Kelimeler, önce onu yazan insanın parmaklarını yakardı.
Sonraysa, onu okuyan insanın kalbini…
Kelimeler, kan dökmeden de yara açabilen silahlardı. Kelimeler, asıl kanı duyguların akıtmasını sağlardı.
Dudaklarının dudaklarımda bıraktığı izler, geçmişin içinde kalmış, hiç yaşanmaması gereken bir an gibiydi ve bu an öyle bir andı ki, tüm geleceği etkiliyordu. Dudaklarıma dudaklarıyla bıraktığı her iz, gelecekte onun bendeki yerinin ne kadar büyük olacağını hissetmeme neden oluyordu. Zaman nasıl ilerleyecek olursa olsun, fark etmiştim, Kartal Alaşan benim bu dünyada aldığım en büyük yaraydı ve izi hiç geçmeyecekti.
Beni mahvetmesine ihtiyacım varmış gibi hissediyordum.
Ama beni mahvetmesinden ölesiye korkuyordum.
Parmaklarım tenine kaydı, yanağına korkuyla dokundum fakat dokunduğum anda güvenin gölgesi üzerime devrilerek içimi huzurla doldurdu. Oysa en huzursuz olduğum anları da onun gözlerinin içine baktığım zamanlar yaşamıştım.
Dudakları ısrarcı bir yağmur gibiydi, aniden bastırmıştı ve hiç durmayacak gibi yağmaya devam ederek şehrimi sel altında bırakmıştı. Şimdi yüreğim o selin içinde kaybolmuş bir yetim gibiydi, boğulmaya çeyrek kala yüzmeyi öğrenmişti ama artık yüzmeyi bilmesinin bir anlamı yoktu çünkü şehir, ağzına kadar dolduğu suyla taşıp yerkürenin dibine batmıştı.
Kartal’ın dudakları dudaklarımdan ayrıldığında, gözleri gözlerimde kaza süsü verilmiş bir cinayetti.
Direnmekten bir anlığına vazgeçmiştim, ona yenilirim sanmıştım ama kendimi bıraktığım an anlamıştım ki bana yenilen oydu. Kartal’a yana yıkıla çekilmenin cezasını ağır ödeyeceğimin farkındaydım.
Ayaklarım yere bastığında bakışlarım ondan bir dalga misali geri çekildi, onunsa gözleri benim kıyıma atılmış bir çapa gibiydi. Bir şeyler söylemek istedim, konuşmak… Ona kendimi ifade edebilecek kelimeleri yan yana getirerek anlamlar çıkarabileceği cümleler kurmak… Ama bunu yapamadım.
“Bu söylediğini unutma,” dedi. “Unuttuğun yerde hatırlatan ben olacağım.”
Yutkundum, ağzımı açacak hâlim olmadığından sadece zemine baktım ve Kartal bunu fark etmiş gibi usulca geri çekilip, silahla doldurduğu gitar çantasının ağzını kapatarak odadan çıktı. Arkasından baktığımda kalbimde bir ağırlık vardı, kaç yaşına gelirsem geleyim bu ağırlığa alışamayacakmışım hissi, ensemde duran karanlık bir gölge gibiydi.
Evden ayrıldığımızda aramızda bu konu hakkında herhangi bir konuşma geçmedi. Araca binişimizi, evin olduğu sokaktan ayrılışımızı, belirli aralıklarla sokağın kenarında bekçilik yapmayı sürdüren sokak lambalarının altından geçtiğimiz anları hatırlıyorum. Araç, mekâna yakın bir yerlerde yavaşlamıştı, artık Kartal arabayı daha yavaş sürüyordu, sokak lambalarından dökülen ışık aracın karanlığını anlık bastırsa da araba hareket ettikçe ışık sık sık karanlığı kesip, ardından silinip gidiyordu.
“Çantanın içindeki silahlar gerçek,” diye mırıldandığımda, sanki biraz önce yaşanmamış, ben hiçbir şey bilmiyormuşum gibi davranıyordum. “Bir sorun çıkmayacak mı?”
“Çıkmayacak, neden çıksın?” Gözleri yolu takip ederken son derece rahat bir şekilde cevaplamıştı sorumu.
“Peki bugün birine bir şey yapacak mısın?”
Yüzü aniden sertleşti ama bir şekilde bakışlarını yumuşatmayı başardı. “Hayır,” dedi, oysa biraz önce cevabı çok daha farklıydı. “Kimseye bir şey yapmayacağım bu gece.”
“Neden?”
Dudaklarını yaladı, gözlerini yoldan çekmeden birkaç saniye bekledi, direksiyonu kavrayan güçlü parmaklarının beyazladığını görebiliyordum; buradan yola çıkarak direksiyonu nasıl sıktığını anlamak da mümkündü.
“Bu gece birini öldürecek olursam, ölen o değil, sen olacaksın,” dedi. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Böyle bir şeyi kaldıramayacağımı düşünüyordu, bir ölüm daha sırtlanamayacağıma emin olmalıydı. Tüm bunların beni içten içe öldürdüğünü biliyordu.
“Bu gece birini öldürmeyi istiyorsun, değil mi?” Sorum karşısında duraksadı.
Gözlerime baktı, çok uzun süre… Bakışları yüzümden ayrılmadı, gözlerini kırpmadan sadece bana baktı. Konuşmayacak, bir şeyler söylemeyecek, sadece susup bu bakışmayı sürdürecek sanmıştım ama öyle de olmadı.
“Birinin ölmesini çok istiyorum ama ölenin sen olmasını da göze alamam.”
“Neden alamazsın?”
Sorum onu bir süre bekletti, karşı şeritte ilerleyen aracın farları yüzünü aydınlattı, gözleri parladığı esnada araç yanımızdan kayıp gitti ve yüzü karanlığa gömüldü. “Eğer nedenler sorulacaksa, öncelik benim hakkım olmalı çünkü benim sormam gereken daha çok şey var,” dedi Kartal, sesi gecenin ortasında gümüş gibi parlıyordu. “Bana nedenler sorma Lavin çünkü senden hiç cevap alamadım.”
Konuyu değiştirme ihtiyacıyla, “O kadar silahı nereden buldun?” diye sordum. Konuyu değiştirmek istediğimi anladı ama çaktırmadı.
“Koleksiyonum var desem inanır mısın?”
“Atıcılık yaptığına göre, koleksiyonun olduğuna da inanabilirim.”
“İçki şişesi koleksiyonum var,” dedi. “Eski bir arkadaşım bu silahları beğenebileceğimi düşünmüş.”
“Nasıl aldın ki? Hep yanımdasın,” diye mırıldandım. “Kargoyla da böyle ölümcül oyuncaklar gönderilebileceğini düşünmüyorum.”
“Elden aldım. Arkadaşımın silah barındırdığı bir çiftliği var, İstanbul’un biraz dışında kalıyor.”
“Ne ara gittin?”
“Ben ismimi yaşatırım, o yüzden hangi ara nereye doğru uçtuğumu kimse bilmez.”
“İşler gitgide daha da kızışıyor,” diye mırıldandım, sesimdeki tedirginliği hissetmiş gibi göz ucuyla bana baktı ama şimdi ona değil, önümüzde akıp giden yola bakıyordum. Mekâna çok yakın olsak da bir türlü mekânın olduğu sokağa girmiyor, öylece dolaşıyorduk.
“Nasıl kızışmak?”
“Silahlarla oynamaya başladın. Babana ait olan mülkte yaptıklarından sonra şimdi de silahlar girdi bu oyuna. Sonunu göremiyorum, Kartal. Şu an içinde olduğumuz bu oyunun, bu kuyruklu yalanın sonu çok karanlık. Görünmüyor.”
“Şimdi de yeterince karanlıkta değil miyiz, Lavin?” Sorusu beni sarstı. “Sen önüne baktığında bizi bekleyen bir gelecek olmadığını düşünüyor olabilirsin ama ben, ikimizin şimdisi bile olmadığının farkındayım.”
Söylediği şeyler doğruydu, bu yüzden ona verecek cevap bulamadım ama bu kadar haklı olması canımı daha da çok yakmıştı. Parmaklarımı saksının kıvrımlarına sürterek, “Peki Emir?” diye sordum. “Ona güveniyor musun?”
“Yaşadıkları doğru,” dedi. “Ama yaşadıkları, ona güvenmeme yetmez.”
“Peki bu gece bir şeyler yolunda gitmezse?”
“Gitmeli,” dedi sadece.
“Peki ya gitmezse?” diye direttim. “Sence Emir o zaman ne yapacak?”
“Bizi ele vermesinden mi korkuyorsun?” Bana yandan bir bakış attı. “O senin arkadaşın, bunu yapıp yapmayacağını benden daha iyi bilmen gerekmez mi? Bana kendinden daha çok güvendiğini düşünmeye başlayacağım, Yabani.”
Bir şey söyleyemeden çiçeğe baktım.
“Cevap vermedin.”
“Bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Belki de.”
“Ne?”
