Ateş, onun içine tutulmuş bir ayna görevi görüyordu.
Bunu, ona verdiğim sözden dakikalar sonra içeri girdiğimizde, yanan şöminenin önünde durup alevlerin dansını izlerken fark etmiştim. Şöminede yanan ateş, evin duvarlarında büyüyerek gölgelerin de dansına eşlik etmesine izin veriyordu. Kartal, yeniden o tekli koltuktaydı, gözleri yanan ateşteydi ve tıpkı benim gibi o da yanan ateşin içinde kendiyle ilgili bir şeyler görüyor gibiydi.
Sehpanın üzerindeki kristal kadehi parmaklarının arasına aldığında, köşede dikilmiş sessizce onu izliyordum. Bir süre sessizliğime eşlik etti ve ateşin seslerini dinleyerek içkisini içti.
“Orada dikileceğine gidip uyusana sen,” dediğinde sesi sakindi, alkol onu kolayca etkisi altına almıyor olsa gerekti. Oysa bu gece çok içtiğini biliyordum.
Kaşlarımı kaldırdım, emrivakilerden hoşlanmazdım. “Uykum yok,” dedim sert bir sesle.
“Ne yaparsan yap ama çok ayak altında dolanma,” dedi ifadesiz bir sesle.
“Güzel,” dedim kollarımı göğsümün üzerinde birleştirirken. “Nasıl davranırsan, o şekilde karşılık alacaksın, Alaşan. Seviyeyi sen belirledin, ben de devamlılığını sağlayacağım.”
“Benim belirlediğim her seviyeye ayak uyduracaksın, öyle mi?” Omzunun üzerinden bana baktığında parmak uçlarında tuttuğu kadehin içindeki viskiyle aynı renk görünen gözleri kısılmıştı. Gür kirpikleri, ateşin yüzüne düşürdüğü ışık karşısında diz çökerek elmacık kemiklerine gölge şeklinde uzanmıştı.
Cevap vermediğim için, “Belirleyeceğim seviyelerle ilgili hiçbir fikri olmayan küçük bir kız için fazla iddialı konuşuyorsun, Lavinia,” dedi.
Yüzümü buruşturarak, “Bana böyle seslenme,” dedim.
“Nasıl seslenmeyeyim, Lavinia?” diye sorarken, sesindeki mesafenin aksine gözlerinde alay vardı. Bana hem ilginç hem de rahatsız edici bir şeymişim gibi bakıyordu. Bunun nedenini biliyordum, şu an insanlara karşı ördüğü duvarın nedenini biliyordum ve ben o duvarın altında kalmıştım.
“Çünkü adım Lavin. Hafıza problemi yaşıyor olabilir misin, Doktor?”
Çatık kaşlarla bana baktı ama bir şey söylemedi. Tam merdivenlere doğru dönmüştüm ki, merdivenlerin başında beni izleyen bir çift koyu kahverengi göz ile karşılaştım. Gözleri bu açıdan simsiyah görünüyordu. Uzun, siyah ve oldukça gür saçları, küçük, yuvarlak yüzünü neredeyse yutmuştu. Büyük dudakları vardı, o dudaklara koyu renk bir ruj sürmüştü ve bu ruj, dudaklarını olduğundan da büyük göstermişti.
“Bu kız da kim?” diye sordu, yumuşak ama akılda kalıcı bir sesi vardı.
“Adım Lavin,” dedim, aslında öfkem kıza değildi ama sesim sert çıkmıştı. “Bu kız değil.”
Kız söylediğime ve öfkeme aldırış etmeden Kartal’ın ensesine bakarak, “Bu kim?” diye sordu, sesi biraz öncekine nazaran daha gürdü. Ona daha dikkatli baktım, tanıdıklık hissi damarlarımda kan gibi ilerledi ve onu da bir fotoğraf karesinde gördüğümü hatırladım.
“Bölgesine girilmiş bir yırtıcı gibi hırlama, Sibelay,” dedi Kartal umursamazca.
Burak, hemen Sibelay’ın arkasında belirdiğinde, gergin bakışlarım ikisinin arasında tur bindiriyordu. Burak, “Sakin ol, Sibel,” dedi kızın ismini kısaltarak. “Neslihan’la bir bağlantısı olmadığına emin olabilirsin.”
Kız, “Kes şunu,” diye homurdandı. “Bu şakaları yabancıların yanında yapmaktan vazgeç. Hem soruma bir cevap alamadım. Kız kim?”
“Sahra’nın akşamüstü söylediği şeyi hatırlıyor musun?” diye sordu Burak kızın omzuna elini koyup, gözlerini bana çevirdiğinde. Kartal’ın duymayacağı şekilde, “Cenazeden geldiğimizde,” diye ekledi ama Kartal’ın bunu duyduğunu hissettim. “İşte tam da güzeller güzeli sevgilimin söylediği şey oluyor şu an, Sibelciğim.”
Sibelay’ın koyu renk gözlerinde bir şimşek çaktı. Kız dehşete düşmüş gibi bakışlarını önce Burak’a sonra da bana çevirdi ve “Ne?” diye sordu başını iki yana sallayarak. “Aklını mı kaçırdı? Bu delilik. Hem bunu yapacak olmasıyla bu kızın ilgisi ne?”
“Biz de tam olarak öyle olduğunu düşünüyoruz. Bunun bir delilik olduğunu,” dedi Burak sakince. “Ama onu biliyorsun, boşuna dil dökme. Kafasını eseni yapacak. Kız da bu işte onunla.”
Kız parmaklarını uzun saçlarının arasından geçirip, siyah saçlarını arkaya atarken dehşet dolu gözlerle Burak’a baktı.
“Kafasına esen şeylerin etrafından kan dökülecek gibi geliyor bana.”
Burak, Sibelay’ın söylediği şeyin bilincinde olmak bir zulümmüş gibi derin bir nefes alarak Kartal’a doğru baktı. Kartal, sanki arkasında kaos çıkmamış gibi sakince içkisini yudumlamaya devam ediyor, onları âdeta duymazdan geliyordu.
Sibelay bu defa, “Yanında bir de bu kızı mı sürükleyecek yani?” diye sordu bakışlarını bana çevirerek.
Sabırla, “Lavin,” dedim ama eğer patlayacak olursam ağzımdan kelimeler değil, lav dökülecekti.
“Tamam, aynen,” dedi Sibelay gözlerini devirerek. “Lavin’i de mi yanında sürükleyecek?” Kız birden irkilerek durdu. “Lavin mi?”
Bakışları saf bir merakla bana çevrildi, bana daha dikkatli baktığında o gözlerde beni tanıdığına dair emareler gördüm.
