🎧: Aaryan Shah, Isolation
Parmaklarının arasında tuttuğu sayfayı bir kez daha çevirdi o yazar. Parmak uçlarına bulaşan mürekkep, sayfanın üstünü kirletti. Sanki o kadının, yani kelimeleri yavaşça işleyen bu yazarın arkasında dikilmiş, kalemi bastıra bastıra çizdiği kelimelerin oluşturacağı cümleleri izlerken elim kalbimde öylece bekliyordum.
Hayatını bir mürekkebe bağlamak garipti. Eğer bir mürekkep lekesiysem, benim kefenim bir kurgu, mezarımsa kelimeler mi olacaktı?
Bacağımı korkuluğun üstünden indirirken gözlerimi yansımamdan çekmedim. Derslik bomboştu. Neden burada olduğumu bilmiyordum. Sadece düşüncelerimden uzaklaşmak istiyordum ve kendimi dans ederken bulmuştum. Toprak’ın burada olduğunu hatırladığım için değil, Toprak’ın göğsündeki dövmeyi gördüğüm için kalbim sızladı.
Kartal da Toprak’ı ânında tanımış olmalıydı ama tepki vermemişti. Sadece tıpkı benim gibi, yüzünde yılların eskitemeyeceği bir ifadeyle o dövmeye bakmıştı. Sonrası sessizlikti. Ne ben tek kelime etmiştim ne de o tek kelime etmişti. Toprak, buradaydı. Kardelen artık yoktu ama kalbini ektiği toprak, artık yanı başımızdaydı.
Dersliğin kapısı açıldı. İçeri giren Ogün’dü. Bakışlarım aynanın yüzeyinden ona tutunduğunda, beni burada bulmayı beklemediğini belli eden bir şaşkınlıkla elini saçlarına götürdü.
“Rahatsız mı ediyorum?” diye sordu temkinli bir sesle.
“Hayır,” diyerek ona doğru döndüm.
“Burada tek başına ne yapıyorsun?”
“Çalışıyordum,” dedim omuz silkerek. “Biraz da vakit öldürüyordum.”
“Güzel bir vakit öldürme yöntemi.” Dudakları usulca yukarı kıvrıldı. “Seni izleyebilir miyim?”
Sırtımda biriken terin bel boşluğuma dek aktığını hissederken başımı salladım. Isınan vücudumun daha esnek olduğunu hissedebiliyordum. Parmak uçlarımda yükseldim, öne attığım bacağım bir yay gibi gerilirken diğer bacağımı hafif bir açıyla arkaya uzattım ve parmaklarım yere değmeyecek şekilde havalandı. Özgürlük hissi bedenimi yavaşça sarmaya başladığında, “Burada olma sebebin arkadaşların mı yoksa göreve başlama kararı mı verdin?” diye sordum.
“Henüz görüşmelerim sürüyor, bizimkileri görmeye geldim diyebiliriz.” Kollarını göğsünün üzerinde toplayıp ilgi dolu bakışlarını bedenimde dolaştırdı. Yavaşça zıpladığımda dudaklarının beğeniyle yukarı kıvrıldığını gördüm. Parmaklarımın üzerine düşerken beklediğimin aksine acı hissetmedim. Sanki yıllar süren bir mola vermemişim gibi, parmak uçlarım dansı huşuyla karşılamıştı. Olduğum yerde yavaşça dönerken, “Senden beklediğim gibi,” dedi ve bir an dikkatim dağılır gibi olunca omzumun üstünden ona baktım.
“Anlamadım?”
“Bir kuğuya benziyordun, bir kuğu gibi dans ediyor olman da beklediğim bir şeydi,” dedi, ardından beni rahatsız etme ihtimalini düşünmüş olacak ki, “Kusura bakma,” diye ekledi. “Beni akademinin sapık hocası olarak etiketlemeni istemem. O yüzden sana akademinin sınırları dışına çıktığımızda askıntı olmayı düşünüyorum. Gerçi hâlâ burada bir hoca sayılmam, o zaman sana burada da askıntı olabilirim. Bilemiyorum.”
Açık sözlülüğü beni öfkelendirmedi, aksine eğlendirdi. Her nedense kötü bir niyeti olmadığı hissine kapılmıştım. Belimi esnetmek için bedenimi iki yana hızlıca çevirdiğimde kemiklerim kütürdedi, rahatlamayı ve ağrıyı aynı anda hissederek yüzümü buruşturdum.
“Bana askıntı olduğunu hissetseydim kuğuya değil, gergedana dönüşürdüm, emin ol,” dediğimde gülmemek için parmaklarını dudaklarına bastırıp burnunu kırıştırdı.
“Bir mücevherin kendisini gergedana benzetmesi olacak şey değil,” dedi ve bunun üzerine gözlerimi devirdim.
“Ben mücevher değilim. İşlenmemiş bir kömürüm.”
“En ihtişamlı elmas bir kömürden elde edilir,” dedi yeşil gözlerine ciddiyeti ekleyerek. “Kendini hafife alma, Lavin.”
“İsmimi de unutmamışsın.”
“Güzel kadınların ismini unutmam deseydim var olabilecek şansımı da yok etmiş olurdum ama dürüst olmalıyım ki, maalesef güzel kadınların ismini unutmam,” dedi yeniden dürüstçe.
Kaşlarımı kaldırıp, “Seninle iyi anlaşacağız,” dedim, bu tavrım hoşuna gitmiş gibi içtenlikle gülümsedi ama ağzını açmasına fırsat vermeyen, dersliğin birdenbire açılan kapısı oldu.
Kartal içeri girerken Ogün’ün varlığının farkına varmamıştı. Ama gözleri Ogün’e dokunduğu an, yüzündeki sakin ifadenin sertleştiğine tanık oldum. Bakışlarını bana çevirmeden hemen önce tek kaşı havaya kalkmıştı.
“Neredesin sen?”
“Gördüğün gibi buradayım,” dedim gözlerimi devirerek aynaya doğru dönerken.
Kartal, gergin omuzlarla bana doğru yürümeye başladı. Ogün, kolları göğsünün üzerinde toplu şekilde sakince ikimizi izliyordu. Tam yanımda durduğunda yavaşça eğilip, “Seni boş bırakmaya gelmiyor,” dedi Kartal sert bir sesle. “Neden burada baş başasınız?”
“Sana da merhaba,” dedi Ogün dudaklarına muzip bir tebessüm yerleştirerek.
Kartal, gözlerini Ogün’e çevirip, “Merhaba,” dedi sabit bir sesle. “Ogün’dü, değil mi?”
“Evet, sen de Kartal’dın.”
Tanışıyorlar mıydı? Bakışlarımı aynanın yüzeyinden Ogün’e çevirdiğimde, bana gülümsedi. “Siz ne ara tanıştınız?” diye sordum.
“İrem tanıştırdı,” dedi Kartal.
“Ha, doğru,” dedim sinirle gülümseyerek. “İrem tanıştırmıştır.”
“Başlama yine.” Kartal, gözlerini Ogün’e çevirdi. “İrem seni arıyordu. Bir bak istersen.”
Ogün kaşlarını alayla çatıp, ellerini teslim oluyormuş gibi havaya kaldırarak, “Tamam tamam, kibarca defol git dediğini anladım,” dedi. “O hâlde sonra görüşürüz.”
“Görüşürüz,” dedim harflerin üzerine basa basa. Demek ki İrem’in yanındaydı ve İrem’in yanından ayrıldığında aklına gelmiştim. İrem’in yanındayken değil, İrem’in yanından ayrılınca. Kaşlarımı çatarak Ogün’ün derslikten çıkışını izledim. İçeride tek kaldığımız an, Kartal beni bileğimden kavrayıp yavaşça kendine çevirdi.
“Yüzüme baksana bir sen,” dedi sertçe.
“Ne var?”
“Ne diye gülüşüyorsun bununla?”
“Gülüşmüyordum, insan gibi diyalog kuruyordum. Seninle kuramadığımız şey. Diyalog.”
Kartal’ın gözlerine çöken karanlığı izlerken öfkem dineceğine daha da kabardı.
“Emir bitti bir de Ogün çıktı başıma,” dedi dişlerinin arasından.
“Milletle flörtleşen sensin, ben değilim. Ben senin aksine planımıza sadık kalıyorum, senin gibi plan gerekçesine sığınarak insanlara kur yapmıyorum.”
Kartal’ın yüzüne yayılan dehşet dolu ifadeyi izlerken neredeyse keyiften dört köşe olacaktım. “Ben mi insanlara kur yapıyorum lan?” diye sordu sertçe. “Sen ne söylediğinin farkında mısın? Kime kur yapmışım ben?”
“İrem’e karşı sergilediğin performans alkışı hak ediyor. Öyle kur yapıyorsun ki, senelerdir tanıdığım adamın koca bir yabancı olduğunu fark ettim,” dedim dudaklarımda alaycı bir kıvrımla.
“Ben de senelerdir tanıdığım kadının tanımadığı adamlara gülümseyebildiğini gördüm,” diye karşı atağa geçmesini beklemiyordum. Kaşlarım sertçe çatıldı ama uyarı dolu bakışlarıma aldırış etmedi. “Maşallah, ben hariç herkese dağıtacağın tebessümlerin varmış, Lavin.”
“Sen tebessümü hak edecek şeyler yapıyorsun da sanki.”
“Hadi oradan lan,” diyerek yüzüme doğru eğildi. “Ne diye hak etmiyormuşum ben senin tebessümlerini, söylesene.”
Bileğimi parmaklarından kurtarıp, “Sana tebessüm veren bol, benim tebessümüme muhtaç değilsin,” dedim. “Bu saçma kavgayı da burada bitiriyorum. Liseli değiliz biz.”
İçinde buz yüzen viski rengi gözleri, gözlerime yaydan fırlayan bir ok gibi saplandı. Söylemek istediği bir şeyler olduğunu fark etmiştim ama ağzını bıçak açmadı.
“Her ne sikimse,” dedi dişlerinin arasından. “Gitmemiz gereken bir yer var.”
Yerdeki spor çantamı alıp koluma takarken, “İyi,” dedim lafını ikiletmeden. “Gideriz o hâlde.”
Tartışmayı uzatmamam, nereye gideceğimizi sorgulamamam onu şaşırtmıştı, bunu hissedebiliyordum. Tek kelime etmese de sorguyla yanan bakışları yüzümü karışladığı sürece konuşmasına zaten gerek yoktu.
Akademiden çıkıp cipin önüne geldiğimizde, Kartal cipin uzaktan kumandasıyla kilidi açtı. Ön yolcu kapısını açıp içeri girerken akademiden çıkmadan hemen önce üzerime geçirdiğim ceketin fermuarını boğazıma kadar çektim. Hava bozmaya başlamıştı. Gökyüzünün damarları bembeyazdı ve gök, bulutların koyu gri esaretinin altında kalmıştı. Emniyet kemerimi bağlarken Kartal’ın ön camın önünde ilerleyişini izledim. Ben kemerimi bağladığımda o çoktan araca binmiş, emniyet kemerini bağlamadan aracı çalıştırarak akademiden uzaklaştırmaya başlamıştı. Emniyet kemerini bağlamadığı için uyarıyla öten araç iyice sinirlerimi zıplatınca, “Şu kemerini bağla ya da arka taraftan tak, bir şey yap,” dedim.
Gözlerini devirdi. “Şu Ender pezevengini arayacaksın,” dediğinde direksiyonu sanki koparacakmış gibi sıkı tutuyordu.
“Avukatı mı?”
“Evet, o piçi.”
“Neden?”
“Ağzından almamız gereken laflar, bazı ayrıntılar var,” dedi Kartal. “Burak’ın fikri bu. Benim değil. Bana kalsa onun ağzını siker geçerdim.”
“Sen başkalarının fikirlerine göre hareket etmezsin.”
“Beni o kadar iyi mi tanıyorsun?”
“Tanımaya başlıyorum.”
“Önceden tanımıyor muydun?”
“Tanımaya çalışmıyordum.”
“Her ne boksa. Burak, o adamla bir yemeğe çıkman gerektiğini söyledi. Yemek sırasında Sadık Parlak ile ilgili ne öğrenebilirsen öğreneceksin.” Dişlerini sıktığını gördüm. Zayıf yanaklarının içe çökmesiyle yüzü kemiklerin mezarlığına dönüştü ve bu görüntü kalbimi hızlandırdı. Gözlerimi kaçırıp yola çevirdim. “Bu benim planım değil, tamam mı? Bana kalırsa bu çok saçma. Ne gerek var? Saçma sapan bir yemeğe çıkmaya gerek bile yok.”
“O zaman neden yapıyoruz?”
“Bence de. Neden yapıyoruz?” diye çıkıştı öfkeyle. “Buna hiç gerek yok.”
“Sadık hakkında çok fazla soru sormak göze batmamıza neden olur, daha farklı konulardan da bahsetmeliyim ki Sadık konusuna takılmamalı,” dediğim anda Kartal öfkeyle bana baktı. “Ne?”
“Ne yapmayı düşünüyorsun? Yemek boyunca sana askıntı olup, saçma sapan fantezilerine seni dahil etmesini mi? Tüm gece seninle baş başa eve gidebilmenin yolunu düşünecek!”
“Saçmalama,” dedim sadece.
Burak haklıydı, bu mantıklı bir hamle olabilirdi ama bu hamlenin ihtimali bile Kartal’ı öfkelendirmişti. Ender’in ağzından ne kadar laf alırsak, o kadar kâr elde etmiş olacaktık. Belki de bu işin içinde Sadık Parlak yoktu, belki rotamızın üzerinde uğradığımız öylesine bir yerdi. Bunu öğrenebilmek için daha fazla ayrıntıya ihtiyacımız vardı. Belki de asıl suçlu şu an bir yerlerde dolaşıyordu ve biz o suçluyu tanımıyorduk bile. Bu düşünce midemi ağrıttı.
Spor çantamın ön gözünden cüzdanımı çıkardım. Kartal’ın gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Cüzdanın içinden avukatın kartvizitini alırken sertçe yutkundum.
“Doğru,” diye mırıldandım. “Eğer bir şeylerin sonunu görmek istiyorsak, her ihtimali önümüze koyup düşünmeli ve tehlikeli de olsa her planı devreye sokmalıyız.”
“Ne yapıyorsun?”
Cep telefonumu olduğu yerden çıkarırken, “Ender’i yemeğe davet edeceğim,” dedim.
“Ben bu fikirden hoşlanmadım. Vazgeçtim, yapmayalım.”
“Neden?”
“Bu benim değil, Burak’ın fikriydi.”
“Sen kendinden başka kimsenin fikrini önemsemezsin,” diye homurdandım. “Hem doğru olan da bu. Adam bana ilgisi var gibi davranıyordu. Elbette bu ilgiyi kullanacağız.”
“Elbette bu ilgiyi kullanacağız mı? Saçmalama. Seni orospu çocuklarının ilgisini kullanmak için mi yanımda tuttuğumu sanıyorsun?” diye sordu, sesindeki öfke ateşten daha yakıcıydı.
“Sesini yükselterek konuşma.”
“O herifle buluşma falan olmayacak. Vazgeçtim. Bu kadar.”
“Bu iş için bu şart.”
“Şartların avradını, soyunu sopunu, yedi sülalesini sikerim, anlıyor musun?” Altımızdaki araç hızlanınca nefesim kesildi.
“Yavaşlat şu arabayı ve bana bağırmayı derhâl kes,” dedim ölümcül bir sakinlikle.
“Benim yanımda olduğun sürece hiçbir adamla duygusal ya da fiziksel herhangi bir bağ kuramazsın sen,” dedi birdenbire.