“Belki de…” Gözlerimi ona çevirip, karanlığın esir aldığı altın kahve gözlerine baktım. “Belki de sana kendimden daha çok güvenmeye başlamışımdır.” Gözlerinin bebekleri bir anda genişledi, sanki mürekkep gözlerinin harelerinde dağıldı ve karanlığı başlattı. Bakışlarımı ondan ayırıp yola çevirdim. “Bilmiyorum.”
Bir şeyler söyleyeceğini düşündüm, dudaklarının aralandığından kesinlikle emindim ama anlık bir sessizlik yaşandı ve Kartal, aniden aracı hızlandırınca bedenim hafifçe öne doğru savruldu. Gaza bastı, bu defa hız beni korkutmadı çünkü kalbim zaten depara kalkmıştı.
Araç, direkt olarak mekânın olduğu sokağa saptı, mekânın önüne doğru yavaşladı ve karanlığa gömülen aracın içinde büyük bir dikkatle sokağı izlemeye başladım. Ara sokakta ilerleyen Batman kostümlü adamı gördüğümde kaşlarım çatıldı, çığlık maskeli adam da onu takip ediyordu. Cadı kostümünün içindeki güzel kadınların attığı kahkahaları duymaya başladım.
“Bu kadar ciddiye alacaklarını düşünmemiştim,” dedim.
Kartal bana yandan bir bakış atar gibi oldu ama sonra gözleri ön camdan dışarıya çevrildi. “Bunu Mathilda kılığındaki bir kız mı söylüyor sahiden?”
“Bana bunları sen giydirdin,” diye homurdandım.
“Bu kostümün içinde gayet keyfin yerinde görünüyor, Avukat Hanım.”
“Savcı,” diye düzelttiğimde bu onu sessizce güldürdü.
Araçtan inerken biraz gergin hissediyordum. Kısa telefon görüşmesi yapan Kartal’ın konuşmalarından yola çıkarak bizimkilerin burada olduğunu anlamıştım. Gözlüğümü gözüme taktım, gece olmasına rağmen etrafı net bir şekilde seçebiliyordum. Saksıya sarılıp Kartal’a doğru döndüğümde, o da beresini düzeltmiş, gözlüğünü takmış ve çantalarını eline almıştı.
Bakışlarım mekânın önündeki korumalara takıldı. Kartal ile yan yana girişe doğru ilerlemeye başladığımız anda mekânın kızıl ışıklardan oluşmuş sarmaşıklarının önünde dikilen grubun gözü bize kaydı ve ardından tüm sokak artık bize bakmaya başlamıştı.
Korumaların önünden geçtiğimiz sırada ne kadar kasılmış olsam da bir şekilde toparlamıştım; benim aksime korumalar ise bize bakmamışlardı bile, yanlarından öylece geçip gitmemize izin vermişlerdi. Oysa Kartal’ın elindeki çantalardan biri ağzına kadar silahla doluydu.
Mekânın kapısı geceye kollarını açarak bizi içine aldı, sonra da geceyi arkasında bırakıp kapandı. Yüksek müziğin ritmi göğüs kafesimi yerinden oynatırken dikkatli adımlarla yürümeye devam ediyordum ama saniyeleri sırtına alarak hızla yanıp sönen ışık, başımı ciddi anlamda döndürmeye başlamıştı. Deyim yerindeyse, içmeden sarhoş olmuştum.
Müziğin gürültülü sesi içimde zonkluyordu. Yüksek masaların arasında ilerlemeye başladık. Aramızda bir adımlık bir mesafe vardı, bana bakmadan doğrudan ileriyi gözüne kestirmişti, benimse kalbimin atışları aksıyordu. Localardan birinde ilk tanıdığım, yüz son derece kanlı makyajına rağmen sarı saçları ışıkların altında altın gibi parlayan İrem’di. Çok seksi bir vampir olmuştu, kesinlikle bir bakanın tekrar bakacağı türden bir vampir… Hemen yanında üzerinde pembe panter kostümü olan ama yüzüne maske takmak yerine Pembe Panter makyajı yaptırmış olan Emir’i görünce bir an olduğum yerde donup kaldım. Henüz Kartal onu fark etmemiş olmalıydı ama Emir’i böyle gördüğünde kesinlikle bir ömür bunun dalgasını geçmeye devam edecekti. Emir’in yanında Tinker Bell kılığındaki Berra’yı görmüştüm, gerek minyon yapısı, gerek kostümü, gerekse kanatları ve sarı peruğuna yaptığı topuzla gerçekten Tinker Bell’e benziyordu.
Drakula’yı gördüğüm anda yüzündeki bembeyaz makyaja rağmen bu kişinin Ogün olduğunu anlamıştım. İrem’in yanında dikiliyor, elinde bir şarap kadehi tutuyordu ve kadehi dolduran şarap kan rengindeydi. Dans pistinin ortasından geçtiğimizde çevremizdeki herkesin abartılı makyajlara ve kostümlere sahip olduğunu daha net bir şekilde görebilmiştim.
Kartal’a yaklaşmadan, “Arkadaşlarının burada olması gerekmiyor muydu?” diye sordum yüksek sesle.
“Buradalar,” dedi, bir an şaşırdım. “Ve emin ol, ben de Burak’ı Hulk olarak görmeye hazır değildim.”
Duraksadım. “Ne?”
Kartal, çenesiyle ileriyi işaret etti, gösterdiği yöne baktım. Karşıda altında yalnızca pantolonuyla dikilen, bedeni yemyeşil olan iri adamı gördüğümde dudaklarım aralandı. Bu kesinlikle Burak’tı ama şu an hiç görsel efekte gerek kalmadan Hulk rolünde oynayabilirdi. Burak’ın yanında duran, onun yarısı kadar bile görünmeyen Sahra ise Black Widow kostümü içindeydi. Saçlarını kızıl, kısa bir peruğun altına gizlemişti. Bir yere daha dönüp Kaptan Amerika ya da Iron Man görmekten korktuğum için uzun süre ikisini izledim.
“Bir insan yanlış zamanda hiç bu kadar doğru bir karar veremezdi,” dedi Kartal, sesindeki alayı soludum. Bakışlarım Burak’tan ayrıldı, Burak’ın çaprazında, masanın önünde duran Yunus Emre’nin saçları hâlâ yeşildi ve onu gördüğüm an Joker’in kılığına girdiğini fark ettim. İnce bedeni, kemikli yüzü ve yeşil saçlarıyla o gerçekten Joker için en uygun askılardan bir tanesiydi.
“O kadar da kızmıştı saçlarını yeşil yaptık diye,” dedi Kartal.
“Sibelay ve Nesli nerede?” diye sordum. “Bu manzaradan sonra daha büyük bir şoka uğrayamam diye düşünüyorum ama emin olamadım şu an.”
“Bence de emin olma,” dedi Kartal. “Çünkü biri bal çekecek çiçek arıyor, diğeri de WhatsApp’ta en çok kullandığı emoji kılığında şu an.”
Kartal’ın ne söylemeye çalıştığını anlayamadım, sonra gözlerim usulca kalabalığı yararak ilerleyip o iki tanıdık simanın olduğu yerde donup kaldı. Neslihan tıpkı saçlarının renginde koca bir şeftalinin içindeydi, şeftalinin dışında yalnızca kolları, bacakları ve başı vardı; koca bir emoji şeftaliydi. Hemen yanındaki siyahlı sarılı da Sibelay’dı, arkasında koca bir iğne ve popoyla iri bir arıya dönüşmüştü, ne zaman sırtını birine dönse döndüğü kişiyi poposuyla hırpalıyordu.
“Bu kadar ciddiye alacaklarından haberin var mıydı peki?” diye sordum şaşkınlıkla. “Çünkü dans pistinin ortasında bir şeftali ve onu takip eden, poposuyla dağlar deviren bir arı var?”
“Her şeyi ciddiye aldıklarını unutmuşum,” dedi Kartal, bakışlarım Neslihan ve Sibelay’dan ayrılmadı ama beni kesen gözlerin varlığını hissettiğimde yavaşça hissin götürdüğü yere döndüm. İrem el sallıyordu, yüzünde şaşkınlık vardı, sanırım o da beni bu kılıkta görmeyi beklemiyordu.
“Bu da senin kanını içeceği ânı falan bekliyor herhâlde,” dedi Kartal alayla.
Kartal’a bakmadım, söylediklerine aldırış etmedim ve pistte küçük adımlarla İrem’e doğru ilerlemeye başladım. Tam arkasında Ogün ve Emir vardı. Kartal’ın da beni takip ettiğini fark ettim. İrem ellerini kaldırıp beni işaret ederek, şaşkınlıkla, “Mathilda? Çok iyi görünüyorsun! Çok orijinal bir fikir olmuş,” dedi. Bakışları hemen arkamdaki Kartal’a kaydı. “Leon? Bırak şu kızın peşini…”
Kartal cevap vermedi. Bakışlarım Emir’e takıldı ama Kartal benden hızlıydı, dudaklarında alay barındıran bir kıvrımla Emir’i izliyordu.
