,” dedim kısık bir sesle. Yusuf amca, elindeki hortumu yere atıp demir parmaklıkların önüne yürüdü. Elimdeki gazeteyi alırken, “Ne gerek vardı?” diye sordu mahcup olmuş bir sesle. “Her sabah gazetemi sen alıyorsun. Hiç mi bıkmıyorsun sen?”
Tek kaşımı kaldırdım. “Neden bıkacakmışım?”
Yusuf amca içten bir tebessümle sorumu yanıtsız bırakmayı tercih etti. “Eteğin de pek güzelmiş,” dedi başını iki yana sallayarak. “Hamiyet teyzen alırken sana çok yakışacağından emindi zaten.”
Beyaz, bebe yaka gömleğimin altına giydiğim, babetlerimle aynı renkte olan eteğimin üstünde koyu pembe gül desenleri vardı. Yusuf amcanın eşi Hamiyet teyze, bu eteği bana geçtiğimiz doğum günümde hediye etmişti. Yanaklarım ısınırken, “Çok teşekkür ederim,” dedim gözlerimi kaçırarak. “Çok seviyorum bu eteği.”
“Güle güle giy, güzel kızım.”
En büyük problemim, biri bana sevgi gösterdiğinde böyle geri çekilip utanmamdı sanırım. Yusuf amcaya bakamadım. Bisikletimi demir parmaklıklardan bir tanesine bağladıktan sonra sepetin içindeki gül buketini kollarımın arasına aldım ve giriş kapısının önündeki üç merdiveni tek adımda tırmanıp, eteğimin gizli cebinden evin anahtarını çıkarttım. Henüz saat çok erken olduğu için kuşlar neşeyle cıvıldıyordu. İçeri girdiğimde, holün alışık olduğum hijyenik ilaç kokusu genzimi yaktı. Annem ve babam çalıştıkları hastaneyi de beraberlerinde eve getiriyorlardı. Bembeyaz boyayla hastane havası verilmiş duvarların üstünde birkaç değerli tablo dışında hiç fotoğraf yoktu.
Hayır.
Duvarlarda bize ait tek bir fotoğraf bile yoktu.
Zihnimin içi sakindi. Odama kıvrılan merdivenlere yönelecekken, babam, “Gülçehre!” dedi sert bir sesle. Neredeyse bağırmıştı.
Evet, benim adım buydu.
Kafamı çevirip salona baktığımda onu gördüm. Sırtı bana dönük şekilde tekli deri koltuğunda oturuyordu. Bir ayağını diğer bacağının dizine koymuştu. Elinde bir gazete vardı.
“Baba?” Sesim her zaman olduğu gibi sakindi.
“Neredeydin?” Sesi bir elektrikli sobanın ateş çubuklarını bile dondurabilecek kadar soğuktu.
Salona doğru yürüdüm. Babam bana bakmadı. Bakmasına gerek yoktu. Kucağımdaki gül buketine sıkıca sarılarak, “Bisiklet sürdüm,” dedim durgun bir şekilde.
“Önüme gel,” dedi babam kaskatı sesiyle.
Güllere daha sıkı sarılarak ağır adımlarla babamın önüne doğru yürüdüm. Önünde dikiliyor olmama rağmen gözlerini gazeteden ayırıp bana bakmadı bile. Kahverengi gözlerimi onun tıpkı bir heykeli andıran yüzüne dikmiştim.
“Geldim baba,” diye fısıldadım bana bakmasını ümit ederek.
Buz gibi bakan gözleri yavaşça yukarı doğru kalktığında, uzun kirpikleri kaşlarının üzerine değecek kadar kıvrıldı. Gözlerimin rengini ondan almıştım. Beni gören tüm eski dostları, aynı babaanneme benzediğimi, gözlerimi ise babamdan aldığımı söylerlerdi. Babam kestane kabuğunu andıran gözlerini gözlerime diktiğinde, aldığım nefes ciğerimi deşti.
Gözlerini gözlerimden ayırmadan, “Her sabah bisiklet sürmeye çıkacağına oturup test çözsen, şu an çoktan istediğin bölüme girmiş olurdun,” dedi, sesinin etrafına diktiği meşalelerin ucunu ateşe verdi ve bana cayır cayır hırs kokan gözlerle bakmaya devam etti. “Bu sene de yüksek bir puan alamazsan, bir yıl daha kaçırmış olacaksın. YGS puanın beni hiç tatmin etmedi, LYS’den de umutlu sayılmam.”
İstediğim bölümü mü? Ben ne zamandan beri tıp okuyup doktor olmak istiyordum ki? Bana ne zaman ne istediğimi sormuştu? Benimle alay falan mı ediyordu? Derin bir nefes aldım, gözlerimde herhangi bir duygu değişimi yaşanmasına izin vermedim. Gözlerimin içine büyük bir dikkatle bakıyordu.
“Ben doktor olmak istemiyorum,” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan.
Tepki vermedi. Şaşırmadı ya da yüzünde bir duygu değişimi yaşanmadı. Yalnızca gözlerimin içine bakmaya devam etti. Beni ciddiye almadığını anlayalı uzun zaman olmuştu ama yine de başkaldırmaya devam ediyordum.
Bunu ona ilk söyleyişim değildi.
“Doktor olacaksın,” dedi babam gözünü kırpmadan.
Başımı iki yana sallarken yüzüm duvar gibiydi. “Hayır, olmayacağım.”
Elindeki gazeteyi sertçe kapattı, iki avucu gazete arasında kalacak şekilde birbirine çarpınca irkildim ama geri adım atmadım. Tehditkâr gözlerle gözlerimin içini oyarken, “Olacaksın. Yalnızca çalışman gerek,” dedi, sesi vurguluydu.
“Çalışsam da yapamıyorum,” diye itiraf ettim. “Sen en yüksek puanı almamı istiyorsun. Ben bir dahî değilim ve doktor olmak istemiyorum. Geçen yıl aldığım puan yeterliydi ama sen daha fazlasını istedin. Yapamam. Yapamam da değil, yapmak istemiyorum.”
“Ertuğrul Karaisaoğlu’nun kızı, taban puanıyla kazandı dedirtmem,” dedi kılını bile kıpırdatmadan. “Korkak olmaktan vazgeç.”