Duraksayarak, “Benim kimseyle bunları yaptığım yok,” dedim. “Hem söylediğin bağları kursam bile bu seni zerre ilgilendirmez!”
“Öyle bir ilgilendirir ki aklın hayalin şaşar!”
“Hangi vasıfla ya? Hangi vasıfla?”
Araç ani bir frenle durunca kafamı koltuğa çarptım. Gözlerimi Kartal’a çevirmemle o da bana doğru döndü ve gözlerinden akan cehennemi gördüm.
“Her gece uyuttuğun adam vasfıyla.”
İkimizin gözlerinin sınırlarında patlayan dinamitler, duyguların parçalanmış uzuvlarının etrafa saçılmasına neden oldu. Ani bir kargaşa ikimizin de gözlerindeki ağır yaralanmış cümlelerin üzerine gölge gibi çöktüğünde sadece ona baktım. Hafif bir kalp çarpıntısı göğsümün sınırlarında dolaştı, nefes alma ihtiyacıyla yanan ciğerlerimdeki sızının esas nedenini sorguladım.
“Güzel,” dedim sessizce ama bu neden dudaklarımdan dökülmüştü bilmiyordum.
Kartal, tek bir kelime etmedi. Aracı tekrardan çalıştırıp kullanmaya başladı. Bu konuda kararım kesindi, Ender ile yemeğe çıkacaktım fakat bu yemeğe şimdi çıkmamam gerektiğini düşünüyordum. En azından şu an, ikimizin de içinde olduğu çember böylesine daralmışken ve ben gerçekten ne yapmam gerektiğini bilmezken…
Neden böyle hissediyordum?
Kalbimde bir baskı vardı.
Sibelay ve Neslihan evdeydiler. Neden geldiklerini merak etmiyordum. Duş alıp odama geçmiştim, onlarla konuşacak kadar sağlıklı hissetmiyordum. Akşama doğru odamdan çıktığımda üzerimde askılı bir tişört, altımda da dizimin üstünde biten bir sporcu taytı vardı. Kararmaya başlayan koridorda öylece dikilirken, aralık duran mutfak kapısının içinden dışarı sızan ışığın çizdiği sütunu izledim. Mutfakta birilerinin olduğu çok belliydi. Neslihan ve Sibelay’ın dışında bir de erkek sesi duyuluyordu. Biraz sonra konuşanın Yunus Emre olduğunu anladım.
“Bazen bu dangalak herifi hiç anlamıyorum,” dediğinde sesinde karmaşa vardı. “Burak’ın ona sunduğu plan bence gayet akıllıca. Neden buna karşı çıkıyor? Ne kız zarar görecek ne de kendisi. Basit bir akşam yemeği. Heriften bir dünya bilgi koparabilirdik.”
“Burak’ın anlattığı kadarıyla bu avukat, Lavin’den gerçekten etkilenmiş,” dedi Sibelay.
“Bu bir şeyleri daha kolay elde etmemizi sağlayacaktır,” dedi Yunus Emre. “Kartal’ın bu inadı yüzünden bazen cinnet geçirecek gibi hissediyorum. İşi yokuşa sürüp duruyor, dümbelek kafa.”
“Kız, Kardelen’in en yakın arkadaşıydı,” dedi Neslihan. “Zarar görmesini istememesi normal. Kendisini Lavin’e karşı sorumlu hissediyor bence.”
Sibelay, “Öyle mi dersin?” diye sordu imayla.
“Aksi onu yeni bir cehennem ateşine atar,” dedi Neslihan, bir an geri adım atmak, daha fazlasını duymamak için buradan uzaklaşmak istedim. “Sizce bu işin içinde Sadık Parlak varsa, Kardelen’in sosyal medya hesaplarına bakmış olması normal olmaz mıydı? Küçük bebeğimin hesabında neredeyse hepimizle fotoğrafı vardı. Özellikle de Lavin’le fotoğrafları var. Bu, Lavin ve Kartal’ın kimliklerini doğrudan açığa çıkarmaz mı?”
Neslihan’ın sorusu beni duraksattı.
“Kardelen’in hesapları her zaman gizliydi. Bu olaydan sonra ekstra özen gösterdik buna, merak etmeyin,” dedi Yunus Emre.
“Hiç düşündünüz mü peki?” diyen kişi Sibelay’dı. “Bunun onu tanıyan biri tarafından yapılmış olma ihtimali olan bir şey olduğunu?”
“İhtimaller arasında her şey var,” dedi Yunus Emre sakince. “Bu bir kaza da olabilir, sadece eğlenmeye çalışan bir grup keşin ona iyi hissettireceğini düşünerek verdiği bir şey de olabilir, Sibelay’ın söylediği şey de olabilir. Her şey olabilir. Ama her ne olursa olsun, bunu ona yapan kişi bilmeden bile yapmış olsa, Kartal onu bilerek yok edecek. Çünkü bazen verdiğin, sana normal gelen bir karar, bir başkasının felâketi olabilir.”
“Çocukları zehirleyen her kim varsa, hepsi kendi pisliğinde boğulsun, can versin istiyorum ve ben Sahra’nın aksine bu konuda Kartal’ı destekliyorum,” dedi Neslihan. “Keşke hepsinin kökünü kazıyabilsek.”
Bu cümle içime ağrı gibi ekildiğinde onları dinlemenin yanlış bir şey olduğunu fark edip salona yöneldim. Tam holden geçerken banyonun kapısı açıldı ve bir buhar bulutu koridorun duvarlarına yayıldı. Bu bulutu takip eden şampuan ve sabun kokusunu soludum. Kafamı çevirip banyonun aralık kapısına baktım. Kartal, beline sardığı çok da büyük sayılmayacak bir havluyla hemen orada dikiliyordu. Islak saçlarından düşen su damlaları göğsüne, ensesine ve omuzlarındaki benlerin üzerine damlıyordu. Elindeki küçük el havlusunu ensesine bastırdı, ardından havluyu saçlarına çıkarıp saçlarını sertçe kuruladı. Biçimli karın kaslarının kıvrımlarına takılarak ilerlemekte zorlanan su damlalarını izlerken boynumda yanmaya başlayan o ateş, hızla karnıma kadar indi ve bir süre sonra bedenim acı verici bir yangının içine çekildi. Gözlerimi hızla gözlerine tırmandırdım.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Ne yapıyor gibi görünüyorum? Salona gidiyorum.”
“Hâlâ evdeler mi?” diye sordu.
“Evet, mutfaktalar sanırım.”
“Tamam.”
Başka bir şey söylemeden odasına geçip kapıyı kapattı. Salona geçerken kafam allak bullaktı. Çok değil, yarım saat sonra herkes salondaydı. Kartal, üstüne yeşil bir tişört geçirmiş, altında her an kıçından kayıp düşecek gibi duran siyah eşofmanla berjerde oturmuş birasını yudumluyordu. Yunus Emre’nin donuk gözleri Kartal’ın üzerindeydi, Sibelay ve Neslihan yan yana oturuyor, ortamla ilgilenmeden tek bir telefon ekranına kilitlenmiş ekranı izliyorlardı.
Onları izlerken, gözlerim sanki satırların arasında dolanıyordu.
Yunus Emre, “Burak’ın planı…” diyecekti ki, Kartal ânında, “İstemiyorum,” diyerek lafı ikiye böldü. Sibelay, gözlerini kaldırıp ikisine baktı.
Yunus Emre, Kartal’a kilitli bir şekilde, “Neden istemiyorsun?” diye sordu. “Mantıklı bir açıklaman var mı?”
Kartal alayla güldü. “Ne zamandan beri sana açıklama yapıyorum?”
Yunus Emre bir kez olsun gözlerini kırpmadan, “Nasıl bir atak kaçırdığının sen de farkındasın bence,” dedi.
“Nasıl bir atak kaçırıyormuşum? Anlat.”
“Bir daha eline kolay kolay geçmeyecek bir fırsat bu. Adam, Sadık’ın sır dolu küpü. Hem Lavin’e de ilgisi varmış. Konuşturması ekstra kolay bir piyon.”
Kartal’ın dudaklarını saran o ölümcül gülümseme daha da derinleşip âdeta bir mezara dönüştü.
“İlgisi olduğunu sana kim söyledi?”
Yunus Emre sakince, “Sence ilgi çekmeyecek birisi mi?” diye sorunca, bir an Kartal da ben de duraksadık.
“Gayet güzel hatun,” dedi Neslihan, Sibelay da karşılığında Neslihan’ın boşluğuna vurup düz düz baktı. “Evet, güzel ama bundan sana ne, Neslihan?” diye homurdandı.
Kartal’ın yüzündeki ifadenin daha da gerildiğini fark ettim ama sanki gerildiğini göstermek istemiyormuş gibi o ölümcül tebessümle öylece Yunus Emre’ye bakmaya devam etti. Tek kelime etmedi, soruyu cevapsız bıraktı.
“Lavin şu an senin için büyük bir şans. Onu yanında buraya sürüklerken senin şansın olmasını istemiyor muydun zaten?”
“Konunun gittiği yer hoşuma gitmemeye başladı, bence amcık ağızlılığı burada kesebiliriz,” dedi Kartal aynı gülümsemeyle.
“En kuvvetli hamlelerinden birini sağlayacak olan taş elinde, neden hamleni yapmıyorsun?”
“Beni bir satranç taşı olarak görmekten vazgeç,” dedim sertçe. “Sanki ben burada değilmişim gibi benim önümde benimle ilgili konuşuyorsunuz.”
“Seni küçümsemiyorum,” dedi Yunus Emre harflerin üzerine basa basa. “Senin gücünü fark etmesini istiyorum. Üstelik şu an Kartal ile konuşuyorum, seninle değil.”
“Sana göre ben neyim? Bir piyon mu?”
“Öyle olduğunu düşünüyorsan bilemeyeceğim.”
“Ben piyonsam, sen nesin? Sahte ölüm raporları hazırlayan biri ne oluyor?”
Yunus Emre gözlerimin içine hiçbir şey hissetmiyormuş gibi baktı ve “Ben arkadaşım için yaptım,” dedi.
“Güzel,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Ben de arkadaşım için yapıyorum.”
Çöken sessizliğin altında kalacağımı düşünsem de bu sessizliğin çökmesini sağlayan bendim ve altında kalan ben değil, onlar olmuştu.
Geceye doğru herkes evden ayrılmıştı, birkaç lokma bir şey yedikten sonra kendimi odama kapatmıştım. İnsanlardan bunca zaman boyunca neden uzak durduğumu durmadan hatırlatıyordum kendime. Ben hatırlatmasam bile, insanlar bunu hatırlamamın bir yolunu bularak önüme sunuyordu.
Boğazımın kuruduğunu hissettiğimde odadan yavaşça çıkıp mutfağa geçtim. Kartal hâlâ salondaydı, büyük ihtimalle içiyordu. Şişenin sesini duyabiliyordum ama cesaret edip yanına gitmedim. Suyumu doldurup ağır yudumlarla içerken mutfak zifiri karanlıktı. Mutfaktan çıktığım anda, salondan çıkan Kartal ile burun buruna gelmeyi beklemiyordum. Üstündeki tişörtü çıkarmıştı, büyük ihtimalle fazla alkol aldığı için bedeni yanmaya başlamıştı. Yutkunarak birkaç saniye ona baktım ve tekrar yürümeye başladım. Gözlerimi bile kırpmadan gözlerinin içine bakıyordum, aynı şekilde onun gözleri de benim gözlerimin içindeydi, asla ayırmıyordu.
“Uyumamışsın,” dedi.
“Uyumadım.”
“Hım.” Gözlerini kırpmadan yüzümü izlemeye devam ediyordu. “Uyuyacak mısın?”
“Bilmiyorum.”
“Uyumak istiyor musun?” diye sordu bu kez.
Onun gözlerinin içine bakmak sanırım böyle bir şeydi; hemen karşında cehennem dimdik duruyordu ve sen ateşlerin, vadinin uzun kayalıklarına çarparak dalgalanışını izliyordun, hemen yanında cennetteki soğuk şelaleden akan suyun serinliği yüzünü okşuyordu.
Bu hissettiklerim beni gerçekten korkutmaya başlamıştı.
“Bilmiyorum.”
Bir süre sessizce birbirimizi izledik ama ortam gerçekten karanlıktı, gözlerine yayılıp duran o ifadelerin hangi anlama geldiğini belki de sırf bu yüzden anlayamıyordum. Biz onunla hep karanlığın içinde çığlık atıyorduk birbirimize. Hiç ışıklar açıkken bağırmamıştık ki…
Yanından geçip kapıyı açtım, ona bakmıyordum ama nefesini hissedebiliyordum. Karanlık odaya girerken, “Uyumak istiyorum,” diye mırıldandım.
İçeri girdiğimde o da arkamdan odaya girdi. Yatağa girerken ona bakmadım, yorganın altına girdim ve sırtımı yatağın diğer ucuna dönerek gözlerimi pencereye diktim. Yatak başka bir ağırlıkla hafifçe çöktü, nefesinden sızan alkolün kokusunu soluyunca yutkundum.
Bir süre hiç konuşmadı, hiçbir şey söylemedi. İkimiz de aynı yatağın içinde sessizdik.
“İnsanları bir kitaba benzetiyorum,” dedi aniden konuştuğunda. Nabzımın hızlandığını hisseder hissetmez gözlerimi sıkıca yumdum, sakinleşmeye çalıştım. “Her kitabın sonu içindekilerdir.”
“Kendimizi içimizdekilerle bitiriyoruz,” diye onayladım onu.
“Öyle. Farkında mısın, sen artık tek başına bir kitap değilsin, Lavin,” dediğinde donup kaldım, gözlerimi araladım ve şehrin ışıklarının yansıdığı pencereye baktım. “Sen diye bir şey kalmadı, ben diye bir şey de öyle. Biz artık seninle tek bir kitabız.”
Yavaşça ona doğru döndüm, yüzüne vuran solgun ışığın altında yüzü gri görünüyordu. Gözlerimin içine bakmaya başladı. Gözlerinin içinde parlayan ateş böcekleri varmış gibi görünüyordu. Bir şehir manzarası gibiydi; gözlerinde geceydi ve ışıklar küçük birer nokta kadar görünüyordu.
“Bunu kabul etmem o kadar kolay olmayacak,” diye fısıldadım.
Kartal bana yaklaştı, güçlü kolları beni sarınca bir an şaşırsam da tepki vermedim. Ne yapmam gerektiğini bilmeyerek ona baktım. Kartal bana biraz daha sokulunca yüzümü saran ifadenin yumuşadığını fark ettim. Parmaklarım yavaşça saçlarına kaydı, Kartal’ın simsiyah saçlarını yavaşça okşamaya başladığımda sanki geceye dokunuyordum. Kartal biraz daha sokularak yüzünü boynuma yakın bir yere yerleştirdi, gözlerini kıstı ve pencereden sızan ışıkları izlemeye başladı.
Neden bu hâldeydik? Bunu yapmak zorunda mıydık? Birini yeniden tanımak, birine kapılarını açmak, biriyle aynı kaderi yaşamaya başlamak bunları mı gerektiriyordu sahiden? Ona dokunuyordum, parmaklarım saçlarındaki gecenin içinde dolaşıyordu ve o bana sokuluyor, tanıdığım Kartal’ı kapının dışında bırakarak başka bir Kartal’a dönüşüyor ve boynuma sığınıyordu.
Onun bana sığındığını düşünmek, sert bir rüzgâra dönüştü; zihnimde yanan mantık meşalesinin ateşini önce harladı, ardından da tamamen söndürdü.
