Kelebek üç gün yaşayacağını bilseydi, ikinci gün bir cinayet işlerdi.
Özgürlüğü düşünüyordum. Derinlerde yaşayan canavarın gözlerini araladığını hissediyordum; çok küçük bir an için, vicdanımı sustursam neler yapabilirdim? Parmaklarımda soğuk tetiği, avucumun içinde bıçağın soğuk sapı, zihnimde en soğuk ve karanlık düşüncelerin olduğu ânı düşünmek bile kalp atışlarımı hızlandırıyordu.
Ben bu dünyaya, iyi bir insan olmak için gelmiştim.
Ben bu dünyaya, arkamda bir kuyruklu yıldızın ardında bıraktığı iz gibi, ışıltılı bir iz bırakmak için gelmiştim.
Ve şimdi bir adam, karanlığıma gardiyan olmuş, beni kuyruklu yıldızların arkasında bıraktıkları ışıltının gecenin içinde kaybolarak silindiğine inandırmıştı. Oysa ben o adamın donmuş güneşe benzeyen gözlerinde yörüngesini kaybetmiş bir gezegen gibiyken, beni ardımda bir yıldız bırakarak kaymak zorunda bırakmıştı ve kaydığım o gün, hiçbir yıldızın ışıltısının sonsuza dek sürmeyeceğini, hiçbir izin sonsuza kadar bu dünyada kalmayacağını anladığım gündü.
Karanlık nasıl var olmak için ışığın kapanmasına ihtiyaç duyuyorsa, aydınlığın da hükmünü sürebilmesi için karanlığın üzerini örtmesi gerekiyordu. Benim ışıldayabilmem için belki de onun bir gece gibi benim hayatıma çökmesi gerekiyordu ama biliyordum, onu var edebilmek için kendimi söndürmem gerekecekti. Benden istediği şey, beni bencil olmakla suçlamasına rağmen çok daha bencilce bir şey değil miydi? Belki de bu hikâyedeki tek bencilin kendisi olması gerektiğini düşünüyordu.
Tek sadık ben olmalıydım, ona öylece güvenmeli ve bir hayatı onun emniyetine teslim etmeliydim. Peki ya o? O gece benim vicdanıma ettiği ihanet, beni tanıyan birinin sırtıma sapladığı bir bıçaktan çok daha fazla acıtmıştı canımı. Bana ihanet eden bir adam, ona sadık olmamı bekleyemezdi. Ben bu hikâyede yalnızca kendime sadık olacaktım.
Benim ensemde bir yalan olmayacaktı, ben o yalanın ensesinde olacaktım.
Muşta’nın yere düşen muştasına eğildiği ânı hatırlıyorum, arkasından koridora düşen adım seslerini ve birkaç erin saygıyla selam verdikten sonra kurdukları ölçülü cümleleri… Muşta, yerdeki gümüş rengi muştayı alıp, yerden kalkmadan kafasını kaldırdı ve gözleri yeniden gözlerime ölüm kuyuları kazmaya başladı. Gözlerimiz birbirine kenetliyken, parmaklarını muştasının deliklerinden geçirerek demiri eklemlerine sertçe oturttu.
“Derhal işinizin başına!” dedi, sesi kemik gibiydi ama gözlerinde bir bulanıklık vardı; gözleri bir göle benziyordu, gölün üstü cesetlerle kaplıydı sanki ama gölün içinde ne olduğunu kimse bilmiyordu. İşte onun gözleri, tıpkı o göl gibiydi.
Erler koridoru terk ettikleri sırada arkamdaki dağ gardiyanlarının tedirgin nefeslerini hissediyordum. Bileğimi sertçe geri çekerek Zincir’in buz gibi hissettiren dokunuşundan kurtuldum.
“Bu kanıya nereden varmış?”
Muşta’nın sesi şimdi her zamankinden daha soğuktu, bir an Cenan konusunun onun için bile önemli olduğunu fark etmek, endişemin daha da büyümesine yol açtı. Hakan Basri Şenkaya gibi güçlü bir adamı bile varlığıyla tedirgin edebilen bir kadın, bana neler yapmazdı ki?
“Zeliha’ya bazı sorular sormuş,” dedi Zincir, bakışlarım ona doğru çevrildi, gözlerime yerleşmiş öfke ateşi sönmedi ve ona bakarken bu ateşin daha da harlandığını hissettim. Yener ve Devran’ın bakışları yüzüme mıh gibi oturmuştu. Zincir ise bana değil, Muşta’ya bakıyordu. “Ve bazı şeyler söylemiş.”
“Ne gibi?”
Muşta’nın çelik mavisi gözleri gözlerime tutundu, bakışlarındaki sorgu içimdeki huzursuzluğun eteklerini ateşe vermişti. Ona güvenmem gerektiğini hissetsem de kalbimde huzursuz bir gölge gibi dikilen duygunun esiri olmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Bir insana güvenmek, ağzındaki tüm dişler sallanırken o insanın sana yumruk atmasına izin vermek gibiydi.
“Şüpheleri var, söyleyebileceğim tek şey bu.”
“Söyleyebileceğin tek şey bu?” Muşta, kaşlarını kaldırdı. “Çok yardımcı oluyorsun.” Bana doğru bir adım attı. “O kadın sana ne söyledi?”
Kalp atışlarım kulaklarımın etrafından dramatik bir şarkı gibi akıp gidiyordu. Ne söyleyeceğimi bilemediğim saniyelerde Muşta’nın ısrarcı bakışlarından kaçabilmemin imkânsız olduğu kesin olan tek şeydi.
“Ne söylediğinin bir önemi yok, sadece dikkatli olmak zorundayız,” dedim sağlam durmaya çalışarak. Bu söylediğim Hakan Basri Şenkaya’yı pek tatmin etmişe benzemiyordu ama yine de gözlerinde sakin bir ifadeyle yüzümü izlemeye devam etti.
“İnatçı bir çocuksun ama söz konusu olan güvenliğimiz,” dedi Muşta, gözlerini koridorun diğer ucuna çevirdi, ardından burnundan içeri sert bir nefes çekerek, “Nasıl yaparsanız yapın, o kadının dikkatini farklı bir yöne çekmeyi başarın,” diye mırıldandı.
Bir şeyler daha söylemesini, belki de beni sıkıştırmasını bekledim ama güneşin kızıllığını kaybettiği ve yağmurun tüm şehri etkisi altına aldığı gibi öfkesi onu terk etti, büyük bir sakinlikle sırtını dönüp bizden uzaklaşmaya başladı. Hakan Basri Şenkaya hakkındaki düşüncelerim gitgide derinleşiyordu; bazen çok öfkeli bir adamken bazen anlam veremediğim bir sakinlik boyuyordu çehresini. Onu henüz yeni tanımış olsam da onunla geçen her saniye, ondan yeni parçalar veriyordu elime.
Yine de Cenan Kaplaner’in, Hakan Basri Şenkaya için bile büyük bir tehlike arz ettiğini çok iyi anlamıştım. Zincir’in gözlerindeki o bakışı hatırladım, Cenan Hoca’nın yalnızca adını duyduğunda bile verdiği tepki zihnime zımparayla kazınmış gibiydi. Şimdi bir de Muşta’nın tepkisine maruz kalmıştım, birbirine çok benzeyen tepkilerdi ve bu tepkiler güçlü gördüğüm iki adamdan geldiği için beni o kadından daha fazla korkmaya sevk ediyordu.
Zincir, “Ona her şeyi anlatman gerekirdi,” dediğinde öfkeyle yanan gözlerimi ona çevirdim.
“Buna sen mi karar veriyorsun? Kime neyi anlatıp anlatmayacağıma sen mi karar veriyorsun?”
“Yine bir gerginlik hissediyorum,” dedi Adnan sessizce ama bunu duymuştum. “Gidip Bayan Simi’nin kumunu temizlesem iyi olacak.”
Zincir, gözlerini gözlerime mıhladı, karanlığı iliklerimde hissettiren bakışlarından kurtulma gereği duymadan ona dik dik bakmaya devam ettim.
“Eğer ona her şeyi anlatmazsan bu işin sonunda enselenen biz değil, sen olursun,” dedi Zincir sertçe, bana tokat atsa böyle şaşırmazdım, gözlerimi kırpıştırarak ona bakakaldığımda kelimeler erişemeyeceğim kadar uzaklara fırlatılmıştı. “Burnu büyüklük etmekten vazgeç. Güçlü bir kız gibi görünmüyorsun, sadece aptal gibi görünüyorsun. Amacın bize kendini kanıtlamaksa, biz karşımızda sadece bir aptal görüyoruz.”
“Zincir,” dedi Devran sert bir sesle. “Onun üzerine bu kadar çok gitme. Henüz atlatamadı.”
“Biraz olgunluk bekliyorum, hepsi bu,” dedi Zincir, gözlerini tekrar bana çevirdi ama artık ona bakmaya bile katlanamıyordum.
Gözlerinde o gecenin tekrarını görmekten, bakışlarında bir ölümle karşılaşmaktan nefret ettiğim yetmiyormuş gibi şimdi bir de karşıma geçip her şeyin sorumlusu benmişim gibi bakıyordu bana. Tüm yitirdiklerim onun gözlerindeydi. Gözyaşlarım gözlerimden boşalırken tüm kaybetmişliklerimle onun gözlerini izlemek istiyordum ama bir yandan da o gözlerden ışık yılı kadar uzağa gitmek istiyordum.