“Yok artık. Sahra böyle bir şey ima ettiğinde, yani onun arkadaşıyla birlik olabileceğini söylediğinde, bu kadarına da ihtimal vermemiştim. Ben tek başına harekete geçer sanıyordum.”
“Ben yokmuşum gibi dedikodumu yapmayı ne zaman kesersiniz?” diye sordu Kartal sakince. Bir an bu sakinliğin altında uğuldayan ve zemini sarsan fırtınanın yumruklarını duyar gibi oldum.
“O zaman bu dedikoduya katılmaya ne dersin?” Sibelay merdivenlerden inmeye başladığında Burak da onu takip ediyordu ve ortam birdenbire iki ucu farklı yöne çekilen bir ip kadar gerilmişti. “Ana dalını seçtin!” dedi üstüne basarak. “Sen artık bir doktorsun! Hayallerin hemen önünde, kapıyı açmanı bekliyor. Kapıyı yakıp, farklı yöne mi koşacaksın? Ateşin içine mi koşacaksın?”
“Neslihan nerede?” diye sordu Kartal umursamazca. “Sibelay’ı susturması gereken bir konu var.”
“Birinin beni susturmasına ihtiyacım yok. Beni duymazdan gelmeyi bırak!” dedi Sibelay, hemen Kartal’ın önüne geçip öfkeyle ona bakarak. “Kayhan amca bir kaybı daha kaldıramaz!”
Sessizce salonun ortasına ilerledim. Kartal’ın zayıf yüzünü gölgelendiren elmacık kemiklerine baktım, gözlerini ağır ağır havaya kaldırdı ve Sibelay’ın yüzüne dikti. Kız da dikkatle ona bakıyor, bir yandan da dişlerini sıkıyordu.
Kartal, “Kes,” dedi bıçak gibi kesen bir sesle.
Gerginliğin ateşi tavana dek uzanırken, Burak sessizce onları izliyordu. Sibelay gözlerini yumup derin bir nefes aldı, tekrar gözlerini açtığında daha sakindi. “Kardelen, arkadaşını böyle bir şeyin içine sürüklemeni istemezdi,” dedi. “Ve senin de böyle bir işin içine girmeni kesinlikle istemezdi.”
Kartal, elindeki kadehi öyle sıkı kavradı ki, biraz daha baskı yaparsa kadehi parçalara ayırabilirdi.
“Sesini kesecek misin?”
Burak’ın gergin çenesi kasıldı, Sibelay’a doğru ilerleyip onu belinden tutarak uzaklaştırırken Sibelay’ın çizgiyi aştığını biliyor gibiydi.
“Yapma,” dedi kızı uzaklaştırırken. “Anlamayacak.”
Sibelay sitemle, “Anlamadığını görüyorum,” dedi ve o an, dudaklarım farkında olmadan aralandı.
“Evet,” dedim kaşlarımı çatarak. “Sen de onu asla anlamayacaksın.”
Sibelay’ın gözleri bana çevrildi. Burak, gergin çenesine rağmen yumuşak gözleriyle bana bakarken kaşlarıyla durmam gerektiğini ifade eden bir işarette bulundu ama umurumda bile değildi.
“Kardeşi ölen sen değilsin,” diye devam ettim. “Ve en yakın arkadaşı kollarında ölen kişi de sen değilsin.”
Sibelay, burnundan tıpkı bir boğa gibi nefes verdi ama sonunda öfkesi yerini sakinliğe bırakmıştı. Gözlerime baktı ve “Sen,” dedi. “Nasıl bir şeyin içine düştüğünü bilmiyorsun. Pişman olacaksın.”
Gözlerimi ona dikip, “Ve bu seni hiç ilgilendirmiyor,” dediğimde, sesim de tıpkı bakışlarım gibi ruhsuzdu.
Sibelay, Burak’ı itip merdivenlere yönelirken, “Ne hâliniz varsa görün!” diye bağırdı. Hızlıca basamakları tırmanırken Burak da omuz silkip mahcup bir ifadeyle başını önüne eğdi ve Sibelay’ın arkasından gitti.
Anlık bir sessizlikle birlikte ciğerlerime dek karlara saplanmışım gibi hissettim. Kartal, parmak boğumları beyazlayana dek sıktığı kadehi dudaklarına götürmeden hemen öncesinde, “O senin için çok mu değerliydi?” diye sordu. “Hep bir aradaydınız.”
Bakışlarım ânında zemine çevrildi. Yaklaşan gözyaşlarımı yüreğimin topraklarına gömüp, “O benim kimsemdi,” diye fısıldadım.
Cevap vermedi.
Uzun süren sessizlik, “Birkaç saat uyumaya bak,” demesiyle sonlandı. “Yola çıkacağız.”
Bir şey söylemeden merdivenlere yöneldim. Bana yabancı olan bu evin sanki bir parçasıymışım gibi bana verilen odaya giderken, hiç olmadığım kadar yorgun hissediyordum. Bana verilen yatağa uzandığımda, tavanda Kardelen’in yüzü belirdi. Sağlık ekipleri gecikmişti, ambulansa onun cesedi taşınmıştı. Hoş, sağlık ekipleri zamanında gelmiş olsaydı da onun kurtulamayacağını biliyordum. Çünkü bunu kendisi de biliyordu ve gözlerinin feri sönmeden hemen öncesinde, bana bunun farkındalığıyla bakmıştı. Gidiyordu ve bunu biliyordu. O an, bizden gittiğini biliyordu.
Kollarımda tıpkı yaralı bir kuşun son nefesini veriş ânında titreyen göğsü gibi titreyerek can vermişti.
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözyaşım lav gibi gözlerimden şakağıma, oradan da boynuma doğru akarken uykunun benim için gelmesi için dua etmeye başladım.
Ne kadar geçti bilmiyordum. Acı, ruhumun kuytularında yankıların yükselmesine neden olacak kuvvette bağırırken, usulca gözlerimi araladığımı hatırlıyorum. Tül perdeyi aşarak içeri dalan güneş ışığı ince bir sütun şeklinde yüzümü deşiyordu.
Saat kaçtı bilmiyordum. Sessizliği bölen kuş seslerini duyuyordum. Doğrulup kalktım ve botlarımı ayağıma geçirerek odadan ayrıldım. Koridor bomboş ve karanlıktı. Ağır bir kadın parfümü kokusu soludum, oryantal bir kokuydu. Koridorun sonundaki kapı açıldığında bir an duraksadım ve kapıyı açan kişi de beni görünce durup kaşlarını çattı. Turuncu, kısa saçları dağınık bir kadın tam karşımda dikiliyordu. Burnunda ve gözlerinin altında tıpkı saçları gibi turuncu çiller vardı. Onu görür görmez tanıdım, bir bayram sabahı Kardelen’in paylaştığı fotoğraf dizilerinden birinde bu kız da vardı ve gülümseyerek Kardelen’e sarılmıştı.