Biz onunla aynı kişilerdik belki de. Neyin nasıl hissettirdiğini az çok biliyorduk. Soluksuz gecelerimiz olmuştu, kalbimizin öyle çok acıdığı zamanlar olmuştu ki o kalbin susması için mutfağa gidebilir, avuçladığımız büyük bir bıçağı defalarca kez kalbimize saplayabilirdik. Çünkü biliyorduk, hiçbir bıçak darbesi, yaşadığımız acıdan daha çok yakamazdı canımızı.
Alkol kokan nefesini soluyarak boşluğu izlemeye başladım. Kartal hareket etmedi, bir süre sonra kirpiklerinin yavaş hareketleri tamamen kesildi ve nefesinin düzene girdiğini fark ettim. Kemikli, benlerin çekici lekeler bıraktığı yüzünü izlemeye başladığımda, Kartal artık çoktan uykunun kollarına düşmüştü.
Kâbusların onun zihnine dokunmamasını diledim.
Biraz sonra uyku benim de zihnime çöldeki devenin kumlara çöktüğü gibi çöktü.
💫
Gözlerimi araladığımda saat kaçtı bilmiyordum ama şafak yeni sökmeye başlamıştı. Kirpik diplerim sızlıyor, Kartal’ın nefesi boynumdaki vadiyi turlayarak beni ısıtmaya devam ediyordu. Parmaklarımın hâlâ onun siyah saçlarında olduğunu fark edince gözlerimi kırpıştırdım. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun gölgesi zemine düşüyordu.
Bir süre öylece onu izledim. Onun uyuyan yüzünü… Tıpkı bir çocuk gibi uyuyor olsa da yüzünü saran bir başka ifadenin perdesinin arkasında bir yırtıcı saklanıyordu.
Parmaklarım onun saçlarındaki hareketlerine yeniden başladı. Yağmurun sesi sanki kalbimin içinde yağıyormuş gibi yakından ve gür geliyordu. Derinlik sahibi gözleri kapalıydı, gözleri kapalıyken uzun olan kirpikleri gözlerinin altındaki uykusuzluk çukurlarının içine serilmişti.
Onun kollarımda olması benim için ciddi bir yüktü.
Ellerimi saçlarından yavaşça uzaklaştırıp onu o yatakta öylece bırakırken, bir an Kartal’ın benim yataktan kalkmama izin vermeyeceğini düşündüm ama öyle olmadı, o kadar uykusuzdu ki biraz direndikten sonra bana sırtını döndü ve uyumaya kaldığı yerden devam etti. Yavaşça kalkıp odanın diğer ucuna yürüdüm, yağmurun sesi gitgide daha da gürleşiyordu. Omzumu pencerenin pervazına yaslayıp şafak rengindeki gökyüzünden, gözyaşları gibi akan yağmuru izlemeye başladım.
Gökyüzü öyle şiddetli çığlıklar atıyordu ki bir an ürperdim ama bu ürperti çok da uzun sürmedi. Soluk mavi gökyüzünü saran bembeyaz damarları izledim, şimşekler arka arkaya çakarak gökyüzünü olduğundan daha da aydınlık bir forma büründürüyor, ardından durmak üzere olan bir nabız gibi sönüyordu.
Yavaşça pencereden uzaklaştım, koridora çıkarken kapıyı olabildiğince yavaş kapattım. Holün lambasını yaktıktan sonra salona geçtim, salondaki ışığı açmamıştım çünkü açık duran yerden holün ışığı içeri sızıyordu. Kartal’ın devamlı olarak oturduğu koltuğun etrafında bir boşalmış viski şişesi, bir de dibinde bir kadehlik içki kalmış şarap şişesi vardı. Bira şişesi sehpanın üzerindeydi, kül tablası onun öldürdüğü sigaraların izmaritleriyle doluydu.
Bir süre öylece dikilip onun arkasında bıraktığı enkazı izledikten sonra yavaşça içki şişelerini topladım, şişeleri mutfaktaki çöpe taşıdım ve tekrar salona döndüm, kül tablasıyla birlikte boş kadehi de alıp mutfağa götürdüm. Yeniden salona döndüğümde elimde deterjanlı bir bez vardı, o bez ile sehpaya dökülen birayı yavaşça sildikten sonra bir sigara yaktım ve salonun camını açıp yağan yağmuru izlemeye başladım. Sigaramın son dumanına kadar keyifle içip izmaritin ucunda hâlâ yanan ateşi pencerenin dışına uzattım, yağmurun serin suları ânında ateşi söndürdü, söndürürken çıkardığı ses bana bir şeyi anımsatmıştı. Islak izmariti gelişigüzel pencereden dışarı atıp pencereyi kapattım.
Kartal uyanana kadar dişlerimi fırçalamış, evdeki dağınıklığı üstünkörü toparlamış ve mutfağa geçip kahvaltı hazırlamıştım. Kartal’ın uyandığını banyonun kapısının açılıp kapanma sesini duyduğumda anladım. Saat çoktan on olmuştu, dışarıdaki yağmur etkisini sürdürüyor olsa da güneş de gökyüzündeki yerini almıştı. Böyle devam ederse kesin bir gökkuşağı oluşacaktı.
Kızarmış ekmeklere, dilimlediğim domates ve salatalığa, pişirdiğim peynirli omlete ve masaya koyduğum peynire son kez baktım. İçerideki herifin et tarzı ürünleri sevdiğini bildiğimden biraz da salam çıkarttıktan sonra masanın diğer ucundaki sandalyeye oturup az önce demlediğim çayın çökmesini beklemeye başladım.
Kartal, ağzında bir diş fırçasıyla içeri girince gözlerimiz birbirine tutundu. Ensesinde yine küçük bir havlu vardı ve gözleri uykudan dolayı şişmişti. Gözleri benden ayrılıp masaya kaydı, bir an duraksar gibi oldu. Yavaşça mutfaktan çıktı, mutfağa tekrar döndüğünde çoktan dişlerini fırçalamıştı.
“Bu nereden çıktı?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Oturup yiyeceksen ye, yemeyeceksen de ben bayıla bayıla yerim hepsini,” diye söylenip önüme döndüm.
Kartal’ın bakışlarını profilimde hissedebiliyordum. Kendine bir çay bardağı alıp karşımdaki sandalyeye yerleşti. “Yalancı,” dedi. “Sen bunların hepsini yiyemezsin ki.”
Çatalımı peynirli omlete batırdım, büyük bir parça koparıp ağzıma tıktım ve kızarmış ekmekten de büyük bir parça koparıp ağzıma attım. Yanağım kocaman olup şişerken hırsla çiğnemeye başladım. Ağzımdakilere aldırış etmeden, “Gayet de yiyebilirim,” dedim, sesim boğuk çıkmıştı.
Kartal gözlerini kıstı. “Boğulacaksın. Zeytin yok mu?” Kaşlarını kaldırdı. “Dolapta olması gerekiyordu.” Salam dilimlerinden birini eliyle aldı, parmaklarının arasındaki salamı tek seferde ağzına attı.
“Kalk al.”
“Kahvaltıyı hazırlayan sensin, insan zeytini akıl edemez mi?” diye alay etti.
“Beğenmediysen git kendine kahvaltı hazırla, yeme benim hazırladıklarımı,” diye homurdandım. Çayı bardağıma doldururken o ağzına bir dilim peynir atmış, kalkıp dolaptan biraz zeytin çıkararak masanın üstüne bırakmıştı.
Çayını doldurdu. Kahvaltı yapmaya başladık. İkimiz de karnımızı sıkı bir şekilde doyurana kadar konuşmadık. Bugün akademiye gitmeyecektik ama geçen sefer Emirlerle gittiğimiz bilardo salonunda yine Emirlerle buluşmayı düşünüyorduk. Bu buluşma tamamen bizim kamuflajımız gibi bir şey hâline gelmişti artık.
İrem’in de orada olacağını bilmek durgunlaşmama neden olsa da bunun rengini ona vermemek için ekstra bir çaba sarf ediyordum. Birlikte masayı topladık ve giyinmek için odama geçtim, evden çıkarken tekrar dişlerimi fırçalamıştım.
Haki renginde bir kazak, siyah dar paça bir kot pantolon ve siyah botlarımı giyip odadan çıktım, makyaj yapma gereği duymamıştım. Cep telefonum cebimde, avukatın kartviziti cüzdanımdaydı. Cüzdanımı ve telefonumu küçük bir kol çantasına attıktan sonra Kartal’ı beklemeye başladım. Siyah bir gömlek, normalden biraz daha açık renk bir kot pantolon giymişti. O da ayağına botunu giydi ve hızla evden ayrıldık.
Bilardo salonuna geldiğimizde Emir ve diğerleri içerideydi, İrem her zaman olduğu gibi göz alıcı görünüyordu, gözlerim onun kısa eteğinde dolaştı. Güzel bacakları vardı ve bunun kesinlikle farkındaydı.
Ceyda ve Berra ile selamlaştıktan sonra İrem’in sinirimi bozan gülümsemesine yapmacık bir tebessümle karşılık verdim ve bilardo masasının hemen çaprazındaki boş masaya oturdum, çantamı yanımdaki boş sandalyeye koyduktan sonra kafamı bilardo masasının önünde dikilen Emir ve Kartal’a doğru çevirdim. Kartal, kâğıt rengini almış soğuk yüzüyle öylece dikiliyordu, eline bir isteka almış, Emir de sanki bu işin ustasıymış gibi topları dizmeye başlamıştı. Kartal’ın burada kendi isteğiyle olmadığı o kadar aşikârdı ki.
İrem, önündeki içecekten bir yudum aldı, tam karşımda oturuyordu. Ceyda ve Berra’nın önlerindeki kitaplarla ilgilendiğini fark ettiğimde gözlerim tekrar İrem’e kaydı, büyük bir dikkatle Kartal ve Emir’i izliyordu ama onun şu an Emir’le değil, Kartal’la ilgilendiğini biliyordum.
Kartal, sağ ayak ve sol ayak arkası arasında otuz, otuz beş santim aralık bıraktı ve kırk beş derece açıyla araladı. Bacakları gergin görünmüyordu, vücudu rahattı. Sağ kolunu omzundan başlayarak belini çok da kırmadan masaya uzattı, elindeki istekanın konumu vücuduna çok yakın değildi ama iki kaşının ortasına burnuyla paralel duruyordu. Sağ elini avuç içi masaya yapışacak şekilde masaya yerleştirdi, işaret parmağıyla başparmağı bir kafes şeklinde durdu. Emir’in ilgili gözleri Kartal’ın üzerindeydi. Emir elindeki bilardo tebeşirini köşeye bıraktı ve Kartal o an vuruşunu yaptı.
“Vay canına!” dedi İrem, gözleri parlıyordu.
“Eminim ondan daha iyi oynayanlar vardır,” dedim kuru bir sesle.
“Evet ama ondan daha seksi oynayan biri olduğunu düşünmüyorum,” deyince kanım, damarımın içinde âdeta donarak hareketini kesti.
“Fazla açık sözlüsün.”
İrem’in gözleri beni buldu, dudaklarında garip bir tebessüm belirdi. “Önceden böyle değildim,” diye fısıldadı. Ardından, “Biraz yürüyelim mi?” diye sordu, sesi sakindi ama ben pek sakin olamamaktan korkuyordum. Yine de onu geri çevirmedim ve birlikte masadan uzaklaştık. Bilardo salonunun bir alt katında başka bir oyun salonu vardı, bu salonun hemen içinde DVD oyunlarının ve filmlerin satıldığı küçük bir dükkân vardı. İrem ile birlikte oraya girdik, parmaklarım DVD’lerin üzerinde dolaşırken İrem de beni takip ediyordu.
“Bana karşı çok ön yargılısın, değil mi?” diye sordu, parmaklarım üzerinde durduğu DVD’nin üstünde donup kaldı.
“Nasıl yani?”
“Seni anlıyorum, kuzenini gerçekten önemsiyorsun. Kesin Kartal’ın peşinde benim gibi yüzlercesi vardır ama ben gerçekten kötü niyetle yaklaşmıyorum ona.”
Onun gibi yüzlercesi.
Güzel ve ne istediğini bilen yüzlercesi demekti bu. İrem, gerçekten çok güzel bir kadındı. Ne istediğini bildiği de düpedüz ortadaydı.
Onun gibi yüzlercesinin Kartal’ın etrafında olduğunu düşünmek bir anlığına parmak uçlarıma kadar garip bir sancıyla dolmasına neden oldu. Önceden de Kartal’ın kadınlar arasında popüler olduğunu biliyordum. Kızların ona nasıl baktıklarını, Kardelen’e onunla ilgili sordukları rahatsız edici soruları ve daha bir sürü şeyi zaten biliyordum. O zaman şimdi neden rahatsız oluyordum? Düşünme, düşünme bunları.
“Senin biraz çapkın olduğunu düşünüyorum,” dedim dürüstçe.
“Benim birini asla sevemeyeceğimi düşünüyorsun, değil mi?” diye sorduğunda bu sorunun içime dokunmasını gerçekten beklemiyordum. Kafamı kaldırıp İrem’in su gibi bakan mavi gözlerinin içine baktım, gözleri gerçekten çok güzeldi. “Hayır, yanlış anlama. Sadece senin değil, beni az çok görüp bilen herkesin böyle düşündüğünü biliyorum.”
Durgunlaşan gözlerimi yüzünde gezdirdim. “Seni tam olarak tanımıyorum, hakkında bir yargıya varamam,” dedim.
İrem’in buruklaşan tebessümü yüzünü daha da hüzünlü bir ifadeye büründürdü. “Ben de gerçekten sevebilmiştim,” dedi. “Yani… Buna dönüşmeden önce.”
“Buna?”
“Olduğum şu canavara,” diye fısıldadı.
“Neden böyle söylüyorsun?”
“Gerçekleri kendimden saklayamam, Lavin. Ben kim olduğumu biliyorum.”
Tırnaklarımı farkında olmadan DVD’nin jelatinine geçirdim. İrem, derin bir nefes alıp dolmaya başlayan gözlerini tavana kaldırarak gözyaşlarını dizginlemek için kirpiklerini birbirine bastırdı. Bir süre öyle bekledi.
“Yani onun beni sevmediğini elbette biliyordum ama benim gibi kızlar da umut edebiliyor. Yani sevilebileceğini düşünebiliyor. Ben sevilmeyecek kadar kötü bir insan mıyım bilmiyorum ama bazen o kitaplardaki masum şekilde tasvir edilen kadın karakter olmak isterdim. Ya da dizilerdeki güzel olan tüm hisleri tadan o kadın… Bilmiyorum.”
Kimden bahsediyordu bilmiyordum ama okyanusun yüzeyine çıkardığı acısı o kadar cansızdı ki, ölü bir şekilde öylece yüzüyordu ve onu hiçbir gemi bulamıyordu. Birbirimizin gözlerinin içine baktık, o an bir insanı yargılamanın ne kadar kolay bir şey olduğunu ama gerçeklerin asla sanıldığı kadar kolay olmadığını anladım. İrem birini gerçekten sevmişti, muhtemelen sevdiği adam tarafından hiç sevilmemişti. Onu böyle, bu hâlde görmek beklediğim bir şey değildi. Ondan bunları duymak da beklediklerim arasında değildi. Bir an için ona duyduğum şeyin gerçekten merhamet olduğunu düşündüm. Gözlerimi gözlerinden usulca ayırdım.
“Kendime yeni bir hikâye yaratmaya çalışıyorum,” diye konuştu. “Ve bu hikâyenin kadın karakteri olabilmek istiyorum. Bir daha onu sevdiğim gibi kimseyi sevemeyeceğimi biliyorum, bir daha onu sevdiğim zamanlarda olduğum kadın olamayacağımı da biliyorum ama yine de ümit ediyorum.” Gülümsedi. “Ümit yalnızca fakirin ekmeği değil, kötünün susturduğu vicdanıdır.”