“Senin beni güçlü görüp görmemen benim umurumda bile değil. Amacım kendimi kanıtlamak değil. Tek amacım sizin kuklanız olmadığımı göstermek.” Bakışlarım yüzünden uzağa saplanıp kaldı. “Sonunda beni bekleyen ne olursa olsun, zamanımı daha fazla korkarak harcayamam.”
“Şu an korkmadığını mı söylüyorsun?” Kaşlarını kaldırdı, bana alayla çevrili ama bir o kadar da soğuk olan bir bakış fırlattı. “Dizlerinin titremediğini görsem buna inanırdım. Seni benim gözlerimin içine bakarken kelimelerinden vuruyorlar.” Bana doğru bir adım atınca bedenim gerildi. Gözlerini yüzüme indirdi ama kafası dimdik duruyordu, bense aramızdaki boy farkından dolayı kafamı kaldırmış ona bakıyordum. “Korku. Kalp atışlarının bu kadar hızlı olmasının tek sebebi bu.”
“Kendini ne sanıyorsun?” diye sorabildim yalnızca, sesime bulaşan karmaşayı fark etmiş gibi yarım bir gülüş sergiledi ama bu gülüş o kadar gerçeklikten uzak, o kadar alay doluydu ki, dudağının kenarındaki kıvrımı oluşturan çizgi bile ağzına kadar mezar toprağıyla dolu olduğundan belirginleşmemişti.
“Sen bana ister müttefik de ister düşman, ben bu saatten sonra sana karşı olan her şeyim,” dedi saf tehdit içeren sesiyle, aniden bana duyduğu bu nefretin özünde neyin olduğunu çözemezken ona bakakalmıştım ama kaşlarımın ortasında beliren yarık benim de ona aynı şekilde nefret duyduğumun görsel bir kanıtı gibiydi.
“Düşünüyorum,” dediğimde duraksadığını hissettim. “Gözümde daha ne kadar kötü bir insan olabileceğini düşünüyorum. Beni korumak için yaptığına inandığım kötülüğün aslında gözlerinde, kalbinde, ruhunda olduğunu fark etmek o kadar korkutucu ki. Keşke o gece Kestane ve ben için zaman dursaydı, sen yanımızdan geçip giderken seni görmeseydik bile. Sana yalvaran dilimi ısırarak koparabilseydim, bunu şimdi yapardım.”
Tam ona sırtımı döneceğim sırada beni bileğimden kavradı, parmakları bileğimi sardı ama bileğimi tutuşu sert değildi, yine de avucundaki sıcak gücü hissetmek bedenimin kaskatı kesilmesine neden oldu. Bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim, buz tutmuş bir güneş gibi görünen gözlerine yansımam düştü ve o ifadesiz yüzü hafızama tüm kötülükleriyle birlikte kazıdım.
“Sen, sana iyilik yapan birini düşman edinebilecek kadar nankör bir kızsın,” dedi, söylediği şey karnıma yumruk yemişim gibi hissettirse de mimiklerim değişmedi; yüzüm buzdan bir duvar gibiydi. Tıpkı onun güneş renginde olan ama üşüten gözleri gibi. “Zeliha, son âna kadar gözümde bu hikâyenin masumuydun ama şimdi sana baktığımda, eğer ensesindeki avucumu bir an olsun çekecek olursam bana ihanet edecek bir kadın görüyorum.”
Güneşin kızıllığı yoktu gözlerinde, güneşin sıcaklığı, güneşin ışığı, güneşin aydınlığı yoktu; gözleri sarı yarıkları baskın duran bir ela rengindeydi ama o gözlerde ışık yoktu, güneşin ikizi gibiydi ama o gözler karanlıktı.
O gözler ona ihanet edeceğine emin olduğu kadına bakıyor gibiydi; benim gözlerimse hayatıma çöken karanlığın gardiyanına bakıyordu.
“Sadece adımı biliyorsun,” diye fısıldadığımda gözleri gözlerimden ayrılmamak için ant içmiş gibiydi. “Sana kim olduğumu öğretmedim daha.”
“Kötü bir haberim var,” dediğinde dudakları yukarı kıvrılmıştı. “Sen benim adımı bile bilmiyorsun daha.”
“1-0 olduğunu sanıyorsan yanılıyorsun,” dememi beklemiyordu. Parmakları anlık gevşediğinde bileğimi sertçe çekerek onun parmaklarının hapsinden kurtardım. “Ama 1-1 Zincir,” dedim kendimden emin bir sesle. “Sen benim adımı biliyorsun, ben senin bir insanı nasıl öldürdüğünü.”
Dilini ağzının içinde gezdirdiği ânı izledim, ıslak saçlarım yanaklarıma yapışmıştı, tesisin içinde olmamıza rağmen üşüyordum. O gözlerimin içine tüm ısrarıyla bakarken ben ayaklarımın altındaki zemini bile hissetmiyordum. Bana bir şey söylemedi, gözleri çok şey anlatıyordu ama bir süre sonra göz kontağını kestim ve anlatacağı her şeyden uzaklaştım.
“Gitmek istiyorum,” dedim yanından sıyrılıp geçerken. “Buradaki vaktimi doldurdum. Yolları da beynime kazıdım. Bir dahakine taksiyle gelirim.”
Tüm ordusunu kaybetse bile düşmanlarının önüne tek başına dikilebilecek bir kumandan gibi önüme geçerek kuvvetli bedenini karşıma bir duvardan farksız şekilde ördü. Kafamı kaldırıp ona nefretle baktım ama onun gözlerinde nefreti ya da diğer duyguları göremedim.
“Bir süre seni ben getirip götüreceğim,” dedi, sesi kemik gibiydi.
“Buna sen mi karar veriyorsun?”
“Evet,” dediğinde dişlerimi gıcırdattım. “Şimdi gidip üzerine kuru bir şeyler giysen iyi edersin, lağım farelerinden farksız görünüyorsun.”
“Ben böyle iyiyim,” dedim kelimelerin üzerine basa basa.
“Umurumda değil. Hasta olursan evden çıkamazsın, evden çıkamazsan da ne halt yiyeceğini bilemem, öyle değil mi?” Bir an gözlerine bakıp kaldım, ondan kaçamayacağımı bile bile, gözlerinin soğuğuna esir bir şekilde attığım adımların her birinde bacaklarımdan vuruluyordum. Gözlerine öyle uzun baktım ki, şimdi gözlerimin kıyısına onun gözlerindeki karanlık okyanustan dev dalgalar yükselerek yaklaşıyordu ve o dalgaların içinde bir ölü kıyıya vuruyordu.
Başımı iki yana sallayıp, tek kelime bile etmeden yanından geçmeye çalıştığım sırada güçlü kolunu belime doladı. Bu dokunuş, beni şakağımdan vurarak kurşun gibi zihnime saplanan mürekkebin tüm mantıklı kelimeleri bulandırmasına neden oldu. Beni önüne çekti, elini iterek ona çatık kaşlarla baksam da dokunduğu yerlere cehennem ateşi sıçramış gibi bir yanma hissi yayılmıştı.
“Dokunma bana!” dedim dişlerimin arasından.
Sadece düz düz baktı.
“Kanka, kızı çekiştirip durma, oyuncak bebek gibi bir oraya savuruyorsun bir buraya, kendimi romantik bir dizideki figüran oyuncu gibi hissettim,” dedi Yener sonunda iç çekerek. “Bu gözlerin başrol olmadığım hiçbir sahneyi görmeye tahammülü yok.”
“Sen sus,” dedi Devran. “Aralarına girme.”
“Ama bayanı oradan oraya sarsıyor, hiç hoş değil,” dedi Adnan. “Zincir, çırparım seni.”
Zincir, Adnan’ın söylediklerini duymuyormuş gibi bana donuk gözlerle bakmayı sürdürdü. Ardından, “Vural,” dedi sakince, gözleri ise hâlâ bendeydi. “Onu Nihan’ın yanına götürür müsün?”
“Tamam.”
Vural’ın bana doğru ilerlediğini fark etsem de çatık kaşlarımın altında alev alev yanan gözlerimi Zincir’den bir an olsun ayırmıyordum. O da tıpkı benim gibiydi ama onun gözlerinde benim gözlerimdeki alevlerin aksine buzlar vardı. Hırsla dişlerimi sıkarak Vural’a döndüm, gözleri gözlerime anlık dokundu, ardından bakışları benden hızla uzaklaştı ve adımları koridorun diğer ucuna doğru düşmeye başladı. Bana bir şey söylememesine rağmen onun arkasında ilerlemeye başladığımda Zincir’in bakışları sırtımı delip geçen bir mermi gibiydi.
Vural ile karanlık bir koridora girdik, şimdi yağmurun ne kadar şiddetli yağdığını çok daha net duyabiliyordum, koridorun karşısındaki duvardan dışarıda sel gibi yağan bir yağmur olduğunu görebiliyordum. İçerisi aydınlık değildi, camdan sızan gri, mavi bir ışık etrafı loş bir biçimde aydınlatıyordu. Vural, hemen önümdeydi, bense birkaç metre arkasında onu takip ediyordum.