“Pembe Panter demek,” dedi imayla. “Ben doldurulmuş tavşan olursun diye beklemiştim.”
Emir, “Sen ise tam da beklediğim gibi seçimini romantik şeylerden yana kullanmışsın,” deyince, Kartal’ın bakışları Emir’in gözlerine kilitlendi ve müziğin gürültüsüne rağmen aralarında derin bir sessizlik oluştu.
“Kavga etmeyi kesin, ne zaman yan yana gelseniz didişiyorsunuz,” dedi İrem ikisine cins cins bakarak. “Partimde sorun istemiyorum beyler, sorun çıkaranı kapının önüne koyarım, tamam mı? Ve Kartal, kapıya koyulan sen olursan, Lavin seninle gelmez, burada bizimle kalır.”
“Hadi ya?” dedi Kartal dalga geçer gibi.
Ogün, “Mathilda ve Leon konseptine bayıldım,” dediğinde onu süzdüm.
“Drakula olmak için doğmuş gibisin.”
Ogün kaşlarını çatarak güldü, Kartal’ın bakışlarının yüzümde ağırlaştığını hissettim ama o bakışlara karşılık vermedim.
Ogün, “Siyah ve kısa saç sana çok yakışırmış bu arada,” dediği anda Kartal’ın bakışlarının ona döndüğünü hissettim ve merakıma yenik düşerek göz ucuyla Kartal’a baktım. Gözlüğü yoktu, Ogün’e diktiği altın rengi gözlerinin içinde çocuğu içine alarak boğacak kadar kuvvetli bir şekilde yanan lavları gördüm.
Hızlıca, “Teşekkürler,” dedim. Ogün maruz kaldığı bakışları fark etsin istemiyordum ama Kartal’ın ona cins cins baktığını hissettiğine emindim.
Saksıyı Ogün ile arama koydum ve Kartal’a yandan bir bakış gönderdim. Bana bakmasa da o bakışı gördüğüne emindim. Başımı iki yana sallayarak gözlerimi kalabalığa çevirdiğimde bir an duraksadım. Barni Moloztaş kostümüyle ortada çıplak ayaklarını yere vura vura dans eden Cenk’i görmeyi beklemiyordum. Hemen arkasında da Fred Çakmaktaş kostümü ve çıplak ayaklarıyla duran Suphi vardı. Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi açıldı.
“Barni ve Fred tam onlarlık olmamış mı?” İrem kahkaha atarak konuşuyordu. “Cenk geçen senelerde yaptığımız partilerin birinde de Rapunzel olmuştu, taktığı peruğa basan bir kızla saç başa kavga etmişti.” İrem omzuma dokundu, ardından şarap kadehini bana uzattı. “Bir şeyler içmeye başlasan iyi olur, Mathilda. Bu gece süt yok.”
“Önce arkadaşlarımızın yanına uğrasak iyi olacak,” dedim gülümseyerek, gülümserken yapmacık değildim, İrem’e cana yakın bir gülümseme bahşetmiştim ve sanırım ruhum onun varlığına alışıyordu. Bu çok kötüydü. Eğer İrem’in babasının bu olayda bir parmağı varsa, ben kimsemin katilinin kanını taşıyan biriyle bağ kurmuş olacaktım. Bunu düşünmesi bile beni bir anda İrem’e karşı buz gibi olmaya itti, birden geri çekilerek kalabalığa karıştım.
Tam Barni kılığındaki Cenk’in yanından geçiyordum ki, “Kız, suikastçı!” diye bağırarak beni ceketimden yakalayıp arkaya doğru çekti. “Hop, dur orada, sen nasıl benim en sevdiğim filmin cosplayini yapabilirsin acaba, yangın?”
“Yangın mı?”
“Ateşli,” dedi yüzünü buruşturup bana kötü kötü bakarak. “Farfara.”
“Ne diyorsun be?”
“Ben olacaktım Mathilda,” dedi bir anda. “Hadi gel köşede değişelim mi kostümleri? Söz, en yakın arkadaşın olurum…”
“Hayır ya,” dedim geri çekilmeye çalışarak. “Bırak beni, manyak mısın?”
“Bana bak, bana manyak deme, bir çakarım sana iki saat Kartal Tibet’ten tokat yemiş Hülya Koçyiğit gibi kendi etrafında dönersin.” Gözlerini kıstı. “Ölür müsün versen? Mathilda ben olayım, ne olur…”
“Deli mi ne ya? Madem istiyordun, olsaydın,” dedim düz düz bakarak.
“Bana yükselip durma, ağzını cart diye yırtarım.”
“İşine bak,” dedim, tam arkamı dönecekken beni tekrar ceketimden tutarak kendine doğru çekti, dişlerimi gıcırdattım.
“Dur, çirkin şey,” diye söylendi. “Bir şey soracağım sana ben, doğruyu söylemezsen yolarım seni.”
“Dene, o güzel saçların nasıl elimde kalıyor gör.”
“Güzel mi sahiden saçlarım?”
“Git başımdan, Cenk.”
“Dur, tamam,” dedi birden ciddileşerek. Boncuk gibi görünen gözlerini yüzüme indirdi, sonra etrafa bakındı. “Kuzenin olacak ateşli nerede?”
“Kartal mı?”
“Başka kuzenin mi var, geri zekâlı?”
“Düzgün konuş,” dedim ona düz düz bakarak.
“Nerede?”
Bakışlarımı bir anlığına kalabalığa çevirdim, Kartal etrafta görünmüyordu, ben etrafı incelemeyi sürdürürken Cenk aniden gözlüklerimi gözümden çekerek, “Sen neden Özay’ın mesajına cevap vermedin? Ben gittim pezevenklerin elinden aldım o numaranı,” dedi birdenbire.
“Telefon numaramı bana sormadan sana verdiği için Emir’e ayrı gıcık oluyorum,” dediğimde Cenk bana kibirli gözlerle baktı. “Diğer soruna verecek bir cevabım yok.”
“Ne demek yok? Niye cevap vermiyorsun filinta gibi çocuğa?”
“Bizim aramızdaki her şey bitti,” dedim üzerine basa basa. “Şimdi hiçbir şey olmamış gibi bir anda onunla konuşamıyorum. Zamanla bunu atlatırım.”
“O zaman gelene kadar ateşlilerin çocuğu kapmasından da mı korkmuyorsun? Evladını kartal kapan Fatma Girik gibi bir kayaya Özay diye sarılırsın, gerçi haklısın kayaya sarılma konusunda, ha taş gibi Özay’a sarılmışsın ha kayaya…”
“Özay istediği kişiyle birlikte olabilir,” dediğimde Cenk bana öküzün trene baktığı gibi baktı. “Bunu sorun etmem. Bizim ilişkimiz biteli çok uzun zaman oluyor.”
Cenk, dehşet içinde bana baktı. “Bebişimle ilişkim bitse ve üzerinden yetmiş dokuz yıl bile geçse, yanında gördüğüm buruşuk herhangi birini bastonuma oturturum ben.”
“Bu ona hissettiklerinle alakalı,” dediğimde Cenk kısa bir an için durup gözlerimin içine baktı.
“Sen Özay’ı sevmiyorsun,” dedi, birden söylediği bu şey bana öylesine ağır, öylesine dehşet verici geldi ki…
“Bir insan olarak seviyorum,” dediğimde Cenk sadece gözlerimin içine bakıyor, konuşmuyordu ama yüzüne yayılmış bir anlayış vardı.
Evet, onu sevmiyordum. İçim acıdı. Ben Özay’ı sevmiyordum. Bir zamanlar gözleri gözlerime değdiğinde dünyanın sustuğu, konuşmadan da kelimeleri kirpiklerime dizerek kendimi anlatabildiğim o adama karşı içimdeki ağaçtan tek bir yaprak bile oynamıyordu.
“Başkası mı var?” Cenk’in sorusu beni sarstı. Uzun zaman önce susturduğum duyguların aslında içimde fısıldayarak konuşmaya devam ettiklerini yeni fark ediyordum.
“Bir önemi mi var?” diye sorduğumda Cenk yalnızca sustu. Geri çekilmemle birlikte elinde tuttuğu gözlüğü bana uzattı.
“Haklısın ama Özay bunu bilmek isterdi,” dedi Cenk ciddi bir sesle. “Orada olduğu süre boyunca seni hiç unutmadı.”
Söylediği şey ağırdı. Bunun doğruluğundan emin olmak ise çok daha ağırdı.
Cenk’ten uzaklaştığım sırada, “O burada,” dediğini duydum, kalbimi ağrıtan iki kelimelik cümlesini içime gömdüm ve pistin ortasına doğru yürüdüm.
