Annesinin rahminde var olmuş bir adamın, başka bir kadının kalbinde son bulması.
İzlediğim çoğu filmin, okuduğum neredeyse her kitabın, her şiirin, dinlediğim her şarkının içinde bulduklarımın özetiydi bu cümle.
Bazen beni var edenin de yok edecek olanın da kafamda oluşmuş bu kısacık cümle olduğunu düşünüyordum. Özay’ı tanıdığım zamanlar sadece küçük bir kızdım, bir çocuk değildim ama genç bir kadın da denilemezdi bana. Lise sıralarında tanıdığım o adam, bana romantik bir filmin herhangi bir sahnesinde, o filmin ana karakterleriymişiz gibi hissettirmişti. Onunlayken geçirdiğim vakit, yağmurun altında saçlarım ıslanırken ve ruhum özgürken hissettiklerimin benzeriydi; onunlayken susabiliyordum, onunlayken susmam sorun değildi, anlaşılıyordum.
Onun gittiği günü hatırlıyordum. İlk günler sırtımdan bir yük kalkmış gibi hissetmiştim, sonraki günlerde onun yere düşen gölgesini aramıştı gözlerim. Onunla sustuğum geceleri… Karanlıkta oturup zamanı saymadan, düşünmeden, bilmeden geçirdiğimiz saatleri… Kal deseydim biliyordum ki kalacaktı ama ben onun gitmesi gerektiğini biliyordum. Onun içinde kapalı kalacağı bir mahzen, bir hapishane, bir hücre olmak istemiyordum; onun için güzel bir anı olarak kalmak kâfiydi benim için.
Onu annesinin rahmi var etmiş, benim kalbim yok etmişti.
Ona kal demem için gözlerimin içine beklentiyle baktığı günü hatırlıyordum. O günü unutmamın imkânı yoktu; bana içini deşiyormuşum gibi bakmıştı.
Okul bahçesindeki büyük ağacın kalın gövdesine sırtımı yaslamış, parmaklarımın ucunda tuttuğum turuncu dolma kalemi çevirirken kulaklığımda çalan şarkı bana onu hatırlatmıştı. Kalbimde onun için herhangi bir kıpırtı, karnımda onun için kasılmalar yoktu. Belki bir zamanlar biraz olsun olmuştu ama şimdi o hislere çok uzaktaymışım gibi hissediyordum.
Bu sabah Kartal’ın kollarında gözümü yeni bir güne açtığımda, artık Özay’ın varlığı bir ömür kadar uzaktaymış gibi gelmişti bana. Bana söylediği bir cümle vardı. Ne zaman sessiz kalsam ve kelimeler sırf kurulması gereken cümlelere olan özlemlerinden yağmur gibi üzerimize yağsa, o hep bu cümleyi kurardı: “Çünkü sen, en çok şeyi susarken anlatırsın.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp, turuncu kalemin hareketini keserek gözlerimi kaldırıp bahçeye baktım. Bugün Emir ile yalnız kalıp biraz daha konuşmak istiyordum, onu tamamen anlamak ve beni tamamen anlamasını istiyordum. Kartal ile akademiye geldiğimiz anda yollarımız ayrılmıştı, normal bir öğrenci gibi görünmek için dans derslerine yoğunlaşması gerektiğini söylemek dışında herhangi bir açıklamada bulunmadan ders göreceği sınıfa gitmişti. Binanın otomatik kapısından İrem’in çıktığını fark edince sırtımı ağacın gövdesinden uzaklaştırıp ona doğru ilerlemeye başladım. Başta beni fark etmemişti ama ona doğru yürüdüğümü görünce elini havaya kaldırıp gülerek el sallamaya başlamıştı.
Atkuyruğu şeklinde sıkıca toplanmış saçlarının dipleri terliydi, üzerinde kısa bir sporcu atleti, altında da tıpkı benim altımda olduğu gibi siyah bir tayt vardı. Bir an üşüyüp üşümediğini soracaktım çünkü teni buz gibi görünüyordu. Ona doğru ilerlerken turuncu dolma kalemle saçlarımı hızlıca dağınık bir topuz şeklini vererek topladım, kulaklığımı çıkardım, İrem kaşlarını kaldırarak ıslık çaldı.
“Günaydın,” diye mırıldandım, başını sallayarak kafasını kaldırıp gri görünen gökyüzüne hoşnutsuz bir ifadeyle baktı.
“Günaydın. Hava yine yüzünü morartmış, birazdan zırlamaya başlar.” Elini omzuma koyarak, “Derse girmeyecek misin sen bugün?” diye sordu. Bugün gireceğim herhangi bir ders olmadığından başımı iki yana sallamakla yetindim.
“Baksana, Emir’i gördün mü?”
“Henüz gelmedi,” dedi İrem, gözlerini bahçede gezdirirken parmakları hâlâ omzumda duruyordu. “Aslında Cenk ve Suphi’nin burada olduklarına dair bir mesaj da çekmiştim ama mesajımı görmemiş henüz.”
Daha önce İrem ve Ogün’ün, Cenk ve Suphi’den bahsettikleri ânı hatırladım. Yanlış hatırlamıyorsam San Francisco’da yaşıyorlardı. “Artık burada mı kalacaklar? Yoksa yine dönecekler mi?” diye sordum zerre merak etmesem de.
“Cenk oradaki okuldan sıkılınca, Suphi’yle karar değiştirip rotayı İstanbul’a çevirmişler. Cenk biraz sıkılgandır, çok çabuk sıkılır. Bence yedi ay onun için epey uzun bir zaman dilimiydi…” İrem gülerek elini omzumdan çekti. “Hadi gidelim, seni onlarla tanıştırayım.”
“Kartal’ın dersten çıkmasını bekliyorum.”
“İyi de o derse girmedi ki,” dedi birdenbire İrem. “Ders iptal, hoca gelmedi. En son kafeteryada çay alıyordu.”
“Kartal çay mı alıyordu?” diye sordum bön bön bakarak.
“Evet, neden ona insan değilmiş ve çay içemezmiş gibi davranıyorsun?” İrem tekrar güldü. “Gerçi yeşil çay alıyordu, bu yakında detoksa da başlar…”
Bön bön bakmaya devam ederek, “Kartal mı yeşil çay alıyordu?” diye sordum, sesimdeki şaşkınlık öyle belirgindi ki bu İrem’in kıkırdamasına neden oldu. “Yeşil bir içki falan satılmıyor kafeteryada, değil mi?”
“O kadar mı umutsuz vaka bu adam ya?” diye sordu İrem gülüşlerinin arasından. “Neyse, gidelim hadi. Emir de gelir birazdan zaten. Muhtemelen Kartal da oradadır.”
“Nereye gidiyoruz?”
“Akademinin arkasında amfi var,” dedi İrem omzunun arkasına bakarak okulu işaret ederken. “Bu saatlerde boş oluyor. Genelde dans provası yapmak için falan kullanıyorlar, onun dışında da sadece oturup vakit geçirmek için. Hiç amfiye gitmedin mi?”
“Buradakinden haberim bile yoktu,” dedim, birlikte amfiye doğru yürümeye başladığımızda İrem’in neşeli neşeli bir şeyler anlatıyor olması, normalde anormal bir şeymiş gibi karşılayabileceğim bir şeyken, tuhaf bir şekilde beni de sakinleştirip hafifletmişti.
Amfi düşündüğümün aksine çok büyük değildi, birbiri ardına sıralanmış, çok da yüksek olmayan merdivenlerden oluşuyordu ve ortada büyük, yuvarlak bir boşluk vardı. Merdivenlerin sırt kısımlarının gökkuşağının renklerine boyanmış olması dikkatimi çeken ilk ayrıntılardan birisiydi. Muhtemelen burada geceleri de çalışma yapıldığından boşlukta oluşturulmuş yuvarlak alanın kenarlarında iki tane çok da yüksek olmayan, estetik görünümlü ince birer lamba vardı. Bu lambalar bana 2000’li yılların başlarında sahil kenarlarına, bazı sokaklara yerleştirilmiş nostaljik görünümlü sokak lambalarını anımsatmıştı. Çocukken babamın elini tutup o lambaların kenarında döşeli durduğu yollarda yürümeyi çok severdim.
Üçüncü sıradaki merdivenlerde, yeni oluşturduğum ama bir türlü resmin bir parçası gibi hissedemediğim arkadaş grubum oturuyordu. Emir’in gelmiş olduğunu görmek anlık gerilmeme neden oldu. Berra merdivende oturuyor, Ceyda önünde durmuş sırtı bize dönük şekilde bacaklarını esnetiyordu. Emir’in, esmer, üçe vurulmuş kısa saçlarını sık sık kaşıyan, uzun boylu, kollarında dövmeler olan bir adamla konuştuğunu gördüm. Adam, havadaki soğuğa rağmen kısa kollu, vizon rengi bir tişört giyiyordu. Bu İrem’in bahsettiği çocuklardan biri olmalıydı. Adımlarım beni onlara taşıdıkça, arkadaşlarımın yanındaki diğer yabancı da dikkatimi çekti. Başak sarısı saçları omuzlarında, uçları hafif dalgalı duran genç, fakat kasları en az Emir ve Emir’in yanındaki adam kadar büyük olan bir adam daha vardı ve bu adam, Berra’nın hemen yanında oturuyor, telefon ekranına bakıyordu.
İrem onları işaret ederek, “Emir de gelmiş,” dedi neşeli bir sesle. “Hain herif, attığım mesaja bir cevap bile vermedi. Görgüsüz ayı.”
Merdivenleri tırmanarak yanlarına vardığımızda, Berra’nın yanında oturan sarışın, uzun saçlı çocuk kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Çocuğun saçlarının dipleri daha koyu bir sarıyken, saçlarının uçları epey açık renk duruyordu. Ela gözleri gözlerime soğuk bir bakış eşliğinde yerleştiğinde kaşlarımın ortasında derin bir oyuk oluştu. Çocuğun yüzü bir porselen bebeğin yüzü kadar güzel, pürüzsüz duruyordu. Burnunun ucu havadaydı, dudakları dolgundu ve yüzü gergin, deyim yerindeyse kaymak gibiydi. Geniş omuzları, koca cüssesiyle yüzünün tam tersi bir hava verse de bebeksi göründüğü kaçınılmaz bir gerçekti.