“Sen Zincir’e bakma,” dediğinde benimle konuşmuyor gibiydi, sesi hem kısık hem de duygulardan uzaktı. “O da senden farksız. İlk kez başına böyle bir şey geliyor, ne yapacağını bilemiyor ve kendini bize karşı suçlu hissediyor.”
Sessizce Vural’ın arkasında yürürken diyecek bir şey bulamadım. Zincir’in ilk kez bir sivil öldürdüğüne inanmıştım ama yine de içim içimi yiyordu işte.
“Öfkelisin, biliyorum ama o da öfkeli. Birbirinizi kırıp dökmek yerine birbirinize destek olursanız daha çabuk atlatırsınız.” Vural’ın sesi, ruhumun güçsüz düşen yerlerine dokunmuştu. Adımları bir odanın önünde yavaşladığında burayı ânında hatırladım. “Nihan sana kuru kıyafetler verir. İstersen duş da alabilirsin. Eğer seni Zincir’in eve bırakmasını istemiyorsan Yener ya da Adnan da seni eve bırakabilir.”
Bir şey söylemedim. Vural odanın kapısını tıklattı, ardından yavaşça kapıyı açarak kafasını içeri uzattı. Simi’nin havlaması duyuldu, kapının aralığından çıkarak Vural’ın bacaklarına dolandı. Vural eğilip Simi’yi kucağına aldıktan sonra, “Güzelim, müsait misin?” diye sordu içeriye doğru.
Simi, genç adamın yanağını yalamaya başlamıştı. Nihan’ın içeriden, “Evet,” dediğini duydum. “Gelsene içeri, George Jetson.” Kaşlarımı kaldırdım, bu ismi küçükken çok izlediğim bir çizgi filmden hatırlıyordum.
Vural, “Bir misafirin var, Jane Jetson,” deyince bir an gerçekten gülümseyeceğimi düşündüm. Birbirlerine çizgi karakterlerin isimlerini koymaları bana sevimli gelmişti.
“Kimmiş o?” Nihan kafasını dışarı uzattı, beni görünce duraksayıp kaşlarını kaldırdı. “Sırılsıklamsın!” Dudaklarımdaki gülümseme yarım yamalak olsa da Nihan bana sıcak gözlerle bakıyordu. Kapıyı tamamen açarak, “Gelsene,” dedi. “Üzerini kurutalım. Hasta olursun.”
Vural, Simi’nin başının üzerini öptükten sonra, “Kız kıza takılın,” dedi Simi’ye. “Ablaları ısırmak yok.”
Simi o kadar tatlı bir ses çıkardı ki, dudaklarım usulca yukarı kıvrıldı, bakışları beni buldu ve Vural’ın kucağında yavaşça kuyruğunu sallamaya başladı.
“Anlaştığımızı umuyorum Judy Jetson,” deyince gerçekten yüksek sesle kıkırdadım, Vural ve Nihan bana hayretle baktı. Gerçekten Jetgiller ailesi gibiydiler ve Simi’ye de George ve Jane’in kızı olan Judy’nin ismiyle sesleniyorlardı.
“İçten gülebiliyormuşsun,” dedi Nihan nazik bir sesle. “İçeri gel.”
Başımı sallayıp Vural’ın yanından geçerek Nihan’ın odasına girdim. Nihan ve Vural’ın arkamda konuştuklarını duyuyordum ama ses içeri çok yankı yapmıyordu. Çekingen adımlarla çift kişilik yatağın önüne doğru yürüdüm, yatakta beyaz nevresim takımı vardı ve nevresimden gelen temiz koku bir anlık bana Muğla’daki evimi hatırlatıp içimdeki endişeyi yerle yeksan etti. Hemen yatağın karşısında aynalı bir elbise dolabı vardı, yanında da bir makyaj masası. Yatağın kenarında Simi’ye ait olan kumu ve kadife yatağı gördüm. Bakışlarımı tekrar kapıya doğru çevirirken bu odanın geçen sefer makyaj malzemelerini kullandığım kızın odasından çok farklı olduğunu düşünüyordum.
İçeriye önce Simi girdi, ardından Nihan girerek kapıyı kapattı ve bana kapının çaprazındaki çift kişilik koltuğu işaret etti. “Bu tesiste böyle bir oda bulmayı beklemiyordun, değil mi?” diye sordu yumuşak, anlayışlı bir sesle. Başımı sallamakla yetindim. “Sen otur, ben senin için giyecek bir şeyler bakayım.”
Elbise dolabına doğru yönlendi, koltuğun ucuna oturup ıslak saçlarımı yüzümden çektim. Gerçekten benim burada ne işim vardı? Burada neler döndüğünü hiç anlamıyordum. Gözlerimi odanın duvarlarında gezdirdiğim sırada duvarlardan birinin tamamen fotoğraflarla dolu olduğunu gördüm. Küçük fotoğraf kareleri şipşak çekimlerden oluşuyordu, hepsi Nihan, Simi ve genelde Vural’ın olduğu fotoğraflardı ama bir fotoğrafta Muşta, yani Hakan Basri Şenkaya, ortalarında duruyordu, sol kolunun altında Nihan vardı, sağ tarafında da Vural, Nihan’ın da kucağında Simi… Bir aile fotoğrafı gibiydi. Bir diğer fotoğrafta Simi koca bir tankın üzerindeydi, bir diğer fotoğrafta Vural, Devran, Yener ve Simi bir aradaydılar, bir fotoğrafta ise Zincir vardı, Zincir’in yanında Vural, kucağında Simi vardı. Adnan’ın kum temizlerken Simi’nin Adnan’ın önünde dikildiği fotoğraf karesi beni anlık da olsa gülümsetti.
Nihan elinde gri bir eşofman takımıyla bana doğru yaklaştı. Katlanmış takımın üzerinde beyaz bir badi vardı. “Bunlar şimdilik idare eder sanırım. Duş almak ister misin?”
Başımı iki yana sallayıp, Nihan’ın elindeki kıyafet yığınını aldım. Çekimser bakışlarım kızın gözlerine tutundu, dudaklarını birbirine bastırarak, “Utanıyorsan çıkabilirim?” dedi.
“Hayır, sorun değil,” diyebildim. Nihan bana sırtını dönerek odanın diğer ucuna ilerlemeye başladığında üzerimdekileri yavaşça çıkarmaya başladım. Kız benden daha zayıf ve daha uzun boylu olduğundan eşofman takımı bana hem uzun hem de basen tarafından biraz dar olmuştu. Paçalarımı yüzümde gergin bir ifadeyle hafifçe katlayıp, eşofmanın ceketini üzerime geçirerek gözlerimi Nihan’ın sırtına diktim.
“Burada yaşıyorsun sanırım,” dedim tedirgin bir sesle.
“Uzun zamandır.” Nihan, odasının penceresini örten kalın perdeyi açtı, yağan yağmurun gökyüzüne çizdiği koyu renk odanın içine devrildi. Omzunun üzerinden bana baktı. “Burası benim evim.”
Başımı salladım, ne diyeceğimi bilemediğimden gözlerimi Simi’ye çevirdim, kadife yatağına uzanmış sakince beni izliyordu, patilerini gövdesinin altına almıştı. Islak kıyafetlerimi katlamaya başladığımda, Nihan’ın bakışları beni kıskıvrak kavramaya devam ediyordu.
“Burayı güvenli bulmuyormuşsun sanırım,” dedi, ses tonundan bir şey anlamak mümkün değildi, bu yüzden gözlerine baktım. “Sana söyleyebileceğim tek şey, yanıldığın.”
“Bilmiyorum,” diyebildim. Sonuçta burası onun eviydi, burayı güvenli bulması çok normaldi. Belki de burada olup bitenlerden onun bile haberi yoktu; hoş, ben de burada neler olup bittiğini bilmiyordum.
“Üniversiteyi kazandığımdan beri burada yaşıyorum,” demesini beklemiyordum, bana neden bilgi veriyordu? Bu tehlikeli olmaz mıydı? Diğerlerinin gözünde bir şüpheliyken, Nihan bana bir şeyler anlatmayı tercih edecek kadar güveniyor muydu? Kıza tekinsiz gözlerle baktım. Kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp, kalçasını pencerenin pervazına yasladı. “Kaç yaşındasın?”
“Yirmi üç,” dedim yavaşça.
“Senden küçüktüm buraya geldiğimde,” diye mırıldandı, bakışlarımı onun gözlerinden çekmedim, konuyu nereye bağlayacağını merak ediyordum. “Şu an yirmi altı yaşındayım,” dedi. “Yani buraya geldiğimde on sekiz yaşındaydım. Yıllardır buradayım, neden biliyor musun?”
“Neden?”
“Çünkü buradan daha güvenli bir yer yok. Doğup büyüdüğüm ev bile bu kadar güvenli değildir.”
Sessizce kıza baktım.
