Buz gibi.
Soğuk.
Bana babamın kollarına tutunarak buzların üzerinde ilerlemeye başladığım o ilk günü hatırlatacak kadar soğuktu bedenim. Çok soğuktu, hissettiğim tek şey soğuktu, var olan tek şey soğuktu. İçimdeki tüm duygular soğuktu.
Kalbimin içindeki hislerin tamamı birbirine geçmiş kemikler gibiydi, bana verdiği tek şey acıydı, tek istediğim hislerden kurtulmak ve soğuğun teslim aldığı ruhumu zihnimde yaktığım yangının önüne taşıyarak çözülmesini sağlamaktı.
Babam kollarını kaldırmış, avuçlarının içini duvara bastırmış ve başını ellerinin dış kısmına yaslayıp gözlerini sıkıca yummuştu. Koltuğunda her çalışma sonrası uyuyakaldığım salonun içindeydim. Tavandan aşağı sarkan kristal avizeden yayılan beyaz ışık, tenime kar taneleri gibi yağıyordu ve ben öylece dikilirken titriyordum. Babam her defasında yirmi altıya kadar sayıyor, sonra susup bekliyor ve kafasını kaldırmadan yeniden yirmi altıya kadar saymaya başlıyordu. Bunu tam yirmi altı kez tekrarlamıştı.
Annem, bembeyaz bir elbiseyle salona giriyordu, çıplak ayakları ne zaman yere değse annemin etekleri öne doğru havalanıyor, ayakları bileklerine kadar açılıyordu; annem beni görmüyordu.
Annemin uçları diplerinden daha açık renk saçları dalga dalgaydı, elbisesinin göğüs kısmındaki taşlara takılmışlardı, yüzü bembeyaz ve dudakları çatlamıştı. Yorgun gözlerle salonun duvarlarını seyrediyor, babam her yirmi altıya ulaştığında saklanacak bir yer bulamadığı için yüzündeki sakinlik, yerini telaşa terk etmeye başlıyordu.
“Anne,” diye fısıldadım ama beni duymadı. Çıplak ayaklarının yere düşürdüğü adımları izlemeye başladım, eteği tıpkı bir bayrak misali dalgalanıyordu. Salondaki büyük vitrinin önünde durdu, vitrinin içindeki kristal kadehlere yansıması düşüyordu. O kristal takımları görmek içimi dağladı, babam onlara çok değer verir ve asla kullanmazdı; o yüzden her zaman temiz, çiziksiz ve parlak görünürlerdi. “Anne.”
“Lavin, saklanmalısın,” diye fısıldadı annem, sesimi duyması beni şaşırttı. Başımı omzuma doğru yatırıp neden saklanmam gerektiğini sorgulayan bir bakış takındığımda annem beni görmezden gelmeye devam etti. “Baban beni sobeleyecek, senin bu oyunda olmanı istemiyor. Oyunda olduğunu öğrenirse üzülecek, saklan ve oyunda olduğunu ona belli etme.”
Anneme doğru bir adım daha yaklaştım, sırtımdan sızan ıslaklığı hissediyordum. İçerisi çok soğuk olduğundan yavaşça yutkunup, “Anne, çok soğuk,” diye fısıldadım.
“Biliyorum,” dedi annem. “Bu yüzden saklanmalısın.”
“Anne…”
“Lavin, git.”
Bir adım geri çekildim, bakışlarım hâlâ duvarın önünde duran babama çevrildi ve o an nefesim bedenimin içinde sıkıştı. Dudaklarım aralandı, göğsüm büyük bir acıyla dövüldü ve dudaklarımdan bir haykırış dışarı serildi. Babamın sırtından dışarı çıkan kanlar içindeki kalın çubuğa bakarken artık haykırarak ağlıyordum.
Biri yavaşça omzuma dokundu. Gözyaşlarımın şiddeti bulutlara taşınsaydı, dünya akan yaşların altında kalmış bir okyanusa dönerdi. “Baba!” diye bağırdım korkuyla, ona ulaşmak tek isteğimdi, o çubuğu çekip çıkarmak tek isteğimdi, avucumu yarasına bastırıp kanı durdurmak tek istediğimdi, yaşaması tek istediğimdi.
“Canım Bal,” diye fısıldadı yumuşak, bir meleğin kadife kanatlarına dokunmuşum da parmaklarıma o saten his bulaşmış gibi hissettiren büyülü ses. “Henüz zamanı değil. Geri dön.”
“Kardelen,” dedim gözlerimdeki yaşlar görüş alanımı puslandırırken. Yavaşça bana dokunan elin sahibine dönmeye çalıştım ama o kişi omzumu öyle sert kavrıyordu ki dönüp ona bakamıyordum. Sadece bana dokunan kişinin, o sesin sahibi olduğunu biliyordum. “Kardelen!”
“Gözlerini yum,” diye fısıldadı bana, kalbim müthiş bir acıyla göğsüme doğru yığılıp duruyordu ama bir türlü atışları kesilmiyordu, bu canlılık beni mahvediyordu. “Uyu bal gözlüm, ninni…”
“Kardelen,” diye fısıldadığımda dudaklarımın kuruluğu canımı öyle çok yaktı ki, bu ismin arkası ağıt dolu bir çığlığın yarasından akan kana dönüştü. Gözlerimi açmaya çalıştım, bunun için gerçekten çabaladım ama zamanın çemberi dardı ve akan her saniye, sırtıma yeni bir hançer dikti. Kirpiklerim, gözlerimi dikmek için gözlerime saplanmış ahşap kazıklar gibiydi, kupkuruydu ve kesinlikle aşılması güç bir bariyerdi. “Kardelen!”
“Her şey yolunda,” diye fısıldadı ve bu sesi tanımak, kalbimi tanımak gibiydi. “Daha kötüsü olmayacak, her şey yolunda.”
“Kartal,” diyebildim, bu isim dudaklarımdan döküldüğü an sırtım yırtılıyormuş gibi hissetmek beni şiddetle inletti. Kirpiklerim güçlükle birbirinden ayrıldı ve beni karşılayan önce yoğun bir karanlık oldu, sonra da üzerime bir gölge gibi devrilmiş adamın varlığıyla hissettiğim panik duygusu ehlileşti.
