Bir başıma olduğum yüksekliğin en ucundaydım. Rüzgârın sert dokunuşları tıpkı bir tokat gibi yüzüme düşerken aşağı inmenin yolunu bulamıyordum.
İnemiyordum. Kendimi boşluğa bırakamıyordum. Yaşayamıyordum. Ölemiyordum.
Kendi ellerime güvenip bir dala dahi tutunamıyordum; beni korumak zorunda olmayan bir dalı da koparıp yanımda götürmek istemiyordum.
Ön yolcu koltuğuna oturduğumda arabanın kapısını kapatmama fırsat bırakmadan kapıyı sertçe kapattı. Arabanın önünden dolaşarak kapıyı açıp sürücü koltuğuna yerleşti. Aracın motorunu çalıştırıp direksiyonu hafifçe kırdığı sırada düşüncelerin zihnimin içinde yükselerek kafamın içini boğmaya başladığını hissettim. Sesimizi sessizlik yutmuştu.
Emniyet kemerini bağlarken tek kaşımı kaldırarak yan gözle ona baktım. Altın kahve gözler profilinden net şekilde seçiliyordu, iri hareli kısık gözlerinin üstünde ve altında yer alan uzun kirpikleri, siyah cübbe giymiş gardiyanlar gibi gözlerinin bekçiliğini yapıyordu.
Bir anlığına acının bu adamın üzerinde pahalı bir smokin gibi durduğunu düşündüm.
“Nereye gidiyoruz?”
“Başlatıyorum,” dedi Kartal mekanik bir sesle. “Bu gece başlatıyorum.”
Duraksadım. Profilini ekseni altına almış karanlık aura, ürkütücüydü.
“Bu sorumun cevabı değil. Nereye gittiğimizi söylemedin.”
Sesimdeki mesafe yaşananların ördüğü duvardan kaynaklı değildi, benim ve onun arasında her zaman böyle bir duvar vardı. Şöyle dönüp geçmişe baktığımda uzun yıllar süren arkadaşlığım bana o evdeki her ruha dokunma fırsatı vermişti ama bu adamın ruhuna hiç dokunamamıştım.
Alaşan, bana herhangi bir cevap vermedi. Bunun yerine radyoya uzandı, gözlerini yoldan bir an olsun ayırmadan radyoyu açtı. Aniden aracın içine dolan yüksek sesli müzik göğüs kafesimde baskı oluşturdu. Yüzümü buruşturarak önce radyoya, ardından ona baktım. Hızlı bir şekilde üzerindeki siyah ceketini çıkarıp aracın arka koltuğuna fırlattı. Direksiyona dokunup hâkimiyeti elinde tuttuğunu belli ettikten sonra bir anda gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Tek eliyle direksiyon hâkimiyetini korumaya devam ediyor, boşta kalan eliyle de gömleğinin düğmelerini çözüyordu. Ona şaşkınlığımı saklamadan baktım. Bu herif ne yapıyordu?
Çözdüğü her bir düğme gömleğin kumaşını geriye yatırıyor, altındaki siyah tişörtün kumaşı ortaya çıkıyordu. Gömleği de çıkarıp arka koltuğa attı ve dövmelerini gördüm. Tek kolunun tamamı, diğer kolunun ise yarısı dövmelerle kaplıydı. Kardelen’in bu dövmeleri çok sevdiğini hatırladım ve onun dövmelerine bakmak bana sadece derin bir ızdırap hissettirdi.
Beni dövmelerden daha çok üzen, boynunda ve tişörtünün gösterdiği kadarıyla göğsüyle kollarında sıralanmış, gökyüzünü tenine indirmiş gibi gösteren benleriydi. Bu benlerin aynısı onda da vardı. O benlere öyle dikkatli baktım ki, Kartal’la birbirimize denk geldiğimiz sınırlı anlarda onu hiç incelemediğimi anladım çünkü bu kadar çok beni olduğunu bilmiyordum.
Sol kolunda bir kartal, zehir yeşili yapraklar, kırmızı, kaba durmayan bir gül ve çözemediğim birkaç figür daha vardı. Güle daha dikkatli baktım. İntikamı andıran bir hırsla aralanmış yaprakları kan rengindeydi. Kartal dövmesinin açık duran siyah kanatlarına baktığım esnada altın rengi gözlerin beni izlediğini fark ettim. Diğer kolunun dirseğine kadar olan kısmında pençe izleri vardı, bu pençe izleri bir kartala ait gibiydi.
Sayısız dövme, sayısız ben, sayısız duygu, sayısız karmaşa bu adamdaydı.
Kartal, torpido gözünü açıp gümüş rengi metallerden birini kaşına, diğerini sağ burun kanadına taktı. Direksiyonu sert bir manevrayla sağa kırdı ve iki koruluğun ortasına ince bir çizgi çeken gri yolda ilerlemeye devam ettik. Radyoda gırtlağından kopan hayvani hırıltılarla bağıra çağıra İngilizce küfürler savuran adamın seslendirdiği şarkının bitmesini beklerken kaşlarım çatıktı.
“Neye bu kadar şaşırdın?” diye sormasını beklemediğimden bakışlarım tekrar ona çevrildi.
“Anlamadım?”
“Beni ilk kez görmüşsün gibi bakıyorsun.”
“Bu kadar ayrıntılı ilk görüşümmüş gibi hissediyorum.”
Eski bir anı damarlarımdaki kanın akışını yavaşlattı. Sosyal medyada dolaşırken onun hesabına denk geldiğim ânı hatırladım, Kardelen’in onu etiketlediği bir fotoğraftan bulmuştum profilini. Profilinde ona ait neredeyse hiç fotoğraf yoktu, olan fotoğraflarda da sadece dövmelerini ya da yüzünün bir kısmını gösteriyordu. Daha önce burnundaki halka dışında piercing kullandığını da görmemiştim, kaşının delik olduğunu şimdi görmüştüm. Hem tanıdığım biri gibi hissettiriyordu hem de denk geldiğim en büyük yabancı gibi.
“Artık ayrıntılarımı da görme fırsatın olacak,” dediğinde gece usulca aracın içine sızıyordu.
“Nereye gittiğimizi söyleyecek misin?”
“Başlattığımı söyledim.”
“Onu anladım zaten. Nereye gittiğimizi bilmeye hakkım var ama?”
“Vakit kaybetmeyeceğiz,” dedi gözlerini yoldan ayırmadan. Uzun, kemikli parmaklarının boğumlarının direksiyonu kavrayışıyla eş zamanlı olarak kireç gibi beyazladığını gördüm. Bir an tıpkı bir kartal gibi pençelerini çıkaracağını, direksiyonu parçalayıp koparacağını düşündüm. “Yolumuz uzun ve sen çok konuşuyorsun.”
“Yolumuz uzun derken?”
“Şehir dışı.”
“Bunu bana sormadan mı karar verdin?” Sesim buz gibiydi. “Herkesten habersiz ortadan kaybolacağız, öyle mi?”
“Senin ortadan yok olduğunu fark edecek kimse yok.” Bir an tüm göğsümü çevreleyen kemikten kafese balyozla vurulduğunu hissettim. Ruhumun kanı damağıma doluştu. Tükürsem ruhumdan bir parça kopacak gibi bir histi.
Öfke lav gibi gözlerimin içini doldururken, “Haddini bil,” dedim. “Yoksa bildiririm.”
“Yalan mı?” Bakışları birden bana çevrilince kalbim tekledi. “Seni fark eden tek kişi o değil miydi? Tıpkı beni fark eden tek kişinin de o olduğu gibi.”
Boğazımdaki sızıyla ona öylece bakakaldım. İçimde fırtınalar koparken sessiz kalmayı, gözyaşları akıtmak yerine bomboş gözlerle bakmayı o kadar çok alışkanlık hâline getirmiştim ki, belki de yüzüme bakarken kurduğu cümlenin beni ne denli yıktığını fark etmemişti.
“Şehir dışı. Anladım. Peki neresi?”
“O mekânın sahibi şu an İstanbul’da. İlk işim mekânın sahibini bulmak,” dedi Kartal tok bir sesle.
“Şu an İstanbul’a gidiyoruz deme sakın bana.”
“Tam olarak bunu demiştim aslında.”
Pekâlâ, arayanım soranımın olmadığı doğruydu ama yine de işlerin bu kadar hızlı ilerlemesini beklemiyordum. Bir an arabayı durdurmasını istemeyi bile düşündüm ama gözlerimin önünde asılı duran portrenin sahibi her zamanki gibi gülen gözleriyle gözlerimin içine baktığında, bu isteği asla bulamayacağım bir yere gömüp üzerini kaya parçalarıyla örttüm.