“Cenk,” dedi İrem. “Bu arkadaşımız Lavin, aramıza yeni katıldı sayılır.”
Adının Cenk olduğunu öğrendiğim sarışın, açık renk kaşlarını hafifçe kaldırıp, yapay bir tebessümle, “Merhaba,” dedi ama sesi soğuk bir rüzgâr gibiydi. Bir an benden hoşlanmadığını hisseder gibi oldum ama anladığım kadarıyla bu tavrı bir bana değil, yakın arkadaşlarına bile böyleydi. Çocuğa ilk bakışta Türk demek oldukça zordu, kesinlikle Avrupai bir havası vardı ve eğer Türkçe konuşmuyor olsaydı onun kesinlikle bir Türk olduğuna inanmazdım. Belki de melezdi.
“Merhaba,” dedim sadece.
İrem kulağıma eğilerek, “Bazen fazla nane şekeri yediği için buz üflediğini düşünüyoruz. Ayrıca delinin tekidir,” dedi. Ardından Emir’in yanındaki esmeri işaret ederek, “Bu da Suphi,” dedi yüksek sesle, Suphi denen çocuk adının söylendiğini duyunca omzunun üzerinden bize doğru baktı, tıpkı Cenk gibi güzel bir yüze sahip olsa da onun yüz hatları bir tık daha sert görünüyordu ama gözlerinin daha sıcak baktığına yemin edebilirdim. Koyu renk gözleri kesinlikle daha sıcakkanlıydı. Diğer soğuk nevalenin aksine…
“Suphi, bu arkadaşımız Lavin,” dedi İrem 5/A sınıfına yeni gelmiş bir öğrenciymişim gibi beni arkadaşlarına tanıtarak… Yapay bir gülümsemeyle Suphi’ye baktım, bir an ifadem nasıl yapaysa artık, Emir’in güldüğünü duydum.
“Çenende ağrı falan mı var?” diye sordu Suphi, kaşlarını kaldırmıştı. “Seğiriyor.”
Çenemi tutup, “Ha?” diye sordum, şimdi Emir gerçekten kahkaha atıyordu. “Yok, neden ki?”
“Bu genel duruşun yani…” Cenk dudaklarını birbirine bastırarak güldü, bir an diğer yabancı çocuğun da güldüğünü duyunca gözlerimi kısarak bakışlarımı o sarışına çevirdim. Ona kötü kötü baktım.
“Bir arkadaşımız daha var,” dedi İrem. “Eğer yeşil çay zehirlenmesi geçirmediyse, birazdan o da gelir.”
“Yokluğumuzda iki kişi bularak bizim yerimizi doldurmaya mı çalışıyordunuz?” diye sordu Cenk alayla, sinir katsayım gitgide artarken ona yapay bir gülümsemeyle baktım ama Suphi’nin dediği gibi sanırım çenem çıkmış gibi bakıyordum.
“Bence en yakın zamanda bir diş hekimine görünmelisin,” dedi sarışın, ona dik dik baktığımda onun da vücudunun tıpkı Suphi gibi dövmelerle örülü olduğunu fark ettim. Kalın, uzun parmağıyla kendi çenesini işaret etti. “Tel falan takarlar belki…”
“Sizin yersiz uğraşmalarınıza alışkın değil,” diye homurdandı İrem beni korumak ister gibi. “Önce bir tanışın, sonra sinir edersin Cenk…”
“Memnuniyetle.” Cenk hain bir sırıtış eşliğinde gözlerini telefona çevirdi. “Ama benimle muhatap olmak istiyorsa çenesini yaptırsın, bakarken gülesim geliyor.”
“Ne kadar ayıp, kızın çenesinde hiçbir şey yok ki!” dedi İrem homurdanarak.
“Çenesinde yok ama alnında bayağı var gibi, İrem…” Cenk sırıtarak, gözlerini telefondan çekmeden kurmuştu bu cümleyi.
“Alnım bazen epey işe yarıyor,” dedim iğne dolu bir gülücükle ama bana bakmadığı için boşa gülüyormuşum gibi hissediyordum. Sinirlerimi tepeme zıplatan güzel suratlı sarışına gözlerimi kısarak bakmaya devam ettim. “Biri çok ve boş konuşacak olursa ve burnu güzelse, direkt alnımla burunlarını hedef alıyorum. İnanılmaz iyi hissettiriyor. Hem de artık güzel bir burunları olmuyor.”
Cenk kaşlarını kaldırırken gözlerini telefondan çekmeden mırıldandı. “Aşıların vardır umarım, sokak kedisi.”
“Ne diyorsun be sen?” diye homurdandım.
Gözleri hâlâ telefondayken, “Tırnaklarını da çıkardı, tetanos yaptırmak zorunda kalmayalım şimdi,” dedi rahat bir sesle. “İrem, sana yabani kedilerle arkadaşlık etme demiştim, şirin sarı bir muhabbet kuşu olduğunu unutuyorsun herhâlde.” Dudakları yukarı kıvrıldı. “Yanındaki seni yer.”
“Şey soracağım ya sana,” dedim ona doğru dönüp kollarımı göğsümde toplayarak. “Saçına röfleyi nerede yaptırdın?”
Cenk bir süre sakince telefon ekranına bakmaya devam etti, çenesini kasarak dilini ağzının içinde çevirirken gözleri yavaşça bana doğru çevrilerek havaya kalktı. Ela gözlerinde sinir bozucu bir kısıklık vardı, bana alttan alttan sinir bozucu bir bakış attı. “Ne dedin sen?”
“Lavin, ne yaptın…” Emir’in sesi beni durdurmadı, sinir bozucu çene kırığımla gülümsemeye devam ettim. Hayır, çenem kırık değildi.
“Röflen diyorum, nerede yaptırdın?”
Cenk tek kaşını kaldırdı, bir gözü daha da kısılırken bana alayla dolu ama özünde öfke barındıran bir bakış fırlattı. “Ben doğal sarışınım. Gözün de bozuk herhâlde?”
“Saçlarının uçlarında boya olduğuna o kadar eminim ki,” diye mırıldandım. “Sarışın olabilirsin ama saçlarının yarısı boya.”
“Bu benim doğal sarışın olduğum gerçeğini gölgelemez ama sen kâkül bile kestirsen koca bir alnın olduğu gerçeği değişmeyecek,” dedi Cenk bilmiş bir tavırla. “Bir gün bir uzay mekiğim olursa, senin alnından iyi bir park yeri bulamam herhâlde ona. Şu alına bak, Allah oturup yazgını yazmaya çalışsa mürekkep biter, diğer kullarınınkini yazamaz. İsrafsın.”
“Sen benimle ne biçim konu-”
“Susar mısın ya, kulaklarımı zedeliyor o çirkin sesin,” dedi Cenk. Gözlerini tekrar telefona çevirdi. “Görüş alanımdan çık, göz tansiyonum çıktı.”
“Bana bak!”
“Bakamam tatlım, tadımı kaçırırsın,” dedi Cenk sakince bana bakmadan. “Hadi kızım yaylan, görmek istemiyorum seni.”
“Nasıl konuşuyor bu herif benimle?” diye sordum Emir’e doğru dönerek. Herkes suspus olmuş ikimizi dinliyordu.
“Senin aksine harika bir akıcılık ve mükemmel ses tonumla konuşuyorum, carlama mahalle karısı gibi.” Gözlerini kısaca yüzüme dokundurdu. “İrem, zırıldak arkadaşını öteye götürür müsün, hava zaten kapalı, ışığımı da kesiyor şu an benim.”
“Abarttın, Cenk,” dedi Emir gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken. “Seni daha tanımıyor, ciddiye alıyor söylediklerini.”
“Ben ciddiyim de yalnız.”
“Oğlum tamam, şimdilik ciddi değil gibi yap, sana alışınca normal karşılar zaten…”
“Alışsın da kapımda mı yatsın, Emir? Yok valla, hiç uğraşamam.”
“Bu ne ego?” diye sordum. “Sinirlerimi zıplatma benim. Daha yeni tanışıyoruz diye sakin davranmaya çalışıyorum ama o saçlarından sallandırırım seni.”
“Kıskanma saçlarımı, kel,” dedi bana hoşnutsuz bir bakış atarak. “Alnında saç yok diye ağlıyorsun.”
“Ya tamam, sakinleşin!” İrem aramıza girerek ellerini omuzlarıma koyup bana gülümsedi. “Bakma sen buna, biraz böyledir işte.”
“Kartal geliyor,” dedi Berra ortamdaki soğuk hava dalgasını dağıtmak istiyormuş gibi. Gözlerimi omzumun üzerinden kaydırarak Berra’nın baktığı yöne çevirdim. Kartal, elinde bir kahve kutusuyla bize doğru geliyordu. Beni şaşırtan ilk ayrıntı, kutunun ucuna takılı olan pipetti, pipeti ağzından çekerken gözlerimiz birbiriyle buluştu.
“Pipet mi kullanıyor o?” diye sordu Emir dün olanlar hiç yaşanmamış gibi şaşkınlıkla.
“Birkaç saat önce derse yolladığım adam değil bu,” dedim şaşkın şaşkın onun bize doğru ilerleyişini izlerken. “Yok, olamaz.”
“E ne var bunda, pipet kullanamaz mı?” diye sordu Berra saf saf.
“Sen hiç havada ağzında pipetle uçan bir kartal gördün mü, Berra?” diye sordu Emir ciddi bir sesle. “Bu onu görmen kadar imkânsız.”
“Ben kartal da görmedim ki,” dedi Berra masum masum.
Emir yanaklarının içini şişirerek, “Kime ne anlatıyorum ben ya?” diye söylendi kendi kendine.
Kartal, kahve kutusunun ucuna takılı pipeti dudaklarının arasına alarak merdivenleri tırmanmaya başladı. Tam önümüzde durduğunda Cenk’in gözleri hâlâ telefonundaydı, diğerlerinin gözleri de benim gibi Kartal’a çevrilmiş durumdaydı.
“Pipetin güzelmiş,” dedim sakince.
Gözlerini devirdi, pipetinin içinden sıvıyı içine çekince yanaklarındaki çukurlar derinleşti. Solgun gri renkteki gökyüzü onun güneşi anımsatan altın tozu serpilmiş gözlerinin de rengine gölgeler örmüştü. Bakışları kısaca aramızdaki yabancılarda turladı ama aslında bu gruptaki yabancılar bizdik; bunu ikimiz de biliyorduk. Artık Emir de biliyordu.