Babam, işinde oldukça iyi, adından sıkça söz ettiren, başarılı ve ünlü bir doktordu. Annemin de babam ile aynı hastanede başhemşire olduğu gerçeğini önüme şerit şeklinde çekecek olursam, benim de bir sağlıkçı olmamı istemeleri çok garip görünmeyebilirdi ama ben onların izinden gitmek istemiyordum.
Gül buketine daha sıkı sarılıp, “Ben korkak değilim,” dedim dişlerimi sıkarak.
Babam gazeteyi koltuğun koluna koyduktan sonra, “Her gün saçma sapan çizgi romanlar okuyup, tıpkı bir çingene gibi çiçek dikmen ve çocuk gibi çizgi film izlemen…” dedi ve güldü. “Ben senin yaşındayken deli gibi çalışıp geleceğimi düşünürdüm. O kadar gamsız bir kız çocuğusun ki, hiçbir şey yapmıyorsun. Artık bitti, Gülçehre. Bu sene en yüksek puanı alarak tıp fakültesini kazanacaksın.”
Çingene mi? Çingeneleri çok seviyordum ben. Onlar bana her zaman üstümde eğreti durduğunu düşündüğüm sevgiyi veren insanlardı. Hem çiçekleri herkes severdi. O zaman babam neden göğsümdeki çiçekleri yolup duruyordu? Dudaklarımda ne kadar kilit varsa parçalamak ve savaşı başlatmak istiyordum ama bana karşı öyle kalın duvarları vardı ki, o duvarların arkasına, onun yanına ulaşıp ona nasıl savaş açacağımı hiç bilmiyordum.
Kendimi ona bir türlü kabul ettiremiyordum.
“Şimdi doğru odana.”
Elimdeki gül buketini ona uzatsam, olduğu duvarın arkasına, yanına gelmeme izin verir miydi? Onu kırmak istemiyordum ama o, beni paramparça ediyordu. Güllerin kokusunu içime çekerken ona doğru bir adım attım. Babam tek kaşını kaldırıp bana soru işaretlerini astığı kahverengi gözleriyle baktı. Gül buketini ona doğru uzatıp, “Çok güzeller,” diye fısıldadım.
Beni kabul et baba, lütfen.
Gözleri gözlerimden usulca ayrıldı ve ona uzattığım gül buketine kaydı. Buzdan bir heykeli andıran yüzünde, yine bir duygu değişimi yaşanmadı. Yine de elini gül buketine doğru uzatınca göğsüme yatırdığım yaralı kuş, ölmediğini belli edercesine kanadını oynattı.
Babam, gül buketini aldı, gözleri birkaç saniye güllerin üstünde dolandıktan sonra dudağının sol kıvrımı yukarı doğru çekildi. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Bakışları su gibi kaydı ve yüzüme, doğrudan gözlerime tırmandı. Göz göze geldiğimiz an, bakışlarındaki o su dondu, buzlandı. Kafasını iki yana sallarken alayla gülümsüyordu. Elindeki gülleri sertçe yere çarptı. Güller aldıkları darbeyle birkaç yaprağını yere döktü. Göğsüme yatırdığım yaralı kuşun üstüne Azrail’in nefesi çöktü.
“Masallara makas vurulalı bir hayli zaman oluyor,” dedi gözlerini benden uzaklaştırırken. “Büyü artık, Gülçehre.”
Bedenim büyüyordu ama acı uykusuna yatan ruhum, bir türlü büyümüyordu. Bir gün o acı uykusundan uyanacak olursa, tüm acıyı kemiklerinde hissedecek, tek bir gün içinde beni on dokuz yıl yaşlandıracaktı.
Büyümek, bir kanserdi.
Kırgınlığım gözlerimin aynasına yansımadı. Yere dökülen gül yapraklarına bakarken kaburga kemiklerim sızlıyordu. Birkaç adım geriledim ve dizlerimin üstüne çöküp yere dağılan gülleri buketin içine geri tıkıştırdım. Gül yapraklarını avuçlarımın içine doldurdum ve yavaşça çömeldiğim yerden kalkıp babamdan uzaklaştım. Bunu yaparken ona bir kez bile bakmamıştım.
Merdivenlere yöneldiğimde, “Bir yetişkin gibi davranmaya başlasan iyi edersin,” dedi babam arkamdan. “Büyüdüğünü kabul etmelisin.” Sanki hiçbir şey olmamış, az önce kalbime cam kırığı saplamamış gibi konuşabiliyordu. Ben de bunu yadırgamıyordum.
Hiçbir şey söylemeden merdivenleri tırmandım ve odama çıktım. Odamın beyaz ahşaptan kapısını yavaşça kapattıktan sonra sırtımı kapıya yapıştırıp kafamı da kapıya yasladım. Hemen karşımdaki cam kapı aralık duruyordu ve beyaz tül perdem, sabah meltemiyle hafifçe uçuşuyor, güneşin zemine yaydığı ışık içeriyi aydınlatıyordu.
Odamın duvarları gül kurusu rengindeydi ve kitaplığım, elbise dolabım, yatak başlığıma kadar hepsi beyazdı. Açık mor renginde küçük bir tekli koltuğum, beyaz bir çalışma masam ve duvarlarımla aynı renkte bir çalışma sandalyem vardı. Odam çok kalabalık değildi. Ahşap parkeler de açık renkliydi ve ortada küçük, yuvarlak bir peluş halıdan başka hiçbir şey yoktu. Yatak başlığımın dayalı durduğu duvarda büyük bir Audrey Hepburn tablosu vardı.
Kapıdan uzaklaşıp elimdeki çiçek cesetlerini yatağımın üstüne bıraktım ve yatağın ucuna oturup kitaplığımın büyük bir kısmını kaplayan çizgi romanları izlemeye başladım. Onlardan, yani çizgi roman ve kitaplardan başka beni dış dünyadan çekip kurtaran başka bir şey yoktu. Babamın beni anlamamasından çok yorulmuştum. Çevremdeki insanlara gösterdiğim güler yüzün arkasında bambaşka bir yüz vardı sanki. Ne zaman aynaya baksam, yüzümdeki ifade tıpkı bir kâğıt gibi yırtılıyordu. On dokuz yıldır, bu böyleydi.
Ben bu dünyaya uyum sağlayamıyordum.
🥀
Cam seranın çıkışına doğru yürüdüm. “Fideler için teşekkür ederim, Refik abi.”