Düşünecek vaktim olmadığını anladığımda, “Önce evime uğramam gerek,” dedim. Karşı çıkmamama anlık da olsa şaşırdığını hissettim. Karşı çıkmadığım için garip de hissetmiyordum. Çünkü bu bir aptallık değildi. Bu kimim kimsem olmuş insana verdiğim sözdü. Kaybedecek bir şeyim yoktu, zaten Kardelen’i kaybetmiştim. Daha neyi kaybedebilirdim ki? Kendimi kaybetmek benim umurumda bile değildi.
“Eve uğramana gerek yok,” dedi aynı duygusuzlukla.
“İşler senin söylediğin gibi yürümeyecek.”
“Yapma ya? Tatile gitmiyoruz farkındaysan, eve gitmene gerek yok.”
“Şu an bana ihtiyacı olan sensin, sana ihtiyacı olan ben değilim. O yüzden konuşurken üslubuna dikkat et. Ha diyorsan ki hayır, etmeyeceğim, böyle dağ ayısı gibi konuşmaya devam edeceğim, o zaman ben de aynı şekilde karşılık veririm, Doktor.”
“Biliyor musun?” diye homurdandığında rahatsızlığı yüzünden okunuyordu. “Gerçekten çok konuşuyorsun. Dakika bir, gol bir. Bu kadar çok konuşkan biri olduğunu bilmiyordum. Ben çok konuşan insanlardan hiç hazzetmem.”
“Senin benden hazzedip etmemen de benim çok umurumda bak,” diye homurdandım gözlerimi devirerek. “İşimizi yapalım, Alaşan. Fazla yüz göz olmamıza gerek yok.”
“Peki sen benim ne yapacağımı biliyor musun, Sönmez?” diye sordu bir anda.
Bana ilk kez soyadımla seslendiğini fark ettiğimde duraksadım. Hayatının etrafında dolaşan bir yabancıdan bile daha el olan birinin birdenbire hayatının tam merkezine yıldırım gibi düşmesi çok tuhaftı. Ne yapacağını bilmiyordum. Yalnızca gözlerinde öfke görüyordum ve bu öfkenin intikam getireceğini hissediyordum. İstediğimin tam olarak bu olduğunu bilmesine gerek yoktu.
Onun gözlerinde bir Anka kuşunun gölgesi vardı.
Sessiz kaldım.
“Kimliğin yanında mı?” diye sordu.
“Evet.”
“Evde değerli bir eşyan var mı?” diye sorduğunda, sesindeki duvardan tam olarak ne ima ettiğini anlayamıyordum ama yine de ruhumun ilerilerinde bir yerlerde bunun bana karşı alaycı bir yaklaşım olduğunu hissedebiliyordum. Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözleri beni buldu. Geçmişin alevleri hızla ikimizin ortasında büyüyüp arabanın tavanına kadar sıçradı.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” Gözlerimi kıstım. “Ne gibi bir değerli eşyam olabilir benim? Eminim olmadığını sen de biliyorsundur.”
Kartal’ın öfkelendiğini hissettim.
“Sen kendini ne sanıyorsun? Evimize girip çıkıyorsun diye senin hayatını araştıracak değilim ben.” Altın kahve gözler beni süzgecinden geçirdi. O gözlerin ardına saklanan derin anlamlar, kelimelere akmak için fırçanın mürekkebe batırılmasını bekliyor gibiydi. “Sınırları ben çizerim. Sen olmadan da yapabilirim. Kendini bu oyunun Şah’ı olarak görecek olursan, seni mat eden yine ben olurum.”
Beni mi sınıyordu? Kaba herifin tekiydi. Bu su katılamaz bir gerçekti. Burnumdan içeri derin bir nefes çekerek, “Ama ben basit bir piyon değilim,” dedim kelimelerin üzerine basa basa. “Piyonları hafife alıyorsun ama piyonlar olmadan oyun başlamaz.”
“Bunu oyundaki tüm taşlara sahip olan adama mı söylüyorsun?”
“O oyunda sana ait olmayan bir taş var,” dedim keskin bir sesle.
“Bu oyundaki tüm taşlar bana ait.”
Dudaklarım silik bir tebessümle yukarı kıvrılırken ona soğuk, alaycı gözlerle baktım. “Hayır, Alaşan,” dedim bir bıçak gibi. “Ben de bu oyundayım ama senin değilim.”
Bir an için duraksadı. Kemikli parmakları direksiyonu kavrarken gözleri hâlâ üzerimdeydi. Beni inceledi. Yemin ederim bir an ruhumu ensesinden yakalayıp ortamıza çekeceğini düşündüm. Bu adamın gözlerinde daha önce de gördüğüm ama dikkat kesilemediğim, şimdiyse çivilerine takılıp asıldığım korkunç bir şey vardı.
Ruh askılığı gibi…
“Beni tam olarak tanıyor değilsin.”
“Umurumda değil.”
“İddialı konuşmamalısın.”
“İddialı değil, olmam gerektiği gibiyim.” Bakışlarımı ön camdan dışarıya çevirdim. Akıp giden yolu izlemeye başladım. “Kendimi koşulsuz bir şekilde ellerine bırakacak değilim. Bu yola beraber çıkıyoruz.”
Kartal, kaşlarını çatarak bakışlarını yola çevirdi. Ruhumun dizginleri artık benim değil, kafamdaki amacın yaralı parmaklarının arasındaydı. Bu amaç uğruna birçok şeyden vazgeçecek, belki de geri dönülmesi imkânsız yollara girecektim. Aracın içinde yeni bir küfürlü melodi yükselecekti ki başka bir melodi onu ikiye yardı, Kartal, radyonun sesini kısıp pantolonunun cebindeki telefonu çıkardı ve açıp kulağına yasladı.
“Efendim kardeşim?” diye cevapladı. Bir eliyle telefonu tutuyor, diğer eliyle direksiyonun hâkimiyetini koruyordu. Kollarımı göğsümün etrafında çevirip kendime sıkıca sardıktan sonra gözlerimi kıstım ve uykunun bilincime sızmaya başladığını hissettim. Kartal, hattın öteki ucundaki kişiyle bir süre konuştu. Kelimeler yaşanan yıkımla ilgiliydi, bu yüzden onlara odaklanmak yerine düşüncelerimde kayboldum. Aracın içi sıcaktı; benim günlerdir uyuduğum odanın aksine.
Acının nöbet tuttuğu gözlerim nihayet göz kapaklarım ile göz altlarımın arasına yerleştirilmiş çubukları bükmüştü. Kirpiklerim kısılıp gözlerim kapandı ve sessizlik bir nefes gibi büyüdü. Uykuya dalmadan önce onun tanıdık bir yabancı olduğu gerçeği uykumun önüne barikat örmeye çalıştı ama o barikatı yıktım. Mecburi ya da değil, ona güveniyordum.
💫
Ben, kendimi haritadan silme raddesine gelmiş, yaz nedir bilmeyen soğuk bir kasabanın küçücük odalarına kapatıp, hiç var olmamış gibi yapmak istiyordum.
İki türlü insan vardı. Biri uçurumun etrafında diken üstünde yaşamayı tercih eder, diğeriyse direkt kendini uçurumdan aşağı iterdi. Bir insan kendi kendini uçurumdan aşağı itebilir miydi? İterdi. Kahrolası düşüncelerin nasırlı elleri vardı ve eğer isterse, seni gözünü dahi kırpmadan en dibe batırabilirdi. Ben o nasırlı ellerin beni itmesini bekliyordum. Öyle çok acı verici seviyeye gelmişti ki, sonunda bunun olacağını biliyordum.
Gözlerimi araladığımda ön camdan içeri sızan ışık gözümü aldı. Karşı şeritten geçip giden aracın far ışıkları gözlerimi acıtmıştı. Ağzımda bozuk bir tatla yavaşça esnedim. Sokak lambasının loş ışığı, karanlığa gömülmüş aracın içini belli belirsiz aydınlatıyordu.
İşte buradaydım. Gidecek bir yerim yoktu, nereye götürüldüğüm bir bakıma meçhuldü. Gidecek bir yeri olmayanlar, onlara gösterilen yola girmekten korkmazlardı. Gidecek bir yeri olana, o sokağın sonuna git ve beni bekle, dediğinde bir süre durup o sokağın sonunda ne olduğunu düşünürdü. Ama gidecek bir yeri olmayanlar, yani benim gibiler, öyle değildi. Düşündükleri tek şey birilerinin onlar için gelecek olduğuydu. Artık biri benim için gelmeyecekti ama ben yine de o sokağa giriyordum çünkü o sokağa girmemi isteyen kişi, bir zamanlar benim için her zaman var olan kişiydi.
“Uyandın mı, Ölüm Çiçeği?”
Bakışlarım omzumun üzerinden ona döndü. Loş, turuncu sokak ışığı Kartal’ın yüzüne hafifçe dokunuyor, altın gibi parlayan gözlerini daha da belirgin kılıyordu. Şimdi gözleri köz parçası gibiydi, içinde hem ateş vardı hem de kömür.
