Şeytanın en büyük günahı, bir meleği öldürmekti.
Şeytanın ikinci en büyük günahı, öldürdüğü melekten nefret etmekti.
Şeytanın üçüncü en büyük günahı, öldürdüğü melekten intikam almaktı.
Şeytanın son ve en şeytani günahı ise öldürdüğü o meleğe âşık olmak olacaktı.
Ve şeytan o günahı, o gece karlar cehenneme döne döne düşerek ateşleri buza çevirdiğinde, cehennem donarken işlemişti.
Öldürdüğü meleğe âşık olmuş, onu yeniden cehenneminde diriltip ondan aldığı kalp yerine karanlık bir kalbi göğüs kafesinde canlandırmıştı. Meleğin ilk kalp atışlarında saf kötülük vardı.
O gece girdikleri günah çukurunda, bir daha aynı kişi olmayacaklardı.
Onu öptüğümde, bir daha aynı kişi olmayacağımı biliyordum.
Onu öptüğümde, artık aynı kişi olmadığını biliyordum.
Dudakları, dudaklarıma olan beklentisini hiç çekinmeden gösterebiliyordu. Bir süre sonra anlamıştım ki, benim de dudaklarımın onunkilerden pek bir farkı yoktu. Dudakları romanlarla dolu bir kütüphane gibiydi, diliyle bana hayatımı değiştirecek olan o romanı uzatıyordu ve ben onu öptüğümde, romanın sayfalarına bulaşmış beni bekliyor olan hisler, usul usul içime akıyordu.
Tırnaklarım bilincim dışında Kartal’ın çıkıntılı, sert elmacık kemiğine saplanırken onu öpüşüm daha da şehvet kazanmıştı. Tutkuyu ayaklarımızın altına alarak çiğniyorduk, şehvetse kalın, güçlü bir zinciri ikimizin bedenine sararak bizi birbirimize düğümlüyordu.
Biri yavaşça masanın üzerine tıklatınca kalbim panikle çarptı ama Kartal dudaklarımı bırakmadı, bu rahatlığı beni daha da afallattı ama bir süre sonra o rahatlık bana da bulaştı; parmak uçlarımda ona kanamayı bekleyen izler vardı.
“Doktor Bey, bademcik ameliyatınız bittiyse artık buradan çıkabilir miyiz?” Fısıltıyı anımsatan huzursuz sesin sahibi Emir’di. Kartal’ın dudakları sihirli cümleyi duymuş gibi yavaşça dudaklarımın limanını terk etti. Kirpik diplerimde belirmiş koca bir ağrıyla bakışlarımı yüzünde beklettim, onun da bakışları bendeydi.
Ona bakmak, derin bir kuyunun önünde durmaktı. Ona bakmak, o derin kuyunun dibine bakıp orada kendinle karşılaşmaktı. O kuyunun dibine bakmak, aslında hiçbir zaman kuyunun önünde değil, her zaman içinde olduğunu anlamaktı. Yapayalnız olduğum karanlık kuyuda geçmişime sarılarak aldığım her nefes, şimdi onun kollarında usulca dışarı dökülerek benden uzaklaşıyordu.
“Yine birileri geliyor, acele edelim,” dedi Emir, sesine karışan duyguları soludum ama bende onunkine benzer duygular doğurmadı. “Çıkalım buradan, gitmemiz gerekiyor. Kartal, Lavin, hadi. Acele edin!”
“Çık,” dedi Kartal, gözlerinin gözlerime bir bıçak gibi saplı durduğunu bilmek, içime sızmaya başlayan kanın ruhumdan aktığını kanıtlıyordu. Yavaşça masanın altından çıktım, kalbimdeki durağanlık tüm bedenime yayıldı ve kafamı kaldırıp karanlığa baktım. Belime dokunduğunu hissettiğimde, Emir kapıya yönelmişti, dikkatli bir şekilde kapıyı açtı ve sonra koridorda ilerleyen adım seslerini dinledik. Kartal’ın nefesi tüm bu olup bitenlerin etrafında dönen bir kamera gibiydi ve sadece beni odaklamıştı.
“Koridordalar,” diye fısıldadı Emir. “Çok dikkatli olmamız gerekiyor, çıt çıkarmadan buradan çıkmalıyız. Yoksa her şey mahvolur.”
“Konuşma da ilerle o zaman,” dedi Kartal. “Yavaşça çık, duvara yaslanarak ilerle. Adım seslerinin akış hızına bakılacak olursa diğer koridordalar, onlar tekrar bu tarafa gelene kadar en az otuz saniyemiz var.”
“Buraya bir kez daha dönme şansımız yok. Lavin, her şeyin fotoğrafını çekti mi?”
“Son iki dosya kalmıştı,” dedim birdenbire. “Hepsini bulanık ya da değil, bir şekilde çekmeyi başardım ama son iki dosyaya giremedim.”
“Lanet,” dedi Kartal dişlerinin arasından. “Gitmemiz gerek, sorun değil.”
“Siz çıkın,” dediğimde Emir koridora çıkmıştı, Kartal’ın donup kaldığını, sonra da şaşkın bakışlarının bana çevrildiğini fark ettim.
“Ne?”
“Son iki dosyanın fotoğraflarını çekip geleceğim, siz gidin,” dedim üzerine basarak. “Hiçbir şeyi atlayamam.”
“Saçmalama,” dedi Kartal.
“Acele edin,” diye fısıldadı Emir dışarıdan. “İnce ip üzerinde yürüyoruz ve biz cambaz değiliz. Çıkın şu odadan.”
Kartal elimi tutup beni çekmek isteyince hızla kendimi geri çekerek onun gözlerinin içine baktım. Aralık duran kapının karşısındaki camlardan içeri sızan sokak ışıkları belli belirsiz yüzünün haritasını belirginleştiriyordu. “Git,” dedim üzerine basa basa. “Tekrar şansımız olmayacak. Buraya birilerinin girdiğini anlarlarsa, bir daha giremeyiz.”
“Saçmalama, Lavin,” dedi Kartal, bana ilk kez böyle endişeyle bakıyordu.
“Git, benim tek başıma buradan çıkmam kolay olur ama sen olursan başaramayız. Kendimi fark ettirmeyeceğim.” Birden onun elini tutup bana güvenmesini diler gibi elini sıktım. “Git, arabada beni bekle. Sadece on dakika. On dakika sonra orada olacağım.”
“Benden bunu istemen, kanı çekilmiş birini diriltmemi beklemen kadar saçma,” dediğinde ciddiyeti ruhuma karışıp beni bozguna uğrattı. Elimi sıkıca tuttu. “Seni yalnız bırakacağıma hepsinin kafasına sıkarım.”
Güven. Ona baktığımda inancımı görüyordum, ona baktığımda güveni görüyordum ve hepsinden acısı da ona ne derse desin, ne yaparsa yapsın hep inanıp, güvenmeye devam edeceğimi artık daha iyi biliyordum. Oysa henüz birbirini tanıyan iki yabancıyken, her şey daha kolaydı. Geçmişte sadece en yakın arkadaşımın abisiyken, benimle alay ederken, o buz gibi gözlerle beni dikkatle izlerken her şey daha kolaydı.
Birbirimize böyle bağlanmamalıydık.
“Sen bana Kardelen’in emanetisin,” dedim aniden, Kartal durdu, zaman da sanki onun arkasında durmuş, donup kalmıştı. “Ve her şey bittiğinde seni görmek için bir cezaevinin görüş salonuna değil, bir hastanenin bekleme salonuna geleceğim. Senin görev yaptığın bir hastanenin.”
Sadece gözlerimin içine bakıyordu. Yaptığı tek şey buydu ama ruhuma sızıyordu. Ruhuma düşen bir gölgeye benziyordu, ruhumun göğünde ruhuma yol çizen bir yıldıza, çarpmak için yükselen bir dalgaya, yağmak için bulutları koyultan yağmura benziyordu.
“İşte bu yüzden gitmek zorundasın.”
“Lavin.”
“Bir şansımız olması için,” dediğimde bir an irkildi. “Git.”
“Bir şansımız olması için,” dedi.
“Evet.” Derin bir nefes aldım. “Git, Alaşan.”
“On dakika içinde dönmezsen, girip hepsinin kafasına sıkacağım,” dedi.
Onu kapıya doğru iterken gülümsedim. “On dakika içinde dönersem, bir hastanenin bekleme salonunda.”
“Dönmezsen, cezaevinin görüş salonu,” dedi ve bu beni cansız bir şekilde gülmeye itti.
“Anlaştık.”
“Hadi artık,” dedi Emir. “Çıkın şuradan.”
Kartal odadan istemeyerek çıkarken beni odanın karanlığına emanet edecek olan kapı kapandı. Elimi cebime atıp telefonu bir kalbi sıkar gibi sıkarken Emir ile Kartal’ın karanlıkta kaybolmaya başlayan adım seslerini dinledim. Odaya tekrar birilerinin dönmesi kuvvetle muhtemeldi. Saniyelerle yarışmak zorundaydım.
Sonra döndüm ve geleceği belirleyecek olan zamanın içine doğru yürümeye başladım.
İçerisi çok karanlık olduğu için telefonun flaşını kullanmak zorundaydım, odadan çakacak her bir ışık, yakalanma ihtimalimin on misli çoğalmasına neden olacaktı. Yine de gözümü karartmıştım. Bu, benim boynumda asılı duran bir idam ipi gibiydi ve eğer başaramazsam, ip boğazımdayken zamanın içine sarkan bacaklarım olacaktı.
Dosyaların olduğu dolabı açtım, kalan son dosyalardan birini çıkardım. Odanın dışa bağlantılı camının önünden birilerinin geçtiğini hissetsem de ellerimi dosyadan çekmeden dosyayı açıp telefonun kilidini kaldırdım. Camdan uzaklaşan gölgeler koridora karışarak uzaklaşmaya başladılar. İlk sayfanın fotoğrafını çekmemle bir ışık patlaması tüm odayı aydınlattı, gözlerimi sıkıca yumup diğer sayfayı çevirdim, hızlıca diğer sayfayı çevirip onu da fotoğrafladım. Her fotoğraf karesi için ofisin içini ışıkla yıkıyordum ve biri bile bu ışığı fark edecek olursa, yakalanırdım. Belki de her şey an meselesiydi.
On dakika, dedim içimden. Bir şans için, on dakika.
“On dakika,” diye fısıldadım titreyen ellerle dosyanın son sayfasını çevirip fotoğrafını çekerken. “Bir şans için, on dakika.”
Parmaklarım titrerken son dosyanın da son sayfasına geldim. Tam flaş patlarken, “O ışığı gördün mü?” diye sordu biri karanlığın derinliklerinden, bir fısıltıyı anımsatan sesiyle. İrkildim.
“Hayır,” diye fısıldadım son sayfayı çekip telefonu hızla cebime koyarak. “Bu şansı kaybetmeyeceğim.”
“Sadık Bey’in odasından geldiğini düşünmüyorum, belki de hava bozuyordur. Şimşek falandır.”
“Yine de bir gidip bakalım, belki herhangi bir cihaz açık kalmıştır.”
“Az önce girip baktık, hiçbir şey açık değildi,” dedi diğer adam. Yavaşça ilerleyip masanın önünde çöktüm. İçeri girecek olurlarsa masanın altına girerdim, bir şekilde gizlenirdim. Asıl sorun, nasıl dışarı çıkacağımdı. Yalnızca on dakikam vardı.
“Yalnızca on dakika,” diye fısıldadığımda, onun da gözlerinin binada, “Yalnızca on dakika,” diye fısıldadığını biliyordum.
Adamların mırıltılar eşliğinde uzaklaşan adım seslerini dinlerken kafamda hep aynı düşünce dönüp duruyordu. Ne kadar zamanım kalmıştı? Buradan çıkıp özgürlüğe kavuşmak, onu bir gece daha karanlığa ait kılmamak için ne kadarım vardı? Telefonu çıkarıp göğsüme bastırdım. Kalan dakikaları, saniyeleri saymaya gücüm yoktu. Otuz saniye içerisinde diğer koridordaki volta biter, bu koridora tekrar girerlerdi, gitmem gerekiyordu.
Gitmeliydim.
Kapıya yönelirken ellerim buz tutmuştu. Koridordaki sessizliği birkaç dakikamdan çalarak dinledim, sonra kapıyı yavaşça açtım ve beni karşılayan sessizliğin harmonisi oldu. Yavaşça dışarı çıktım, koridoru tarayan gözlerim, yere düşmeye başlayan adımlarımın silahı gibiydi. Duvar kenarından, duvara yaslana yaslana, arkama bakmayı ihmal etmeden hızlı adımlarla yürümeye başladım. Zamanla yarışmanın en zor yanı, zamanla oturduğun kumar masasına sahip olduğun tek şeyi yatırmış olmandı.
Binanın merdivenlerine ulaşacağım kapının önüne geldiğim an ellerim titremeye başlamıştı, dışa açılan kapı şifre gerekmese de açılırken küçük bir gürültü çıkaracağı kesindi. Nefesimi tutup kapıyı çekmemle mandalın gerilirken çıkardığı ses metalin sesine karıştı. Gözlerimi yumup dişlerimi sıkarak kapıyı arasından geçebileceğim ölçüde açtım.
Kapı küçük bir gürültüyle kapandığında, bunu duymuş olma ihtimallerinden çok, o şansa ulaşabilme ihtimali içimi kıpır kıpır etti. Merdivenleri hızlı adımlarla, karanlığa aldırış etmeden, düşmeyi önemsemeden inmeye başladım.
Sokak kapısına gelmemle, sokak kapısının açılması bir oldu ve Kartal’la göz göze geldik. On dakika dolmuştu, ben gelmiştim ama o da, benim için gelmişti. Hızla kollarına atıldım, Kartal beni güçlü kollarının arasına alarak bana sarıldı ve bir eli saçlarıma kayarken beni tamamen kendine bastırdı.
“On dakikayı on saniye geçti,” dedi bana sıkı sıkı sarılırken.
“Bu sayılmaz,” diyebildim. “Gidelim buradan.”