Tıpkı cam bir fanusun içindeki güle benzeyen bu çiçekçi dükkânına bir süredir düzenli olarak uğruyordum. Sabahki gerginlikten sonra evden çıkmak için babamın hastaneye gitmesini beklemiştim ve en nihayetinde babam gitmiş, ben de çiçekçiye uğramak için evden çıkmıştım. Refik abi, aldığım fideleri üstü açık olan küçük bir kutunun içine koymuştu.
“Ne demek, Gülçehre. Tekrar beklerim.” Elindeki defterin kapağını kapattı. “Haftaya Pink Taifun Ateş Çiçeği fidesi gelecek. Bir süredir bekliyordun. Siparişini verdim sonunda.”
Ağzım kulaklarıma varırken, “Benim için üç tane ayırırsın değil mi?” diye sordum.
“Tabii ki. Zaten sen istedin diye siparişini verdim ben.” Seranın cam tavanına baktı. “Hava bulutlandı. Bisikletinle geldin, değil mi?”
“Evet. Tekrar teşekkür ederim, Refik abi. Kendine iyi bak, sonra görüşürüz.” Çıkış kapısını ittim ve Refik abiye doğru dönüp, elimdeki kasayı dizime yaslayıp gülümseyerek el salladım.
Seranın dışındaki bahçede de içeride olduğu gibi bir sürü süs bitkisi ve çiçek fideleri vardı. Bu güzelliklerin arasındaki kıvrılan taştan patika yolu yürüdüm ve hemen çıkışa bağladığım bisikletimin sepetine kutuyu yerleştirip bisikletimi çözdüm. Bisiklete binmeden elimle sürerek caddeye kadar çıkarttıktan sonra bisikletin üstüne atladım ve babetlerimin ayağımdan fırlamaması için dua ederken pedalı çevirip küçük yokuştan aşağı doğru salındım. Tekerlekler, her dönüşünde arkasında hoş bir zil sesi bırakıyordu.
Hava hâlâ ılıktı ama güneş, bulutların arkasına saklanmıştı. Belki de birazdan yağmur yağmaya başlardı, bilmiyordum. Hava durumundan pek anlamazdım. Zaten İzmir’de her an ne olacağı hiç belli olmazdı.
Ve düşündüğüm oldu.
Yağmur irili ufaklı damlalarını saçlarıma vurmaya başladığında, gözlerim önümdeki sepetin içinde duran gül fidelerine kaydı. “Hay aksi,” diye homurdandım kaşlarım çatılırken. “Çok ıslanmasalar bari…”
Gül fidelerinin mundar olmasını istemiyordum. Yağmur şiddetini arttırmadan hemen önce kendimi eve atmam gerekiyordu. Benim ıslanmam sorun değildi, yağmurla herhangi bir problemim yoktu. Aksine yağmuru severdim. Saçlarım gitgide daha da ıslanıyor, ben bisikletin pedalını çevirdikçe farkında olmadan yağmurun tenime çarpışını daha da hızlı hâle getiriyordum. Dizlerime kadar çektiğim çoraplarımın hemen üstündeki açık kalan tenime, yağmurun serin suları çarpıyordu. Elimi bisikletin direksiyonundan çekip eteğimi düzeltmek ve bacaklarımı korumaya almak istiyordum ama yağmur kirpiklerimi ıslattığı için önümü tam net göremez olmuştum, bunu yapacak olursam muhtemelen dengemi kaybedip yola yapışabilirdim.
Bakışlarım bir kez daha aldığım gül fidelerine kayınca, “Dayanın!” dedim kaşlarımı tamamen çatarak.
Aslında yolum daha çok uzundu. Eve varmam bayağı zaman alacağa benziyordu ve yağmur sanki şeytanla anlaşma imzalamış gibi Azrail’in asasını güllerimin üzerine vuruyordu. Bacaklarım daha hızlı hareket etmeye başladı ve pedalı öyle hızlı çevirmeye başladım ki, kanım damarlarımın içinde çırpınıyor, çağlıyordu. Yanaklarımın ısındığını, hatta kızardığını göremesem de hissedebiliyordum. İçten içe Refik abinin yağmurun başladığını görünce benim için endişelenebileceğini düşünüp buna üzülürken dişlerimi sıktım. Adalelerim parçalanacakmış gibi hissediyordum. Bacak kaslarım yanıyordu şu an. Çoraplarım, hem yağmurun suyuyla ıslanmış hem de bacaklarımın hareketinden dolayı terlemiş, sırılsıklam olmuştu.
Bir an için tüm dikkatim dağıldı. Zihnimin perdesine bambaşka olay örgüleri yansıdı ve ben ne olduğunu anlayamadan sanki şehrin tüm kalabalığı kafamın içinde konuşmaya başladı. Trenler düşüncelerimin raylarını tekerlekleriyle biçti; kahverengi tüylü bir köpek kafasını kaldırdı ve karşıdan gelen adama havladı, adam onun başını sevince sakinleşti ve uysalca yere yattı; Karşıyaka vapurunda yaşlı bir adam İzmir Marşı söylerken gençlerden de destek aldı, deniz birkaç saniyeliğine Atatürk’ün gözlerinin rengine boyandı.
Ben daha ne olduğunu anlayamadan dünyam tepetaklak oldu. Bir şeye öyle sert çarptım ki, bisikletimin ikiye katlanacağını düşündüm. Bedenim öne doğru kaykıldı ve karnımı bisikletin direksiyonuna çarptım. Acıyla yüzümü buruştururken kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, sanki ağzımın içinde bir kan deryası yükselmişti ve ağzımı açsam kanlar dışarı boşalacaktı. Her şey birbirine girdiğinde kafamı kaldırdım ve önümdeki kırmızı Chevrolet Impala’ya baktım. Saçlarımdan sular damlıyordu, dudaklarım hafif aralanmıştı ve alt dudağımdan aşağı sarkan su damlası çeneme dokunmak üzereydi. Bu kırmızı, klasik arabanın camlarından aşağı dökülen yağmur suyu, arabanın silecekleri tarafından etrafa dağıtıldı ve ön camın arkasındaki adamın keskin bakışları yüzümün topraklarına ayak bastı.
Gök gürüldedi.