“Buradayım,” dediğinde sesindeki yorgunluğu fark etmek, samanlıkta aradığım iğnenin avucuma saplanması gibiydi. “Evet, her şey yolunda.”
“Ben…” Kelimeler ağzıma bir ok gibi saplanıp zehirlerini boğazıma akıtmaya başladığında yapabileceğim tek şeyin acıyla inlemek olduğunu fark ettim. Kartal, büyük avucunu alnıma koydu, alnım ter damlalarıyla doluydu.
“Şş, sadece sus.” Kendi yutkunuşumun gürültüsünü duydum. “Biraz dinlenmen gerekiyor. İyi olabilmen için.”
“Her şeyi mahvettim,” diye fısıldadım. “Lanet olsun.”
“Her şey yolunda,” dedi beni bastırmak istiyor gibi. “Daha kötüsü olmayacak.”
“Bundan daha kötüsü ölüm olurdu,” dedi tanıdık bir ses. Kirpik diplerimdeki acıya rağmen bakışlarımı karanlığa çevirdim ve aralık duran kapıdan içeri sızmaya başlayan ışıkla karşılaştım. Bu ışığın özü koridorda olmalıydı, hoş bir ahenkle içinde olduğum odaya yayılmış ve etrafı belli oranda aydınlatmayı başarmıştı. Önüme devrilen gölgeyi gördüğümde sesin kime ait olduğunu hâlâ net olarak anlayabildiğim söylenemezdi, yalnızca tanıdığım birine ait olduğunu biliyordum.
Bakışlarım yeniden Kartal’a çevrildi, yerde dizleri üzerinde olduğunu fark ettim. Elleri üzerinde olduğum yatağın kenarında duruyordu, bakışları doğrudan yüzüme mıhlı olduğu kesindi ama yüzünü seçemiyordum. Keskin kokusu, kanın kokusuyla karışmıştı ve bu bana ölümle yaşamın ne kadar benzediğini kanıtlayan bir tılsımdan farksızdı.
Kartal, uzun süren sessizliğin ardından, “Sana birkaç yudum su vermek isterdim ama şu an veremem, su içersen sana verdiğim ilaçlar yüzünden miden bulanacaktır ve şu an kusmaman gerek,” dedi, sesi gerçekten günlerdir uyumuyormuş gibi yorgun, pürüzlü ve de dağınıktı.
“Dikişlerini patlattın, yarana mikrop kaptırdın, mikrobun bir zehre dönüşmesine yol açtın,” dedi gergin bir ses, işte şimdi o sesi daha iyi kavrayabiliyordum, bu sesin sahibi Yunus Emre’ydi. “Hepsi birbirinden farklı intihar yöntemleriydi ama üzgünüm, başaramadın.” Bana karşı öfkeli miydi, yoksa bu sesinde düğümlü duran şey endişe miydi? Başımı dolduran ağrıyla yavaşça inledim.
“Kes şunu,” dedi Kartal dişlerinin arasından. “Birini ne zaman kaybetmenin eşiğine gelsen göt ağızlının tekine dönüşüyorsun.”
“Onu sadece ben değil, sen de kaybetmenin eşiğindeydin. O eşikte yalnız olduğumu söyleyebilir misin?” Yunus Emre burnundan sert bir nefesi ciğerlerine davet etti. “Uyanamamandan korktum, anlıyor musun dikkafalı?” Yunus Emre’nin yatağa doğru eğildiğini fark edince gözlerimi kaldırıp ona baktım. “Atlatamamandan, bir kişi daha eksilmekten korktum.”
“Özür dilerim,” diye fısıldadım, konuştuğum an dikiş yerlerime ateş tutulmuş gibi bedenimi bir yangın ve bir acı sardı ama bu defa kendimi sıktım, inlemeden bu acıyı atlatmanın bir yolunu bulabildim. “Ben… Her şeyi mahvettim, değil mi?”
“Hayır,” dedi Kartal üzerine basarak. “Unut bunları.”
Hatırladığım son an, zihnimin ortasında duran, düşüncelerimin yansımalarını izlediğim aynanın kırılmasına neden oldu. O kırık sesi tüm benliğime yayılarak içimde yankılanırken, ayrıldığı parçalar ruhumun üzerine yağmur gibi yağmaya başladı.
“Ogün,” dedim yavaşça. “Siktir, kahretsin. Ogün oradaydı.”
“Sakinleş,” dedi Kartal paniğimi fark etmiş gibi.
“Görmüştü,” diye sızlandım. “Allah kahretsin, görmüştü.”
“Sakinleş diyorum!” diye bağırdı Kartal anlık var olmuş bir öfkenin kamçısını anın sırtına indirerek. “O burada, her şey yolunda.”
“Ne?” Gözlerim korkuyla açıldı ama bedenimi kıpırdatamadım bile.
“Ogün üç gündür burada,” dedi Kartal, bunu söylerken gergindi, bense o bunu söylediği an dehşetle başımı iki yana salladım ve bedenimdeki ağrının fitilini çekmiş oldum. “Üç gündür uyuyorsun, Lavin. Üç gündür hayati tek belirtin nefes alıp veriyor olmandı.”
Gözlerim yaşlara bulanmadan saniyeler önce, “Aman Allah’ım,” diye fısıldadım. “Üç gündür buradaysa…” Dudaklarım titriyordu.
Yunus elini elimin üzerine bastırıp beni sakinleştirmek ister gibi, “Sakinleş,” dedi. “Kimse bilmiyor. Ogün dışında.”
“Bu ciddi bir şey,” diyebildim. “Herkese söyleyebilir.”
“Bunları düşünme, Lavin,” dedi Kartal. “Sadece… Sadece uyandın, tamam mı?”
“Ogün olayın şokunu atlatamadı, sen uyanmadan da gitmeyeceğini kendisi söyledi ama eğer gitmeyi isteseydi de onu bir yere göndermezdik,” dedi Yunus soğukkanlılıkla.
“Ona ne söylediniz?”