Kartal bir süre beni hiç bırakmayacak sandım ama sonunda beni kolumdan kavrayıp hızla binanın arka sokağına doğru çekmeye başladı. Koşar adımlarla içinden geçip gittiğimiz sokak, tüm yaşananların yıllar geçse bile yaşamaya devam eden tek şahidi olacaktı.
Tam aracın önüne geldiğimizde, Emir aracın açık duran kapısından hızlıca çıkarak, “Başardın mı?” diye sordu telaşla.
Telefonu kaldırıp ona gösterdim, Emir gülerek elini havaya kaldırdı, sevinçle bana sırtını döndü, Kartal ise beni belimden yakalayarak kendine bastırıp gözlerini yüzüme indirdi. Bir ses duydum. Bir metal sesi. Kartal’ın kaşlarının çatılmasına neden olan ses, bakışmamızın birbirinden ayrılmasına yetmedi ama sonra tetiğin çekilirken çıkardığı o sesi duyunca Kartal aniden gözlerini benden ayıracak gibi oldu. Tam sesin geldiği yöne dönecekken ıslık sesine benzer bir ses duyuldu ve sırtımdan içeri saplanan bir şeyin varlığını iliklerimde hissettim.
Tek bildiğim o ıslık sesinin susturucudan geldiğiydi, hissettiğimse sırtımdan ter gibi boşalmaya başlayan sıcak sıvıydı.
“Lavin?”
Gözlerim bir an boşluğa kaydı, ardından gözlerimi yavaşça Kartal’a doğru çevirdim ve dengemi kaybedecek gibi hissettiğimde beni tutan ellerin sahibi yine Kartal’dı. Birinin karanlığın içinde koşarken yankılanan ayak seslerini duydum; bizden uzaklaşıyordu. Ve şimdi zihnim, filmi çıkmış bir kaset gibiydi. Kartal elinde bir kalemle filmi sarmaya çalışsa da o kasetten çıkacak hiçbir melodi bir daha aynı hissi yaratmayacaktı.
“Lavin!” Bu ses Emir’e aitti. Birden yana doğru yığılarak tüm ağırlığımı Kartal’a verdim ve bedenimin ilk defa tanıştığı bu sarsıntıya alışmaya çalıştım. Çok garipti ama acı yoktu, sanki soğuk tüm acıyı emmişti. Gözlerimi geriye doğru atıp yukarı kaldırdığımda, kan rengini almış bulutlardan döne döne düşmeye başlayan kar tanelerini görmek, Tanrı’yla göz göze gelmek gibiydi.
Belki de Kardelen’le.
“Lavin!” Kartal avucunu aniden sırtıma bastırdı, titrediğini hissetmek beni hissettiğim yoğunluktan anlık uzaklaştırırken birden kelimeleri kaybettiğimi hissettim ve dudaklarım sesimle bütünleşemedi.
“Telefon,” diyebildim, Kartal elimi havada yakalarken avucumdaki telefonu Kartal’ın kalbine bastırdım. Gözlerim geriye doğru kayar gibi oluyordu, bacaklarımın üzerinde duran ben değildim sanki, ben ruhumla birlikte bedenimi terk etmiş ve her şeyi uzaktan izlemeye başlamış gibiydim.
“Lavin,” diye fısıldadı Kartal, sonra yeri göğü inleten o sesini kalbimin içinde duydum. Kalbim, siyahlar içindeydi ve ben, kalbimin kollarındaydım. “Sikerim, hayır! Hayır, hayır. Lütfen, hayır.”
“Siktir, sırtından mı?” Emir, aniden bize doğru yöneldi. “Arabaya taşıyalım. Hadi, ne duruyorsun? Kan kaybediyor. Lavin!”
“Hayır,” dedi Kartal, avucunu sırtımdan çekemiyordu. “Direksiyon başına sen geç, elimi buradan çekemem. Hayır.” Gözlerini tekrar bana indirince gözlerimi kaldırıp güzel yüzüne baktım. Kar taneleri saçlarına tutunuyor, sanki Kardelen, ağabeyinin saçlarına dokunuyordu.
“Telefon,” diyebildim, aniden hırlayarak beni kendine çekti ve avucunu yaraya daha sert bastırdı. Anlık bir acı hissetsem de sonrası yine ıssız bir histi ve hissedebildiğim tek şey aslında ucu mızrak gibi keskin bir soğuktu.
“Telefon sikimde bile değil. Sadece sen gereksin.”
Telefonu bu dünyadaki tek hazinemmiş gibi sıkı sıkı kavrasam da aslında ellerimin gevşek tuttuğunu biliyordum. Soğuğu hissediyordum. Azap gibiydi, dondurucuydu, buzlu suyun içinde yatıyormuşum, gökten döne döne inerek yattığım suyun içine düşüp kristalleşen kar tanelerini izliyormuşum gibiydi.
Tenimden kelimeler gelip geçiyordu. Tenimde bir geçmiş yanıp sönüyor, kırmızı alarm vermiş gibi gelecekten kırıntılar arıyordu; şimdim kayıptı ve şimdimin çantasında gelecek kalmıştı. Arabanın içine ne ara taşındığımı bilmiyordum, bildiğim tek şey avucumda tuttuğum telefonun önemiydi, hissettiğim tek şey kemiklerime kadar donduran soğuktu ve Kartal’dı.
Ruhumun dallarından birinde bir kız çocuğu oturuyordu.
İnsanları izliyordu.
Hisleri izliyordu.
Ölümleri izliyordu.
Tümünü izlerken yüzünde hep aynı ifade vardı: Çok fazla ağladığı için durgunlaşmış bir ifade.
Kartal, “Bunu kim yaptıysa, onun sülalesinde sağlam tek insan bırakmayacağım,” dedi, ıslıklı sesi saçlarıma dökülüyordu. “Hastaneye,” dedi Kartal. “Hızlı ol. En yakın hastaneye.”
“Hastane yok,” dedim güç bela konuşurken. “Ben…” Acı bir an dengemi sarstı, sonra geri çekildi ve yerini karanlık bir soğuğa bıraktı. “Ben iyiyim.” Sesimin tınısından akan zehir, Kartal’ın kanına karışmış ve onu felç etmeye başlamış gibi bir an kaskatı kesilmesine neden oldu. Gözlerimi güçlükle kapatıp geri araladığımda sanki saatler geçmişti, oysa her şey anlıktı ama hisler birbirinin üzerine binerek benim zihnimdeki zamanla oynamaya başlamıştı.
“Dinleme onu, hastaneye,” dedi Kartal kemik gibi bir sesle.
“Bunu ona onlar yapmış olamaz,” dedi Emir. “Sokakta kimse yoktu.”
“Bunu zaten o heriflerin yapmadığı çok açık,” dedi Kartal, sesi titriyordu, bir süre sonra bana dokunan ellerinin bile titrediğini fark etmiştim
Zaman benim için bir karmaşadan ibaretti.
Zaman bir düğümdü ve o düğümü çözebilmem için ellerimin tutması gerekirdi. Benimse ellerim, tuttuğu her elin sonunda kayıp gidişiyle yalnızlığa edilmiş bir yemine dönüşmüş ve sonunda kendi kendini yalnızlığın idamıyla cezalandırmıştı. Bedenimden sızan her kan damlası, içimden kayıp giden bir umut parıltısı gibiyken, aslında uzun zamandır karanlıkta yaşayan birinin, ışıkla ilk temasında böyle yanmaya başlayacağını en başında biliyordum.
Kartal avucunu oraya tamamen bastırınca, görüntüler ve seslerin birbirine karışarak yarattığı heyelan bir anlığına yerini dümdüz olmuş bir deprem alanına bıraktı ve tüm enkazların altında hayallerimi aramaya başladım. Nefesinin sesini duyuyordum, sıcaklığını hissediyordum, nefesi bana ne kadar canlı olduğunu kanıtlamak ister gibi yüzüme, saçlarıma, tenime, kirpiklerime dökülüyordu ve kirpiklerim, onun dudaklarından dökülen nefesin rüzgârında, kimsesiz kalmış bir sonbahar yaprağının kaldırım boyunca sürüklendiği gibi sürükleniyordu. Bir süre sonra bakışlarım onun yüzüne sürüklendi ve kemikli, altında saklanan her duyguyu bir gecede içtiğim yüzündeki telaşı gördüm. Paniği gördüm. Korkuyu…
Kartal Alaşan, korkuyordu.
“Halledilmeyecek bir şey mi değil mi bir bak,” dememi beklemediğinden bir an kaskatı kesildi, dudaklarımı yavaşça yaladım. “Çok büyük bir risk yoksa parti alanına dönmek istiyorum, biraz hava alırsam acıyı unuturum. Sadece üşüyorum, çok üşüyorum, hepsi bu.”
“Sen ne söylediğini sanıyorsun?” Gözleri gözlerime şaşkınlığını hiç gizleme gereği duymadan duygular çiziyordu.
“Kartal, ciddiyim,” dedim kesik bir sesle. “Oraya dönmezsek her şey başlamadan biter.”
“Hiçbir şey umurumda değil,” dedi Kartal birdenbire öfkeyle. “Ne başlaması ne de bitmesi, hiçbiri umurumda değil.” Altın rengi gözlerinin içinde sokak lambalarının ateş rengindeki ışıkları parlıyordu. Alnımda kabaran ter damlalarını hissettim, dudaklarım çok kurumuştu ama dilimi dışarı çıkarıp dudaklarımın üzerini ıslatacak hâlim bile yoktu. Görüntüler ve sesler yeniden birbirine girmeden önce onun gözlerinin içine baktım.
“Kardelen umurunda olmak zorunda,” dedim. “Umurumuzda olmak zorunda.”
“Sen ne söylediğini bilmiyorsun,” dedi Kartal. “Sırtında koca bir delikle, seni nereye götürmemi istiyorsun?” Sesi titriyordu, yine de bakışları güçlüydü, bir an bu bakışları ölümün bile deviremeyeceğini düşündüm. Avucunu sırtıma biraz daha bastırıp gözlerini benden çekmeden, “Hızlan,” dedi. “Avucumu oradan çekmiyorum. Daha hızlı sür şu külüstürü.”
“Dinle,” diye fısıldadım, üşüyordum. Tükürsem, kırmızı bir lekeden başka hiçbir şey göremeyecektim. “Canım acımıyor, anladın mı? Vurulmak hiç de zor değilmiş…” Sesim titriyordu, konuşurken şakaklarımdan kayan terleri görmek onu daha da paniğe sürükledi ve Kartal birden titreyerek bana sokulup susmamı diliyormuş gibi gözlerimin içine bakmaya başladı.
“Lütfen çeneni kapat,” dedi. “Lütfen o ağzını bu defa kapat.” Gözlerime bir ölüm kadar geç kalmış bir ifadeyle bakıyordu. “Ve lütfen,” dediğinde gözleri ilk kez ışıkların altında parçalanmış bir ayna gibi bakıyordu. Her bir parçanın içinde kendi yansımamı görüyordum. Her yansımada farklı görünüyordum. “Lütfen daha fazla konuşabileceğin zamanlar yarat.”
Gözleri koyuydu, kopkoyuydu ve ben o parçalarda kapkaranlık odalarda gibiydim. Bir odada aynanın önünde saçlarımı tarıyordum ve rimelim akmış, tüm yüzüme dağılmıştı. Bir diğer odada, karanlıkta öylece dikiliyor, elimi kalbime bastırmış boşluğa bakıyordum, yanağımdan bir damla gözyaşı kirpiklerimden salınarak intihar ediyor, kalbimin ağrısını bu hâlimi izlerken bile derinlerimde hissedebiliyordum. Her parçada başka paramparça bir anım vardı.
Emir, “Ona müdahale edemez misin? Sen doktor değil misin?” diye sorduğunda sesi endişeyle titriyordu.
“Yaranın ne durumda olduğunu bilmiyorum,” dedi Kartal dişlerinin arasından. “Amına koyduğumun hastanesi nerede?”
“En yakın hastaneye dakikalar sonra ulaşabileceğiz,” dedi Emir, sesinin titrediği gibi elleri de titriyor muydu? “Yaraya bakman gerekiyor, anladın mı? Gözünü karartıp yaranın durumunu gözlemlemelisin. Kurşun tehlikeli bir yere saplandıysa…”
“Kes sesini!” diye bağırdı Kartal, sesi ıslıklıydı, gözlerini bana indirip yüzüme korkuyla bakmaya başladı. “Hastaneye gidene kadar pozisyonunu değiştiremem, bu daha tehlikeli olabilir.”
Üşüyordum.
Çok üşüyordum.
“Üşüyorum,” diye fısıldadım. “Kartal, çok üşüyorum.”
“Biliyorum bebeğim,” dediğinde bildiğini iliklerimde hissettim. Sanki o da benim gibi üşüyordu, öyle titriyordu. “Geçecek.”
Telefon yüksek sesle çalmaya başladığında yüzüme şeritler çekerek geri çekilen ışıkların karanlığı usulca zihnime dalıyordu. Emir’in telefonu açtığını fark ettim ama sesler ve görüntüler zihnimde bir bütün oluşturmadı. “Burak, şimdi sırası değil,” dedi Emir, bir an gözlerimi aralayıp Emir’in görünen saçlarına, gerilmiş koluna baktım. Hepsi buzlu bir camın arkasındaymış gibi puslu görünüyordu. Bulanıktı. Net değildi. “Lavin vuruldu!”
“Sakın,” dedim aniden. “Sakın oradan çıkmasınlar. Kimseye söylemesin.” Titriyordum, elimi güçlükle kaldırıp Emir’e uzanmaya çalıştığımda ellerimin bembeyaz olduğunu gördüm, titreyen ellerime bakarken bir an başım geriye doğru düştü ve aracın karanlık tavanına bakarken derin nefesler almaya başladım. “Geleceğimizi söyle.”
“Kapat çeneni!” Kartal’ın bağırışı bana kalbim kadar yakındı ama zihnimden kilometrelerce uzaktaydı.
“Lavin’i duydun,” dedi Emir. “Biz bir hastane bulmaya çalışıyoruz. Lavin’in söylediğini yapın ve yokluğumuzu hissettirmeyin. Her şey düzelecek.”