Bisikletimin sepeti kırılmıştı. Karnım acayip sızlıyordu ve yağmur hâlâ şiddetli bir şekilde kaldırımları dövüyordu. “Üzgünüm,” diye fısıldadım adamın beni duymayacağını bile bile. Çarptığım arabanın bir klasik olduğunu biliyordum. Göğsüm, korku ve endişenin sarılarak birbirine düğümlendiği bir panikle hızla şişip duruyordu. Arabanın kapısı açılırken nefesimi tuttum. Görüş alanıma önce siyah, rugan ayakkabılar girdi; gösterişten uzak, takım elbisenin de kot pantolonun da altına giyilebilecek bir modeldi. Ardından siyah kot pantolonun sardığı uzun bacakları gördüm. Her ne kadar adama bakmaktan korksam da bedenini parçalar hâlinde tamamlayarak yukarı doğru çıkıyordum. Pantolonunun kumaşına sürttüğü elini gördüğümde duraksadım. Elleri tıpkı bir ölünün eli gibi bembeyazdı ve parmakları uzun, damarları korkunç bir şekilde belirgindi. Sanki Tanrı ona beyaz bir deri değil, bembeyaz bir zar vermişti ve damarlarını yeryüzüne sunmuştu.
Kazağının kollarını dirseğine kadar sıvamıştı; siyah boğazlı kazağının hemen bittiği yerde bembeyaz, keskin bir çene karşıladı beni. Çenesi oldukça belirgindi ve çenesinin üstünde çok küçük bir dikiş izi vardı. Teni bu kadar beyaz olmasaydı o izi seçebilmemin imkânı olmazdı ama teni o kadar duru görünüyordu ki, küçücük bir ben bile beyaz kâğıdın üstüne damlatılmış mürekkep gibi görünebilirdi. İki dudağı da hemen hemen aynı kalınlıktaydı. Ne çok kalın ne de ince diyebilirdim ama dolgundu. Karnımdaki acıyla sertçe yutkundum ve düz inen burnuna baktım. Burnunun ucu sanki bir heykelin üstünde çalışılmış gibi kusursuzdu. Uzun, uca doğru hafifçe yukarı doğru kıvrılan ama bakıldığında düz duran bir burnu vardı.
Belirgin elmacık kemiklerinin üstüne yerleştirilen bir çift yeşil göz, gün ışığı gibi parıldıyordu. Şok içinde karşımdaki adama bakarken kalbim korkudan sıkışıyor, elimi koyacak yer bulamıyordum. Keskin, sanki doğuştan çatık gibi duran kaşlarına baktım. Simsiyahtı. Kirpikleri öyle uzundu ki, kaşlarına değecek gibi duruyordu. Bayık bakan yeşil gözler her ne kadar iki yana çekilmiş gibi dursa da şekli tıpkı bir bademe benziyordu. Zehirli kırmızı gül sarmaşıklarını andıran yeşil gözlerinin rengi o kadar yakıcı, o kadar keskindi ki, hayatımda gördüğüm en tehlikeli yeşilin bu adamın gözlerine armağan edildiğini düşündüm.
Çok yanlış bir adamın arabasına çarpmıştım.
“Özür dilerim.” Dudaklarımdan çıkan ilk cümle bu oldu. Nefes nefese kurduğum bu cümlenin arkasında saklanan daha milyonlarca cümle vardı ama ne denirdi ki? Yeşil gözleri doğrudan yüzüme sabitlenmişti, hiçbir şey söylemeden yüzüme bakarken yağmur artık onu da ıslatıyordu.
Bana mı çatılmıştı o kaşlar? Birkaç saniye boyunca yüzünde hiçbir değişim yaşanmayınca, aslında kaşlarının çatık olmadığını, yüzünün yapısının öyle olduğunu fark ettim. Ama bu içimi rahatlatmaya elbette yetmemişti.
“Gerçekten çok özür dilerim,” dedim tekrardan, sesim titriyordu. Bakışlarım arabanın önüne doğru kayınca kaşlarım dümdüz bir şekil aldı ve dudaklarım daha da aralandı. İşte şimdi gerçekten sıçmıştım. Babam bunu duyarsa beni mahvederdi, çenesinden kurtulamazdım. Para onun için sorun değildi ama insanların karşısında mahcup duruma düşürülmekten nefret ederdi. Bir elimle ağzımı örterken, “Ay çok özür dilerim ben,” diye fısıldadım. Neredeyse ağlamak üzereydim şu an. “Eski bir araba. Müzeye konsa konur,” diye saçmaladım. “Klasikti, değil mi? Çok özür dilerim.” Telaştan ne yapacağımı şaşırmıştım. “Çizilmiş.”
Bisikletin üstünden indim, karnımdaki ağrıyı yok sayarak arabanın önünde dikilmeye devam ettim. Bisikletim yerde duruyordu ve arka tekerleği dönüyordu.
“Sen iyi misin?” diye sorduğunda kalın ve buğulu sesi duraksamama neden oldu. “Bir yerinde bir şey yok değil mi?”
Sorusunu görmezden gelerek kafamı eğip arabanın ön kısmına baktım. “Ay şurası biraz çizilmiş mi sanki?” diye sordum içim ezilirken. “Şurası-”
“Kafanı mı vurdun sen?”
Duraksayıp kafamı kaldırdım ve yeşil gözlerin sahibine baktım. Yüzüne örülmüş bir duvar vardı da alçısı yeni yapılmıştı, o yüzden bozulur falan diye yüzünü hareket ettirmiyordu sanki. “Hayır,” dedim tek kaşımı kaldırarak. Kafam falan mı kanıyordu? “Kafam mı kanıyor?” Bir elimi kaldırıp saçlarımın arasına götürdüm, saçlarım yağmurun suyuyla ıslanmıştı ama yine de saçlarımın arasını karıştırıp sonra da parmaklarıma baktım. Kan falan yoktu. Vurmuş muydum yoksa? Travma geçiriyor olabilir miydim?
İç kanama mıydı yoksa?
Sarmaşık yeşili gözlerini ağır ağır kırptıktan sonra, “Sende bir sorun var mı yok mu?” diye sordu düz bir sesle.
“Ha…” Ona düz düz baktım. “Yok,” diye yalan söyledim. Aslında karnım felâket acıyordu şu an. Bir cep telefonu melodisi yankılanmaya başladığında karşımdaki adam elini ön cebine attı ve cebinden siyah bir cep telefonu çıkarttı. Telefonu açıp kulağına götürürken gözleri hâlâ üzerimdeydi. Telefon ıslanıyordu. “Rötar yaptım, gecikeceğim,” dedi düz bir sesle. “Bir çocuğa çarptım.”