Kartal’ın gözleri usulca Emir’e doğru kaydı, Emir’e bakarken pipetten gelen içeceği hızla ağzına çekerek yanaklarının gömülmesini sağladı. Gözlerinde sakin bir ifadeyle birkaç saniyesini Emir’in yüzüne yatırdıktan sonra bakışları yeniden beni buldu. Hiç hoşlanmadığı bir şeyi içiyormuş gibi görünüyordu.
“Bir şeyler yemeye gidelim mi?” Bu sorunun mimarı İrem’di, bakışlarımı ona çevirmeden Kartal’ı izlemeye devam ettim. “Hem Suphi ve Cenk’le tanışmış olursun, Kartal. Lavin az önce tanıştı.”
Kartal’ın yüzünde asılı duran gözlerim, İrem’in sorusuyla usulca Kartal’ın yüzünden ayrılarak İrem’e çevrildi. Onlara alışma düşüncesi bile benim için korkunçken, beni kendilerine katışlarını izlemek daha da dayanılmazdı. Kartal, İrem’e olan bakışlarımı hissetmiş gibi, “Bugün Lavin’le küçük bir işimiz var,” dedi, ardından gözlerini yüzüme sabitleyip sakin gözlerle beni izlemeye başladı. “Kuzen olmanın eksilerinden bir tanesi de her konuda benden yardım istemesi ve bunu onu asla geri çevirmeyeceğimi bildiğinden yapması.”
Bir an durup gerçekten bir şey yapıp yapmayacağımızı sorgulasam da Emir’in yüzünü saran, kimsenin seçemeyeceği kadar silik alaycı gülücüğü görür gibi olunca oynadığımız oyunun farkına vararak başımı salladım.
“Unutmamana sevindim. Normalde beni başından savmaya bayılırsın,” dedim iğneli bir sesle.
Altın rengi gözleri yüzümü eleğinden geçirdi, dudaklarına varlığını kanıtlayamayacağım ama var olduğuna yemin edebileceğim bir tebessüm dokundurdu. “Nankörlük ediyorsun,” dedi, sesi kuruydu ama gözleri canlı bakıyordu. “Her neyse, gitsek iyi olacak.”
Nereye gideceğimizi bilmesem ve Emir’le konuşmam gerektiğini düşündüğüm şeyler olsa da şu an buraya ait olmadığımı biliyordum. Kartal’a başımı sallayarak baktım. “Gidelim. Beni yine başından savarak gidip uyumazsın umarım.”
Dudaklarında belli belirsiz bir kıvrım gördüm, bir duygu pıhtısı…
“İlk uyuyan genelde sen oluyorsun, Lavin.”
Dudaklarım herhangi bir cümle için ıslanmadı, kupkuru dilimle ona baktım. Cenk’in bize bakmadan oturduğu yerden kalktığını fark ettiğimde bulunduğumuz ortamı terk etmek üzereydik, önce Cenk’in Suphi ve Emir’e doğru yürüdüğünü gördüm, ardından bakışlarımı uyuz sarışına çevirip hareketlerini izlemeye başladım. Cenk, kollarını Suphi’nin beline sardı. Ardından bana yandan iğneleyici bir bakış attı.
Kartal, etrafımızda insanlar olmasına aldırış etmeden belime dokundu ama bu dokunuş, insanların dışarıdan çıplak gözle baktıklarında yadırgayacakları türden bir dokunuş değildi; yine de tüm gözler bu kadar açıkken bu dokunuşun tenime bıraktıkları bir parça heyecandan ziyade biraz da huzursuzluktu. Cenk, Suphi’ye sarılmaya devam ederken omzunun üzerinden bize doğru baktı, bakışları hoşnutsuz bir şekilde bana dokundu, ardından Kartal’a çevrilen gözlerini kıstığını gördüm. Dudaklarında alaycı, ciddiyetten uzak bir gülümseme belirirken, “Hiç fena değilmiş,” dedi, bir an bu söylediği ona düz düz bakmama neden oldu ama Suphi’nin de gülerek Kartal’a baktığını görünce, Cenk’in sadece şaka yaptığını anlamam daha kolay bir hâl aldı.
Kartal cevap vermek yerine elini belime bastırarak, “Hadi gidelim,” dedi, başımı sallayarak onu onaylarken gözlerim Cenk’ten kopmuş, kısaca Emir’e ilişmişti ama Emir’in yüzünde görmeyi beklediğim ifade yoktu. Görmeyi beklediğim ifade biraz daha hayal kırıklığını içinde barındıran bir ifadeyken, Emir’in yüzünde her ne olursa olsun bana dost canlısı bakan, gözlerinde hâlâ beni seven bir ifade vardı.
Sırtımızı onlara dönerek amfiden uzaklaşmaya başladığımızda, “Ayılamadın sanırım, kahve içtiğine göre,” dedim. Ona bakmadan kurduğum bu cümle, benim aksime onun bana çevirdiği bakışlarının profilimde yoğunlaşmasına neden oldu. Durmadık, yürümeye devam ettik.
“Kutunun içinde kahve yok,” dedi sakin bir tonlamayla.
Kaşlarımı çattım. “Alkol falan mı var?”
“Hayır,” dedi, sesindeki normallik kaşlarımın çatılmasına neden olurken göz ucuyla ona baktım. “Yeşil çay.”
“Sen cidden yeşil çay içiyorsun, bu beni neden bu kadar şaşırttı?”
Dudaklarını öne uzatıp garip bir mimik sergiledi, ardından pipeti tekrar dudaklarına dokundurup kahve kutusunun içine doldurduğu yeşil çaydan bir yudum aldı. “Sakinleşmek için içiyorum.”
“Sakinleşmek için papatya çayı içilmiyor muydu? Hem neden sakinleşmek istiyorsun?”
“Emir’i tek yumrukla öldürmemek için,” dedi, sonra da kaşlarını çatarak bana baktı. “Cidden papatya çayı mıydı? Vay amına koyayım, bu yüzden mi sakin değilim ben?”
“Sakin kalmak için çaya başvuracağını söyleseler inanmazdım, hatta kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.” Ona içinde alay barındıran bir bakış attığımda bana gözlerini kısarak baktı. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk ama araca ilerlerken Kartal’ın elindeki karton kutuyu çöp kovasına nasıl basket attığını gördüğümde, nereye gittiğimizi sormak yerine onunla dalga geçmiştim.
Yol sonunda bizi olmamız gereken yere getirdi. Üzerimdeki sarı yağmurluğu bu sabah boğazlı siyah kazağımın üzerine giyerek evden çıkmıştım ama okula vardığımızda yağmurluğu araçta bırakmıştım. Şimdi o yağmurluğu giymenin zamanıydı çünkü dışarı çıktığım anda beni cadde boyu sürükleyebilecek kadar şiddetli bir yağmur yağıyordu. Sarı yağmurluğu giyip, bileğimin üzerinde biten çizmelerimin bağcıklarını bağladıktan sonra çizmeden sarkan kulağı kenara sıkıştırarak cipten indim. Dışarısı yağmurdan dolayı inanılmaz pusluydu, bu yüzden nerede olduğumuzu kavrayabilmem uzun sürmüştü. Zaten buraları pek bildiğim yoktu ama şu an bulunduğumuz sokak, daha önce birlikteyken girdiğimiz bir sokak değildi, bundan emindim. Yağmurluğun şapkasını kafama geçirip, ellerimi de büyük ceplere koyarak gözlerimi araçtan inen Kartal’a çevirdim.
“Neden buradayız? Bir işimiz mi var?” diye sordum, sesimi biraz yükseltmek zorunda kalmıştım çünkü yağan yağmur, kelimeleri önüne katarak kendisiyle birlikte toprağa gömüyordu.
Bir süre cevap vermeden karşımızda duran binaya baktı, o bunu yaparken ben gözlerimi etrafta gezdirmeye devam ediyordum. Çevrede herhangi bir araba ya da insan yoktu, sadece bizim içinden indiğimiz cip, bir kapısı açık hâlde yağmurun altında öylece duruyordu. Kartal’ın siyah saçları yağmurun hırpalayışlarıyla saniyeler içinde sırılsıklam olmuştu. Ellerini koyu lacivert kotunun ceplerine sokarak aracın önünde dolandı, ben de o sırada aracın kapısını kapatmıştım.
“Yunus Emre eskiden burada kalıyordu,” dedi. Beni arkasında bırakarak büyük, epey eski duran taş binaya doğru ilerlemeye başladı. Kafamı kaldırıp binayı görüş alanıma sokmaya çalıştım, tıpkı iğne taneleri gibi düşen yağmur damlaları görüş alanımı bulandırıyor olsa da binanın eskiliği gözle görülürdü. Pencereleri ve balkonları bana yurt dışında, eski ama tarihi değeri yüksek bir sokakta ilerliyormuşum ve oradaki evleri izliyormuşum gibi hissettirdi. Sokaktaki boşluk ve çevreyi saran tarihi binalardan anladığım kadarıyla buranın da o düşündüğüm yerlerden çok bir farkı yoktu.
“İstanbul’a geldiğinden beri bizimkilerle değil, burada kalmaya devam ediyormuş.”
Cümlesi bir an için bana inanılmaz derecede can yakıcı ve hüzünlü gelse de sakince Kartal’ı takip ettim; bu konu hakkında yapılacak bir yorum bulamıyordum. Yunus Emre, baştan aşağı deriyle değil de hüzünle kaplıymış gibi geliyordu bana.
Zaman, şiddetli bir yangın gibiydi. Zaman, belki de Yunus Emre’nin en büyük yanılgısı, en büyük cezalarından bir tanesiydi. Kartal derin bir nefes alarak, “Leyla’yla üç ay kadar bu evde yaşadılar,” diye fısıldadı.
Kartal’ın kurduğu bu üç cümle, suya damlayan mürekkep gibi içime damladığında, ruhumda sınırsız bir ağrının varlığını tetikleyerek onu yattığı uykudan uyandırmaya çalıştı. Cebimin içinde duran ellerimi yumruk yaparak tırnaklarımı avuçlarıma batırdım.
“Ondan sonra mı böyle oldu yoksa hep böyle miydi?”