“Bu hikâyeyi yaratabilirsin,” dedim onu destekleyerek. Bana dikkatle bakıyordu, duydukları onu şaşırtmış gibiydi. “Bunun için geç değil. Ama ben senin hikâyendeki adamın Kartal olduğuna inanmıyorum, İrem.”
Yıpranmış bakışlarını benden ayırmadı ama bu yorumumun üzerine hiçbir şey söylemedi. Bir süre DVD dükkânının içinde gezdik, sonra bilardo salonuna geri dönmek için merdivenlere yöneldik.
Bilardo salonunun giriş kapısına geldiğimizde, sırtı bize dönük duran grup içeri girmemize mani oluyordu. Sanki hava hiç soğuk değilmiş gibi gruptaki adamların hepsinin üzerinde sporcu atletleri vardı, sırtları bize dönük olduğundan yüzlerini göremiyorduk. İrem benim aksime nazik bir sesle, “Affedersiniz, geçebilir miyiz?” diye sordu.
Adamlardan biri İrem’e doğru döndü, beyaz ve uzun dişlerini göstererek sırıtıp, “Geçersin tabii, bebeğim benim,” deyince bir an kaşlarımı kaldırarak adama baktım. İrem rahatsız olmuş bir şekilde adamın yanından geçerken, diğer adamların sırtı hâlâ bize dönüktü ama bize yol veren herif pis pis sırıtarak İrem’e bakıyordu.
Adamın gözlerinin İrem’in bacaklarına kaydığını görünce sinirlerim tamamen tepeme toplandı. İrem yavaşça koridorda ilerliyor, bilardo salonunun içine doğru gidiyordu ama ben arkada kalmıştım, İrem benim arkada kaldığımın farkında değildi.
“Şu sarışına var ya mola vermeden yirmi dört saat boyunca çakılır,” dedi iç çekerek. Sırtı dönük adamlardan birinin omzunu tuttu. “Şuna bakar mısın abi ya? Bacakları sütun gibi. Hatun resmen at gibi!”
Diğer adam da kafasını çevirip İrem’e baktı ama öteki adam ısrarla sırtı dönük duruyor, hemen önüne geçmiş bir diğer adamla konuşuyordu. Konuşulanları duyduğundan emindim. Hatta İrem de duydu ve irkilerek bizden tarafa döndü, korkulu gözlerle, “Lavin, hadi!” diye bağırdı.
Gözlerimi kısmış, süzecek dana gibi herife bakıyordum.
“Sen git,” dedim dişlerimin arasından. “Uzaklaş.”
“Lavin, saçmalama! Hadi!”
“Yavrum,” dedi İrem’e laf atan hıyar. “Nereye gidiyorsun, gelsene?”
“İrem, git,” dedim sakince. “Bizimkilere haber ver.”
İrem, “Ne? Neden?” diye sorunca adamın gözleri yavaşça bana doğru çevrildi.
“Çünkü ben birazdan bu ayının gözlerini oyacağım da ondan!”
Adamın üstüne çullandığımda, İrem çığlık atarak bilardo salonunun içine doğru koşmaya başladı. İri adam ne olduğunu şaşırmış hâlde bana bakarken, ben çoktan tırnaklarımı adamın yüzüne geçirmiştim bile. Tırnaklarım saplandığı derinin yüzeyinde derin izler açarak ilerlerken, diğer adamlardan biri belimi yakaladı ve beni adamın üstünden almak için çekerek, “Şşşh, panter misin kızım? Sakin ol!” diye bağırdı. “Manyak karı!”
Sırtı dönük adamın bize doğru döndüğünü gördüm. O an, o adamın Toprak olduğunu gördüm ve yüzünü yolduğum adama verdiğim dikkatim dağıldı. Adamlardan biri beni çekerek kurtardı. Toprak, İrem’e laf eden diğer hıyarın boynundan yakalayarak çekti, adamın boğazını dirseğiyle kıstırarak sıkarken, “Sana kaç kere yanımdayken birilerine laf atma dedim, pezevenk?” diye hırladı. “Bırak lan sen de kızı. El kadar kızı tutmuşsunuz, ayıya vurmasın diye uğraşıyorsunuz.”
Toprak’ın buradaki varlığı beni yeniden şoka uğratsa da öfkem dinmemişti. Adam beni serbest bırakınca, koridorun diğer ucunda duyduğum kükreme, olduğum yerde donup kalmama neden oldu. Kartal’ın hızla bize yaklaştığını gördüm, diğer adam hâlâ Toprak’ın dirseğinin iç kısmına sıkışmış şekilde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kartal elindeki istekayı bir mızrak gibi kavradı, acımasızca az önce beni yakalayan dev gibi adamın boşluğuna sapladı ve adamın böğürtü gibi bir ses çıkararak yıkılmasını sağladı.
“Seni öyle bir sikerim ki, götün dikiş tutmaz lan!” diye hırladı, istekanın ucuyla tekrar adamın boşluğuna vurdu.
İrem yoktu, Ceyda ve Berra da gelmemişti ama Emir bize doğru ilerliyordu. Hızla koştu, aniden Toprak’ın tuttuğu adamın yüzüne sert bir yumruk indirip, “Sikerim geçmişinizi!” diye bağırdı.
Toprak tuttuğu adamı serbest bıraktıktan sonra ellerini birbirine vurarak silkti. Görevi burada bitmişe benziyordu ama diğer iki adam, arkadaşlarına saldırıldığını görünce Kartal ve Emir’e saldırmak için harekete geçtiler. Toprak bir sigara yakıp sırtını duvara yasladı, bir bacağını dizinden kırarak ayağını duvara yasladı ve sakince kavgayı izlemeye başladı. Gözlerimi ona dokundurduğumda, anıların parmak uçları da zihnime dokunuyordu. Nasıldı? Gerçekten nasıl olduğunu merak ediyordum. Yaşananlardan sonra hâlâ hayatta olsa da hâlâ yaşıyor muydu?
“Kızların yanına git, Lavin!” diye kükredi Kartal, arkadan ona saldıran adama istekanın diğer ucuyla vurup adamı etkisiz hâle getirdi. Yere devrilen diğer adam yavaşça doğruldu, Kartal’a saldıracaktı ki, Kartal adama sertçe kafa atıp adamı yere serdi.
Emir iki adamın kafasını koltuk altlarına sıkıştırmış adamları kendi etrafında döndürmeye başlamıştı. Dehşet içinde ona baktım. Toprak sigarasının külünü silkip sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yavaşça bilardo salonundan çıkıp gözden kayboldu. Bir hayalet gibi, öylece kayboldu. Bilardo salonunda güvenlik yok muydu? Ortalık birbirine girmiş, ana baba gününe dönmüştü.
“Lavin, sana git diyorum!”
Adamlardan biri Emir’in boşluğuna vuracakken, Berra çığlık atarak bize doğru koşmaya başladı. Elinde sandalye vardı, ben daha ne olduğunu anlamadan Berra elindeki sandalyeyle adamın sırtına vurdu ve adam un çuvalı gibi yere yığıldı. Emir diğer iki adamı kendi etrafında döndürmeye devam ediyor, Kartal kendinden geçmiş gibi altına aldığı adamı yumruk manyağı yapıyordu.
Sonunda güvenlik görevlisi gelip kavgayı bir şekilde ayırdığında, mekânla alakalı bir sorun çıkmaması için tarafların birbirinden şikâyetçi olmamasını istemişti. Normalde adamları haşat edeceğinden emin olduğum Kartal, sırf başımızı belaya sokmamak için sessiz kaldı ve adamlar eşek sudan gelinceye kadar dayak yemiş olmalarına rağmen paşa paşa salonu terk ettiler.
Bir köşede oturmuş, olayın şokuyla birbirimizi izlerken aslında hepimiz şaşkındık. Her şey bir anda gelişmişti, ben bir anlık sinirle adamın yüzünü gözünü çizmiştim ve sonrasında olaylar bu raddeye kadar gelmişti. İrem elinde küçük bir buz torbasıyla yaklaşıp yanıma oturunca duraksadım, adamın yüzünü çizerken incittiğim serçe parmağım hafif şişti. İrem parmağıma buzu tutunca irkilerek elimi çekmeye çalıştım ama o elimi tuttu ve ondan uzaklaştırmama izin vermedi. Bir süre şaşkına dönmüş hâlde onu izledim, o da diğer kimsenin ne durumda olduğunu umursamadan parmağımda buz gezdirmeye devam etti.
“Elin adamına saldırmak ne demek oluyor?” diye hırladı Kartal aniden, gözlerimi İrem’den çekip Kartal’a çevirdim, kaşlarım çatılmıştı.
“Keyfimden saldırmadım.”
“Ne olursa olsun, ya sana bir şey yapsaydı o götveren?”
Berra irkilerek başını Ceyda’nın omzuna koydu. İrem sadece parmağıma bakıyordu ve Emir’in de gözleri Kartal’a kaymıştı.
“Bağırmaktan başka bir şey bildiğin yok galiba?” diye sordum. “Hak etmiş ki saldırmışım. Bu kadar tantana yapacaksan ne yardım ediyorsun?”
“O yavşağın sana dokunan elini götüne sokar, sürahi gibi gezdiririm onu. İbreti alem için o şekilde sokak sokak gezdirmezsem ben de piçim,” dedi hırıltılı bir nefes vererek.
“Kimsenin bana dokunduğu yok.”
“Dokunsun götü yiyen. Hodri meydan!”
“Kendi kendini sinirlendirmeyi bırak?”
“Sana ne?” diye terslendi.
Emir’in kaşlarını kaldırdığını gördüm, biraz sonra bakışlarını yavaşça Berra’ya çevirip sırıttı. “Nasıl da koşuyor sandalyeyle ama… Öyle bir koşuyor ki, sanki havada uçan bir sandalye var ama minik, kendisi görünmüyor. Speedy Gonzales seni…”
“Ya kes be!” diye homurdandı Berra.
“Parmağın acımıyor, değil mi?” diye sordu İrem gözlerini yüzüme çıkararak. Başımı yavaşça iki yana salladım. Elindeki buz torbasını köşeye bıraktı. “Karakolluk olabilirdik,” dedi.
Kartal rahat bir sesle, “Ama olmadık,” dedi.
Bilardo salonundan çıkarken aslında bu tayfaya yavaş yavaş alışmaya başladığımı düşünmeye başlamıştım. Bu düşünce en ücra köşelerime kadar ulaştırdığı o korku hissini bana öyle yakıcı bir şekilde hissettirdi ki…
Dışarıda hâlâ yağmur yağıyordu, onlardan ayrıldığımızda aracın içindeydik. Trafik çok tıkanıktı. Kartal’ın çehresini kaplayan huzursuz ifadeyi izlerken aslında gerçekten dalgındım, başımda da pervasız bir ağrı vardı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Toprak’ı tanıyorsun, değil mi?” İkilemde kalarak sorduğum soruya cevabı, kuru bir yutkunuş oldu. “Tanıdığını biliyorum. Senden saklamamıştır. Onu geçen sefer gördüğünde yüzüne yerleşen ifadeden tanıdığını anlamıştım.”
“Çocuk hayatına devam ediyor, olması gereken de bu,” dedi sadece.
“Eskiden güler yüzlüydü,” dediğimde Kartal sadece sustu. “Bugün onu ikinci kez gördüm. Dünyanın ne kadar küçük olduğunu anladım. Demek ki İstanbul’a dönmüş, demek ki artık Antalya ona da dar geliyor…”
Kartal, susmaya devam etti.
Onu cenazede görmemiştim, o an bunu umursamasam da sonrasında başımı yastığa koyduğumda düşünmüştüm; iyi olup olmadığını, yaşayıp yaşamadığını, neler hissettiğini, nerede olduğunu… Bunları düşünmüştüm. Onu seviyordu. Cesur bir kalple, incitmeden, korkmadan seviyordu ama artık o yoktu. Öyle bir yoktu ki, sanırım artık Toprak da yoktu.
Toprak’ın bir ayağının İstanbul’da olduğunu biliyordum. Ailesi İstanbul’da yaşıyordu, o okumak için Antalya’ya gelmiş, zamanla Antalya’ya yerleşmişti. Şimdiyse Antalya onu yutan bir mezarlığa dönüşmüş olacak ki eski yuvasına geri dönmüştü. Fark ettiğim bir şey varsa, o da Toprak’ın yuvasına mezar toprağı getirdiği ve yuvasını da bir mezara çevirdiğiydi. Göğsüne kazıdığı dövmeyi hatırlayınca nefesimin acı bir his tarafından kesildiğini, göğsümün sancıyla dolduğunu hissettim.
Konudan sapmak istiyor gibi, “Burak şu avukat konusunda çok haklı,” dedim kuru bir sesle. Kartal’ın gerildiğini fark ettim, yine de zihnimi yoran bu kasırganın bende bıraktığı parçalanmış tuğlaları yan yana getirerek oluşturduğum küçük harabenin içinde sakladığım kelimeleri gün yüzüne çıkartmaya devam ettim. “Benim şu avukat bozuntusu Ender ile görüşmem gerek.”
Söylediğim şeyi pas geçerek, “Elin acıyor mu?” diye sordu, ilgisi durgunlaşmama neden oldu.
“Hayır,” diye yalan söyledim. Tırnağım etime batıyormuş gibi acıyordu ama Kartal’ın bunu bilmesine gerek yoktu. “Hem konumuz bu değil.”
Direksiyonu daha sıkı kavrayarak, “Evet, konumuz bir adama saldırmış olman,” dedi.
“Konumuz bu da değil.”
“O adama neden saldırdığını hâlâ söylemedin? Sana laf mı attı?”
Gözlerimi devirdim. “Hayır.”
“Neden saldırdın?”
“İrem’e laf attı,” dedim ve bir an söylediğime ben bile inanamadım.
“Ve sen de herife saldırdın, öyle mi?” Kaşlarını kaldırdı. “Kafana ne düştü senin? Sen o kızı günahın kadar sevmiyorsun.”
“Sevmediğimi hiç söylemedim,” diye homurdandım. “Evet, ondan hoşlanmadığım doğru ama o an bu hangi hemcinsime yapılmış olursa olsun, yine aynı tavrı sergilerdim.”
“Sana karşı çok ilgiliydi,” dedi, sesinde ima ve alay vardı. “Bana derken yoksa sen mi kapacaksın kızı?”
“Gerçekten çok yersiz şakalar yapıyorsun.”
“Kadınların sana özel bir ilgisi var gibi geldi bana.”
“Düşüncelerini kendine sakla.”
“Ben gördüğümü söylüyorum, güzelim,” dedi.
Güzelim. Duraksadım, gözlerimi hızla ön cama çevirip sileceklerin temizlemeye çalıştığı yağmur selini izledim.
“Ender denen adamla görüşeceğim,” dedim.
“Unut bunu, böyle bir şey olmayacak.”
Yanaklarımın içini havayla doldurup, “İnatçılık etmenin sırası değil. Burak haklı,” dedim üstüne basarak. “Olayların gidişatını değiştirebiliriz.”
“Buna inanıyor musun?” diye sordu Kartal. “Ben inanmıyorum. Hem işleri berbat edebilirsin. Bunu göze alamam. Ender şu an bir kafesin içinde, senin herhangi bir yanlışın o adamın kafesinin kapısını açabilir ve eldeki Ender’den de oluruz.”
“Adamın benden etkilendiğini düşünüyorum,” dedim. Kartal’ın yüzüne yayılan o kaskatı ifade daha da şiddetlenerek yüzünde bir uçurum yarattı. “Öyle bakmayı keser misin? Her kadın bir adamın kendisine ilgisi olup olmadığını anlar.”