“Yaralandığının farkında değilmişiz gibi yaptık,” dedi Yunus, dehşetle yüzümü buruşturdum ve Yunus Emre, derin bir nefes alarak sabır dilenir gibi başını iki yana salladı. “Bak, şimdi düşünmen gerekmiyor, anladın mı? Ogün düşünmen gereken son adam. Neden yatıp daha hızlı iyileşmeye çalışmıyorsun? Bunları düşünme.”
“Siz çıldırdınız mı?” Gözlerim yaşlarla dolu bir bulut gibiydi. “Ogün’ün bir cevaba ihtiyacı olacak. O İrem’in en yakın arkadaşı ve bunu İrem’e anlatır.”
“Beni seni yeniden uyutmak zorunda bırakma,” dedi Kartal, sesi acı verici şekilde sertti. “Nasıl büyük bir şeyin altından kalktın tahmin bile edemezsin, ihtiyacın olan düşünmek değil, dinlenmek.”
“Neler olduğunu bilmek istiyorum,” diye fısıldadım. “En azından nerede olduğumuzu söyleyin.”
“Burakların kaldığı evdeyiz,” dedi Kartal sertçe yutkunarak. “Şimdi sadece gözlerini yum. Biraz ateşin var, onu düşürmem gerek.”
“Kartal,” dedim kafamı ona çevirip, sonunda belirginleşen yorgun, kemikli yüzüne bakarak.
“Lavin,” diye fısıldadığında gücü tükeniyormuş gibi bitkin görünüyordu. “Lütfen.”
Zaten çok uykum vardı. Bedenimde bir kuyu gibi açılmış olan o bulanık ağrının geçmesi için uzun uzun uyumam, bedenimi buz uykularına yatırmam gerektiğini biliyordum. Şimdi ruhum, bedenimde tutsak kalmış bir şarlatandı ve hislerim, o şarlatanın gerdiği ipte yürümek için birbirini iterek hayatta kalmaya çalışan cambazlardı.
Yunus Emre’nin odadan çıktığı ânı hatırlıyordum, odanın kapısını kapatmadığı için koridordan dökülen o sarımtırak ışık, içinde olduğum odanın zeminine ateş gibi düşüp oda bir ormanmış gibi odanın içine yayılmaya başlamıştı. Kartal’ın kollarını yatağa koyup kafasını kollarının üzerine yerleştirişini izlemiştim, sonra beni izlemeye başlamıştı ve onun gözleri üzerimi bir ninni gibi örterken ben yine uykuya dalmıştım.
Uykumdan var olan sancım yüzünden sık sık uyanıyordum ve ne zaman gözlerimi açsam, Kartal’ı uyumadan önce bıraktığım yerde buluyordum.
💫️
“Uyanman gerekiyor bebeğim,” dedi kesik kesik gelen bir ses. Öyle çok üşüyordum ki ellerimi boşluğa doğru uzatıp tutup çekebileceğim bir yorgan aramaya başladım ama bilincim, gömülü olduğu okyanusun dibinden sıyrılıp yüzeye doğru yüzemiyordu bir türlü.
“Üşüyorum,” diyebildim.
“Ateşin var, üzerini örtemem,” dedi anlayışlı bir sesle. “Sahra, Tylenol’u versene.”
“Peki,” dedi Sahra. “Kartal, o iyi olacak mı?”
“Daha kötü olmayacak,” dedi Kartal, cümlesi içime bir ilaç gibi yerleşti ama hem dozajı fazlaydı hem de yanlış teşhisti.
“Bundan daha kötüsü ne olabilir ki zaten, Kartal? Eğer ben Burak’ı o kadar merak etmeseydim tüm bunlar olmayacaktı. En azından bu hâlde olmayacaktı. Çektiği tüm bu acının sorumlusu benim.”
Kartal’ın, “Evet,” demesini beklemiyordum, kalbim acıyla kavruldu. “Eğer sadece bir defalığına Burak’a güvenmeyi deneyip sana dur dediğinde durabilseydin, işler bu raddeye gelmeyecekti, doğru.” Kartal’ın eline bir şeyi aldığını fark ettim ama gözlerimi aralayamadım. Başım içinden dışarı doğru dikenler çıkacakmış gibi sızlıyordu.
“Ne söylesen haklısın,” diye fısıldadı Sahra, sesinden anladığım kadarıyla yaşanan her şeyin yükünü kalbine bindirmişti ama hayır, suçlu olan o değildi. En başından başıma tüm bunların gelme sebebi Sahra değildi, seçimlerimdi. Seçimlerimden pişman değildim. Birden gözlerim hızla aralandı ve telefonu hatırlamak kalbimin freni tutmayan bir bisiklet gibi yokuş aşağı savrulmaya başlamasına neden oldu.
“Telefon,” dedim tüm ağrıyı, tüm tükenmişliği, soğuğu, ruhumu köşeye iterek. “Telefon nerede?”
“Şükürler olsun, iyisin,” diyebildi Sahra, gözlerinden akan yaşlarla karşılaştım ama bakışlarım tekrardan hızla Kartal’a çarptı. Kartal’ın bir elinde iğne, bir elinde telefon vardı ve sessizce bana bakıyor olması boğazıma kazık saplanmış gibi hissetmeme neden oldu.
“Telefon güvende,” dedi Kartal çökmüş gözlerinin altındaki yorgunluğu benden gizleme gereği duymadan. “Şimdi sakinleş.”
Derin nefesler aldığımı, o bana sakinleşmemi söyleyene dek anlayamadım bile.
“O ne?” diye sorabildim.
“Ağrı kesici, ateş düşürücü bir karışım.” Kartal telefonu köşeye bırakıp arındırdığı iğneyi açık damar yolumun bağlı olduğu boruya sapladı. İlacın usul usul şırınganın içini terk edişini seyrettiğim süre zarfı boyunca tek kelime etmedik; o da, ben de…
Gözlerini kaldırıp gözlerime baktığı sırada yutkunup, boğazımdan akıp giden bombok tadın geçmesini bekledim. Bok gibi göründüğüme emindim, dağılmıştım, ağrılar içerisindeydim ve kurumuş kanların yara kabuğu gibi sardığı bedenimin içinde son derece kirli hissediyordum.