“Ben iyiyim,” diye fısıldadım. “Doktor, ben çok iyiyim. Sadece üşüyorum. Dönelim, oraya dönmezsek her şeyi bombok etmiş olurum. Hiçbir şeyi bombok etmeyeceğim, duydun mu beni?” Gözlerimin kenarlarını sarmaya başlayan yaşların sebebi acı değildi, ağladığımı kimse anlayamazdı, içim bile ağladığımı kabullenmeyecek kadar sessizdi. “Lütfen Alaşan, lütfen bunu bombok etmeme izin verme. Lütfen, sen bulursun bir yolunu. Götür beni oraya. Beni oraya götürmenin bir yolunu bulursun, biliyorum. Bili-”
“Lavin!” Kartal birden dudaklarını buz kesmiş terli alnıma bastırdı, sanki alnımda terden buz sarkıtları oluşmuştu.
Dudaklarının varlığı beni sustururken diğer elimdeki telefonu daha sıkı kavrayıp mırıldandım: “Lütfen.”
“Sus, benim içimdeki fay hattını kırma,” dedi. “Benim içimdeki gücü yıkma. Hiçbir şey bok olmayacak, tamam mı?” Dudaklarını alnımdan çekmeden konuştu: “Bu geceyi bizsiz de toparlarlar.”
“Oraya gideceğim,” diye mırıldandım, birden bedenim titremeye başladı. “Nasıl tüm camlarını indirdim senin? Kırılmaz dediğin her pencerenin camında benim taşımın deliği var. Bırak bir taş daha atayım, bu taşın kırdığı cam benim pencerem olsun.” Nefes nefese konuştum. “Benim bu geceyi bitirmeye ihtiyacım var.”
“Yok,” dedi dişlerinin arasından. “Konuşma.”
“Kartal,” dedim üzerine basa basa ama sesim öyle çok titriyordu ki, belki de yalnızca ben üzerine basa basa söylediğimi düşünüyordum. “Benim bu geceyi bitirmeye ihtiyacım var.”
“Benim de senin yaşamana ihtiyacım var.” Kelimeleri bir kurşundan daha fazla yer etmişti sırtımda. Kelimeleri bir yangın olmuş, her yanımı sarmış, kelimeleri damarımı boşaltan kan olmuş ve asıl soğuğun onsuzluk olacağını bana kanıtlamıştı. “Şimdi sus, daha fazla konuşma.”
Süregelen o sessizlik sadece birkaç dakikadan ibaret olsa da ben sanki saatlerdir o sessizliğin kollarında bir oraya, bir buraya savruluyormuşum gibi hissediyordum. İçim, beni mahveden her duyguya rağmen soğumayı başarmış gibiydi ama bu soğukluğun özü, aslında ölümün gölgesinde var olmuştu.
“Şurada nöbetçi bir eczane var,” dedi Emir birdenbire, gözlerimi usulca araladığımda aralarındaki boğuk konuşma artık kulağıma uzaklardan gelen bir mırıltı sesi gibi doluyordu; oysa diplerindeydim, sesleriyse bir göğün çığlığı kadar gür, öfkeli ve içindekileri yağdırmak için morarmış bulutlar kadar telaşlıydı.
“Hastaneye kadar bu şekilde onu ne kadar ayık tutabilirim bilmiyorum,” dediğini fark ettim Kartal’ın. “Yarayı göremiyorum. O yüzden şuraya park et. Yaraya bakacağım.” Sesindeki anlam karmaşalarını dinledim, sonunun ölüme taşındığını bildiğim hüzünlü bir ninniyi anımsatıyordu sesi. Onu hiç bu kadar uç noktada gördüğümü hatırlamıyordum.
Aracın durduğunu fark ettiğimde içimin üşüdüğünü de çok net bir biçimde hissettim. Yaramın olduğunu düşündüğüm yerde bir uyuşukluk, bir karıncalanma hissi vardı ve her nedense bedenim gitgide daha da soğuyordu. Emir aracın ön kapısını açarak dışarı çıkarken birden içeriye dolan soğuk, beni daha da üşüteceğine rahat bir nefes almama yardımcı oldu. Gözlerime ağır gelen kirpiklerin arasından, “Bu iyi,” diye fısıldadım. “Üşüyorum ama bu iyi.”
“Şimdi seni yavaşça döndüreceğim,” diye fısıldadı Kartal. “Kurşunun yerini görmem gerekiyor, Lavin, anlıyor musun? Sadece anlık, çok şiddetli bir acı çekeceksin ama anlık, söz veriyorum anlık.” Benim gözlerimin içinde gördükleri onu alaşağı ediyormuş gibi bakıyordu. Bir süre donuk bir yüzle sadece onu izledim. “Olur mu?”
“Burada çıkaramaz mısın?” diye sordum birdenbire. “Ben buna dayanabilirim.” Verdiğim yorgun nefesler miydi, yoksa söylediklerim miydi kaşlarının şiddetle çatılmasına neden olan? Bilmiyordum. “Dayanabilirim,” diye inledim. “Hastaneye yapabileceğimiz bir açıklama mı var, Kartal?”
“Açıklamasına sokarım, umurumda mı sanıyorsun açıklama yapacak olmak?”
Elini yaramdan çekmeden beni çevirmek istediğinde, güçsüz elimi onun elinin üzerine koyarak, “Umurunda olmak zorunda,” diye fısıldadım. “Sırtından vurulmuş birini öylece hastaneye sokup, sonra da hiçbir şey olmamış gibi geri çıkarabileceğini mi sanıyorsun?” Sesim bir iniltiden farksız olsa da kelimelerime sinmiş olan mantık onu duraksattı ama bu duraksama anlıktı, gözlerindeki kararlılık, yaramdan akan kandan daha keskin ve fazlaydı.
Emir, “Almam gerekenler ne?” diye sordu.
“Vücudunu sıcak tutmam gerekiyor, kapıyı kapat,” dedi Kartal, sanki kafasındaki hiçbir şey yerli yerine oturmuyordu. Bedenimde koşulsuz ilerleyen bir ağrının ilk nefesini hissettiğimde, üşümem şiddetlendi ama kapının kapanacak olduğunu duymak nefesimi de dengesizleştirmişti.
“Hayır,” diyebildim. “Kapatma, lütfen, hayır.”
“Kanamayı büyük ölçüde durdurdum,” dedi Kartal, sesindeki yıkıntıların altında kalıyormuşum gibi hissediyordum. “Hastaneye gidene dek şoka girmesini önleyebilmem imkânsız. O yüzden kurşunu çıkarmam, sonra da onu götürmemiz gerekiyor. Kurşun bedeninde kaldığı sürece hasar daha da büyüyecek.”
“Eczacıya bunu söylesem anlar mı?” Emir duraksadı. “Kurşun çıkarmak için ne gerekiyorsa versin işte, doğru olur mu?”
“Polise haber verebilir. Tıp öğrencisi olduğunu, hocana götürmen gereken malzemeler olduğunu söyle. Bize aldırırlardı bazen, o yüzden inanır.” Kartal duraksadı, hızlı düşünmeye çalıştığı aşikârdı. “Kadavradan kurşun çıkarma işlemi yapacağınızı falan söyle, olabildiğince sakin davran. Bir de yoğun migren tedavisinde kullanılan ağrı kesicilerden iste, reçetesiz veremeyeceğini söylerse Uzman Doktor Rıza Çelebi için istiyorum de, İstanbul’un tanınan doktorlarındandır ve bildim bileli migreniyle başı derttedir.”
Emir’in koşar adımlarla uzaklaşmaya başladığını duydum ama gözlerimi açık duran kapıdan dışarı çıkaramadım. Bir süre gözlerim tavanda asılı kaldı, aldığım nefes ciğerlerimi solduruyormuş gibi hissediyordum. “Muhtemelen bir eczanede gerekli her şeyi bulamayabilir,” diye fısıldadı Kartal. “Şimdi yaranı görmeme izin ver. Şoka girmemen gerekiyor, bunun için önce durumunu kontrol altına almam lazım.”
Yavaşça burnumu çekerken, “Hastane olmaz,” diye fısıldadım. “Durumumu kontrol altına al, gidelim.” Bedenimin içinden iğneyle kan çekiliyormuş ve kanım usul usul boşalarak bedenimi terk ediyormuş gibi hissediyordum. Berbat bir histi. Ruhum çekiliyormuş gibiydi.
“Lavin,” diyebildi Kartal. “Şoka girersen seni kurtaramayabilirim.” Duraksadığını hissettim, bir an farkındalık kafamdan aşağı çöken bir dünya gibi üzerime yığıldı. “Şimdi seni yavaşça çevireceğim, yarana bakacağım, kanamanı durduracağım ve eğer düşündüğüm kadar derinde değilse, o sikik şeyi sırtından çıkaracağım.” Alnını alnıma bastırdı. “Ve özür dilerim, acıyacak.”
“Sorun değil,” dedim çatlayan sesimle.
“Benim için ne kadar sorun olduğunu bilseydin, kurşunun sana değil bana saplanmasını dilerdin.”
“Dilemezdim,” diyebildim. Dudaklarımın kuruluğu, konuşurken canımın iki misli daha çok yanmasına neden oluyordu.
Kartal birdenbire beni çevirip aracın içinde yüzüstü yatırınca peruktaki siyah tellerin yanaklarıma yapıştığını hissettim. Gözlerimi aracın içinde durduğu ara sokağın sonundaki sokak lambasına çevirdim, beyaz parmaklarımın arasında hapsettiğim son güç kırıntısını kullanarak tuttuğum telefona bakarken gözlerimden yaşlar boşaldığının farkında değildim.
Tişörtün sırt kısmının yırtılırken çıkardığı sesi dinledim, ardından Kartal aniden avucunu yaraya bastırdı ve dudaklarımdan kırık bir inilti döküldü. Ruhum, arafın boşluğunda bir salıncağa oturmuş sallanıyordu, cenneti ve cehennemi izliyordu ama ikisini de istemiyordu.
“Onun ölüsünü dirisini sikeceğim.” Kartal’ın dudaklarından ıslıklı bir nefes eşliğinde dökülen küfür, bir yağmur gibi tenime yağdı. “Güvenlik değil bunu yapan, silah kullanmayı bilmeyen bir götleğin işi. Mermi takla atarak yalpalamış, yara elips şeklinde.” Kartal burnundan sert bir nefes daha bırakırken titreyen ellerini yarama bastırdı. “Hadi artık, Emir.”
Gözlerimin önündeki karanlık buğulanıyor, sokak lambası tüm ışığını altına aldığı karanlığın üzerine devirse de benim üzerime yağmadığı için içimdeki karanlığı öldüremiyordu. Damarımdaki kan eksildikçe daha çok üşüyordum, üşüdükçe acım daha da bulanıklaşıyordu ve onu daha az hissediyordum. Belki de kan kaybetmek iyi bir şeydi. Bilmiyordum.
Emir’in sokağa düşen adım seslerini duydum, sonra da onu gördüm; ileriden bana yaklaşan, yüzü olmayan bir beden gibiydi. Eğer onu çocukken görseydim, bu an ben çocukken yaşanıyor olsaydı, onun canımı almak için gelen bir melek olduğunu düşünürdüm ama biliyordum, insan ölürken bile en yalnız olandı.
Poşetin ön koltuğa koyulurken çıkardığı hışırtı sesini duydum, artık Emir’i göremiyordum ama sesini duyabiliyordum. Bir şeyler söylüyordu, sesi panikten bir mayın tarlasının ortasında gibiydi. “Üzerimdeki kostümü gördüğünde bana inanmayacağını düşündüm,” dedi Emir panikle. “Sonra partide aniden hocanın istediği şeyleri hatırladığımı, her yerde nöbetçi eczane aradığımı söylediğimde bana inanılmaz bir şekilde daha çok inandı.” Nefes nefese poşeti arka koltuğa doğru uzattı. “Yarası ne durumda? Hastaneye mi süreceğim, yoksa sen mi bakacaksın?”
“Arabayı bir santim bile kıpırdatayım deme,” dedi Kartal, Emir’in elindeki poşeti çekerek alırken. “Yarasının etrafını temizleyip soktuğumun kurşununu çıkaracağım. Sonra da kanamayı durduracağım ve gideceğiz.”
“Gitmeyeceğiz,” diyebildim, sesim titriyordu. “Ben iyiy-” Birdenbire hissettiğim inanılmaz bir acıyla gözlerim iri iri açıldı ve o an, Kartal’ın antiseptik bir bezle yaramı sildiğini fark ettim. Bezin üzerindeki her ne ise beni hüngür hüngür ağlamam için tehdit ediyordu.
“Morfin ya da herhangi bir uyuşturucu yok,” dedi Kartal, bunu söylerken boğazında bir bıçak varmış gibiydi, yutkunsa o bıçak doğrudan kalbine kadar saplanacaktı ama yutkunmadıkça nefesini kesip onu boğuyordu. “Ama zorundayım. Mecburum. Onun şoka girmesini göze alamam.” Yaramda, vücudumdaki soğukluğun on misli fazlasını hissettiğimde birden gözlerimin önünde şimşekler çaktı; sokak lambasının altında oluşan ışık halesi titredi, gözlerim kısılırken dudaklarımdan bir inilti yükseldi. “Beni öyle bir raddeye getirdin ki Lavin, ben bu raddenin sülalesini sikeyim.”
“Yap şunu,” diyebildim bilincim karanlık sulara girmek ister gibi canavarın içinde uyuduğu nehrin durgun sularını izlerken.
Her şeyi, ruhum sanki tüm acılarını bedenime vermiş gibi en derinlerimde, tüm benliğimde hissediyordum. Tenimi yırtan bıçağı, bıçağın soğukluğunu, etrafından boşalan kanı, burnuma dolan ölüm kokusunu, sırtımdaki kanatların etrafında gözyaşları gibi hareket eden kan damlalarının çoğaldıkça Kartal’ın dudaklarından dökülen nefesin daha da yoğunlaştığını…
Hissetmek, alev alev yanmaktı.
Hissetmek, buz tutup donmaktı.
Hissetmek, doğum anında boğazına dolanıp canını alan bir kordondu.