Çocuk ben mi oluyordum? Karşımdaki adama bön bön bakarken bir elimi karnımın üstüne koymamak için çok zor tutuyordum kendimi. Yeşil gözlü adam, “Kardeşim, az önce dolaylı yoldan bir suçlu oldum zaten. Ne dediğimi duymadın galiba. Bisikletli bir çocuğa arabayla çarptım,” dedi sakin bir sesle.
Telefonun diğer ucundan, “Siktir!” diye bağırdı kalın sesli bir adam. Şok olmuş gözlerle karşımdaki adamı izlemeye devam ediyordum. “O iyi mi?” Durdum, evet, iyiydim. “Impala’yı ver telefona.”
Ha?
Sarmaşık yeşili gözler benden ayrılmadı ama hafifçe eğildi ve elini arabanın içine soktu. “Ses ver amcana,” dedi ve kornaya basmaya başladı.
O, ne yapıyordu?
Aralarında çok kısa bir konuşma geçti ama artık takip edemiyordum. Yeşil gözlü adam telefonu kapatıp kazağının üstüne sildi ve telefonu cebine attı. “Son kez soruyorum, iyi misin?” diye sordu, saçları sırılsıklam olmuştu ve birkaç tutam, alnına yapışmıştı.
“Ben iyiyim,” diye fısıldadım mahcup bir şekilde. Bir an gözlerim ayaklarımın dibindeki sepete kaydı. Sepetin içindeki kutu yere devrilmiş, yere fidelerin toprağı serilmiş ve yağmurun da etkisiyle toprak çamurlaşmıştı. Gül fideleri darmadağın olmuş, ölmüştü. “Ama…” Gözlerim yanmaya başladığında ağlamamak için dişlerimi sıktım. Tanımadığım birinin yanında ağlayıp işleri tamamen çığırından çıkarmak istemiyordum. Parasal yönden sıkıntı çeken bir aile olmasak da babam harçlığımı ıvır zıvıra yatırdığımı düşündüğü için bana gereğinden daha az harçlık veriyordu ve bu yüzden aynı çiçek fidelerinden önümüzdeki bir hafta içinde bir daha almamın imkânı yoktu. Gözlerimin dolmasına engel olamadım.
Burnumu çekip kafamı kaldırdım ve karşımdaki adama baktım. Gözlerimin beyazının kıpkırmızı olduğuna emindim ama dikkatli bakışları beni kıskıvrak yakalamıştı ve gözlerimi gözlerinden çekemiyordum. Sol gözümün alt kirpiğine takılan bir damla yaşa kayan yeşil gözlerin önündeki engellerden dolayı adamın ne düşündüğünü görebilmek hemen hemen imkânsızdı. Bir kez daha burnumu çekip, “Tekrar özür dilerim,” diyebildim. Suçun bende olduğu ortadaydı, bunu kendim de biliyordum.
Birkaç saniye ifadesiz gözlerle beni izledikten sonra, “Hastaneye gidiyoruz,” dedi pürüzsüz bir tavırla.
“Hayır,” dedim ellerimi iki yana sallayarak. “Lüzumu yok.”
“Buna ben karar veririm,” dedi, sesi ketumdu.
Haklıydı, başına bela almak istemediğini anlayabiliyordum. “Gideceğiniz yere geç kalacaksınız,” dedim tek nefeste. “Ben iyiyim, gerçekten.”
Adam arabanın kapısını kapattı ve yanıma doğru yürüdü. Teninden gelen taze gül kokusunu aldığımda bir an afalladım ve kafamı kaldırıp irileşen gözlerimi saklama gereği duymadan dikkatle adama baktım. Adam eğildi, yerdeki bisikletimi kaldırdı ve elinde sürerek arabanın arkasına doğru götürdü. Bagajı açtı ve darmaduman olmuş bisikletimi bagaja koydu ama kapağı kapatamadı.
“Fideler için yapabileceğim bir şey yok,” dedi yanıma döndüğünde.
Elimi karnıma götürdüm ve tek gözüm kısılırken dişlerimi sıkarak hafifçe inledim. Yeşil gözlerin sahibi, “Tam düşündüğüm gibi,” dedi. Sürücü koltuğunun kapısını açtıktan sonra arabaya bindi ve kapıyı kapattı. Yağmurun şiddeti azalmıştı. Kafasını açık olan camdan dışarı uzatıp, “Binecek misin artık?” diye sordu.
Her ne kadar isteksiz olsam da şu an başka çarem yok gibi görünüyordu. Hafif nemli olan kirpiklerimi kırpıştırdıktan sonra arabanın ön tarafından dolandım ve utanarak arabanın kapısını açıp bindim. Ön yolcu koltuğuna yerleştikten sonra kapıyı kapattım ve avucumu karnıma bastırmaya devam ederken, “Gerçekten hiç gerek yoktu,” dedim utana sıkıla.
Cevap vermedi. Arabanın içi de onun gibi taze gül ve biraz da yağlı boya kokuyordu. Sırtımı arabanın koltuğuna yasladım ve adama bakmamaya özen göstererek gözlerimi ön cama diktim. Aklım hâlâ yere serilen gül fidelerinde olsa da bunu düşünmemeye çalıştım. İlk kez klasik bir arabaya biniyordum. Çocukluğumdan beri hep lüks, pahalı ve modern arabalara binmiştim. Babam gücü, otoriteyi ve parayı seven bir adamdı. Gösterişten uzak durmaz, imkânlarını kullanmayı severdi. Ama bu klasik araba o kadar farklı bir havaya sahipti ki, babam bu arabayı görse kesinlikle hayran kalırdı. Her ne kadar modern şeyleri sevse de antikalara olan ilgisini de fark etmiyor değildim. Sanırım ben babamı çok fazla inceliyordum. Onun aksine.
Araba hareket ettiğinde göz ucuyla ona baktım. Beyaz elleri direksiyonu sıkıca kavramıştı. Mavi, yeşil damarlar elinin üstündeki deriyi parçalayacak gibi görünüyordu. Yağan yağmurun etkisiyle bembeyaz kesilmiş bir gökyüzünün üstünde çakan şimşekler gibi. Damarlarını buna benzetmiştim. Şimşeklere.
