Kalbi, bataklığın dibinde büyüyen bir çiçek gibiydi ama çiçeği ne zaman ellerime alsam, ellerimi hiç kirletmezdi.
Ruhu, yangının içinde küllenen bir fotoğraf gibiydi ama ne zaman ellerime alsam, fotoğraftaki gözler gözlerime değerdi.
Gözleri, külden adamın yüzünün ortasında bir geçmiş gibiydi ama ne zaman ona baksam, gelecek ikimizin sırtında yara iziydi.
Bana, geçmişin ikimizden de çaldıklarının farkındaymış, ikimizin de sırtında aynı yara izinden varmış gibi bakıyordu. Bense ona, geleceğin ikimizin de ruhuna, sırtındaki yaradan daha büyük yaralar açmak için üzerimize yürüdüğünü anlatmak ister gibi bakıyordum.
O dev tablonun önündeydim, bir duvar gibi önümde duruyordu ve evet, o artık bir duvardı. Ben o duvarın önünde durmuştum, duvarın arkasında bir zamanlar olduğum insan vardı ve ben bir daha o insan olabilmekten duvarlarca uzakta duruyordum.
Belimdeki parmakları, kelimeleri sayfalara yerleştiren yazarın parmaklarının ucunu kaplayan mürekkep lekesi gibiydi ve ben, dokunuşlarının izini bırakan parmaklarının baskısını ruhumda hissediyordum.
Anılar, Lavin, dedi ardından zihnime biraz evvel sinen sesi, birkaç dakika önce dudaklarından akan kelimeleri tekrar şekillendirdi. Geçmişte bile ikimizi içinde yaşatmaya devam edecek.
“Yaşatacak mı yoksa öldürecek mi?” diye sordum, ağzım açıldığı an çıkaracağım ilk ses, şaşkınlığın fısıltısı olacak sanmıştım ama ben burada, bu duvarın önünde, parmakları belimdeyken en güçlü hâlimle ona bu soruyu sorabilmiştim. “Karar ver, Doktor.”
“Sana yaşarken ölmenin ne demek olduğunu öğretmeme gerek yok,” dedi, sesi usul usul tenime dökülüyordu. “Sen bunu zaten çok küçük yaşlarda öğrenmişsin.”
“Güzel,” diyebildim sadece.
Hep böyle mi olacaktı? Onu bir çıkmaza sürüklediğim anda, o kalkıp o çıkmazın duvarına beni yaslayarak asıl çıkmazın burası, onun yanı, gözlerinin içi, teninin kokusu, bedeninin ağırlığı, ruhunun varlığı olduğunu mu gösterecekti?
“Sana ağır bir şey söylediğimde bile bunu kolaylıkla sindirip, bana çok daha ağırlarını söylemene alışmışım,” dedi, parmakları belimde hareket edince ürpersem de kıpırdamadan durdum ve tabloya bakmayı sürdürdüm. “Şimdi burada durmuş, sana benimle olan bir anını gözüne sokmuşken, senin böyle sessiz durman garip.”
“Ya da sadece umurumda değildir,” diye mırıldandım. “Hım?”
“Ben senin anılarını vereceğin bir adam değildim, öyle değil mi?” Sesi neşeden, alaydan ya da öfkeden olabildiğince uzaktaydı.
“Şovun güzeldi,” diye mırıldanıp yavaşça ona doğru döndüğümde bunu yapmamı beklemiyormuş gibi gözlerini indirerek gözlerimin içine baktı. Yakınlığımıza aldırış etmeden gözlerinin içine bakarken dudaklarımı yalayarak ıslattım. “Ama eğer ben senin anılarında bir iz bırakacak olsaydım, bunu bu kadar görkemli yapmaya çalışmazdım.”
Bana anlamayan gözlerle bakınca gülümsedim, gözleri gülümseyişime takılı kaldı ama ifadesi donuktu.
“Bir film izlemiştim, filmde adam kadından kurtulduğunu düşünüyordu, rahatladığını sanıyordu. Sonra bir gün hiç ummadığı anda lavaboda kadının tokasını gördü. O toka, adamın hüngür hüngür ağlamasına neden oldu. Sana seni ağlatacağım demiyorum, Alaşan ama aylar sonra, işimiz bittiğinde, bana ait bir toka bile senin için bir anı niteliğinde olabilir.” Gözlerimi tabloya çevirdim. “Oysa ben bu koca duvara bir daha hiçbir yerde rastlamayacağım.”
“Güzel kurgu,” dedi gözlerini gözlerime tırmandırarak. “Ama o adama benzemiyorum.”
“Adamın nasıl biri olduğunu bilmiyorsun bile,” dedim gülmeye devam ederken.
“Issız Adam’ı izledim, Lavin.”
Anlık duraksasam da bozuntuya vermemeye çalıştım.
“Öyle filmler izleyecek bir adama benzemiyorsun. Şaşırdım. Muhtemelen eski sevgililerinden biri zorlamıştır.”
“Filmi yalnız izledim. Benim ciddi ilişkilerim olmadı, senin aksine.”
Ona, beni itmiş gibi baktığımda, o bana hâlâ donuk bir ifadeyle bakıyordu.
“İyi.”
Tam sırtımı dönecektim ki, parmaklarını belime bastırarak beni kendine doğru çekince afallayıp ona baktım.
“Bir tokaya bakıp seni hatırlamayacağım,” dedi ateş gibi yanan sesiyle. Duraksadım. “Çünkü sen toka kullanmazsın.”
Kalbim, magmada çarpan bir depremmiş gibi göğsümü sarssa da “Nereden biliyorsun?” diye sordum.
“Bilmemem için bir sebep mi var?”
“Bilmen için bir sebep mi var?” diye sordum şak diye, bu soruyu beklemiyormuş gibi bakakaldı ve derin bir nefes alarak kelimeleri dudaklarına çağırdı.
“Kocaman alnın var, onu örtmek için saçlarını hep salıyorsun,” diyerek savundu kendini. “Benim de uzay boşluğu gibi alnım olsa, ben de aynısını yapardım.”
“Ne kadar komiksin,” diye homurdanarak onu itip kollarının arasından çıktım. Aniden bana doğru yaklaşınca bir an anlam veremediğim bir çarpıntı tüm göğsümü zonklattı.
Kartal, saçlarımı geriye atarak alnımı iyice ortaya çıkarıp, “Ne komiği, asıl komik olan bu,” dedi, sesi keyifli yükseliyordu. Eline vurarak ondan uzaklaştım, artık alayla da olsa gülüyordu.
“Aç da kıçına gül sen!” diye söylendim. “Zaten açmadığın bir o kaldı.”
Kartal kaşlarını çatarak, “O ne demek şimdi?” diye sordu.
“Senin de uzay boşluğu gibi tenin var ama hep çıplaksın,” diye homurdandım, bir an donup kaldığını, gözlerini yüzüme diktiğini gördüm. “Ben niye örtecekmişim alnımı? Sen ört tenini.”
“Vücuduma mı bakıyorsun?” diye sorunca ona kocaman açılmış ağzımla baktım.
“Hadi oradan, iftira yapma!”
“Kendin dedin?”
“Hep iftira bunlar, ne demişim ben?”
“Kıçımı da açmamı istiyor gibisin…” Gülerek başını iki yana salladı. “Demek vücuduma bakıyorsun.”
“Bakmıyorum ben senin vücuduna, sen vücuduna bakmam için önümde çırılçıplak dolaşıyorsun,” diyerek kendimi savundum. “Teşhircisin sen.”
“Kıçıma gülen bir teşhirciyim şu an…”
Kartal’ın gülerek kurduğu cümle bir an beni de güldürecek sandım ama kendimi sıkıp onu arkamda bırakarak koridora girdim. Koridorda ilerlerken aslında aklım duvarı saran, bize ait olan resmimizdeydi. Neden böyle bir şey yapmıştı? Gerçekten bana inat mı yapıyordu, yoksa amacı çok daha farklı mıydı? Bazen tüm ilgisinin merkezinde gibiydim, bu gibi zamanlarda kendimi aptal gibi hissetmeme neden olacak hislere kapılıyordum ama bazen birbirimize yaz ve kutup kadar uzaktık. Anlam veremiyordum.
“Derdin ne?” diye fısıldadım odamın kapısını açıp kendimi odanın içine atarken. Karanlık tenime çarptı, ardından odanın içinde aldığım ilk nefesi usulca geri vererek sırtımı kapattığım kapıya yasladım. “Tüm bunları sadece inat uğruna yapıyor olamazsın ki.”
Kapıdan ayrılıp yatağa doğru ilerledim. Kalbimin atışları sensörlü bir lamba gibiydi, onu gördüğümde yanmaya başlıyor, ondan uzaklaştığım an sönüyordu. Yatağın ucuna oturup gözlerimi karanlığın hüküm sürdüğü boşluklardan bir tanesine yerleştirdim.
“Umarım birbirimizin başına bela olmayız, Kartal,” diye mırıldandım, sesim kırılan buz gibiydi, ardından o buzun kırılan ucu bedenime aitmiş gibi yavaşça yatağa devrilip ayaklarım hâlâ yere basıyorken gözlerimi yumdum.
💫
“Bana bu salondaki şeyi açıklayabilir misin?” Sorusu sanki su gibi zihnime sızmış, uyanmam için soğuk parmaklarıyla usulca bana dokunmuştu. Hangi ara uyumuştum bilmiyordum ama gözlerimi açtığımda şafak yeni söküyordu, sanırım yalnızca bir iki saatlik bir uykuydu daldığım. Birkaç saniye bulanık gözlerle çevremi mavi renkle aydınlatan ışığı izledikten sonra aynı sesi tekrar duydum. “Yalnızca mantıklı bir açıklama bekliyorum.”
Bu ses, Yunus Emre’ye aitti.