İçimi deşen metali hissettim, soğukluğunu, etimin arasındaki hareketini, ilerlerken ruhuma kadar nasıl bir ızdırapla dolduğumun gözlerime verdiklerini yalnızca o an izlediğim sokak lambası görebilirdi. Çığlık atmak istedim ama bunu bile yapamadım. Uyuştum. “Telefonun ışığını şuraya tut,” dedi Kartal, ellerinin titrediğini bilsem de kendimi öylece ona emanet etmiştim. Tanrı’nın bir emanetine bakan, yıllar sonra Tanrı tekrar ona güvendiği için eli ayağı birbirine girmiş bir şeytan gibi görünüyor olmalıydı.
“Ah!” Gözlerim geriye doğru kaydı, ruhum içimin sınırlarından içime çarpmış bir dalga gibi beni darmaduman ederek geri çekildi. Buz tutmuş bir elimi koltuğun döşemesine bastırıp, koltuğu paramparça etmek istiyormuş gibi tırnakladım ama bu aslında çok güçsüz bir hareketti, bir diğer elimde tuttuğum telefonu sıkmaya çalıştım ve Kartal’ın savurduğu küfürler, çektiğim acıya karışarak gecenin içinde kayboldu.
“Çok derinde değil,” diyebildi Kartal, ilk defa onun böyle bir ses tonuyla konuştuğunu duyuyordum. Ellerinde tuttuğu şey hayatıymış ve o tek bir hatada hayatının ellerinden kayarak yere düşüp bir cam gibi parçalanmasından korkuyormuş gibiydi. “Çıkarabilirim. Bunu sana zarar vermeden yapabilirim. Özür dilerim.” Parmaklarının baskısını hissetmeyi beklemediğim için birden gözlerim iri iri açıldı, kafamı dikmeye çalıştım ama tüm bedenimde tek bir dokunuşun uğultusu yankılanmaya başladığı için öylece ışığa kilitlendim ve dudaklarımdan öyle bir çığlık döküldü ki, bu çığlık, devamında Kartal’ın yalvarır gibi inlemesiyle alçalmaya başladı.
“Özür dilerim.” Dudaklarını ensemde hissettim, parmağı yavaşça derinin içine kaykıldı ve dudaklarımdan ağıt gibi iniltiler dökülürken onun gözlerini sıkı sıkı yumduğunu, kirpiklerinin ensemdeki hareketinden anlamıştım. “Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.” Sesi gittikçe daha da kısılıyordu.
Parmaklarının arasında bir şeyi kavradığını hissettim ama acı artık her yerdeydi. Ayak parmaklarıma kadar acıyordum. Kirpik diplerimde ateşler yanıyordu, gözlerime görüntüler değil alevler sızıyordu sanki. Hissettiğim yoğun acının depremi tüm bedenimi titremeye sevk ettiğinde, Kartal parmaklarının arasında tuttuğu şeyi, canımı olduğu yerden çekip alıyormuş gibi çekerek yavaşça açtığı yerden dışarı çıkardı ve onun bunu çıkarmasıyla birlikte, bedenimdeki tüm kan açık yaraya akın ederek dışarı akmaya başladı.
“Kanıyor,” dedi Emir dehşet içinde. “Kartal, o çok kanıyor. Bir şey yap.” Emir’in, Kartal’ı sarsmak için arka koltuğa uzandığını fark ettim. “Sana diyorum lan, bir şey yap! Kendine gel, bir şey yap!”
Gözlerimin önünden sayısız kelime uçup gidiyor, kelimeler gökyüzüne ulaşamadan patlayarak duman şeklinde dağılıp kayboluyordu. Kartal’ın arkamda ne hâlde olduğunu bilmiyordum, neden Emir’in onu sarstığını da bilmiyordum. “Bırak şunu, kıza bir şey oluyor! Kartal!”
Birden sokak lambasının altında, elinde bir çift bale pabucuyla dikilen siyah paltolu adamın yüzünü, sanki aracın önünde eğilmiş yüzüme bakıyormuş gibi yakından, net bir şekilde gördüğümü fark ettim. İri, yeşil hareli ela gözlerinde şefkat vardı; dudaklarında her zamanki o gülümseme… Elinde tuttuğu bale pabucuna bulaşmış kan damlalarını gördüm, sonra o adamın dudaklarının aralandığını fark etmemle birlikte, yıllar önce kalbimde yaşayan o ses, sevgisini ninniye kattı, beni ölüm uykusuna çağırdı: “Uyu bal gözlüm, ninni.”
“Kartal, onu sevmiyor musun? Onu seviyorsan bir şeyler yap!” diye bağırdı birden Emir. “O ölüyor!”
Kartal birden, aniden avuçlarını yaraya bastırdı, nefesim kesilirken gözlerimin önünde duran o adam bir duman gibi dağılarak etrafa yayıldı, kayboldu; babam artık orada değildi.
“Yarayı kapatmam lazım,” dedi Kartal birden metalden soğuk, dikkatli bir sesle. “Poşetin içindekileri çıkar. Ağrı kesiciyi dikiş bittikten sonra verebilirim, bu ağrı kesici kanını sulandıracaktır, ona şu an yarasını dikmekten başka hiçbir şey yapamam.”
Emir’in poşetleri karıştırdığını duydum, artık bilincim onlardan çok uzaktaydı sanki, akrep ve yelkovanın birbirine kaç kez dokunduklarını sayamamıştım ama zaman, sokak lambasının ışığına takılarak döne döne düşen kar tanelerinin yerde bembeyaz yığıntılar oluşturmasına neden olacak kadar çok akmıştı.
İğnenin derime saplanışını, diri diri içimden geçişini, beni birleştirirken, ruhumu nasıl ikiye ayırdığını, her şeyi bu denli hissetmek midemi bulandırıyordu. Kafamın içinde bir tavan, o tavanda dönen bir vantilatör vardı, vantilatör döndükçe kafamın içindeki kelimeler etrafa savruluyor, düşünceler akmış bir mürekkep gibi şekil değiştirerek asıl anlamlarının altında yitip gidiyordu.
“Az kaldı,” dedi Kartal demir gibi sağlam bir sesle. Peki gerçekten demir kadar sağlam mıydı? Yoksa kopmaya hazır bir pamuk ipliği miydi? “Kar tanelerini say. Bitirdiğimde kaç kar tanesi saymış olursan, o kadar çok dediğini yapacağım. Anlaştık mı?” Bir an elleri titrer gibi oldu ama sonra daha dikkatli bir şekilde işine odaklandığını fark ettim. Acının bu denli yoğun olması, soğuğun gitgide çoğalması, midemdeki bulantının da katlanmasıyla artık sadece ağlar gibi kısık iniltiler çıkarabiliyordum.
“Kar tanelerini say,” dedi üzerine basa basa. “Sesli.”
Mırıldandım ama bir şeyler söyleyemedim, bunu benden neden istiyordu ki? Çektiğim acının, hissettiğim ızdırabın farkında değil miydi? “Say,” dedi Kartal üzerine basa basa. “Uyuma, say.”
“Uyursam ne olacak?” diye sordum acıyla. “Umurumda değil, çok üşüyorum, midem bulanıyor.”
“Uyursan, bir şansımız olmaz, Lavin.”
“Bir,” diye fısıldadım acıyla, o kar tanesi usulca yere kondu, gözlerimi güçsüzce kaldırdım, diğer kar tanesini odağıma alıp pürüzlü bir sesle tekrarladım. “İki.”
“Devam et.”
“Üç.” Yutkundum, canım bir daha, önümüzdeki hiçbir yüzyılda bu denli yanmayacaktı. Bir daha buzların içinde çırılçıplak uzansam da böyle üşümeyecektim, bir daha damarlarımdaki tüm kan kurusa bile bu kadar kansız hissetmeyecektim. Damarlarım bomboş kalmış karanlık koridorlar gibiydi. “Dört.” Gözlerimden yaşlar kaymaya başlarken telefonu sıktım. “Beş.” Yutkundum, kar taneleri düşerken, gözlerim bir türlü onları yakalayamıyordu. “Altı.” Burnumu çektim. “Yedi. Doktor, biliyor musun?”
“Hım?” Sertçe yutkundu.
“Kalabalıkta attığım çığlığa kimse dönüp bakmazdı, tenhada fısıldadım.” Duraksadığını hisseder gibi oldum. “Sekiz,” diye mırıldandım. “Bir tenhaydı ki, aslında orası gerçek bir mahşer yeri. Karanlığı ikiye yarıp beni duydun. Şimdi biliyorum. Dokuz. Kalabalıkta fısıldasam, mahşer yerinin diğer ucunda olsan, kalabalığı ikiye yarıp bana yine sen koşacaksın.”
“Sen dokuz tane saydın ama sen dokuza gelene kadar, şehre tam yirmi altı bin kar tanesi düştü, Ölüm Çiçeği,” dedi Kartal, eğildiğini hissettim, dudaklarını teri soğumuş enseme bastırdı ve dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi yumdum. “Bu senin ve benim yirmi altı binde bir yakaladığımız bir şans. Seni yandığıma öyle çok inandırmışım ki, artık ne olursa olsun sönmem sanıyorsun. Sen şimdi benim yazdığım bir kitapsın, ben o kitaptaki tek cümle yüzünden tutuklanmış bir yazarım.”
“O kitaptaki sayfalardan birinde ne yazıyor, biliyor musun?” diye sordum yavaşça. Acıyla yutkunup fısıldadım: “Ve sonra gidip her şeye rağmen o geceyi kurtarmayı başardık.”
“Lavin.”
“Ne kadar kar tanesi saymışsam, o kadar dediğimi yapacaktın, Alaşan.”
Keyifsiz bir şekilde güldüğünü duydum. “Bana cam çiğniyormuşum gibi hissettiren ilk kadınsın.”
Midemdeki bulantıya, içimdeki o uçsuz bucaksız ağrıya rağmen dudaklarım yukarı kıvrıldı ama dudaklarım yukarı kıvrıldığı an yaramdaki ağrının daha da azdığını hissettim. “Üşüyorum,” diye fısıldadım. “Ama halledemeyeceğim bir şey değil. Sadece biraz… Kusacak gibi hissediyorum.” Konuşurken kelimeler dudaklarımdan savruk harfler gibi tek tek dökülüyordu, kısık bir inilti eşliğinde yutkundum. “Ve hastane kesinlikle yok.”
“Bak, hastane…”
“Açıklayamayız, anlamıyor musun?” Gözlerimi kısıp sokak lambasının altına yığılan kar tabakasına baktım. “Nelerle savaştığımı bilmiyorsun, kimse bilemez. Ama hissettiğini biliyorum, sen hissedersin. Belki fiziksel olarak çok büyük bir acı olabilir ama daha büyüklerini de yaşadım.”
Konuşurken sesimdeki titreme onu tedirgin ediyordu, rol yapamıyordum, evet, canım çok fazla yanıyordu. Ayağa kalkabilecek gibi hissetmiyordum, kalksam bile olduğum yere kusacağımı, sonra da yığılıp kalacağımı, belki de bilincimi kaybedeceğimi biliyordum. Ama sırtımda bir deliğe yol açan kişi güvenliklerden biriyse, Sadık Parlak’ın ofisine girdiğimizi biliyorsa, aniden partiden kaybolmamız çok büyük sorunlara yol açardı. Özellikle kostümlerimiz bizi kesinlikle ele verirdi. Kartal’dan onay almak ister gibi güçlükle konuştum. “Bu geceyi atlattıktan sonra yarama ne yapmak istiyorsan yap. Ben o kar tanelerini boşuna saymadım.”
“Bunu söylemekten nefret ediyorum ama Lavin haklı,” dedi Emir, bunu söylemeden önce uzun uzun susmuştu, olayın şokunu hâlâ atlatamadığı çok açıktı. “Onu bu hâlde böyle bir şeye sürüklemenin korkunç olduğunu biliyorum, yine de en azından onu uzaktan bile olsa parti alanında görmeliler, Kartal. Şu an hastaneye gitmek demek, okların bize çevrilmesi demek olacak.”
Emir’in sesi tedirgindi. Benim çektiğim acının büyüklüğünün yanında bir hiç olarak görünecek bu tedirginlik bile aslında oldukça büyüktü. Yine de çektiğim acıyı belli etmemeye çalışmak konusunda kararlıydım, kendimi sıkıyordum. Emir’in söyledikleri karşısında hiç konuşmadı. Kartal, migren için olduğunu düşündüğüm ağrı kesiciyi bedenimi biraz olsun rahatlatması için yapmıştı. Ağrı kesici etkisini ne zaman gösterirdi bilmiyordum ama uyuşturucu almamanın ne kadar kötü olduğunu, yaramdaki o kör olası ağrının artmasıyla daha net algılamaya başlamıştım. Acı, bilincimi uyanık kılmaya itiyordu ama acım artacak olursa, asıl bilinç kaybına sebep olacak olanın bu olacağını da biliyordum.
Sonunda, “Mathilda’nın ceketini giyerim, sırtımdaki kanları temizleyip sarmanız yeterli,” diyebildim, sesim yarı baygındı, gittiğimizde insanların önüne nasıl çıkacağımı gerçekten bilmiyordum. Bırak birinin önüne çıkmayı, ayakta durabilecek miydim, bu bile meçhuldü ama bir yolu olmak zorundaydı.
“Bu acıyla nasıl bilincini kaybetmediğine şaşırıyorum, sen kalkmışsın insanların önüne çıkacağını söylüyorsun, Lavin,” dedi Kartal, beni yavaşça döndürdü, dönerken bile etime binlerce bıçak saplanmış gibi hissediyordum, bu böyleyse, ayağa kalktığımda ne hissederdim? “Ben aklımı kaybetmişim, sen bana planlarından bahsediyorsun.”