“Anlamadım?” Sesim onu inceleyen gözlerimi taklit edercesine durgun ve uykuluydu.
“Lavinia,” dedi donuk bir sesle, harfler eriyen buz parçaları gibi sesinin zeminine dökülmüştü. Bakışları büyük bir yavaşlıkla bana döndüğünde, yüzünün yarısı karanlıkta, diğer yarısıysa sokak lambasının ışığıyla aydınlıkta kalmıştı. Gözlerinin biri siyaha yakın bir tonda görünürken, diğeri erimiş altın gibi parlıyordu. “Ölüm Çiçeği.”
Aramızda yenidoğan adımları atan o bakışma, benim kaşlarımı çatmamla eş zamanlı olarak biraz daha uzadı.
“Adım Lavin,” dedim kendimden emin bir sesle. “Sadece Lavin.”
Güneş rengindeki buzdan gözleri gözlerimin içinde asılı durdu. “Ben sana ne diyorsam, adın benim için o.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Yapma ya?” Cevabını beklemeden gözlerimi çevrede dolaştırdım. Etrafta sokak lambaları ve koruluk dışında hiçbir şey yoktu. “Biz tam olarak neredeyiz?”
“Olmamız gereken yerde değiliz,” demesiyle birdenbire gaza yüklendi. Altımızdaki araç âdeta çığlığı andıran bir homurtu çıkarıp öne doğru atıldı ve önündeki avı parçalara ayıran bir kaplanın vahşiliğiyle son sürat yolun üzerinde kaymaya başladı.
Kalp atışlarım, göğsümün içinde birdenbire çıkmış bir orman yangını gibi yükselmeye başladığında, koltuğun kenarlarına tutundum. Tek kelime edemedim, dudaklarımı aralayamadım bile. Arabanın hızı damarlarımın gerilmesine, bedenimin kaskatı kesilmesine neden oldu. Hızdan nefret ederdim, aynı şekilde arabalardan da. Nefes nefese koltuğun iki ucuna sıkıca tutunurken bakışlarım dehşet içinde ön cam ve Kartal arasında mekik dokuyordu. Bakışlarımı fark etse, dehşeti görse bunu sorgulardı, biliyordum ama bana bakmıyordu.
“Yavaşla.” Sesim fısıltıdan farksız çıkmıştı, bunu kendime yediremediğimde ise birdenbire öfkeyle, “Yavaşla!” diye bağırdım.
Kartal beni bir anlığına duymazdan geldi ya da belki de benim ciddiyetimin farkına varamadı. Alnımdaki damarlar belirginleşmiş, birdenbire ona karşı içimi kasıp kavuran bir öfke hissetmeye başlamıştım.
Bir an, geçmişte yaşadığım her şey gözümün önünde belirdi. Arabanın farlarının aydınlattığı yolun şekli bile değişmiş, yerini o günkü görüntüye bırakmıştı.
Sağanak yağan yağmurun puslandırdığı ön cam, sileceklerin tüm uğraşlarına rağmen netleşmiyordu. Yollar kaygan ve yağmuru takip eden bembeyaz bir ölüm sisiyle örtülmüştü. O ânı zihnimden itmeye çalıştım ama o an, benden daha güçlüydü, zihnimin bileklerini kavrayıp beni ona bakmaya zorlamıştı.
Gözlerimi sıkıca yumdum. Geçmişin içinden kopup gelen çığlığı kalbime batırıp, dökülen kanı mürekkep gibi geleceğim uğruna kirleteceğim sayfalara akıttım. Korkuyla bağırmamın anlamı olmadığını o an anladım.
Birine korkumu göstermektense ona öfkemi gösterirdim.
“Sana yavaşla dedim!” diye öfkeyle bağırdığımda bir an araç yavaşladı. Gözlerimi açtığımda araba hareket etmiyordu ama göğsüm körük gibi hareket ediyordu ama bunun nedeninin korku değil, öfke olduğunu düşünecekti.
“Bu kadar korkmanın anlamı ne?” diye sorarken bana değil, önümüzde duran ince, sisli yola bakıyordu. Korktuğumu fark etmesi gerilmeme neden oldu, gözlerimi ona değdirmeden sırtımı dikleştirdim.
“Hızı sevmiyorum.”
“Bir nedeni var mı?”
“Bir nedeni yok.”
“Hiçbir reaksiyon sebepsiz olmaz.” Gözlerini bana çevirdiğini hissettim. Ben de ona baktığımda birdenbire benimle ilgili bir şeyi hatırlamış gibi irkildi. Aracın saat göstergesinin kırmızı ışığı ikimizin ortasından ince bir çizgi şeklinde arkaya doğru uzanmıştı. Muhtemelen ailemin geçirdiği kazayı biliyordu. Ailesi benimle ilgili her şeyi bilirdi, onun bilmemesi garip olurdu. Sesini kesmesi gerektiğini anladığı için mi susup bakışlarını yola çevirdi yoksa kendini suçlu mu hissetti bilmiyordum ama o bakışmadan sonra uzun süre konuşmadı.
O sağır edici sessizlik, araç yeniden hareket etmeden önce telefonun çalmasıyla ortadan kayboldu. Bir süre sanki kelimeleri kayıpmış gibi durdu ve telefonun zil sesini dinledi, ardından telefonu açıp kulağına yasladı. “Söyle,” derken sesi mekanikti.
Hattın öteki ucundaki ses zar zor olsa da duyuluyordu. Ses bir erkeğe aitti. Ses sustuğunda Kartal, “Yoldayız,” dedi, sesin sahibi bir şeyler daha söyledi. “Oraya geliyorum zaten.” Gözleri anlık dikiz aynasına kaydı. “Burak, sesin çok çıkıyor birader,” dedi tok bir sesle. “Geldiğimde konuşuruz.”
Telefonu kapatıp cebine atarken, “İstanbul’a geçmeden önce ayarlamam gereken şeyler var,” dedi, bana değil de ortaya söylemişti sanki. Yine de iletişimi daha insani bir seviye taşıdığımız için memnundum. Aksi hâlde onunla yan yana durmak hiç kolay olmayacağa benziyordu.
“İstanbul’a geçmeden önce yanıma biraz kıyafet almam gerek,” dedim.
“Şu an düşünmen gereken bu değil.”
“Ne demek bu değil?”
Bir şey söylemek istiyor gibi dudaklarını araladı ama sonra konuşmak onu sadece yoracakmış gibi gözlerini kısarak dudaklarını birbirine bastırdı. Durumumuz bir şeyleri tartışmaya açık değildi, ikimiz de kolay bir süreçten geçmiyorduk, o yüzden uzun uzun konuşmak yerine bizi nereye sürükleyeceğini izlemeye başladım. Araç tekrar hareket etmeye başladığında dikkat ettiğim şey hiç otoyoldan gitmediğimizdi, hep ağaçlık alanlardan, koruluktan ilerliyorduk. Araç bir dağ evine ait arazideyken yavaşladı, dağ evinin önüne yaklaştığında ise tamamen durdu. Aracın farlarının hedef alarak aydınlattığı evi incelerken kafamda uğultulu bir gürültü vardı. Bir süre sustuk, sonra farlar söndü.
“İçeridekilere hiçbir şey söyleme,” derken hâlâ ileriye doğru bakıyordu.
“İçeridekiler?”
Cevap vermedi. Sessizliğinin nedenini merak edemiyordum çünkü zaten biliyordum. Konuşmak onu sadece yoruyordu. Kaybolmuş gibiydi. Karanlık bir perde gibi üzerimizi örtmüştü ve aslında yorgun olan tek kişi o değildi. Yorgunduk.
Birden bana doğru dönüp eğilince irkilerek sırtımı geriye yasladım ve kaşlarımı kaldırarak ona baktım. Bana düz düz baktıktan sonra kafasını iki yana sallayıp biraz daha yaklaştı ve alanıma girmiş olduğu gerçeğini yok sayarak arka koltuğa uzandı. Şu an bana öyle yakındı ki, teninden yükselen toprağı andıran kokuyu alabiliyordum. Yağmurdan sonra topraktan yükselen kokuya benziyordu.
“Korkma, seni yemem,” dedi soğuk bir sesle. Yavaşça geri çekilirken çıplak kolu bacaklarıma sürtündü ve o an elektrik çarpmış gibi irkildim. İrkilmem onu şaşırtmıştı, şaşkınlık mürekkep gibi yayılıp altın rengi gözlerini kararttığında, gözlerini kaldırmış bana bakıyordu. “Sakin ol,” diye fısıldadı, sesi bu kez güven veren bir tonda duyulmuştu.
Aniden bakışmamız yerini bir düzlüğe bıraktı. İkimiz de ruhu çekilmiş iki boş beden gibi birbirimize kayıtsız gözlerle baktık. Aniden geri çekildiğinde elinde boğazlı, siyah bir kazak tutuyordu. Kartal, kazağı üzerine hızlıca geçirdikten sonra bakışları anlık olarak bana dokundu ve kendi tarafındaki kapıyı açtı. Kapının açılmasıyla gecenin buzdan ayazı aracın içine doluşunca bedenim Kartal’ın bakışlarını anımsatan bir soğukla titredi. Dışarı çıkıp aracın kapısını çarparak kapattı.