Kartal’ın öksürürken verdiği sesi duydum, ardından banyonun kapısını açtı, banyonun kapısını açtığını kapının sesinin açılırken daha yankılı duyulmasından anlamıştım. “Sana açıklamam gereken bir şey yok,” dedi Kartal, sesinin yankısından anladığım kadarıyla banyoya girmişti. Bir ayak sesi duydum, koridorun aralığında ilerliyordu. Yürüyen kişinin Yunus Emre olduğunu anlayıp uzandığım yataktan yavaşça doğrularak kalktım. Lavabonun mermerini dövmeye başlayan suyun sesini duydum.
“Neden ona bunu yapıyorsun?” diye sordu, Yunus Emre. O soruda bahsettiği kişinin ben olduğumu biliyordum. Çarşafları avucumun içine alarak sıktım.
Suyun tene çarpma sesini duydum. Kartal, yüzünü yıkıyordu. Sessizliğin sebebi bu olsa gerekti.
Bir süre sonra, “Ona ne yapıyormuşum?” diye sordu Kartal, sesinde merak yoktu, sesinde konuşmanın bitmesini isteyen sert bir tavır vardı.
“Önünde durmuşsun, onun gözlerinin içine baka baka bıçağını biliyorsun. Senin niyetin onunla olan bağı kesmek değil, onun başkalarıyla olan bağını kesmek,” dedi Yunus Emre aniden.
Kalbimin içinde sönen sensör tekrar algılarını açtı ve çalıştı, şimdi kalbim alev alev yanan bir cehennem kadar ışıltılıydı.
“Onu Kardelen’in yerine koymaya çalışıyorsun. Yapma, yanacaksınız.”
Su kapandı.
“Ben onu Kardelen’in yerine koymaya çalışmıyorum,” dedi Kartal, sesinde öfke ya da herhangi bir duygu sezemedim. Onun ismini söylerken bile sesinde herhangi bir değişim yaşanmamıştı. Kalbimin atışları yavaşladı.
“Sen onun Lavin olduğunu bile bile onu kendine bastırıyorsun.”
Yunus Emre’nin cümlesi bir dağ olup üzerime yıkıldı ve o an, gözlerimi yumup dudaklarımı birbirine bastırarak o cümlenin harflerinin bıçak gibi içime düşüşünü hissettim.
“Kardelen’in yerine Kardelen olarak koymuyorsun zaten onu. Sen onu, Kardelen’in yerine Lavin olarak koyuyorsun. Kız kardeşin olarak değil,” dedi ve yavaşça ekledi: “Sen benim ne demeye çalıştığımı çok iyi anlıyorsun.”
Kartal’ın bir şeyler söylemesini bekledim. Bunu yalanlamasını… Bunu, yüreğim ağzıma kadar çıkmışken, kelimelerin hepsi ağzımın içini kanla doldurur gibi dolmuşken bekledim. En azından öfkelenebilir, Yunus Emre’nin tezini çürütecek bir cümle kurabilir ya da onun susmasını isteyebilirdi ama yapmıyordu.
Onu hayal ettim, lavabonun kenarındaki havluya uzanışını, çıplak bedeni duyduklarının etkisiyle kasılıp dalgalanırken hiçbir şey yokmuş gibi yüzünü ve ellerini kurulayışını…
Artık konuşması gerekiyordu. Artık yalanlaması gerekiyordu. Artık susturması gerekiyordu. Ama bunları yapmadı.
“Bitti mi?” diye sordu Kartal sakince, şaşkınlık bir mürekkep deniziydi ve ben alabora olmuş, o mürekkebin içine batmaya başlamıştım. Sağım solum kelimelerken, şimdi bir kelime de ben olmuştum.
Ferfecir hislere yer yoktu, bunu anlaması gerekiyordu. Bunu bana da anlatması gerekiyordu.
Yunus Emre’nin susmasını isteyen tarafımla, “Bitti,” diye fısıldadım, kimse duyamasa da ruhumun bunu bilmeye ihtiyacı vardı.
“Bitse görürdüm, senin içindekiler yeni başlıyor. Belki de yeniden başlıyor,” dedi Yunus Emre, bu son sözü gibiydi.
Sonra sustu. Kartal da sustu. Uzun süre konuşmadılar. Bu sessizlik, teninde dolaşan nefesin ölümü olacağını bildiği hâlde o nefese kucak açan karahindibanın sessizliği gibiydi; darmadağın olacaktı, paramparça olacaktı ama susuyordu. Tıpkı Kartal gibi. Tıpkı benim gibi.
“Şu avukatla ilgili…” diye mırıldandı Kartal alakasızca, sonra devam etti. “Halledersin, değil mi?”
“Hallederim,” dedi Yunus Emre sadece, konuyu anlamasam da aralarındaki durgunluk beni de anlık bile olsa sakinleştirmişti.
Kartal, derin bir nefes aldı. “Peki sen?” diye sordu. “Bu geceden sonra uzun süre ortalarda görünmezsin diye düşünüyordum. Neden buradasın?”
“Yangından mal kaçırır gibi kendimi bir şarkıdan kaçırmaktan sıkıldım,” dedi Yunus Emre, içime dokunan cümlesi anlık kapıya doğru bakmama neden oldu.
“Senin için sadece şarkı olsaydı, sana bunun korkaklık olduğunu söylerdim ama o yalnızca bir şarkı değildi.”
Kartal’ın cevabı ondan beklemeyeceğim türden bir cevaptı.
Komodinin üzerinde ağzı açık duran sigara paketine uzanıp, paketin içinden bir sigara aldıktan sonra pencerenin önüne geçtim. Pencereyi sessizce açtım, dudaklarımın arasına yerleştirdiğim sigarayı yine komodinin üzerinden aldığım çakmakla tutuştururken gözlerim sokağa kaymıştı. Bir temizlik görevlisi elinde süpürgesiyle sokağın başını süpürüyordu. Keşke bu konuşulanları duymasaydım, keşke uyusaydım, keşke hiçbirini bilmeseydim. Çünkü bilmek, bazen merak duymaktan daha zordu. Çünkü bilmek, artık ihtimaller olmadığı anlamına geliyordu.
İhtimalin olmadığı yerde ölüm olurdu, korku olurdu, kayıp olurdu, her şey bitmiş olurdu. Bu yüzden insan, ihtimale ihtiyaç duyuyordu.
“O yalnızca bir şarkı değildi,” diye fısıldadı Yunus Emre, sesi zamana yayıldı ama tüm anlardan önce sanki benim zihnime uğramıştı. “Bir anıydı.”
Anı… Külden adamın bana vermek istediği de bu değil miydi? Benim yangın olduğumu bile bile üzerime geliyordu, oysa ben bir yangınken, onun yakasında bir iz olabilirdim.
Aralarındaki konuşma salona taşındı. İçki şişelerinin kapakları açıldı, uyuşturan nehirler kadehlere döküldü, güneş bulutların arkasına saklanarak doğmuştu ve kelimeler artık bir kadeh içkinin içinde boğulan cesetler olmuştu.
Onlar salonda içerken benim farkımda bile değillerdi. Ben duş almış, hazırlanmış, tekrar odaya geçip bir sigara daha içmiştim. Emir’in mesajı telefonuma düştüğünde pencere pervazında sokağın içinden geçen insanları izliyordum.
Emir: Çalışmaya katılacak mısın?
Lavin: Kartal’ı bekliyorum.
Emir: Evde değil mi? İstersen ben alayım seni.
Lavin: Senin içini pamukla doldurması için mi?
Emir: Ne ayıp şeyler bunlar ya…
Emir: Neden dolduruyormuş benim içimi
Emir: Üstteki mesajı siler misin? Okuyunca kendi yazdığım şey yüzünden biraz kanım dondu da.
Lavin: Lütfen bana sizi böyle şeyler hayal ettirme Emir…
Emir: ETTİN Mİ BİR DE
Emir: Daha ölmedim, kimse bana pamuk dolduramaz…
Lavin: Yanlışın var, ölünce doldurmuyorlar, tıkıyorlar…
Emir: ÖLDÜRECEK Mİ BENİ?
Emir: Eee alıyor muyum seni?
Lavin: Azrail’e mesaj atmaktan ne farkı var bunun?
Emir: Azrail meşgulken kaçırayım mı seni?
Lavin: Dışarı çıkayım, dışarıda bir yerden sana konum atarım, gel al beni.
Emir: Evinizin adresini neden vermiyorsun? Canlı bomba ihbarı yaparım diye mi? 😀
Emir: Hani bomba gibi kızsın ya…
Lavin: Oysa ben Kartal’dan bahsettiğini düşünmüştüm. Patlarsa etrafındaki her şeyi de beraberinde uçurur ya hani…
Emir: Sen bana dışarıdan, evden olabildiğince uzaktan konum at, Lavin.
Gülerek telefonu kapatıp cebime koydum. Çantayı aldıktan sonra odadan çıktım, evden çıkarken Kartal’a seslenecektim ama sonra sabaha karşı olanları düşününce bir an bu istek zihnimden silgiyle silindi. Akademiye varınca ona mesaj çekerdim.
Dışarısı, havada asılı duran bir güneş olmadığından biraz soğuktu. Soğuğun arkasından karı yeryüzüne taşıyacağını düşünüyordum. Yokuşu inip, ara sokaklardan birine girdiğimde Emir’e olduğum yerin konumunu attım. Hemen ileride, konum attığım noktanın karşısında bir kafe vardı. Onu orada bekleyebilirdim. Tam kafeye girerken ona bir mesaj çektim.
Lavin: Konum attığım sokaktaki kafedeyim, seni orada bekliyorum. Gelirken pamuk da getir, ne olur ne olmaz…
Emir: Haha.
Gülerek telefonu cebime koydum ve kafeye girip bir kahve siparişi verdikten sonra Emir’i beklemeye başladım. Ben daha kahvemin ikinci yudumunu almadan Emir sanki İstanbul’da değilmişiz, koskoca insan yutan bir trafik yokmuş gibi aracını kafenin önüne park etmişti bile. Cam kenarındaki masada oturmuş kahvemi yudumlarken onun kaldırımda kasılarak yürüyüşünü, kafenin dışındaki masada oturan kız grubuna göz kırptığını gördüğümde elimde olmadan gülmeye başlamıştım.