Bir an etrafta bir sürü soru işareti belirmeye başladı. Şu an beni hastaneye götürüyordu ve bu eve geç kalacağım anlamına geliyordu. Bisikletim mahvolmuştu; bunu anneme ve babama nasıl açıklayacağımı bilmiyordum -tabii fark ederlerse- ve bu klasik arabayı çizmiştim, bunun da verilmesi gereken bir hesabı vardı bana kalırsa. Ayrıca şu an sırılsıklamdım, arabanın koltuğunu da ıslatmıştım. Adam içten içe bana neler diyor, nasıl sövüyordu bunu yalnızca Allah bilirdi şu an. Utançtan küçücük kaldığımı hissettim. Yer yarılsa ve içine düşsem, daha derini bulabilmek için yarılan yeri tepiklerdim.
Karnımdaki acıyı unutmama neden olan, zihnimin içinde pişen düşüncelerdi. Silecekler birkaç kez çalıştı, yağan yağmurun camın üstünde yarattığı birikintiyi sildi. Araç tanıdık bir yola girdiğinde kaskatı kesildim. Hangi hastaneye gidiyorduk biz şu an? Bu yolun sonu tek bir hastaneye çıkıyordu, o hastanenin içinde de beni bekleyen iki kişi vardı. “Ben gerçekten iyiyim,” diye fısıldadım korku dolu gözlerle ön camdan dışarıyı, hastaneye uzanan yolu izlerken. “Lütfen beni burada indirir misiniz?”
“Geldik zaten,” dedi daha çok gerilmeme neden olarak.
Omzumun üstünden ona baktığımda, yolu izlediğini gördüm. Soluk teni, arabanın içindeki karanlığa rağmen oldukça beyaz görünüyordu. Sıkıntıyla iç çekerek gözlerimi devirdim. Buradan kurtulmanın yolunu bulmam gerekiyordu. Araç o tanıdık hastanenin bahçesine girdiğinde nefesimi tuttum; hastanenin bahçesindeki heykelin avucundan çıkan su, havuzun içine dökülüyordu. Adam, aracı durdurdu.
“Buna gerçekten gerek yok,” diyebildim karnım tamamen kasılırken.
Cevap bile vermeden emniyet kemerini çözdü ve arabadan indi. Ben de onu takip ederek arabadan indim ve kapıyı kapatıp bakışlarımı görkemli binaya çevirdim. Oldukça büyük olan bina ilk bakışta tamamen camdan yapılmış gibi duruyordu. Büyük bahçesinin etrafına yerleştirilen heykeller, burayı bir akıl hastanesine benzetmeme neden oluyordu.
“Koskoca İzmir’de bu hastaneyi mi buldun?” diye sordum kısık bir sesle; adamın bunu duymadığından son derece emindim. İkimiz de aracın önünde yan yana dikiliyorduk. Omzunun üstünden bana baktığını fark ettim.
“Bir şey mi dedin?”
Gerildim. “Hayır,” dedim yakıcı bir gerginlikle. “Buradan gerisini ben halledebilirim.”
Bana düz düz baktı. Hiçbir şey söylemeden hastanenin giriş kapısına doğru yürümeye başladığında yüzüm tuhaf bir şekil aldı ve kafamı iki yana sallayarak, “Hadi ama ya!” diye çemkirdim kendi kendime. “Of!”
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak tam olarak bu oluyordu sanırım. Olduğum yerde ayağımı sertçe yere vurup kafamı göğe kaldırdım. Yağmur taneleri yüzüme düşmeye devam ediyordu. “Alacağın olsun!” diye homurdandım. Bakışlarım yavaşça giriş kapısına kaydığında, adamın giriş kapısında dikilmiş bomboş gözlerle bana baktığını görünce boynuma kadar kızardığımı hissettim.
“Yürüyemiyorsan tekerlekli sandalye ya da sedye isteyeceğim içeriden?” diye seslendi. Sesi o kadar ifadesizdi ki, durup alık alık ona baktım.
“Gerek yok,” diye fısıldadım, omuzlarım umutsuz bir tavırla aşağı düştü. Babetlerimde çamur lekeleri vardı ve üstüm hâlâ ıslaktı. Hastanenin giriş kapısından içeri girdiğimizde hemen danışmada duran iki hemşire kafasını kaldırıp önce bana, hemen ardından da önümde yürüyen adama baktılar. Yüzlerinin aydınlandığını gördüğüm an, beni tanıdıklarını fark ettim ve bakışlarımı onlardan uzaklaştırdım. Umarım haberi anneme ve babama uçurmazlardı.
Acil servisin önünde durdu ve omzunun üstünden bana baktı. Siyah saçlarının üstleri ıslanmıştı; saçlarının uçları alnına doğru dökülmüştü. “Seni burada beklesem?” dedi sorar gibi.
Sanki içeri girmek istemiyor gibiydi. Başımı hızlıca sallayarak, “Beklemenize gerek yok,” dedim hızla. “Gidebilirsiniz.”
Yüzünde aşılması güç bir donukluk vardı. Bakışları kısaca asansörlere doğru giden koridora kaydıktan sonra, “Burada bekliyorum,” dedi kesin bir tınıyla.
Muhtemelen ölmeyeceğimin farkındaydı ve bisikletimle çizdiğim arabasının masraflarını bana ödetmek istiyordu. “Borcum ne kadar?” diye sordum aniden kendimi tutamayarak.
Bu kez o bana alık alık baktı.
“Ne borcundan bahsediyorsun?”
“Arabanıza çarptım.”
“Bu cüsseyle senin bir arabaya çarpman fiziksel olarak imkânsız,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Arabam sana çarptı.”
“Siz bana çarptınız,” diye düzelttim ve anında kıpkırmızı kesildim. “Yani öyle demek istemedim. Tamamen benim dikkatsizliğimden kaynakla-”
“Ben sedye getirmelerini istemeden hemen önce bence içeri girmelisin,” diyerek lafımı böldü.
Onu geride bırakıp acil servisin içine girdiğimde beyaz duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Tıbbi malzemelerin üstünde olduğu şeyin önünden hemen geçtikten sonra çift kanatlı kapının önünde dikilip içeri baktım. İçeride yaşlı bir adamın koluna iğne vuruluyordu. Rabia abla, genelde acil serviste duran hemşirelerden biriydi ve annemin yakın arkadaşlarındandı. Beni görünce gözleri kocaman açıldı ve hızla yanıma doğru yürüyüp, “Gülçehre?” dedi sorar gibi, paniklemişti. “Güzelim, bir şey mi oldu?” Gözleri hızla bedenimi taradı.