“Günaydın?” dedi sorar gibi.
Başımı sallamakla yetindiğimde, “Sen Sibelay’ın bahsettiği kız olmalısın. Kardelen’in arkadaşı,” dedi. Bana dikkatle baktı ve “Seni daha önce de görmüştüm,” diye fısıldadı.
Hislerimin içindeki en derin çukuru açmayı başarmış o isim öyle çok yüzüme çarpılıyordu ki, biri devamlı dizlerimin arkasına vuruyormuş gibi hissediyordum.
“Evet,” dedim sadece.
“Lavaboyu kullanmak istersen,” diyerek kapıyı tamamen açtığında, çıktığı odanın aslında lavabo olduğunu anladım. “Şöyle buyur.”
Başımı salladım. Kızın yanından geçerken adım atan bir cesetten farkım yoktu. Kızın yoğun parfümünün kokusu anlık olarak daha net şekilde içime doldu, daha sonra banyoya girip kapıyı kapattım ve lavabonun önüne geçerek hızlıca yüzümü yıkadım. Bal sarısı, iri gözlerimin içindeki yeşil hareye dikkatle baktım. Yüzümden gözyaşları gibi akan su damlalarını silmeden bir süre kendimle yüzleştikten sonra, aynanın önünden yavaşça ayrıldım ve yüzümü kâğıt havluyla kurulayarak banyodan çıktım.
Alt kata inerken hâlâ diken üzerindeydim. Bir süre merdivenlerin başında durup aşağıyı kontrol etmiştim, görünürde kimse olmadığı için yavaşça alt kata indiğimde, şöminenin söndüğünü gördüm. Güneş, çizdiği sütunlarla evin içini aydınlatmaya başlamıştı. Yerdeki yumuşak halıya devrilen gün ışığının etrafında uçuşan toz parçalarını izlerken içim bulanıyordu. Karnım açtı ama ben kahvaltı eden bir insan değildim, benim sabah kahvaltım sigaraydı ve şimdi de bir sigaraya ihtiyacım vardı.
Kısa bir süre sonra koltuktaki hareketlilik dikkatimi çekti. Kafamı ileri doğru uzatıp koltuğun ön kısmına baktığımda gördüğüm manzara duraksamama, hemen ardından karnıma müthiş bir ağrının saplanmasına neden oldu. Kartal, dünkü tekli koltuğun üzerinde oturur pozisyonda uyuyordu. Kafası sağ omzunun üzerine düşmüş, kolları koltuğun yanlarından yere sarkmıştı. Üzerinde tişört yoktu, altındaki kotun bağları gerilmiş ve onun ince bacaklarının uzunluğunu belirginleştirmişti. Dudakları hafif aralık duruyor, uzun kirpikleri kemikli yüzüne gölgeler çiziyordu.
Uyurken kaşlarının çatık olduğunu fark ettim.
Görüntüsü, zihnimin içinde sert, ışığı gür bir şimşek gibi çaktı ve acımasız bir yıldırım gibi ormana düşerek ağaçları tutuşturdu.
Eli neredeyse zemine değmek üzereydi ve yerde devrilmiş, dibinde soluk sarı sıvı kalmış bir içki şişesi duruyordu. Dibi dolduramayacak kadar az olan sıvı, öne doğru yayılarak ince bir çizgi şeklinde şişenin zeminini kaplamıştı.
Kollarındaki dövmelerin altında duran belirgin damarlarında çarpan nabzı, kanın gürleyerek akışını görebiliyordum. Göğsü hafifçe yukarı kalkıyor, aldığı her nefes bedenini dalgalandırıyordu.
Göğüs kaslarını tıpkı bulutsuz bir gece gibi dolduran benlere bakarken göğüs kafesimin yandığını hissettim.
Sayısız yıldız.
Derin bir nefes aldı ve omuzları kasılarak havalandı. Kaşları daha da çatıldı. Bir adım geri çekilerek ona bakmaya devam ettim. Uzun, kemikli parmaklarını yumruk yaptı, bir şeyi kavramak istiyor gibi yumruklarını sıktığını gördüğümde boğazım düğümlenmişti.
Şu an nasıl bir kâbusun tavanından idam ipi sarkmıştı da hangi acısının önünde infaz ediliyordu?
“Şöyle dikkatli bakma,” dedi aniden. Gözleri hâlâ kapalıydı, alnında ter damlacıkları vardı ama çatık kaşları bir nebze de olsa gevşemişti.
“Uyanık mıydın?”
“Yok, uykumda konuşuyorum seninle.”
Gözlerimi devirdim, tam arkamı dönüyordum ki gözlerini aniden açtı. Beyazı kanlanmış gözleri, gözlerime saplandığında kaşlarını yeniden çatıp şakaklarını ovdu ve oturduğu yerden hafifçe doğrularak, “Saat kaç?” diye sordu soğuk bir sesle.
“Bilmem.”
Kartal, sehpanın üzerindeki sigara paketini aldı. Paketten bir dal sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra sigaranın ucunu zipposuyla tutuşturdu.
“Daha fazla soru sorma ve akıl verme törenine maruz kalmadan acele etsek iyi olur,” dedi.
Hızla yerinden kalktı, kenarda duran koyu gri kazağı üzerine geçirdi. Kazak ona biraz büyük olsa da yakışmıştı. Saçlarını elleriyle geriye doğru taradığı sırada köşeye geçmiş sessizce onu izliyordum. Adı Sahra olan kız aşağı inmiş, koca bir fincan kahveyi zorla elime tutuşturmuştu.
Kartal, Burak ile bir konuyu konuşmak için balkona çıktığında, bir sigara içecek kadar zaman yaratabildiğim için şanslı hissediyordum. Sigaramı ve kahvemi içerken Sahra neredeyse hiç konuşmamıştı ama etrafımda dolaşıyordu.
Kahvemden son yudumumu alırken Sibelay elini barış işareti yaparak bana uzatıp, “Kusura bakma,” dedi mahcup bir sesle. Uzun saçlarını büyük, kuş yuvasını anımsatan bir topuz yapmıştı. Neslihan onun beline sarılarak, “Benim güzelim çok hırçındır,” diye fısıldadı bana göz kırparak. “Kusuruna bakma.”
“Sorun değil,” demekle yetindim. Sigaramı gümüş renkli kül tablasına bastırıp söndürürken Burak ve Kartal da içeri girmişlerdi.