“Özür dilerim,” diye mırıldandım Kartal’a. Sahra’nın başını önüne eğip odanın çıkışına yöneldiğini fark etmek beni durdurmadı. “Tüm bu olanlar, başına açtığım bu dertler için…”
Kartal, parmaklarını dudaklarıma bastırıp kelimelerin kalanını ruhuma hapsetti. “Sadece sussan olmaz mı?” diye sordu. “Sadece sussan ve gözlerimin içine baksan. Yaşadığını gözlerinden görmeye ihtiyacım var.”
“Yaşıyorum,” diyebildim, konuşmak eskiden de bu kadar zordu ama bu kadar acılı değildi en azından.
“Ölebilirdin.”
“Bu umurumda bile değil,” diye fısıldadım.
Yüzünü buruşturup, “Ben de mi umurunda değilim aptal?” diye sordu. Sesinin kemikleri olsaydı, hepsinin kırık olduğuna emin olurdum. Sorusu altı boş bir soru değildi, hatta o kadar doluydu ki kalbimde bir okyanus varmış gibi hissettirmişti. Kelimeler, dilsiz küçük çocuklar gibi kalbime sığındılar.
“Bunu kimin yaptığını…”
“Lavin, içimdeki caniyi uyandırma,” diyerek lafımı böldü Kartal. “Şu an ona ihtiyacım yok, zamanı geldiğinde açığa çıkaracağım.”
“Peki ya Ogün’ü ne yapacağız?”
Kartal avucunu saçlarıma bastırıp, gözlerini gözlerimden çekerek alnıma bir namlu misali doğrulttu. Saçlarıma, dağılmasından korktuğu bir kum yığınına dokunuyormuş gibi dokunmaya başladı. “Çok karanlıktı, bir araba gördün, siyah bir araba, bir adam mekânın kapısını gözlüyordu, sonra da bir susturucunun ıslık gibi çıkan sesini duydun. Mekânın kapısındaydın ve Burak içeri girmişti, hedefin Burak olduğunu düşünmüştün. Benim yanımda silah olduğu için korktun, kimseye duyurmadan arabaya binmeye çalıştın ve Ogün’ü gördüğünde de benim silahımın olduğunu hatırlayıp panik yaparak Ogün’ü uzaklaştırmaya çalıştın. Benim başımın belaya girmesinden korkuyordun ve canın çok acıyordu ama durumu kontrol altında tutmaya çalışıyordun.” Gözlerini gözlerime indirdi. “Ben iflah olmaz bir adamdım ve sen sevgili ailemizin silah taşıdığımı öğrenmesinden korktuğun için bunu saklayabildiğin yere kadar saklamaya çalıştın. Tıpkı kendini feda eden küçük bir kız kardeş gibi.”
Boğazımdan hırıltılı bir nefes döküldü. “Neden silah taşıdığını, birinin beni susturucuyla neden vurduğunu, bunları sorgulamaz mı sanıyorsun? Ya bunu yapan Sadık Parlak’ın ofisindeki güvenliklerden biriyse ve İrem buna benzer bir hikâyeyi Ogün’e anlatacak olursa?”
“Bunu yapan bir güvenlik görevlisi değildi, Lavin.” Parmaklarını saçlarıma hafifçe bastırıp, dişlerini sıkarak yüzündeki mezar çukurlarını derinleştirdi. Bakışları yavaşça yatağın diğer ucuna kaydı. “Bunu yapan, hedef şaşırtmaya çalışan bir götün tekiydi.”
“Neden silah taşıdığını sorgulayacak,” dedim sertçe, “ve beni susturucuyla vuran kişinin amacını da öyle.”
“Evet,” dedi Kartal başını aşağı yukarı sallayarak. “Ama benim dengesiz biri olduğumu, güvenilmez ve kurnaz olduğumu o da diğerleri gibi biliyor. Üstelik Emir’in anlattığı kadarıyla bir dönem Sadık Parlak’ın mekânıyla başka bir adamın mekânının korumaları arasında bir husumet çıkmış. Bu tarz susturucu kullanılan silahlarla birbirlerine saldırmış bu magandalar. Susturucudan bahsettiğimiz an bence Ogün’ün de aklına önce bu ayrıntı gelecek. Sen sadece yanlış kurbandın.”
“Yapma,” dedim, yüzümü acıyla buruşturdum. “Bu olayı tekrar gündeme getirmek Ogün’ü daha da panikletmez mi? Orada benim yerime İrem de olabilirdi, bu yüzden çıldırıp her şeyi Sadık Parlak’a anlatarak korumaları sorguya çektirebilir.”
“Yapamaz,” dedi Kartal kendinden emin bir sesle. “Sadık Parlak bu durumdan zaten haberdardı. Güvenliğin arttırılmasının sebebini de buna bağlıyorum. Yani kimseyi sorguya çekmez ama şu bizim sızdığımız kameraların donanımını arttırıp, her yeri gözlemeye başlayabilir. Bu da benim için bir şeyi değiştirmez. O mekânda işimiz bitti.”
“Bu da ne demek oluyor?”
“Adamımız Sadık Parlak değil demek oluyor.”
Kaldıramadığım, baş döndüren bu gerçek karşısında kekeleyerek, “Ne?” diyebildim.
“Ama tabii şu fotoğrafını çektiğin dosyalarda gerçek adamımıza ulaşmamızın yolu olmadığını söyleyemem. Hem Sadık Parlak’ı suçlayalım istiyor hem de bunun Sadık Parlak’ın suçlanması için yapılmış bir kumpas olduğunu düşünmemizi. O hâlde her hâlükârda bu adam Sadık Parlak’ı tanıyor. Yani dosyalardan birinde onun da ismi var. Sırada dosyadaki tüm isimlere, açılmış tüm davalara ve sonuçlara bakmak var. Ama önce iyileşmen gerekiyor. İyileş ve maharetlerini göster, Savcı Hanım.”
“İyileşmek…” Dudaklarım umutsuzca yukarı kıvrıldı. “Biliyor musun, iyileşmek artık ikimiz için çok uzak bir şeymiş gibi geliyor bana.”
Kartal o kadar uzun süre sustu ki, bana hak verdiğini anladım. Bu canımı daha da acıttı.