“Ondan sonra,” dedi. “Önceleri de çok şen şakrak bir adam değildi ama bu kadar ifadesiz olduğunu da görmemiştim. Şimdi karşısında biri ölüyor olsa, kan kaybederek… O kişinin tüm kanı çekilene kadar gözünü bile kırpmadan öylece onu izler. İçi sızlamaz.”
“Bunu ona acısı vermiş,” dedim sessizce. “Acının verdiği bir şeyi bir insan geri alamaz, sadece acı bir gün çekip giderse o şeyi de ondan alıp götürür. Acısı hiç geçmiyor olmalı.”
“Onlar birbirlerini çok seviyorlardı. Sadece kısa bir an için bile olsa, onlara baktığım zaman hissettikleri şeyin ne kadar gerçek ve zor olduğunu anlayabiliyordum. Bu yüzden ne zaman Yunus’a baksam, o âşık suratındaki ifade beni hem korkutur hem de güldürürdü. Şimdi onun yüzüne baktığımda rengi solmuş bir tablo görüyorum.” Elleri ceplerinde derin bir nefes alarak binanın en üst katına baktı. “Artık dünyayı sadece gri görüyormuş gibi geliyor bana. Tüm renklerini kaybetti.”
İçimde ilerleyen huzursuz hisle yutkundum. Yağmur artık şapkamı aşarak yüzüme çarpıyor, yüzümde gözyaşlarına benzeyen damlalar oluşturarak o damlaları gözyaşları gibi yanaklarımdan kaydırıyordu. “Boğazındaki…” diye mırıldandım. “Minyatür bıçak dövmesinin sebebi bu mu?”
“Evet,” dedi. “Önce nefesini, sonra da sesini kesti.”
Yunus Emre’nin gözleri gözümün önüne çarmıha gerilmiş bir beden gibi gerilince gözlerimi yumup yağmur damlaların tenime bıraktığı dokunuşları hissetmeye çalıştım. Tek bir an olsun o acıdan uzaklaşmak, Yunus Emre’nin gözlerini hatırlamamak, yüreğinde taşıdığı o hissi anlamak istiyormuş gibi kalbimi zorlayıp durmamak istedim… Ama mümkün değildi. Belki bir insanın nasıl bir acı hissettiğini canınız o şekilde acımadan anlayamazdınız ama mutlaka o acının ağırlığını düşünmek bile sizi duraksatırdı.
“Çok suskun,” dediğimde Kartal başını salladı. “Bir gün kendine bir şey yapmasından hiç korkmuyor musunuz?”
“Hiç korkmuyorum,” dedi Kartal, bu beklenmedik cevabı beni duraksatırken ona garip garip baktım. Dudaklarında yarım yamalak bir gülümsemeyle bana baktı. “Yunus, kendine yapabileceği en büyük şeyi zaten yaptı. Kendini terk etti, kendini öylece bıraktı.”
Söyleyecek her şey ağzımın gerisine yıkılmış evler gibi devrildiğinde, sadece, “Neden buradayız?” diye sorabildim.
“Hep kendimi düşünüyor gibi görünüyor olabilirim,” dedi gözlerini binaya çevirirken. “Ama bu piçi de her zaman düşünmüşümdür. Bugün tüm o sikko Emir konusunu rafa kaldırıp, kardeşimle ilgilenme günü. İçimden bir ses, onu fazla yalnız bıraktığımı söylüyor.”
Fedakâr mıydı yoksa sadece kendini düşündüğü için mi sevdiği insanları koruyordu, orası muammaydı. Sanki öyle bencildi ki, sevdiği insanları korumasının tek sebebi, onları kaybedecek olursa canının yanacak olmasıydı. Belki de her insan özünde bencildi. Belki de birini korumamızın tek sebebi, onun bir daha var olmayacak olması değildi, onsuzluktan korkmaktı.
En değerli şeyini kaybeden her insan bilir, bir sonraki kayıp, yaşamdan uzaklaşan bir adım daha demektir.
“Hadi,” dedi Kartal aniden binaya doğru yürümeye başlayarak. “Gidip şu huysuzun canına okuyalım.”
“Nedense ağzımıza sıçıp bizi kapı dışarı edecekmiş gibi bir his var içimde,” diye söylendim Kartal’ı takip ederken.
“Çok doğru bir his. Ama karşısındaki Kartal Alaşan, bu ayrıntıyı atlama lütfen.”
“Sen lütfen mi dedin az önce?”
“Yürü, Bal Kabağı.”
Gözlerimi devirerek, “Emretme bana,” diye söylendim. “Tekrar lütfen demeni istiyorum. Şimdi.”
“He Lavin he,” dedi Kartal keyifli keyifli yürürken.
Adımlarımı hızlandırarak ona yetişmeye çalıştım. “Beklesene beni dangalak!”
“Dangalak mı?” Kartal, binanın pencereli ahşap kapısını yüzüme kapatarak beni dışarıda bırakırken gözlerini kıstı. “Lafını geri almazsan seni içeri almam, yağmurun altında köpek eniği gibi beklersin titreyerek. Özür dile benden. Çünkü benden daha mükemmeline rastlamadın.”
Dişlerimi öne doğru uzatıp sinir bozucu bir hareket yaptığımda yüzünü iğrentiyle buruşturdu. “Ben zaten senden mükemmeline her sabah aynada rastlıyorum.”
“Geçen sabah aynada o bal kabağı suratına bakarken arkandan geçmiştim, aynada yansımamı gördüğünden beri baktığın her yerde ben varım herhâlde? Ayrıca o surat da ne öyle, tipe bak…”
Kapıyı açmak için zorlarken ona kötü kötü baktım. “Aç şu kapıyı ya! Oyunun zamanı mı? Çocuk musun?”
“Bana çocuk musun diye sorana bak, az önceki surat ifadeni biri görseydi seni bir daha ciddiye almazdı, ergen seni.”
Apartman boşluğunda tanıdık bir ses yankılandığında, bu sesin sahibinin Yunus Emre olduğunu biliyordum.
“Kavgayı kesin de yukarı gelin, 3/B sınıfının Safinaz’ı ve hiperaktif geri zekâlısı. İndirmeyin beni aşağıya.”
Gözlerimi içeri dikerek binanın içini görmeye çalıştım. Kartal kafasını kaldırıp apartman boşluğuna bakarken güldü. “Sana Safinaz dedi.”
“Sana da geri zekâlı dedi.”
“Çocuk gibi bağırıp durmayın orada,” dediğini duydum Yunus Emre’nin, kapı yüzüme kapanmış olsa da sesleri net bir biçimde duyabiliyordum. Camla kaplı pencereye sertçe vurarak kaşlarımı çattım.
“Tamam, gir hadi. Acıdım sana.” Kartal beklenmedik bir şekilde eğlenceli yanından kalkmış gibiydi bugün, belki de yeşil çay etki etmişti, bilmiyordum. Acaba bundan sonra ona sık sık bitki çayı mı içirmeye başlamalıydım? Bu Kartal, diğer Kartal’dan daha çekilir bir adam gibiydi ama bunun da ağzının ortasına bir yumruk atmak istemiyorum desem yalan olurdu.
“Sen bu yeşil çayı yol yakınken bırak bence,” diyerek içeri girip onun yanından geçerek merdivenleri tırmanmaya başladım. “Daha dün gece Emir yüzünden küplere biniyordun, şimdi çocuk gibi oyun peşindesin.”
Arkamdan ilerlerken bir şey söylemedi. Aslında içten içe hâlâ bu olay yüzünden kafasının hıncahınç dolu olduğunu biliyordum. Muhtemelen bir çıkış, en az hasarla bu olaydan kurtulmanın bir yolunu arıyordu ama bunu bana belli etmeden, beni huzursuz etmeden yapmaya çalışıyordu. Aslında insanları her zaman için sessizlik huzursuz ederdi; bağırılıp çağırılan ortamda duygular daha rahat akıyorken, sessizlik insanı kuru bir ağaca çeviriyordu.
Merdivenler dönemeçli, basamaklar dar ve eski bir mermerden yapılmıştı. Döne döne yukarı kıvrılan merdivenlerin boşluğundan yukarı doğru baktığımda, en üst katın merdivenlerinin bitiş noktasındaki korkuluğa kollarını koymuş, kafasını aşağı eğerek bizi izleyen Yunus Emre’yi gördüm. Saçları uykudan yeni uyanmış gibi dağınıktı, üzerinde düğmeleri karnına kadar açık duran desenli, kamuflaj yeşili bir gömlek vardı, altında ne olduğunu seçememiştim ama büyük ihtimalle siyah bir kot ya da siyah bir eşofman olmalıydı. Eğilerek baktığından dolayı boynundan sarkan kolyenin zincirinin parıltısını görebiliyordum ama kolyenin ucundaki sembolün ne olduğunu anlayamamıştım.
“Siz gittiğiniz yere kaosu da mı götürüyorsunuz?” diye sordu Yunus Emre en üst kattan, sesi bina boşluğuna dağılarak yankı uyandırdı.
“Ben gittiğim yere sadece güzellikler götürürüm,” dedi Kartal. “Ama Safinaz’ı bilemeyeceğim.”
Yunus Emre yüzünü buruşturup, dirseklerinden birini korkuluktan çekerek saçlarını karıştırdı. “Kartal, hiç havamda değilim. Yine ne oldu?”
“Bir şey olduğu yok.” Son katı tırmanırken Kartal’ın avucunu belimde hissettim. Beni yukarı doğru iterek adımlarımın hızlanmasını sağladı. “Seksen yaşındaki romatizmalı teyzelerden daha ağır hareket ediyorsun, hızlan.”
“Ne itip kakıyorsun beni be?” diye söylendim öfkeyle, dirseğimi geriye doğru atarak neresine vurduğumu bile saptayamadan sertçe ona geçirdim.
Huysuz bir homurtu çıkardı ama dirseğimle indirdiğim darbe çok da canını yakmamış olacak ki sadece, “Kıpırdanıp durma, kurt mu var sende?” diye sordu.
“Ya bir sus, sus be!” diye bağırdım, sesim apartman boşluğuna dağılarak yankı uyardığında, Yunus Emre’nin homurtu çıkardığını duydum ama umursamadan dönüp Kartal’a baktım. İki basamak altımda duruyordu, bu yüzden şimdi onunla aynı boydaydık. Altın gibi parlayan gözlerine dik dik bakarak, “Sen pek bir alıştın bana giydirmeye, kafayı bir koyarım, geriye doğru devrilir, yuvarlana yuvarlana geldiğin yere geri dönersin,” dedim sinirle. “Afkurup durma.”