Kartal, “Sahra, kıza bir şeyler ver,” dedi sakince.
“Tamamdır.”
Sahra elimi tutmak için bana uzandığında elimdeki fincanı önümde duran sehpaya sertçe bırakıp, buzdan bakışlarımı Kartal’a çevirdim. Kızın eli havada asılı kalmış öylece bana bakarken onu umursamadan oturduğum yerden kalktım ve “Teşekkürler,” dedim mesafeli bir sesle. “Ama üstümdekilerle ilgili bir sıkıntım yok.”
Kartal’ın gözleri beni bulmadı bile. “Ama benim sıkıntım var,” dedi.
“O zaman bu sıkıntıyı kendi içinde çözmeye ne dersin?” diye sordum sertçe.
Kartal, bana boş boş baktı ama bu bakışlar birkaç saniye bile sürmeden benden ayrılıp boşluğa çevrilmişti. Sahra, bana yavaşça dokunurken, “Kartal haklı,” dedi. “Üstündekiler gayet iyi ama uzun yola çıkacaksınız, yeni giysilerle daha ferah hissedersin. Hem yollar oldukça soğuktur.”
Ne kadar direnmek istesem de Sahra çok kibardı, ona karşı yırtıcı bir vahşi gibi görünmek istemediğimden onu takip ettim. Burak ile birlikte kaldıkları odaya girdiğimizde, çift kişilik koca yatağın ucuna oturdum. Dev elbise dolabının kapısını kaydırarak açan Sahra, birkaç parça kıyafet çıkardı. Zeytin yeşili boğazlı bir kazağı kaldırıp bana bakarken gözlerinde onay bekleyen bir ifade dolaşıyordu.
“Kafana göre takıl,” dedim sadece.
Sahra, dolaptan siyah bir kot çıkarıp, “Bu tayt formunda bir pantolon,” diye açıklamada bulundu. “Sen benden daha ince ve uzunsun ama bu sana tam olacaktır.”
Tek yaptığım başımı sallamak oldu. Deri bir mont çıkarıp onu da kazağın üzerine koydu ve “Yüzünü renklendirmek istersen,” diyerek makyaj masasını işaret etti. “Kullanabilirsin.”
“Buna gerek yok, teşekkür ederim.”
Süslenip püslenecek hâlim de isteğim de yoktu. Karnımı deşip duran o çirkin hissin kafasını kaldırıp yüzüme baktığını hissettim. İnsanlar için hayat bir şekilde devam ediyordu ama hayat benim için o gece durmuştu.
Sahra, odadan çıkıp giyinmem için bana zaman tanıdığında, ona minnet duydum çünkü şu âna dek Kardelen dışında hiçbir kadının önünde üzerimi değiştirmemiştim. Utangaç olduğumdan değil, sadece bundan hoşlanmıyordum. Giyinip alt kata inmem yaklaşık on dakikamı almıştı. Alt kata indiğimde kadro eksiksiz bir şekilde aşağıdaydı.
Saniyeleri dakikalara katlayan o zaman diliminde hiç kimse bir şey söylemeden öylece birbirini izledi. Sonunda Neslihan, “Yunus Emre’nin baskınına uğramadan gidin,” dedi, sabah karşılaştığımızda üzerinde olan uzun kazağın aksine şimdi askılı bir tişört giyiyordu. Sol bileğinden başlayıp, omzuna kadar uzanan yeşil ve kırmızının ağırlıklı olduğu detaylı bir dövmesi olduğunu şimdi görüyordum. Kulaklarında sabah olduğundan daha fazla küpe vardı, burnundaki halkayı çevirerek bana bakıp gülümsedi.
“Sikerler baskınını,” dedi Kartal omuz silkerek. Bakışları beni bulduğunda, iki parmağının arasında duran sigaranın izmaritini kül tablasına bastırdı. “Gidiyoruz.”
Omuz silktim. Benim için sorun yoktu. Gidebilirdik. Evden çıkmadan hemen öncesinde Burak ve Kartal arasında odak noktasının ne olduğunu bir türlü yakalayamadığım derin bir konuşma daha geçmişti.
Verandanın basamaklarını inerken bir geceyi evlerinde geçirdiğim insanların gözlerini sırtımda hissedebiliyordum. Kartal hemen arkamdaydı, soğuk gözlerine eklediği sarsılmaz ifadeyle o da tıpkı diğerleri gibi beni izliyordu.
“Kartal,” diye seslendi Burak. “İstanbul’a varır varmaz beni ara.”
Kartal, “Tamamdır,” dese de Burak’ın söylediği şeyi pek de umursamışa benzemiyordu.
“Bal göz,” diye seslendi biri arkamdan. Bu sesin sahibini tanıyordum. Omzumun üzerinden Sahra’ya baktığım sırada Kartal hızlıca yanımdan geçti ve kolu koluma sürttü. “Hızlı,” diye fısıldadı, sesi rüzgâra ait bir kamçı gibiydi.
“Efendim?” dedim Sahra’ya bakarken.
“O koca adama dikkat et,” dedi Sahra. “Çünkü o bir süre kendine asla dikkat etmeyecektir.”
Birkaç saniye boyunca yalnızca gözlerinin içine baktım. Cevaplar dilimin ucunda aydınlığa varmadı, karanlıkta asılı kaldı. Başımı hafifçe sallamakla yetindim ama o kadar cansız bir hareketti ki bu, onay vermiş olmama rağmen Sahra’nın tatmin olmadığına yemin edebilirdim.
Kartal’ın cipinin ön yolcu koltuğuna yerleşip verandada durmuş bizi izleyen arkadaş grubuna baktım ama Kartal, onlara bakmadan arabanın motorunu çalıştırdı. Öğlen saatlerinde olmamıza rağmen güneş bulutların arkasına saklanmış, gökyüzü griye bürünmüştü.
“Arkadaşlarının da seninle gelmesi gerekmiyor mu?” diye sordum kaşlarımı çatıp, çıktığımız patika yolun etrafında hızlıca kaybolan ağaçları izlerken.
“Bu benim meselem,” dedi tekdüze bir sesle. “Onları buna alet edecek değilim.”
“Neye alet edecek değilsin?”
Direksiyonu sıkıca kavrarken, “Az konuşup çok işe yarasan ne güzel olurdu,” dedi.
“Planın her ne ise bana da kabataslak da olsa anlatacaksındır umarım.” Sesim ukalaydı, dik bir burunla göz ucuyla ona baktığımda, beni hiç umursamadan önünde akıp giden yolu izlediğini gördüm. “Anlatmayacak mısın?” diye sordum ona dik dik bakarak.
“Şimdi değil.”