Kendi etrafımda dönerek her tarafa baktım, bakışlarıma insanlar takıldı, bakışlarımdan insanlar silindi ve onu gördüm. Sanki her yer karanlık bir gökyüzüydü ve o, karanlık gökyüzünde parlayan tek yıldızdı. Oradaydı, bir pusula gibi yönümü belirliyordu. Çoban Yıldızı. Gözlüğünü yeniden takmamıştı, beresi hâlâ kafasındaydı, silahları doldurduğu çantalarını ayaklarının dibine bırakmıştı, düşünceli gözleri kalabalığa çevrilmiş olsa da düşüncelerinin hiçbiri kalabalıkla ilgili değildi. Biliyordum.
Tam ona doğru bir adım atacağım sırada, boğuk bir ses tüm dikkati üzerine toplayacak bir cümle kurdu: “Remember, remember, the 5th of November.”
Duraksadım, Kartal’ın da bakışları tıpkı diğerleri gibi sesin geldiği yöne çevrildi ve müziğin sesi aniden kesildi. Vendetta kılığındaki uzun boylu adam, birebir filmden fırlamış gibi görünüyor, elinde bir tane kırmızı gül tutuyordu. “Gunpowder, treason and plot…”
Adamın yüzünü gözlerine varana kadar örten maske, onun kim olduğunu teyit etmeme engel oluyordu. Adam bana doğru ilerlemeye başlayınca, çevremizdeki insanlar şaşkınlık içerisinde bizi izlemeye başladı. Kartal’ın ismini çağrıştıran bakışları, gergin yüzünün ortasına koyulmuş bir silah gibiydi, beni izlediğini hissedebiliyordum. Sonra masanın önünden çekilerek tıpkı bana doğru ilerleyen yabancı gibi o da bana doğru yürümeye başladı.
Adam tam önümde durunca bakışlarım Kartal’dan koptu, adamın maskeyle örtülmüş yüzüne baktım. Küt kesim siyah peruğuyla V’den hiçbir farkı yok gibi duruyordu. O kadar V olmuştu ki, tanıyamayacağım kadar yabancılaşmıştı.
Adam, parmaklarının arasında tuttuğu kırmızı gülü bana uzatınca, olduğum yerde bir adım geri atıp bakışlarımı adama mıhladım. Ona bakıyordum, evet bakıyordum ama görebildiğim gülümseyen bir maskeydi. Maskenin arkasındaki yüzü merak ediyordum. Baktığım yerde hiçbir şey görememek beni afallatıyordu.
“Hatırla,” dedi bu defa. “5 Kasım’ı hatırla.”
Sesi her ne kadar boğuk gelse de son derece yakınımda olduğundan onun kim olduğunu anında fark ettim. Özay’dı bu, en sevdiğim bir diğer filmin başkarakterine bürünmüştü.
Gülü almadan bekledim, sadece göremediğim gözleri karşımda duruyormuş gibi uzun uzun maskeyi izledim. Kartal’ın nefesi tenime döküldüğünde, elimde olmadan yutkundum.
“Ne oluyor?” Bu soruyu sorarken yüz hatları gergindi. “O gülü sana sokarım.”
“Yavaş ol,” dedi birdenbire Özay, Kartal sanki maskenin altındakinin o olduğunu biliyormuş gibi birden Özay’ın üzerine yürüyünce irkilerek elimi Kartal’ın koluna koydum, maskenin altındaki yüzün aşağı eğildiğini, maskenin altındaki gözlerin onun koluna dokunan elime baktığını fark ettim.
“Sakin ol,” diye fısıldadım Kartal’a. “Tüm gözler üzerimizde.”
“O gülü köküne kadar sokmamı istemiyorsan geri adımla,” dedi Kartal dişlerinin arasından. “Şov yapacaksan koca alan senin, ona şov yapmana izin vermiyorum.”
“Hangi yetkiyle?” diye sordu Özay, sesindeki sorguya dolanmış bariz bir öfke vardı. Ortamın aniden bu kadar çok gerilmesi beni tedirgin ederken, Kartal’ın kolunu daha sıkı kavradım. Birileri söylediklerini duyarsa, artık kimsenin gözünde sıradan kuzenler olarak kalamazdık.
Kartal’ın düşüncelerinin gidişatı hakkında herhangi bir varsayımda bulunamıyordum, yalnızca çok öfkeli olduğunu görebiliyordum. Her detayı inceliyor gibiydi. Maskenin altındaki yüzü görebiliyordu sanki, görebiliyor ve o yüzün aldığı her ifadeyi tartabiliyordu.
“Senin bir daha asla sahip olamayacağın bir yetkiyle,” dedi Kartal donuk bir sesle. Özay’ı sarstığını bildiğim bu cevap, büyük bir sessizliği peşinde sürükledi. “Uzak dur ondan,” dedi Kartal beni bileğimden yakalayıp yavaşça kendine doğru çekerken.
Kimsenin duyamayacağı bir tonla, “Sen kimsin ki?” diye sordu Özay, sesi boğuktu, karman çorman olmalıydı zihni. Tıpkı benim zihnim gibi. “Sen kim oluyorsun? Benim kim olduğumu biliyor musun?”
“Sen onun geçmişisin,” dedi Kartal parmaklarını bileğime kelepçe gibi geçirirken. “Bense şimdisi ve bundan sonrasıyım.”
Anlamını çözemediğimi sandığım o his, aynanın karşısında kendimi görüyormuşum gibi önümde dikildiğinde, artık bu hissi tanımaya başladığımı biliyordum. Kartal’ın viski rengini almış gözlerine bakma ihtiyacı duydum ve ona baktım. Kartal, Özay’ın karşısında kaşları çatılmış, gözlerinde büyük bir meydan okumayla dikilirken benim bileğim onun avucunun hapsindeydi. Bana her dokunuşunda, bende çok büyük izler bırakıyordu.
Sadece dokunuşlarıyla sınırlı değildi bu.
Kartal bakışlarının dokunduğu her yere izlerini bırakıyordu.
“Vendetta,” dedi Kartal üzerine basa basa. “Karşındakinin Evey değil, Mathilda olduğunun farkına varma zamanın geldi. İkisini de aynı kadın canlandırmış olabilir ama burada yalnızca Leon ve Mathilda var, Evey yok.”
Söylediklerinin ağırlığını ben bile ruhumda böylesine derin bir karanlıkta hissetmişsem, kim bilir Özay nasıl hissetmişti? Kırmızı gülü sıkıca kavradığını gördüm, insanlar artık eğlenmeye devam ediyordu ama bizim olduğumuz ortam bir çember içine alınmıştı da içimizden yalnızca mutluluktan çok uzak duygular geçip gidiyordu sanki.
“Evey yok,” dedi Özay. “Ama filmin sonunda Leon ölüyor.”
“Vendetta gibi,” dedi Kartal üzerine basa basa.
“Kartal,” diye fısıldadım ama sanki beni duymuyordu, çenesini dikerek Özay’a ölümcül bir bakış gönderdi. Onu yumruklamak istiyor gibi duruyordu. Bakışlarımı Özay’a çevirdim. “Buna son verin, lütfen.”
Özay’ın bakışlarının ruhuma indiğini hissettim.
“Sen hep susarak anlatırdın, bu doğru,” dediğinde bir adım geri çekildi. “Ama ona o kadar çok konuşmuşsun ki, artık sustuğunda yalnızca sessizliği duyabiliyorum.”
Tam dudaklarım aralanacakken, Özay yavaşça sırtını dönerek kalabalığa doğru yürümeye başladı. Kartal’ın bileğimde duran eli elimin içine kaydı, avucum avucuna tutundu ve onun yürümeye başlamasıyla eş zamanlı olarak adımlarım onun peşinden sürüklendi. Özay benim bile anlayamadığım şeyler anlamıştı, benim bile göremediğim şeyler görmüştü ve ben onun neyi anladığından, neyi gördüğünden o kadar korkuyordum ki…
Kabullenmekten korkuyordum.
Kalabalığın içinde onun elini sıkıca tutmak benim için önemli değildi şu an, parmaklarımız birbirine geçtiğinde kimsenin zihnine uğrayacak olan hiçbir düşünceyi umursamıyordum. Sadece elini tuttum ve beni kalabalığın içinden geçerek kendisine sürüklemesine izin verdim. Zihnim bir boşluğa kan gibi sızmaya başlamış, o kan boşluğa gitgide yayılarak boşluğu kaplamıştı sanki. Düşüncelerim bir boşluğa yayılarak o boşluğu kan gibi örtmüştü. İnsanlar dans ediyor, insanlar eğleniyor, insanlar hayatlarına devam ediyordu. Bense bu gürültüye rağmen sanki bir koridorda ilerliyordum, karanlık ve soğuk bir koridorda… Yüksek sesli müziğe rağmen kendi nefesimin sesini duyuyor, kalbimin atışlarını hissediyordum.
Kartal beni mekânın tuvaletlerine doğru kıvrılan araya soktu, ellerimiz karanlığın içinde birbirinden ayrıldı. Şimdi önümden ilerliyor, koridorun derinliklerindeki karanlık, onu gitgide daha da yutarak gözlerimin önünden siliyordu. Arkasından ilerledim, adımlarım sakindi, gözlerim boş bakıyordu ama kalbimin diğer gecelerde attığından çok daha farklı attığını hissedebiliyordum.