“Öyle mi?” diye sordu, sesi buz gibiydi.
“Evet.”
“Sen anlarsın yani?”
“Evet,” dedim sadece.
Alaycı bir şekilde güldü ama gözleri beni bulmadı, yolu takip etmeye devam etti. Kafamdaki plan hazırdı, Ender’in bana olan ilgisini kullanarak onunla yakınlık kuracak, bana her şeyi bir bir yumurtlamasını sağlayacaktım. Kendimi bunu başarabileceğime öyle çok inandırmıştım ki, aksini asla düşünmüyordum.
Trafik belirli ölçüde açılınca araç zeminin üstünde yağ gibi kaymaya başladı. Yüzümde sobadan yayılan ise benzeyen lekeli bir ifadeyle, “Ee, ne diyorsun?” diye sordum.
Kartal dişlerini sıkarak, “Madem öyle, peki,” dedi. “Buluş.”
“Tereddütte kaldığını görebiliyorum ama birbirimize güvenmemiz gerektiğini biliyorsun.”
“Kimseye güvenmek zorunda değilim. Ayrıca o herifin yanındayken hareketlerine dikkat edeceksin.”
“Bana, yapacaksın edeceksin türü emrivakiler yapma, tamam mı? Ben nerede nasıl davranacağımı çok iyi bilirim, sen merak etme.”
Kartal, burnundan sert bir nefes verdi. “İyi bir plan yapmadan bu işe kalkışma.”
“Benim planım hazır, vakit kaybetmek istemiyorum.”
“O herifle flört edeceksin yani, öyle mi?” Aracı aniden hızlandırdı. “Unut bunu, öyle bir şey olmayacak.”
“Kimseyle flört edeceğimi söylemedim. Ama evet, eğer bana gerçekten ilgi duyuyorsa, ben bu ilgiyi kullanacağım.”
“Hadi ya?” Kartal aracı tenha bir sokağa çektiğinde gözlerim yolu takip ediyordu. “Kullanacaksın demek.”
“Evet.”
Aracı ağır ağır durdurdu. Yağmur damlaları ön cama sanki ön camı parçalamak istiyor gibi vuruyordu. Kartal bir süre ön camdan akıp giden yağmuru izledikten sonra gözlerini bana çevirip yüzümü incelemeye başladı.
“Ona gülümseyecek misin?” diye sordu, hiç beklemediğim bu soru karşısında ona öylece bakakaldım.
“Evet.”
“Daha bana bile gülümsemedin.”
Bir insanın içime bu denli dokunmaya hakkı yoktu. Zaman durdu, çok eskiden gittiğim bale okulunun hemen bahçesinde büyük, gövdesi kalın bir çınar ağacı vardı. Bale pabuçlarımı elime alır, çıplak ayaklarımı toprağa basa basa o ağacın önüne giderdim ve sırtımı o ağaca yaslayıp o ağacın altında serinlerdim. Bana yine o zamanlardaki gibi hissettiriyordu.
Bana, sanki o ağaç kendisiymiş gibi hissettiriyordu.
“Bu gerçek bir gülümseme olmayacak,” diye fısıldadım, gözleri gözlerimdeydi ama sessizlik öyle çok hâkimdi ki yağmur bile ilk kez gözyaşlarını bu denli sessiz döküyordu.
💫
Gökyüzünü esir alan ayaz, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Gözlerimi kaldırıp gökyüzüne bakmaya çalıştım, solgun rengine rağmen parlayan gökyüzü gözümü almıştı. Kar taneleri bulutlara sıkıca tutunurken, bu sabah yağan yağmurun kaldırımlara bıraktığı ıslak buseler yalın bir soğuğun çetin yükünü omuzlamıştı.
İstanbul garipti. Bir gün kar, bir gün yağmur, ertesi gün güneşle selamlaşabiliyordunuz.
Nefes aldıkça göğsümü şişiren ürperti, gitgide daha da yayılarak göğüs kafesimin şeklini almaya başladı. Ayağımdaki topuklu ayakkabılarla burada böylece dikilirken etrafıma bakmak istemiyordum. Burayı Kartal ayarlamıştı, herhangi bir sorun olursa buradaki insanlar güvenilir olduğu için Kartal’ı asla ele vermeyecek ve avukata ne olursa olsun bunu bir sırra dönüştürerek dillerine asma kilit vuracaklardı. Bu restoran gerçekten pahalı bir yere benziyordu, büyük terasını çevreleyen çitlerin hemen arkasında bir kuğu gölü vardı, kuğular yavaşça yüzüyordu.
Ender, sanki benim telefonumu gözlüyormuş gibi telefonda sesimi duyar duymaz beni tanımış, onunla yemek yemek istediğimi söylediğimde her ne kadar onu göremesem de resmen sevinçten havalara uçmuştu.
Üzerimde bir büstiyer vardı, siyah büstiyer karnımı açıkta bırakıyordu ve kumaşı diğer büstiyerlere oranla daha boldu, dökümlü görünüyordu. Siyah kot pantolonumun dizleri yırtıktı, ayağımdaki siyah stilettolarla hoş bir uyum sağlamıştı. Üzerime aldığım siyah trençkotu hava çok soğuk olduğu için çıkarmıyordum. Baştan aşağı siyahlara bürünmüştüm, yüzümde taşıdığım makyaj da koyu tonlardaydı ve bordoya boyanmış dudaklarıma yapay bir tebessüm ekmek o kadar zor gelmişti ki…
Gözlerim yavaşça hareket etti, restoranın hemen üst kısmında dağa benzeyen bir alan vardı. Alana yerleştirilmiş banklara baktım. Burası piknik yapmak için kullanılıyor olsa gerekti. Kartal’ın orada bir yerde beni izlediğini biliyordum.
Soğuktan buz kesen ellerimi trençkotumun ceplerine soktuğumda, arkamda beliren garsonun gölgesi irkilmeme neden oldu.
“Misafiriniz geldi, Lara Hanım. Aracını valeye teslim ediyor. Dilerseniz masanıza kadar size eşlik edeyim?”
Başımı ağır ağır salladım, garsonu takip ederek bizim için ayırtılmış olan masaya doğru ilerledim. Hava soğuk olduğundan terastaki değil fakat cam kenarındaki masaya oturacaktık. Ender’den önce masadaki yerimi aldım ve bedenimde kırmızı alarm verir gibi yanıp sönen huzursuzluğun bir an evvel yok olmasını diledim.
Garson yavaşça yanımdan uzaklaştı. Çok geçmeden Ender’in içeri girdiğini gördüm. Restoran bomboştu ama Ender bundan biraz olsun şüphe duymadan yavaşça masaya doğru ilerledi. Çapkın bakışları bendeydi. Oturduğum yerden kalkıp onun elini sıktım, hemen karşıma oturup yüzüne yayılan sıcak gülümsemenin daha da genişlemesine izin verdi.
Üzerimdeki trençkotu yavaşça çıkarıp sandalyenin sırtına yerleştirdim, Ender’in gözlerinin omuzlarımda dolaştığını fark ettim.
“Baş döndürücü görünüyorsunuz,” dedi.
“Beni kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim.”
“Asıl ben teşekkür ederim. Bu arada bu restoranın adını hiç duymamıştım. Yıllardır İstanbul’dayım fakat böyle güzel bir yeri nasıl keşfetmemişim anlamıyorum. Burası çok güzel.”
Bunlar zaten planlanmış şeylerdi, muhtemelen bu restoranın ona belirtilen adı kayıtlardaki adının aynısı bile değildi. En büyük artısıysa restoranın hiçbir köşesinde adının yazmaması ve benim Ender’e gönderdiğim konum sayesinde Ender’in burayı bulmasıydı. Ender müvekkili olan güzel kadınlarla düşüp kalkmayı sevdiğinden, bir kadınla buluşmaya gittiğini hiçbir şekilde hiç kimseye söylemiyordu. Buna emindim.
“Beğenmenize sevindim. O gün çok fazla konuşamadık, sizle tanışmak istiyordum.”
Ender’in gözlerinin tatmin duygusuyla parladığını gördüm. “Gerçekten ben de o günden sonra hep sizi düşündüm. Beni arayıp aramayacağınızdan emin bile değildim, sizi tekrar görememekten korkmuştum.”
“Kartvizitinizi aldığım çok iyi olmuş, hoş numaranız bende olmasaydı bile mutlaka tekrar ziyaret ederdim ofisinizi,” diye yalan söyledim.
Adam resmen büyülenmiş gibi yüzümü izliyordu. Garson, asla benim siparişim olmayan o adını bile telaffuz edemeyeceğim şeyleri masaya getirip, “Lara Hanım sizin için özel hazırlattı, efendim,” dediğinde bir an kafamı kaldırmak ve garsona alık alık bakmak istedim ama bunu yapmak yerine yüzüme silik bir tebessüm ekledim.
“Vay canına,” dedi Ender. “Bu kadarını beklemiyordum. Damak zevklerimiz çok benziyor.”
“Eğer başka bir şey istiyorsanız…” diyecektim ki, “Hayır, bu harika,” diyerek lafımı böldü. Ona kafa atmak istiyordum.
Önümüzdeki yemeği yerken o gerginlik yavaşça yok olmaya, kendimi ortama adapte etmeye başlamıştım. Yine de karşımdaki adamın sanıldığı kadar aptal olmadığının farkındaydım, onu işkillendirmemem gerekiyordu ve bunun için olmadığım biri gibi davranmalıydım. Buna mecburdum.
Kadehime doldurulan şaraptan temkinli bir yudum aldıktan sonra, “Anlatsanıza,” dedim. “Günleriniz nasıl geçiyor?”
Ender derin bir nefes alarak gözlerimin içine baktı. “Yorucu,” dedi. “Bu aralar o kadar çok konuyla uğraşıyorum ki. Sıkı bir tatile ihtiyacım var.” Bana çapkın bir gülücük gönderdi. “Ah bu arada, kardeşinizdi değil mi? Yani şu uyuş-”
“Evet,” dedim devamını getirmemesi için. “Şimdilik bu konuyu konuşmasak? Yıpranmış hissediyorum.”
“Size yardımcı olabilirim.”
“Çok teşekkür ederim, bu güzel geceye öyle karanlık konuları dahil etmeyelim şimdilik. Ben şu an sizi tanımaya çalışıyorum.”
“İnanın gerçekten çok büyük bir ayrıcalık sizle tanışmak,” dedi, beyaz şarabından bir yudum aldıktan sonra kaşlarını çattı. “Sahiden, kaç yaşındasınız?”
Hiç düşünmeden, “Yirmi altı,” diye salladım. “Siz?”
“Otuz beş.” Gülümsedi. “Çok genç görünüyorsunuz, düşündüğüm gibi gençmişsiniz de.”
“Teşekkür ederim, olduğumdan çok daha küçük gösterdiğimi söylerler. Sanırım bu bir ayrıcalık, hım?”
“Evet.” Keyifle güldü. “Geç yaşlanacaksınız.”
Samimiyetsiz bir şekilde güldüm. “Umarım.”
“Bu arada ne iş yapıyorsunuz? Böyle sorgu memuru gibi hissediyorum kendimi…” Tekrar gülüp bir yudum daha aldı şarabından. “Kusura bakmayın.”
Ona tıpkı onun gibi hukukla ilgilendiğimi söylesem yüzünde nasıl bir ifade belirirdi merak ediyordum. Her ne kadar karşısında bir hukuk öğrencisi olarak oturduğumu haykırmak istiyor olsam da sakince, “Dans öğretmenliği yapıyorum,” dedim.
“Bu fiziği dansa borçlusunuz demek.”
Başımı sallamakla yetindim, sohbetin devamında aslen nereli olduğumu sormuştu, yalanları ardı ardına sıralamaya devam etmiştim… Yemekteyken ondan bir şeyler öğrenmeye çalışmak biraz tehlikeli olabilirdi, yine de trençkotumun cebindeki kaset kayıt almayı sürdürüyordu. Bir an dudaklarım yukarı kıvrılır gibi oldu, onun küçücük bir lafı bile onun aleyhine kullanabileceğimiz bir şeye dönüşecekti.
Sonunda sizli bizli konuşmayı bir kenara bıraktığımızda saat epey geç olmuştu. Kartal neredeydi bilmiyordum ama planı ona anlattığım ve beraber çizdiğimiz gibi harekete geçirmeye başladım.
Hafif kafası güzel pozları keserken, “Baksana,” diye mırıldandım. “Bu sohbetin devamı neden benim evimde olmuyor?”
Ender’in bakışlarının ânında koyulaştığını gördüm. İtiraz etmeden bunu kabul etti, başta kendi arabasıyla evime gitmeyi teklif etmiş olsa da onun da alkol aldığı gerekçesini öne sürerek, zaten anlaşmalı olduğumuz garsondan bir taksi çağırmasını rica ettim. Garsonun gözlerinde güvenilir bir ifade vardı, bilerek taksiyi restoranın arka çıkışına çağırmıştı ve Ender’in aracının anahtarlarını valede bırakmıştık, güya vale onun aracını ofisinin önüne bırakacaktı fakat öyle bir şey olmayacaktı. İşler ters gidecek olursa o aracın bir hâl çaresine bakılacaktı.
Kan dondurucu oyunların içinde olduğumu anladığımda, artık bunu yadırgamadığımı da fark etmiştim. Taksiye doğru ilerlerken adam bana sokulmaya çalıştı ama öyle çok gergindim ki, sarhoş numarasını sürdürerek buna engel oldum. Taksinin ön yolcu koltuğuna Ender bindi, yanıma binmediği için gerçekten ona minnettardım. Karanlık taksiye binip kafamı kaldırdığım an taksinin dikiz aynasına yansıyan yüzü gördüm ve o an donakaldım.
Direksiyonda Yunus Emre vardı.
“Evi tarif edecek misin, canım?” diye sordu Ender, midemi bulandıran sesine dikkatimi vermeden sadece Yunus Emre’ye bakıyordum.
Yunus Emre, “Lara Hanım çok mu sarhoş?” diye sordu. “Devamlı müşterimizdir kendisi, efendim. Evine her zaman ben bırakıyorum, isterseniz götüreyim?”
“Ah, iyi olur.” dedi Ender.
Trençkotumun içindeki telefon yavaşça titredi. Çaktırmadan çıkardım ve gelen mesaja baktım. Alnımdaki ter damlacıkları çoğalmaya başlamıştı.
Kartal: O herife çok yaklaşma.
Lavin: Arkadaşın ne zamandan beri taksici?
Kartal: Bu gece başladı.
Lavin: Hangi eve geçiyoruz? Bizimkine değil mi? Planda değişiklik olmayacaktı hani?
Kartal: Onu kendi evimize çekmek aptallık olacaktı. Burakların kaldığı eve gidiyorsunuz, Yunus Emre sizi direkt oraya bırakacak. Apartmanın kapısı açık olacak, 8 numaralı dairedesin, giriş katı. Senden önce orada olacağım. Ve dediğim gibi, o herifle arana bir mesafe çiz yoksa ben önümdeki tüm isimlerin üzerini bir bir çizmeye başlarım, Ölüm Çiçeği.
Lavin: Ona zarar vermeyeceksin, değil mi?
Kartal: Bunu zaman gösterecek.
Lavin: Böyle anlaşmadık.
Kartal: O ibnenin evladı şu an seni yatağa atmanın hayalini kuruyor. Gecenin sonunda onun altında olacağını düşünerek keyifleniyor. Bu bile onu götünden sikmem için yeterli bir sebep?
Lavin: Öyle bir şey olmayacağına göre dilediği gibi hayal kurabilir. Umurumda değil, hiçbir şey yapamaz. Sadece istediğimizi verecek.