“Neyin içinde olduğumu bilmeye hakkım var.”
“Elbette var,” dedi, daha sonra göz ucuyla bana baktı ve “Ama neyin içinde olursan ol, vazgeçmezdin değil mi?” diye sordu.
“Vazgeçmezdim.”
“O hâlde neyin içinde olduğunun ne önemi var? Sen zaten her şeyi göze almışsın. Tıpkı benim gibi.” Derin bir nefes aldı. “O yüzden durmadan sorular sorup, kafamın içindeki kuyuya bir taş da sen atma, Lavinia.”
Bilmeye hakkım vardı ama yaralı bir yırtıcının kafesine ona su vermek için bile yaklaşsanız, tek yapacağı size hırlamak, size saldırmaya çalışmak olurdu. İşte o da yaralı bir yırtıcı gibiydi. Kafesinin önüne elimde suyla gidiyordum ama o suyu görmüyordu, sadece hırlıyordu, sadece bana ve yaklaşan herkese saldırıyordu. Bu yüzden onu suçlayamadım. Psikolojisinin derinlerine inildiğinde, şu an dönüştüğü insanın aslında olmak istediği değil, zorunda bırakıldığı insan olduğunu görebilirdiniz.
O, sayılı zamanlarda da olsa gördüğüm biriydi ve gördüğüm zamanların tek birinde bile bu kadar kasvetli, bu kadar saldırgan ve bu kadar kaba değildi. Hatta şu an olduğu insanın tam tersiydi. Şimdi o adamdan geriye sadece bakışları kalmıştı, gözleri onu ilk gördüğüm andan beri bir yırtıcı gibi bakıyordu, onu her gördüğümde o gözlerden kaçardım.
Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadık. Saatler birbirini kovalarken birkaç benzinlikle durmuş, benzinliklerden birine yakın bir restoranda da yemek yemiştik. Telefonumun ölmek üzere olan pilini benzinlikteki hızlı şarjlara takıp doldurmuştum. Biri arayacak değildi, birinden mesaj da bekliyor değildim, zaten beklesem de bunlar olmazdı. Beni merak eden tek insan artık benden çok uzaktaydı.
Gün yerini çoktan geceye bırakmıştı. Arabanın tepe lambası yanmıyordu ve yollar ıssızdı. İçinden geçip yola devam ettiğimiz çoğu şehir, karlar altında kalmıştı, birkaçında ise şiddetli yağış etkisini sürdürüyordu. Sonunda etrafı koruluklarla sarılı bir otoyola çıktığımızda yeryüzüne pamuk parçaları şeklinde dingin dingin düşen kar tanelerini saymazsak, hava burada daha berraktı. Yolun kenarına belli aralıklarla yerleştirilmiş sokak lambalarının ışığı Kartal’ın kemikli, zayıf yüzünü gölgelendiriyordu.
“Ne kadar kaldı?” diye sorduğumda, karşı şeritten yaklaşmakta olan bir aracın far ışığı gözümü aldığı için gözlerimi elimin tersiyle örttüm.
“Şu an İstanbul sınırları içindeyiz,” dedi. “Tabelaları takip etmiyor musun, ufaklık?”
Bana ufaklık demişti, belki ona göre bir ufaklıktım ama hangi ufaklık omuzlarımda taşıdığım şeyleri taşırken bir çocuk olarak kalabilirdi ki?
Işığı kapattıklarında atılan çığlığın sana ait olduğunu bilmene rağmen o çığlığı sahiplenemezdin.
Ben karanlıkta defalarca çığlık atmıştım. Biri bile bana ait değildi. Hepsi sahipsizdi.
“Dikkat etmemişim,” dedim sadece.
Kartal, aracı biraz daha hızlandırdığında gözlerim dikiz aynasına düşen görüntüsüne takıldı. Yüzü görünmüyor, yalnızca gözleri küçük bir dikdörtgenin içinde ışıldıyordu. O gözler, artık dikkati yüzünden korktuğum gözler değildi. O gözler, karanlıkta beni takip eden bir yıldız gibiydi ve o yıldızın üzerine örtülen toprak bile henüz kurumamıştı. Gözleri bana onu hatırlatıyordu.
“Dikkatli olmalısın,” dedi gözlerini kısarken. Gözlerinin içinde dans eden ışıkların bile karanlığa çekildiğini gördüm. “Bu oyundayken çok dikkatli olmalısın.”
“Sen çok mu dikkatlisin?” diye bir soru attım ortaya.
“Yeteri kadar değil.”
Kendinden emin bir şekilde evet demesini beklemiştim ama bunu yapmamıştı. Bir süre daha dikiz aynasına dökülen altın kahve gözlerini izledikten sonra bakışlarımı ondan koparıp yan tarafımda akıp giden yola çevirdim. Kafamı cama yaslarken dişlerim birbirine kenetlenmişti. Gecenin içinde saklanan gerçekler, ağaçların arkasından alay dolu gözlerle bizi izliyordu sanki. Gözlerimi yumdum. Sokak lambalarının yüzümü bir tuval olarak kullanıp turuncu rengi taşıyan fırçasıyla yüzüme dokunmasına, ardından tekrar geri çekilip beni zifiri karanlığa batırmasına izin verdim.
Araç sonunda durduğunda mekânlardan yükselen ışıklar haricinde yine karanlıktaydık. Arabayı bilerek mekânlardan birinin yakınlarındaki kör noktaya çektiğini fark etmiştim. Kaldırımların üstü, dışarıdaki soğuğa rağmen kısa, güzel elbiseleri ve pahalı topuklu ayakkabılarıyla titreyerek sigara içen yaşıtlarımla doluydu. Saçları boyalı ve bakımlıydı, her hafta en az üç kez kuaföre gittiklerine emindim. Kendilerine özen gösterdikleri kesindi. Kartal, ön camdan dışarıyı izliyordu.
Önünde koyu kırmızı, birazdan yabancı artistlerin ödül almak için üzerinde yürüyeceği türden uzun bir halı olan, büyük bir bina vardı. Kartal’ın pürdikkat orayı izlediğini fark etmiştim ve o binayı izlerken çenesi gergin görünüyordu. Tekrar o yöne baktım. Halı, altın rengi zincirli demirlerin hemen ortasında duruyordu. Buranın çok pahalı bir mekân olduğuna emindim. Dev gibi, siyah demir bir kapısı vardı. Kapının hemen önünde siyah gözlükleri ve simsiyah takımları olan iki adam duruyordu. İkisi de iri yarıydı, biri keldi ve diğeri de kel olana nazaran daha uzun boyluydu.
“Neden buradayız?” diye sordum mekânı incelerken. “Burası neresi?”