Antalya sınırları içinde olmadığımızı kapıyı açıp dışarı adımımı attığımda anladım. Kör edici, neşter yarığından daha sancılı bir soğuk tüm bedenime sinip kemiklerimi ağrıttı. Kollarımı bedenime sararken Kartal yanıma geldi. Şakaklarıma bıçak saplanıyormuş gibi hissettiren rüzgâr, açık renk saçlarımı uçuşturdu ve yüzümü örten saç tellerini başımı geriye doğru sallayarak itmeye çalıştım.
“İçeridekilerin bu olaya dahil olmasını istemiyorum,” dedi sırtını araca yaslayıp gözlerini kısarak dağ evine bakarken. “Ağzından bir şey kaçırma, olur mu?”
“İçeridekiler kim?” diye sordum soğuktan uyuşan burnumu çekerek.
“Arkadaşlarım. Onları bu işe alet etmek istemiyorum.”
“Benim kim olduğumu, neden yanında olduğumu sormayacaklar mı? Onlara ne söylemeyi planlıyorsun?”
Omzunun üzerinden bana baktı. Soğuk bir alay, mesafeli bakışlarının şeklini alarak bana çarptı. “Sen hukuk okuyordun, değil mi? Zeki olduğunu oradan anlamalıydım ben senin.”
“Hukuk okumayanlar salak mı?”
“Hukuk okuyan salaklar da gördüm,” deyince kaşlarımı çattım.
Cebinden sigara paketini çıkarıp paketin kapağını açtı ve bir dal sigarayı dudaklarının arasına alarak çekip çıkardı. Kollarımı bedenime sarmış onu izlerken, sigara paketini cebine koyup kaşlarını çatarak bronz renkteki zippoyla sigarasının ucunu ateşledi.
“Dondum. İçeri girmeyecek miyiz?”
Sigarasından bir duman aldıktan sonra, “İçeridekilere takıldığımızı söyleyeceğim,” dedi. “Ağzını sıkı tutarsan kurcalamazlar.”
“Takıldığımızı mı?”
Omuz silkip sigaranın dumanını dışarı üfledi. “Evet.”
“Arkadaşların onunla sosyal medyadan takipleşiyorsa benim onunla olan fotoğraflarımı görmüştür.”
“Ee? Olamaz mı? Onun tanıdığı biriyle takılamaz mıyım?”
İsminin aramızda bir sır gibi üçüncü tekil şahısa dönüşmesi canımı acıtıyordu.
Bir süre kaşlarım çatık bekledikten sonra, “Peki,” diye kabullendim. “Şu an bu söylediklerini direkt kabul ediyormuşum gibi görünüyor olabilir ama sakın,” dedim parmağımı kaldırıp onu işaret ederek, “her dediğini yaptırabileceğini sanma. Önce insan gibi iletişim kurmanın yolunu öğreneceğiz. Karşılıklı.”
Cevap vermek yerine, dağ evine bakarak hızlıca sigarasını içip ölü izmariti yere attı ve ayakkabısının tabanıyla izmariti çiğneyip arabanın uzaktan kumandasını kaldırarak arabayı kilitledi. Sanki ruhunu ceketinin cebine iliştirmiş de bedeni bir cesetten ibaretmiş gibi buzdan bir tavırla dağ evine yöneldiğinde onu takip ettim.
Dağ evinin verandasına uzanan ahşap merdivenleri tırmandı. Gözlerim verandada dolaştı. Sallanan ahşap bir sandalye, sandalyenin üzerinde buz kristalleriyle dolmuş bir şal vardı. Dağ evinin ışıkları yanmıyordu, içeride birilerinin olup olmadığından bile şüpheliydim.
Kaşlarımı çatarak verandanın basamaklarını tırmandığım esnada zihnimin gerilerinde bir soru işareti belirdi: Bu evde birilerinin olduğunu söyleyerek beni buraya getirmişti ama belki de niyeti farklıydı? Belki de bu işte benim de parmağımın olduğunu düşünüyordu ve tek amacı bana zarar vermekti? Bu devirde kime güvenecektik ki zaten?
Kanımın içinden soğuk bir rüzgâr gibi geçen ihtimaller damarlarımı tekmeledi. “Bana baksana sen,” dedim birden duraksayarak.
“Ne?”
“Kimse yok bu evde,” dedim çenemle evi işaret ederek. “Senin derdin ne?”
“Ne diyorsun sen be?” diye çemkirdi birden, kaşlarım daha da çatıldı. Bir an duraksadı. Gözleri hızla beni eleğinden geçirirken bakışlarında bir alay yakaladım. “Canın için bu kadar endişe duyuyorsan benimle bu yola çıkmamalıydın.”
“O ne demek?”
“Bu yolda bizi her şey bekliyor demek.” Gözlerini gözlerime dikti. “Eğer amacım sana zarar vermek olsaydı, bunu sen koltuğa bir kedi gibi kıvrılıp uyuduğunda da yapabilirdim. Bu işte beraber olduğumuzu söyleyip duran sensin, Ölüm Çiçeği. Kafanın içindeki her şey bana lazım. Bu iş bitmeden kılına zarar gelmesine izin vermeyeceğim.”
Doğrudan onun gözlerinin içine kurduğum köprünün üzerinde titreyen adımlarla ona yaklaşırken, gözlerinin arkasındaki gerçeği kavramıştım. İstediği tek şey, kardeşiyle ilgili her detayı öğrenmekti. İstediği tek şey, kardeşinin intikamını almaktı. Karşısındaki kim olursa olsun, bu adamın gözlerinde gördüğüm şeye meydan okuyabilmesinin imkânı yoktu.
Kartal Alaşan, saf acıdan besleniyordu.
Onun yapıtaşı acı olmalıydı.
Dudaklarım aralandı, kelimeler dilimin ucuna yığıldı lakin diyecek tek bir şey bulamadım. Gözlerimi ne zaman yumsam onun fotoğrafı göz kapaklarımdan aşağı sallanıyordu.
Alaşan, bir süre yüzümü inceledi. Bana bakan gözlerinde buz gibi bir ifade vardı ve gözleri gözlerimin yakasını uzun süre bırakmadı. Sonunda gözlerini benden ayırıp kapıya yöneldiğinde derin bir nefes alabilmiştim. Dağ evinin kapısını açıp kapıyı arkasında aralık bırakarak içeri girdi. İçerisi zifiri karanlıktı, peşinden içeri girerken her nedense kanım bile ağrıyordu.
Hemen karşımızda bir şömine vardı, içindeki ateş kora dönmüştü. Kısaca etrafı kolaçan edip, “Arkadaşların gitmiş gibi görünüyor,” dedim, sesimdeki şüpheyi hissettiğine emindim.
Kartal, şöminenin çaprazında duran ahşap içki dolabının kapağını açıp, yan yana dizilmiş içki şişelerinden birini aldı. “Üst kattalardır.” İçki dolabına bağlı ahşap tezgâhtaki kristal kadehlerden birini uzun parmaklarının arasına aldı. Elinde şişe ve kadehle şöminenin önündeki tekli koltuğa oturdu.
Bir köşede dikilmiş pürdikkat onu izlemeyi sürdürüyordum. Kartal, önündeki sehpaya kristal kadehi bıraktıktan sonra içki şişesinin kapağını açtı ve gözlerinin bir kopyası rengindeki içkiyi kadehe doldurmaya başladı.
“Orada dikileceğine otursana,” dedi, sesi pürüzsüzdü ve bir an olsun bana bakmamıştı. Gözleri içki kadehindeydi. Kadehi dolduğunda içki şişesinin kapağını kapattı, şişeyi sehpanın üzerine bırakıp, ayak bileğini diğer bacağının dizine koyarak oturup içkisinden bir yudum aldı.
“Hiç doktora benzemiyorsun,” diye bir itiraf kaçtı dudaklarımın arasından.
“Piercinglerim, dövmelerim ilk kez gördüğün şeyler değil. Bunları daha önce görmüştün.” Gözleri anlık bana dokundu. “Alkol alan doktoru da ilk kez görmüyorsundur. Daha sağlıklı bir bedene mi sahip olmam gerekirdi? Sana bir sır vereyim. Ne bedenimiz çok sağlıklı ne de başka bir şeyimiz. Allah bilir sen bizim çok sağlıklı, normal bir seks hayatımızın olduğunu, uçuk fantezilerden kaçındığımızı falan da düşünüyorsundur.”
Yüzümü buruşturup, “Seviyesiz,” dedim.