Kartal durunca ondan birkaç adım geride durdum. Kollarımı bedenime güçsüzce sarıp onu izlemeye devam ettim. Omuzları aldığı her bir nefesle senkronize bir şekilde yukarı kalkıp iniyordu. “Onu sevmiyorsun,” dedi, sesi dalgındı ama yine de zihninin trafiğini tıkayan tek düşüncenin bu olduğunu biliyordum.
Damarlarım, bileklerimi saran kuru dallar gibiydi.
Her an alevler damarlarımda akmaya başlayıp tüm kuru dalları ateşe verebilir, damarlarım alevlerin kollarında, tıpkı benim onun kollarında kuruduğum gibi kuruyabilirdi.
“Doğru,” diye mırıldandım. “Bunu söylemiştim.”
“5 Kasım’ı anlatan o filmi canlandırma gereği duymasının bir nedeni var mı?” Sorusu beni afallattı ama çaktırmadım. “Filmdeki konuyu bile bilmediğini düşünüyorum onun. 5 Kasım onun için seni hatırlatan bir şeyi temsil ediyor bana kalırsa. Dürüst ol ve söyle, filmdeki olayın aksine o gün yaşanan bir anınız mı var?”
“Ne söylemeye çalışıyorsun?”
“5 Kasım’ı seçme nedeni, sizle alakalı bir şey mi?”
“Hayır,” diye fısıldadım. “Bu çok aptalca bir düşünce.”
Bir süre boyunca sussa da bu düşüncenin kafasında girdap gibi döndüğünü biliyordum. Kartal gözlerini yavaşça kıstığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Zaman sanki beni içinde yakan bir cehennemdi ve Kartal, zamanın içindeki alevleri yöneten, zamanın sahibi olan o şeytandı.
“Bu gece buna değil, Sadık Parlak’a odaklanmamız gerek,” dedim ona yaklaşarak. Oysa benim de kalbim, göğsümün içinde boynunu bükmüş bir çiçekten farksızdı. Geçmişime meydan okumak zorunda kalmıştım.
Kartal, hiçbir şey söylemedi.
Yelkovan, sayıların üzerindeki dansına başladı. Birkaç saat geçti. Artık herkes ortama tam anlamıyla adapte hâldeydi, hatta bazıları o kadar çok içmişti ki kendini kaybetmiş gibi dans ederek insanlarla olan bağlantılarını kesmişlerdi. Dans pistinin üzerindeki büyük disko topunun altında dans eden bedenleri izlemeye başladım. Gece derinleştikçe, planı devreye sokmak daha da kolay hâle gelecekti ama yine de içimde önlenemez bir tedirginlik çukuru vardı.
Bakışlarımı kendi etrafımda döndürüp insanları izlemeye başladım. İrem ve Ogün pistin ortasında deli gibi dans ediyorlardı, diğerlerinin de onlardan pek bir farkı yoktu. Bir süre sonra o kalabalığın içinde biri ilgimi çekti. Üzeri çıplaktı, altında siyah bir kot vardı ve elinde tuttuğu bir viski kadehiyle pistin tam ortasında öyle ağır, öyle kederli bir şekilde dans edercesine olduğu yerde sallanıyordu ki, bakışlarım ona kilitlenip kaldı. Bu kişi Toprak’tı. İki kolunu da ikiye ayırıp açmış, kafasını kaldırıp yüzüne akan ışığı hissetmek ister gibi gözlerini yummuştu. Bu görüntüsü içimi delip geçerken yalnızca yutkundum.
Acı çekiyordu.
İrem, sanki Toprak yokmuş gibi alkolün kollarında mutluydu ama yine de Toprak bir anlığına ilgisini çekse, biliyordum ki İrem’in eğlencesinin nabzı zayıflayacaktı. Artık buradan çıkmamız gerekiyordu, başlamalıydık çünkü yalnızca bir saatimiz vardı, sonra dönüp hiçbir şey olmamış gibi partide görünmeliydik. Bu bir saatlik süre zarfında hiç kimse bizim yokluğumuzu fark etmemeliydi ama zaten fark etmezlerdi, herkesin kafası bir dünyaydı. Toprak’ın beni sarsan hareketlerini izlerken boğazım düğüm düğümdü ve içimdeki intikam ateşi harlanarak boğazıma tırmanıyor, beni yakarak boğuyordu.
İremlerin masasının kenarında duran saksıya çevirdim bakışlarımı. Onun orada kalması daha iyi olacaktı, bakışlarım yavaşça çevreme döndü ve gözlerim Kartal’ı aramaya başladı. Masalardan birinde Vendetta kılığındaki Özay dikkatimi çekmişti, sadece masanın önünde durmuş dikiliyordu, yüzündeki maskeden dolayı nereye baktığını anlayabilmek imkânsız olsa da ben o bakışların ağırlığını aniden yüzümde, gözlerimde hissetmeye başlamıştım.
Kartal parmaklarını sertçe belime bastırdığında dokunuşuyla titredim. Gözlerimi omzumun üzerinden kaydırarak Kartal’a çevirdim. Altın rengi gözleri ışıkların altında kehribar taşı, hatta bir kristal gibi parlıyordu. Beni usulca kendine doğru çekti, bakışlarım yüzüne tutunmaya devam ettiği sırada kulağıma doğru eğildi ve ılık nefesi boynuma dökülürken içimin titrediğini hissettim.
“Zamanı geldi, Ölüm Çiçeği.”
Kartal’ın ılık dudakları kulağıma sürtündü. “Burak buradaki çantaları boş çantalarla değiştirdi,” dediğinde duraksadım. “Silah dolu çantalar şu an arabamda, güvenlik arka kapıyı tutmuyor. Buradan görünmeden çıkmak için tam yedi dakikamız var, kimseye belli etmeden tuvalete doğru ilerle ama hiç kimse gözden kaybolduğunu anlamasın. Birkaç dakika sonra Emir yanında olacak, yedinci dakika dolmadan ben de çıkmış olacağım. Mekândaki kameralar günlerdir kullanılmıyor, mekânın kamera sistemini şüphe çekmemek için günler öncesinden çökertti Yunus Emre. Sadece kayıt aldıklarını sanıyorlar ama ellerinde hiçbir şey yok, güvenlik açısından sık sık denetlemedikleri de hâlâ kameraları fark etmemelerinden belli oluyor.”
Dudaklarımı yavaşça yaladım. Her şey planlanmıştı. Mükemmel bir şekilde her şeyi kurgulamıştı. “Çökerttiğimiz kameraların aldığı kayıtlar yalnızca Yunus’un bilgisayarına geliyor, günlerdir içeride bir trafik olduğu belli ama daha yakından izlememiz gerek. Şimdi git, arkandan geleceğim. Dikkatli ol.”
Dudaklarımın kuruluğunu gidermek için dilimi dudaklarımda gezdirip, “Tamam,” dedim. “Çok geç kalma.”
“Arka kapıda siyah, sahte plakalı bir Volkswagen var,” dedi Kartal. “Onun arkasında bekle.”
Yavaşça ondan uzaklaştım, tam yedi dakikam vardı. Görünmeden buradan çıkmam için yedi dakika… Kafamı kaldırıp tavandan dökülen ışıklara baktım, zaman ilerliyordu. Kanımda alkol yoktu. Usulca kalabalığa karıştım, içimdeki tedirginlik bir anda kaybolmuştu ve intikamın nabzının çarpmaya başlarken çıkardığı zayıf sesleri duyuyordum. Karanlık koridorda ilerlemeye başladım. Sık sık omzumun üzerinden arkama bakıyordum, koridor boş ve ıssızdı, kimseler yoktu, sesler koridorda ilerledikçe azalıyor, müziğin nabzı yavaşlıyordu.
Mekânın arka kapısındaki çıkışa doğru ilerledim. Büyük, siyah metal kapıyı sertçe ittim ve geceye doğru açılan kanatlarının arasından çıktım. Rüzgâr bir anda kısa peruğumu dağıtmaya başlayınca anında buz kesen parmaklarımı kaldırıp saçları kulağımın arkasında sıkıştırdım ve bakışlarımı arkası ormanlık alana bakan mekânın çevresinde gezdirdim. İleride, park hâlinde siyah bir Volkswagen vardı. Dışarısı çok soğuktu, bulutlar içlerinde kar tanelerini saklayan büyük, kirden rengini kaybetmiş çuvallar gibi görünüyordu ama buna rağmen gökyüzünde yanan birkaç yıldızı görebiliyordum. Otomobilin arkasına doğru ilerleyip sırtımı arka kaputuna yasladım. Tam şu anda girdiğim stresi giderebilmesi için bir dal sigaraya öyle çok ihtiyaç duyuyordum ki.
“Lavin.”