O gerçekten Kardelen’in erkek versiyonu gibiydi, eğer birbirlerini tanısalardı çok seveceklerinden emindim.
Tanısalardı…
Yüzüm aniden düşünce gözlerimi önümde duran kahve fincanının içinde durgun, siyah bir deniz gibi görünen kahveye indirdim ve yansımama baktım. Kafenin cam kapısını itince, rüzgâr çanları şangırdadı, Emir başının üzerinde duran güneş gözlüğünü düzelttikten sonra gözlerini kafenin içinde dolaştırdı ve gözlerimiz birbiriyle buluştu. Bana sıcacık gülümsemesini bahşettiğinde o gülümsemeye, titreyen dudaklarımı güçlükle gerip şekillendirerek karşılık vermiştim. Hemen karşımdaki sandalyeye oturup, çenesiyle dışarıda oturan kız grubunu işaret etti.
“Bana hasta kaldılar,” dedi kendini beğenmiş bir sesle. “Çünkü kabul et, bugün her zaman olduğumdan beş kat falan daha iyi görünüyorum.” Durdu. “Oha, her zaman olduğumdan beş kat iyiysem, karşımda artık kimsenin şansı kalmamış demektir.”
“Çok enerjiksin,” diye mırıldandım kaşlarımı kaldırarak.
“Her zamanki hâlim. Mükemmel olmak arada yoruyor insanı ama gördüğün gibi, mükemmelden bile çok daha fazla mükemmel olduğum için yorulmuyorum.”
Dudaklarımı birbirine bastırarak gülmemeye çalıştım. “Ya, öyle.”
“Benimle alay mı ediyorsun sen?”
“Yok, ne münasebet…” Etrafıma bakındım. “Kalkalım mı? Çalışma var falan diyordun.”
“Ne biçim öğrencisin sen, çalışmadan haberin bile yok,” dedi Emir elini sallayarak, ardından oturduğu yerden yavaşça kalktı. “Hadi gidelim. Bir şeyler yedin mi? İstersen çıkışta seni, sana kafayı yedirtecek kadar lezzetli makarna yapan bir yere götürebilirim?”
“Bakarız.” Kahvenin ücretini çıkarıp masanın üzerine bıraktıktan sonra Emir ile birlikte kafeden ayrıldım. Akademiye varmamız çok uzun zamanımızı almamıştı, Emir kestirme yolları gerçekten iyi biliyordu ve trafiğe takıldığında da hiç etik olmayan küçük yalanlar uydurarak trafiği yara yara ilerliyordu.
Okula gelene kadar Emir sık sık geyik yapmıştı ama ben ona pek katılamamıştım. Aklım sürekli olarak aynı yere gidip, bir çerçeve gibi orada asılı kalıyordu. Hazırlanmış, çalışmanın olduğu sınıfa girip Emir ile birlikte ısınma hareketleri yapmaya başlamıştım. Dans etmek, korkulukların olmadığı bir tarlada, tüm hasadı kargalardan korumaya çalışmak gibiydi. Esnerken bedenimin aldığı şekiller, kaslarımın o ahenkle birbirinin üzerinden geçerek bükülüşü, yanmaya başlayan adelelerim ve alnımın kenarından kayarak şakaklarımı ağlatan ter damlaları bana yaşadığımı hissettiriyordu. Bir bacağımı ensemle aynı hizaya gelene kadar açarak demir çubukların üzerine yerleştirdiğimde, gözlerim aynaya düşen yansımama takıldı ve kendimle göz göze geldim.
Şakaklarımdan kayan terleri avucumun dış köşesiyle silip Emir’e baktım. “Sana bir şey soracağım, Emir.”
“Sor, güzelim.”
“Geçen fenalaşan çocuk, iyi mi?”
“Evet. Kartal nasıl yaptı bilmiyorum ama çocuğu ölümün kıyısından aldı.”
Kirpiklerime bulaşan anlamlar dağıldığında gözlerimi ondan uzaklaştırarak aynaya çevirdim. Hayatımdaki insanlardan bir şeyleri saklamak, o insanların yüreğinden bir sırrı söküp almak ve o sırrın olduğu yere dikiş atmak gibiydi.
Hoca sınıfa girdiğinde konu dağılmıştı ama ben kirpiklerimde hâlâ aynı ağır hissettiren duyguyla bakışlarımı sık sık Emir’e dokunduruyordum. Grup oluşturuldu, grubun tam ortasında, kalbinde duruyordum ve yan tarafımda Emir vardı. Hoca parmağını şıklattı, ardından zihnime bir resim gibi çizilen koreografiye uyarak olduğum yerde hafifçe döndüm, ellerimi birbirine çarpıp öne doğru eğildim ve grubun büyük bir ahenkle birbirine uyduğu dansa başladım.
Dans ederken, küçük bir kız çocuğuyken hissettiğim gibi değil de büyüyüp tüm yükleri sırtlanmış, acıların içinden tek parça çıkabilmiş ama yanmış bir kadın gibi hissediyordum. Oysa eskiden, ben dans ederken beni arkamda izleyen bir babam olurdu. Buzun üzerinde kayarken, belime dokunan bir babam olurdu. Parmaklarımın ucuna yükselip bir kuğu gibi süzülürken, beni alkışlayan bir babam olurdu. Şimdi burada yapayalnızdım, melodiler bedenime dökülüyor, dans ise ruhuma ait bir kefaret gibi bedenimin üzerinden kayarak insanlara çarpıyordu.
Dakikalardır birbirini takip eden hareketleri üç farklı şekilde birbirinden ayırdık. Şimdi orta sıra, yani benim olduğum sıra ellerini öne uzatmış bir şeye vurur gibi boşluğu döverken, yan tarafımızdaki sıra ellerini yan taraflarındaki duvara doğru uzatmış, duvara vurmak ister gibi yükseği dövüyordu. Diğer sıra da kendi tarafındaki duvara aynı şeyi uyguluyordu. Ardından üç farklı sıra tekrar birleşerek bir bütün oldu ve hareketlerimiz tekrar uyumla raks etmeye başladı.
“Emir, Lavin,” dedi Hoca, adımı biliyor olması beni şaşırtsa da hareketlerimdeki uyumu kaybetmeden hocanın gözlerine baktım. “Ortada birleşin, dairenin ortasında çift olun.”
Grup, hareketlerini bozmadan bizden yavaşça ayrılıp bir daire oluşturdu. Emir, bana doğru gelip beni belimden tutarak kendine çekti. Onun kolları, bir kardeşin kollarından farksızdı. Emir, beni belimden tutup kaldırarak kendi etrafında çevirdi, tam önüne döndüğü esnada beni bırakmadı ve iyice havaya kaldırdı. Bir bacağımı öne doğru dimdik bir açıyla uzatırken, diğer bacağımı dizinden kırarak karnıma çektim ve başımı arkaya doğru attım. Saçlarım Emir’in yüzüne döküldüğünde grup etrafımızı sararak dansına devam etmeye başladı.
Bedenim için bu şekilde kalmak çok zor değildi. İnsanlar etrafımda dönerek dans ederken, boynumdaki tüm damarlar bedenimi taşımamın ağırlığıyla dışarı fırlamış, kaslarım belirginleşerek tenimin altında vurgulu dokular oluşturmuştu. Sınıfın kapısının şiddetle çarpılarak açıldığını duydum, gözlerimi açmasam da kaşlarımı çatmama neden olan sesin yankısı bir süre sonra doğan bir sessizlik yağmuruna gebe kalmıştı.
“İndir onu!” diye kükredi Kartal, sesi tıpkı o sessizliğin doğurduğu yağmur gibi bedenime dökülmeye başladığında, tenimde hissettiğim yağmurun damlaları değil, lavın ateşleriydi. Gözlerimi hızla açıp, karşımda duran tavana ve tavanın üzerinde dönen tavan vantilatörüne baktım. Emir beni yavaşça yere indirdi, gözlerim önce aynadaki yansımamla karşılaştı, ardından da kalabalığın suspus olmasına neden olan adama, külden adama baktım.
Üzerinde bir sporcu atleti, altında kot pantolonuyla karşımda duruyordu. Omuzlarındaki yıldızlar, gecenin tenine düşmüş elmas parçaları gibi parıldıyor, teninin altından kabaran ter taneleri yağmur damlaları gibi büyüyerek yıldızları içine alıyordu. Gözlerim altın kahverengi gözlerine takılı kaldı ama orada güneş yoktu, orada yıldızlar yoktu, orası dipsiz çamurdan bir toprak gibiydi ve etrafında öfkenin siyaha dönmeye başlamış alevleri yükseliyordu.
Kartal, içeri girdi. Sert adımlarla bana doğru ilerlerken kalabalık ikiye ayrılmış, onun bana ulaşabilmesi için bir yol oluşturmuştu. Hocanın şaşkın bakışları Kartal’dan ayrılmıyordu, benim bakışlarım da onun yüzüne saplanmıştı ve tıpkı ben gibi, diğer herkes onu izliyordu. Kartal sık nefesler alarak yüzüme bakarken tam önümde durdu, zaman da onunla birlikte benim önümde, burada durmuştu.
O benim önümde durduğunda, önümüzde duran duvarlar çökmeye başlıyordu.
Kartal beni kolumun kenarından kavrayarak kendine doğru çekince anlık şaşkınlıkla geri çekilemedim ama sonra yaptığının bilincine varıp, kolumu geri çekip onu ittim. Bu hareketim, o da dâhil olmak üzere çevredeki herkesin şaşkınlıkla bana bakakalmasına neden olmuştu. Kaşlarımın ortasında oluşmuş bir öfke yarığıyla ona baktım.
“Benimle geliyorsun,” dedi.
“Sebep?”
Kartal, gözlerimin içine tutunan kahverengi gözlerindeki ciddiyetle, “Çünkü öyle istiyorum,” dedi ve beni bu defa bileğimden kavrayarak çekmeye başladı. Hocanın kelimeleri seslere karışıyordu ama zihnim bu sesleri algılayamıyordu. Bileğimi onun avucunun içinden kurtarmak için çok uğraşsam da onu geri püskürteceğimi bildiğinden bana resmen yapışmıştı. “Kızı alıyorum, ders bitmeden geri getiririm,” dedi Kartal, hocanın kelimelerini umursamadan hocaya bakarak. “Ya da geri getirmem, bilmiyorum. Henüz bir karar veremedim.”