Hemen Kartal’ın arkasındaki yukarı doğru uzanan ahşap merdivenlerin gıcırdamasıyla irkilerek bakışlarımı o tarafa çevirdim. Üstü çıplak, altında lacivert bir eşofman olan, kolları Kartal’ın kollarının iki katı görünen ama heybetli bedenine rağmen çocuksu bir yüze sahip uzun boylu adamın basamaklardan indiğini gördüm.
Bu adamı mezarlıkta da görmüştüm ama şimdi daha dikkatli bakınca, onunla bir fotoğraf karesinde birlikte olduklarını hatırladım. Kardelen’in abisi gibi sevdiği adamlardan biriydi. Adamın gözleri bir an beni buldu. Gerçekten bir devi andırıyordu. Sakalsız temiz yüzü, sevimli bakışları onun bir güreşçiye benzemesine engel değildi.
“Kartal?” dedi adam sorar gibi, tok bir sesle. Sesi de bedeni gibiydi. Tek kaşımı kaldırarak bakışlarımı Kartal’a çevirdiğimde hâlâ yanmaya çalışan kor parçalarına baktığını gördüm. Kristal kadehi dudaklarına götürdü, ardından boynunu esnetti.
“Burak.” Sesi dümdüzdü.
“Geciktin, kardeşim,” dedi adam, Kartal’a doğru ilerlerken. Bakışları yeniden beni buldu, yeşil gözlerindeki sorguyu net bir biçimde görebiliyordum. “Hanımefendiyi tanıyor muyuz?”
Kartal, elindeki viski kadehini iki parmağının ucuna alıp yavaşça sallarken diğer kolunun dirseğini koltuğun kolçağına koyarak başını geriye doğru attı ve Burak’a baktı.
“Yanımda getirdiğim kızları ne zamandan beri sorgular oldun?”
Yeşil gözler benden ayrılıp Kartal’a döndü. “Bana ne oğlum senin yanındaki kızdan?” diye sordu ters bir sesle. Bakışları anlık beni buldu. “Yine de Sahra’nın kızı görünce sorun çıkarma ihtimali var, biliyorsun.”
“Kimmiş o görünce sorun çıkaracağım kız?”
Bu ses, ince fakat hoş bir tınıya sahipti. Bakışlarım yeniden basamaklara döndüğünde, merdivenlerin en tepesinde esmer tenine rağmen açık renk saçlara sahip, minik kalp şeklinde bir yüzü olan, iri yeşil gözlerini bana dikmiş bir kız duruyordu. Kızı görür görmez, fotoğraf destelerinden bir fotoğrafı daha önüme çekmişim gibi hissettim. Onu da sima olarak tanıyordum. Kızın üzerinde bir erkek tişörtü dışında hiçbir şey yoktu ama erkek tişörtü ona öyle büyük gelmişti ki, elbise gibi duruyordu. Basamakları üçerli, beşerli adımlarla zıplayarak indi.
Kartal kadehini sallarken, Burak hızla kızın yanına gitti ve aralarındaki bariz boy farkını gördüm. Kız, Burak’ın yanında küçük bir oyuncak bebek gibi görünüyordu. Kızı kollarının arasına çekip koca kolları arasında kaybederken, “Kartal’ın yanındaymış,” dedi. “Benimle bir ilgisi olmayacağını biliyorsun, bebeğim.”
Kız, Burak’ın kolundan çıkmadan adamın kolunun hizasından beni süzdükten sonra, “Bu onlara benzemiyor,” diye fısıldadı. “Oldukça sade.”
Kartal kadehi bir kez daha sallayıp, “Belki de zevklerim değişmeye başlamıştır, Sahra,” dedi imalı bir sesle.
“Bence çok daha güzel,” dedi Sahra lafını sakınmadan. “Yapay görünmüyor, doğal bir güzelliği varmış.” Başını sol omzuna yatırıp kollarını Burak’ın beline doladı. Beni enteresan bir şeyi inceliyormuş gibi uzun uzun inceledi ve “Ben seni nereden tanıyorum?” diye sordu bir anda. İfadesizce karşısında dururken beni tanımasına şaşırmadım, bunu zaten bekliyordum. Sahra sonunda kim olduğumu anlamış gibi irkilerek önce Burak’a, ardından da Kartal’a baktı. Fısıldar gibi, “Onu tanıyorum,” diye mırıldandı.
Burak tüm kadınlara algısını kapatmış gibi gözlerini anlık bana dokundurdu, çok uzun süre incelemedi ve gözlerini yeniden Sahra’ya indirdi. Sahra’nın aksine Burak beni daha önce görmemişti, bu belliydi. Sahra da fotoğraflardan tanıyor olsa gerekti.
Sahra durumun garipliğinden rahatsız olmuş gibi bir süre suskun gözlerle beni ve Kartal’ı izledikten sonra derin bir nefes alarak, “Merhaba,” dedi. “Lavin olmalı ismin, doğru hatırlıyorum, değil mi?”
“Merhaba. Evet, ismim Lavin.”
“Siz gerçekten tanışıyor musunuz?” diye sordu Burak çatık kaşlarla.
“Hiç mi fotoğraflarına denk gelmedin, Burak?”
“Ne? Hayır, denk gelmedim.” Tekrar göz ucuyla bana baktı. “Ünlü biri misiniz?”
“Hayır,” diye fısıldadığımda Sahra, Burak’ı dürtüp gözlerini büyüterek susmaya zorladı.
“Ben ikinizin…” Sahra, göz ucuyla Kartal’a baktı. “Yani ikinizin bu şekilde görüştüğünü bilmiyordum.”
“Ani gelişti,” dedi Kartal profesyonel bir şekilde.
Sahra, Burak’ın kolundan ayrılıp Kartal’ın oturduğu koltuğun önüne geldi ve Kartal’ın hemen önünde dikilerek tek kaşını kaldırdı. “Bana baksana sen,” dedi. “İstanbul’a mı gidiyorsun sen?”
Kartal gözlerini kaldırıp buz gibi bir ifadeyle Sahra’yı inceledi. Donuk, ruhunu kaybetmiş bakışları tekrar elindeki kristal kadehe düşmeden hemen önce, “Evet,” diye yanıtladı onu. “Gitmediğim yer mi?”
“Bu kadar erken harekete geçeceğini düşünmemiştim. Bizi yanıltırsın diye umuyordum ama sen insanları şaşırtmayı seversin.” Sahra tek kaşını kaldırıp, elini beline koyarken çenesiyle beni işaret etti. “Onu da buna alet ediyorsun, değil mi? Şu âna kadar aranızda bir şey olmadı da şimdi mi oldu? Kimi kandırıyorsun, Kartal? Onu da beraberinde İstanbul’a götürüyorsun. Yalansa yalan de, bekliyorum.”
“Bebeğim,” dedi Burak, sesinde uyarı vardı. “Onun doğrularını sorgulayamayız.”
Sahra’nın keskin bakışları Burak’a döndü. “Onun doğruları onu yok edecek!”
Kartal, “Yine başlama,” dedi sabit bir sesle.
“Kartal, kendine zarar veriyorsun!”
“Ve bu senin umurunda olmamalı.” Kartal sert bakışlarını Sahra’ya çevirdi. “Her gün Burak’ın telefonunu, mesajlarını, sosyal medya profillerini takip etmeye devam et. Kendi kendini paranoyalarla çıldırtmayı sürdür. Benimle değil, bunlarla ilgilen sen.”
Sahra bir an duraksayıp bakışlarını Burak’a çevirdi. Derin bir nefes alırken Kartal’ın söylediklerini ciddiye almamışa benziyordu.
“Kardelen hepimizin kardeşiydi,” dedi kısık sesle. “Acın acımızdır. Senin kadar yanmayacak buradaki kimsenin canı, biliyorum. Ama yanarken yakmak sana yakışmıyor, Kartal.”
“Ateşe elini uzatırsan, yanarsın,” dedi Kartal ruhu çekilmiş bakışlarını kristal kadehe indirerek. “İşime karışmayın, ne yapacağım hiç kimseyi ilgilendirmez.”
“Bak işte,” dedi Sahra. “Durmayacağını biliyorduk. Bunu biliyorduk!”
Kartal yavaşça ayağa kalkarken, elindeki kadehi sehpanın üzerine bıraktı. “Yarın akşama kadar her şeyi halletmiş olacağım, kıza yatacak bir oda verin,” dedi umursamaz bir tavırla. “İşime de burnunuzu sokmayın.”
“Oda yok, birader,” dedi Burak. “Neslihan ve Sibelay da buradalar. Boş odada birlikte kalıyorlar.”
“Yunus Emre burada mı?” diye sordu Kartal, kafasını geriye atarak tavana bakarken.
“Uyuyor.” Burak bakışlarını merdivenlere çevirdi. “Madem kız seninle, aynı odada kalabilirsiniz o hâlde?”
“O kadar da uzun boylu değil!” diye çıkıştım bir anda. “Ben bu herifle hayatta aynı odada kalmam. Burada yatarım ben.”