“Karadenizli olan benim, ne bu beni taklit etmeler?” diye sordu. “Havlamakmış, sen benim kadar güzel havlayan bir köpek mi gördün?”
“Tam karşımda duruyor işte, nasıl da kabul ediyorsun.”
“Ne bu hayvanlar üzerinden hakaret ettiğini sanmalar sizde ya? Hayvandakinin yarısı kadar zekânız mı var acaba?” diye sordu Yunus Emre. “Çocuk gibi bağırıp duracağınıza yürüyün artık yukarı. Binayı ayağa kaldırdınız. Polis çağırırım.”
“Senin yüzünden hep,” dedi Kartal yüzünü yüzüme yaklaştırarak. Nefesi yüzüme dökülünce hatırlanan anların yükü dudaklarıma bindi.
“Nereden benim yüzümdenmiş be,” diyerek sırtımı ona dönerken. “Bıdı bıdı, bir susmadın.”
“Söylenme hiç.”
“Karadenizliyim ben,” diye taklit ettim onu sesimi kalınlaştırarak. “Karadenizli olduğunu o düzgün burnun biliyor mu senin?”
“Ne alaka burunla?” diye sordu arkamda merdivenleri tırmanmaya devam ederken.
“Niye burnun güzel?” diye homurdandım.
“Niye alnın geniş?” diye karşılık alınca gözlerimi devirdim. “Ayrıca neden bu seksen iki katlı binaya bir asansör yaptırmıyorlar lan?”
“Sence bu bina asansörü kaldırır mı? Oldukça eski, hem havasını da kaybeder,” dedim.
“Doğru dedin.”
Yunus Emre’nin kaldığı ev, stüdyo tipi bir daireye benziyordu. Çok lüks değildi, içerisi de tıpkı binanın dışı gibi dizayn edilmişti. Salon ve mutfak birbirine bağlıydı, tam ortalarında binanın dışını saran gri tuğla taşlarından yapılmış kalın bir sütun vardı. Mutfak ile salonun birleşim noktalarında bir bar tezgâhı, tezgâhın etrafında koyu gri demirden yüksek sandalyeler vardı. Büyük ihtimalle Yunus Emre yemeğini burada yiyor, içkisini ya da herhangi bir içeceği burada içiyordu. Gri MacBook’u tezgâhın üzerinde açık şekilde duruyordu, MacBook’da Spotify açıktı ve hoş, yabancı bir şarkı çalıyordu. İçerisi dışarıda yağmur yağdığı için koyu gri rengindeydi, tıpkı gökyüzünden rengini alan ortam gibi geniş, yatak olarak da kullanılabilecek büyüklükteki L koltuğu da gri renkteydi.
L koltuğun üzerinde birkaç kırlent vardı, hemen koltuğun önünde kısa, yere yakın siyah bir sehpa, sehpanın üzerinde bir kül tablası, kül tablasının yanında da açık duran, içinde üç dal sigara kalmış metal bir sigara tabakası, hemen onun hizasında bir viski matarası vardı. Koltuğun çaprazındaki büyük, etrafında taştan varakları olan pencere, sokağı gösteriyordu. Yunus Emre, büyük koltuğa yayılarak oturup, koltuğun kenarına sıkışmış rubik küpünü alıp çevirmeye başladı.
“Hayırdır?” diye sordu gözleri Kartal’dayken, parmakları ise devamlı çalışarak küpü çeviriyor, renkleri birbirine karıştırıyordu. “Emir konusuyla ilgili yapmam gereken bir şey mi var?”
Emir konusunu bilmesi beni şaşırtmıştı ama bozuntuya vermedim. Kartal zaten bunu bildiğini biliyormuş gibi rahatça başını iki yana sallayarak, “Yok, sıkıldım sadece,” dedi. Gözleri kül tablasına çevirdi. “Sigara mı içiyorsun?”
Yunus Emre dişlerinin arasında ölümü çiğniyormuş da bunu bize göstermek istemiyormuş gibi birbirine sıkıca bastırdığı dudaklarını aralamadan hafifçe tebessüm etti. “Hayrola, beni cezalandıracak mısın sigara içtiğim için? Bu soruyu bana en son babam sormuştu, orta ikiye falan gidiyordum.”
Kartal buna gülmedi. Sakin bir şekilde pencereye doğru yürüyüp gözlerini sokakta gezdirirken, “Neden bizimkilerin yanında değilsin?” diye sordu.
“Her an yapışık ikizler gibi onlarla gezecek değilim. Sibelay ve Neslihan kendi hâllerindeler, Burak ve Sahra zaten baş başa kalabilmek için her şeyi yaparlar. Bana ihtiyaç duyulmadığı sürece fazlalık yapmayı sevmediğimi bilmiyor musun?”
Kartal’ın anlık öfkeyle kabaran omuzlarını izledim, bu esnada Yunus Emre gözlerini rubik küpüne indirmişti.
“Senin kimseye fazlalık yaptığın yok, aksine olmadığın yerde büyük bir eksiklik oluyor,” dedi Kartal, ilk kez böyle açıkça konuşuyormuş gibi hissetsem de aslında durum böyle değildi, Kartal kartlarını açık oynamaktan çekinmeyen bir adamdı. Bu bir bakıma iyi olsa da bazen beni aşırı huzursuz ediyordu.
“Rüyanda beni mi gördün?” diye sordu Yunus Emre alayla. Kartal burnundan sert bir nefes vererek güldü. Kollarını kaldırdı, ellerini pencerenin kenarlarına bastırarak derin, zarif bedenini dalgalandıran bir nefes aldı.
“Vakit geçirmeye geldim,” dedi sesine alayı katarak. “Burak’ı arayıp kafaları çekmeye gidebilirdim ama sonra Sahra ile ilgili olan sorunlarını anlatacağını bilmek isteğimi kırdı. Ben de senin yanına geldim.”
Yunus Emre buna cevap vermek yerine gözlerini bana çevirip yüzüme baktı, birkaç saniye süren bakışmamızın sonunda çenesiyle yanındaki boşluğu işaret etti. “Otursana, neden ayakta duruyorsun?”
“Burada olmamızdan pek hoşnut değilmişsin gibi hissettiğimden olabilir,” dediğimde, Yunus Emre kaşlarını alayla çattı.
“Çocuk gibi kavga etmediğiniz sürece sıkıntı yok. Madem vakit geçirmek istiyorsunuz, bana uyar. Yapılmayı bekleyen bin parçalık bir puzzle setim var.”
Kartal, aniden bize doğru dönerek, “Oğlum hayır ya!” diye isyan etti. “Bak beni şuraya geldiğime pişman etme, Yunus. Sevmiyorum ben puzzle yapmayı.”
“Hiç çocuk gibi söylenme,” dedi Yunus Emre, işte şimdi sesinde keyif vardı. Gözlerini bana çevirip, ilk kez bana karşı daha aydınlık bir ifadeyle sordu. “Puzzle yapmayı sever misin?”
“Yani,” dedim omuz silkerek. “En son ne zaman yaptım hatırlamıyorum ama yaptığım zamanlar seviyordum.”
“Bekleyin,” diyerek koltuktan kalktı, evde bir başka oda var mıydı emin değildim ama Yunus Emre dar bir araya girip gözden kaybolduğunda, evin bir diğer odası olduğunu anladım. Muhtemelen orası yatak odasıydı, sandığımın aksine Yunus Emre koltukta uyumuyordu belki de. Yine de bir yanım, o yatağın ona kâbustaymış gibi hissettirdiğini söylüyordu. Bence ne olursa olsun asla yatakta değil, bu koltukta geceleri sabaha çeviriyordu.
Kartal, “Kızım neden severim diyorsun?” diye sordu homurdanır gibi. Ona boş boş baktım. “Şimdi bu herif sabaha kadar puzzle yaptıracak bize. Mutlu musun?”
“Dürüst oldum. Hem ne var bu kadar korkacak?”
“Ne korkması?” Kartal bana duyduklarına inanamıyormuş gibi baktı. “Ben mi korkuyormuşum?”
“Puzzle yapmaktan, canavardan korkan bir çocuk gibi korkuyorsun,” diye alay ettim. “İstemiyorsan sen yapmazsın, ben yapacağım.”
“Gerçek zekâ, bu tür oyunlara ihtiyaç duymaz,” dedi böbürlenerek, ardından gri koltuğa oturup kolunu koltuğun sırtına koyarak rahatça yayıldı. Üzerimdeki yağmurluğu çıkarıp köşedeki yüksek sandalyelerden birinin sırtına astıktan sonra gözlerimi evin gri tuğladan örülme duvarlarında gezdirmeye başladım. Duvarlarda soğuk tonların kullanıldığı, geneli gri ve beyaz tonlarda olan birkaç tablo asılıydı. Pencerenin karşısındaki duvarda ahşap bir kitaplık vardı ve bu kitaplık duvara monte edilmiş şekilde havada duruyordu. Kitaplık üç raftan oluşuyordu ve raflardan bir tanesi klasiklerle doluyken, diğer rafta yalnızca şiir kitapları vardı. Bir raf tamamen boştu, o raftaki yüzüstü koyulmuş çerçeve dikkatimi çekmişti. Çerçevenin neden kapalı durduğunu düşündüğüm sırada Yunus Emre elinde büyük bir puzzle setiyle geri geldi.
“O botlarınızı çıkarın,” dedi Yunus Emre puzzle setini koltuğa koyup, koltuğun kenarındaki boşluktan peluş bir battaniye çıkarırken. Peluş battaniyeyi yere serdi, ardından biraz evvel koltuğa bıraktığı puzzle setini alıp battaniyenin üzerine bağdaş kurarak oturdu. “Sizi susturmanın en iyi yolu bu. Bununla uğraşırken çene de çalmazsınız.”
“Muhteşem yol,” diye homurdandı Kartal oturduğu yerden kalkmadan gözlerini Yunus Emre’ye dikerek. “Sanatsal bir şekilde nasıl susturabilirim isimli doktoranı bitirdiysen ben gitmeyi düşünüyorum.”