“Sizin Antalya’da gittiğiniz mekânın İstanbul şubesi,” dedi Kartal mekanik bir sesle. “Turizm şehri olduğundan Antalya’ya da bir benzerini açmış enayi. Asıl olay bu mekânda dönüyor.”
Midem kasıldı. “Bu mekânla işimiz ne?” diye sorduktan hemen sonra dişlerimi sıktım.
“İşimiz mekânla değil. İşimiz Sadık Parlak ile.”
Başımı yavaşça ona çevirirken kaşlarım da çatılmıştı. “Sadık Parlak?”
“Mekânın sahibi.”
“Onunla ne alakası var?”
Kartal yavaşça başını iki yana sallayarak alt dudağını dişlerinin arasına alıp, burnundan dışarı sert bir nefes verdi. “Mekânında uyuşturucu trafiği olan bir pezevengin bundan haberi olmayacağını mı sanıyorsun?”
“Adamın bu olayla ilgisi olduğunu falan mı düşünüyorsun?”
“Düşünmüyorum,” dedi umursamaz bir şekilde. “Düşünüyor olsam şu an nefes alıyor olmazdı.” Gözleri kısaca gözlerime dokundu. “Öyle değil mi, Lavinia?”
“O zaman neden buradayız?”
“Ama bu, adamın bir şey bilmediği anlamına gelmez.” Derin bir nefes aldı. “Adamla ilgili ne var ne yoksa her şeyi öğrenmem gerekiyor.”
“Bu nasıl olacak?”
Kartal, gözlerini ön cama çevirdiğinde, bir an dudaklarında ürkütücü bir kıvrımın oluştuğunu görür gibi oldum.
“Bununla olacak.”
“Ne?”
Çenesiyle ileriyi işaret ettiğinde başımı yavaşça ön cama çevirdim ve o an hemen halının üzerinde dikilip, telefonla konuşan sarışın kız dikkatimi çekti. Uzun, sarı saçları beline uzanıyordu ve saçları öyle yoğundu ki, içinde kaynak olduğu gerçeği yok sayılamaz derecede barizdi. Üstüne yapışan karamel rengi elbise güzel fiziğini gözler önüne sermişti. Uzun boyluydu ama yine de ayağında onu olduğundan on beş, yirmi santim daha uzun gösteren topuklu ayakkabılar vardı.
“İrem Naz Parlak,” dedi Kartal sinsice kızı izlerken. “Benim oraya giriş biletim.”
Gözlerimi Kartal’a çevirdiğim anda Kartal’ın zehirli bakışları da beni buldu. Aramızda bir karıştan daha az bir mesafe vardı, kokusu doğrudan içimi yakıyordu. Gözleri bir an yüzümü inceledi ve dudaklarıma kaydı, dudaklarımı birbirine bastırıp yok etmek istedim. Karnıma ızdırap verici bir ağrı saplandı.
Sert bir nefesi burnundan verdi ve kirpikleri usulca yukarı kalkarken gözleri yeniden gözlerime tutundu.
“O kız kim?” diye sordum, onun bakışlarından kurtulmak için. Parmaklarım koltuğun kenarlarını kavramıştı ve uzun tırnaklarımı koltuğun döşemelerine bastırmıştım.
Kendimi olabildiğince geri çekmeye çalıştım. Özay’dan sonra ilk kez bir erkekle bu kadar yakın mesafede duruyordum ve cipin içi ne kadar geniş olursa olsun bu mesafenin kısalmasına engel olamamıştım. Bir an Özay’ı düşünmek kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Geçmişte kalmış bir şeyi kendime ne diye hatırlatıyordum ki?
Özay. Bu isim, geçmişimin attığı gür çığlıklardan bir tanesinin sahibiydi.
Bakışlarımı Kartal’ın hedefi hâline gelen sarışına çevirdim. “Kızı mı baştan çıkaracaksın?” diye sorduğumda, kız telefonu kapatmış, kısa elbisesinin dar eteğini düzelterek içeri doğru yürümeye başlamıştı.
“Baştan çıkarmak için çaba harcayacak değilim,” dedi Kartal arabanın motorunu çalıştırmadan hemen önce. Aracın farları yandı ve mekâna doğru uzandı. Sarışın kız yüzünü buruşturup homurdanarak büyük kapıdan içeri girerken Kartal gözlerini kıstı. “Kendi ayaklarıyla bana gelecek.”
“Kendini beğenmiş misin biraz?”
“Hayır. Sadece her kızın isteyeceği türden bir adamım.” Bir an, çok kısa bir sessizlik yaşandı. “Görünüş olarak.”
Görünüşü dışında birinin onu istemeyeceğini mi düşünüyordu? Kafamda dönen soruları derin bir kuyunun içine attım ve sessiz kaldım.
Trafik, gecenin geç saatlerinin etkisiyle az da olsa çekilebilir hâle gelmişti. Yine de İstanbul, benim gözümde yayadan çok aracın olduğu bir şehirdi, bu yüzden trafiği katlanılamaz derecede boğucuydu. Oldukça ıssız yolları takip ederek sayısızca tabelayı ve lüks binayı arkamızda bırakmıştık. Karanlık bir araya girdiğimizde burada sokak lambaları yanmıyordu. Hemen ileride tepeye benzer bir yer vardı ve orada yanan sokak lambaları buradan bakılınca küçük ateş böceklerini andırıyordu.
Kartal’ın telefonu birkaç kez çaldı ama buna aldırış etmedi. Dik bir yokuş indik, ardından ona nazaran daha az dik bir yokuş tırmandık ve cip bir tepeye doğru ilerlemeye başladı. Araç ne kadar zorlanmadan ilerliyor da olsa saatlerdir aracın içinde olduğumdan midem bulanmaya başlamıştı.
Araç, tepedeki lüks binaların önünde yavaşladığında kafamı kaldırıp yüksek binaları incelemeye başladım. Hepsi beyazdı, birbirinin birer kopyası gibi görünüyorlardı. Bahçeleri bile aynı şekilde dekore edilmişti ve önlerinde büyük havuzlar vardı.
“Abartılı,” diye söylendim.
“Vıdı vıdı edeceğine hareket et bakalım,” dedi Kartal. “İn bakalım, Ölüm Çiçeği.”
Derin bir nefes alırken, “Adım Lavin,” dedim bezmiş bir sesle.
“He Lavin he,” dedi ve gözlerini devirerek emniyet kemerini çözdü.