Kartal, tek kaşını kaldırıp bakışlarını bana çevirdiğinde, gözlerindeki bıçak kadar keskin ifade doğrudan gözlerime uzanarak sert bir şekilde bakışlarıma saplanmıştı.
“Ben de çok meraklıyım sana zaten,” dedi donuk bir sesle. “Çık yat yukarıda, ben uyumayacağım zaten.”
“Kartal ile bir bağlantın olmadığına emindim,” diye söylendi Sahra. “Allah bilir kızı da işlerine alet edecek bu. Kartal, tüm geleceğini hiçe sayıyorsun. Her şeyi tehlikeye atıyorsun.”
“Burak.” Kartal’ın sesi sertti. “Sustur.”
“Ne Burak sustur ya?!”
“Sahra, diğerlerini de uyandırıp tepemize dikeceksin, biraz sakin ol, güzelim,” diye homurdandı Burak. “Halledeceğim.”
“Hiçbir siki halledeceğin falan yok,” dedi Kartal tok bir sesle. “Karşıma geçip kulis yapmayın. Ne yapacağımı bilmiyorsunuz, o yüzden yorumunuz da olmasın. Ne diye üzerime geliyorsunuz?”
Boş bakışlarım Kartal ve diğerleri arasında tur bindirirken hislerim çekilmiş gibiydi. Tepkisizce aralarındaki gerilimi izledim. Bu adamın yanında olacaktım ve karşılığında ben de istediğimi alacaktım. Çantam arabada kalmıştı, telefonum çantanın içindeydi ama zaten arayanım olmadığı için bunu mesele hâline getirmiyordum. Kardelen hayattayken saat başı mesaj atar, cevap alamazsa arardı. O zamanlar tuvalete bile telefonla gittiğimi hatırlıyordum. Gülümseyemedim. Oysa o zamanlar hep gülümserdim.
Burak, başını iki yana sallayarak sessizliği tercih etti. Sahra’nın aksine o neredeyse hiç yorum yapmıyor olmasına rağmen, içimden bir ses Burak’ın çok daha fazla cümleye sahip olduğunu ama şimdilik sessizliğin montunu omuzlarına attığını söylüyordu.
“Sahra, misafirimizi Kartal’ın kaldığı odaya çıkarsana, güzelim,” dedi Burak.
Sahra bir süre sessizce Burak’a baktıktan sonra başını yavaşça sallayarak merdivenlere yöneldi ve omzunun üzerinden bana bakıp, “Hadi gel, Bal Göz,” dedi geniş bir gülümsemeyle.
Oturduğum yerden kalkarken Kartal’ın bakışlarının profilime döndüğünü fark etmiş olmama rağmen ona karşılık vermedim ve Sahra’nın arkasından ilerleyip merdivenleri tırmanmaya başladım. Az önce profilimi kurcalayan bakışlar, şimdi sırtımı eşeliyordu. Ayak bileklerime pranga olan düşünceler ve sırtımda dolanan donuk gözlere aldırış etmeden ahşap merdivenlerin gıcırtısı eşliğinde yukarı ulaştığımda, Sahra ile dar bir araya girdik.
Dar arayı aydınlatan tek ışık hemen tepede yanan, bir gece lambasından daha az ışık veren turuncu ampuldü. Sahra, “Planı ne?” diye sordu ince arada yavaşça ilerlerken. Uzun saçlarının beline çarpışını izlerken ifadesizdim.
“Henüz bilmiyorum,” demekle yetindim.
“Planını bile bilmediğin bir adamın peşine takılacak kadar mı bağlısın Kardelen’e?” Sesi kederliydi. “Seni onun yanında görünce çok da şaşırmadım. Kafam çok dağınık, yüzüne bakınca seni bir an için tanıyamadım ama ilk önce sana geleceğini tahmin etmiştim zaten.”
“Bana gelen o değildi. Ben ona gittim.”
Kız bir an duraksadı ve omzunun üstünden bana baktı.
“Kolay değil, biliyorum,” dedi gözlerini kaçırarak. “Değerli bir şeyi kaybetmek kolay değildir.”
Elimde olmadan, “Bilmediğim bir şey söylemeye ne dersin?” diye terslediğimde kaşlarını kaldırdı.
“Biliyor musun?” diye homurdandı tekrar önüne dönüp odalardan birinin kapısının kulpunu çevirerek açarken. “Seni yakından tanıdığım birine benzettim. Hem de ilk saniyeden.”
Tek kaşımı kaldırarak ona baktığım sırada, kulpunu çevirdiği kapıyı açıp aralıktan geçmem için geri çekilerek gözlerimin içine baktı. Odaya girdiğimde o da kapının pervazına yaslanarak ışığı açmamı bekledi.
Işığı açmak yerine, “İyi geceler,” dedim mesafeli bir sesle.
“Karanlıkta mı uyuyacaksın?”
“Evet.”
Kaşlarını kaldırdığını silüeti karanlığa gömülmüş dâhi olsa fark edebilmiştim. Kapıyı yavaşça aramıza bir duvar gibi örmeden hemen öncesinde, “Hemen yan tarafta lavabo var, eğer istersen sana kıyafetlerimden ödünç verebilirim?” dedi sorar gibi.
“Hayır, teşekkürler.”
“Pekâlâ.”
Odanın kapısı kapattığı an karanlık üzerime bir örtü gibi örtülmüştü. Ayın titreyen ışığı tül perdeyi yırtarak içeriyi aydınlatırken yatağın ucuna oturdum ve bir süre sessizce boşluğu izledim.
Acıyı bilirdiniz, sizin boşluğunuzdan yararlanmayı iyi bilirdi.
Ve genelde de geceleri o boşluğa çok daha çabuk düşerdi ruhlarımız.
Aldığım nefesin ciğerlerimi parçalayıp, kalbimin önüne kemikten parmaklıklar örmüş kaburgalarıma uzanarak o parmaklıkları büktüğünü hissettim. Kendimi geri ittiğimde ayaklarım hâlâ yere değiyor olmasına rağmen artık uzanır pozisyondaydım.
İçerisi onun gibi kokuyordu.
Ne kadar süreceğini bilmiyordum, ne yapacağımı da bilmiyordum. Halam dışında kan bağına sahip olduğum kimsem yoktu, o şırfıntının da beni umursamayacağını biliyordum. Saldırıya uğrayıp dereye atılsam, cesedim tanınmayacak hâle gelene kadar yokluğumu fark etmezdi. Hoş, o apartman dairesine çıktıktan sonra bir kez olsun görüşmemiştik kan emiciyle.
Karanlık büyüyüp odanın içindeki son ışık parçasını da altına alarak örttüğünde, artık görebildiğim tek şey çığlığımı yutan zindanın siyah duvarlarıydı. Perdenin arkasından belli belirsiz içeriyi dolduran ay ışığı bile içerideki karanlığı yırtmaya yetmiyordu. Derin bir nefes alıp bakışlarımı tavana çevirdim ve karanlıkta olduğumdan mütevellit ne renk olduğu dâhi seçilemeyen tavanı dikkatle incelemeye başladım. Biraz daha dikkatli baktığımda tavanın ahşap olduğunu idrak edebilmiştim.
Sessizdim. Issızdım. Yalnız ve çaresizdim. Göğsümden kopup karanlığa koşan çığlığı gece yutuyordu.
Sonunda uyuyamayacağımı anladığımda, yattığım yerden doğruldum ve sol elimin avucuyla şakaklarımı ovalayıp odanın çıkışına yöneldim. Bir yabancının evinde, saatin kaç olduğunu bilmeden dolanmak biraz tuhaf olsa da bu odada biraz daha duracak olursam kafayı yiyecektim.
Göğsümü çekiştiren ağırlığın varlığıyla bir ruh gibi koridora çıktım, bir süre bomboş bakan gözlerle koridorun sonunu izledim. Koridorun bir ucunda tavan alçalıyordu ve neredeyse her şey ahşaptandı. Ayrıntıları belleğime kazıyarak tekrar merdivenlere yöneldiğimde, şöminede yanan ateşin çatırtıları merdivenin başından bile duyuluyordu. Ateşin sesi anılarımı uyandırdı.
Bir zamanlar Kartal’ın ismi herkesin dilinde dolaşırdı, okuldaki tüm kızlar Kardelen’in etrafını sarar ve ona abisiyle ilgili sorular sorardı. Ünü sadece liseye değil, okuduğum üniversiteye kadar yayıldığında, onun insanların gözünde gerçekten ihtişamlı biri olduğunu anlamıştım.
Onun da tıpkı şu an yanan ateş gibi ihtişamla yandığını, geçen zamanın o ihtişamın üzerine bir kova su döktüğünü düşündüm.
Hiçbir şey sonsuza dek ihtişamını koruyamazdı.