“İlk geldiğim zamanlar burada bir sivilin kalması kesinlikle yasaktı ama sevgilimin görev yeri artık burasıydı ve ailem de beni sevgilime, yani Vural’a emanet etmişti. Vural’ı çok severlerdi, özellikle annem onun bir asker olmasının onu daha güvenilir bir insan yaptığını düşünürdü. Kalacak yerim yoktu, Vural yurtta kalmamı istemiyordu çünkü ben onun emanetiydim. Şu an emanet deyince pek itici geldi bana ama bilirsin işte, anneler için evlatları çok değerlidir. Benim annem için de ben çok değerliydim ve birinin bana göz kulak olmasını istiyordu.” Yatağın ucuna oturup bacak bacak üstüne attı. “Vural da tesiste kalmak zorunlu olduğundan beni de bu tesise sokmaya karar verdi. Başta reddedileceğini düşünsek bile Muşta sandığımız biri gibi değildi, duyduğumuz o şehir efsanelerinde anlatılan adam değildi, beni hiç düşünmeden tesise kabul etti, beni buradan saydı ve bu gördüğün odanın üzerindeki emeklerin sahibi de o.”
“Bana bunları neden anlatıyorsun?”
“Muşta’nın asla kötü şeyler yapmayacağını bilmeni istediğim için. Emin ol, onun yetiştirdiği hiçbir asker de düşündüğün gibi karanlık işler yapmaz.” Sessiz kalmayı tercih edip kızın gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Derin bir nefes alarak, “Eve mi dönmen gerekiyor?” diye sordu.
“Önce Kestane’yi görmek istiyorum,” dedim, sonra durup Nihan’a baktım. “Şey, o gece yaralanan…”
“Onu biliyorum,” dedi Nihan başını sallayarak. “Şiddetli bir çarpmaya maruz kaldığı için bazı kemiklerinin kaynaması zaman alacak. Geceleri ağrı kesicisini ben yapıyorum.” Ona bakakaldım. “Ben bir hemşireyim. Okuduğun okulun araştırma hastanesinde görev yapıyorum.”
Farkındalıkla başımı salladım, ardından içim buruk bir acıyla doldu. Kestane’nin hâlâ acılar içinde olması içime çok dokunmuştu. Gözlerimi Nihan’ın gözlerine dikerek, “Onu görebilir miyim?” diye sordum umutla.
“Küçük revirde,” dedi başını sallayarak. “Elbette, sana onu gösteririm. Küçük revirde genelde timin görev köpekleri tedavi edilir. Onu da orada tutuyoruz.”
Onun iyi bakıldığını bilmek içimi rahatlatsa da onu görmeye ihtiyacım vardı. Çok acılar çekmiş olmalıydı, hatta hâlâ acılar çekiyordu. Nihan eğilip Simi’nin başını okşadıktan sonra, “Gidip Kestane’ye bakalım,” dedi bana. “Eminim seni görmek ona daha iyi hissettirecektir.”
Başımı yavaşça salladım. Nihan’ın odasından çıktığımızda yağmurun şiddetli sesi koridoru inletiyor, boydan cam olan duvardan zemine yağmurun gölgeleri düşüyordu. Nihan önde, ben onun arkasında koridorda ilerlemeye başladık, bir araya saptık ve şimdi daha dar bir koridordaydık. Burası diğer koridorların aksine daha karanlık ve havasızdı. Bir süre yürüdükten sonra kapılardan birinin önünde durdu, kapının kenarındaki gri tabelada siyah harflerle Köpek Timi Revir Alanıyazıyordu. Burada böyle bir bölümün olmasına şaşırsam da aslında o gecenin tek şanslısının Kestane olduğunun da farkındaydım.
Nihan revirin kapısını açınca, içeriden sert bir kuru mama kokusu dışarıya vurdu, yüzümü buruşturarak içeriyi görmeye çalıştım. Nihan girip bana kapıyı araladı, içeride beyaz bir floresan yanıyordu, ağır adımlarla odaya girdim. Beklediğimden daha büyük görünen revire baktım. İçeride oldukça geniş kafesler vardı, tüm kafeslerin içinde konforlu görünen minder yataklar vardı. Muhtemelen tedavi edilen canlar burada dinlendirilip bakılıyordu. Kafeslerden birinde siyah bir K9 köpeğinin olduğunu fark edince eğilip kafese baktım, K9 gözlerini usulca araladı, patileri çenesinin altında bir biçimde yatıyordu, hâlsiz görünüyordu.
“Bu Dost,” dedi Nihan. “İki hafta önce bir göreve katıldı, görevde yaralandı, şimdi iyi. Birkaç güne kalmaz ayaklanır. Ciddi bir ameliyat geçirdi.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı, parmaklarımı kafese yaklaştırdığımda, Dost’un gözleri aralık duruyordu, zararsız görünüyordu ama yine de bana hırlamıştı. İrkilerek geri çekildim, Nihan eğildi, parmaklarını kafese yaklaştırırken bakışlarını bana çevirdi.
“Yaralı olduklarında her zamankinden daha savunmasız olduklarından kendilerini koruma ihtiyacı duyarlar, bu yüzden seni uyarıyor,” dedi Nihan, parmaklarını Dost’un ıslak, siyah burnuna sürttü. “Her şey yolunda, dostum. İyisin. Bu akşam için bir ziyafete ne dersin?” Gülümseyerek bir süre Dost’un burnunu okşadı, ardından doğrulup kalktı ve kafeslerin içinde ilerlemeye başladı.
“Kestane’yi biraz daha uzak bir yere aldım,” dediğinde onu takip ediyordum. “Diğerlerinden korkmasını, kendini yabancı hissetmesini istemedim. Henüz aramıza yeni katılmış olsa da birkaç kafes uzakta tedavisi devam eden Cango ile dost oldular gibi, birbirlerine tepki veriyorlar.”
Kalbim heyecanla çarpmaya başlamıştı. “Cango kim? O da mi timden?”
“Evet,” dedi Nihan. “Ama Cango pek uyum sağlayamadı, biraz aksi bir erkek, kaba kuvvete fazlasıyla başvuruyor.” Kafeslerden birine doğru eğildi. “Bak, bu Cango. O kadar aksidir ki, katıldığı operasyonlardan birinde bir adamı yakaladı fakat ciddi zararlar vererek yakaladı. Adam da ona zarar vermiş. Şu an iyi, iki gün içinde çıkışı yapılacak. Cango çok sağlam bir çocuktur, değil mi Cango?”
Gür bir havlama sesi odanın duvarlarını inletince yüreğim ağzıma gelmişti, eğilip Cango’ya baktım. Bu bir kurt köpeğine çok benziyordu, Cango da tıpkı K9 gibi simsiyahtı ama gözleri maviydi, gök mavisi… Uzun süre köpeğe baktıktan sonra bakışlarımı ondan ayırdım.
“Kestane ile dost mu oldular?”
“Öyle görünüyor, birbirlerine tepki veriyorlar ve düşmanca bir tepki değil.”
Bir dost edindiğini bilmek bana güç vermişti. En azından bu hikâyenin bir mutlusu olmalıydı. Sokaklarda geçen koca bir ömrün ardından belki de şimdi sıcak bir yerde olmak ona iyi hissettiriyordu, kim bilirdi? Nihan, araya saptı ve kafeslerden birinin kapısını yavaşça açtığını duydum, kalbim gür bir şekilde çarpmaya başlamıştı.
“Bak Kestane, burada kim var.”
İlerleyip gözlerimi açılan kafese indirdim. Kestane’nin önce patisini gördüm, ardından güçlükle de olsa kafesten çıktı. Ensesinden ön göğsüne kadar uzanan kan izlerini görmek bir an gerçekten dizlerimin üzerine çöküp hüngür hüngür ağlamaya başlayacağımı hissettirdi. Dizlerimin üzerine çöktüm, beni görür görmez tatlı bir homurtu çıkarıp kafasını güçlükle de olsa elime sürttü, onu boynundan yavaşça kavradım ve ona sarıldım. Bu duygu, gözlerimden akmaya başlayan yaşların doğumunu başlatan bir ebe gibiydi.
“İyisin,” dedim gözlerimden yaşlar dökülürken, Kestane’nin tırtıklı dilini yanaklarımda hissettim, gözyaşlarımın üzerinden geçip onları silmek ister gibi temizledi. Beni gördüğüne çok mutlu olmuş gibi görünüyordu, çok uzun bir zaman geçmemişti ama sanki yıllardır beni görmemiş gibi özlem doluydu. Belki de onu bu denli heyecanlandıran, bu ortamda tanıdığı tek insanı görmekti.
“Çok güçlü bir çocuk,” dedi Nihan, bizi izlediğini hissettim ama dönüp ona bakmadım. Kestane’ye daha sıkı sarılarak onu bağrıma bastım. Tüm bedeni ağrılar, derin sancılar içinde olmalıydı ama yine de mutlu görünüyordu. İyi olacağını bilmek, içimdeki ağrıyı biraz olsun bastırıyordu.
“Öyledir,” dedim Kestane’nin başının üzerini öperken. “O çok güçlü bir çocuktur. Beni daima koruyup kollardı, beni eve geçirir ve diğer dostlarının bana zarar vermesini engellerdi.”
“Sokaktaki çocukların çoğu maalesef kötü muameleye maruz kaldıkları için hırçınlaşabiliyorlar,” dedi Nihan, sesi üzgün geliyordu.