Bir an söylediği cümle, acıyı susturur gibi oldu, sessizce yutkunup gözlerimi yüzüne çevirdim. Kartal’ın gözlerinde deliliği gördüm. Sanki ucundaydı. Aklını yitirmenin ucundaydı ve belki de çoktan aklını yitirmişti. Gözlerim bembeyaz olmuş yüzünden sıyrılarak ellerine kaydı ve ellerinin kan içinde olduğunu görmek beni dehşete düşürdü. Eldivenleri öylece geçirdiği parmaklarına bulaşmış kan lekelerini izlerken birden o görüntüye kilitlendiğimi fark ettim, gözlerimi ayıramıyordum. Oysa bedenimde susmayan bir acı vardı ve biraz önceye dek düşünebildiğim tek şey acıydı.
“Ellerin,” diye fısıldadım, sonra ağrı bedenime eşit miktarda dağılmaya başladı ve gözlerimi kaldırıp Kartal’ın altın kahverengi gözlerinin içine baktım, gözleri sessizdi, gözlerim sessizdi; gözlerimiz kelimeleri içine hapsetmiş dilsiz roman sayfalarıydı.
“Buraklar bizi idare eder,” dedi. “Yokluğumuzu kimse fark etmemiştir bile.”
“Kar tanelerini saydım,” dedim üzerine basa basa, ıslıklı nefesler eşliğinde kurduğum cümle onun gözlerini sıkıca yummasına neden oldu. “İstediklerimi yerine getirmek zorundasın.”
“Bu soğukkanlılık değil, bu delilik!” diye hırladı ama beni suçladığı şey onun gözlerinde gizliydi. Asıl aklını kaybetmiş gibi görünen oydu.
“Sözünü tut,” dediğimde, beni durduramayacağını biliyordu.
“Bunu yapan bir güvenlik görevlisi değildi,” dedi kaşlarını çatarak. Aracın içine doluşan soğuk düşüncelerimi diriltiyor, acıya alışan bedenim artık ağrıyı huşuyla karşılıyordu. Belki de ağrı kesici kanıma karışmıştı ve artık hissettiklerim bir tık olsun daha az canımı acıtıyordu.
“Ne olursa olsun, bunu yapan orada olduğumuzu bilen biriydi,” dedim. “Partide olmadığımız anlaşılırsa…”
“Dinlenmelisin,” dedi Kartal. “Yaranın son durumu ne bilmiyorum, kurşunu çıkarıp dikmekle olacak iş değil bunlar. Nasıl bir gücün var, bu nasıl bir direnç bilmiyorum ama şu an bu hâlde olmaman gerek.”
Midemdeki dinmeyen bulantıyla, “Şimdiden yan çizmeye başladın, Alaşan,” dedim kuru bir sesle. “Emir, dönüyoruz.”
Kartal, “Ağzımı sikeyim,” diye hırladı. “Görmüyor musun? Acıyı da mı hissetmiyorsun? Bu şekilde, bu gece olmaz, Lavin, neden anlamak istemiyorsun?”
“Emir,” dedim dişlerimin arasından.
Emir, “Lavin, bu iyi bir fikir olmayabilir,” derken kan leş içinde kalmış arabanın içini izliyordu. “Az önce diri diri içinden kurşun çıkarıldı, diri diri dikildin, yaran çok taze ve uyuşturulmadın, yaşadığın bu eziyete rağmen nasıl oluyor da oraya dönmeyi düşünüyorsun? Ölüyordun. Sen ölebilirdin.”
“Şimdi ondan mı taraf oldun?” diye sordum, betim benzim atmıştı ama Kartal ve Emir’in de benden pek bir farkı yoktu. “Partinin bitmesine çok az kaldı, şafak söktüğü an herkes dağılmaya başlayacak ve oradan ayrılanlardan biri biz olmayacağız. Bu nasıl bir tehlike, biliyor musunuz siz?”
Birdenbire bu kadar çok cümle kurduğum için midem daha da bulandı ve aracın açık duran kapısına doğru devrildim, Kartal bu ani hareketim karşısında dehşete düşerken beni kolumdan tutup çekmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Dışarıya doğru elimde olmadan öğürmeye başladım. Öğürdükçe sırtımdaki yara yine açılıyormuş, etim ikiye ayrılıyormuş ve sırtımdan ter misali kanlar sızıyormuş gibi hissediyordum.
Her ne kadar öğürüyor olsam da bir süre öğürmekten ileri gidemedim, midem o kadar boştu ki, hiçbir şey çıkaramıyordum ama öğürmeye devam ediyordum ve öğürdükçe sırtımdaki ağrı katlanarak çoğalıyordu.
“Yapma, öğürme,” dedi. “Dikişlerin çok taze, kes şunu.” Kartal, kanlı elleriyle bedenime sarılıp beni kendisine doğru çektiğinde, ani hareketi dudaklarımda bir kıvılcım oldu, o kıvılcım dudaklarımda alevlendi, kelimeler bir yangın gibi dudaklarımdan arka arkaya küfürler şeklinde dökülmeye başladı. “Aptal! Bunu neden kendine yapıyorsun?”
“Arabayı çalıştırmazsa, eğer oraya dönmezsek, beni başlangıç noktasına döndürmezsen…” Birden sustum, Kartal gözlerimin içine öyle derin bakıyordu ki, beni susturanın bu bakış olduğunu çok geçmeden anlamıştım.
“Tamam,” dedi dişlerinin arasından. “Kahretsin. Sakinleş, tamam.”
Yavaşça öksürdüm, öksürürken içim yerinden sökülüyormuş, tüm organlarım oynuyormuş gibi hissettim. Emir, gözlerini dikiz aynasından Kartal’a çevirdi, birbirlerine baktıklarını hissetsem de birden Kartal’ın üzerine yığıldığım için bakışlarını takip edip, düşüncelerinin içine sızamadım. Sadece gitmek istiyordum. Benim canımın acısı, orada ölecek bile olsam, uğrunda öleceğim şeyden daha kıymetli değildi.
Ölümün ne olduğunu bir gecede öğrenmemiştim ama elimdeki son şey olduğunu düşündüğüm en büyük şeyin, yine böyle bir gecede elimden kayıp gidişini izlemiştim. Şimdi ölüm benim için uzakta kalan bir tanıdıktı ve bir gün onunla kavuştuğumuzda, beni geri döndürecek hiçbir otobüs seferi olmayacaktı.
“Sadece parti alanından çıktığını düşünecekler,” dedi Kartal dişlerinin arasından. “Kapıya kadar gideceksin, içeri girip döneceğimizi söyleyeceğim, kapıdan onlara el sallayacaksın ve direkt arabaya döneceğiz.”
Tam karşı çıkacağım sırada, “Lavin,” dedi tek seferde. “Karşı çıkarsan silahlardan birini Emir’e veririm ve senin gözlerinin önünde kendimi sırtımdan vurdururum. Bunu yaparım.”
Birden donup kaldım, acı sustu ve farkındalık gözlerimin içine dikkatli gözlerle bakmaya başladı; yapardı, biliyordum. Ağzından çıkan bir şeyi yapmak, onun için çocuk oyuncağıydı. “Tamam,” dedim kısık sesle, yaramın son durumu neydi bilmiyordum ama bir şekilde halledebileceğimden emindim. İçimdeki gücü taze tutan öfkeydi, intikam ateşiydi ve sırtıma açılmış olan bu delik, o ateşi söndüreceğine daha da harlamıştı; içim hava almaya başlamış ve o hava, alevlerin daha da yükselerek her yana yayılmasına neden olmuştu.
Kanın yoğun kokusu midemi daha da çok allak bullak ediyordu. Gözlerimi nereye çevirsem, aracın içindeki karanlığa rağmen kanın kokusunu alıyor, karanlıktaki parıltısını görüyordum. Emir aracı çalıştırdığı an kuyruk sokumumdan başlayarak ense köküme kadar tırmanan dehşet verici bir ağrı hissettim ama sesimi çıkarmamak için kendimi sıktım. Her ne kadar acıyı göstermemek için kendimi sıksam da içten içe biliyordum ki Kartal çektiğim tüm acıdan haberdardı. Sonuçta o bir doktordu, bir yaraya bakarak bile yaydığı acıyı tahmin edebilirdi. Sanırım çektiğim acının boyutunu bildiği için bu acıyı çekiyor olmak kadar, onun yerinde olmak da zor olmalıydı.
Başım dönüyordu. Bayılmaktan korkuyordum ve irademi son damlasına dek kullanmaya çalışıyordum.
“Yavaş,” diye mırıldandı Kartal, beni yavaşça kollarının arasına çekip, çatık kaşlarla önümüzde akıp, giden karla kaplanmaya başlamış yolu izlemeye başladı. “Sarsma. Bu canını daha da yakacak.”
“Sorun yok,” diyebildim, bu konular hakkında hiç bilgim olmasa da bana göre gerçekten sorun yoktu, kanamadan ölecek duruma gelsem bile benim için sorun olmazmış gibi geliyordu. Bir hedefe öyle emin adımlarla yürüyordum ki, o hedefe yürürken beni alnımdan vursalar, zihnim yine de içine aldığı kurşuna rağmen düşüncesinden vazgeçmezdi.
“Şunu söyleyip durma,” dedi Kartal ciddi bir sesle. “Canının yandığını biliyorum, şunu söyleyip durma. Sorun yok deyip durma. Sorun var, hem de büyük bir sorun.”
Güçlükle yutkundum, alnımdan boncuk boncuk buz kırağı ter damlaları dökülüyordu. Sırtım da dahil olmak üzere tüm bedenim kanı akan, canlı bir buz kütlesine dönmüştü sanki. Başım bir pervane gibi döndüğünden gözlerimi yoldan ayırdım çünkü yolu izledikçe bulantım ve baş dönmem artıyordu.
“Yarası mikrop kapmaz, değil mi?” diye sordu Emir. “Kurşunu arabada çıkarıp dikiş attın, eldiven kullansan da öylece ellerini daldırdın.”
“Bir sıkıntı olmayacak,” dedi Kartal, aldığı nefesler ateş gibi tenime dökülüyor, üşümemi biraz olsun dindiriyordu. “Kurşun çok derine gitmemişti.”
“Arkadaşlarına haber vermelisin, panik içerisinde olabilirler.” Emir aracı yavaşça sola döndürdü, araç yavaşça karanlık sokağı deşip ilerlemeye başladığında yoğunlaşan kar yağışından dolayı yollar bir aracın üzerinde ilerlemesi zor hâle gelmişti. Birkaç araç daha arka arkaya geçecek olursa zemin kesin buzlanırdı. Başımın içinde bir kalp varmış, o kalp bir damara bağlıymış, o damarda bir nabız atıyormuş gibi sert bir şey atıyordu; eskiden olsa bunun bir düşüncenin nabzı olduğunu düşünürdüm ama bu nabız, acının nabzıydı.
“Burak bu konularda profesyoneldir,” dedi Kartal dinamit gibi bir sesle. “Diğerlerine haber vermemiş bile olabilir. Bir çaresine bakmanın yolunu arıyordur.”
“Onu arayıp yaklaştığımızı, Lavin’in yaralı olduğunu söyleyeceğim,” dedi Emir, Kartal’ın parmaklarının siyah peruğumun arasında dolaştığını hissettim. Eldivenleri çıkarıp atmıştı ama parmaklarında kurumuş kanım vardı, kanın o yoğun kokusu zihnimde bir şimşek misali çakmaya başlamıştı. Birden açık bir cam aradı gözlerim, bu koku midemi öyle çok deşiyordu ki, temiz havaya ve donuyor olmama rağmen beni dinçleştirecek bir soğuğa ihtiyaç duyuyordum.
Emir tedirgin bakan gözlerini yoldan ayırmadan telefonunu kulağına götürdü, telefonun çalarken çıkardığı sesi duyuyor gibiydim; bazı sesler yakınındayken silikti ama bazı sesler, bana milyonlarca ışık yılı uzakta bile olsa duyabileceğim kadar gür geliyordu.
“Duymuyor,” dedi Emir. “Tekrar deneyeceğim.”
Kartal dişlerinin arasından, “Bu haltı yiyen her kimse, bir şeyler öğrenmemizden korkan biri değil, bizi doğru yolda olduğumuza inandırmaya çalışan biri,” dedi, birden kurduğu bu cümle deprem anında kendi içine göçen bir ev misali içime göçtü ve beni enkazı altında bıraktı. “Bunu yapan her kimse, Sadık Parlak’ın bu olayda bir parmağının olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi.”
“Ya gerçekten güvenlik görevlileri oraya sızdığımızı fark ettiyse?” Emir’in sorusu boğazımı kuruttu, cevap vermedim, sadece Emir’in gergin duran koluna baktım.
“Öyle bir şey olsa, olay anından sonra kaçmazdı,” dedi Kartal. “Korkak, daha silah kullanmayı bile bilmiyordu. Bu yara tam bir aceminin açabileceği türden.” Sesindeki sertlik bir anlığına yumuşadı, kurumuş kan lekeleriyle dolu parmağını yanağıma sürttü, parmakları kanla sarılmış olmasına rağmen soğuktu ama yine de bana dokunması, içimdeki soğuğun üzerine doğan güneş gibiydi.
“O zaman bu kişi her kimse, orada olduğumuzu biliyordu,” dedim, bu hâldeyken bile fikir üretmem Kartal’ı rahatsız ediyormuş gibi bir hırıltı çıkarmasına neden oldu.
“Lavin, şu an kafanı yorman gereken bu değil,” dedi Emir şaşkınlık içerisinde. “Sadece bir saat önce sırtından vurulmuş biri gibi davranmıyorsun. Ölümle burun buruna geldin, bunu nasıl hafife alırsın? Bu kadar gaddar olma.” Emir sertçe yutkundu. “Her yerde sana ait kanlar varken nasıl böyle rahat olabiliyorsun?”
Emir’e cevap vermedim, bir süre sonra Burak’ın telefonu açtığını, Emir’in, “Oraya geliyoruz,” demesiyle anlamıştım. Durdu ve Burak’ı dinledi, sonra konuştu. “Lavin’in durumu çok iyi diyemem ama emin ol Kartal’a laf yetiştirebilecek kadar iyi durumda. Orada görünecek, sonra da oradan ayrılacaklar. Mekânın arka kapısına yaklaşıyoruz, arka kapıdan onu içeri alacağız.”
Kartal, “İçeri girmeyecek,” deyince ona ters bir bakış atmaya çalıştım.