“Kızı alıyorum mu?” diye bağırdım aniden kimseyi umursamadan. “Sen manavdan patates mi aldığını sanıyorsun? Cümlelere bak. Ataerkil dilini çeker, uzatır, boynuna dolarım senin. Bırak.”
“Kavganızı dışarıda edin!” diye bağırdı hoca aniden. “Dersimin ortasına çomak soktunuz. İkiniz adına da tutanak tutmamı istemiyorsanız, hemen dışarı!”
“Hocayı duydun,” dedi Kartal beni çeke çeke derslikten çıkarırken. “Tutanak tutmasını mı istiyorsun?”
“Seni bir tutarım…” Kapıya çıktığımız an onu iterek kendimden uzaklaştırabildiğim kadar uzaklaştırdım. Terli yüzüme yapışan saçlarımı kulağımın arkasına iterek, “Ne bu hareketler, tavırlar? Ne oluyor?” diye sordum.
“Sen hiçbir şey söylemeden, öylece nasıl çıkıp gidebilirsin?” diye bağırdı yüzüme doğru.
Nefesinden yüzüme çarpan tütün ve alkol kokusunu alınca ona tiksinti dolu gözlerle baktım. Âdem elması boğazında bir kalp gibi çarpıyordu.
“Çocuk gibi senden izin mi alacakmışım?” diye sordum, sesim şimdi daha sakindi ve bu sakinlik, onun daha da öfkelenmesine öncülük ediyordu.
“Telefonunu da açmadın!” dedi Kartal, gözlerinden lavlar akıyormuş gibi görünüyordu. “Ve evet, izin alacaksın.”
“İzin mi alacağım? Pardon?” Ona bön bön baktım. Haklıydı, telefon konusunda öfkelenmesi normal gelebilirdi ama bunun hesabını bana öylece karşımda dikilip, bana bağırıp çağırarak soramazdı. “Senden hiçbir konuda izin almak zorunda değilim. Telefona gelince, evet, bu benim hatam ama bu yüzden bana asla bağıramazsın. Sen konuşmaktan anlamayan bir ayısın.”
“Öyleyim!” dedi sertçe. “Ve tekrar ediyorum. Evet, izin alacaksın.”
“Bok izin alacağım,” dedim sakin gözlerle yüzünü izlerken. “Kendini benim sahibim mi sanıyorsun? Sana böyle olmadığını söylemiştim. Neyim olduğunu sanıyorsun? Abim mi?” Gözlerinin içine onu parçalamak ister gibi baktım. “Babam mı? Sevgilim mi?” Bir an donuklaştı, bana bakakalmıştı. Umursamadım. “Eğer bir abim olsaydı, o da bana karışamazdı. Eğer babam hâlâ hayatta, burada olsaydı, o zaten asla senin gibi bir adam olmazdı.” Ona tokat atmışım gibi bakıyordu şimdi. “Bir sevgilim? Sevgilim asla bana karışamaz. Neyim ben, senin yön verebileceğin, ne yapacağına karar vereceğin oyuncağın mı? Sana bu düşünceyi kim aşıladı bilmiyorum ama ben senden bu düşünceyi söke söke alırım!”
Bazen kelimeler bir dağ kadar yüksek olabilirdi, bazense bir uçurum kenarı gibiydi ve seni uçuran kanatlara dönüşen kelimeler, intiharına dönüşebilirdi. Bazen kelimeler, iki insanı birbirine bağlayabilir ya da iki insanı birbirinden ayırabilirdi. Nevrotik bir his gibi, cemrenin göğsüne ateş topu misali düştüğünü hissettiğinde artık kelimeler, içinde bulunduğun durumu anlatmaya yetmeyebilirdi. Bazen kelimeleri saklandıkları yerden çıkaramazdım, sobeleyemezdim, bulamazdım.
Kartal bana baktığında ve tüm kelimeler ikimizin ortasında dili kopmuş bir kadının sesi gibi sustuğunda, şimdi hisler bir yel değirmeninin dönen kollarından birine çarparak parçalanıyordu.
“Sana karışmamı istemiyorsan, nasıl davranman gerektiğini öğrenmelisin,” dedi, sanki ona tokat atar gibi sarf ettiğim cümlelerin hiçbirini duymamıştı.
Yüzüne çizdiği sakinliği bir an anlamlandıramadım. Öfkesi nereye kaybolmuştu? Ateş istemek için kapını çalan bir yabancı gibi, ateşi avuçladığı an sırtını dönüp uzaklaşmış mıydı?
“Nasıl davranmam gerektiğini biliyorum.”
“O telefonunu…” diyecekti ki, onu susturdum.
“Kartal, bence bu tartışma burada bitti.”
Uzun süre yüzüme baktı ama bu kez o konuşmadı. Bana karşı çıkmadı. Geri püskürtmeye çalışmadı. Hiçbir şey söylemeden sadece gözlerimin içine baktı.
“Her zaman kazanacağını sanıyorsun,” dedi tam gözlerimin içine bakarak. “Ama sana kaybetmeyi ben öğreteceğim.”
Dışarıda yağan yağmurun sesi okulun koridorlarını sarmıştı.
“Hiç kaybeden olmamışsın,” diye mırıldanıp ona sırtımı döndüm. “O yüzden şimdi kaybedip durman, ağzından çıkan her saçmalığa kendini inandırmana neden oluyor.”
Onun konuşması gerekmiyordu, ne diyeceği umurumda bile değildi. Sınırların hatlarını belirginleştirmem gerektiğini düşünüyordum. Artık durmadan benim tarafıma geçip, orada hak talep etmesine izin veremezdim. Ben aptal bir kadın değildim, onun da aptal bir adam olmasına engel olmak istiyordum. Kendini benden bir fazla olarak göremezdi çünkü ben de kendimi ondan bir fazla görmemek için uğraşıyordum.
Koridorda hırsla yürürken, arkamda nasıl bir ifadeyle gidişimi izlediğini bilmiyordum ama lafları onun ağzına kurşun gibi tıkıştırarak ona söz hakkı tanımadığım için kendimi daha iyi hissediyordum. Bedenimde kitle gibi dolaşan bir ağrı vardı.
Bir duş almış, üzerime çalışmadan önce çıkardığım kıyafetleri geri giymiş, kendimi armut koltukların olduğu kafeteryaya atmıştım. Cebimde kaldığını bildiğim son birkaç kuruşla kendime bir tost sipariş edip, tostu yerken yanında söylediğim kahveyi içmiştim.
Kafeteryanın geniş kapısından Gökçe’nin içeri girdiğini görünce bir an donup kaldım. Gözleri doğrudan benim gözlerimi bulmuş, etrafına kısaca göz gezdirdikten sonra bana doğru yürümeye başladı. Onu son gördüğümden bu yana daha iyi görünüyordu. Onun kafasını su dolu lavaboya soktuğum ânı hatırlayınca bakışlarımı gözlerinden uzaklaştırıp yutkundum. Karşımdaki büyük yastığa oturunca bakışlarımız tekrardan birbirini buldu.
“Merhaba. Ben… Şey.” Gözlerini ellerine indirdi. “Kartal’ı aradım ama bulamadım, seni görünce…”
“Gevelemesen?” dedim sorar gibi.
“Beni kurtardığınız gün ortadan kaldırdığınız torbacıyla ilgili bir gelişme var,” dedi Gökçe, ona olan bakışlarım aniden daha dikkatli ve ilgili hâle gelmişti. Belimi doğrultarak dik konuma geldim.
“Ne?”
“Biri için çalışıyormuş. Bunu gerçekten bilmiyordum.”
“Kim için çalışıyormuş? Torbacılar hep birileri için çalışmaz mı zaten?”
“Hayır, çalıştığı kişi çok kuvvetli biriymiş. Taşaklı biri anlayacağın.” Gökçe, gözlerimin içine beni inandırmak istiyormuş gibi dürüst bir ifadeyle baktı. “Keşin biriyle takılıyorum, kafası güzelken bana onunla ilgili birçok şeyi anlattı. Aslında çok yanlış bir adamı ortadan kaldırmış olabilirsiniz. Büyük bir çete lideriyle çalışıyor olabilir, kodamanlardan birinin kuryeliğini yapıyor olabilir.”
“Takıldığın kişi başka bir şeyler söyledi mi?”
“Bir eğlence mekânından bahsetti, mekânın adından bahsetmedi, bilmiyormuş sanırım. O mekân için alan kişinin daha fazla alkol tüketimi yapmak istemesi için bir hap hazırlamışlar. Kurye de sanırım o ölen adam olacaktı. Bu hapı alan gençler, mekânın daha fazla kazanmasını sağlayacakmış çünkü öyle bir hapmış ki, hapı atan, su gibi içki içmeye başlıyor.”
“Bu mekân,” dediğimde düşünceler zihnimde birbirine çarparak kaos sarmalı oluşturuyordu. “Bu mekân şu okulun bağışçısı Sadık Parlak’ın mekânı olabilir mi, Gökçe?”
“Bilmiyorum,” dedi Gökçe, içten görünüyordu. “Ama toplayabileceğim kadar bilgi toplarım.”
“İyi olur. Bu konuda ağzını açmayacaksın, anlaşmamız geçerli, biliyorsun değil mi?”
“Evet. Bu benim minnet borcum.”
“Anlamıyorum. O adam ölüme gideceğini bile bile nasıl ağzını açmadı?”
“Belki de ne istediğinizi bilmediği içindir. Bilmiyorum. O sırada korkudan ve acıdan aranızda geçen konuşmalara bile kulak veremedim.”
“Canını hiçe sayacak kadar sadık olmasının bir nedeni olmalı. Bir nedeni olmak zorunda.”
“Başınıza büyük bir bela almadınız, değil mi? Bu işin sonunda ciddi zararlar görebilirsiniz.”