Ellerimi havaya kaldırıp iki yana sallayarak, “Bir şeyim yok,” diye yalan söyledim. Beni kolumdan tutup içeri çekti.
“Anneni ya da babanı mı görmeye geldin?”
“Hayır.” Duraksayıp gözlerimi kaçırdım. “Gelmek zorunda bırakıldım.”
“Ne?”
“Uzun mesele. Bisiklet sürerken küçük bir kaza geçirdim,” dediğimde gözleri kocaman açıldı. Onu durdurdum. “Sakin ol, önemli bir şeyim yok. Araç sahibi biraz pimpirikli birisi sanırım, beni zorla hastaneye getirdi.”
“İyi yapmış,” dedi Rabia abla. “Nerede o?”
“Sakin olur musun lütfen? Suçlu olan benim. Babamın duymasını hiç istemiyorum. Konuyu bizimkiler duymadan nasıl kapatabilirim diye düşünüyorum. O yüzden adamı başımdan savmaya çalıştım.”
“Ne olursa olsun bir kaza oldu ve bunu polise bildirmek zorundayız. Ya sana bir şey olsaydı?”
“Bu kadar endişelenmene gerek yok. Bisikletin direksiyonuna karnımı çarptım, o kadar.”
“Ah Gülçehre!” Rabia abla, endişeli görünüyordu. Huzursuz bir şekilde başını iki yana sallayıp, “Aç da bir karnına bakayım,” dedi kısık bir sesle.
İyi olduğuma Rabia ablayı inandırmam biraz güç olmuştu. Sonunda acilin kapısından çıkarken, “Abla, lütfen bu olanlar aramızda kalsın,” dedim.
Rabia abla için bu zor olsa da beni kırmayacağını biliyordum. Başta surat assa da sonrasında başını olumlu yönde sallayarak, “Tamam,” dedi durgun bir sesle. “Lütfen dikkatli ol, Gülçehre.”
“Söz veremem,” diye fısıldadım, bunu duymadığını biliyordum. Dışarı çıktığımda bakışlarım koridordaki bekleme yerlerinde ve boş koridorda dolaştı. Burada değildi. Bekleyeceğini düşünmüştüm ama beklememişti. İçten içe rahatlasam da bir an duraksadım. Bisikletim hurdaya dönmüş olsa bile onun arabasının bagajında kalmıştı. Her ne kadar bisikleti o hâlde eve götüremeyecek olsam da bisikletimi çok seviyordum. Elimi karnımın üstüne koyup yavaşça ovalarken, “Aynı gün içinde hem güllerden hem de bisikletimden oldum,” dedim kırık bir çaresizlikle.
Aslında bunlar sorun değildi. Sadece, sevdiğim şeyleri, koptuğunda öldüren bir bağ ile bağlanarak, çaresiz bir tutsaklıkla seviyordum. Sevdiğim bir şeyden koparılmam demek, damarlarımdan birinin kesilmesi demekti. Eğer ruhum bir gün put keserse, bunun anlamı sevecek hiçbir şeyim kalmadı demekti.
Tam çıkışa yöneldiğim esnada, “Gülçehre,” dedi kaskatı, tanıdık ses.
Gözlerimi sıkıca yumdum. Yağmur suyunun ıslatarak çekiştirdiği saç diplerim sızlıyordu. Babamın nefesini koridorun diğer ucunda olmasına rağmen hemen ensemde hissedebiliyordum. Danışmadaki çalışanların gözlerinin ikimizde olduğunu hissettim. Eli, koluma dokunana dek hiçbir şey yapmadım. Beni kenara çekip kendine doğru çevirdi. Beyaz önlüğünün içinde, tanıdık bir yüze sahip ama tamamen bir yabancıya dönüşmüş olan adama baktım. Gözleri hızla yüzümü taradıktan hemen sonra, “Sırılsıklamsın!” dedi azarlar gibi. “Bu hâlde buraya nasıl gelebiliyorsun sen?”
“Gelirken ıslanmış olamaz mıyım?” diye sordum ona düz düz bakarken.
Dişlerini sıkıp bakışlarını danışmaya çevirdi; oradakilerin bize bakmadığını görünce tekrar bana baktı ama bu kez deyim yerindeyse gözlerinden ateş saçıyordu. “Şu pabuçlarının hâline bak,” dedi gözleri ayaklarıma kayarken. “Çamur içinde olmuş.”
“Bunun ne önemi var?” diye sordum kolumu onun elinden kurtarıp sertçe geri çekilirken.
Babamın bakışları yavaşça arka tarafa doğru kayınca, “Hay aksi!” dedi ve beni tekrar kolumdan kavrayarak acil servisin girişindeki dar araya doğru çekti. “Başhekim seni bu hâlde görürse gözündeki itibarım beş paralık olur!” Bunu tükürür gibi söylemişti. “Buraya geleceksen daha özenli giyinmelisin. Islak bir kedi yavrusuna benziyorsun.”
Bir an ona buraya onun için gelmediğimi, küçük bile olsa bir kaza geçirdiğimi bağırarak söylemek istedim ama bunu yapmadım. Söylediklerini dinlerken burnum yanmaya başlamıştı. “Neden bana bir cevap vermiyorsun, Gülçehre?” diye sordu kaskatı bir sesle. “Az kalsın başhekim görecekti seni diyorum.”
“Görseydi ne olacaktı?”
“Pabuçların çamur içinde?”
“Olamaz mı?”
“Tırnaklarının içinde toprak var!” dedi bir kez daha.
“Bu önemli değil,” diye fısıldadım.
Babam bana onun hazine haritasıymışım gibi baktı; üstümde ne kadar ilerlerse ilerlesin hiçbir şekilde topraklarımda hazine barındırmadığımı, istediği şeyleri bulamayacağını bilmeme rağmen, topraklarımı darmaduman etmesine izin veriyordum.
“Aç kulağını iyi dinle,” dedi kolumu daha sert kavrarken. “Bir gün bu hastaneye köklerimizi salacağız. Sen bu hastanenin en ünlü doktorlarından birinin kızısın. Benim kızımsın. Benden daha ünlü, daha sözü geçen, daha başarılı bir doktor olmak zorundasın. Davranışlarına, her şeyine dikkat edeceksin!”
“Evet,” dedim kolumu bir kez daha ondan kurtarırken. “Ben senin kızınım. Malın değilim.”