“İçeride görünüp hızla çıkacağım,” dedim nefes nefese. “Yani hızla olmasa bile çıkacağım işte.”
“Kardeşim, bunu kimin yaptığını bilsek şu an oraya mı geliyor olurduk?” diye sordu Emir telefonun diğer ucundaki Burak’a. “Her kimse susturucu kullanıyordu ve Kartal’ın söylediğine göre tetikçimiz bayağı acemiydi.”
Araç, mekânın yakınlarına geldiğinde artık bedenim ağrı kesiciye biraz olsun tepki vermeye, bilincim yarı uyanıklık arasında sallanan bir köprüde ilerlemeye devam etmeye başlamıştı. Gözlerim açıktı ama sanki gördüğüm her şey bir hayaldi, bir rüyadan ibaret gibiydi.
Kartal, “Onu önce lavaboya sokmam gerekecek,” dedi huzursuz bir sesle, gözlerini yola dikerek. “Kendi ellerimi de yıkamalıyım.”
“Arka kapıdan girdiğinizde karşınıza çıkan koridorda kullanılmayan bir lavabo var, orayı kullanırsınız,” dedi Emir, sesindeki panik biraz olsun azalmıştı. Oysa benim ruhum öyle inceydi ki şu an, bir rüzgâr çarpsa kırılırdım. Ruhumun ne kadar inceldiğini, kopmak üzere olduğunu yalnızca Kartal anlayabiliyordu şu an ve bu onun içindeki daima var olacağını sandığım soğukkanlılığı da ateşe veriyordu.
Yanağımı büyük bir yorgunluk belirtisi olduğunu gizleme gereği duymadan Kartal’ın omzuna yasladım. Düşüncelerinin sesini merak ediyordum, kafasının içinde var olan tüm o yıkımın birebir aynısını bedenimde taşımak ne kadar da zordu.
Bana sarılmasını istiyordum, sarılmasını ve geçeceğini söylemesini ama bunu istediğimi ona söylersem, bana sarıldığı zaman hissedeceklerimin bir anlamı kalmazdı; onun bana kendi isteğiyle sarılmasına ihtiyacım vardı benim. Habersiz, bir anda çekip sarılmalıydı. Belki o zaman ölümün eşiğinde gibi hissettiren bu kör acı biraz olsun geçerdi.
Araç mekânın arka tarafında yavaşladı, karanlığın kolları arasında durdu ve zaman birdenbire tersine akmaya başlamış gibi hissettim. Şimdi sırtımda bir yarayla, ruhumdaysa daha büyük yaralarla içeride olmak zorundaydım. Zorla gülümsemek zorundaydım.
Tıpkı Kardelen’i kaybettikten sonra her gün yaptığım gibi zorla gülümsemeye çalışacaktım. Ve dünyadaki en acı şey yaralanmak değildi kesinlikle. Dünyadaki en acı şey, bir insanın zorlu gülümsemeye çalışmasıydı. Ve ben uzun zamandır buna mecburdum.
Kartal kulağıma, “Bana bunu yapmandan nefret ediyorum,” dedi, sesi kesik kesik gelmişti kulağıma ama bir şey söylemedim, herhangi bir cevap doğmadı dudaklarımdan çünkü dudaklarım, içimde bastırdığım acı gibi mühürlenmişti. Evet, biliyordum. Ben de bunu kendime yaptığım için bazen kendimden nefret ediyordum. İçimde öyle çok his biriktirmiştim ki, bir gün o hisleri artık içime sığdıramayacağımı ve o hislerin kalbimi patlatarak içimi dağıtmasından korkuyordum.
“Yapabilirsin Canım Bal,” dedi zihnimin derinliklerinde saklambaç oynayan gökyüzü tenli kız çocuğu. “Ben yapamadım ama sen yaparsın. Bu hep böyle değil miydi? Ben ne zaman yağmura yakalansam ıslandığım için ağlarken, sen, seni ıslatan gökyüzüne o bal rengi gözlerini kaldırıp hayran hayran bakmadın mı?”
Beni ıslatan gökyüzüne hayran hayran bakmak… Bu bana bir şeyi hatırlatıyordu. Bir şeyi de farkına varmamı sağlıyordu. Bazı şeyler bende hiç değişmiyordu.
Güneşe ihtiyacım varmış gibi, bu karanlıkta ışığı söndürmüş gözlerimi onun yağmurun arkasından açan güneş gibi parlayan gözlerine çevirdim. Teninden o yağmurun toprağa verdiği koku yayılıyordu. Ona bakıyordum ve cennette bir kapı açılıyor, ben o kapıdan içeri girip cennetin içinde kayboluyordum.
Bana bakarken gözlerini esir alan tek duygu korkuydu.
Bunu bilmek canımı yakıyordu.
Canım çok yanıyordu.
Mekânın arka kapısının açıldığını fark eden Emir oldu, bu sırada içimdeki acıdan kurtulabilmenin bir yolu var mıdır diye düşünerek, sanki canım hiç yanmıyormuş gibi onun gözlerinin içine bakıyordum. “Yunus Emre geliyor,” dedi Emir. Yutkundum, Yunus’un beni bu hâldeyken görmesini istemiyordum. Her şeyi biliyor muydu? Bilmeseydi neden buraya gelsindi ki?
Emir aracın kapısını açıp dışarı çıkınca, araç gecenin soğuğunu içinde ağırladı. Gözlerimi geceyle boyanan camlara çevirdim, Kartal beni izlemeye devam ediyordu, Emir ise Yunus Emre’ye doğru yürüyordu. Yunus Emre’nin temkinli adımlarının araca doğru düştüğünü görmüştüm. Kartal’ın bakışlarının yoğunluğunu hissetmek, acıyla yutkunuşuma denk gelince birden her zamankinden daha ağır hissettirdi.
“Seni ilk kez korkarken görüyorum.” Bu sözleri söylediğim sırada Yunus Emre’nin telaşlı hareketlerini izledim, Emir’i itmişti. Yutkundum. Kartal’ın yüzümde asılı duran bakışları mümkünmüş gibi daha da ağırlaştı, kalbimi tekletiyordu. “Sen benim için benden daha çok korkuyorsun.”
“Öyle mi yapıyorum?” Sorusunun cevabını benden daha iyi bildiğini biliyordum, gözlerimi güçlükle kırpıştırdım, bedenimdeki son güç de çekilmişti sanki. Kendimi bedensiz bir hayalet gibi hissediyordum. Yitik, kütlesiz, güçsüz, bomboş… Uyumak istiyordum. Gözlerimi yummak, geceye ve acıya susmak, sadece uyumak. Sanki saatlerce uyusam bile gözlerimi kapatmamla açmam bir olacakmış gibi gelecekti bana. Üzerimdeki yorgunluk, bedenimdeki ağrı ve acı o kadar ağırdı ki…
Ama daha ağırı, onun bana hissettiği duygulardı.
“Öyle,” dedim kuru bir sesle.
“Doğru,” dedi, sesinin kumaşına bulaşan kan damlaları bana aitti.
“Her yerde kan var,” dedim yavaşça. “Tümü benden aktıysa, bedenimde hiç kan kalmış mıdır?” Küçük bir kız çocuğunun sesinden aldıklarımla sorduğum bu soru, Kartal’ın içine dokunmuştu sanki. Her ne kadar beni fazla hareket ettirmek istemese de beni yavaşça kendisine doğru çekti, büyük avucu sırtımın biraz üzerine, omuzlarıma doğru kaydı ve Kartal canımı yakmamak için çabalayarak bana sarıldı. İhtiyacım olan buydu. İşte tam olarak bu…
“Bazen koskoca bir kadın gibisin, olgun, zeki ve dişi,” dedi, hazırlıksız yakalandığım itirafı beni bir defa daha sertçe yutkunmakla imtihan etmişti. “Ama bazen… Bazen kırılgan, masum, yardıma ihtiyacı olan küçük bir kız çocuğu olduğun gerçeğiyle öyle sert yüzleştiriyorsun ki beni, bana bir tokat atsan, yanağımı bile içim kadar sızlatamazsın.”
O bunu söylediğinde, içim eklem yerinden kırılmış bir kemik gibi sızladı. Bu durum hakkında ne düşündüğünü çok merak ediyordum, bundan sonraki adımının ne olacağını da merak ediyordum ama en çok hissettiğim bu fiziksel acının ne zaman son bulacağını merak ediyordum. Günler sonra sırtımda yalnızca silik bir iz kaldığında, tekrardan bu geceki gibi canımın acımayacağını biliyordum ama yine de bu gece hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu.
Acı hissedilirken, gelecek uçurum kenarında dolaşan kör bir adama dönüşürdü.
Açık duran kapıdan sızan soğuk, Yunus Emre’nin, “Lavin!” diye bağırır gibi yüksek sesle adımı söylemesiyle bir anlığına kesildi. Gözlerimi açık duran kapıya çevirdiğimde içerisi o kadar karanlıktı ki Yunus’un yüzünü göremiyordum. “Siktir, onu buraya getirmek yerine bir hastaneye götürmeliydin. Ne bok yediğini sanıyorsun lan?”
“Bunu ben istedim,” diye fısıldadım acıyla, sesimdeki acı tınısı Yunus’un sinirini daha da tetiklerken Yunus birdenbire ön koltuğa vurdu. Öfkeyle küfretti.
“Bu kadar kanaması vardı ve onu dinleyip buraya getirdin, öyle mi? Hemen hastaneye gidiyoruz, duydunuz mu beni? Hemen.”
Kartal cevap vermiyor, sadece Yunus’un karanlıkta bir gölge gibi görünen yüzüne bakıyordu. Elimi kaldırmaya çalıştım ama birden acı çoğaldı, yüzümü buruşturup, “Buraya gelmeyi isteyen bendim, hastanedekilere ne diyeceğiz? Aklınızı mı kaçırdınız?” diye sordum, sesim titriyordu. “Bu her şeyi bitirir. Bu şekilde bitmemeli.”
“Bu şekilde mi bitmesi gerekiyordu?” Yunus’un sesi artık son derece sertti, önüne geleni kırabilirmiş gibi. “Şu hâline bak, elini kaldıramıyorsun ama girip o siktiğimin piç kurularının eğlencesine mi katılacaksın?” Gözlerini Kartal’a çevirdi. “Peki ya sana ne demeli? Sen bir doktor değil misin? Bu durumun tehlikesinden bahsetmedin mi ona? Ne bok yediğinizi sanıyorsunuz lan siz?”
Cevap vermek yerine boşluğu izlemek istiyordum, sadece susmak ve boşlukta asılı duran duygularımı izlerken uyuşmak. Yunus, “Hastanedekileri bir şekilde sustururuz,” dedi üzerine basa basa. “Lavin’i bu şekilde içeri alamayız. Elimi attığım her yerde parmaklarıma kan bulaşıyor. O bu hâldeyken olmaz.”
Kartal hâlâ sessizdi.
“Ona bağırma,” dedim yavaşça, Yunus bu atağı beklemediği için gözlerini bana çevirdi ama gözlerine yayılan duyguları, artan karanlıktan dolayı seçemedim. “Tüm bunların olacağını bilseydi beni oraya götürmezdi. Onu suçlama.” Konuşurken sırtıma bıçaklar saplanıyormuş, yaram deşiliyormuş gibi hissetsem de asla renk vermedim. “Ne o ne başkası,” dedim üzerine basmaya çalışarak. “Kimse bu geceyi bitirmeme engel olamaz.”
“Sen kendini bitirmek istiyorsun. Bu geceyi değil.”
“Bu suyun dibini görmem için boğulmam gerekiyorsa, boğulmayı da kabul ediyorum.”
“Sen boğulduğunda…” Yunus Emre’nin dişlerini sıktığını fark ettim. Gözlerini Kartal’a çevirmiş olmalıydı. “Peki sana ne demeli? Sen ne bok yiyeceksin?”
“Ben çoktan boğuldum,” dedi Kartal, sesi pimi çekilmiş bir bombaydı ve o bomba benim kalbimde infilak etmişti.
“Çok acı çekiyor,” dedi Yunus. “Bunu ona yapamazsın.”
“Şu an ondan daha çok acı çektiğimi sana kanıtlayamam ama kanıtlayamamam bu gerçeği değiştirmez,” dedi Kartal, sesindeki net itiraf Yunus’a sertçe çarpmıştı; bir süre sadece sustular.
Uzun süren sessizliğin sonunda Yunus birden geri çekilerek, “Ne hâliniz varsa görün,” dedi. “Birbirinizin mezarı oluşunuzu izlemeyeceğim.”
Yunus bize söz geçirememenin öfkesi ve beni bu hâlde görmenin üzüntüsüyle mekâna doğru ilerlemeye başladığında Emir artık orada değildi. Yavaşça Kartal’a sokulmaya çalışarak, “Yapabilirim,” dedim, sonra devam ettim. “Ben senin mezarın olmayacağım.”
“Keşke ben de aynı cümleyi şu an sana kurabilsem, Lavin,” dedi Kartal, bu cümleyi kurarken canının yandığını söylemesine gerek yoktu, canının yandığını biliyordum. “Keşke senin mezarın olmayacağımı bilebilsem.”
Kapıya uzanırken hissettiğim acının tarifi olmasa da içimi uyuşturmanın bir yolu olmak zorundaydı. Kapıyı yavaşça açıp ittim, belim yırtılıyormuş gibi hissederken bir adımımı soğuğun kol gezdiği karanlık geceye doğru attım ve sırtım ona dönükken acımı içime gömerek fısıldadım. “Ben sana söyledim, Kartal,” dedim. “Ben aşk istiyorum ya da ölüm.” Dudaklarım titrerken gülümseyerek karanlığa baktım, şakaklarımdan buz renginde terler kayarak akıyordu. “Hangisi olursa olsun, sorun değil. İkisini de kabul ediyorum.”
Ayakta durduğumda önümde duran cehennem, arkamda kalan cennetti ve içinde durduğum yalnızca araftı.