“Sence yeterince büyük bir belanın içinde değilmişiz gibi mi görünüyoruz?” Bakışlarım su misali akarak masaya döküldü. “Sen bununla ilgilenme, Gökçe. Kartal’ın söylediklerini yap ve kendini pislikten uzak tut, yeter.”
Gökçe, saniyelerin doldurduğu kavanozun içinde ölü bir dakika gibi gözlerimin içine baktığında, takvim yaprağının eskittiği bir tarih gibi onu izliyordum.
“Ben bokun dibindeyim, o yüzden sorun yok,” dedi beklenmedik bir şekilde ciddileşerek. “Siz ne lazım olduğunu söyleyin, gerisini bana bırakın.”
“Buna gerek yok.”
İçi anlamlarla dolu gözlerini benden uzaklaştırmadan, “Ciddiyim,” dedi. “Onların arasına girebilmeniz için benim gibi bir keşin yardımına ihtiyacınız var. Çünkü keşin yanındaki her zaman keş olur. Girdiğim ortamlara sizi çok rahat sokabilirim.”
Haklılık payı, denizin içini yararak karaya yüzen bir canavar gibiydi. Ona düşüncelerimi söylemedim, sadece sustum ve uzun süre birbirimizi izledik. Kafeteryanın havası içeri İrem ve Ceyda’nın girmesiyle saniyeler içinde değişmişti. İrem, sarı saçlarına yaptığı dağınık topuzu, gözlerinin mavisinin etrafı kıpkırmızı olmuş bir şekilde bana el salladı, diğer elinde küçük bir su şişesi tutuyordu ve şişesinin kapağı yoktu. Sudan bir yudum alıp gözlerini yanımdaki diğer isme çevirdi. Gökçe’ye. Ona kaşlarını çatarak, yüzünde oluşmuş girdap gibi bir ifadeyle bakınca, Gökçe, “Benden pek hoşlanmazlar,” diyerek oturduğu yerden usulca kalktı.
Ceyda ile Gökçe’nin omuzları birbirine sürtündü, birbirlerinin yanlarından birbirlerine düşman iki insan gibi geçtiler. İrem, Ceyda’nın aksine Gökçe yokmuş gibi davranarak yanından geçip hemen yanımdaki yastığa oturdu.
“Bu neydi şimdi?” diye sordu İrem. “O aptal sana bir şeyler teklif etmedi, değil mi?”
Yüzümü buruşturarak kahvemdeki son yudumu içtim. “Ne gibi?”
Ceyda, “Sakinleştirici haplar, pembe rüyalar gördüren iğneler gibi,” dedi.
“Genelde böyle mi yapar?” diye sordum anlamazdan gelerek.
İrem, başını omzuma koyunca irkilerek ona baktım. Ceyda’ya bakarken benim omzumda uzanıyor, dudaklarını büzmüş Ceyda’yı izliyordu. Bir an bana daha önce hiç görünmediği kadar masum göründü.
“Evet,” dedi Ceyda. “Kim bilir belki de geçenlerde kriz geçiren çocuğa da o vermiştir.”
“Günahını alıyorsun,” diye mırıldandım, Ceyda bana boş boş baktı.
“Fazla mı iyi niyetlisin?”
“Ben mi?” Alayla güldüm, İrem hâlâ omzumda uzanıyordu ama bundan rahatsızlık duymadığımı fark etmiştim. O yüzden onun geri çekilmesini sağlayacak bir atakta da bulunmuyordum. “Son insan bile olamam.”
“O zaman o sürtüğün tam bir sürtük olduğuna inan,” dedi gözlerini devirerek. Öfke, usul usul tenime yayıldı ama ona bunu belli etmedim.
“Ceyda,” diye homurdandı İrem. “Nefret kusman bittiyse, bir şeyler yiyelim mi?” Başını omzuma sürterek bana alttan alttan baktı. “Birileri karnını doyurmuş, tuzu kuru tabii.”
Gözlerimi indirip mavi gözlerine bakarken kaşlarımı kaldırdım. “Geleceğinizi bilseydim sizi beklerdim.”
Bir an Ceyda, “İnanılmaz yakışıyorsunuz, kalbim bu görüntü karşısında hızlandı,” deyince gözlerimi İrem’in gözlerinden çekerek Ceyda’ya çevirdim. Bize yüzünde anlam veremediğim bir sırıtışla bakıyordu.
İrem gülerek, “Lavin beni istemez,” dediğinde bir an söylediği şeye anlam veremedim, sonra Ceyda ile gülüştüklerini görünce ben de zorlama bir gülümsemeyle onlara katıldım. İrem’in diğer günlere nazaran bana daha yakın davrandığını fark edebiliyordum, aslında gruptaki diğer kızların da bana karşı olan davranışları daha samimiydi artık. Beni kabullenmelerine şaşırıyordum, ben dışarıdan gelen bir yabancıyı bu kadar çok benimseyemezdim.
Emir’in elindeki konfetiyi patlatarak kafeteryaya girmesiyle tüm dikkatler bir anlığına dağıldı. İrkilerek Emir’e baktım, konfetinin içinden dışarı fışkıran kâğıt parçaları, açık renk saç tellerinin aralarına tutunarak orada asılı kalmıştı.
“Ne yapıyor bu deli?” İrem’in sorusu beni güldürdü. Emir, kafeteryadaki insanlara küçük bir vücut gösterisi yaptıktan sonra bize doğru ilerlemeye başlamıştı. “Ee,” dediğinde masanın önünde duruyordu. “Gidiyor muyuz makarna yemeye falan?”
“Küçük ayıcık, seni bilmem ama benim makarna yiyerek göbeğimi öne doğru açılmış bir balkona çevirmeye hiç niyetim yok,” dedi İrem kaşlarını kaldırarak. “Emir, düşünme bile. Kendimi zor kaldırıyorum dans ederken, bir de o makarnayı yersem yarın beni vinçle bile kaldıramazsınız yerimden.”
“Tek gayen fiziğini korumak olmuş senin,” diye homurdandı Emir. “Belin iki parmağımın toplamı kadar, İrem. Bir tabak makarna seni vinçle kaldıracağımız kadar ağır yapmaz.”
“Tavuklu makarnaya aşığım,” dediğimde Emir parmaklarıyla beni işaret ederek, “Ve mantarlı!” diye ekleme yaptı.
“Siz aklınızı kaçırmışsınız. Dansçı olduğunuzu unuttunuz mu?” İrem şimdi gerçekten eğleniyormuş gibi gülüyordu.
Emir’in yavaşça eğilip İrem’in omzuna dokunmasıyla, İrem’in de benim de bakışlarımız Emir’i buldu. “Ee, makarna yiyor muyuz?”
İrem gülümseyerek, “Sonra spora gideceğiz ama?” dedi sorar gibi.
Kartal aniden dibimizde bitti ve “Şu makarnacı neredeyse götür de görelim artık,” dedi.
“Beni Kartal’dan başkası anlamıyor, o da yanlış anlıyor,” dedi Emir. “Berra’yı bekleyelim, o gelince gideriz. Cüce bizi bulamazsa burayı ayağa kaldırır.”
Birlikte Emir’in bahsettiği makarnacıya gitmek için akademiden çıktığımızda beni geren tek şey Kartal ile baş başa aynı araca binmek olacaktı. Neyse ki Ceyda’yı kandırıp bizim olduğumuz araca bindirmiştim. Kartal buna ne bozulmuş ne de tepki vermişti. Emir’in öncülüğünde trafiği aşıp, sokaklardan geçerek bahsedilen makarnaların yapıldığı restoranın otoparkına girdiğimizde, Ceyda hâlâ telefonuyla ilgileniyordu.
Restoran tamamen fındık kabuğu rengine boyanmış duvarlardan, krem rengi mobilyalardan ve duvarları süsleyen siyah, beyaz, kahverengi ağırlıklı tablolardan oluşuyordu. İçeride klasik bir müzik çalıyor, tüm çalışanlar insanlara sahte gülücükler saçıyordu. Çalışanların üzerlerine dikilmiş elbiseler bile pahalı görünüyordu, uyum içindeydi ve kahverengi tonlarının hâkimiyeti altındaydı.
Büyük, yuvarlak bir masanın etrafına yerleştirilmiş sandalyelerden birinde otururken önümde duran menüdeki yabancı kelimelere yüzümü buruşturarak bakıyordum. Bir yanımda İrem, diğer yanımda Emir, tam karşımda Kartal ve diğerleri vardı. Kartal’ın kıyma ve acı soslu makarna siparişi karnımın guruldamasına neden olmuştu, bir an kendimi çok aç hissetmiştim. Emir ve ben, Kartal’ın gözlerini devirmesine neden olan tavuklu makarna siparişini vermiştik, İrem otlarla dolu bir makarna sipariş etmiş, Berra ve Ceyda ise farklı soslar tatmak istedikleri için daha önce hiç sipariş etmedikleri türden bir makarna siparişi vermişlerdi.
Büyük bir sakinlik ve kısık sesli sohbetin egemenliğinde makarnalarımızı yerken sık sık Kartal ile göz göze geliyordum ama bu dokunuşlar kısa süreli oluyordu. Gözlerini benden tıpkı sahili alaşağı ettikten sonra geri çekilen hırçın bir dalga gibi geri çekerek uzaklaştırıyordu.
“Var ya, aranızda ağzının tadını bilen tek kişi Lavin,” dedi Emir bana omzuyla vurarak. Çatalım dişime çarpınca ona kötü kötü baktım ama o benim aksime sırıtıyordu. Karanlığın içinde boy veren bir çiçek gibi başını kaldıran Kartal’ın gözleri, benim ışığımın olduğu sokağa uğrayınca ona baktım.
“Ağzının tadını bildiğini hiç sanmıyorum,” dedi, sesi kısıktı.