“Ogün nerede?” diye sordum sonunda.
“Burak’la birlikte hava almaya çıktılar, buradan hiç ayrılmadı,” dedi Kartal, yüzü ifadesizdi, bakışları yüzümdeki bomboş çorak araziye yıldırım gibi düştü. “Seni önemsiyor.”
“Beni neden önemsesin?” diye sordum Kartal’a. “Beni tanımıyor bile.”
“Sanırım herkesin üzerinde büyük bir etkin var,” demesini beklemiyordum, bunu söylerken yüzündeki ifadesizlik sarmalı beni sebepsiz yere incitti aslında. “Birilerine bir şeyler söyleyecek bir tip değil. Sadece yalan söylerken bu yalana kendini de inandır çünkü Ogün pek de aptal bir adama benzemiyor.”
“İnanmayacak. Gözlerimdeki tedirginliği görmüştü, onu gördüğüm anda yaşadığım paniği gördü, bu onun kafasını karıştıracak.”
Kartal, buz kestiğini düşündüğüm ama muhtemelen yüksek ateşten dolayı sımsıcak olan elime dokunup, “Emir iyi bir oyuncu,” dedi alakasızca, gözlerimi kaldırıp onun gözlerine baktım. “Öyle güzel magandalara inanmış gibi oynuyordu ki Ogün’ü bile kandırdı bence.”
“Emir’in bildiğini de mi biliyor? Emir burada mı?”
“Ogün olayın şokundaydı, Emir’in de olayı benim gibi o seni tutarken gördüğünü düşündü, sorun yok.”
“Boğazımıza kadar yalana battık,” diye mırıldandım, bu gerçekten bizim lanetimiz olmaya başlamıştı.
“İnsan yalanların içinde yüzmeyi öğrendiği zaman, gerçeği daha net görüyor,” dedi Kartal, parmakları parmaklarımın üzerinde kaydı, parmaklarımız birbirine kenetlendi ve dokunuşu damarlarımın içinde yüksek dozda sakinleştirici dolaşıyormuş gibi gevşememi sağladı. “Sana gerçekleri gösterebilmem için yalanları öğretmem gerek.”
Kuruyan dudaklarımı yaladım. “Karnım aç,” diyebildim sonunda. Kartal parmaklarımı okşamaya devam ediyordu, gözleri gözlerime bir pençe gibi geçti.
“Sıvı bir şeyler tüketebilirsin,” dedi. “Sahra çorba yapmıştı. Gidip biraz ısıtabilirim.”
Boğazımı temizleyerek, “Saat kaç?” diye mırıldandım.
“Sabaha karşı üç,” demesi beni şaşkına döndürdü. “Kızlar uyuyor, Yunus mutfakta sigara içiyor, Burak ve Ogün’ü de söyledim zaten.”
“Üç gündür aç mıyım?”
“Hayır, verdiğim ilaçlar ve yenilediğim serumlar, vücudunun ihtiyacını karşılıyor.”
“Üç gündür uyumuyor musun?”
“Dört oldu,” dedi Kartal. “Günleri şaşırman normal.”
“Bir şeyler yemekten vazgeçtim.” Parmaklarımı parmaklarına sürtüp yatağa doğru vurdum. “Yanıma uzanmak ister misin?”
Altın rengi gözler birden ağzına kadar hislerle doldurduğum o bataklığa saplandı. Kararsızlık… Güneşin yere düşen gölgesi gibi bakan gözlerinde gördüğüm duygunun adı buydu. Israrcı bakışlarım bir ok gibi onun gözlerine batarak onu delik deşik etmeye başladığında, aslında onun da tek ihtiyacının tıpkı benim gibi bu olduğunu biliyordum.
“Bu iyi bir fikir değil,” dese de içinin sesi buradan bile duyuluyordu.
“Gel buraya,” dedim yalnızca.
Gelmesi gerekiyordu çünkü yaramın, derimin içine bir bina gibi göçmesi, dışarıda kalan harabenin toplanması gerekiyordu.
Gelmesi gerekiyordu çünkü ona ihtiyacım vardı. Gelmesi gerekiyordu çünkü ben her zaman kollarına sığınabilecek bir kadın değildim ama şimdi o kollar tek ihtiyacımdı. Gelmesi gerekiyordu çünkü gelmezse iyi olmayacaktım.
Kartal, derin bir nefes aldı. Uzun, güçlü parmaklarıyla kaşının üzerini kaşıdı, gözlerini yumup kendine birkaç saniye zaman tanıdı ve sonunda o da asıl ihtiyacının kör bir hançer olup göğsünü deşmesiyle kendini tutamadı. Gözlerini araladığında yalnızca birbirine muhtaç olan iki insan gibi birbirimize baktık.
Yatağın kenarına otururken, “Asla uslanmayacaksın değil mi, Yabani?” diye sordu fısıltıyla. Başını iki yana salladı. “Ne o sivri dilinden kurtulabileceğim ne de çocuksu inadından, öyle değil mi?”
“Kurtulmayı mı istiyorsun?”
“Hayır, asla. Kabul ettim bunu. İçim yana yana kabul ettim ben bunu.”
Beni kollarının arasına çekerken canımın acımaması için çok dikkatliydi. Kollarının arasına girmek, bana yıllardır bunu yapmıyormuşum gibi özlem dolu hissettirdi. Sanki ruhumun tek istediği buydu. Duygularım bir okyanusun dibinde bileklerinden prangalı bir şekilde boğuluyorlardı ama ruhum öyle huzurluydu ki, duygularımın boğulurken ki çırpınışlarını, kalbimin atışlarının hızlanmasına bağlıyordu.
Avucumu yavaşça onun göğsüne kaydırıp bedenimdeki geçmiş kadar ağır olan o ağrıyı arkamızda bırakmaya çabalıyordum ama ne yaparsam yapayım, o ağrı azalarak ya da artarak bir şekilde bedenimde kalmaya devam ediyordu. Bir eli saçlarımın arasına daldı, parmaklarını saç diplerime bastırıp, zihnimdeki telaşı dindirip acının yerini kaybetmemi sağlamayı diler gibi başımı okşamaya başladı. Parmaklarına sardığı saç telleriyle oynuyordu. O bana dokunuyordu, zihnim çözülüyordu; o zihnime dokunuyordu ve kaybolan kelimelerin yerini bulmamı sağlıyordu.