“Evet,” diye fısıldadım. “Bazıları da kötü muameleye maruz kaldıklarından dolayı insanlara yaklaşmıyor, çağırdığımızda bile kaçıyorlar. Sokaklardan birinde yedikleri tekme, azar, onlara diğer sokakta okşamak için uzanan ele tedirginlikle bakmalarına neden oluyor.” Kestane’nin tüylerini öpüp yutkundum. “Keşke onları bizden korumanın bir yolu olsa.”
“Keşke.” Nihan, derin bir nefes aldı. “Seni gördüğüne epey sevinmiş görünüyor.”
“Ben de onu gördüğüme çok sevindim. Keşke onu alıp götürebilsem,” diye fısıldadım, Kestane söylediğim şeyi anlamış gibi kafasını yanağıma sürttü, bu beni gülümsetti ama gözlerim topladığı yaşlardan dolayı yanmaya başlamıştı.
“Burada çok daha güvende olacaktır,” dedi Nihan, güven veren sesine rağmen kalbimdeki tedirginlik öyle büyüktü ki, kimsenin hiçbir sözcüğü benim içimdekileri bastırmaya yetmeyecekti.
“Buraya çok güveniyorsun,” dedim sonunda konuşma ihtiyacı duyduğumda. Nihan’ın bakışlarını üzerimde hissettim, Kestane’nin başını öpüp gözlerimi Nihan’a çevirdim. “Sana göre burası çok güvenliyken, benim için yeterince güvenli değil.”
“Henüz burayı bilmediğin ve kimseyi tanımadığından olmasın?” Kaşlarını kaldırarak yüzüme bakmaya başladı. Konuşmayacağımı anlayınca devam etti: “Hayatının hiçbir noktasında bir insana güvendin mi bilmiyorum ama eğer güvenmenin ne olduğunu bilseydin, karşında güvenen bir insan varken ve sana ne kadar güvenli olduğunu hissettiren cümleler kuruyorken böyle karşılıklar vermezdin. Güvenmek nedir bilmiyorsun, değil mi?”
Gücüm her ne kadar içimi keşfetmeyi bekleyen dev dalgalar gibi yükselip kayalıklarıma çarpmak istese de aslında tükenmenin eşiğindeydi ve belki de bu son yükselişiydi. Gözlerimde tedirginliğin yeniden filizlenmeye başladığını fark ettiğimde, bakışlarımı Nihan’dan ayırdım. Bir insana nasıl güvenilirdi, bunu bilmediğim doğruydu. Hatta tüm hayatımı bir güvensizliğin var ettiği tedirginlikle, daima kalbimde ve ruhumda olan büyük bir huzursuzluğun gölgesinin altında geçirmiştim.
“Bunları konuşmak istemiyorum,” dedim sadece. “Ne sen beni tanıyorsun ne de ben seni.”
“Doğru,” dedi Nihan. “Ve sen tıpkı beni tanımadığın gibi, sana göre her şeyin suçlusu olan o askeri de tanımıyorsun.”
Doğruydu. Zincir’i tanımıyordum, aslında kim olduğunu bilmiyordum ve bana kalırsa ömrümün sonuna dek bunu bilmeden yaşamaya devam edecektim. Ne o kendini bana ne de ben kendimi ona tamamen açmayacaktık. Bu işin sonu nereye varacaktı bilmiyordum ama her şey bittiğinde biz birbirimize karşı hâlâ birer yabancı olmaya devam edecektik.
“Bana nasıl davrandığını görmedin,” dedim sertçe. “Sanki o gece yaşanmamış, her şeyin suçlusu o değil de benmişim gibi davrandı.”
“Her şeyin suçlusunun o olduğunu mu düşünüyorsun sahiden?”
Nihan’ın kaşları hayretle havaya dikilmişti, elindeki anahtarlığı yavaşça çevirip başını iki yana sallarken düşünceler onun da zihnini bir yumru gibi doldurmuşa benziyordu.
“Hissettiğin suçluluk o kadar büyük ki, kendini aklayabilmek için herkesi suçlayabilirmişsin gibi duruyor. O gecenin yaşanmasına tek sebep o değil. O geceye dön ve tekrar düşün, bence düşünmeye ihtiyacın var. Yeterince kaçmışsın, şimdi düşünme zamanı.”
Kestane çenesini dizime sürtünce, gözlerimi köpeğin kan lekeleriyle dolu tüylerine indirdim. Gecenin en büyük izlerini taşıyan ben değildim, Kestane’ydi. Kim bilir ne kadar korkmuş, nasıl büyük acılar çekmişti. Burnumdan verdiğim nefes onun tüylerine dökülerek tüylerini geriye doğru yatırırken onun çenesinin altını usulca okşamaya başladım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Yüreğimi esir alan bu suçluluk duygusunun doğurduğu her eylem, sonunda birini suçlama isteğini sırtında taşıyordu. Evet, Zincir haklı değildi ama ben de haklı değildim. Evet, Zincir suçsuz değildi ama ben de suçsuz değildim.
Revirin kapısının açıldığını duyunca irkildim, Kestane kulaklarını dikerek sesin geldiği yöne çevirdi bakışlarını. Nihan’ın adımları kapıya doğru düşmeye başladı ve ardından yere düşen bir diğer adım seslerini duydum. Postalların altında ezilir gibi ses çıkaran yerden anladığım kadarıyla gelen bir askerdi.
“Onu burada bulacağıma emindim,” dedi Zincir, sesi soğuk bir namlu gibiydi ve gecenin ortasında şakağıma yaslanmış gibi hissettiriyordu. “Hadi, gidiyoruz.”
Yavaşça doğrulup kalktım, Kestane yorgun bakışlarını yüzüme çevirmişti. Avucumu başına sürterek geri çekildim. “Tekrar geleceğim, oğlum,” dedim kısık sesle.
“Seni kapıda bekliyorum,” dediğini duydum Zincir’in, ardından, “Nihan, sağ ol,” dedi.
“Sorun değil ama aranızdaki husumetin son bulması ikiniz açısından da iyi olur. Bu hem ikiniz hem de tesis için gerekiyor. Orta yolu bulun.”
“Endişe etme,” dedi Zincir onu telkin etmek istiyormuş gibi ama sesi böyle bir durumda bile soğukkanlı, mesafeliydi.
“Beni yanlış anlama,” dedi Nihan kendini açıklamak istiyormuş gibi. “Sadece, biliyorsun… Boka battık.”
“Siz değil,” dedi Zincir üzerine basa basa. “Tesisten hiç kimseye zarar gelmeyecek.”
“Seni yalnız bırakmazlar,” dedi Nihan, kaşlarını çattığını hissettim. “Bırakmazlar değil, bırakmayız. Bunu biliyorsun, değil mi?”
“Biliyorum, Nihan ama buna gerek yok,” dedi Zincir betondan daha sert, daha soğuk bir sesle. Sesine çarpsam, kemiklerimi kırarmışım gibi hissediyordum.
“Buna gerek olup olmadığına biz karar veririz, sen değil. Hadi, kızcağızı evine bırak. Bence onun da dinlenmeye, kendiyle baş başa kalmaya ihtiyacı var.” Nihan’ın bakışlarını üzerimde hissetsem de bakışlarımı Kestane’den ayırmıyordum. Zincir’e yaklaştığını hissettim, yavaşça fısıldadı: “Kafası epey karışık, sana gibi görünse de aslında en çok kendisine öfkeli. Onun üzerine gitmeyi kes.”
Zincir, buna cevap vermedi.
“Gidiyorum ama geri geleceğim,” dedim onların yanımdaki varlıklarına aldırış etmeden. “Sen her zamankinden daha iyi olacaksın. Bir dahaki sefere gelirken sana elimde ne zaman görsen üzerime atladığın tarçınlı kurabiyelerden de getireceğim, sözüm olsun.” Eğilip kurumuş kanlarla kaplı tüylerinin üzerini öptüm. “Şimdilik hoşça kal.”
Kestane, sanki beni anlıyormuş gibi bir ses çıkardı, bu ona karşı hissettiğim sevginin daha da harlanmasına neden olurken dolu gözlerimi ellerimin tersiyle silerek sırtımı Kestane’ye döndüm. Nihan, bana belli belirsiz bir gülümsemeyle baktıktan sonra Kestane’ye doğru ilerledi. Bakışlarım Zincir’in buz sıcağı gözlerine çarparak dengesini kaybettiğinde, o gözlerin enginlerinde en soğuk kış sabahına rastlamıştım. Yanından öylece geçip çıkışa doğru ilerlemeye başladım, bir süre arkamdan gelmese de sonra adımları beni ürkütecek sesler çıkararak yere düşmeye ve ensemde ilerleyen bir ölüm gibi beni takip etmeye başladı.
Arkamdan geldiğini bilmek beni gerçekten geriyordu. Karanlık, dar, havasız koridorda yağmurun gürültüsü zihnimi allak bullak ederken diken üzerindeymiş gibi yürüdüm. Tamamen camdan oluşan duvarın önüne geldiğimde adımlarım yavaşladı ve Zincir konuştu: “O köpeğe çok düşkünsün.”
“Onun bir ismi var.”
“Biliyorum,” dedi. “Kestane.”