Merdivenleri yavaşça inmeye başladım, yavaşça odağıma giren salonu tarayan gözlerim uzun süre bir başka gölgenin varlığını aradı. Salonun ortasına indiğimde, salonda benden başka kimsenin olmadığını fark ettim. Bir süre hemen karşımda harlanarak yanmayı sürdüren ateşi izledim. Biraz sonra ateşin varlığından daha keskin ve sert bir şeyin varlığını fark edince, bakışlarım omzumun üzerinden tamamen cam olan duvara kaydı. Camın arkasında gördüğüm silüet tanıdıktı.
Kartal dışarıdaydı, yalnızca sırtını görebiliyordum ve sigarasının turuncu ateşinin yarattığı o küçük noktadan başka tek bir ışık süzmesine rastlayamamıştım. Zifiri karanlıkta tek başına sigara içiyordu.
Bir süre yalnızca onun aldığı nefesle hareket eden sırtını ve dudaklarıyla buluşturduğunda harlanan sigaranın turuncu alevini izledim.
Ne hissediyordu bilmiyordum ama benden daha kötü bir durumda olan biri varsa, o da kesinlikle Kartal Alaşan’dı.
Anılardan biri, arkamda yanmaya devam eden ateş gibi yükselerek hafızama yayıldı ve aniden kafede oturmuş yağan yağmurun cam duvarların arkasına çizdiği resimleri izlediğimiz bir cuma akşamının içinde buldum kendimi. Bozuk paralarımı masanın üzerine yaymış teker teker sayarken, Kardelen en sevdiği Ahmet Ümit kitabının arasına yaptığı kâğıttan gemiyi ayraç olarak koyuyordu. Saydığım bozuk paraların her birini cüzdanımın içine koyup kafamı kaldırdım ve rengi griye dönmüş şehri alaşağı eden yağmuru izlemeye başladım. Gece göğe çok yakındı ama ışığın hükmü sürüyordu.
Kardelen bana, “Dün akşam abim geldi,” dediğinde gözlerim şehre hüznü çizen yağmurdan ayrılarak arkadaşıma döndü. Kitabı, kullanmayı çok sevdiği postacı çantasının geniş gözüne koyup, dudaklarında içimi ısıtan bir tebessümle bana baktı. “TUS’a girecek, bir iki haftayı da burada geçirmeyi düşünüyormuş. Belki bu gece bizi sinemaya götürür, ne dersin Canım Bal?”
“Gece çalışacağım,” dediğimde kaşlarını çattı.
Bazı geceler isminin Yonca olduğunu bildiğim iş arkadaşımın yerine bara ben bakıyordum, o da sınavlarına çalışmak için eve erken gidiyordu. Aslında vardiyalarım gündüz, derslerden sonraya ayarladığım bir saatte başlıyordu ama Yonca faturalarımı ödemem konusunda bana destek olduğundan beri bazı geceler onun yerine bakar olmuştum.
Babamın bağlı olduğu şirket, babamın ölümden sonra yaşamla ilgili yaptığı altın değerindeki araştırmaların bedeli olarak her ay hesabıma para yatırıyordu ama ben bu parayı kullanmıyordum çünkü bu para çok uzun zaman boyunca halamın eline geçip har vurup harman savrulmuştu ve benim şimdi o parayı biriktirip eğitimime ayırmam gerekiyordu. O yüzden tek kuruşuna dahi dokunmamıştım. Okulun masrafları hiç bitmiyordu ve mesleğimi elime alabilmem için bu paraya ihtiyacım vardı. Annemin ani ölümüyle gelişen emeklilik durumu ise bir işime yaramıyordu çünkü para halamın borçlarına gidiyordu. Annem ani vefatından önce halama kefil olmuştu.
Bu yüzden, hayatımı idame ettirebilmek için devamlı çalışmak zorundaydım.
Kardelen, geç saatlere kadar sadece erkeklerin uğradığı bir barda çalışmamdan memnun değildi çünkü o bara girip çıkan insanların tekin insanlar olmadığını biliyordu. Özellikle bir tanesinin gündüz vakti olmasına rağmen zil zurna sarhoş vaziyette ısrarla telefon numaramı istediğini gördüğü o günden sonra, oraya girip çıkan herkese karşı ön yargı geliştirmişti.
“Keşke o kızla konuşsan da sadece kendi saatlerinde çalışmaya devam etsen,” dedi iç çekerek. “Orası hiç iç açıcı bir yer değil.”
Gözlerimi kaldırıp tam karşıma baktığımda, karşımda duran kişi Kartal Alaşan’dı. Yağan yağmuru da arkasına alarak kafenin içine girmiş, her bir adımında teninden, saçlarından dökülen yağmur damlaları kafenin zeminine düşmeye başlamıştı. Kardelen, Kartal’ı benden hemen sonra fark etti. Öyle ki, ortamdaki enerjinin rengini bile değiştirmişti. O yokken sarı bir renge sahip olan atmosfer, onun içeri girmesiyle kahverengiye, hatta neredeyse siyaha dönmüştü.
Gözleri gözlerime dokunduğunda, o gözlerden uzağa savrulmak istedim çünkü altın rengi gözlerinin eksenine giren güneş bile patlar, yıldızlar alev alırdı. Onunla neredeyse hiç göz teması kurmazdık, gözlerimiz tek bir an birbirine değdiğindeyse, hissettiğim şiddetli paniğin altında içten içe o gözlerden korkuyor oluşumun yattığını bilirdim.
Karşımdaki sandalyeyi çekip oturduğunda Kardelen heyecanla, “Buralarda mıydın?” diye sordu, gözleri her abisinden bahsettiğinde olduğu gibi, abisini gördüğünde de çakmak çakmak yanıyordu.
Kartal, saçlarından sicimle inen yağmur damlaları şakaklarından deri ceketinin örttüğü omuzlarına düşerken, gözlerini benden ayırıp kardeşine çevirdi. Dudaklarında her zaman rastlanmayacak hafif bir tebessümle kız kardeşine baktı ve “Senin için her zaman buralardayım,” dedi, sesi zamanın içinde ilerlediğinde neredeyse o anının içinden çıkacaktım ama beni anının içinde esir tutan, birden bana çevrilen altın rengi gözleriydi.
Cebinden çıkarıp, kemikleri belirgin elinde tuttuğu çakmağı tam ortamızda yakıp söndürüyor, bu sırada gözleri gözlerime saplı duruyordu. Hâlâ çantanın içinde, sigara paketini kavrayan elimi dışarı çıkaramadım ama yakıp söndürdüğü ateşe sırf gözlerine bakmamak için dikkatle bakmaya başladım. Kardelen bir şeyler anlattı, Kartal bazen ona cevap verdi, bazen sadece usulca gülümsedi ama durmadan o çakmağı çaktı ve ateş durmadan yükselerek parmaklarının arasında yandı.
Sonunda çakmağı masanın üzerine bıraktığında ve ben de elimi çantanın içinden çıkardığımda, o altın gözler yeniden bendeydi. Sabit bakan gözlerle, “Okul nasıl gidiyor, Avukat Hanım?” diye sordu ve düştüğüm zamanın içinden hızla yukarı çekilmeden önce gözlerinin içine bakarak verdiğim cevabı hatırladım.
“Avukat değil, savcı.”
Şimdi yeniden geçmişten uzaktaydım, şu andaydım ve gelecek bir muallak olsa da geçmişin değiştirilemeyeceğinin farkındaydım.
Cam duvarın dışarı açılan sürgülü kapısının sürgüsünü geriye doğru çekerek açıp cam kapıyı yana doğru kaydırdığımda, dışarıdaki soğuk şiddetle suratıma çarptı. Kendimi gecenin kollarına bıraktım ve verandanın ahşap korkuluklarına tutunarak omzumun üzerinden Kartal’a baktım. Verandanın uzun kirişine omzunu yaslamış ve tüm ağırlığını tek bacağına vermişti.
Sessizce onu izledim. Tanıdıklarımla bile konuşmayı çok tercih eden biri olmadığımdan, tam olarak tanımadığım, geçmişteki bir gölge gibi hissettiren bu yabancıyla konuşmanın anlamsız olacağını biliyordum.
“Bu kadar dikkatli bakma.” Sesinden dökülen harflerin etrafı buzdan bir camla kaplanmıştı. Bu cam, zemine çarptığında bile kırılmayacak kadar sağlam ve sertti.
Konuşmasını beklemiyordum. Bakışlarımı ondan çekip karanlığın üzerini ipek bir çarşafla örttüğü koruluğa çevirdim. Ağaçlar, küçük çocukları kandırmak için uydurulan korkunç masallardaki öcüler gibi görünüyordu. Derin bir nefes aldığımda soğuk içime doldu ve omuzlarım aldığım nefesle beraber yukarı kalkarak genişledi.
“Bana planından bahsedecek misin?” diye sordum. Konuşurken dudaklarımın arasından kayıp giden beyaz buhar, soğuğun içime indirdiği fırça darbesinden akan yağlı boya gibiydi.