Güçsüz bir şekilde parmaklarımı göğsüne bastırdım.
“Kafanın içi bedeninden daha yorgun,” diye fısıldadı. “Ama sen hep böyleydin, değil mi?”
Bunu fark etmesine şaşırarak parmaklarımı göğsünde dolaştırmaya devam ettim.
“Hayatın içindeki savaşına devam edebilmek adına bedenine ağır gelen her işi yapıyordun ama yorulan zarif bedeninden çok, her zaman kafanın içi oluyordu,” diye mırıldandı. Beni her zaman bu kadar görüyor olduğunu fark etmek kalbimin atışlarını yavaşlattı.
“Bunu hep fark ediyor muydun?”
“Senin fark etmediğin zamanlarda bile, ben bunu her zaman fark ediyordum.”
Şaşırsam da tepki veremedim. Daha fazla konuşsun istedim. Geçmiş zamanın içinde tanıdığı Lavin hakkında ne düşünüyordu? O Lavin’de benim göremediğim neleri görüyordu?
“Sadece bir kez yardım çığlığı atsan, çığlık değil, yardım için bir nefes versen, orada senin için olacak insanlardan biri de bendim,” dediğinde donup kaldım. “Belki ilk koşan ben olamazdım, ilk koşan kişinin kim olacağını ikimiz de biliyoruz. O yüzden yalan söylememe gerek yok. Ama kafanı çevirdiğinde, ikinci gelenin kim olduğunu görecektin. O kişi ben olacaktım. Yine de o dudakların bir kez olsun yardım çağrısı için aralanmadı.” Sesi kadife gibiydi ama söyledikleri tuhaf bir şekilde yüzüme vurulan gerçeklerden oluştuğundan mıdır bilinmez canımı acıtmıştı.
“Sen pek… Yani şey… Sen sanki beni hiç görmüyordun,” dediğimde burnundan sert bir nefes vererek güldü; alaycı ve belki de biraz öfkeliydi.
“Kartal Alaşan taklidi mi yapıyorsun şu an?” diye sorduğunda kafam karıştı.
“Anlamadım?”
“Siktir et. Hiçbir zaman anlamadın,” dedi ve kalbim, kaçtığım ama yakalanmaktan kurtulamadığım bir farkındalıkla titredi.
“Anlamak isteseydim şayet, tam şu an, anlatır mıydın bana?”
Sorduğum soru havada asılı kaldı ve kendimi toprağın altına gömmek istedim. Hangi cesaretle böyle bir soru sorabilmiştim? Bedeninin kasıldığını hissettim. Sorum onu rahatsız mı etmişti? Bana kızmış mıydı? Kafamın içinde binlerce ihtimal dönmeye başladı.
Kartal aniden parmaklarını şakağıma bastırdı ve konuyu değiştirme çabasıyla öksürdü. “Burası,” diyerek şakağımı okşadı. “O kadar dolu ki, parmaklarımı şuraya ne zaman bastırsam parmaklarıma zihnine ait yaralı bir düşüncenin kanı bulaşıyor.” Gözlerini görme isteğiyle kafamı yavaşça kaldırdım, her zaman altın renginde parlayan gözleri şimdi kan havuzuna benziyordu. “Keşke kafanın içini susturabilmemin bir yolu olsaydı.”
“Kendi kafanın içini susturabiliyor musun da bunu istiyorsun?”
“Önceliğime dönüştüğünü ben de bilmiyordum.”
İtirafı boğazımdan aşağı saplanmış bir bıçak etkisi yaratırken sadece susup gözlerimi yüzünden ayırmadan öylece bekledim. Neden bu konumda, neden bu hâlde, neden bu hislerle dolu olduğumu sorgulayan tarafım, zayıf düşen bedenimin içinde derin bir uykuya dalmış gibiydi; sorgulamıyordum, düşünmüyordum, kendimi yormuyordum çünkü zaten yorgundum. Daha fazla yorulabilmemin imkânı var mıydı hiç bilmiyordum ama sonu görmek için kanımın son damlasına kadar akıtmam gerekiyorsa, evet, ben buna da vardım.
Sonu görmeliydim ama yanımda bu adam varken görmek istiyordum. Onu bizden koparanlara karşı biz iki kişiydik ama bir bütündük; karşımızdakiler kimdi, kaç kişiydiler bilmiyorduk, belki de çok güçlüydüler ama sorun değildi, biz gücümüzü öfkemiz ve acımızdan alıyorduk. Kartal ise her zaman olduğundan daha öfkeli görünüyordu. Ben ise acılarla doluydum. Yani bütünleştiğimizde, mahvetmemiz kaçınılmazdı.
Zaman bana şunu öğretmişti: Bir insanı güçsüzleştirmek için indirdiğin her darbe, onun daha güçlü bir şekilde önünde dikilmesine neden olur.
“Yanımda yavaşça tükeniyorsun,” dediğinde kaşlarım çatıldı. Belki de bunu bana değil, kendisine söylüyordu. Beni usul usul tükettiğini hissediyordu.
“Bunu kendinle ilişkilendirme. Ben zaten tükenmiştim.”
“Öyle mi?” diye sordu ama söylediğim şeye inanmadığını biliyordum.
“Evet, tükendim,” diye itiraf ettim, Kartal’ın kirpikleri kelimelerin rüzgârıyla titredi. “Benim gibi biri için bu itiraf, ölmekten korkan birinin intihar etmesinden daha zor ama evet, o korkak sonunda intihar etti ve ölmedi. İtiraf ettim ve hâlâ kendimim. Yorgunum ve tükendim ama bu tekrar parlamayacağım anlamına gelmez. O kadar tüketildim ki yeniden parlamaya başladığımda hepsini kör edeceğim.”
“Şu an parlıyorsun,” dedi, söylediği şey, beni uzandığım ölüm döşeğinde yeniden dirilten sözcükler gibiydi. “Ve daha fazla parlamaya başladığında, güneş gerdanında intihar etmiş bir yıldız olmaktan öteye gidemeyecek.”