Dişlerimi gıcırdattım, Zincir’in bana doğru yaklaştığını hissetmek bedenimin gerilmesine neden olsa da yerimden kıpırdamadan aramızdaki mesafeyi sıfıra indireceği ânı beklemeye başladım. Tam arkamda durdu, sıcak bir şekilde burnundan dökülen nefesini ensemde hissedebiliyordum.
“Üzerine gelmek istemedim,” demesiyle sesinin zihnime bir yıldırım misali düşmesi bir oldu. İrkildim, sesinin bu kadar çok, sanki kalbimin olduğu yerdeymişçesine yakından gelmesini beklemiyordum. “Sadece beni suçlayıp duruyorsun, buna bir son vermek zorundayız.”
“Kendin dedin. Bundan sonra senin düşmanın değil miyim?”
Burnundan sert bir nefes verince, nefesin sıcaklığı başımın üzerini kara bulutlar gibi kaplayarak düşüncelerimi içinde yakan bir ateşe dönüştü.
“Öyle değil desem bile bana düşmanına bakar gibi bakmaktan vazgeçmeyeceksin, Matmazel Zeki,” dedi kısık, nahif yükselen sıcak nefesli sesiyle.
“Bana şöyle seslenmekten vazgeç. İsmim var benim.”
“Biliyorum,” dedi tıpkı az önceki gibi. “Zeliha.”
Gücümün bende kalan son kırıntılarını kullanıyordum. Bana bu kadar yakın olması, sesinin zihnime ait bir fırtına gibi hissettirmesi, o gece yarattığı kâbusun beni çemberinin içine alarak nefesimi kesmek ister gibi sıkması ve kelimelerindeki o içime çapa gibi saplanan korku duygusu… Bunlar benim için çok fazlaydı.
“İsmin ne bilmiyorum,” dediğimde bir an bu söylediğim benim kulağıma bile bir sızlanma, yakınma gibi gelmişti. Sonra kendimi toplayarak, “Umurumda da değil,” diye mırıldandım. “İnsan tanımadığı birine düşman olamaz. Sen beni düşmanın gibi de görebilirsin, müttefikin olarak da görebilirsin. Sen benim için kırk kat el gibisin.”
Yüzünü tehditkâr bir biçimde saçlarımın içine yaklaştırarak, “Biliyorum,” dedi. “Ama kötü bir haberim var, Matmazel Zeki. Tam böyle aramızda kırk nefes payı bile yokken de sesimi duyacaksın…” Beni sırtımdan iterek yürümemi sağladı. “…kırık adım uzakken de sesimi duyacaksın.”
Yere düşen adımlarının sesini duydum, bedenim buz kesmişti.
“Hatta o kadar çok sesimi duyacaksın ki, ağzından çıkan kelimeleri benim söylediğimi sanacaksın.”
İçimde yarattığı enkaz alanı yeteri kadar büyük değilmiş gibi bir de kasırga olup, darmaduman ettiği şehrimin üzerinden geçerek tozumu dumanıma savurmak istiyordu.
Aniden ona doğru dönmemle ıslak saçlarım havada bir kırbaç gibi şakıyarak önce onun boynuna sonra da kendi suratıma çarptı. Yangın yeri gibi alev almış gözlerimi gözlerine onun ruhundaki karanlığa meydan okur gibi diktiğimde, boğazının gerginliğinde bir sandal gibi çıkıntılı duran âdem elması, boğazı boyunca kayarak bir nehrin içinde ilerliyormuş da dalgalarla mücadele ediyormuş gibi savruldu. Gözlerindeki buz sıcağı ise hâlâ tenimin üzerine saplanmış ucundaki alevlerden soğuk yayılan meşaleler gibiydi.
Gök gürültüsünün sesi ortamızdan bir kılıç sıyrığı gibi geçti.
“Neden avucumun içinde olduğunu kabul edemiyorsun da böyle sana mecburmuşum gibi konuşuyorsun? Ben nefes aldığım sürece, bana mecbur olan sensin. Bunu sakın unutma,” dedim gözlerimi tek bir an olsun bile kırpmadan onun buz sıcağı gözlerine bakarken.
“Yanlışın var,” dedi Zincir, sesi kurumamış beton gibiydi. “Ben kimsenin avucunun içinde değilim. Ama eğer istersem, sen benim avucumun içinde olursun.” Gözlerini gözlerime resmen mühürlemişti. “Anlatabildim mi?”
“Karşında kim olduğunu bilmiyorsun,” dedim üzerine basa basa. “İstesem seni tüm bu söylediklerine pişman edebilirim. Edebileceğimi sen de biliyorsun.”
Bana söylediklerim onu bir an gerçekten güldürecekmiş gibi baktı, aramızdaki bakışmanın trafiği çok yoğundu, artık onun gözlerinde adım atacak yer bulamıyordum ama gözlerini ilk kaçıran da ben olmak istemiyordum.
“Gidiyoruz,” dedi, ıslıklı nefesi yüzümün sınırlarını sıyırarak geçti, omzunu omzuma yavaşça çarparak yürümeye başladı.
Gözlerimde gerçekten bir yorgun ifade olmalıydı, aynaya baktığımda göreceğim görüntüden gerçekten korkuyordum ama onun karşısında çok güçlü durmak zorunda olduğumun da farkındaydım. Bana baktığında ne gördüğünü merak ediyordum. Uykusuz, yorgun, korkularıyla savaşan küçük bir kız mı görüyordu? Oysa ben bunlardan ibaret değildim. O bana baktığında ne görüyorsa, ben bundan daha fazlasıydım.
Zincir’i takip etmeye başladım. Adımları benimkinin üç, dört katı büyüklüğündeydi. Ona yetişmek için koşar adımlarla ilerlemem gerekiyordu. Uzun bacaklarını kullanarak saniyeler içinde koridorun diğer ucuna varmıştı. Muşta’nın odasının önünden geçerken kapının açık durduğunu fark ettim, bakışlarım yavaşça omzumun üzerinden odanın içine doğru kaydı ve karanlık koridorun gizlediği bedenim onun görüş alanına girmese de masasının arkasında oturan Muşta’yı görebiliyordum.
Mavi gözleri elinde tuttuğu kalemdeydi, kalemi iki parmağının arasında tutuyor, gümüş rengi kalemi büyük bir dikkatle izliyordu. Hatta dikkatini kaleme öyle çok vermişti ki, ne gözlerini kırpıyor ne de sanki nefes alıyordu.
Donup kaldım. Nedendir bilinmez onun bu dikkati bana çok küçükken hatıralarıma gömdüğüm bir anıyı tekrardan hatırlatmıştı. Babamın tıpkı böyle dalgın bakan gözlerle elinde tuttuğu kravatı izlediği o an… Elimde pembe elbiseli bir bez bebekle onu kapının aralığından böyle izlediğim bir ânı… Her gece hesap yaptığı masasının önünde oturmuş, kravatı öyle dikkatli izlemeye koyulmuştu ki, kapıyı aralayıp kafamı içeriye uzattığımı, hatta ona seslendiğimi bile duymamıştı. Yağmurun gölgesi, Hakan Basri Şenkaya’nın odasının zeminine şekiller çiziyordu.
“Yürümeyecek misin?” diye sordu Zincir, sert sesi koridorun diğer ucunu çınlatsa da Muşta’nın dikkatini dağıtmaya yetmemişti, hatta Muşta kaleme öyle çok dalmıştı ki sanki Zincir’in sesini bile duymamıştı.
Zincir’e cevap vermeden yavaşça odaya yöneldim, aralık duran kapıyı biraz daha ittim ve iki kaşımın ortasında belirmiş merak yarığıyla onu izlemeye başladım. Hakan Basri Şenkaya gözlerini kalemden bir an olsun ayırmıyordu. Mavi gözlerinde gerçekten durgun, hatta biraz da yorgun bir ifade vardı. Zihnini yoran sorunların sesini kesmiş gibiydi ama sanki ruhundaki sakinliğin asıl nedeni, ruhunun kan kaybediyor oluşuydu. Onu henüz tanımasam da görmeye alışkın olmadığım bir şekilde görüyor olduğumdan dolayı şaşkındım.
Mavi gözler yavaşça doğrularak gözlerime tutundu, beni karşısında bulmayı beklemiyor olduğundan ruhundaki sıkıntıyı saklamak ister gibi kaşlarını çattı ama daha sonra ondan çekinmemi istemiyormuş gibi ifadesini yumuşatmaya çalıştı. Gözlerim kalemi tutan parmaklarına kayarken bedenim buz tutmuş gibiydi, ne diyeceğimi bilemiyordum ve öylece kapısını araladığım için bana kızmasından korkuyordum.
“Size gideceğimi haber vermek istedim,” diye yalan söyledim gözlerimi kalemden ayırmadan.
Bakışlarım güçlü parmaklardan sökülür gibi ayrılarak gözlerine tırmandı, çelik mavi gözlerinde daha önce rastlamadığım bir sakinlik vardı.
“Seni burada gördüğüme sevindim, Zeliha,” dedi, sesi ılık değil, aksine kutuplardaymışım gibi hissettirecek türden soğuktu ama bakışları öyle değildi; onun mavi gözlerinin içine baktığımda korku değil güven verdiğini hissediyordum. Ama yine de o güven veren mavi gözlerinde karanlık bir ifade vardı.