Ayağımdaki botları çıkarırken Kartal’ı duymuyormuş gibi yaptım. Bağdaş kurup tam karşısına oturduğumda, setin ahşap kutusunu saran streç filmi tırnağıyla yarıp yavaşça ayırdı, streci çıkardıktan sonra ahşap kutuyu yavaşça açtı. Kutunun içinde yüzlerce parça, birbirine kaynayarak birleşmeyi ve bir bütünü oluşturmayı bekliyordu. Yunus Emre parçaları ortamıza döktüğünde, dökülen parçalardan koca bir dağ oluştu. Kutunun dibinden parçaların birleştiğinde ortaya koyacağı resmin büyük bir çıktısı vardı. Gözlerimi resme çevirdim, bu resim sarıya yakın kırık beyaz renginde, büyük, yanan bir muma aitti ve muma sırtını yaslamış bir kadın silüeti görünüyordu. Mum o kadar büyüktü ki, kadın mumun yarısı kadardı ve tıpkı bir duvara yaslanmış gibi muma yaslanmış, öylece boşluğu izliyordu.
Dışarıda yağan yağmurun sesi, gökyüzünü sarmış bulutlar bu evin tavanına aitmiş de yağmur damlaları üzerimize devriliyormuş gibi yakından geliyordu. Yunus Emre şakaklarını ovdu, ardından ortada küçük bir boşluk oluşturup, “Tam ortadan, yani kalpten başlarsak daha kolay sonuca varırız,” dedi. Eline bir parça aldı, sonra o parçayı beğenmedi ve parçayı kenara atarak ellerini parçalarda gezdirmeye başladı.
“Eline geçen bir parçayla başla işte,” diye söylendi Kartal huysuz bir sesle, bu esnada botlarının bağcıklarını çözüyordu. Yunus Emre parçaları bir bir eline alıp eleyerek geri atarken bir süre Kartal’a cevap vermedi.
En sonunda Kartal gelip yanımıza oturduğunda, Yunus Emre, “Senin asıl problemin bu,” dedi sakin sesiyle. Eline bir parça daha aldı, dudakları yukarı kıvrıldı. Bu parça dört yanından da birleşebilecek çıkıntılara sahip bir parçaydı. Mumun yüzeyini oluşturan parçalardan bir tanesiydi ve kadının omzu da bu parçaya dâhil olmuştu. “Her zaman kalbini düşünmeden yola çıkıyorsun, oyuna kalpten başlamadığın için ileride kalbin sana hep bir kazık atıyor.” Parçayı boşluğun ortasına koyup, parmak ucuyla parçanın ortasına vurdu. “Oysa en başından kalbini ortaya koyup, oyunu onunla başlatsan, sonu hep görürsün.”
Kartal buna herhangi bir cevap vermedi. Bir süredir beni devamlı olarak takip eden o huzursuzluk hissi susmuş, zihnim içindekileri tükettiğini bilmenin verdiği yorgunlukla kendini düşüncelere kapatmıştı. Parmaklarım parçalardan birine uzandığında, elime aldığım ilk parçayı kaldırıp gözlerimi parçanın yüzeyinde dolaştırdım.
“Sanırım bu da diğer parça olsa gerek,” dedim sessizce. Parçayı bir süre izledim, sonra Yunus Emre’ye uzatarak, “Bu olabilir mi?” diye sordum, gözlerimiz buluştuğunda bana garip, bir an için alaycı olduğunu düşündüğüm ama sonra bunun öyle olmadığını anladığım bir gülümsemeyle baktı.
“Doğru seçim.” Parçayı elimden aldı, az önce yere koyduğu diğer parçaya taktı ve parçalar kusursuzca birbirlerine kaynayarak ilk şekli oluşturdu. “Şimdi kalp, kaburgasına kavuştu,” dedi gözlerini birleşmiş parçalara çevirerek. “Artık daha sağlam ilerlenebilir.”
Kartal sehpanın üzerindeki sigara tabakasındaki son üç sigaradan bir tanesini çekip çıkardı, avucunun içine doğru tuttuğu sigarayı parmak uçlarında hareket ettirerek yukarı çekti, dudaklarının arasına yerleştirip gözlerini puzzle parçalarına indirdi. Sigarasını yaktı, ardından parmaklarının arasına aldığı parçalardan birini Yunus Emre ile birlikte birleştirdiğimiz parçalara takmaya çalıştı ama başarısız olunca gözlerine giren sigara dumanlarından korunmak adına gözlerini kısarak kısık sesli bir küfür savurdu.
“Sen daha kendi kalbinin yerini bilmeyen bir adamsın,” dedi Yunus Emre şakayla karışık iğneleyerek. “Puzzle parçalarını birleştirme konusunda iyi olmanı bekleyen yok o yüzden.”
“Alt tarafı bir puzzle,” dedi Kartal, sanki bugün Yunus Emre’nin söylediği hiçbir şeyi duymuyormuş gibi davranıyordu. Oysa duyuyordu. Yunus Emre bir parça daha buldu, bir süre parçayı izledi. Kartal, “Bu şekilde sıraya göre ilerlerseniz bu şeyi anca beş gün sonra bitiririz,” dedi sabrının son demlerindeymiş gibi hafif gürleştirdiği sesiyle.
“Bir insan elindeki her şeyi ne zaman kaybeder, biliyor musun, Kartal?” Yunus Emre’nin sorusu ortamda kısa bir sessizlik doğurdu. “Başardığına inandığında.”
Sessizlik. Ve o sessizliğin içinde Kartal’ın anlamlı bakışları… Öyle bir bakmıştı ki kelimelere ihtiyacı olmadığını anlamıştım.
Yunus Emre parçaları ararken olaya tamamen adapte olmuş gibiydi, arada sırada konuşsa da genelde sessizce parçaları karıştırıp, bulduğu uyabilecek parçaları oluşturduğumuz kalp ve kaburgaya bastırıyor, kalp ve kaburga parçaları kabul etmeyince Yunus Emre yeni bir arayışa başlıyordu.
“Lavin,” dedi Yunus Emre, dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmura çevirdiğim gözlerimi yeniden Yunus Emre’ye kaydırdım. “Hobilerin var mı? Benimle oturup puzzle parçası bulmaya çalışırken pek sıkılmış gibi görünmüyorsun. Merak ettim, en az benim kadar sıkıcı biri misin yoksa?”
Hafif bir ses çıkararak güldüm. Parçalardan birini Yunus Emre’ye uzatırken, “Hobilerim yalnızken yapılacak türden şeyler,” dedim. “Sanırım biraz asosyalim.” Yunus Emre ilk kez dişlerini göstererek güldüğünde, burun kanatları genişlemiş, zayıf yüzündeki derin çizgiler belirginleşmişti.
“Benim gibisin yani,” dedi. Parçayı kolayca diğer parçalarla birleştirince, “Vay be, doğru parçaymış,” diye mırıldandı. “İyi gözlemcisin, bence bu herife ihtiyaç duymadan bitiririz biz bunu.”
Gözlerim Kartal’a kaydı, parçalarla uğraşmayı bırakmış, parmaklarının arasında tuttuğu sigaranın külü neredeyse yere devrilecek gibi uzamışken öylece arkadaşını izliyordu. Sanırım Kartal uzun zamandan sonra ilk defa Yunus Emre’yi gülümserken görüyordu. Elimde olmadan Kartal’a bakarken gülümsedim, o bunu görmedi; gözleri arkadaşındaydı. Ellerimi yüksek bir dağ oluşturmuş parçaların içine sokarak uygun bir puzzle parçası aramaya başladım. Dışarıdan bakılınca çok durgun bir aktivite gibi görünse de benim için gece kulübünde kafan güzelken dans etmekten daha eğlenceliydi.
“Yunus Emre,” dedim birden elime gelen bir parçayla heyecanlanarak. “Bu olur mu? Bu şuraya uyar sanki?” Parmağımla işaret ettiğim boşluğa bakarken diğer elimde tuttuğum parçayı sallıyordum.
“Ver bir bakalım,” diyerek parçayı elimden aldı, parça bahsettiğim yere tekken ikiye ayrılmış kemik gibi birden oturarak kaynadığında, “İşte bu be!” dedi Yunus Emre heyecanla. Ellerini kaldırıp bana doğru uzattı, ben de ellerimi kaldırdım ve avuçlarımızı yakacak bir onluk çaktık.
“Neden Beşiktaş gol atınca heyecanlandığım gibi heyecanlandığınızı inanın anlamıyorum şu an,” dedi Kartal sigarayı kül tablasına bastırırken. Avuç içlerim hâlâ yanarken artık kendimi tamamen olaya kaptırmıştım. Sanki bir düğümü çözmüşüz gibi neredeyse yirmi dakikada yaklaşık yirmi parçayı yerli yerine oturtmayı başarmıştık.
Bir süre sonra Kartal da bize katıldı ama o kadar çok beceremiyordu ki, sonunda cinnetin eşiğine gelip yerden kalkarak koltuğa uzandı. Bacaklarını koltuğun sırtına uzatarak sigara içerken puzzle parçalarına sövüp sayıyor, gözlerini devire devire bizi izliyordu ama Yunus Emre ve ben hâlimizden o kadar memnunduk ki artık zamanı saymayı bırakmış, hangimiz yeni parçayı bulacak heyecanıyla durmadan parçaların içinde kayboluyorduk.
Saat kaç olmuştu bilmiyordum ama akşamın karanlığı gökyüzüne serilmeye başlamış, zaten gri olan gökyüzü iyice kararıp içinde olduğumuz evin duvarlarına kasveti örtmüştü. Heyecanlı heyecanlı konuşarak parçaları bulmak, onları yerli yerine koymak terapi gibiydi. Yunus Emre’yle oturup bu şekilde iletişim hâlinde olarak eğlenebileceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi fakat Yunus Emre, kabuğunun çok ötesinde bir insandı. Acıları onu var etmişti, acıları onu yok etmişti; acıları onu zamanın çok ötesine götürmüş, geçmişin içine gömmüş, gelecekten silmişti.