Kartal: Bunun hayalini bile kuramaz.
Lavin: Kurarsa?
Kartal: Ölür.
Lavin: Saçmalıyorsun, Kartal. Bu gece bir ceset daha olmayacak, tamam mı? Ona zarar vermemiz demek, yakayı ele vermemiz demek. O bir avukat, arkadaşının hazırlayacağı birkaç ölüm raporuyla bu işin içinden sıyrılamazsın.
Kartal: Sıyrılamayacağım işin içine girmem.
Lavin: Sen ne dediğinin farkında mısın?
Kartal: Evet. Sana yaklaşmasına izin verme. Yoksa onu öldürürüm.
Lavin: Bu olmayacak!
Kartal: Ciddiyim, sana yaklaşacak olursa onu öldürürüm. Çok acı bir şekilde.
Lavin: Bugün kimse ölmeyecek!
Kartal: Bu sana bağlı.
Gözlerime yayılmış saf bir dehşetle mesaja bakarken göğsümü saran korku, hacmini genişleterek içime tamamen yerleşip dallanıp budaklanmıştı. Hiçbir şeyin onu durdurmayacağını biliyordum, gözü yeterince karaydı ve o kadar yanmıştı ki, insanları içinde pişiren cehennem olmaktan asla çekinmeyeceğini biliyordum.
Taksi, Burakların kaldığı apartmanın önünde durdu. Buraya daha önce hiç gelmemiştim, elit bir yer olduğu belliydi ama nasıl hareket edeceğimi bilmiyordum. Ender, Yunus Emre’ye yüklü bir miktar para verdikten sonra, “Üstü kalsın,” dedi. O an Yunus Emre’nin yüzüne yayılan ölümcül ifadeyi gördüm ama tepki veremeden yavaşça araçtan indim. Binadan içeri girdiğimde sensörlü lamba yanmış, ortam aydınlanmıştı.
8 numaralı dairenin önüne geldik, Ender’in kolu belime kayacakken aniden irkilerek geri çekilip yüzüne baktım, Ender şaşırmış görünüyordu.
“Anahtarımı nereye koyduğumu hatırlamıyorum,” dedim yapmacık bir gülümsemeyle. “Gerçekten içki içmemeliyim.”
Dairenin kapısı aniden açılınca kalbim göğsümün altında hopladı. Sahra hemen karşımda duruyordu, yeşil gözlerini Ender’e dikti, ardından bakışlarını bana çevirdi. “Abla?” dedi ince bir sesle.
Bir an duraksadım, Sahra benden yaşça büyüktü ama görüntü olarak küçük durduğundan Ender bundan şüphe duymazdı.
“Ah, sen evde miydin?” dedim yapmacık bir şaşkınlıkla.
“Evet. Restoranın sahibi aradı, arkadaşınla eve geleceğinizi söyledi. Sizi karşılamak istedim ama ben kalamayacağım, sınavlarım başladı biliyorsun. Sabah ilk işim okula geçmek, Aylin’in evi okula daha yakın olduğu için ona geçeceğim. Taksiyle mi geldiniz? Hâlâ kapıda mı?”
“Evet, her zamanki taksiciyle geldik. Ama gitmiş olabilir. Sana bir taksi çağırmamı ister misin?”
“Yok.” Sahra evden çıkarken buz gibi bir gülümseme eşliğinde Ender’e baktı. “Kendim halledebilirim. Siz keyfinize bakın.”
Ender, “Ben Ender,” dedi elini Sahra’ya uzatarak. “Memnun oldum, küçük hanım.”
Sahra, Ender’in eline baktıktan sonra yüzündeki sahte tebessümle, adamın elini sıkmadan adama bakarak, “Lale,” diye yalan söyledi. “İyi geceler.”
Sahra çıkıp gittiğinde ve ben Ender ile içeri girdiğimde çok gergin hissediyordum. Trençkotumun içindeki kaset hâlâ kayda devam ediyor muydu hiçbir fikrim yoktu ama şu an bu karanlık evde tek başımıza olmadığımızdan emindim. Bunun getirdiği rahatlık içime is lekesi gibi yayıldı, sindi. Ender üzerindeki ceketi çıkarıp portmantoya asarken ben üstümdeki trençkotu çıkarmadan koridorda ilerleyerek, salon olduğunu düşündüğüm odaya girdim. Ender de arkamdan geliyordu. Ayaklı lambayı açtığım anda ortam loş bir şekilde aydınlandı.
Ender içeri girdi, gözleri kısaca salonun içinde gezindi. İçerisi güzel dizayn edilmişti. İlk kez gördüğüm için yabancılık çekiyordum ama bunu çaktırmamaya çalışıyordum.
“Evin ne kadar güzelmiş.”
“Teşekkür ederim. Şöyle otursana,” dedim kanepelerden birini işaret ederek. “İçecek bir şeyler alır mısın?”
Ender kanepelerden birine oturdu, gözleri avına saldırmak için an kollayan bir kaplan gibi parlıyordu. Şu hâlleri midemi ciddi manada bulandırmıştı.
“Aslında bir kadeh şarap alsam fena olmaz,” dedi, sesinin tınısına yerleşen karanlık vaatler, kaşlarımı çatma isteğimin ensesine bir silah namlusu dayadı.
“Sen keyfine bak,” dedim ama bakmasını istemiyordum, oturduğu yerde kalırsa aşırı memnun kalırdım. Koridora tekrar çıktığımda mutfağın nerede olduğunu bilmiyordum, bu ev pek küçük sayılmazdı ama bulması da imkânsız değildi. Çok fazla ilgi çekmemek için kapıları olabildiğince yavaş açıyor, etrafa göz gezdiriyordum.
Acaba Kartal hangi odadaydı? Yoksa burada değil miydi? Bir an kendimi çok büyük bir tehlikenin içindeymişim gibi hissettim. Korku göğsümde yükselmeye başladı ve hissettiğim paniğin beni boğmaya başlayacağını düşündüm.
Sonunda mutfağı bulup içeri girdiğimde, karanlık mutfağın kapısını yavaşça kapatıp derin bir nefes aldım. Tam ışığın düğmesine uzanacaktım ki, başka bir nefesin dudaklarıma çarpmasıyla kaskatı kesildim. Çığlık atacakken o nefesin sahibinin büyük avucu ağzıma kapandı, diğer eli belime kaydı ve beni kendine doğru çekerek bedenimi bedenine yasladı.
“Şşh,” diye fısıldadı o tanıdık ses, az önce hüküm sürmeye başlayan o korkunç hissiyat bir anda tuzla buz olmuştu. Göğsüm körük gibi inip kalkarken karanlığa rağmen koyu bir biçimde kendini belli eden gölgesine bakakaldım. “Benim, yavrum.”
Gözlerimi kapıya çevirdim, kapı kapalı olduğundan Ender’in duyma ihtimali çok düşüktü. Kartal sakinleştiğimi fark ettiğinde elini dudaklarımdan çekip ışığı yavaşça yaktı. Mutfak soluk bir renkle aydınlanırken yutkunup onun gözlerinin içine baktım. Yüzünde sahnelenmeye başlayan ifadeyi izlerken bir an içinde olduğum ânın hangi zamana ait olduğunu unuttum.
“Ne istiyor o şerefsiz?” diye sordu, gözleri gözlerimdeydi, fısıltı şeklinde dökülen sesinin rüzgârı yüzümü okşuyordu.
“Şarap.”
“Onun şarap çanağını sikerim,” diye hırladı, gözleri gözlerime mezar kazıyordu.
“Sakin olursan sevinirim. Şu an bu evde başka kimse var mı?”
“Hayır. Burak ve Yunus Emre evin dışında, kızlar da onların yanında.”
“Tamam. İçeride konuşulanları buradan duyabilecek misin?”
Yavaşça tezgâha uzandı, küçük bir telsizi eline alıp, “İçeride konuşulan her şeyi duymaya başlayacağım birazdan,” dedi. “Aynısı salonda da var.”
“Tamam.” Etrafıma bakındım. “Şarap var mı?”
Kartal buz gibi bir sesle, “Sikeceğim şimdi ülkedeki tüm tekel bayilerini bir bir,” diye homurdandıktan sonra buzdolabını açtı, buzdolabından bir şişe şarap çıkardıktan sonra tıpasını yavaşça çekti, hiç uğraşmadan açılan şarap şişesinin içindeki içkiyi bir kadehe doldurdu. Ardından kadehin içine sertçe tükürdü ve kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
Dehşet içinde ona bakıyordum.
“Tükürdün.”
“Şifa niyetine içsin, görgüsüz pezevenk.”
Elindeki kadehi aldığım anda, “Bebeğim?” dedi birinin kapının arkasından. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Kartal’ın yüzüne ışık hızıyla yayılan o öfkenin kıvamının nasıl yoğun olduğunu görmüştüm.
“Efendim?” Sırtımı kapıya yasladım, alt dudağımı yavaşça dişledim.
“İşin çok uzun sürmedi mi?”
“Bebeğini sikerim onun,” diye fısıldadı Kartal, üzerime gelip beni kapı ile arasına alarak sıkıştırdı. Nefesim hızlandı, kafamı kaldırıp akşam güneşi rengindeki gözlerine baktım, gözlerinde bir altın seli şarıl şarıl çağlıyordu.
“Geliyorum hemen, sen beni salonda bekle,” dedim panikle. “Çok bekletmeyeceğim.”
“Tamam, hayatım.”
Kartal dişlerini gıcırdattı, öfkeyle gözlerimin içine bakarken gözlerinin arazisinde ölümden başka hiçbir şey yoktu. Yanaklarının içeri gömülmesiyle yüzündeki mezar taşlarına benzeyen kemikler sertleşti. Alnını alnıma bastırdı, bu kadar yakın olmak afallamama neden oldu.
Korkuyla, belki de bambaşka duygularla gözlerimi kısarken sadece bekledim.
“Sana dokunduğu an bu oyun biter,” diye fısıldadı sert bir sesle. “Bu ev onun mezarı olur.”
Hiçbir şey söyleyemedim. Kadehi sıkıca kavrayıp alnımı alnına bastırdım, onu itmedim ya da ona onu deli edecek şeyler söylemedim. Sadece sustum, geri çekilmesini bekledim.
Kartal, bir ölünün damarlarından çekilen kan gibi ağır ağır geri çekildi. Ona bakmadan mutfaktan çıktım, koridorda attığım her bir adım Kartal’dan uzaklaşmama, Ender’e yaklaşmama neden oluyordu ve az önce göğsümü terk eden o kademsiz his tekrardan göğsümdeki yerini almaya başlamıştı.
Ender oradaydı, salonda bacağını diğer bacağının üzerine atmış, rahat bir pozisyonda oturuyordu. Elimdeki az önce Kartal’ın içine tükürdüğü şarap kadehini adama uzatırken gerçekten güleceğimi sandım ama o kadar baskı altında hissediyordum ki, bunu yapamadım.
Eğer şu an Ender’in yanında olmadığımı, gerçekten olmayı istediğim bir yerde olduğumu hayal edersem, belki biraz olsun çekilir hâle gelebilirdi. Onun yanına otururken yüzüme sahte tebessümümü tekrar giydirmiştim. Ender şarap kadehini sehpanın üzerine bırakıp bana doğru döndü, ilgili bakışları yüzümde dolaşmaya başladı.
“Artık oldukça rahat bir ortamdayız,” dedim. Yanağıma düşen saçı kulağımın arkasına sıkıştırıp gözlerimi adamın yüzünde dolaştırdım, aslında kötü görünmüyordu, hatta çekici bile denilebilirdi ama Kartal göz önünde bulundurulduğunda, Ender her açıdan sönük görünüyordu.
“Benimle rahat bir ortamda kalmak mı istiyordun yoksa?” Güldü. “Beni heyecanlandırıyorsun, Lara.”
“Seni heyecanlandırmak istiyorum ve başarıyorum.”
“Lara…” dedi büyülenmiş bir sesle. “Sen uzun zamandır kimsenin heyecanlandırmayı başaramadığı beni, heyecanlandırmayı başaran tek kadınsın.” Kısa bir an durdu. “O gün yanında olan adam, sevgilin olduğunu ima etmişti. Burada olmam gerçekten sorun olmayacak mı?”
Kartal’ın şu an bizi duyabildiğini biliyordum. Yapay bir yan gülüşle, “Hiç sorun değil,” dediğimde, adamın gözleri parıldadı.
Hiçbir şey hissetmememe, kalbimin biraz olsun hızlanmasına ya da heyecanlanmamama rağmen, yüzüme yapmacık bir hayranlık maskesi ekleyerek yavaşça gülümsedim. Ender’in gözleri dudaklarıma takıldı, ortamın aniden gerildiğini hissettim ve dudaklarım isteksiz bir hisle uyuşmaya başladı.
“Baksana,” diye mırıldandım. “Kardeşimin gerçekten uyuşturucu batağında olduğunu anladın bence. Yani bu basit bir şey değil, gerçek bir bağımlı.”
Onu deniyordum, oltaya gelmesini bekliyordum. Gelirse benim açımdan daha kolay olacaktı, konu konuyu açacaktı ve bu aç herif benim dudaklarıma bakmayı kesecekti.
“Bunu anlamak zor değil, bebeğim. Genelde her uyuşturucu vakasında her nedense hiçbir şekilde gerçek satıcı olmaz suçlanan kişi. Ya bir şekilde tufaya düşürülmüştür ya da sadece içicidir. Hikâye bunlar… Gerçekten satıcı olmayan birinin bu taraklarda bezi olmaz, bir içici bu kadar büyük mallarla yakalanmaz.” Bana biraz daha sokuldu. “Kardeşinin bir bağımlı olması seni utandırmasın, lütfen. Daha rezilleriyle çalıştım.”
Duraksadım. “Ne demek istiyorsun?”
“Her ne kadar ismimin yanına yapışmasını istemesem de çok büyük uyuşturucu davalarına baktığım doğru. Birçok iş adamının götünü ben kurtardım,” dedi tamamen rahat bir üslup takınarak. Evet, işte başlıyorduk.
“İş adamı mı?” Kaşlarımı hayretle kaldırdım. “Bu işlerin içinde iş adamları da mı var?”
“Tabii. Üstelik öyle basit şeyler de değil, bu işin sonu can almaya kadar gidiyordu.”
Dişlerimi sıkmak istesem de bunu yapmadım. Ender’in yüzünü incelemeye devam ettim. “Can almak mı?”
“Tabii ki. Günümüzde yüksek dozdan hayatını kaybeden bir sürü insan var, işin içine ölüm girdiğinde, uyuşturucu davaları kurtulması zor birer idam ipine dönüşüyor.”
“Gerçekten birilerinin ölümüne sebep olan insanlarla tanıştın yani?” Kaşlarım havaya kalktı. “Katillerle?”
“Elbette. Bu benim mesleğimin bana her zaman göstereceği acı bir gerçek. Katiller her yerdedir, Lara.”
“Şu âna kadar birilerinin ölümüne neden olan iş adamları oldu demek,” dedim düşünür gibi yaparak. Ender şarabından bir yudum aldı, yüzümü buruşturdum. Onda herhangi bir değişiklik yaşanmadı, kadehi parmaklarının arasında tutarken hafifçe salladı ve kadehin içindeki içkinin hareketlerine kaydı gözüm.
“Elbette, güzelim. Kodamanlar sandığın kadar iyilik timsali insanlar değil. Her yıl milyonlarca lira bağış yapan o heriflerin yediği bokların üstünü örtmek de bizim görevimiz,” dedi, sanki yaptığı iş bir hayır işiymiş gibi konuşuyordu.