Babamın bakışları şokla sarsıldı. Bakışlarını farklı yöne çevirirken, “Elimden bir kaza çıkmadan hemen önce burayı terk ediyorsun,” diye konuştu yavaşça.
“Elinden çıkan en büyük kaza benmişim gibi davranmaktan vazgeç artık,” dedim kendimi tutamayarak. “Benim bir kalbim olduğunu göremeyecek kadar mı kör etti seni bu hastane?”
“Gülçehre!” diye hırladı. Birilerinin bizi duymasından ölesiye korkuyordu. “Derhâl eve!”
Başımı hızlıca salladım. Nasıl gidecektim? Cebimde beş kuruşum yoktu. Artık bisikletim de yoktu. “Güzel,” dedi babam tatmin olmuş bir sesle. “Hadi git.”
“Gidiyorum.”
Ondan uzaklaşırken bu kez onun yüzüne bakmadım. Parmaklarım farkında olmadan eteğime kaydı; eteğimin ucunu avucuma alıp yavaşça sıktım ve omuzlarımı dik tutmaya çalışarak hastanenin çıkış kapısına yürüdüm. Babamın arkamdan baktığını biliyordum.
Umursamamaya çalıştım.
Otomatik kapı iki tarafa doğru açılırken yarattığı boşluğun içinden geçtim ve hâlâ yağmurun ıslattığı kaldırımlara ilk adımımı attım. Bakışlarım kaldırım taşlarında dolaşırken köşeye kıvrıldım ve hastanenin düz yolunda ilerlemeye başladım. Yağmur tekrar saçlarımı ıslatmaya, görüşümü puslandırmaya başladı; avucumdaki bir parça kumaşı biraz daha sıkı kavrayarak dişlerimi sıktım.
Şu suyun bile söndüremeyeceği bir ateş yanıyordu göğsümde.
“Yanlış tarafa gidiyorsun,” dedi tok, erkeksi bir ses. Kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne baktığımda, Impala’nın camından kafasını dışarı uzatmış bana bakan o adamı gördüm. Gitmemiş miydi?
“Her şey yolunda, yaşayacağım,” diye fısıldadım duymasını umarak. “Eğer bana size ulaşabileceğim bir telefon numarası verirseniz arabanıza verdiğim zararın-”
“Bisikletini mahvettim,” dedi düz bir sesle; yeşil gözlerini gözlerime sabitlemişti. “Ödeştik.”
Başımı salladım, itiraz edecek hâlde hissetmiyordum kendimi. Tam yürüyecekken, “Artık bir bisikletin yok,” dedi.
Duraksayıp ona ters ters baktım. “Biliyorum?”
“O yüzden seni gideceğin yere kadar bırakacağım.”
“Teşekkür ederim ama gerek yok,” diyebildim zorla.
“Bırakayım mı demedim, bırakacağım dedim.” Ona düz düz baktığımda, o da bana aynı benim gibi karşılık verdi.
“İstemiyorum.”
“Hava buz gibi, yağmur yağıyor ve ıslak kıyafetlerinle donduğuna eminim.”
Zihnimin içinde beynime batan dikenler vardı ama bu dikenler bir çiçeğe ait değildi; bir sarmaşığın dikenleriydi ve oldukça zehirliydi. Sanki biri düşüncelerimi küllük olarak kullanıyordu ve parmaklarının arasında tuttuğu sigaranın yanan ucunu düşüncelerime bastırıp duruyordu. Adım atsam, attığım adım bir boşluğa takılacak ve kendi hayallerimin üstüne düşecektim. Bacaklarım üşüyordu ama omurgam yanıyordu. Impala’nın önüne doğru yürüdüm ve ona bakmadan ön kapıyı açıp araca bindim. Hiçbir şey söylemeden gözlerimi doğrudan ön cama dikerek evimin adresini verdikten sonra emniyet kemerini bağladım ve sessizliğin perdesini dudaklarımın kırık camlarının üzerine indirdim.
Ense kökümdeki ağrı gitgide daha da şiddetleniyordu. Arabanın içindeki koku mu ağırlaşmıştı yoksa zihnim mi bu kokuyu sahiplenmişti bilmiyordum ama boyanın ve güllerin kokusu sanki ağzımın içindeymiş gibi hissediyordum.
“Hep böyle misindir?” diye sorarak sessizliği bozan taraf o oldu.
Gözlerimi ön camdan ayırmadan, “Nasıl yani?” diye sordum. Eteğim hâlâ avucumun içindeydi; diğer elimin tırnaklarını da avuçlarıma batırıyordum.
“Birkaç saat önce daha farklı biri gibi davranıyordun,” dedi açıkça; bana bakmadığını biliyordum, gözü yoldaydı ve sesindeki buzdan duvar ne hissettiğini kolayca saklamasını sağlıyordu.
Sessiz kalmayı tercih ettiğimde o da üstüme gelmemeyi seçti. Evimin olduğu sokağa yaklaştığımızı fark ettiğimde, “Burada ineyim,” dedim bağlı emniyet kemerini çözmek için hareketlenirken.
Adam arabayı durdurmak yerine sürmeye devam etti ve evin olduğu sokağa girdi. Ona tek kaşımı kaldırarak düz düz baktım ama bakışlarıma karşılık alamadım. Hemen evimin önünde durduğunda, “Teşekkür ederim,” dedim kapının koluna uzanarak. “Ve tekrardan çok üzgünüm.”
Gözlerini dikiz aynasına çevirdi. “Evren ben,” dedi düz bir sesle.
Bana bakmıyor olmasına rağmen, bana adını söylediğini fark ettim. Başımı yavaşça salladım ama şaşırmıştım. Kapıyı açıp bir ayağımı dışarı atarken, “Gülçehre,” diye mırıldandım.
Hiçbir şey söylemedi; gözleri dikiz aynasındaydı. Arabadan çıkıp kapıyı yavaşça kapattım ve aracın içine bakmadan bahçeye doğru yürüyüp demir kapıyı iterek açtım. Yağmur artık çok daha hızlı yağıyordu. Merdivenleri tek adımda çıkıp kapıya yönelecekken duraksadım ve bakışlarım omzumun üstünden bahçe kapısına doğru kaydı.
Evren, orada değildi.
Ve ben, aslında bir süredir intiharı düşünen, on dokuz yaşında bir kızdım.
🎧: Taken by Trees, Sweet Child O Mine