“Bence Lavin’in erkek zevki de harikadır,” dedi Emir, bir an masaya yıldırım düşmüş gibi bir sessizlik oluşunca, Emir devam etti ama Kartal gözlerini onu parçalamak isteyen bir lazer ışığını saçıyormuşçasına Emir’e dikmişti. “Lavin’in okuldan biriyle ilgilendiğini hiç görmedim. E ben de yakın arkadaşı olduğum için beni görmezden gelmesi normal. Bence Lavin devler ligine oynuyor. Kolay kolay bir adamı beğenmiyor.” Bana yan gözle baktı. “Var mı birileri?”
Çatalı makarnaya batırıp makarnanın kollarını çatala sararken gözlerim Kartal’dan ayrılıp Emir’e döndü. “Kimse yok,” dedim yavaşça.
“Hadi ama,” dedi Emir kaşlarını kaldırarak. “En son ne zaman oldu?”
“Bir süre önce,” dedim, gözlerimi makarnaya indirdim.
“Yoksa hâlâ onu unutamadın mı?”
Emir’in sorduğu soru her nedense Kartal’a bakmam için fısıldanmış bir tehdit gibiydi. Kartal sakince önündeki makarnaya bakıyordu ama zaten zayıf olan yanaklarındaki çukurlar, şimdi bir mezardan daha derindi, dibinde uçurum uyuyordu. Çatalı birkaç defa makarnasına batırdı ve Emir o soruyu sordu: “Ona mı âşıksın?”
Kartal aniden çatalı tabağa çarparak kafasını kaldırdı ve Emir’e baktı.
“Sen neden her şeye maydanoz olma gereği duyuyorsun ya?” diye sordu, sesi ölüm kadar fevri nüksederek yükselmişti.
“Kuzeni kızdırdık,” dedi Emir alayla gülerek. “Seni bu kadar geren ne?”
“Andaval andaval sorular soruyorsun, boş boş konuşuyorsun,” dedi Kartal, sesi hırıltılıydı. “Susup önündekini zıkkımlanacağına onu köşeye sıkıştırıp duruyorsun.”
“Benim onu köşeye sıkıştırdığım falan yok,” dedi Emir, yüzünde karman çorman bir ifade belirmişti. “Sadece soru sordum.”
“Sorma, önündekini zıkkımlan.”
“Kartal,” dedim sesimi belli ölçüde yumuşak tutmaya çalışarak. “Sen de önündekiyle ilgilen.”
“Senin aptal aşk hikâyeni merak etmesi hoşuna mı gidiyor?” Kartal’ın sesi bir an öyle çok yükseldi ki, diğer masadaki insanların gözleri bizim olduğumuz masaya kaydı.
Masada yükselen tansiyon hepimizi etkilemişti. Ceyda ve Berra birbirlerine bakıyorlardı, Emir öfkeyle beni izleyen Kartal’a bakıyordu ve İrem’in de gözleri bendeydi.
“Aptal saptal derken?” dedi Ceyda sonunda konuştuğunda. “Neden kızın yaşadığı ilişkiyi aşağılıyorsun? Kuzeni olman sana bu hakkı tanımaz ki.”
“Karışma,” dedi Kartal, gözleri hâlâ benim gözlerimdeydi. “Cevap versene, Lavin.”
Çatalımı tabağımın yanına bırakıp, Kartal’ın gözlerinin içine bakarak, “Kimseyle kuramayacağım kadar derin bir bağ kurdum. Bazı geceler sınavı olmasına, o sınav onun geleceğini belirleyecek olmasına rağmen kötü olduğumu hisseder, benimle karanlıkta çıtını bile çıkarmadan oturarak öylece beklerdi. Sabah sınavı olmasına rağmen benim için, benimle sabahlardı,” dedim, şimdi tıpkı Kartal ve İrem gibi, herkes bana bakıyordu.
“Sonra ne yaptı?” Kartal, gülerek sırtını sandalyeye yasladı. “Bunu da anlat arkadaşlarına.”
“Bilmediğin bir şey var, ona gitme deseydim gitmezdi. Gitmesini isteyen bendim.”
“Neden gitmesine izin verdin? Neden ona gitme demedin?” diye sordu gergin bir sesle.
“Çünkü gitmesini istedim.”
“Bu kadar basit miydi senin için?”
“Bu kadar önemliydi benim için.”
Durdu, sadece durdu ve gözlerinde külden bir adamın avuçlarından düşen kelimelerle bana öylece baktı. Şimdi derin bir sessizlik, kimsenin delip geçemeyeceği bir ıssızlık vardı. Ellerimi masanın üzerine koyup sırtımı geriye doğru attım ve gözlerimi onun geceyi parçalayan güneş rengindeki gözlerinden kopararak masaya sabitledim.
Oysa orada, o gözlerde, küle emsel bir güneş vardı. Tahayyülü imkânsız bir imge gibi bakan gözlerinden uzaklaşsam da o gözleri zihnimde tasarlamaktan kaçamadım. Zihnin birçok şeyi anlayıp kavrama yetisi vardı, bu yüzden onun gözlerindeki anlamları anlamaktan kaçamıyordum.
“Tamam,” dedi İrem derin bir nefes alarak. “Sakinleşmeye ne dersiniz? Bence biraz şarap her şeye iyi gelir.” Köşede gülümseyerek bizi izleyen garsona İrem de hoşnutluk dolu bir gülümseme eşliğinde küçük bir işarette bulundu. “Bize en güzel beyaz şarabınızı getirir misiniz? Arkadaşlarımın gevşemeye ihtiyacı var.”
“Bence bir fıçı şarap bile ikisini gevşetmez,” diye söylendi Emir, makarnasıyla ilgilenirken anlam veremediğim bir sakinlik onu kuşatmıştı ama alttan alttan lafını vurmayı da esirgemiyordu.
“Tabii, efendim,” dedi genç garson. “Başka bir isteğiniz?”
İrem, “Teşekkür ederiz,” dedi sadece.
Garson masadan uzaklaştığında süregelen sessizliğin bozulması birkaç odunun alevle buluşup çatırdamasıyla olmuştu. Kartal, dirseklerini masaya yaslayıp gözlerini yüzüme bir mum gibi dikince, ona bakmak istemesem bile ona bakmak zorunda kaldım.
“Önemli?” dedi, kaşlarını kaldırarak sorduğu bu soruya, sakin bakışlarımı onun çehresine değdirip çekerek karşılık verdim.
Garson, beyaz şarabı açabilmek için mantarın üzerindeki folyoyu söktü, şişeyi ters çevirdi ve şişenin dibine güçlü bir şekilde vurdu. Şişeyi tekrar düz çevirdi, bu anlam veremediğim hareketini dikkatle izlemeye koyulduğumda Kartal’ın hâlâ beni izlediğini biliyordum. Tirbuşonu sapladı, çevirmeye başladı, çok sürmeden şarabı açtı ve kadehlere doldurdu. Sonunda ona baktım.
Düşündüğüm gibi bana bakıyordu.
Şarabımdan bir yudum alarak kaşlarımı kaldırdım.
“Neden bu kadar önemli?”
Kartal, kadehine dökülen şarabı izledi, ardından şaraptan bir yudum aldıktan sonra kadehiyle beni işaret etti. “Kuzenimin hayatını aptal bir aşk romanına çeviren adamla ilgili bir şeyler merak etmem kadar doğal bir şey mi var?” diye sordu.
Gökçe’nin bahsettiklerini ona anlatma ihtiyacına perde çekerek, “Ya?” dedim alayla. “Ne zamandan beri beni bu kadar çok önemsiyorsun, kuzen?”
“Ne zamandan beri bunu merak ediyorsun?” diye soruma soruyla karşılık verince yanaklarımın içini havayla doldurdum.
“Çocuklar gibi kavga etmek istemiyorum. Senin de bu konuyla ilgili bilgin yoksa fikrin de olmasın.”
“Kavgayı bırakın cidden,” dedi Emir bana bakarak. “Ben gerçekten o adamı merak ediyorum.”
“Kartal’ı sinirlendirmek istemem ama,” dedi Ceyda, “Ben de merak ediyorum.”
“Bu konuyu boş verelim bence,” diyebildim, şaraptan bir yudum daha içtim. “Yani geçmişte kaldı.”
“Geçmişte mi kaldı?” Kartal’ın alayla karışık sorusu kaşlarımın ortasındaki yarığın derinleşmesine öncülük etmişti.
“Abartıyorsun,” dedi Emir. “Gören de kuzen değil, sevgilisiniz sanacak.” Bunu Kartal’a bakarak söylemişti. Bir an Kartal da ben de ona doğru dönüp, onlara enteresan gelecek ama bize son derece doğal gelen bir şaşkınlıkla Emir’e bakakaldık. Emir omuz silkerken kadehiyle Kartal’ı işaret etti. “Şimdiden böyleysen, bir gün biri bu kızı kaptığında ve nikâh masasına götürdüğünde ne yapacaksın?”
Kartal’ın yüzündeki gökyüzü bulutlarla dolmuştu.
“Sana ne?”
“Gerçekten bir gün onu başkasıyla paylaşmak zorunda kalacağın düşüncesi seni çıldırtıyor, değil mi?” diye sordu Emir, sinir bozucu bir tonlamayla kurduğu soru cümlesi, Kartal’ın gözlerindeki öfke parıltılarının iyiden iyiye dallanıp budaklanmasına sebep oluyordu. “Ama eminim Lavin, senin takıldığın kadınları biraz olsun önemsemiyordur.” Topu atma sırası bende miydi? Attığı topu yakalayamadan şaşkınlıkla baktım ona. Emir kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Değil mi, Lavin?”
“Evet,” dedim hiç düşünmeden. “Elbette.”
“Lavin’i örnek almalısın, Kartal.”
“Kes sesini.”
Birkaç kadeh şaraptan sonra kafam güzel olmasa da gevşemiştim. Uzun zamandır bu kadar tıka basa yemek yediğimi hatırlamıyordum. Kartal ve Emir’in çekişmeli sohbetine katılmasak da kızlarla başka konulardan konuşmuştuk. Aynı mekânda neredeyse akşama kadar kalmıştık. Birkaç kadeh olarak başladığım şarap, zamanın su misali içinde olduğumuz küreyi doldurmasıyla on, on beş kadehe evrilmişti ve ben artık iyiden iyiye kendimi bulutların üzerinde hareket eden bir balon gibi hissetmeye başlamıştım.