Nabzımın, kasılan damarlarımı zorladığını hissediyordum. “Bu senin açından zor olmuyor mu? Tehlikeli de hem.”
“Orası öyle. Bazen ailelerden tehdit aldığımız oluyordu, ben de sırf bu yüzden kendimi saklayarak bu davalara bakmaya başladım. Bu mecrada benim uyuşturucu davalarına baktığımı bilen insan sayısı azdır.”
“Şu iş adamları…” dedim düşünür gibi yaparak. “Aralarında tanıdıklarımız, ekranlarda gördüklerimiz falan da var mı?”
“Mesela en çetrefillisi Hakan Çaçaron, Nazmi Kılıç, Orhan Keskin. Bunlar uyuşturucu ticareti yapan adamlar. Mutlaka ekranlarda birkaç kez de olsa gördüğün tiplerdir, Türkiye’de tanıyan çoktur bunları.”
“Peki Sadık Parlak?” diye sordum merakla. “Onun bu taraklarda bezi var mı? Malum, mekânının adı çıktı bir kere…”
Ender sakallarını kaşıdı. “O olayı ben de tam çözemedim, Sadık Parlak uyuşturucu ticareti yapmıyor, buna eminim ama adı birkaç kez böyle vakaların içinde geçti,” dedi kuru bir sesle. “Eğlence mekânı işletmek zordur, her türlü insanla karşılaşırsın.”
“Avukatlık mesleği de zor öyleyse. Her türlü insanla karşılaşıyorsun neticede.”
“Orası öyle.” Ender bana biraz daha yaklaştı, midem iyiden iyiye bulanmaya başlamıştı. Tekrar yüzüme düşen saç teline baktı, kalbim öyle ağır çarpıyordu ki… Parmağını saç telime uzatınca gözlerimi kıstım, saçımı yavaşça parmağına doladı ve gözlerinde muzip bir ifade belirdi. “Uyuşturucu konusunun senin için hassas bir konu olduğunu biliyorum. Kardeşini çok mu seviyorsun?” diye sordu.
Aklınca vicdanıma oynayacak, beni canevimden vurarak beni yatağa atmayı daha kolay hâle getirecekti. O küçük aklının yarattığı ihtimaller arasında kadınların duygusal canlılar olduğu vardı, her kadını hassas, kanatları kolayca dağılabilecek bir kelebek olarak görüyordu ve bu kelebekler gözyaşlarına boğulduğu an onun dalına konacaktı ona göre. Hadi canım? Yoktu öyle bir şey.
“Kardeşim için canımı bile veririm.”
Gözleri dudaklarıma kaydı, benim gözlerimdeki ışık tamamen sönmüş, gözlerim ölümcül bir deneyde kullanılan o cansız, şeffaf tüplere dönüşmüştü. İçimde binlerce zehir formülü taşıyordum.
“Kardeşini kurtarmak için her şeyi yaparım.”
Bana biraz daha yaklaşınca nefesinden gelen içkinin kokusunu çok daha net soludum, bu dayanılmaz bir şeydi. Yumruğumu kaldırıp onun beklenti dolu suratının ortasına geçirmek, ağzını burnunu dağıtmak istiyordum.
“Ve senin bana yardım edeceğini biliyorum,” dedim gülerek.
Ender bana biraz daha yaklaşınca aniden geri çekildim. Şaşkına dönmüş bir suratla bana bakakaldı.
“Utanmana gerek yok,” dedi bana tekrar yaklaşmaya çalışırken.
Kalın kolu aniden belime dolanınca gözlerim irileşti. Beni sıkıca kavrayarak hareketimi engelledi. Alnını alnıma bastırdı. “Seni istiyorum,” diye fısıldadı arzuyla. “Şimdi.”
“Yavaş!” dedim yüzümü buruşturarak. “Bu kadar sert hareketlerden hoşlanmam.”
“Hoşlanmanı sağlarım.” Beni daha sıkı kavradı. Acaba Kartal şu an olup biteni duyuyor muydu? Lanet olsun. Sadık Parlak ile ilgili pek bir şey bilmiyordu karşımdaki bu herif. Üstelik bir ahtapot gibi de bana dolanmaya çalışıyordu. “Emin ol, sertin tadını aldığında soft bir seks asla hoşuna gitmeyecek.”
Aniden onu iterek, “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordum. “Konuşmalarına dikkat et!”
“Bunu isteyen sen değil miydin?” Bana soru işareti dolu gözlerle baktı. “Beni bu eve getirme amacın zaten altıma yatmak için değil miydi? Sen de beni istiyorsun, neden birdenbire naz yapmaya başladın? Zor kadını mı oynamaya çalışıyorsun, Lara?”
Dehşetin gölgeleri gözlerime devrildi. Ayağa kalkıp salonun diğer ucuna doğru hiddetle yürürken, “Konuşmalarına dikkat et, dedim sana!” diye uyardım onu. “Bu kadar kaba bir adam olduğunu bilmiyordum.”
Kartal neredeydi? Neden sesimi duyduğu hâlde müdahalede bulunmuyordu?
Ender aniden ayağa kalktı, ben daha ne olduğunu anlamadan beni saçlarımdan kavrayarak öyle sert bir şekilde kendine doğru çekti ki, saç köklerime hızla yayılan o acı zihnime kadar yayıldı. Dudaklarım hissettiğim acıyla aralandı, kısık bir çığlık atarak tırnaklarımı Ender’in yüzüne hedef aldım ama diğer elimle bileğimi yakalayarak bu hareketime karşı koydu.
“Seni nazlı kaltak! Benim de bir sabrım var. Bırak kendini bana, çok eğleneceğiz!”
Saçlarımı tıpkı bir mengene gibi kavrayan parmaklarının baskısı daha da artarken, “Orospu çocuğu!” dedim dişlerimin arasından. “Senin avukatlık hayatın bitti, anlıyor musun? Bitti!”
“Hiçbir şeyi kanıtlayamazsın bağımlı piçin ablası! Beni bu eve çağıran, altıma yatmak için bana iş atan ve kardeşini kurtarmam için bana yalvaran sensin! Kimse inanmaz sana! Seni şuracıkta siksem, herkes senin bunu isteyerek yaptığını zanneder!”
Direnmeye başladım, Ender’in parmaklarına dolanan saçlarımı kurtarmaya çalıştım. Kartal sesleri duymuyor muydu? Hemen buraya gelmeliydi! Bir sorun mu oluşmuştu? Sesimi duyması için bağırmam mı gerekiyordu? Tırnaklarımı Ender’in kollarına batırarak ona karşı koymaya çalıştım ama adam beklenmedik şekilde güçlüydü. Beni yürümeye zorladı, saçlarımdan asılarak koltuğa itti ve bedenim tıpkı bezden bir bebek gibi koltuğa savrulurken gözlerimi saran cinayetin rengi gitgide daha da harlandı. Onu öldürmek istiyordum.
Ender üzerime çullandı. Ben ne olduğunu anlamadan bedenini bedenime yasladı ve o an kapı resmen çarpılarak açıldı. Ender şaşkına dönmüş bir şekilde arkasına baktığında, kapının hemen diğer tarafında elinde kalın bir bıçakla dikilen adamın gözlerinin içine baktım.
Altının sel gibi aktığı kahverengi gözlerini direkt olarak Ender’e mühürlemişti.
Ender’in eli bileğime sarıldı, beni sıkıca kavrarken, “Bu herif burada ne arıyor?” diye bağırdı. “Neler dönüyor burada?”
Ender’in yüzüne sertçe tükürdüm. “Yolun sonu!” dedim gözlerimi gözlerine mıhlayarak. “Senin hayatın burada bitti, Ender! Burada bitti!”
Gözlerim tekrar Kartal’a kaydı. Kartal dişlerini birbirine kenetledi, çenesi seğiriyordu.
“Hemen ellerini onun üstünden çekiyorsun,” dedi Kartal ölüm gibi bir sesle.
Ender bir anda beni çekerek kaldırdı. Önüne aldı ve dirseğini kırarak boğazımı mengene altına aldı. Boğazıma kolunun iç tarafına bastırırken bir an nefesim kesildi. Kartal’ın gözlerinin içine baktım, Kartal’ın yüzünü saran ifadeyi izlesem de onun ne düşündüğünü bir türlü anlayamıyordum.
“Onu hemen bırak. Boş şaklabanlık gösterin ilgimi çekmiyor.”
Ender diğer elini pantolonunun cebine atınca duraksadım. Dirseğini daha sert kırdı ve bu baskıyla başımı geriye yatırmak zorunda kaldım. Bir falçatanın parıltısı gözümü alırken nefesim bu kez gerçekten kesilmişti ama kendimi toparlamayı başardım. Başım geriye doğru yatmış olsa da gözlerimi indirerek Kartal’a baktığımda, altın kahve gözlerinde yanan ateşleri gördüm.
“Bana burada neler döndüğünü hemen anlatın!” dedi Ender, ardından elindeki falçatanın sırtını boğazıma yasladı. Boynumu saran damarların ânında belirginleştiğini hissettim, boynum yanıyordu ve muhtemelen şimdiden kıpkırmızı olmuştu.
“O kızın kılına bile zarar gelecek olursa, bu evden cesedinin bile çıkmasına izin vermem, Avukat,” dedi Kartal. O kadar nefretle dolmuştu ki, boynundaki kalın damarlar dışarı fırlamış, damarların kökleri alnına kadar uzanarak derisinin altında belirginleşmişti. “Aksi durumda, seni acılar içindeyken, ölmek için yalvarırken bu evin temeline diri diri gömerim.”
“Bana hiçbir şey yapamazsın! Beni nasıl bir oyunun içine çektiniz, benden ne istiyorsunuz bilmiyorum ama eğer bu evden çıkıp gitmeme izin vermezsen kızın gırtlağını keserim.”
“Bu evden çıkma ihtimalin yok, Ender,” dedi Kartal, o kadar ifadesizdi ki, öfkesini saklamayı başarıyordu ama biz onunla aynı evin içindeydik, yeri geldiğinde aynı yatakta uyuyorduk. Ben onu tanımaya başlamıştım. Ne olursa olsun, bu öfkeyi herkesten saklayabilirdi belki ama benden asla saklayamazdı.
Ender falçatanın keskin yüzeyini çevirir gibi olunca Kartal’ın dişlerini sıktığını fark ettim.
“Benim boğazımı kesecek olman karşında duran adamı durdurur mu sanıyorsun?” diye sordum aniden, gözlerimdeki o boşluğun büyüdüğünü, o boşluğa serilmiş cesedimin üstünü toprağın örttüğünü düşündüm. “Ben zaten bir piyonum, görmüyor musun?” Güldüm, Kartal gözlerimin içine bakıyordu. “Oyundan çıkacak olmam karşındaki adamın umurunda bile olmaz,” dedim bu kez. “Kes boğazımı, Ender. Bu umurumda bile değil. Benim hayatımı sen ve senin gibiler çoktan çaldı zaten. Olmayan bir hayatın hayaliyle nefes almak hiç kolay değil. Bana yaptığın şey iyilik olur. Üstelik biliyorum ki, ben öldükten sonra sen de öleceksin ve dünya büyük bir pislikten arınacak.”
Ender’in duraksadığını hissettim. “Benden ne istediğinizi söyleyin,” dedi.
“Bize anlatman gerekenler var,” dedim. “Senin bildiklerine ihtiyacımız var.”
Ender, “Sonra da beni öldüreceksiniz, öyle değil mi?” diye sordu.
“Seni öldürmek bizim de kaybımız olmaz mı sence?” diye bir soru attım ortaya. “Şöyle bir düşünüyorum da şu saatten sonra senin ölmen hiçbir şeyi değiştirmeyecek çünkü anlattığın tüm sırlar kayıt altında.”
“Ve birlikte olduğun müvekkillerinle olan seks kasetlerin de öyle. Her birini cinsel birlikteliğe zorlamışsın ve bu kasetlerde mevcut,” dedi Kartal aniden. “Aldığın rüşvetler, görgü tanıkları, tecavüz ettiğin dört kadın müvekkilin, istismar ettiğin hayvanlar ve çocuklar. Her şeyin kanıtları elimde. Sen buradan elini kolunu sallayarak çıksan bile ben senin elini kolunu sallayarak yaşamana izin vermem.”
Ender şoka girmişti, ben de ilk kez duyduğum bu şeyler karşısında şoktaydım. Tüm gece yüzüne gülmek zorunda kaldığım adam gerçek bir sapık mıydı? Çocukları ve hayvanları istismar eden, dört kadının ırzına geçen bir orospu çocuğunun kollarındaydım, bana saldırmıştı ve o kirli zihni, günahkâr vücuduyla bana sahip olmak istemişti.
Ender sonunda zihninde yerine oturttuğu düşüncelerin verdiği meyveleri toplayarak, “Ama benim elimde de senin için oldukça değerli olduğu gözlerini saran endişeden bile belli olan bir kadın var,” dedi. Güldü. “Yoksa kız çocuğu mu demeliyim?” Boynumu kaldırmamı sağladı, kafam onun omzuna yaslı duruyordu. Gözlerimi kıstım. “Şu incecik boynuna bak, harika görünmüyor mu? Önünde ikiye ayrıldığını düşünsene. Off, bu bana kendimi Perseus gibi hissettiriyor.”
“Onun beni önemsediğini düşünecek kadar aptalsın,” diye fısıldadım. “Siz onun önemsediği tek şeyi onun elinden aldınız. O şey ben değilim.”
“Asıl sen aptalsın, Lara. Onu göremiyor musun?”
Kartal’ın gözlerinin kapkaranlık kalışını seyrettim. Sanki o bir gökyüzüydü, yıldızlar birer birer kayıyordu ve ay ışığını söndürüyordu.
“Lavin,” dedi Kartal tam gözlerimin içine bakarak. “Bana güveniyor musun?”
Ender şaşkınlıkla, “Lavin mi?” diye sordu ama aldırış etmedim.
Sanki çocukluğum, kolundaki serum deliğinden akan mürekkeple öylece kapının önünde, Kartal’ın arkasında dikilmişti de bizi izliyordu. Serum deliğinden hızla akmayı sürdüren mürekkep yerde bir göl oluşturuyor, bu göl Kartal’ın ayaklarını yutuyor ve Kartal’a dokunan mürekkep bir anda Kartal’ın tüm bedeninde kelimelerin oluşmasına neden oluyordu.
Acıya soyunmadan hemen önce, “Güveniyorum,” dedim.
Kartal elindeki bıçağı daha sıkı kavradı, Ender ne olduğunu anlamıyordu ama ben anlamıştım çünkü artık onu gerçekten tanımaya başlamıştım. Arkasındaki küçük kız çocuğunun bileklerinden damlayan mürekkebin rengi gitgide daha da koyulaşıyor, Kartal’ın göz bebeğinin içine kadar yerleşen kelimeler bir romanın sayfalarında can buluyordu.
Kartal elindeki bıçağı aniden bize doğru fırlattığında zaman durdu, sanki fırlattığı o bıçak yatay şekilde aramızda asılı duruyordu ve ben bıçağın diğer ucunda duran Kartal’ın gözlerinin içine bakıyordum.
Sonra zaman tekrar akmaya başladı, mürekkebin var ettiği canavarın kelimelerden gözleri aralandı ve nefesim kesildi.
Bıçağın Ender’in falçatayı tutan eline saplandığını hissetmemle başımı tamamen geriye yasladım ve falçatanın ucu çok küçük bir çizik şeklinde kestiği boynumu yaktı. Boynumdan sızmaya başlayan kanı hissettim ama yaramın çok derin olmadığını biliyordum. Kanımla renklenen falçata yere düştü, ânında Ender’e doğru döndüm. Hissettiğim acıya aldırış etmeden yüzünün ortasına sert bir yumruk indirdim.