“Henüz değil.”
Çatık kaşlarla, “Neden?” diye sordum.
“Sana güvenmiyorum.”
“İlerleyen zamanlarda bana güvenecek kadar aptalsın, öyle mi?”
“İlerleyen zamanlarda da sana güvenmeyeceğim, Lavinia.”
“O zaman nasıl olacak?”
“İlerleyen zamanlarda seni içini görecek kadar tanıyacağım. Tanımak ve güvenmek farklı şeyler. Ben kimseye güvenmem. Kişisel algılama bunu.”
“Kimseye güvenmezsin?” Kaşlarımı kaldırdım. “Kendine bile mi?”
Burnundan sert bir nefes verip, sigarayı dudaklarına götürdü ve sigarasının ucunda yanan alevi harlayan bir nefes çekti. Gri dumanı yavaşça dışarı üflerken gözlerinin kısıldığını fark ettim.
“Kendime bile.”
“Kardelen söylediğinde saçma bulmuştum.”
Kısa bir sessizlik oldu. Sonunda, “Neyi?” diye sordu.
“Seninle benzediğimizi.”
“Beni az da olsa tanıyor sayılırsın, daha önce benzediğimizi düşünmemiş miydin?”
“Ben kendimi bile henüz tanıyabilmiş sayılmam, Doktor. Seni tanımış olmamı düşünme bile.”
Aramıza yatırdığımız sessizliği bir kolundan o, diğer kolundan ben tuttum ve acımasızca tutup parçaladık. Omzunun üstünden bana baktığını hissettiğimde karanlık ağaçların üzerine serilmiş karlara bakıyordum, sonunda ben de ona baktım. Yüzünün haritasına belirsiz bir ifade sinmişti, çatık kaşlarının ortasında bir çukur belirmişti ve eminim ki o çukura binlerce düşünce defnetmişti.
Parmaklarının arasında tuttuğu sigaranın ölü külünü verandadan aşağı silkti ama gözlerini üzerimden çekmedi. O dikkatli yırtıcı yine harelerinin arkasından pençelerini bana uzatmıştı.
Bir süre beni inceledi, sonra elini cebine atıp sigara paketini çıkardı ve paketi hafifçe sallamasıyla bir dal sigara yukarı çıktı. Önce bana tıpkı bir namlu gibi uzanan sigara dalına, ardından da ona baktım. İhtiyacım olan şeyi uzattığı için geri çevirmem imkânsızdı. Soğuktan bembeyaz kesmiş ince, uzun parmaklarımı uzatıp bana doğrulttuğu sigarayı yavaşça çekip aldım.
“Teşekkürler.”
“Teşekküre lüzum yok. Tiryakinin hâlinden tiryaki anlar.”
Bakışlarımı gözlerinden çekmeden, “Çakmak?” diye sordum.
Paketi cebine attıktan sonra bıçak yüzeyi gibi parlayan zipposunu çıkardı. Sigarayı dudaklarımın arasına sabitlediğimde bedenini bana doğru çevirip bana bir adım yaklaştı. Bir an bedeninden kopan sıcaklığın bedenimin çevresinde estiğini, bir çember şeklinde beni sardığını hissettim.
Zippodan fırlayan o küçük, uzun ateş ikimizin arasında yükselirken yüzünü aydınlattı ve uzun kirpiklerinin elmacık kemiklerine düşürdüğü siyah gölgelere bakakaldım. Acı, bu adamın yüzüne resmedilmiş en güzel duyguydu.
Kısık bakan içi iri gözler, ateşin egemenliği altında bana uzanıyordu ve aramızda bir adımdan çok daha kısa bir mesafe vardı. Burnundan verdiği nefesler ateşi dalgalandırıyordu. Bu bana, o cuma akşamını hatırlattı, üzerinden yağmur damlaları düşerken kafeye girdiği o akşamı…
Bakışlarımı onun gözlerinden koparıp ateşe çevirdim, dudaklarımın arasındaki sigaranın ucunu ateşe değdirdiğim an zehir, ateşle kavrulmaya başladı. Geri çekilip tekrar gözlerinin içine baktığımda içime çektiğim dumanı yavaşça dışarı bırakıyordum. Dikkat, onun gözlerinin bekçisi gibiydi. Zipponun ucunda yanan ateşi, zipponun kapağını sertçe kapatarak söndürdü ve birden yana döndü. Ellerini ahşap korkuluklara yasladı, parmaklarının arasında duran sigaranın uzayan külü ölü bir bedene dönüşürken o pürdikkat külü izliyordu.
“Beni arayıp o mekâna gideceğinin haberini verdiğinde uzun süredir gündemimde olan bir hastalıkla ilgili veriler topluyor, onun üzerine çalışıyordum ve çok meşgul olduğum için onu geçiştirmiştim,” dedi dalgın gözler ve o gözlere eşlik eden dalgın bir sesle. “Nereye gideceğini sormadım, ne kadar kalacağını sormadım, güvenli bir yer olup olmadığını merak ettiysem de o an bunun üzerinde durmadım.”
Sigarayı parmaklarının arasında küçük bir ruloyu döndürüyormuş gibi döndürüp, sırtımı uzun kirişlerden bir tanesine yaslarken başımı sağ omzumun üzerine yatırdım.
“Sen de mi kendini suçluyorsun yoksa?”
Gözleri sigaranın uzamayı sürdüren gri külünü izlemeye devam ederken bana cevap vermedi.
“Ben de kendimi suçluyorum,” diye fısıldadım gözlerimi yeniden koruluğa çevirirken.
“Sen şanslısın, Ölüm Çiçeği.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sen her ânında onunla birlikteydin. Onunla benden daha fazla vakit geçirdin.” Sigarası izmaritine kadar kül olmuştu. Dudak payının olduğu yerden yanık, kötü bir koku geliyordu.
“Bu beni daha şanslı mı yoksa daha şanssız mı yapar, işte bunu bilmiyorum.”
Kartal, sertçe yutkundu. Bir şeyler söylemek istedi ama söylemedi, öfkesi boğazına doğru ilerleyen bir bıçaktan farksız olmalıydı. O bıçak ki, Kartal’ın sesini, kelimelerini, sustuklarını kesiyordu.
“Şu an acın öylesine taze ki, yapamayacağın hiçbir şey yok gibi geliyor, değil mi?” diye sorduğumda omuzları dikleşti. “İnsanlara hayat veren senin ellerin, şimdi o eller çok rahat can alabilir.”
“Kaybedecek bir şeyim yok.”
Derin bir nefes alıp, “Bundan emin misin?” diye sordum.
“Evet. Beni sorgulayıp durma.”
“Sen kendini yakan bir yangınsın bence. Peki ya küle döndüğünde ne olacak? Yeniden var olabileceğini mi sanıyorsun? Her şey bittiğinde ne olacak? Kendini Anka kuşu sanıyor olamazsın.”
Aniden bana döndüğünde nefesimin göğsümün içinde hapsolduğunu hissettim. Tek solukluk bir zaman diliminde tam da önümde bitmişti. Sırtımı yasladığım kiriş ile onun arasında sıkışıp kaldım. Geceden emanet aldığı ay ışığı, göz bebeklerinin içinde beyaz bir nokta gibi parlıyordu ama sanki bu ay ışığı değildi de saf ateşti. Beyaz bir ateş.
Kendi kendini tüketen ateş.
Aramızdaki boy farkından dolayı gözlerimi kaldırarak ona baktım, burnundaki ve kaşındaki demir halkalar karanlıkta parlıyordu. Kokusu yakıcı bir şekilde sigaranın kokusuyla karışarak içime doluyordu. Yağmur sonrası toprağın kokusu tenine çizilmiş bir resimdi sanki, bu kokuyu ondan ilk alışım değildi. Ayakkabılarının burnu, botlarımın burnuna değene dek bana sokulduğunda, alanıma girdiği için rahatsızlık duyarak ona daha sert gözlerle baktım.
“Hepimiz Anka kuşu olamayız,” dedi karanlık bir fısıltıyla. “Bazılarımız kül olmak zorunda.”
“Kül olmayı mı seçiyorsun?”
Parmaklarının arasındaki sigaranın dumanı ikimizin de yüzünün sınırlarına dokunarak geçip gidiyordu.
“Anka mıyım yoksa kül müyüm, bunu izleyip görelim, Ölüm Çiçeği.”
“Küllerin ölümün olabilir.”
“Küllerim doğuşum da olabilir,” dedi düz bir sesle, gözleri keskinlikle parlıyordu; tıpkı bir bıçağın yüzeyi gibi.
Yanlıştı. O, küllerinden doğmayacaktı. Onun ölümü küllerinden olacaktı.
“Küllerinden ölen Anka,” diye fısıldadım. “Ateş aldığın andan itibaren yanında olacağım.”
🎧: Draconian, Rivers Between Us