İrem, bilmem kaçıncı şarabımı kadehime doldururken, Kartal’ın şahin gibi yırtıcı gözleri İrem’in elindeki şarap kadehine dikildi, ardından, “İrem, yeter,” dedi, sesi derecesi gitgide artan suyun bedene döküldüğü gibi ruhuma dökülmüş, ruhumu ateşler içinde kavurmuştu.
İrem durdu ve Kartal’a baktı, birkaç saniye bekledikten sonra, “Sarhoş olduğunu düşünmüyorum,” dedi.
“Sarhoş olup olmaması umurumda değil. Sadece fazla içti.”
Emir, “Umurunda değilse neden fazla içti diyorsun?” diye sorunca ortada soğuk rüzgârlar esti.
Kartal, “Bu seni ilgilendirmez,” dedikten sonra tekrar İrem’e baktı. “Ciddiyim, bu kadarı onun için yeterli.”
İrem sessizce, “Buna onun karar vermesi gerekmez mi, Kartal?” diye sordu, bu soruyu onun sormasını beklemediğim için dönüp onun yüzüne baktım. Bu açıdan bakıldığında yüzünün yarısı görünüyordu ama mavi gözleri orada, yüzünün yarısında duruyordu. Gecenin içinde doğmuş yarım bir ayın ışık gören tarafı gibi duruyordu.
“Şu an karar vermek istemediğine eminim,” dedi Kartal. Yüzümde onun sinirlerini tepesine zıplatacak, sinir bozucu bir gülümsemeyle ona baktım. “Lavin, abartma. Baş ağrısından öleceksin.”
“Her halta burnunu sokmasan boyundan bir santim kaybetmezsin,” dedim, kadehi İrem’e doğru uzattım. “Doldurabilirsin.”
Kartal, şaraptan ayrı olarak siparişini verdiği sert içkisini yudumlarken, “İnadın sırası değil,” dedi, sesi ketumdu.
“Neden hep böylesin?” diye bir soru attım ortaya. “Etrafındaki herkes sen nasıl istiyorsan öyle hareket etmek zorundaymış gibi davranıyorsun. Çok sinir bozucusun.”
Kartal, gözlerimin içine baktı. “Sinir bozucu olduğumu biliyorum,” dedi sadece.
“O zaman bunu neden yapıyorsun?”
“Sinir bozucu olmak için.”
“Bunun için ekstra bir şey yapmana gerek yok,” dediğimde masadaki herkes güldü.
Geceye uzanan günün sonunda, mekândan çıkarken içtiği şarap yüzünden uyuyakalan Berra, Emir’in kucağındaydı. Emir onu arabaya doğru taşırken, “Bu işler sana göre değil, cüce. Sana söylemiştim,” diye dalga geçiyordu ve Berra da garip sesler çıkararak Emir’i güldürüyordu.
Arkalarında yürürken adımlarım ölçülü olsa da aslında ayaklarımı yere değil, bulutlara basıyormuşum gibi hissediyordum. Kartal’ın çaktığı çakmağın ağzından fırlayan ateşin bile sesini, sanki yıllardır zihnimde var olan bir sesmiş gibi ânında duymuş, kavramıştım. Göz ucuyla ona baktım. Arka arkaya yanmış sokak lambalarının ortasında yürürken parmaklarının arasında tutup dudaklarına sabitlediği sigaranın ucunu yakıyordu. Bir an dişlerim tütün ihtiyacıyla kamaştı.
Adımlarımı tamamen yavaşlatıp Kartal’ın bana yetişmesini bekledim. Şimdi diğer herkes önümüzdeydi, biz arkalarında kalmıştık. Kartal, onu beklediğimi fark edince dudaklarından içeri emerek çektiği, yüzünü zayıflatan dumanı usul usul dışarı verdi ve duman, zihnimdeki bir konuşma balonuymuş gibi büyüyerek patladı, gökyüzüne dağılıp kelimeleri gökyüzüne uçurdu.
Tam önüme gelip, ördüğüm etten duvarın karşısında durduğunda, aramızdaki boy farkından dolayı kafamı kaldırmış ona bakıyordum. Tek gözünü kırparak hafifçe başını salladı, dudaklarının arasındaki sigaranın çatırtısını dinledim. Soru işaretini içinde barındıran hareketini dikkatle izlemem onu şaşırtmışa benziyordu.
Bakışlarım onun yüzünde gezinirken, “Gökçe ile ilgili konuşmalıyız,” dedim, sesim biraz tuhaf çıkmıştı ama sarhoş olmadığıma son derece emindim.
“Biliyorum,” dedi. “Senden sonra karşılaştık. Sana anlattıklarını bana da anlattı.” Sigara dumanını yüzüme üfleyince gözlerimi kısıp dumandan korumaya çalıştım. “Bana ne zaman söylemeyi planlıyordun, Lavin?”
“Ee biliyormuşsun ya işte,” dedim omuz silkerek.
Birkaç saniye put gibi suratıma baktı. Gözlerinin içine baktığımda sokakta yanan turuncu lambaların nokta şeklindeki ışıklarını görüyordum; ateşböcekleri gibi görünen ışıkları uzun süre izledim. Emir’in arabasının kilidinin açılma sesini duymuştum, hemen yan tarafımızdaki caddeden bir araç son hızla geçip arkasında rüzgârını bırakarak saçlarımı uçuşturmuştu ve biz bu süre zarfında yalnızca birbirimizin gözlerine kilitlenmiştik.
“Bazı şeyleri söylemek için gecikme, Lavin,” deyince ona gözlerimi kırpıştırarak baktım.
Bana doğru bir adım atınca aramızdaki mesafe aniden kapandı. Kar taneleri, gökyüzünün sırrını bize veriyormuş gibi usul usul, lirik bir dansa tutulmuş, etraflarında dönerek dökülmeye başlamışlardı.
“Bence sende böyle bir şey var. Söylemen gerekenleri söylemen gerektiği zaman söylemiyorsun.”
Birkaç saniye için onun gözlerinin güneşinde kavruldum, sonra en soğuk gecelerin de o gözlerde, en sıcak sabahların da o gözlerde olduğunu anımsadım. “Öyle mi?” diye sorduğumda artık çok yakınımdaydı, kafamı kaldırmış onun gözlerini izliyordum.
Gözlerini yüzüme indirdi, bunu kafasını bir santim bile kıpırdatmadan yapmıştı. Gözleri bir vadinin içine oyulmuş mağaranın içinde yakılmış, mağaranın duvarlarını kızıla boyamış o ateş gibiydi.
“Kesinlikle öyle, Ölüm Çiçeği.”
Kafamı indirip güçlü parmaklarının arasında tuttuğu sigaraya baktım. Benim parmaklarına baktığımı gördüğünde sigarayı daha sıkı kavradı. Kafamı kaldırıp onun gözlerinin içine baktım. Sigarayı dudaklarının arasına kıstırdı. Yanaklarının zarif çöküşünü izlerken kar taneleri saçlarına ve saçlarıma tutunuyordu. Ardından sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı, dumanı uzun süre dudaklarının ardında bekletti, ardından dumanı tekrar yüzüme üfledi. Duman, yüzümü örten bir sis tabakası gibi önce beni içine aldı, ardından geri çekilerek yüzümü tekrar onun önüne sundu.
Eline doğru uzandığım an, kar taneleri artık kirpiklerime tutunuyordu. Sigarayı tutan elini tutup kendime çektiğimde, bu hareketimi beklemediği o kadar açıktı ki, yüzünü saran ifadeler saniyeler içinde şaşkınlık şatosunu oraya dikmişti.
Parmaklarının arasında duran sigaranın filtresini dudaklarımın arasına aldım, dudaklarım onun parmak uçlarına yaslanmıştı. Sigarayı içime çekerken gözlerimiz birbirine ait iki halka gibi birbirine takılı durmayı sürdürüyordu. Dudaklarımı usulca geri çektim. Dudaklarıma leke gibi dokundurduğum toprak rengi rujun izi sigarasında kalmıştı. Aynı zamanda parmak uçlarında da o rujun izi vardı.
Sigaranın dumanını onun yüzüne baka baka dışarı verdim. Bedeninin kaskatı kesildiğini gördüm ama o an için bana kasılması hiç de garip gelmemişti.
“Eve gidelim, Doktor,” dedim yorgun bir sesle.
Gözleri dudaklarıma dokundu, kelimeleri dudaklarımdan duymak değil, görmek istiyor gibiydi.
Sessiz kalınca bir şey söylemeyeceğini düşünüp sırtımı ona döndüm. Tam yürüyecekken, “Lavin,” diye mırıldandı.
Başımda ağırlaşan ağrıyı yok sayarak omzumun üzerinden ona baktım. Kar taneleri, siyah saçlarının üzerinde, gecenin içinde duran bulut parçaları gibi görünüyordu.
“Evet?”
Uzun süre sesini bana vermeden, sadece beni izleyerek gözlerimin içine baktı. Sonunda onun konuşmayacağını anladığımda kaşlarım çatılmıştı.
Olduğum yerde yavaşça sallanıp, “Ne oldu?” diye sordum.
Bana, asıl ne olduğunu bana söylerse her şeyini kaybedermiş gibi bakıyordu.
Sallanarak ona doğru döndüm. Sarsak adımlarımla ona doğru ilerlemeye başladığımda, gözleri beni hapsine almış bir hücrenin küflenmiş parmaklıkları gibiydi. Dudaklarımda onun sessizliğiyle beslenen tuhaf bir gülümseme peydahlandı. Bakışları, geceyi var eden karanlığa rağmen uzun süre gülümsememde takılı kalmıştı.
Tıpkı benim gibi bana doğru bir adım attı. Yıldızlar ve çiçekler yer değiştirdi. Artık gökyüzünde, karların arasında büyüyen kardelenler vardı, yeryüzü yıldızların varlığıyla yanıyordu.