Kartal bana doğru hızlı adımlar atarken Ender yerdeydi, eline saplanmış bıçağı çıkartmaya çalışırken acılar içinde bağırıyordu. Binadaki insanların onun sesini duymasından korksam da şu an içimde çok büyük bir öfke vardı.
Tekmemi hızla onun karın boşluğuna indirip, “Şerefsiz!” diye bağırdım.
Kartal’ın güçlü kolları belime dolandı, beni geri çekerek dudaklarını saçlarımın içine bastırdı. Sırtım onun göğsüne yaslandığı an yutkundum, gözlerime doluşmaya başlayan yaşların kirpiklerimi ıslatmasına izin vermeden dişlerimi sıktım. Kartal beni serbest bırakıp adamın eline saplanan bıçağın sapını tuttu. Ender acılar içinde bağırmaya devam ediyordu. Bıçağı kanırta kanırta çevirdi. Kan öyle fazlaydı ki…
Bir an, Ender’in attığı acının getirisi çığlıklara rağmen, saatin etrafında dönen yelkovanın çıkardığı dönüş seslerini bile duyabileceğim kadar derin bir sessizlik çöktü zihnime. Kulaklarım bu sessizlik yüzünden çınlıyordu.
“Eğer ona dokunacak olursan, sana neler yapabileceğimi söylemiştim sana,” dedi Kartal bıçağı tekrar kanırtırken.
Artık bıçağın saplandığı o el paramparça görünüyordu.
“Sen ona dokunurken, başına gelebilecekleri hesaba katmalıydın,” dedi daha da gaddar bir sesle. Öylece durmuş onları izliyordum, kanın sesini dinliyor, ayaklarıma doğru tıpkı bir yılan gibi kıvrılarak yaklaştığını biliyordum.
Kartal’ın sırtına baktım, tişörtü yukarı sıyrılmıştı, gözlerim belindeki yanık izinde takılı kaldı. Topuklu ayakkabılarımı ıslatmaya başlayan kanın yoğunluğunu hissediyordum ama gözlerimi onun izinden çekmedim.
Çarmıhım.
Neden o sırta gerilmiş bir beden gibi hissediyordum kendimi? Neden o bir çarmıhtı, neden ona bağlanmıştım, neden en büyük işkencem o olmaya başlamıştı ama aynı zamanda beni gerdiği yerde beni koruyordu?
Kartal, Ender’in eline saplayıp elini resmen paramparça ettiği bıçağı, Ender’in elinden sertçe çekip çıkardı. Çıkan o iğrenç ses içimi bulandırdı. Kana bakmaya cesaret edemiyordum ama aynı zamanda gözlerimi kandan ayıramıyordum. Kartal elindeki kanlı bıçağı kotunun kumaşına sildi, kısmen temizlenen bıçağı Ender’in boynuna dayadı. Ender’in gözlerinin içine onu yutmak üzere olan bir kara delik gibi baktığına emindim.
“Seni öldürmek çok kolay, ben acıdan kendini kaybetmeni istiyorum.”
“Bu kız sana ait olduğu için mi bu kadar öfkelisin? Senin olana dokunduğum için mi?”
“Doğru. O benim. Ve sen, benim olana dokundun. Ve sana, benim olana dokunmanın bedelinin ölümden daha ağır olduğunu öğreteceğim.”
Kartal, bıçağı adamın boğazımı saran dirseğinin iç kısmına saplayınca kan aniden fışkırdı, kanın Kartal’ın yüzünü lekelediğini görünce olduğum yerde bir adım geriledim.
Ender tıpkı hayvanlar gibi bağırıyordu. Kartal bıçak darbelerini arka arkaya adamın dirseğinin iç kısmına geçirmeye başladı. Ender bacaklarını yere vuruyor, titreyerek hırlıyor, bağıra bağıra ağlıyordu ve kimse onun yardım çığlıklarını duymuyordu.
Salonun kapısı tekrar açıldığında olduğum yerde donup kalmıştım, boynumdan göğsüme kadar akan kanın soğumaya başladığını hissediyordum. Burak’ın, Kartal’ı kollarından tutarak kaldırmaya çalıştığını gördüm, Kartal bir yırtıcı gibi kükreyince kalbim göğsümü parçalarcasına çarpmaya başladı.
Damarımın içindeki kendi kanımın akışını duyabilecek kadar sessizdim. Artık çevremdeki sesleri duyamıyordum. Yunus Emre’nin de içeri girdiğini gördüm, Kartal’ı ikisi zor zapt ediyordu. Delirmiş gibiydi. Elindeki bıçağı durmadan Ender’e saplamak istiyor gibiydi. Zihnimin kuklası olduğumu anlamadan sürdürdüğüm bu gösteride iplerimin kopmasıyla dizlerimin üzerinde yere düştüm.
Nazik bir el beni omuzlarımdan kavradı, yavaşça sarsarak, “Kız iyi değil!” diye bağırdı, ardından akan kanları görmüş olacak ki, “Sakın Sahra ve Sibelay’ı içeri göndermeyin! Sakın!” dedi dehşetle. Bu sesin sahibi Neslihan’dı. Beni yavaşça kaldırmaya çalışıyordu ama o kadar hâlsizdim ki ayağa kalkacak hâlim bile yoktu.
“Güzelim, kalk. Hadi çıkalım buradan,” dedi beni kendine çekerek.
Neslihan’ın zoruyla oradan çıkmıştım. Ender ne hâldeydi artık bilmiyordum ama ben titriyordum, konuşamıyordum, sadece boşluğa bakarak mutfağın içinde öylece titriyordum.
Kartal yoktu.
“Salonumda neler olduğunu bilmek istemiyorum,” dedi Sahra omzuma dokunurken. Olduğum yerde sıçradım, Sahra duraksadı. Ona bakamıyordum. Ellerim buz kesmişti, parmaklarım titriyordu. Sibelay elindeki ıslak havluyu boynuma dokundurmak istediğinde elini yavaşça ittim ve başımı iki yana salladım. Canım acıyordu ama dokunmasını istememe nedenim bu değildi, şu an hiçbir elin bana değmesini istemiyordum.
Neslihan tekrar içeri girip, “Yunus Emre adamı bir yere götürüyor,” dedi, beti benzi atmıştı. Haklıydı, aralarından o manzarayı gören tek kişi Neslihan olmuştu. “Burak, Kartal’ı sakinleştirmeye çalışıyor, salon temizlenene kadar hiçbiriniz oraya girmeyin.”
Kartal, durdurulamaz seviyeye ulaşmaya başlamıştı.
Onu durdurmak, onu öldürmek demek olacaktı.
Tırnaklarımı dizlerime batırdım, üstümdeki büstiyer siyah olmasına rağmen damlayan kanın rengini belli ediyordu. Ayağımdaki topuklu ayakkabı parmaklarımı acıtmaya başlamıştı. Tam şu an hissettiklerim, şu âna kadar hissettiğim her şeyin üstünü örten bir buz tabakasına dönüşmüştü.
“Lavin,” dedi Sahra anaç bir sesle. “Biraz uyu istersen.” Gözleri boynuma kaydı. “Sen yaralanmışsın.”
“Önemli bir şey değil,” dedim. “Küçük bir sıyrık.”
“Önce bir duş al. Sana kıyafet ayarlarım, tamam mı?” Kafasını kaldırıp Burak’a baktı. “Kartal nerede?”
Titreyen adımlarımı kimseye belli etmemek için dimdik durmaya çalıştım. Banyoya doğru yürürken arkamda bıraktığım o korkunç saniyeler hâlâ beni takip ediyormuş gibi hissediyordum. Boynumdaki acı kendini daha da hissettirmeye başlamıştı.
Sahra banyonun kapısında durup, “Yardımcı olmamı ister misin?” diye sordu. Yorgun bir ifadeyle onun gözlerinin içine baktım.
“Hayır, teşekkür ederim.”
Bakışları yüzümde gezindi, başını yavaşça salladıktan sonra kapıdan uzaklaştı ve ben karanlık banyoya girdim. Banyonun küçük penceresinden içeri sızan ay ışığı, banyonun içini griye boyamıştı. Önce ayağımdaki topukluları çıkarıp bir köşeye fırlattım, sonra altımdaki kotu zorlanarak da olsa çıkarttım. Büstiyerim ve iç çamaşırım hâlâ üzerimdeydi, darmaduman olmuş saçlarımı omzumun üstüne attıktan sonra titreyen parmaklarımı saçlarımın içine bastırdım.
Yavaşça duş kabinine doğru yürüdüğümde, “O nerede?” diye bağıran sesin, onun sesi olduğunu bildiğimden gözlerimi yavaşça kapalı duran banyo kapısına çevirdim. Boynumdaki kan kurumuştu, artık çok aktığı söylenemezdi ama orası acıyordu. “Kız nerede?”
Parmaklarımı tekrar saçlarımın içine bastırdım, sesi zihnimdeki küflü çarkların dönmesini sağladı. Sırtımı soğuk fayanstan duvara yasladığım anda, banyonun kapısı açıldı ve koridordaki ışık huzmesi karanlık banyonun içine uzattığı kılıçları bedenime sapladı.
Arkasına ışığı alarak öylece dikildiğinden, yüzü ve bedeni kapkaranlık bir gölgeden ibaretmiş gibi görünüyordu. Banyonun içine doğru bir adım attığında, arkasında duran ışığı bir bıçak gibi ikiye bölen bedeninin zarif hareketlerini izledim.
“Ölüm Çiçeği?”
Farkında olmadan titremeye başladım. Gözlerimi onun gölgesine diktim. Gözleri iki derin kuyu, sonu olmayan boşluk gibi görünüyordu. O gözlere düşmeye başladığım anda bir daha kurtulamayacağımı biliyordum ve ben kendimi o gözlerin içine bırakmıştım.
Kartal arkasında açık duran kapıyı yavaşça kapattı. Üstündeki tişörtü çıkarmıştı ve ellerinde, yüzünün birçok noktasında kan lekeleri vardı; bana doğru yürümeye başladığında attığı her adım, cehennemde bir mağaranın çökmesine neden oluyordu.
Gözlerime batmaya başlayan yaşları durdurmaya çalıştım, ağlamak istemiyordum. Ben bu değildim, şu an içinde olduğum bedenin dışarıdaki yansıması bana benzemiyordu. Değişmek istemeyen ben, kendimi kökten bir değişimin içinde o değişiğime ayak uydururken bulmuştum.
Su aniden ikimizin arasında akmaya başladı. Bedenime sıçrayan su, bedenine sıçrayan su ile aynı zincirin farklı halkasıydı ve bizi birbirimize bağlıyordu.
“Benden korkuyor musun?” diye sordu, sesi ızdırap vericiydi.
Cevap vermedim ama ondan korkmuyordum. Benim korktuğum şu an içinde bulunduğum hislerdi. Onun dudaklarından dökülen, akan kanın önünde bir yemin gibi içilen cümlelerinden korkuyordum.
Başımı iki yana sallarken, bu hareketim bir red değil, çaresizlik barındırıyordu içinde. Kartal bana biraz daha yaklaşınca, ikimizin arasında akan su ikimizin de ayaklarını ıslatmaya başladı. Kafamı kaldırıp ona baktım, gözlerindeki acının bir kuyunun dibine çökmüş, orada yardım çığlıkları attığını görebiliyordum.
Kan lekeleriyle dolu elleri çıplak belime dokununca irkildim, sırtımı tamamen fayansa yaslayıp sertçe yutkunarak ona baktım. Su artık yüzümü, dudaklarımı ıslatıyordu. Çenemden aşağı akan su damlalarını dikkatle izlemeye başladı, sonra gözleri boynuma kaydı ve boynumdaki yarayı görünce kaşları çatıldı.
O adama onun olduğumu söylediği anları hatırladım. Kurduğu cümle, o kan gölünün önünde dikilmiş, kan deryasının içine köklerini salmıştı sanki.
“Ben senin değilim,” diye fısıldadım, sesim titriyordu.
Sadece gözlerimin içine baktı, bana herhangi bir cevap vermedi. Gözlerini kırpmadan boynumdaki yaraya bakıyordu.
“Beni duydun mu?” diye bağırdım, dudaklarımdan içeri giren suyu yuttum, yüzümü buruşturdum. Yuttuğum su değil, kandı sanki. “Ben senin değilim!”
“Duydum,” diye fısıldadı ama onun olmadığımı söylemedi, sadece duyduğunu belirtti. Dudakları aralanmıştı, aralanan dudaklarına çarparak daha da hız kazanan su, çenesine kayıyor, orada çiğ damlalara dönüşerek bedenine damlıyordu. Bir süre sonra yüzündeki kan lekelerinin gölgelerini daha net görmeye başladım. Su, o gölgelere dokundukça gölgeleri bulandırıyor, Kartal’ın çıplak göğsüne akarak yavaşça bedenini terk ediyordu.
Ona biraz daha sokulurken titremelerim şiddetlendi. Kartal bunu anlamış gibi kollarını belime sarıp beni kendine çekti ve ikimiz de suyun altında kaldık. Yüzümü onun boynuna yaslayıp, parmaklarımı yavaşça onun omuzlarına batırdım. Gözyaşlarım gözlerimin içinde dik duran toplu iğneler gibiydi.
“Ben sana ait değilim.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp yüzümü tamamen onun boynuna gömdüm, kokusu çok derindi, üzerimize akan suya rağmen kokusunu alabiliyordum.
“Senin değilim.”
“Biliyorum,” dedi sadece, sesi cansız ama kalındı.
“Bana bunu söyle,” diye hıçkırdım. “Bana, senin olmadığımı söyle.”
Kartal, hiçbir şey söylemedi, bana sarılmaya devam etti. Boynum acıyordu, bunu bildiğini biliyordum. Yüzünü, ıslanıp yüzüme yapışan saçlarımın içine gömdü, dişlerini sıktığını fark ettiğimde tırnaklarımı omzuna batırarak gözlerimi araladım.
“Söyle,” diye fısıldadım.
Yine sustu, hiçbir şey söylemedi.
Bana hissettirdiği şeylerden nefret ediyordum. Bana hissettirdikleri, kalbimin duvarındaki çivi izleri gibiydi.
“Söyle!” dedim acılar içinde, Kartal bana daha sıkı sarıldı.
Kartal yavaşça başını eğdi, duraksadım. Yüzünü boynuma yerleştirirken bunu yapmasını beklemiyordum. Kızgın bir ateşin nefesiymişçesine tenimize akan sıcak suyun bile buz kesmesine neden olacak o şeyi yaptığında, yani ıslak dudaklarını boynumdaki yaraya bastırdığında gözlerimi duvara diktim ve insanların katili olacağını düşündüğüm adamın, gözünü esas benim canıma diktiğinin o an farkına vardım.
Dudaklarını boynumdaki kesikten çekmeden fısıldadı:
“Canşikâr.”
“O ne demek?”
“Can avlayan, öldüren demek,” diye fısıldadı. “Bir anlamı daha var ama sen şu an sadece beni öldüren anlamı taşıyorsun. Sen benim canımı avlıyorsun.”
Gözlerimden dökülmeye başlayan yaşlar görüş alanımı puslandırdığında gözlerimi yumdum, gözlerimi tekrar açtığımdaysa artık ağlamıyordum. Kelimeleri kalbime batıyordu.
“Ben senin karanlıkta attığın çığlığım,” diye hatırlattım ona, buna inanıyordum.
“Seninleyim.”
Buna da inanıyordum.
“Ama senin değilim.”
Buna inanmıyordum.
🎧: The EverLove, Make Me Believe