“Sorular yok mu?” diye sorduğumda duraksar gibi oldu, yavaşça yutkundum. “Cenan Kaplaner hakkında.”
Mavi gözlerin dehlizlerinden biri ellerini yukarı kaldırıyor ve yardım çığlıkları atıyordu sanki. Yoksa sadece bana mı böyle geliyordu? Onu zora sokmuşum hissi boğazımdan aşağıya bir endişe kırığı gibi kayarak, boğazıma saplanarak ve orayı yarıp parçalayarak indi. Hakan Basri Şenkaya, şimdi o gece gördüğüm adamdan daha karanlık hissettiriyordu ama tuhaf bir biçimde o gece onu gördüğümde hissettiğimden daha fazla güven veriyordu. Sanki onu ve çevresindeki her şeyi karanlık yutmuştu.
“Soruları sorsam bile cevapları alamayacağım,” dedi. “Gidip dinlen, Zeliha. Seni fazlasıyla yorduk.”
“Kapınızı çalmadan girdiğim için özür dilerim,” dedim, parmaklarının ucunda tuttuğu kalemi yavaşça çevirip sakince yüzüme baktı.
“Bir önemi yok,” dedi, bakışlarını yüzümde uzun uzun dolaştırdı. “Benimle sizli bizli konuşmana gerek yok.”
“Ama siz…”
Yorgun, cansız bir gülüş eşliğinde başını iki yana salladı. “Basri abi ya da Hakan abi yeterli. İstersen Muşta da diyebilirsin. Madem buraya girip çıkacaksın, aradaki mesafeyi biraz olsun kaldırabiliriz, Zeliha. Üstelik ben sana isminle hitap ediyorum, yanına herhangi bir ek koymadan.”
“Deneyeceğim,” diye fısıldadım.
“Deneme, Zeliha. Yap.”
“Peki, Basri abi,” dedim zoraki bir şekilde.
“Hadi git şimdi, dinlen biraz.” Kalemi yavaşça gümüş renkli kutusunun içine kaldırdı, parlak metal kutuyu tok bir ses eşliğinde kapatıp gözlerini tekrar yüzüme çevirdi. “Hadi.”
Odasından çıkarken kafam allak bullaktı. Koridorun sonunda Zincir beni bekliyordu, yüzünde belli etmemeye çalışsa da gergin bir ifade vardı. Tam önüne gelip yorgun gözlerimi ona çevirdiğimde, “Neden onun odasındaydın?” diye sordu sert bir sesle. “Seni o mu çağırdı?”
“Kendim girdim.”
“Kapıyı çalmadan mı? Çıldırmış olmalısın.”
“O senin aksine kibar biri,” diye homurdandım. Bana garip garip baktı ama umursamadan yanından kayarak geçtim. “Evime gitmek istiyorum. Biraz yürüdükten sonra taksi çağırabilirim, beni senin ya da başkasının bırakmasına lüzum yok.”
“Mantıksız mantıksız konuşma,” dedi sadece, sonra hiç konuşmadık ve birlikte tesisten çıkarak sağanak yağmurun altında arabasına doğru yürümeye başladık.
Arabasının içi soğuktu. Hava o kadar çok kararmıştı ki tavan lambasını yakması gerekiyordu ama bunu yapmadı, karanlık aracın farlarından dökülen ışık dağ yolunu ikiye yardı ve araç engebeli arazide ilerlemeye başladı. Bedenim kuru olduğu için hâlimden memnundum, ıslak kıyafetlerimi tesiste unuttuğum içinse tedirgindim.
Eve kızlardan önce ulaşırsam üzerimdeki kıyafetleri açıklamak zorunda kalmazdım ama Çolpan çoktan eve varmış olmalıydı. Dağın dik yokuşunu inmeye başladığımızda gözlerimi ön cama çevirdim ve şehrin yanmaya başlayan ışıklarından ne kadar uzakta olduğumuzu bir kez daha fark etmiş oldum.
Beklenmedik bir şekilde, herhangi başka bir cümle kurmadan, “Hayatında biri var mı?” diye sordu, sesindeki umursamazlığa takılma şansım bile olmadı çünkü sorduğu soru gözlerimin şokla irileşmesine neden oldu.
Ellerimi dizlerime bastırarak ona omzumun üzerinden garip garip baktım ama bana değil, doğrudan yola bakıyordu.
“Ne diye soruyorsun?”
“Gül yüzüne merakımdan sormuyorum,” dedi iğneli bir sesle. “Hayatında biri var mı, yok mu?”
Onun boğazına yapışıp tırnaklarımı tenine geçirmek, beyaz suratı morarana kadar boğazını sıkmak istiyordum. Bunu yapamayacağım için dişlerimi sıkarak profilini izlemeyi sürdürdüm. Sonunda ona baktığımı fark etmiş gibi gözlerini kısaca bana dokundurdu, buz sıcağı gözlerinde bir umursamazlık, soğukluk, mesafe ama bir yandan da kötü hissettiren bir alay vardı.
“Bu sorunun seni bu denli heyecanlandıracağını düşünmemiştim,” derken sesindeki alay şimdi zehir kadar yoğun kıvamlıydı. Burnumdan sert bir nefes verip, ona olan nefret duygum daha da kabarırken gözlerimi yola çevirdim. “Cevap verecek misin, Zeliha?”
“Hayır, vermeyeceğim,” dedim düz bir sesle.
“Buna cevap verene kadar evet ya da hayır diyebilir, konuyu burada kapatabilirdin. Çocuk gibisin.” Araç yerden havalanıyormuş gibi hızlanınca sertçe yutkundum. “Kaç yaşındaydın sen, üç mü?”
“Kendin çok büyükmüşsün gibi konuşma,” dedim, evet benden birkaç yaş büyük olduğuna emindim ama görüntüsüne bakılırsa aralarındaki en genç asker o gibi duruyordu. Birden alayla güldüğünü duydum, bakışlarım ona çevrildi ama bir şey söylemeden arabayı sürmeye devam etti. “Ne gülüyorsun?”
“Gülmedim,” dedi sadece ama gözleri hâlâ alayla parlıyordu, nedenini anlayamamıştım. “Ve senden bir cevap bekliyorum.”
“Ne diye soruyorsun?”
“Var ya da yok demek bu kadar zor mu?”
“Sana herhangi bir cevap vermek zorunda değilim,” dedim sertçe. “Hem ne diye bunu soruyorsun? Varsa, beni onunla mı tehdit edeceksin bu sefer?”
Aracın silecekleri otomatik bir ses çıkararak çalıştı, yağmurun damlalarını ön camın yüzeyinden sıyırarak temizledi, aramızda ölümcül bir sessizliğin ilk adımları atıldı. Ona karşı çok öfkeli hissediyordum kendimi, aynı şekilde onun da bana karşı öfkeli olduğuna çok emindim ama bunun umurumda olduğu söylenilemezdi.
Araç şehir merkezine indiğinde yağmur da sanki şehre daha seyrek düşüyormuş gibi yavaşlamıştı, silecekler şimdi belli aralıklarla çalışıyor, ara sıra buğulanan trafiğin görüntüsünü berraklaştırıyordu.
“Senin arabanda görülüp durmam ne kadar doğru?” diye sordum gözlerimi ona çevirip, profiline uzun uzun, dik dik bakarak ama bana cevap vermedi. “Durdur arabayı, buraya kadar. Buradan sonrasını kendim gidebilirim. Her an sırtından bir bıçak darbesi yiyecekmişsin ve o bıçağın sahibi ben olacakmışım gibi davranmayı kes.”
“Bak, dilli düdük,” dedi sert bir nefes vererek. “Çocuk parkında değiliz, seni bilmem ama ben çocuk da değilim. Oyun arkadaşınmışım gibi davranmayı bırak.”
“Ne oyun arkadaşından bahsediyorsun?” Ona yüzümde engel olamadığım bir tiksintiyle baktım. “Tazecik bir yaraya parmağını bastırıp duruyorsun, şunu kes! Senin için kan görmek çok normal olabilir ama benim için değil, anladın mı? Normal davranmamı bekliyorsun ama benim bunun için zamana ihtiyacım var.”
“Benim zamanım yok.”
“Senin neyinin olup olmadığı benim umurumda değil,” dedim. “Anlasana, burnuma kadar boka battım ve sen beni elimden tutup içine gömüldüğün bataklığa çekiyorsun beni. O gece orada olduğun için sana minnettarım ama yine o gece orada olduğun için senden nefret ediyorum.”
Zincir, bu söylediklerim onu öfkelendirmekten başka hiçbir işe yaramıyormuş gibi aracın gazına yüklendi, araç kükreyerek öne doğru atılırken ağlamamak için kendimi sıkıyordum. Beni oradan oraya arkamızda atlılar varmış gibi koşturması beni iyileştirmiyor, daha da derinlerine sürüklüyordu içine gömülü durduğumuz o karanlık bataklığın.