Emniyet kemerimi çözüp araçtan indiğim an gecenin soğuğu bedenimi kıskıvrak yakaladı. Rüzgâr, kulağımın etrafında şiddetle uğulduyordu. Çantamı boynuma asıp, buz kesen parmaklarımı Sahra’nın verdiği kotun yüzeyine sürterek ısıtmaya çalıştım. Bu nezih tepede yaşayan bina sakinlerinin tek bir tanesinin dahi ışığı yanmıyordu. Saat kaç olmuştu?
Kartal, aracın siyah uzaktan kumandasıyla tüm kapıları tek tuşla kilitledi. Küçük tık sesi yankılara sebep olurken, yanıp sönen far ışığı tüm sokağı anlık olarak aydınlığa boğdu. Etrafın bu denli sessiz olması benim açımdan iyiydi, sessizliği seven bir insandım. Keşke o gece de sessizliği sevdiğimi, dışarı çıkmak istemediğimi söyleseydim de yolumuz o mekâna, bu ateş de benim içime düşmeseydi.
Beyaz bahçe kapısını araladı ve büyük bir bahçeyle karşılaştım. Havuzun içinde suyu aydınlatan bir ışık yanıyordu. Havuzun başında iki büyük aslan, bir tane de karga heykeli vardı. Heykeller beyaz alçıdan yapılmıştı.
“Çevrendeki her şeyi dikkatli incelemeni de savcı olacak olmana mı borçluyuz?” Bu ses, karanlığın içinden fırlayan bir ok gibi sırtıma saplandı. Omzumun üzerinden ona bakınca bir an duraksadım çünkü aramızda neredeyse hiç mesafe olmadığını anladım. Gözlerini kısıp, “Hareket etmeye ne dersin?” diye sordu.
Ondan uzaklaşarak bakışlarımı önüme çevirdim ve yürümeye başladım. “Aniden dibimde bitmemeye ne dersin?” diye sordum sertçe. “Mesafeyi severim.”
“Hadi ya?” dedi arkamdan yürürken. “Ben de tam tersi, mesafeyi hiç sevmem.”
“Zamanla seversin.”
“Belki de zamanla sevmeyen sen olursun.”
Ona kulak asmadım. Bloklara ayrılmış sitelerin girişi bayağı geride kalmıştı, güvenlik görevlisinin olduğu kulübenin ışığı da sönüktü. Binanın giriş kapısında durdum, kapılar otomatikti ama açılmadı. Kartal yavaşça arkamdan uzandı, kolunu omzumun üzerinden geçirirken vücudumdaki tüm tüylerin ürperdiğini hissettim. Yanağı yanağıma yakın bir yerde duruyordu. Otomatik kapının hemen yanında duran dokunmatik ekrana bir şeyler tuşladı, ardından otomatik kapı yavaşça iki yana kayarak aralandı.
“Burası dingonun ahırı değil, öyle her isteyen giremez,” dedi, sesi yanağım boyunca kayıp boynuma akmıştı.
“O yüzden güvenlik görevlisi falan yok herhalde,” diye söylendim kendi kendime.
Kartal’ın uzun parmağını belimin kavisinde hissedince donup kaldım. Parmağını oraya bastırarak, “İlerle,” diye mırıldandı.
Binaya girerken bedenim kaskatıydı. Gülnihal teyzeden aldığım siyah şalı bileğime tıpkı bir bileklik gibi dolamıştım, siyah şalın ucuyla oynadığım sırada asansöre bindik ve metal kutu bizi üst kata taşımaya başladı. Asansörün duvarları aynalarla kuşatılmıştı ama kafamı kaldırıp yansımamıza bakmadım. Asansörün kapıları açıldığında bizi karşılayan bembeyaz bir koridor oldu. En dipten soldaki kapının önünde durduğumuzda, Kartal etrafı kısaca kolaçan etti ve elini küçük zarf kutusunun içine soktu. Ucunda gümüş renginde K ve A harfleri olan anahtarlığı çıkarıp çelik kapının kilidini açtı.
Kartal benden önce içeri girdi, arkasından girerken gerginliğimin çoğaldığını hissettim. Hol dardı, hemen kapının girişinde beyaz bir portmanto vardı. Kartal üzerindeki deri ceketi portmantoya astıktan sonra içeri yöneldi. Ben de üzerimdekini portmantoya astım ve içeri geçtim. Dar bir koridorun sonunda kapısı olmayan geniş bir salon vardı. Salondaki lacivert mobilyalar geniş ve konforlu görünüyordu. Televizyon ünitesi aynı zamanda kitaplık olarak da kullanılıyordu. Büyük bir televizyonun etrafındaki raflara yerleştirilmiş eski, sayfaları sararmış kitaplar ilgimi çekmeyi başarmıştı.
Salonda bir şömine vardı, şömine camın arkasındaydı ve gerçek görüntüsü çizse de elektrikli şömine olduğunu anlamıştım. Kartal, tek bir tuşa bastı ve ateşler püskürerek yanmaya başladı.
Etrafı incelediğim sırada, “Bir duş al,” dedi. “Kokmak istemezsin.” Cevap vermeden ona baktığımda derin bir nefes aldı. “Koridorun sonundaki kapı senin odana açılıyor. Hemen karşısındaki odada da benim odam. Odanın yanında banyo var, onu kullanabilirsin.”
Elektrikli şöminenin çaprazındaki tezgâha yöneldi. Küçük sayılamayacak kadar çok yer kaplayan lacivert dolap kapağını açtı ve dolabın içinden pahalı bir şarap şişesi çıkardı. Dolabın kapağını kapatmadan bir tane de şarap kadehi çıkardıktan sonra göz ucuyla bana baktı.
“Kıyafet meselesini düşünüyorsan, odanda kıyafet var.”
Sorgu öyle büyük bir şekilde içimde patladı ki damarlarımda şimşek hızıyla dolaştığını hissettim. Tek kaşımı kaldırsam da bir şey söylemedim çünkü gerçekten yorgun hissediyordum ve şu an ondan alabileceğim cevaplar olmadığının farkındaydım. Sessizce salondan çıktım, bahsettiği kapıyı açtım ve benim olduğunu söylediği odaya girdim. Oda karanlıktı, yerden katlarca yukarıda olmamıza rağmen havuzun etrafındaki ışıklar pencereden içeri sızmış, büyük yatağın yüzeyini belli belirsiz aydınlatmıştı.
Parmaklarım ışığın düğmesini aramak yerine komodindeki abajura uzandı ve güçsüz sarı bir ışık odayı aydınlattı. Büyük, krem rengi deri başlığı olan, üzerinde bej rengi nevresim takımının serili olduğu yatağa çatık kaşlarla baktım. Yatağın hemen karşısında koca bir duvarı kaplayan büyük bir elbise dolabı vardı ve elbise dolabının tüm kapakları aynalıydı. Aynaya düşen yansımama uzun süre bakamadım çünkü güçsüzlük, o yansımaya resmedilmişti.