Arkadaşlarımızın içinde olduğu araçların uzaklaşırken çıkardığı sesleri dinledim, sonra bir şarkı tüm sokağı sarmaya başladı.
Type O Negative, diye düşündüm. Love You to Death…
Şimdi onun önünde dikiliyordum ve gölgesi, bir zamanlar babamın gölgesinin önüme duvar gibi örülerek beni her şeyden koruduğu gibi karanlıktan koruyordu. Başını indirmeden, yalnızca güneş rengi gözlerini gözlerime sabitleyerek beni izledi.
Başımı kaldırıp onun külleri savrulan yüzüne baktım.
“O senin için önemliydi, öyle mi?” diye sordu, kar taneleri siyah saçlarının üzerinde kardelen çiçeğinin yaprakları gibi duruyordu.
Kalbimde ahı verilmez bir sancıyla ona baktım. “Önemliydi,” diye fısıldadım, dudaklarımdan dökülen kelimeler nefesimi takip etti, nefesim bir sobanın yaktığı ateşin içinden yükselen dumanlar gibiydi. Belki de bir yangının…
Bana doğru bir adım atınca ayaklarımızın baş noktaları birbirlerine temas hâline geçtiler. “Ne kadar önemliydi?” diye sordu, sesi, her yanı saran şarkıya ait bir sözü fısıldıyormuş gibi, o şarkıya aitmiş gibi çıkmıştı.
“Onu özgür bırakmak isteyeceğim kadar önemliydi,” dedim, şu an sarhoş değildim ama kelimeler de yıldızlar da ve hatta bu adamın yüzü de daha netti.
“O zaman sen benim için önemli değilsin,” dedi, bu beklenmedik cümlesi göğsüme yumruk yemişim gibi hissettirince gözlerimi kırpıştırdım.
Bir eli yanağıma kaydı, yanağıma düşen açık renk saç tellerini kulağımın arkasına doğru iterken, soğuk avucuyla yanağıma baskı uygulamış, yanağıma tenini germişti.
“Çünkü ben sana sahip olsaydım, seni özgür bırakmazdım.”
“Doğru,” dedim kelimeler diken gibi dilime batarken. “Ben seninleyim ama senin değilim.”
Gözlerimin içine bakarken avucunu yanağımdan çekmedi. “Olmasan da seni bırakmazdım.”
“Bırakmaz mıydın?” diye sordum, parmaklarının tenimdeki baskısını hissettim.
“Bırakmazdım.”
“Sana ait olmasam bile mi?”
“Bana ait olmasan bile.”
Yüzü dümdüz bir duvar gibiydi ama o duvarın arkasında en derin cümleler saklıydı, en güzel resimler gizliydi, en kalıcı melodiler çalıyordu.
“Neden bana o kadar soğuk davrandın?” diye sordum, gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmıyordu.
Başta duraksayacağını sansam da elmas gibi parlayan gözler, gözlerimden uzaklaşmadı, o düz duvarda renkler ve yazılar oluşmadı.
“Kendime bir şeyi kanıtlamak için,” dedi.
“Kanıtlayabildin mi?”
Başını yavaşça iki yana salladı. “Kanıtlayamadım.”
“Kanıtlayamadın.”
“Kanıtlamaya çalıştığım şey, bana bir şeyi kanıtladı.”
Kar taneleri kirpiklerime düşerken, “Sana yaklaşmama bile izin vermedin. Bağırıp durdun,” diye fısıldadım.
“Öyle yaptım.”
“Anladım.”
Boğazlı siyah kazağı beyaz boynunu saklasa da emindim ki, damarları şu an patlayacak gibi duruyordu.
“Peki ben?” dedi, gözlerim bir an gözlerinin üzerinde sarsıldı. “Ben senin için önemli miyim?”
Göğsümde bir kan nehri hareket etti. Gözlerimde saklamak istediklerim, ruhumda saklayamadıklarımla onun karşısında dururken, ilk defa konuşmak bu denli zordu.
Gözlerinin içine baktım. O da uzun süredir yalnızca bunu yapıyordu.
“Belki bunu söyleyemem,” dediğimde gücüm bedenimde alevlenerek yükseliyordu. “Ama gösterebilirim.”
Parmaklarımın ucunda yükseldim. Yanağımdan kayan avucu saçlarımın arasına dalarken dudaklarım onun dudaklarının üzerini bir tabut kapağının, sökülmüş ruhun arkasında bıraktığı artık olan cesedin üzerini örttüğü gibi örttü. Tabutun sırtı kelimelerle ağırlaştı, kapak içeri göçtü, beden o kapağın altında kaldı. Şaşkınlığını soludum, benim şaşkınlığım ile bütünleşmişti. Ayaklarıma dolanan zincirlerin halkaları bir bir kopmaya başlamış gibiydi. Saçlarımın arasına dalan parmaklarının saçlarımın arasında sertleştiğini hissettim ve yumuşak dudakları dudaklarıma sertçe karşılık verdi.
Kar taneleri etrafımızda dans eden küçük bir kız çocuğu gibi döne döne yeryüzüne düşerken, Kartal dudaklarını araladı, dudaklarım aralanan dudaklarından içeri girdi. Teninden dökülen ateş, tenime bir cemre gibi düştü.
İlk öpüşme, beraberinde saklanan tüm hislerin, bulutların içinden parçalanarak düşen kar taneleri gibi ruhuma dökülmeye başlamasına neden oldu. Ağzındaki içki tadını alabiliyordum, dilinin ucunda bunu bana servis ediyordu. Nefesinde tütün kokusuyla karışmış hoş bir koku daha gizliydi. Bu kokuyla ilk tanışma ânımdı. Dudakları dudaklarımla, ruhu ruhumla dans ediyordu ve ruhum, bu dansın müziğini içiyordu.
Kalbimde normal olmayan bir baskı, ruhumda bana ait olmayan bir hissin varlığıyla dudaklarımı onun dudaklarına bastırmış, onun dudaklarını esir almaya çalışırken bana teslim olmasını sağlamıştım. Parmaklarını saç diplerime bastırdı. Dili, ağzımın içini tanımak istiyormuş gibi dudaklarımın kapılarını zorladı.
Avuç içlerimde mumlar eriyormuş gibi hissederken bir elimi onun yanağına kaydırdım. Kemiklerinin dokusunu avuçlarımın içinde hissettim ve kalbim, sanki göğsümün altında bir deprem, bir zelzele varmış gibi içimde zonklamaya, titremeye, devrilmeye başladı.
Bir eli belime kaydı. Parmak uçlarıma verdiğim yükü hafifletmek istiyormuş gibi beni kendine bastırarak dilini ağzımın içine itti. Bu olanlara akıl sır erdiremesem de bunu benim başlattığımı biliyordum. Geri çekilmek istemiyordum. Bu, dudaklarımın ikinci kez bir erkeğin dudaklarına dokunduğu ilk andı ve ilk sefer hissettiğim duygulardan çok daha farklı duygular hissediyordum. Kartal, titreyen nefesini dudaklarımdan içeri verdiğinde kar tanelerinin soğuk dokunuşlarını yanaklarımda hissediyordum. Parmaklarım sivri, çıkıntılı çenesinde gezindi, ardından elmacık kemiklerini başparmağımla hafifçe okşayarak onu öpmeye devam ettim.
Bu öyle bir histi ki, sana cenneti cehenneme çevirebilirdi ve seni cehennemin cennet olduğuna inandırabilirdi.
Bu öyle bir histi ki, sana en büyük yangınlardan seslenebilirdi ve seni kendini en büyük yangınlara koşarken bulmana neden olabilirdi.
Bir anda yüzümü iki avucunun arasına aldı ve zaman, dalgalarını geri çekerek bizi ânın içinde çırılçıplak, birbirine sığınmış iki kayalık gibi bıraktı.
Başını bir sağa bir sola yatırıyor, bu hareketi burunlarımızın birbirine sürtünmesine neden olurken öpüşmenin daha da büyüyerek köklerini kaburgalarıma sarmasına neden oluyordu. Sanki zaman ikimizin etrafında dönen bir kameraydı, bu ânı içine kaydediyordu ve döndükçe, görüntümüz de zamanın içinde yavaşça dönerek anılarımıza kaydoluyordu. Zamanın açısının içindeydik. Dudaklarımız birbirini ateş gibi yakarken, sürekli olarak hareket eden zaman, bu ânı her yerinden, her açısından fotoğraflıyordu.
Kar taneleri artık tenime düşen beyaz ateş parçalarıydı.
Kartal’ın karanlık iniltisini ağzımın içinde, boğazımda, kaburga kemiklerimde, karnımda ve kasıklarımda hissettim. Yüzümü avuçlarının içinde ezip yok etmek istiyor gibi sıkıyor, dudaklarımı benim başlattığım yangını daha da harlayarak delirmiş gibi öpüyordu.
Neden bunu yapıyordum bilmiyordum ama içimde oturan bir duygu vardı, o duygunun elleri, ayakları, ruhu, gözleri, kalbi vardı ve benim bunu yapmamı istiyor, bunu yapmam için bir köşeye oturmuş çocuklar gibi ağlıyordu.
Külden adamın dudaklarında, buzdan kadının parçaları cam kırıkları gibi ayaklarının önüne dökülüyordu.
Kardan kadın, gökyüzünden külden adam ve buzdan kadın için yağıyordu.
Kar tanelerinin dokunuşları yumuşadı. Kartal’ın parmakları yüzüme gömülü kıymıklar gibiyken, bir anda yüzümdeki gülümsemelere dönüşüyordu. O kamera hep aynı hızla etrafımızda dönüyor, kar taneleri etrafımızda uçuşuyor, dudaklarımız birbirinden ayrılmadan tıpkı kırılmış bir kemik gibi iki farklı yönden birbirlerine kaynıyordu.
Külden adamın dudaklarında, dudaklarımın yangını vardı.
Külden adamın dudaklarında, dudaklarımın mahşeri yanıyordu.
Ve Aldebaran Yıldızı yeniden gökteydi, sönmüş olmasına rağmen tam şu an bizim için parlıyordu.
🎧: Type O Negative, Love You to Death