Hislerden uzak bakışlarımı Emir’e çevirdim. Arkasına karanlığı almıştı, ona dikkatle baktığımda yüzündeki makyajı silmiş olduğunu fark ettim ya da o kadar çok dans etmişti ki makyajın büyük bir kısmı ter ile beraber yüzünden silinerek akmıştı. Yavaşça başımı salladım, Emir de başını salladı ve bana doğru yürümeye başladı.
“Bu arabayı nereden buldunuz?” Emir gözlerini araca çevirip bir süre arabayı inceledi. “Benim arabamla da gidilebilirdi.”
“Bu çok şüphe çekerdi, muhtemelen ofisin dışında da kameralar vardır.”
“Ofisten biraz uzakta, kameraların kadrajına alamadığı bir yerde park edip, karanlık sokaktan dolanarak ofisin olduğu binanın arkasından girecektik.” Emir gözlerini arabadan ayırıp bana çevirdi. “Yine de bu daha iyi oldu. Sadık Parlak bir şeylerden şüphelenirse değil o sokağın, tüm İstanbul’un mobese kayıtlarına ulaşabilir.”
“Neden bu kadar takıntılı?” Kaşlarım çatıldı. “Bir şey saklıyor gibi.”
“Sadık amca hep bir şeyler sakladı, Lavin,” dedi Emir, bu içimin bir fırın gibi öfkeyle yanmaya başlamasına neden olsa da yüzümü ifadesiz tuttum. “Bu gece yakalanmayacağız, bana güven.”
Sustum, bu sessizlik Emir’in bakışlarının derinleşmesiyle daha da büyüdü ve beni yutmaya başladı. “Özay’la nasıl gitti?”
“Telefon numaramı senden aldığını biliyorum,” dedim düz bir sesle.
“Benden alan Cenk’ti, Özay’a vereceğini düşünmemiştim. Sana beyaz bayrak uzatacağını falan düşünmüştüm,” dedi Emir, ona inanmadığımı ifade eden bir bakış gönderdiğimde gözlerini devirdi. “Hadi ama… Seni Kartal’la öpüşürken gördükten sonra neden Özay’la aranızı yapmaya çalışayım ki?” Birden donup kalsam da ona çaktırmamaya çalıştım. “Bana hâlâ aranızda olup bitenleri anlatmayacak mısın?”
Onu duymazdan geldim.
“Yedi dakika dolmadan burada olacağını söyledi,” dedim, sesim kuruydu. Birdenbire tok bir ses duyuldu, ardından arabanın ışıkları yanıp söndü. Kartal, elinde tuttuğu uzaktan kumandayla arka kapıdan çıktığında bunu onun yaptığını anladım.
“Hızlı olun,” dedi Kartal, sesi metal gibiydi. Ön yolcu koltuğuna oturdum ve Kartal da direksiyon başına geçti. Emir arka koltuğa yerleşti, aracın kapıları sıkıca kapatıldı. Kartal motoru çalıştırdı ve el frenini indirip açık duran dikiz aynasından Emir’e kısa bir bakış gönderdi.
Dalgın gözlerimi mekânın kapısına çevirdim. “Ofisteki kameraları ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sordum. “Bu kılıkta girersek kim olduğumuz anında tespit edilir. Üzerimizi değiştirmeyecek miydik?”
“Kameralar son yarım saattir aktif değil. Yani gerek yok,” dedi Emir, gözlerimi ona çevirdim, Kartal bunu biliyormuş gibi sessizdi. “Yarım saat içinde orada olmamız gerek, o saatlerde güvenlik görevlileri çorba içmek için binadan ayrılıyor. O kısa süre zarfında binaya sızmamız, ofise girmemiz gerekecek.”
“Bir çorbalık vaktimiz var, doğru mu?” diye sorduğumda Emir başını salladı.
“Çok kısa bir süre değil, yaklaşık yarım saat kadar. Gece bekçisi de yok.”
“Bu kadar dikkatli bir adamın aynı zamanda bu kadar dikkatsiz olması biraz saçma değil mi?” Bakışlarımı Kartal’a çevirip ondan bir onay bekliyormuş gibi yüzüne baktım. “Belki de kimsenin bilmediği başka bir güvenlik sistemi vardır.”
“Güvenlikten sorumlu adamların gece üç civarı gidip çorba içtiğini bilmiyor,” dedi Emir.
“İlk işimiz ne olacak?” diye sordum sokak lambalarını seyrederken.
“Emir bizi bilgisayarın olduğu odaya götürecek,” dedi Kartal. “Sonra kapıyı tutacak, o sırada ben bilgisayardaki bilgileri kopyalayacağım ve sen de Sadık Parlak’a gelmiş tüm mahkeme tebligatlarının, adli süreçle ilgili her şeyin fotoğrafını çekip onları yerine bırakacaksın.”
“En zorunu bana kilitledin, öyle mi?” Ona çatık kaşlarla baktım. “Hepsine ulaşmak yarım saatten fazla sürer.”
“Yaparsın, Avukat Hanım,” dedi Kartal sadece.
“Ya yapamazsam?”
“Yapamazsan da sorun değil,” demesini beklemediğim için susup gözlerimi yola çevirdim.
Yapabilirdim ama yine de bazı şeyleri, sanki hayatının anahtarını bile elime bırakabilirmiş gibi büyük bir güvenle bana teslim etmesi, o şeyi mahvetsem bile o anahtarı benden almayacak olmasını bilmek çok garipti.
Araç, zamanı bile delip geçmiş bir hızla ofisin olduğu sokağa yakın bir sokakta yavaşladı, sokak lambalarının pek de uğrak olmadığı bu karanlık alanda birkaç saniyeyi sessizleşen aracın içinde harcadık. Kartal yavaşça aracın kapısını açtı, o an dışarıdan içeriye sızan soğuğun ne kadar gaddar olduğunu iliklerimde bile hissedebilmiştim. İçimden bir kamyon geçiyormuş, geçerken büyük tekerleklerinin altında ezdiği duygularım ruhumu titretiyormuş gibi hissettim.
Kartal’ın bagajı açtığını duydum, bu sırada çıkarken açtığı kapıyı kapatmamıştı, sanki soğuğun tüm düşüncelerimi diriltmesini istiyordu. Fermuarın açılırken çıkardığı sesi duydum, Emir tedirgin gözlerle camdan dışarıyı izlerken derin bir nefes aldı.
Kartal’ın çektiği sürgü sesiyle, elinde bir silah olduğunu, silahın kilidini ayarladığını anladım. Emir bu sesi duyar duymaz hızla bana doğru baktı. “Düşündüğüm şey değil, değil mi?”
“Tam olarak düşündüğün şey,” dedim. “Biri bizi burada görürse her şey biter.”
“Biri bizi görmemiş olsun diye gören kişiyi öldüreceğimizi mi söylüyorsun bana?” Emir şok içinde konuşuyordu, korkusunu çok berraktı. Ona onu sakinleştirmek ister gibi baksam da aslında benim de sakinleştirilmem gerekiyordu.
“Bu silahı kimseye zarar vermek için kullanmayacak, bir nevi koruma gibi düşün,” dedim onu yatıştırmak ister gibi.
“Buna emin misin?”
“Evet. Kimse zarar görmeyecek.”
Kartal kafasını aracın içine uzatınca, Emir gergin bir sesle, “O silah neden?” diye sordu, sesi dikenliydi, Kartal’a güvenmediği çok bariz ortadaydı. “Onu görmek istiyorum.”
Kartal aniden silahı içeriye doğrultunca Emir gerilerek kafasını silaha doğru uzattı. “Browning Hi-Power,” dedi Emir mat siyah görünen silaha bakarak. “9 kalibre mi?”
“Evet,” dedi Kartal. “Anlıyor musun?”
“Babamın içi boş bir koleksiyonu var,” dedi Emir. “Bununla kimseyi öldürmeyeceksin, değil mi?”
“Duruma göre değişir,” dedi Kartal, sesindeki alay Emir’i hafifletmiş gibi duruyordu ama ben onun ne zaman alay eder gibi konuşsa, alay ettiği şeyi yapacağını biliyordum. “On beş mermi kapasitesi var,” dedi Kartal silahı beline koyarak. “Tetiği tek hareketle çalışıyor.”
“Onun geçmişini yeterince dinledim,” dedi Emir araçtan inerek. “Hadi, yapalım şunu.”
İçime gölge gibi yerleşen huzursuzluğa rağmen araçtan indim. Gözümde gözlük olmadığı için karanlığa rağmen sokağı daha iyi seçebiliyordum. İleride, yaklaşık yüz metre ötede bir sokak lambası yanıyordu, lambanın altında süzülen sinek ve kelebekleri izleyerek aracın önüne dolaştım. Bakışlarım Kartal’a çevrildi, karanlığa rağmen yüzünü net bir şekilde görebiliyordum. Emir, ikimizin önüne geçerek binanın arka kısmına ulaşacağı karanlık yola doğru yürümeye başladı.