“Neden böyle davranıyorsun? Görmüyor musun? O geceden sonra hissettiğim tek şey mahvolduğum. Her şey gözlerimin önünde oldu.” Avuçlarımı yüzüme bastırıp sinirle güldüm. “Neden benden soğukkanlı bir askermişim gibi davranmamı istiyorsun? Ben senin gibi değilim, anlasana.”
Ellerim yüzümdeyken bir süre sessiz kaldı, ne düşündüğünü, nasıl baktığını bilmiyordum ama içimden bir ses, yine hissiz gözlerle önünde akıp giden yolu izlediğini söylüyordu. Onun önünde bu hâlde olmak benim için felâketti, çok kötüydü ama yine de hislerimi görmesini istiyordum. Ona tamamını gösteremeyecek olsam da en azından neye yol açtığını bilmesi gerekiyordu. Benden kendisi kadar soğukkanlı olmasını bekleyemezdi, bu insafsızlık olurdu.
Araç aniden daha da hızlanınca avuçlarım yüzümden kayarak boynuma indi, bulanık bakan gözlerimi yola çevirip güçlükle yutkundum. Zincir, konuşmuyordu, sanki kelimeleri saklandıkları yerden çıkaramıyordu.
“Sadece biraz sabret,” dediğinde sesi ifadesizdi ama ondan bu cümleyi kurmasını beklemiyordum. “Her şeyi yoluna sokacağım, sadece biraz daha sabret.”
“Yalan söylüyorsun,” diye fısıldadım. “Eninde sonunda her şey ortaya çıkacak. Bir insanı canından ettik, sadece sen değil, ben de ettim. Beni okulumdan edecekler, bir daha babamın yüzüne bakamayacak konuma getirecekler, seni de…” Duraksadım. “Bir daha asker olamamaktan korkmuyor musun hiç?”
Buna cevap vermedi.
Oysa onun cevabı zihnimdeydi, “Bir Türk askeri hiçbir şeyden korkmaz.” Zihnimde bunu söylese de dili sessizdi, sanki o cümleyi kurabilecek kadar kendine güvenmiyordu bu defa. Görevinden olma düşüncesi, tıpkı benim gibi onu da ürkütüyor olmalıydı. Ürkmese bile en azından bu durumu düşünmek onu kötü etkiliyordu, buna emindim.
“Sen de tıpkı benim gibi korkuyorsun, değil mi? O yüzden bu kadar sertsin, o yüzden bana karşı bu kadar acımasızsın.” Burnumu çekip başımı anlayışla salladım. “İkimiz de birbirimize karşı kin duyuyoruz ve bu elimizde değil, değil mi?”
“Zeliha, artık bu konuşmaya bir son vermezsen bir çocuğu ağlatmak zorunda kalacağım ve bundan hiç hoşlanmam.”
“Bana kin duyuyorsun, değil mi? Hayatını mahvettiğimi düşünüyorsun,” dedim üzerine giderek, ne dediğimi pek bilmiyordum, duygularım çok büyük darbeler alıp sallanmaya, dengesizleşmeye başlamıştı.
“Ne duymayı bekliyorsun?”
“Bu işkenceyi ne zaman bitireceksin?” diye sordum. “Ben daha yolun başında yere düştüm, görüyor musun?”
“Görüyorum,” dedi. “Ağlayıp zırlayıp duracaksan arabayı durduracağım, bu yağmurun altında sıçan gibi gideceksin evine.”
“Ağlamıyorum ben.”
“Gözlerin dolu dolu yüzümü izliyorsun,” dedi, bana bakmamaya devam ediyordu, direksiyonu sıktığını ve parmak boğumlarının ölümü hatırlatırcasına bembeyaz kesildiğini gördüm. “Şunu kesmezsen ben keserim.”
“Ne?”
“Birlikte birkaç saniye sonra köşeyi dönecek olan tırın altında kalırız,” dediğinde sesindeki ruhsuzluk bir an onun benimle alay ettiğini düşünmeme neden olur gibi oldu ama saniyeler içinde köşeyi dönen kırmızı tırı görünce sırtımı sertçe koltuğa bastırıp iri iri gözlerle yaklaşmaya başlayan tıra baktım. Büyük bir hızla ona doğru ilerliyorduk.
“Ne yapıyorsun?” diye sorabildim sesim sarsılır gibi titrerken. “Çıldırdın mı?”
“Yolun başında nasıl düşülür biliyor musun?” Gaza biraz daha kökledi, tekerleklerden kıvılcımlar çıktığını hissettim.
“Kes şunu! Öldüreceksin bizi.”
“Yolun başında düşülür, sonra da kalkılır,” dediğinde gözlerini yoldan ayırmıyor, ayağını her defasında daha sert bir şekilde gaza bastırıyordu. “Devam edersin, topallayarak ya da acılar içinde; belki de ayakların olmadan, sürünerek. Ama devam edersin.” Gaza biraz daha yüklenince aracın camları sarsılmaya başladı. “O yolu sadece ölürsen yürüyemezsin.” Gözlerini kıstığını gördüm. “Madem yürüyemiyorsun, benim attığım adımların bir anlamı kalmaz. Madem yürüyemiyorsun, ölüm geldiğinde ona gülümse.”
“Ölmek istemiyorum!” Tam direksiyona atılacağım sırada bir elini direksiyondan çekerek elimi havada yakaladı, bu kadar hızlı hareket ediyor olması ve duyularının keskinliği beni dehşete düşürmüştü, diğer eliyle direksiyonu sertçe kırdı. Aracın tekerleklerinin ıslıklı çığlığı tüm bedenimin kaskatı kesilmesine neden olurken araç diğer şeride geçip hızla ileri atılmaya devam etti. Tır yanımızdan geçip, yoluna devam etmeye başlamıştı.
“Biliyorum,” dedi. “O yüzden yürüyeceksin.”
“Sen…” Derin, bedenimin sarsılmasına neden olan düzensiz nefesler alırken ona dehşet içinde bakıyordum, gözlerimdeki akmak için fırsat kollayan yaşlar ise artık kupkuruydu; gözlerimde sadece korku vardı.
Gözlerini yavaşça bana çevirdi. “Güzel,” dediğinde tam gözlerimin içine bakıyordu. “Artık ağlamıyorsun.”
“Ben…” Zincir, cümlemi kurmama izin vermeden gözlerini yavaşça yola çevirdi, neden ağladığımı düşündüğü süre boyunca yüzüme bakmamıştı anlamıyordum; anlamadığım bir şey daha vardı, neden böyle bir adamdı? Onun yanında olduğum sürece, hep yüreğim ağzımda mı yaşayacaktım? Kalbim buna en fazla ne kadar dayanabilirdi ki? Dayanabileceğimi hiç sanmıyordum ama birdenbire içimi kaplayan o karamsarlık kayboluvermişti. Çok tuhaftı, iğrenç olduğunu düşündüğüm şeyler yapıyordu ve bu şeyler anlamsızca bana iyi geliyordu.
Sokak lambalarının ışıklarının altında ilerleyen aracın içinde bir süre hiç konuşmadık. Bağlar’a çıkan yola girdiğimizde araç artık daha yavaştı. Cenan’ın ikimizi enselediği pastanenin biraz ilerisinde duran aracın motor sesi kesilince, dışarıda yeniden yağmaya başlayan sağanak yağmurun sesi karanlık aracın içini doldurdu.
“Yarın okula falan gelme,” dedim, sesimin sakin çıkması bir an beni duraksatsa da o bunu normal karşılamıştı. Beni sakinleştiren o muydu gerçekten? Hiç konuşmuyor, ön camdan dışarıyı izliyordu, silecekler çalışmadığı için aracın ön camı buğulu görünüyordu; sokak ışıkları o buğulu görüntünün arkasında esrarengiz bir tablo gibi görünüyordu.
“Her neyse,” diye mırıldandım cevap vermeyeceğini anladığımda.
Aracın kapısını açmamla keskin soğuk, yağmur damlalarına karışarak bedenime saldırdı. Islanmayı umursamadan kendimi araçtan dışarı attım, yağmur anlık görüş alanımı felç etse de Zincir’in aracın kapısını sertçe açtığını duydum. Yağmurun altında sırılsıklam olan saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp ona doğru döndüğüm sırada hızla aracın önünden dolandı ve ben daha ne olduğunu anlayamadan beni bileğimden yakalayarak kendine doğru çekti. Gözlerim şaşkınlık ve biraz da öfkeyle aralandı, tam ağzımı açıp bir iki laf edecektim ki, Zincir’in bir eli belime kaydı, beni belimden sertçe kavrayarak kendine yapıştırdı. Yağmur yeri göğü inleterek yağmaya devam ederken bana konuşma şansı vermeyeceğini anlamıştım.
Dudakları dudaklarıma aniden bir aracın bir bedene çarparak o bedeni metrelerce sürüklediği gibi çarpıp, ruhumu bedenimden âdeta sürerek uzaklaştırdı. Gözlerim iri iri açıldı, bedenim kaskatı kesildi, donup kaldım ama Zincir, beni öpmeye devam etti.
Ben bir yalanın ensesinde duruyordum.
Ve adını bile bilmediğim bir adamın dudakları dudaklarımdayken yağmurun kirpiklerime vuruşu bile gözlerimi kapatmama yetmiyordu.
🎧: ShamRain, Usvameri