O ceketi giyecektim ve bitecekti, içeri yürüyecektim ve bitecekti, ellerimdeki kanları temizleyecektim ve bitecekti, sahte gülümsememi takınacaktım ve bitecekti, çok acı çekecektim ama bitecekti. Şu an hissettiğim bu derin acının o sağlam kökleri ruhuma uzanıyordu ama biliyordum, kökler bu gece kopacak, acı bitecekti.
Kartal’ın hissettiklerini bilmiyordum ama tahmin ediyordum; tahmin etmek, bilmekten çok daha fazla yıkmıştı beni.
Araçtan indi, bana doğru yaklaştı, koluna ceketimi asmıştı ama üzerinde de kan lekeleri olduğu için ceketi üzerinden uzak tutuyordu, ceket koyu renk olduğu için kan lekeleri bulaşmış olsa bile insanlar bunu o loş ortamda fark etmezlerdi, fark etseler de alkol döküldüğünü düşünürlerdi. Bana yaklaştı, soğuğa ısısını yaydı ve beni dikkatlice kendine çekerek kolunu belime sarıp, her bir adımda içime mızrak saplanıyormuş gibi hissettiğim gecenin içinde ilerletmeye başladı. Kar taneleri siyah saç tellerinin arasına takılıyor, orada asılı kalıyorlardı. Mekânın arkasını oluşturan zeminde de tutmaya başlayan kar yığıntıları vardı.
Sanki zihnimde var olan her şeyi biliyormuş gibi yavaşça, “Seninleyken Kartal Alaşan kalabilmek çok zor,” dedi. “Ama sensizken de namluyu kendisine doğrultan bir herif olacağımı biliyorum.”
Namluyu kendine doğrultan adam.
Gözlerimi yavaşça kaldırıp onun kar tutan güzelliğini izledim. Bana değil, ileriye bakıyordu ve attığı her dikkatli adımda hissettiğim acı onun içine doluyordu.
Bu gece öyle doluyduk ki, bir yerimizden kırılsak, içimizden akan ateşle şehir yanardı.
“Artık eskisi gibi olmadığını mı düşünüyorsun?” Sorum onu duraksatacak gibi olsa da adımlarını korumaya devam etti. Hissettiğim acıdan dolayı iki büklüm yürüdüğümden aramızdaki boy farkı daha da derinleşmişti. “Değiştin mi?”
“Alıştım,” dedi. Göz bebeklerimin genişlediğini hissettim, sanki göz bebeklerim onu içeriye davet etmek istiyordu; o kocaman olmuş siyah kapıdan içeri girecek ve belki de izlemek istediği tüm düşüncelerimle zihnimdeki karanlık odada baş başa kalacaktı. Burnundan içeri derin bir nefes çekti, uzun, kıvrımlı kirpiklerine kar taneleri düşmeye başladı. “Ve sana alışmak, benim kendime ettiğim en büyük ihanet.”
“İhanet ben miyim?”
“İhanet sen değilsin. İhanet, benim senin için kendime bunu yapıyor olmam. İhanet eden benim.” Gözlerini yüzüme indirince birden içimdeki ağrı volkan gibi çağladı, dudaklarımı birbirine bastırdım, güneş gibi aydınlık duran gözleri şefkatle kısıldı. “Ama sen ihanet olsaydın da edilmeye değerdin.”
Kuruyan dudaklarımı yalayıp pürüzlü bir sesle, “Garip konuşuyorsun,” diye fısıldadım. Gözlerine bakarken garip ama acım bir çekilmeyecek kadar çoğalıyor, bir hissedilmeyecek kadar azalıyordu.
“Çünkü garip hissediyorum,” dedi. “Garip hissettiriyorsun. Ve bu yeni bir şey değil.”
Bir şey söyleyemedim. Bedenimde hiç acı olmasaydı ya da dut gibi sarhoş olmuş olsaydım da bir şey söyleyemezmişim gibi geliyordu. Gözlerimi gözlerinden ayırıp mekânın demir kapısına çevirdim, yere düşen her adımımız olabildiğince yavaş ve kısıtlı olduğundan hâlâ kapıya ulaşamamıştık.
Göz temasını kestim çünkü biraz daha söyleyeceği şeyleri duymaya gücüm yoktu. Deli gibi merak ettiğim, duymayı istediğim o şeylerden ayaklarımı yerde sürü sürüye kaçıyordum şimdi. Oysa bir göz mesafesi vardı kelimelere. Tek bir göz mesafesi. Kartal konuşacaktı, acım ya susacak ya da çoğalacaktı.
Demir kapıdan içeri girmemizle bizi kör bir karanlık karşıladı. İçerisi, dışarıyı sarmış kar soğuğunun aksine daha ılık sayılabilirdi ama aslında içerisi de epey soğuktu ve alkolün kokusu öyle yoğundu ki, dans pistinde kendinden geçmiş her bedenin en az bir şişe devirdiğine şimdi daha emindim.
Kartal beni bir an olsun bırakmadan, dikkatli bir şekilde koridorda yürütmeye devam etti. Kullanılmayan lavabonun nerede olduğunu bilmiyordum, çevremde olup biten hiçbir şeyi gözlemleyecek hâlde de değildim. Bir an evvel içeride görünmeli, sonra da gitmeliydim çünkü daha fazla katlanabilmemin imkânı yoktu. Yanıma kesinlikle birileri yaklaşmamalıydı, bu her açıdan bizim için son olurdu. Kurtarmaya çalıştığım geceyi tamamen kana bulayabilirdim ve bu ihtimal, enseme nefes veren bir Azrail gibiydi.
“İşte burası,” dedi, sesi buz gibiydi.
Gözlerimi usulca bahsettiği yöne çevirmemle beni yavaşça oraya doğru çekmesi bir oldu. Her ne kadar yavaşça çekmiş olsa da bu baskı tüm bedenimde koca bir iniltiye dönüştü. Şimdi midem yine allak bullaktı, bir köşeye sinmek ve acım geçene dek orada boşluğu izlemek istiyordum.
Lavabo, daha önce burada girdiğim lavabonun aksine beyaz değil, kıpkırmızı fayanslarla döşeliydi. Musluğun olduğu tezgâhın içi yumurta şeklindeydi ve koca lavabodaki tek beyaz yer, muslukların bağlı olduğu yumurta tezgâhların iç kısımlarıydı. Acıyan yaramdaki nabız hissi gitgide çoğalırken Kartal lavabonun kapısını kapattı, içeride loş bir ışık yanıyordu ve içerisi klor kokuyordu. İlk kez kokuları bu denli yoğun alabiliyordum; algılarım, kokular ve acı üzerine yoğunlaşmış gibiydi. Bu his son derece yabancı olduğum bir histi.
Kartal lavabonun kapısının önüne kapı açılmasın diye bir sopa yerleştirdi, o sırada tezgâhın kenarına tutunarak ayakta kalabilme savaşını vermeye devam ediyordum. “Üzerimizi temizleyebilecek miyiz?” diye sordum.
Bir şey söylemeden gözlerimin içine baktı. Göz bebeklerinin ne kadar genişlemiş olduğunu, şimdi altında durduğumuz loş lambanın ışığı sayesinde daha net görebiliyordum. Gözlerinin rengi, her zaman içtiği o viski şişesinin içindeki alkolle aynı renkteydi ve gözlerine baktığımda, o alkol kanıma karışmış gibi uyuşmaya başlıyordum.
“Benim üzerimdekiler koyu renk, biraz ıslatıp kanın kokusunu dağıtmam yeterli olacaktır,” dedi Kartal, ceketi yavaşça tezgâhın kenarına koyup bana yöneldi. Ayakta durmak konusunda epey güçlük çekiyordum ve bunun farkındaydı. Yine de dik durmaya çalışıyor, olduğum durumu gururuma yediremiyordum.
Beni bu hâlde gören Kartal diye mi bu kadar gurur yapıyordum, yoksa bu benim genel hâlim miydi, hiç bilmiyordum.
“Seninkileri de halledeceğim.” Paltosunun cebinden Emir’in poşette getirdiği beyaz sargı bezlerinden birini çıkardı, bez olabildiğince azdı ama sanırım bunu yaramın üzerine bir kat daha dolaması gerekiyordu.
Kartal, sargı bezini de ceketin üzerine bırakıp lavabonun önüne geldi. Elini musluğun altına tuttu, musluk deliğinin üzerinde duran beyaz naftalinlerin üzerine ellerinden dökülmeye başlayan kanlar sızdığında, bir süre gözlerim kanın rengiyle koyulaşan naftalinlerde takılıp kaldı. Sonra bakışlarımı uzun, kemikli parmaklarına çevirdim ve kuruyan kanı suyun altında bastıra bastıra yıkayıp ellerini temizleyişini izlemeye başladım. Oysa o kan sanki derisinin altına sinip, ruhuna bile sızmıştı.
Gözlerimi yavaşça yüzüne çevirdim, gözlerini ellerine indirmiş, kandan arındırmak için bastıra bastıra sürttüğü parmaklarına bakıyordu. Uzun kirpikleri aşağıya doğru dimdik duruyordu, bir bedeni nişan alan oklara benziyordu. Dudakları kafasını aşağıya eğdiği için dışarı doğru kavis kazanmıştı, yanaklarının içini ısırdığını zaten kemikli olan yüzünün daha da sertleşmesinden anlamıştım.
“Beni affetmeni istemiyorum,” dedi, ellerine bakmaya devam ediyordu.
Şaşkınlıkla, “Ne?” diye sordum.
“Beni affetme,” dedi, sesi demir gibiydi, parmaklarını daha sert sürtmeye başladı. “Seni içeride tek başına bırakmam koca bir aptallıktı. Beni affedersen seni mahvederim.”
“Ne diyorsun?” Yaramdaki sızıyla güç bela yutkundum. “Sadece saçmalıyorsun.”
Gözlerini sımsıkı yumdu, kirpikleri gözlerinin altındaki çukurlara cesetler gibi yayıldı, sonra gözlerini yeniden açıp karşısında duran izlerle dolu kirli aynaya baktı. “Beni affetme,” dedi. “En büyük aptallığımı bu gece yaptım.”
“Kendini suçlama,” dedim kaşlarım çatılmıştı, elimi tezgâha bastırıp ayakta kalmak için çabaladığım sırada bana baktı, gözlerinde öfkeyi gördüm; pişmanlığı, korkuyu, endişeyi, adlandıramadığım onlarca duyguyu. Hepsi aynı çukurda boğuluyordu.
“Bana merhamet gösterme, Lavin,” dedi. “Benim senden istediğim merhamet değil.” Bana yaklaştı, ıslak avuçlarını yanaklarıma bastırdığında musluktan su akmaya devam ediyordu, gözlerim kapandı ve su bir anda kesildi. Kartal’ın gözlerinin yüzümde olduğunu bilmek, gözlerimi açmamam için büyük bir sebepti.
“Temizleyelim seni,” dedi, sesi çaresizliklerle sarılıydı, bu beni mahvetti. Bedenimdeki ağrının tansiyonu gitgide yükselirken o benim ellerimi yıkadı, bedenimin belli noktalarına yayılmış kan lekelerinden arınmam için yardımcı oldu, en son üzerimdeki sırtı yırtık tişörtü yukarı çekerek tekrardan hafif hafif kan sızmaya başlayan yaramı bir kat daha sarmaya başladı.
Nefes aldığımda göğüs kafesimin kalbime battığını hissediyordum, bunu ona söylemedim, ağrının ne kadar büyük olduğunu ondan saklamanın bir yolu olsaydı keşke. Keşke o, ağrının çıkış noktasını da şiddetini de boyutunu da bilmeyen bir adam olsaydı. Onun bir doktor olması, ondan saklayacağım her şeyin görünmezliğini kaybetmesini sağlıyordu.
İçim şeffafmış gibi her şeyi görmesi beni çok yaralıyordu.
“Sadece İrem’in ve diğerlerinin seni görmesini sağla, onlara uzaktan el salla ve mekândan çıkalım,” dedi Kartal yırtık tişörtümü yavaşça indirirken. “Fazlası yok, Lavin. Fazlası seni de yakar, beni de.”
“Kan lekeleri,” dedim yavaşça, üzerimizdeki her şey koyu renk olduğundan neredeyse hiç seçilmiyorlardı, sadece tişörtüm biraz lekeliydi ama Kartal ceketi giymemi sağladığı an, tişört de büyük oranda örtülmüştü. Üzerimde kan kokusu vardı ama kalabalıkta alkolün kokusu daha baskın olduğu için kimse bu kokuyu alamazdı.
“Kan lekeleri sorun değil,” dedi, onun için sorundu. Elini cebine attı, bir şeyi sıktığını fark ettim, elini geri çıkardığındaysa avucunun içinde yine kan lekeleri oluşmuştu. Eline baktığımı gördüğü anda ellerini benden saklayarak bakışlarını yüzüme sabitledi. “Bana yaslan. Sarhoş olduğunu düşünürler, sarhoşmuş gibi davran,” dedi. “Birileri sana çarpacak olursa acı eşiğin ne kadar kuvvetli olursa olsun, yıkılırsın. O yüzden bana yaslan, seni onlardan koruyacağım.”
Gözlerim kısılırken, “Zaten bunu hep yapıyorsun,” dediğimde duraksadı.
“Neyi?”
“Beni koruyorsun,” dedim açıkça, ondan bir şeyler saklamama gerek yoktu. “İhtiyacım olmadığı zamanlarda bile.”
Cevap verecek gibi oldu, sonra vazgeçti ve sustu. Beni lavabodan çıkaracağı sırada birden durdurdu. Attığım adımların ne kadar güçsüz olduğunu fark etmiş olmalıydı, bu gözlerindeki öfkenin bir anlığına alev almasına neden oldu. Kartal beni yavaşça hâlâ kapalı olan kapıya doğru yasladı ama sırtımın kapıya yaslanmasına engel oldu.
Gözlerini yüzüme indirirken parmaklarını yanağıma yapışan siyah saç tellerine hareket ettirdi, siyah saçları kulağımın arkasına itti. Kaşları çatık duruyordu, bakışları yoğun bir kar yağışını anımsatıyordu ama gözleri güneş ile aynı renkteydi; sanki beyaz kar taneleri yüzüme dökülürken güneş aynı anda saçlarımı ve yüzümü aydınlatıyordu. Çok güzeldi. Yüzü yüzüme ecelim gibi yaklaşmaya başladığında her şeye rağmen nefesimi tuttum.