“O silahı kullanmak yok, Kartal.” Kartal’a sokulurken söylediğim bu şey, bana bakmasına neden oldu. Cevap vermeyince sertçe, “Yok, değil mi?” diye direttim.
“Oraya girip neler olacağını görmeden vereceğim her cevap yalan olur,” dedi, sesi zihnime zincirlendi.
“Orada herhangi birini öldürecek olursan işler daha da çıkmaza girer,” dedim, birini öldürmesi hakkında nasıl oluyordu da böyle rahat cümleler kurabiliyordum? Bir ölümden bahsediyordum, durumun farkında mıydım ben? Ne zamandan beri ölüm üzerinde konuşması basit bir şeye dönüşmüştü? Kalbim karanlığa ait olmaya başlamış, boğularak sönmüş bir güneş gibiydi.
“İşler daha fazla çıkmaza girecek değil, zaten içinden çıkılamayacak kadar büyük bir çıkmazın içindeyiz, daha büyüğü yok.” Kartal’ın yüzündeki sert ifadeye baktım ve adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Emir tam köşeye sapacakken durup omzunun üzerinden bize baktı.
Bir kuyruğu olması, üzerindeki pembe kostümden daha komik görünüyordu ama bu duruma gülemeyecek kadar ifadesizleşmiştim. Bizi orada bekleyenin ne olduğunu bilmiyordum ve bu belirsizlik, içimdeki endişe denizine cesaret cesetlerini atıyordu.
“Ateş açman demek, ortalığın ayağa kalkması demek. Arkanda bir ceset bırakamazsın,” dedim üzerine basa basa. “Sen bir katil değilsin.”
“Eğer silahı kullanmam gerekecek olursa, kullandığım kişiyi öldürmem, yalnızca yaralarım,” dedi. “Asıl hiçbir şey yapmadan öylece durursam enselenirim. Bunu istemeyiz, değil mi?”
“Evet,” diye mırıldandım, içimdeki sıkıntı bir balon gibi şişip duruyordu, ruhum daralıyordu.
Bir süre sessizce yürüdük. Sonunda konuştu.
“Lavin.”
Ona baktım. “Hım?”
Kartal’ın kirpiklerinden anlık bir endişe gölgesi yüzüne doğru devrildi ama çok geçmeden yüzündeki duygular silindi. “Hiç.”
Emir, “Hadisenize,” dedi telaşlı bir fısıltıyla. “Burası boş. Girebiliriz.”
“Sen yürü,” dedi Kartal, gözleri hâlâ bendeydi. “Biz arkandan geleceğiz.”
“Güvenlik şifresini biliyorum, üç dakika içinde şifreyi tekrar girmeden kapıları açamazsınız.” Emir derin bir nefes aldı. “3456345672,” dedi rakamları tek tek seslendirerek. “Şifreyi unutursanız bana bir çağrı bırakın, telefonum titreşimde.”
Kartal cevap vermedi, Emir inatla o cevabı beklese de sonunda sessizliğin kalıcı olduğunu anlayarak binaya girdi ve gözden kayboldu. Binanın içi bir karanlığa açılıyordu, sanki içerisi geceden bile karanlıktı. Bakışlarımı Kartal’a mıhladım.
“Sorun ne?” diye sordu. Elini kaldırdığını fark ettim, büyük avucu yanağıma kaydı. Dokunuşu, kirpiklerimin duygularımın önünde diz çökmesini sağladı ve üst kirpiklerim usulca aşağıya doğru devrildi. Parmakları buz gibi soğuktu, oysa ellerine Kardelen’i kaybettiğimiz gün sinen kan lekeleri her daim sıcaktı; sanki her saniye aynı insanı öldürüyordu ve avuçları her an yeniden o kişinin kanıyla doluyordu. Bu kişi kendisiydi. Ona baktım, bir ayna gördüm, ayna ortasından çatlamış ve ikiye ayrılarak kırılmıştı; aynanın iki farklı yanından, bir çift gözden akarak yanaklara doğru süzülen gözyaşları gibi görünen iki farklı kan damlası akıyordu.
“Sadece…” Gözlerimi, içine girdap misali çeken o karanlığa çevirdim. Sustum. Kartal’ın avucu kayarak boynuma düştü, birkaç saniye boynuma dokunmaya devam etti ve sonra elini tenimden uzaklaştırdı. O elini tenimden uzaklaştırdığındaysa, parmak uçlarına birikmiş kan lekeleri artık boynumdaymış gibi hissediyordum. Beni hayata bağlayan o damarın üzerine, kendi hayatını bitirdiği kan lekelerini emanet etmiş gibi hissediyordum.
“Sadece ne?”
“Gidelim,” dedim, Kartal bir şey söyleyecek gibi olduğunda elim onun kan lekeleri taşıdığını düşündüğüm eline kaydı, parmaklarımız birbirine geçtiğinde Kartal birleşen ellerimize, bense karanlığa bakıyordum.
İçeri girerken tedirginlik bir rüzgâr gibi eserek tenimden ayrıldı, karanlığa doğru uçtu ve o karanlıkta kayboldu. Binanın mermer merdivenleri dönerek yılan gibi kıvrılıyor, üst kata doğru ilerliyordu. Karanlıkta attığım her bir adımda sanki yerde Kardelen’in kanından bir nehir vardı ve ben o nehrin içinde ilerliyordum.
Kilidin sesi duyuldu, zihnimde şifreyi tekrar edip dururken Kartal’ın elini daha sıkı kavradım. Beline koyduğu silahın soğuğu tenini üşütüyor muydu yoksa yakıyor muydu, işte bunu gerçekten bilmiyordum. Avucuma bastırdığı avucu sanki açık yarama elini koymuş da akan kanı elleyerek beni hayata tutunduruyormuş gibi hissettiriyordu. Her hâlükârda bizim ellerimiz birlikteyken kana bulanmaya mahkûmdu.
“Şifreyi girmemiz gerekecek,” dedi Kartal. Ona baktım, o da bana baktı ama içerisi çok karanlık olduğundan gözlerimiz buluşamadı.
“Şifreyi hatırlıyorum,” diye fısıldadım, bu onu duraksattı ama dudaklarına da zehirli bir kıvrım yaymasına neden oldu. Karanlığa rağmen dudaklarının kıvrıldığını fark etmek yüreğimi yerinden hoplattı.
Merdivenlerin sonu bizi iki farklı kapının önüne çıkardı. Kapılardan birinin kenarındaki kutuda bir zil yerine yerleştirilmiş bir cam vardı, camın içinde nokta şeklinde kırmızı bir ışık yanıp sönüyordu. Omzumun üzerinden arkamızda kalan karanlık merdivenlere baktım.
“Buraya gireceğiz şifreyi, bu kapının arkası bir koridora çıkıyor,” diye fısıldadı. “Emir buralarda bir yerdedir. Zamanımız kısıtlı.”
Elini sıktım, gözlerini yüzüme çevirdi, bakışlarımız kırmızı, küçük ışığın yaydığı kadarıyla buluştu. Gözlerinde sakinliği tattım ve bu ruhumu dinginleştirdi.
“Şifreyi gir,” dedi bana güç vermek ister gibi elimi sıkarak. Başımı salladım, onun elini bırakmadan kutucuğun önüne yürüdüm. Kutucuğa dokunmamla bir şifre ekranı geldi ve rakamlar sembollerle birleşerek önümde belirdi. Yayılan mavi ışık yalnızca yüzümü aydınlatıyordu. Şifreyi hızlıca ekrana yazdım, giriş butonuna tıkladım ve küçük tık sesi karanlığa doğru yayılarak kilidin açıldığını gösterdi.
“İşte bu,” diye fısıldadı Kartal, aniden elimi bırakıp beni belimden kavrayarak kendine çekti ve dudaklarını yanağıma bastırıp beni yanağımdan sertçe öptü. Bu hareketi algılarımın yönünü değiştirerek kalbimi hızlandırsa da ifadesiz kalmayı başarabildim. Kartal kapının koluna uzandı, gümüş kapı tokmağını çevirdi ve sessizce kapıyı araladı. Şimdi bizi bekleyen yeni bir karanlıktı ama koridorun karşı duvarı komple pencerelerle dolu olduğu için içeriye sokak lambalarının kısıtlı ışığı süzülüyordu. Yani burada ilerlemek de Kartal’ı görmek de daha kolay olurdu.
İçeriye önce Kartal sızdı, arkasından ben girdim. Koridor o kadar boştu ki, nefes bile alsam nefesimin sesi başka bir ben varmışım gibi yankılanarak ikiye bölünecekti. Her an koridorun diğer yakasından bir Lavin’in daha belirecek olması düşüncesiyle Kartal’ın yanında yürümeye başladım.
Kartal paltosundan bir telefon çıkarıp onu bana uzatırken fısıldadı: “Çekebildiğin her şeyin fotoğrafını çek.”