“Bana pek ihtiyaç kalmadı sanırım, gideyim isterseniz,” dedi Kartal, bir süredir içine girdiğim oyundan Kartal’ın sesiyle dışarı çıkabildiğimde kafamı kaldırıp ona baktım. Puzzle neredeyse tamamlanmak üzereydi, son yirmi, belki de otuz parça kalmıştı. Yüzlerce parçayı yerli yerine oturturken Yunus Emre ile ilgili bir şeyler öğrenmeyi beklemiyordum ama sevdiğimiz gruplardan, sevdiğimiz şairlere kadar konuşmuştuk ve bunları olayın farkında olmadan yapmıştık.
Yunus Emre, “Gitmeden bir yemek söyle de öyle git,” dedi. “Açlıktan karnım mideme yapıştı.”
“Ben de acıktım,” dedim gözlerimi Kartal’a dikerek.
“Beni görünce mi aklınıza açlığınız geldi sizin?” Kartal söylenerek telefonuna uzandı. “Ne yiyeceksiniz?”
“Kızarmış tavuk topları,” dedi Yunus Emre parçalardan birini parmaklarında çevirerek oynarken. Gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi Yunus Emre’ye baktım. “Ne oldu?” diye sordu. “İstersen pizza da olur, sıkıntı yok.”
“Yok, tavuk!” dedim heyecanla, sonra bu heyecanımdan utanarak gözlerimi birleştirdiğimiz puzzle parçalarına indirdim. “Yani iyidir tavuk…”
Kartal’ın gözlerini devirdiğini görmesem de burnundan verdiği o sitem dolu nefesten anlayabilmiştim. “Siz gerçekten fakir mideli insanlarsınız,” diye söylendi. “Size tavuk topları, kendime de kocaman köftesi ekmeğinden sarkan bir hamburger söylesem iyi olacak.”
Sipariş ettiğimiz yemekler çok geçmeden gelmiş, sehpanın üzerine yaydığımız yiyecekleri sehpanın etrafına akbaba gibi toplanarak yemiştik. Yunus Emre kalan puzzle parçalarını toplayıp kutuya doldururken, birleştirdiğimiz parçaları bozmadan tezgâha koymuştu. Bir süre aralarında geçen konuşmaya katılmadım, konuşmanın odak noktası Emir’di, Emir’in bildikleriyle alakalı konuşup ortamın gerginliğini yeniden tazelemişlerdi.
Sonunda dipsiz karanlık, şehrin başının üzerinde matem yüklü bir şapka gibi asılı duruyordu. Yunus Emre pencerenin korkuluklarına yaslanmış sigara içiyordu. İlk kez bugün bana gülümsemiş olmasının getirdiği bir cesaretle midir bilinmez, hemen yanına gidip, pencerenin korkuluklarına yaslanarak omzumun üzerinden ona baktım. Yüzü buz gibiydi, gözlerini belli aralıklarla yumup geri açmasa onun yaşadığına inanmak çok zor olurdu. Sadece nefes alan, sadece gözlerini kırpan, sadece yaşadığı düşünülen bir ölü gibiydi. Onu izlediğimi fark ettiğinde bakışları büyük bir ağırlıkla gözlerime dokundu.
Göz kırparak, “Bir sorun mu var?” diye sordu.
Kartal’ın bakışlarının uzağında olmanın rahatlığıyla, “Gülümseyebiliyormuşsun,” dedim.
Burnundan sert bir nefes vererek ağzını açmadan gülerken gözlerini tekrar karanlık geceye çevirdi. “Uzun zaman oldu.”
Arkada aniden melodisi duyulan şarkıyla yutkundum. Leyla The Band, Yokluğunda…
“Yine de gülümsediğini görebilmek güzel.” Gözlerimi sokağa çevirdim. “Ne kadar dişlerin dökülecekmiş gibi dursa da.”
“Her güldüğümde ağzıma bir yumruk yesem, daha az acırdı.” Gözlerini yüksek binanın dibindeki zemine indirdi, zeminde belli aralıklarla oluşmuş su birikintileri vardı, su birikintilerine sokak lambalarının ışıkları yansıyordu.
“Kaybet bu öfkeni,
İçinde sakladığın.
Terk et o derdini,
Benden almadığın.
Sabret, sonu aynı değil,
Söylüyorum.
Dinle,
Rüyaların her gün aynı olmayacak.”
“Senin gülümsemen için birçok insanın ağzını yumruklardı, eminim,” dediğimde gözlerinin yeniden bana dokunduğunu hissettim ama acıyı hasat eden gözlerinin bende bırakacağı hasara hazır hissetmediğimden ona bakamadım.
“Kafamın içinde dağ gibi bir kalabalık var.” Bir süre bekledi. Doğru kelimeleri aradı belki de. “Yangınlar çıkardı içimde. Bu evi yakarak gitti. Yangın çıkışlarını bile ateşe verdi. Şimdi ne zaman İstanbul’a gelsem, İstanbul’daki bütün yangın çıkışları yanıyor, İstanbul yanıyor, bir bu evi kül edemiyor.”
Yine sustu, bu kez suskunluğu çok daha uzun sürdü. Yeniden konuşacağını anladığımda duyacaklarıma hazır mıydım işte bunu bilmiyordum.
“Burada kalmak çok zor.” Sigarasının külü sokağa döküldü, gözlerini kaldırıp gökyüzünde belli belirsiz yanmaya başlamış, bulutların aralarından kendini göstermiş yıldızlara baktı. “Buradan gitmek daha zor.”
“Şimdi vazgeçersen,
Geriye döneceksin.
Gitme!
Kaybedince daha çok seveceksin.”
“O yok,” dedi, bir elini yavaşça kaldırıp işaret parmağını soluk boşluğundaki küçük bıçak dövmesine bastırdı. “Ben dört kişilik bir masada, dört kişilik yalnızlığı, her ayın dördünde, günde dört kez yanarak yaşıyorum. Şimdi söylesene, dört ömür verseler bana, dördünde de aynı adam olmak için, bir kadını içimde yerle bir ederek sevmeye devam edecek olmama kim engel olabilir?”
Dudaklarını ağzının içine çekerek yavaşça mırıldandı.
“O yok.”
“Biliyorum, hiçbir anlamı yok.
Yokluğunda, yokluğunda, yokluğunda…”
“Ya böyle olman şu an en çok onu mahvediyorsa, Yunus Emre?”
“Yunus diyebilirsin,” dedi, parmağını bıçak dövmesinden ayırdı, sigarayı tutan parmaklarına baktı. “Madem en çok onu mahvediyor, neden dönüp gelmiyor?”
“Ama o…”
“O yok,” dedi başını sallayarak, gözleri hâlâ ellerindeydi. “Ben de en fazla bu kadar olabiliyorum.”
Son söylediği cümle, içimi yerle bir edebilecek kadar ağırdı. Ona öylece bakakaldığımı fark etmemi sağlayan omzunun üzerinden bana bakması oldu. Gözlerinde yaş gibi parlayan ışıltıları gördüğümde yutkunamadığımı hissettim. Yavaşça omuz silkip, dünyanın en kederli gülümsemesini bana bahşetti.
“Sen varsın,” diyebildim, gözlerimin yanması geçsin istiyordum.
“Ben ondan geriye kalanım.”
“Yunus…”
Burnundan sert bir nefes vererek omzunun üzerinden arkasına dönüp baktı. “Şu herifin ilk kez huzurla gözünü kapatabildiğini görüyorum,” deyince bir an söylediği şeye anlam veremedim, arkamı dönüp onun baktığı yere baktım. Kartal, koltukta uyuyakalmıştı. Bir kolunu yüzüne örtmüştü, bacaklarından bir tanesi koltuktan aşağı sarkmıştı, ayağı yere basıyordu. Göğsünün hafifçe yukarı kalkıp indiği ânı izlerken boğazımı yakan yaşları yutuyormuşum gibi acıyla yutkundum. “Bunu ondan alma, olur mu?”
“Nasıl yani?” diye sordum kısık sesle.
“Ona verdiğin uykuları, ondan geri alma.”
Yunus’un bu cümlesiyle beraber konuşmamızın burada sona erdiğini fark ettim. Yanlış düşünmediğimi, söndürdüğü sigarayı pencereden aşağıya atıp odanın içinde bir hayalet gibi ilerleyerek gözden kaybolduğunda anladım. Bir süre kalçam pencerenin duvarına yaslı şekilde Yunus’un arkasından baktım, ardından orada öylece uykuya dalmış Kartal’ı izledim.
Canım Bal, hatırlıyor musun? O gece sana kanatları yakılmış, tek gözü kör bir melek emanet etmiştim.
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. Pencereden ayrılarak koltuğa yöneldim, koltuğun ucuna oturup onun terli saçlarına dokundum. Gözlerimi yumdum.
“Lavin,” diye fısıldadı, sesi uykuluydu, sayıklama gibiydi. Gözlerimi kapatmamın üzerinden onlarca yıl geçmiş gibi geri aralayıp ona baktım, kolu hâlâ gözlerinin üzerinde duruyordu, uyuyordu. Uykusunda adımı mı sayıklıyordu? Parmaklarımı saç diplerine bastırıp ağır ağır masaj yaparken yeniden ismimi mırıldanması ayaklarımın önüne düşen yıldırım gibiydi. “Lavin.”
“Buradayım.” Saçlarını geriye yatırarak okşadım. “Uyumaya devam et.”
“Buradasın,” dedi uykusunun arasından.
Kolunu kaldırıp, yarattığım o küçük boşluktan kafamı sokarak üzerine uzandım, bacaklarım bacaklarının arasına girmişti. Ne zamandan beri bu denli yakındık ki biz? Bilmiyordum. Yanağımı sıcak göğsüne yasladım, bilmemek umurumda değildi, hissediyordum.
“Buradayım,” dedim gözlerimi yavaşça yumarken.
“Bir Şeyim,” dediğini duydum. Dudaklarım yukarı kıvrıldı. Yağmurun yeniden yeryüzüne düşmeye başlarken çıkardığı sesler içeri yayılmaya başladı.
Asla duymayacağını bile bile uykuya yenik düşerken mırıldandım. “Çok Şeyim.”