Alt dudağını iki dudağımın arasına yerleştirdi, dudağının dudaklarıma uyguladığı baskı, tenimdeki acının yerini alevlere terk etmesine neden oldu. Israrcı değildi, yavaş ve derindi, dokunuşları kıyamıyormuş gibi hassasken, dudakları ateşimle yanıyormuş gibi arzusunu prangalamaya çalışıyordu. Beni yavaşça öpmeye başladı.
Ellerim usulca paltosuna kaydı, paltosunun kumaşını avucumun içine almaya çalıştım ama bileklerimdeki tüm gücü kaybettiğim için bunu yapamadım. Parmaklarım paltosunda öylece asılı kaldı. Dudakları dudaklarımdan ayrılacağı sırada dudaklarının arasından huzursuz bir inilti firar etti. Bu inilti daha çok bir feryadı, bir vaveylayı hatırlattı bana ama bir sır kadar sessizdi. Gözlerime bulaşmış duygulardan arınmadan onun gözlerinin içine, göz bebeklerinin derinliklerine gizlenmiş sırlara baktım. Kartal bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra geri çekildi ve sertçe yutkundu.
“Bundan nefret ediyorum,” diye itiraf etti. “Bana verdiklerinden, benden aldıklarından. Tüm bunlardan.”
Yutkundum, sadece sustum.
Oradan çıktığımızda müziğin kalbinin olduğu yere yaklaşmamız, artan basınçla göğsümün zonklamaya başlamasına neden oldu. Geçmiş bizi takip eden bir hayalet gibi koridor boyunca izimizi sürdü.
“Bana yaslan,” dedi Kartal koridorun sonuna geldiğimizde. “Tüm ağırlığını ver. Bana yığıl.”
Yüzüm hâlâ ıslakken yutkundum, dediğini yapmak için kendimi ona doğru bıraktım ve o da gücünün bir göstergesi olan sağlamlığıyla beni karşıladı. Yüzüm ıslak olduğu için görenler Kartal’ın fazla alkol etkisinde olduğumu fark edip beni lavaboya taşıdığını düşünürdü, bu bir bakıma iyi bir kaçış yoluydu ama Kartal’ın tüm malzemeleri kanlar içindeki arabada kalmıştı. Birinin arabaya yaklaşıp camlarına ışık tutması demek, her şeyin açığa çıkması ve ortalığın yangın yerine dönmesi demekti.
“Siktir,” diye fısıldadım attığım her adımda çoğalan acımı sonunda dışa vurarak. Kartal bir an duracak sandım, paltosunu daha sıkı kavrayıp ona ciddi gözlerle baktım. “Hemen çıkarız,” diye garanti verdim.
Gözlerini sabırla yumarken burun delikleri genişledi. Bu iş bittiğinde çenesi hiç durmayacakmış gibi hissediyordum. Ya da belki de öyle çok susardı ki, bu gece hakkında hiç konuşamazdı. Bilmiyordum. Onu ne zaman tanısam, aslında biraz daha yabancı olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyordum. Çünkü her seferinde bana başka bir Kartal Alaşan gösteriyordu.
Dans pistinin ışıkları yüzüme vurduğu an kendime güçlü olmak zorunda olduğumu hatırlattım. İlk gördüğüm kişi masalardan birinde, yarı çıplak boşluğu izleyen Toprak’tı. Herkes dans ettiği için ilgimi çeken tek kişi o olmuştu, önünde duran dibini gördüğü kadehi izliyordu. Bakışlarım usulca dans eden bedenlere kayarken zihnimdeki gemi enkazında kalan batıklardan biri de Toprak olmuştu.
İrem, ileride Ogün ile dans etmeye devam ediyordu. Emir de aralarına girmişti, yüzünü ıslak mendille silip duruyor, Berra’ya makyajını neden sildiğini açıklamaya çalışır gibi bir şeyler anlatırken tedirgin görünüyordu. Gözleri usulca bize doğru döndü, bir an donup kaldı ama sonra hızla gözlerini Berra’ya çevirip gülerek kıza bizi işaret etti. Berra tam yanımıza geleceği sırada da Emir, Berra’yı ensesinden tutup onu sinir edecek şeyler söylemeye başlamış olacak ki, Berra homurdanarak onu itmeye çalışıyordu.
“Berra gördü,” dedi kulağıma doğru. “O burada olduğumuzu biliyor, diğerlerinin görmesine gerek bile yok.”
“En önemlisi İrem,” diye fısıldadım. “Asıl onun bizi fark etmesi lazım. Sonra da gideriz.”
Boğazıma bir şeyler doluştu, nedeni ya alkolün yakıcı kokusuydu ya da gerçekten artık bu acıya katlanamıyordum. Zayıf düşmeye başlamıştım. “Buna gerek yok,” dedi Kartal ama onu duymazdan geldim, gözlerim dans eden İrem ve Ogün’deydi.
Burak’ın kalabalığı yararak bize doğru ilerlediğini gördüm, göz kapaklarım düşmüş, görüş alanım puslanmıştı. Burak’ın yüzündeki endişeli ifadeyi izledim, tenini saran yeşil boyalara rağmen çok ciddi görünüyordu.
“Sadece Yunus’a söyledim,” dedi Kartal’ın bakışlarından Kartal’ın zihninde var olan her şeyi anlamış gibi. “Kızlara söylemedim. Siz delirdiniz mi? Onu bu hâldeyken buraya getirmen, canlıyken bir tabuta yerleştirip gömmen gibi. Hiçbir farkı yok.”
“Yunus’u sustur,” dedi Kartal üzerine basarak. “Sadece sustur.”
Burak derin bir nefes alarak gözlerini bana indirdi. “Siktir, kül rengindesin.” Gözlerini tekrar Kartal’a çevirdi. “Yarası mikrop kaparsa?”
“Ben varım,” dedi Kartal. “Şimdi onu buradan çıkaracağım. Arabaya yerleştirip diğer araca döneceğim, malzemeleri alıp arkadan dolanır, yanına dönerim. O sırada sen yanında dursana.”
“Henüz İrem bizi fark etmedi,” dedim sıklaşan nefesimle kasılırken. “O görsün, öyle.”
“Saçmalama,” dedi Burak, gözlerime bana inanamıyor gibi bakıyordu. “Seni birçok kişi gördü. Bu yeterli. Hadi, arabaya gidelim.”
“Hayır,” diye direttiğimde Burak duraksadı, Kartal sessiz küfürler savuruyordu. İçimdeki acı artık onu bağladığım tüm zincirleri zorlamaya başlamıştı. Özgür kaldığı anda beni yıkacaktı.
İrem’in gözlerinin yavaşça bana çevrildiğini fark edince gözlerimi Burak’tan ayırdım. İrem bir an genişçe gülümsedi, Kartal’a doğru yığılmış olduğumu fark edince kaşları çatıldı, onun da alkollü olduğu her hâlinden belli gibi duruyordu. Kafasını sağa sola yatırıp ne olduğunu sorgularcasına bana baktı. Sahte bir gülümseme eşliğinde elimi yavaşça kaldırıp, “Çok içtim,” dedim dudaklarımı oynatarak.
Kahkaha atmamak için kendini sıkarken bana öpücük attı, Ogün de gülümseyerek bana doğru bakıyordu, sahte gülümsemem onun da yüzüne dokundu ama uzun sürmedi. Bakışlarımı Kartal’a çevirdim. “Gidebiliriz.”
“Sonunda,” dedi dişlerinin arasından. “Burak, sen bizimle gel.”
“Tamam.” Burak derin bir nefes alarak kalabalığa baktı. “Sahra görmeden çıkalım. Lavin’in yaralandığını öğrenirse bu geceyi başımıza yıkar. Şu an öğrenmemesi daha iyi.”
“Evet,” dedi sadece Kartal.
Birlikte dışarı çıktığımız anda temiz havayı solumak bulantımı biraz olsun bastırdı. Kartal beni cipe kadar taşıdı, cipin kapısını açtı ve arka koltuğa rahat bir şekilde oturmamı sağladı. Burak’a dönüp, “İki dakikaya dönerim, onun yanında dur,” dedi, sonra da geceye karışarak bizden uzaklaşmaya başladı.
Burak dirseğini araca yaslarken, “Çok mu acıyor?” diye sordu, tenine düşen küçük kar taneleri teninin sıcaklığıyla anında erirken bir süre sadece onu izledim, konuşacak hâlim yoktu.
Uzun süre sustuk ve sonunda konuştuğumda sesim çok güçsüzdü.
“Sana baktıkça ben üşüyorum.”
“Üşümen normal, çok kan kaybetmişsin sanırım,” dedi, sesi çekimserdi. “Böyle olmamalıydı, Lavin. Bu şekilde olmamalıydı.”
“Evet,” dedim. “Ama oldu.”
“Oldu ve buna mâni olmak için hiç çabalamadın.” Bir an onu anlayamadım. Derin bir nefes aldı. “Kendini öylece ölümün kollarına atamazsın, bunu yapamazsın. Kardelen’in istediği bu değildi.”
Gözlerimden yaşlar akmaya başlamasına sebep olan cümle buydu.
Kardelen’in istediği bu değildi.
Burak, “Hayır,” dedi. “Yapma, ağlama.” Gözlerini kısıp, arkada kalan mekânın kapısına baktı, sonra bakışlarını bana çevirdi. “Kendini ve Kartal’ı koru. Sadece Kartal’ı koruyamazsın. Kendini de koru.”
Burak’ın telefonun melodisi sokağı inletmeye başladı. Elimi kaldıracak hâlim olmadığı için gözyaşlarımı silemiyordum. Burak telefonunu açıp kulağına götürdü ve o anda gözleri iri iri açıldı. “Gelme,” dedi direkt endişeyle. “Lavin ve Kartal’ı geçiriyorum sadece, sen gelme.” Durdu. “Ne telaşlanması?”
“Yanına git,” diye fısıldadım. “Gelir şimdi. Sahra’yı telaşlandırma.”
Burak, “Dur,” dedi, beni eliyle durdurup mekânın kapısına doğru yürümeye başladı. “İçeri girer misin, Sahra? Bir şey sakladığım falan yok benim.”
Burak, muhtemelen kapıya kadar gelmiş olan Sahra’yı durdurmak için mekânın kapısından içeriye apar topar daldığında, gözlerimden akan yaşlar kafamı aracın koltuğuna yasladığım için şakaklarıma doğru kaymaya başlamıştı. Bir süre sadece öylece durup boşluğu izledim. Karın soğuğu bedenime vuran bir dalga gibiydi, sanki o soğukta buz gibi ıslanıyordum. Yaklaşan adım seslerini duyduğumda kafamı yavaşça çevirdim ve kapıdan dışarıya baktım. Ogün, elinde saksıyla bana doğru ilerliyordu.
“Siktir,” diye fısıldadım. “Hayır.”
“Mathilda,” dedi neşeyle gülerek. “Çiçeğini unutmuşsun.”
Ayağımı yüksek cipin dışına attığım an sırtımdan aşağıya şarıl şarıl akmaya başlayan kanı hissettim. Öyle bir acı saplandı ki, çığlığı basmak üzereydim ama ayağa kalkmayı başardım ve dudaklarım titrerken, gözlerimden hâlâ akan yaşların varlığını bir anlığına unutup gülümsedim. Ogün, ağladığımı gördüğü an bir an donup kaldı. Elindeki saksıyı yavaşça bana uzatırken, “Lavin,” dedi, sesinde endişe vardı. “İyi misin? Kartal nerede?”
“İyiyim,” dedim, gözlerimden şiddetle boşalan gözyaşları şimdi durmuştu ama yanaklarım ıslaktı. Bacaklarım titriyordu. Bana uzattığı saksıya beni öldürecek silaha bakıyormuş gibi korkuyla bakıyordum. Onu alamazdım. Aldığım an, zaten titreyen dizlerim artık beni taşımazdı.
“Git,” dedim fısıldayarak. Lütfen git. Lütfen.
“Ne?” Ogün, karmakarışık bir ifadeyle bana bakakaldı. “Lavin, İrem’i çağırmamı ister misin?” Eğilip yavaşça saksıyı yere bırakırken bana doğru bir adım attı. “Kartal nerede? Gidip çağırayım. Sizi çıkarken görmüştük.”
“Hayır, Ogün,” diye fısıldadım. “Sarhoşken hep duygusal olurum.” Dizlerim, onlar artık çok titriyordu. Duramıyordum. Başım dönüyordu. Gözlerimin önünde siyah benekler uçuşmaya başlamıştı.
“İrem’i çağırabilirim, o seni anlar,” dedi Ogün beni yatıştırmak istercesine.
“Hayır,” diyebildim, birden dengem boşluğa kaydı ve elimi geriye uzatıp aracın kapısına tutundum. “Ogün, yalnız kalmak istiyorum. Gider misin?”
“Lavin, sen…” Ogün, korkuyla bana doğru yaklaştı. “Hey, dikkat et düşeceksin!” Eli belime kaydı, birden hissettiğim o güçlü acıyla dudaklarımdan bir inilti döküldü ve Ogün’ün gözleri iri iri açıldı. “Lavin…”
“Git,” diyebildim.
Ogün avucunu belime sürttü, diğer elini düşmemem için bedenime sarıp, bana dokunduğu eli aramıza bir silah gibi doğrulttuğunda bakışlarım parmaklarına kaydı ve parmak uçlarına yayılmış kanı gördüm.
Ogün dehşet içinde bana bakıyordu.
Bense onun parmaklarına bulaşmış kanıma.
“Lavin,” dedi çatlayan sesiyle. “Sen yaralanmışsın.”
Bilincim birdenbire yerle bir oldu. Kafam yana doğru düşmeden son hatırladığım Ogün’ün düşmemem için beni daha sıkı kavrayışıydı ve gözlerimin son gördüğüyse, korkuyla bana doğru koşmaya başlayan Kartal Alaşan’dı.
🎧: Lady Gaga & Bruno Mars, Die With A Smile