“Şiir gibi konuşuyorsun.”
“Boş zamanlarımda şiir yazıyorum ben,” diye takıldı.
“Hadi canım,” dedim kara zorla gülerek.
“Elbet bu söylediğime inandığın gün de gelecek.”
Duraksadım, sırıttı ve konuyu değiştirmek ister gibi parmağını tekrar saç tellerime doladı. Yanağımı zorlanarak da olsa Kartal’ın göğsüne yasladım. Her şeyin susmasını sağlayabileceğimiz kısıtlı anlardan birindeydik. Bizi bekleyen daha ağır şeyler olacaktı, belki yepyeni ölümlerle burun buruna gelecektik, yeni kayıplar verecektik, belki kaybolan biz olacaktık ama şimdi var olan sessizliği bölmek, tüm bu olacakları durdurmaya yetmeyecekti. O yüzden anın tadını çıkarmak istiyordum. Acıya rağmen ihtiyacım olan buydu. Öfkeye, intikam arzusuna, kaybın getirdiği çaresizliğe ve hatta ruhumdaki taşıdığım hırçınlığa rağmen ihtiyacım olan buydu.
Çok uzun süre sustuk. Sessizlik, gerçekleri tekrar önümüze serdi.
“Lavin, ölebilirdin,” dediğinde artık ikimiz de birbirimizi göremiyorduk. “Ölebilirdin ve bu güneşi buz uykusuna yatırabilirdi.”
“Ama ölmedim.” Kirpiklerim gözlerime ağır gelince bakışlarım belli bir noktada son bulup karanlıkla kavuştu. Yutkundum, boğazımdan aşağıya kanın ve ilacın acı tadı karışarak bir bütün oluşturup kayarak gitti.
“Ölebilirdin,” diye fısıldadı uyku dolu yastığıma, yani göğsüne sıkışan sesiyle. Şimdi uyuyakaldığımı sanıyordu. “Ve bu kalbimi dondurabilirdi.”
💫️
“Ne zaman kendine gelecek? Hastaneye götürmeliyiz belki de,” dedi telaşlı ses.
Kafam karman çormandı, her yer her yerdeydi ve kelimeler birbirinin üzerine yığılmış sarhoş insan topluluğu gibiydi. Birinin içeride yürüdüğünü fark ettim, sonra ılık tatlı bir koku, ilaç kokusunu bastırdı ve bu kokunun pahalı bir kadın parfümü olduğunu anladım. Ama konuşan, güzel kokunun aksine sert sesli bir erkekti.
“Aile doktorumuz ilgilendi,” diyen kişi Kartal’dı. Ah, sesi… Sahiden, ne zamandan beri uyumaya devam ediyordum? Onunla ilgili son hatırladığım, onun kollarında daldığım ağrılardan arınmış uykuydu ama sonrası araf gibiydi, kayıptı. Geçen zamanın miktarını bilmediğimden gözlerimi aralayıp içinde olduğum anın renklerini görme ihtiyacı duydum.
“Onun hastanelerden korktuğunu kırk kez anlattın, bunu anladım,” dedi Ogün, evet, bu ses ona aitti ve sesi şaşkınlıkla çarpışmış bir kızgınlığın portresi gibiydi. “Ama hiçbir şey onun canından önemli olamaz şu an, korkuları bile.”
İnsanların benim için endişelenmesi, bana hep uzak kaldığım bir şehirde bana ait bir ev varmış gibi hissettiriyordu.
“Ona değer vermediğimi mi düşünüyorsun?” Kartal’ın sorduğu soru değil de bir namludan fırlayan kurşundu sanki. “Gözlerimin içine bak, ona değer vermediğimi mi söylüyorsun? Gözlerimin içine baktığında gördüğün bu mu?”
“Onun için endişelendiğini biliyorum ama burada, bu şekilde…” Ogün bir çıkış yolu arıyormuş gibi susup bekledi. “Ona bunu kim, neden yapar? Üstelik silah sesi bile duyulmadı.”
“Ben de bunu anlamaya çalışıyorum. O anlatmadan anlamayacağız,” dedi Kartal, soğukkanlılığı bana ölümün eşiğindeyken hissettiğim o buz soğuğunu hatırlatmıştı. Yutkunma ihtiyacı duydum, kirpiklerim ise bir türlü gözlerimi özgürlüğe bırakmıyordu.
“Bak, bu durumdayken soru sormaktan nefret ediyorum ama bunu ona yapanın kim olduğunu biliyorsan söyle, emniyette tanıdıklarım var tamam mı? Gerekirse onun için birilerini ayarlarız,” dedi Ogün, sesine sinmiş anlayış canımı yaktı ama o, benim onu duyduğumdan bile bihaberdi.
Gözlerimi açtığımda Ogün’e yalan söylemek zorunda kalacaktım. Bu ağır geldi.
“Bunu yapabilecek biri yok,” dedi Kartal. “Biz gördüğün en normal ailelerden biriyiz, eminim sosyetede tanıdığın daha karanlık tipler vardır.” Derin bir nefes aldığını duydum. “Oraya çok yakındım, Burak’ın arabasından bir şey almaya gitmiştim, eğer biri silah kullansaydı bunu hepinizden önce ben duyardım. Çıt sesi bile duymadım.”
Çok iyi palavra sıkıyordu. Seni düzenbaz yalancı, diye mırıldandım içimden kendi kendime. Gözünü bile kırpmadan, beni bile bu senaryoya inandırarak oynayabilmesi ona verilmiş bir yetenek olmalıydı ama bence çok tehlikeliydi. Onun karanlık yanlarından birisi de çok iyi yalan söyleyebiliyor olmasıydı. Evet, kesinlikle.
“Lavin bir şeyleri biliyor gibiydi, Kartal,” dedi Ogün, onu göremesem de avucunu kemikli yanağında gezdirdiğini hissettim, tenine gömülmüş kısa sakalların hışırtısını dinledim, hislerim beni yanıltmamıştı. “Beni gördüğünde bembeyaz oldu, durmadan kovdu, bir şeylerin yolunda gitmediği barizdi ama sanki oralarda saklanan biri vardı ve o kişiyi görmemi istemiyordu. Biri onu tehdit ediyor olabilir mi?”