“Tamam,” diyerek telefonu elime aldım, kot şortumun cebine sokup gözlerimi Kartal’a çevirdim. Yüzü karanlıkların esiriydi, kirpikleri simsiyah savaş okları gibi taarruza geçmeyi bekliyordu. Bir kapıdan hafifçe sızan ışığı görünce, “İşte orada,” dedi Kartal yavaşça. “Emir odaya sızmış.”
Korku yerini derin bir adrenalin hissine terk ederek vücudumu kavurmaya başlamıştı. Artık hissettiğim tek şey cesaretti. Evet, bu cesaret belki de sırtımda taşıdığım cansız bir cesetti ama yine de benimleydi. Işığın usulca süzüldüğü odaya doğru ilerledim. Kartal’ın eli elime kaydı. İçeriye önce Kartal girdi, sonra elimi çekerek beni içeriye aldı. Emir telefonunun flaşını açmıştı, flaşı aniden bize çevirince gözlerim kamaştı ve elimi yüzüme örterek memnuniyetsiz bir homurtu çıkardım.
“Çek şunu, sikerim yapacağın işi senin,” diye hırladı Kartal.
“Yakalandınız sandım,” dedi Emir, sesi gergindi. “Bilgisayar şurada.”
Kartal elimi yavaşça serbest bırakarak bilgisayar masasına doğru ilerledi. Uzay grisi MacBook’un kapağını açtı, bilgisayarın ışığı yüzüne usulca çarparak onun kemikli suretini gözler önüne serdi. Uzun kirpikleri, kirpik diplerine dikilmiş hançerler gibi duruyordu. Gözlerinin ortasında ışığın yarattığı bir halka oluşmuştu. Yavaşça Emir’in işaret ettiği dosya yığınıyla dolu dolaba doğru ilerledim, her bir kısmında harfler vardı; bir süre kör biriymişim, baktığım yerde hiçbir şey göremiyormuşum gibi öylece dolaptaki harfleri izledim.
“Lavin, acele et,” dedi Emir kapıya tedirgin gözlerle bakarak.
“Nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum,” diyebildim, o kadar çok dosya vardı ki, hangi birinden başlamam gerektiğini bilmiyordum ve sürem çok kısıtlıydı. Algılarım kırmızı alarm veriyordu.
“Herhangi birini çek ve başla,” dedi Kartal, omzumun üzerinden ona baktığımda bir an şaşkınlıkla kaşlarım çatıldı. Kartal, demir bir çubuğu MacBook’un muhtemelen girişi olan bir deliğe sokmuş, çubuğu yavaşça çeviriyordu.
“Sen ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Bilgisayarı açılırsa ne olursa olsun ona bir bildirim gidecektir,” dedi Kartal. “Bilgileri buna aktarıyorum.”
Emir, “O ne lan?” diye sorduğu sırada dosyalardan birini indirmiş, kabuk gibi sert olan dosyanın kapağını açarak sayfaları hızlıca çevirmeye başlamıştım.
“Sadece dünya genelinde namı duyulmuş hackerların çalıştığı bir sistem,” dedi Kartal. “Bilgi emilimi sağlıyor.”
Geneli işle ilgili olan bu yazılar bir anlık kuşkuyu alevlendirdi ve çekebileceğim her şeyi çekme içgüdüsüyle tüm sayfaların fotoğraflarını çekmeye başladım. Ellerim titremiyordu, çok soğukkanlıydım ve hızlıca hepsini fotoğraflıyordum. İlk harflerin olduğu dosyaları bitirdiğimde omzumun üzerinden Kartal’a baktım, o hâlâ demir çubuğu çeviriyordu.
Diğer harfe geçip hızlandım, artık gelişigüzel çekiyordum fotoğrafları, netliğinden ziyade görünür olması yeterliydi benim için. Saatin kolu her dönüşünü tamamladığında, göğsümden firar eden bir panikle daha da hızlanıyordum.
“Neden bu kadar uzun sürdü?” diye sordu Emir. “Hâlâ verileri kopyalayamadın mı?”
“Biraz daha,” dedi Kartal. “Sikeceğim şimdi çeneni, sus. Dikkatimi dağıtma.”
“Lavin, senin durumun ne?”
“Bu çok fazla,” dedim hızlıca sayfaları çevirip fotoğraflarken. “Zamanında bitirmem mümkün değil, bir sürü harf var. Sadece adli şeyleri arayarak vakit kaybedemem, tüm sayfaları çekiyorum.”
“Hepsini çekmelisin,” dedi Kartal. “Buraya tekrar dönemeyiz.”
“Deniyorum,” dedim öfkeyle. “İkiniz de sesinizi kesin, en zorunu bana verdiniz ve konuşuyorsunuz. Lanet olsun.” Diğer harfe geçtiğimde artık kafam allak bullaktı ama yine de durmuyordum. Artık zamanımız yoktu, buradan bir an evvel çıkmamız gerekiyordu. Bir kilidin açılma sesini duyduğumuz anda Kartal demir çubuğu bilgisayarın girişinden çıkardı ve Emir kapının arkasına saklanarak gözlerini iri iri açtı.
“Geliyorlar,” dedi. “Kilit açıldı, şimdi girerler!”
“Siktir!” Kartal, bilgisayarın kapağını sertçe kapattı. Elimdeki dosyayı büyük bir hızla dolaba koydum. Emir gömme dolabı açarak içine girdiğinde orada boş bir dolap olmasını beklemediğimden şaşkınlıkla oraya bakıyordum. Çok geçmeden Kartal beni bileğimden kavrayarak çekti, daha ne olduğunu anlayamadığım sırada beni masanın altına çekti ve birlikte Sadık Parlak’ın çalışma masasının altına girdik.
Koridora düşen adım seslerini dinlerken gözlerim iri iri açılmıştı, bir fenerin ışığı koridoru yarınca odaya ışığın izleri döküldü. Kartal elini ağzıma bastırıp bana iyice sokularak gözlerini koridora çevirdi. Kokusu içime işliyordu.
“Sesini bile çıkarma,” diye fısıldadı Kartal, yalnızca başımı sallayabildim.
“Demiştim oğlum sana, rüzgârdan açılmış dış kapı,” dedi gür bir ses, fenerin ışığı içeriyi tırpanlar gibi gezerken Kartal’a biraz daha sokuldum. Gözlerimin içine bakmaya başladı, ben de onun gözlerinin içine bakıyordum. “Ben yine de bir kontrol edeyim, Sadık pezevengi ağzımıza sıçmasın sonra.”
“İyi ki parası var pezevengin, havasından geçilmiyor. Şeytan diyor bir kibrit çak, at buraya, tutuştur. Bütün onun parasını var eden bu odayı yak.”
“Şerefsiz herif,” dedi diğer adam.
“Haysiyetsiz pezevenk.”
Adam kapıyı yavaşça kapatınca ortam aniden karardı. Kartal yüzünü yüzüme yaklaştırıp fısıldadı: “Nerede kalmıştık?”
Sertçe yutkundum.
Elini dudaklarımdan çekti ve sonra dudakları, önü alınamaz bir hızla dudaklarıma çarparak ruhumu dağıtmaya, Kartal’sa tutkuyla beni öpmeye başladı.
Sanki cennetteydim. Cennetin şarıl şarıl akan soğuk derelerinin kenarında yürüyor, binbir renkte açmış çiçeklerin önünden geçerek kokularını içime dolduruyordum. Sonra ağaçların arasında tek gözü kör olan, kanatları yanık şeytan çıkageliyordu ve avucunda tuttuğu elma, bana cennetten bile daha güzel görünüyordu.
Elmaya attığım her bir adımda cennetten uzaklaşıyordum.
Kartal beni öpüyordu.
Ve şeytan fısıldıyordu: “Benim cehennemimde dört büyük günah var.”
Kartal’ın eli yanağıma kayıyor, dudaklarımız daha şiddetli bir çarpışmayla birbirlerini yıkarken nefesi içime doluyordu.
“Birini öldürmek.”
Dişlerini dudaklarıma geçirdiğinde elimi yavaşça sakalların yeşermeye başladığı kemikli yüzüne yerleştirdim.
Şeytan bir adım daha yaklaştı, avucunda tuttuğu elma artık kırmızı değildi, bordo rengini almıştı.
“Birinden nefret etmek.”
Kartal’ın dili ağzıma doğru girerek dengemi elimden aldı, tırnaklarımı Kartal’ın elmacık kemiklerine hafifçe sürterek bastırdım. Hızlı nefesi ağzımın içine her doluşunda bedenim istekle yanıyordu.
Şeytan bir adım daha attı, kanatları kıvrılarak beni içine aldı. Elma şimdi bordodan daha koyu bir renkteydi; siyahtı.
“Birinden intikam almak.”
Kartal’ın dudaklarına dişlerimi geçirmem, Kartal’ın karanlık bir iniltiyi dudaklarının arasından dışarı bırakmasına neden oldu. Bu iniltiyi yalnızca kalbim duydu.
Şeytan artık avucunda kapkara bir kalp tutuyordu.
“Birine âşık olmak.”
🎧: Type O Negative, Die With Me