💫️
Geride bıraktığımız iki gün gergin geçmişti. Burak, Emir ile ilgili bir açık aramaya devam ediyor olsa da ortada bir açık olduğu söylenemezdi. Üzerimdeki boyundan bağlamalı bordo elbisenin kumaşını, bulunduğumuz ortamın gerginliği yüzünden terlemiş parmaklarımla düzeltirken sık sık dudaklarımdaki ruju emiyordum. Bu gece normal yaşantımda asla kapısının önünden bile geçmeyeceğim derecede lüks, aşırı kasıntı bir restoranda buluşmuştuk. Bu buluşma, yarattığımız sahte dünyanın oyuncuları olan arkadaşlarımızla değil, Kartal’ın hayatıma dâhil ettiği ve zamanla arkadaş sıfatının altına aldığım insanlarla olan bir buluşmaydı. Neslihan, Sibelay, Sahra, Burak ve Yunus Emre dışında masada kimse yoktu. Kartal hemen karşımda oturuyordu, yanında Burak vardı ve masada açık duran tel bir dosyaya zımbalanmış kâğıdı incelerken kendi aralarında konuşuyorlardı.
Sahra, pudra rengi, askılı elbisesinin içinde üşümüş olacak ki, omuzlarına vizon rengi yapay kürkünü almış, kadehinin içindeki beyaz şarabı izliyordu. Önümde duran yemeğe bakarken ağzımın içinde acı bir tat vardı. Bunun nedeni biraz evvel devirdiğim iki kadeh beyaz şarap değildi, bunun nedeni geride bıraktığımız iki günün beni bir yaya çevirmesiydi, daha kötüsü gerilirken fırlatacağım ok da bendim.
“Şimdi bu herifin sicili tamamen temiz mi?” diye sordu Kartal, ikinci sayfaya geçip gözlerini kâğıdın üzerine dizilmiş düzgün yazılarda gezdirdi. “Herife bak, trafikten bile ceza yememiş.”
“Sana demiştim, Emir o taraklarda bezi olan biri değil,” dedi Burak, dosyanın üzerini kapatıp gözlerini Sahra’ya çevirdi. “Şş, iki dakika ilgi görmedin diye mi indirdin sen o suratını?”
Kartal gözlerini devirdi, Sahra ve Burak birbirlerine kur yaparlarken, Kartal şarap kadehini kafasına dikip, kadehin içinde tek bir yudum dahi bırakmayacak şekilde tüm içkiyi içti. Sibelay, başını Neslihan’ın omzuna koyarken beyaz elbisesinin askısı omzundan kayarak düştü. Bir an gözüme gerçekten güzel göründüler. Neslihan’ın saçları biraz uzamıştı, çilleri solgun teninin üzerine kalemle çizilmiş gibi belirgin duruyordu.
Bir an gözlerim restoranın altın varaklı giriş kapısına kaydı, sanki hislerim uyanmış ve beni uyarmıştı da oraya bakmıştım. İrem ve Ogün, iki garsonun önlerinde onlara ettiği rehberlik eşliğinde içeri girdiklerinde aniden masaya doğru uzanarak, “Dosyayı kaldır,” dedim. Kartal’ın keskin gözleri gözlerime tutundu ve zaten tetikteymiş gibi hızlıca elini dosyaya atıp dosyayı masanın altına aldı.
“Ne oluyor?” diye sordu.
İrem, hâkî rengi elbisesinin içinde bir kuğu gibi süzülerek Ogün’ün kolunda masalardan birine doğru ilerlemeye başladı.
“İrem ve Ogün burada,” diye fısıldadım masaya eğilerek. “Bu dosyayı görürlerse başımız ağrır. Şimdi yanına gidiyorum. Eğer o bizi görürse, onu görmediğimize asla inanmaz ve bilerek onu görmezden geldiğimizi düşünür,” dedim hızlıca. Bu doğruydu, artık bu oyunda açıklara yer yoktu. İyi bir arkadaş olmam belki imkânsızdı, İrem’e yalansız bir dostluk sunamazdım ama oyunu hakkını vererek oynamak istiyordum.
Yunus, “Puzzle parçalarını o kadar kolay bulduğunda anlamalıydım,” dedi yamuk bir şekilde gülerek, bu beni de gülümsetti ama aramızda geçen bu diyalogun ana temasını Kartal’dan başka kimse bilmediğinden diğerleri sadece bizi izlemekle yetindiler.
Kartal, “Çok oyalanma,” dedi. “Uzun sürmesin, Lavin.”
“Emir vererek konuşmaman gerektiğini öğrendiğin gün, ben de söylediklerini bir nebze olsun göz önünde bulundurarak hareket edeceğim, Alaşan.”
Masadan ayrılıp, üzerinde bıçakların ucuna basıyormuşum gibi hissettiğim topuklu ayakkabılarımı, birbirine çarpan kadeh sesleri eşliğinde tıkırdatarak yürümeye başladım. İrem, cam kenarında olan bir masaya oturmuştu, hemen karşısında Ogün oturuyordu. Onlara doğru ilerlediğimi fark ettiği an iri, mavi gözlerini daha da irileştirerek elini kaldırdı.
Beni gördüğü anda yüzü aydınlanan Ogün, “İyi akşamlar,” dedi. “Ne hoş bir tesadüf bu.”
“Bu gece burada olacağını bilseydim daha seksi bir şeyler giyerdim,” diye takıldı İrem sırıtarak. Gözlerini üzerimde gezdirdi. “Bu ne şıklık böyle? Ateş ediyorsun!”
“Kapıdan girdiğinizi görünce yanınıza uğrayayım dedim.” Gülümsedim, bu sahteydi. Her şeyim sahteydi.
Ogün, yanındaki sandalyeyi işaret ederek, “Otur lütfen,” dedi.
“Yok, arkadaşlarımın yanına döneceğim,” diyerek bizim masayı işaret ettim.
İrem gülümsedi. “Biz de Ogün Beyciğimizin tek müsait gününü değerlendiriyorduk. Malum, kendisi artık bir öğretmen.”
Ogün gözlerini devirdi. “Her gün partileyemediğim için özür dilerim.”
“Sen de şakadan hiç anlamıyorsun.” İrem dudaklarını büzdü. Bir el birdenbire belime sarılınca olduğum yerde sıçradım. Kartal’ın kokusu ciğerlerime akın etti. Beni belimden tutarak kendine çekti, sırtını göğsüme yasladı ve “Sevgili kuzenim,” dedi imalı bir sesle. “Yemeğin soğuyacak.”
Kalbim, onun dudakları yeniden dudaklarıma dokunmuş gibi ağır ağır atmaya başladığında, İrem, “Yemeyiz kuzenini,” diye takıldı gülerek. “Otursanıza.”
“Arkadaşlarımız bekliyor,” dedi Kartal. “Bal kabağını almaya geldim.”
Kartal, onlarla birkaç kelime daha etmeme engel olarak beni masadan uzaklaştırmaya başladığında, İrem’in bakışları uzun süre ikimizden ayrılmadı. Beni belimden kavrayarak kalabalığın içinde yürütmeye devam etti. Gözlerimi omzumun üzerinden ona çevirip, “Yangından mal mı kaçırıyorsun?” diye sordum kısık sesle.
“Şu Ogün fena hâlde sana yürüyor,” dedi, bunu söylerken bana değil, önümüze serilmiş kalabalığa bakıyor, adımlarımı hızlandırmam için belimi daha sıkı kavrıyordu.
“Saçmalama.”
“Erkeklerle ilgili en ufak fikrin de bilgin de yok, değil mi?” Bu soruyu sorduğunda da bana bakmıyordu.
Ona cevap vermek yerine ortamdaki seslere odaklandım. Kadehler birbirine çarparak hoş sesler çıkarıyordu. Aniden durdum, Kartal da bozuntuya vermemek için kalabalığın ortasında bana ayak uydurarak durdu, şimdi gözleri gözlerimde, yüzü yüzüme dönük şekilde tam karşımda duruyordu. Bir eli belimdeydi, elinin duruşu gevşekti ama bu dokunuş bizi birbirimize bağlayan bir köprüye benziyordu.
“Ne o, yakışıklı bir adamın ilgisini çektiğim için sinirlerin mi bozuldu, Alaşan?” diye sordum.
Sorum, yüzünün saniyeler içinde buz kesmesine neden oldu. Çalan müzik ve kadehlerin vuruş sesinden dolayı bizi kimsenin duymasının imkânı yoktu. Dudaklarımda gizleyemediğim bir tebessümle onun yüzünün aldığı şekli izlerken kendimi tatmin olmuş hissetmiştim.
“Yapamam sanıyorsun, değil mi?” diye sordu, sorusu anlık duraksayıp algılarımı kaybetmeme neden vermişti.
“Hım? Neyi?”
Bir eli yanağıma kaydı, kalbimin atış sesleri aniden yükselen müziğin en can alıcı sözleri gibi içimde çınlamaya başladılar. Yüzünü yüzümün eksenine yaklaştırırken fısıldadı: “Seni burada, aklını başından alacak şekilde sertçe öpemem sanıyorsun, değil mi?”
“Ne saçmalıyorsun?” diye kekeledim.
“Beni huzursuz etme yeniden,” dediğinde yüzü yüzüme yakındı, bu yakınlık insanların bir çıkarım yapabileceği bir yakınlık mıydı bilmiyordum ama kalbimin atışlarını durduramıyordum.
Onu susturamıyordum.
Dindiremiyordum.
Bitiremiyordum.
“Ne demek istiyorsun?”
“Benim ruhum bazen çok çaresiz hisseder,” diye mırıldandı, gözleri gözlerimmiş gibi hissettiriyordu. Sanki o bana bakıyordu ama bakan bendim, onun gözlerinden dünyayı görmeye başlamıştım. “Sen bu çaresizliği alıp uyuttun.” Dudakları kimsenin göremeyeceği tılsımlı bir kıvrımla yukarı büküldü. “Huzur içinde öldürdün.”
Bir çakmağın yere düşüp yuvarlanmaya başladığında çıkardığı sesi duydum. Kartal usulca elini yanağımdan kaydırıp boynuma indirdi, kimseye renk vermeyecek şekilde avucunu nabzıma bastırıp usulca geri çekti. Kırmızı bir çakmak ikimizin ayaklarının ortasında durduğunda gözlerimizi aynı anda çakmağa indirdik.
Eğildim, tam çakmağı alacağım sırada bir el çakmağa uzandı.
Geçmişin mumuna üfledim.
Gelecek de geçmişle birlikte karanlığa gömüldü.
Kafamı kaldırıp o tanıdık elin sahibine baktığımda, artık karanlıktaydım.
Özay ise tam karşımda duruyordu.
🎧: Barış Manço, Dönence