Elbise dolabının aynalı kapaklarından birini usulca araladığımda, gözlerim hissettiğim dehşeti gizlemeden aralandı. Dolabın içi etiketi üzerinde duran bir sürü kıyafetle doluydu. Hepsi özenle seçilmişti, pahalı markalara ait özel tasarımlardı. Basit bir kazağın etiketinin üzerinde bile bolca sıfır gördüğümde, “Bu da ne?” diye sorabildim. “Zaten bunun için hazırlanıyor muydu? Bu kadar kısa zamanda tüm bunları yapacak kadar…” Durdum. Elbise dolabının içindeki çekmeceler de boş değildi. Çoraplar, iç çamaşırları… Aklıma gelebilecek ne varsa buradaydı. Siyah bir şort tayt, koyu mor bir kazak ve siyah iç çamaşırlarını kapıp, yumuşak görünen havlulardan birini de aldım ve odadan ışık hızıyla çıktım.
Salonda depresif ritimlere sahip bir rock parçası çalıyordu. Duymazdan gelerek banyoya girdiğimde beni karşılayan banyo oldukça lüks ve bembeyazdı. Duş kabinin hemen çaprazında büyük, yumurta şeklinde bir küvet olduğunu gördüm. Ilık suyun altında tahmin ettiğimden daha fazla kaldım. Su, bedenimden kiri götürdü ama düşüncelerimdeki kir bâki kaldı.
Ruhumun bekçilini yaptığı kalbim, uzun zamandır insanlar tarafından uğranmamış, unutulmuş bir han kapısı gibiydi. Ailemi verdiğim toprak, bana ait olan ikinci bir şeyi de çalıp içine hapsettiğinde, artık durdurulması imkânsız bir çığa dönüşmüştüm. Heyelan gibi, toprağıma karışanı da beraberinde köklerinden sökerek önüme katıyor, hiçliğe götürüyordum. Bir insan en fazla ne kadar isminin hakkını verebilirdi?
Ben, beyaz ölümdüm.
Yirmi bir yılın sonuna gelmeme az kalmış olmasına rağmen, seksen bir yılı geride bırakmış bir ihtiyarın gözleri vardı iri, bal rengi gözlerimde. Omuzlarımın dik durma sebebi, benim hayata okuduğum meydandandı belki de.
Banyodan yeni kıyafetlerimle çıktığımda saçlarım ıslaktı, banyonun içine hapsettiğim buhar, bir sis gibi koridora sızmış ve usulca dağılmıştı. Kartal, şöminenin önündeki tekli koltukta oturuyor, sessizce şarabını yudumluyordu. Yanındaki sehpanın üzerinde şarap şişesi, sigara paketi ve kül tablası vardı.
“Hallettin mi?” diye sordu gözlerini çevirip bana bakmadan.
“Evet.” Sehpanın önüne gelip, “Bir sigara alabilir miyim?” diye sorduğumda sadece başıyla onay verdi. Paketten bir sigara çıkarıp dudaklarımın arasına yerleştirdim, ben bunu yaparken omzunun üzerinden bana bakıyordu. Bakışlarına karşılık verdim ve üzerindeki kazağı çıkarmış olduğunu gördüm, siyah bir sporcu atletiyle oturuyordu. Cebinden zipposunu çıkardı, elini yavaşça kaldırdı ve küçük bir tık sesinin ardından tam ortamızda yanan aleve baktım. Yavaşça eğildiğimde ıslak saçlarım yüzümü arasına alarak aşağıya sarktı ve onun damarlı bileğine sürtündü. Kartal, dikkatle beni izlemeye devam etti ama ben ona bakmadım, sigaramın ucunu bana doğrulttuğu ateşle tutuşturdum.
Geri çekilip sigaranın ucundaki ateşi harlayacak bir nefesi içime çektikten sonra sigarayı dudaklarımdan ayırdım ve “Bu kadar hazırlığı hangi arada yaptın?” diye sordum. “Seninle bu yola çıkacağımdan neredeyse eminmişsin.”
“Emindim ve şimdi buradasın,” dedi sadece.
Sigarayı iki parmağımın arasına alıp ikinci kez içime çektiğim dumanı dışarı üfledim. Sehpanın kenarına oturup ona dik dik bakarken, “Mezarlıkta sana ortak olmak istediğimi söylediğimde neden zorluk çıkardın o zaman?” diye sordum. “Zaten gelip beni bulacaktın, benimle bu yola çıkacaktın.”
“Ne fark eder?” diye sordu bana boş boş bakarak.
“Yoksa bir anlığına beni bu işe sürüklemekten vaz mı geçmiştin?” diye sordum ve bu soru, onun bir açığını yakalamışım gibi kaşlarını sertçe çatmasına neden oldu.
“Neden bu soruları soruyorsun?” Kaşlarının ortasındaki çukur derinleşti. “Kendi isteğinle benimle aynı yolda yürümeyi seçtin. Bu saatten sonra ne düşündüğümün, ne planladığımın, sonuçların ne önemi var? Hem geleceğini zaten biliyordum.”
“Ama yine de bir anlığına vazgeçmeyi düşündün, değil mi?” diye sordum.
“Yola çıkmaktan değil, seni yanıma almaktan vazgeçmeyi düşündüm,” dedi, itirafı dudaklarımı birbirine bastırmama neden oldu. “Ama deniz kabuğu kıyıya vurmayı tercih etti.”
“Deniz kabuğu kıyıya geldi çünkü yosunlardan kurtulmak zorundaydı,” diye fısıldadım sigarayı dudaklarıma yaklaştırırken.
“Yanlış,” dedi Kartal, gözlerime daha derin bakıyordu şimdi. “Deniz kabuğunun yeri zaten kıyıdır.”
“Sen kıyı mısın?”
Aslında onu bir Anka kuşuna benzetmiştim, bir kıyıya değil. Hatta sızlayan ateşten kanatlarını hâlâ görebiliyordum, kanatlarının etrafından zift renginde kan damlıyordu.
“Belki de kıyıya vurmak için savaştığın yosunumdur.”
“Ama ben buradayım,” dedim. “Kendi isteğimle. Bu seni nasıl yosun yapar?”
“Deniz kabukları, yosundan kurtulduğunu sansa bile kaçarken yosundan mutlaka bir parça koparır, kıyıya onunla çıkar,” dedi Kartal kül tablasında duran sigarasına uzanırken. “Bir parçamı deniz kıyısına taşıman gerek, Lavinia.”
🎧: Draconian, Night Visitor