“Olsaydı bilirdim. Bunu o uyandığı zaman öğreneceğiz, birkaç kez ayıldı ama ağrısından dolayı benimle konuşmadı. Ben de onu korkutmak istemediğimden bu tür sorular sormadım. Uyandığında birden böyle sorular sorup onu ürkütme, bir şeyler biliyorsa bile korktuğu için anlatmayabilir.” Gözlerini bana çevirdiğini hissettim. “Lavin bir kuyu gibidir, dibi çığlıklarla doludur ama karanlıkta kimse o kuyunun yerini bulamaz.”
“Kar yolları kapattığı için trafiğe çıkamadığımı düşünüyor, İrem,” dedi Ogün, sesi düşünceli gibiydi. “Günlerdir hepimiz kayıpları oynuyoruz, sonunda bir şeylerden şüpheleneceği kesindi. Lavin’e tonlarca mesaj bırakmış, seni de aradı, beni zaten hiç rahat bırakmıyordu. Bu yalanı uydurman iyi oldu ama şimdi buraya gelmek için elinden geleni yapacak.”
“Lavin’in nerede olduğunu bilmezse gelemez,” dedi Kartal umursamaz bir tavırla. “Olayın iç yüzünü öğrenmeden kızları telaşa sürüklemek istemiyorum. Sonuçta olay İrem’in babasının mekânının önünde yaşandı gibi görünüyor, İrem korkabilir.”
“Doğru ama… Peki ya korkması gerekiyorsa? O gece kulübü her gece açık, İrem her gece orada, diğerleri de öyle. Ya başlarına bir şey gelirse?”
“Kimsenin başına bir şey gelmeyecek,” diye fısıldadım pürüzlü bir sesle, gözlerimi bile açmadan konuşmuştum ama biliyordum, ikisinin de bakışları hızla bana çevrilmişti.
Kirpiklerimdeki sızıyla gözlerimi aralayıp, bir süre önümde buzlu cam varmış gibi bulanık gördüğüm yüzleri incelemeye başladım. Sonunda yüzleri netliğe kavuştu ama renkler tam olarak gözlerimdeki yerlerini almadı. İkisinin de yüzünü gri görüyordum. Ogün hemen çaprazımdaki deri koltukta oturuyordu, dirsekleri dizlerinin üzerinde, bakışları bendeydi, Kartal ise ayaktaydı, tam önümde durmuş beni inceliyordu.
“Şöyle bakmayı keser misiniz?” Doğrulmak istedim ama bunun nasıl bir acıyla sonuçlanacağını hatırlayıp bu istekten vazgeçerek, “Siktir ya,” diye homurdandım. “Ağrıtıyor.”
“Sırtına koca bir delik açıldığı için olabilir mi?” Ogün’ün gözlerini devirerek sorduğu soru bakışlarımın kan gibi onda toplanmasına neden oldu. “Koca ağızlılık yaptığımı biliyorum ama beni korkuttun.” Zümrüt yeşili gözlerini kısıp başını iki yana salladı. “Korkunç bir andı.”
“İyiyim ben,” diye mırıldanıp gözlerimi Kartal’a çevirdim. “Bana bunu kimin yaptığını biliyorum, Kartal.” Altın tozu bulaşmış bakışlar yüzüme toparlandı, derin bir nefes aldım. “Bir araba vardı,” diye mırıldandım. “Siyah bir araba. Camı indirdiği ânı hatırlıyorum, o sırada Burak kapıdan içeri giriyordu ve sanırım hedef Burak’tı. Çünkü adam onu izliyordu, adamın yüzünde gölgeler vardı sanki ama iri bir adamdı, iri, evet. Top sakallı.” Kafamdaki koruma tipini anlattığım esnada Kartal beni pürdikkat izliyor, sanki yanlış yapmayacağımı, her şeyin yolunda olduğunu bana hissettirmek istiyormuş gibi tam gözlerimin içine bakıyordu. “Başta adamların Burak’a sesleneceklerini sandım, sonra adamın bana baktığını hissettim, arabanın tam önündeydim, seni bekliyordum ama huzursuz hissettim. Burak’a doğru yürümek için atak yapacağım sırada da o ıslık sesini duydum.”
“Islık mı?” Ogün, irileşen gözleriyle bana bakıyordu.
“Evet,” dedim. “Islık gibi, nefesli bir ses gibi. Sonra da o acıyı hissettim.”
“Susturucu,” dedi Kartal başını anlıyormuş gibi sallayarak. “Adam, Burak’ın peşinde miydi? Nasıl?”
“Bilmiyorum, ona baktığını gördüm ve tek değildi, birileri daha vardı, eminim.”
Ogün bir süre kaşları çatık, olayı anlamlandırmaya çalışıyormuş gibi bizi izledi, sonra çenesini kaşıyıp, “İyi de hedef Burak ise bu adam neden seni…” Duraksadı, gözlerini kaldırıp bana baktı. “Mafya tipli bir adam mıydı?”
“Korkutucuydu,” dedim. “Sonra sen geldin, çok garipti, acı çekiyordum ama çok sarhoştum, uyuşmuştum ve içimde bir korku oluşmuştu. Kartal o gece yanında silah getirdi, buna zaafı var ama kimseye zarar vereceğinden değil, silaha âşık. Onu arabaya bindirip oradan uzaklaştırana kadar ona çaktırmamaya çalışacaktım aklımca. Cidden ne düşünüyordum ben?” Kafamı iki yana sallayarak Kartal’a baktım. “Ölebilirdim. Senin yüzünden. Salak.”
Kartal bir an duraksadı, sadece Ogün’ü kandırmak için söylediğim son sözler onu sarsmış gibi duruyordu ama çok geçmeden toparlayıp, “İçki yaramıyorsa kullanma,” dedi sertçe. “Sana bir şey olsaydı babama nasıl hesap verirdim?”
“Götünü kurtarmaya çalışıyordum, Kartal, elinde bir silah vardı ve benim kadar sarhoştun. O adamlar seni öldürebilirdi.”
“Kafanda kuruyorsun, Netflix şifresini değiştireceğim, sana yaramıyor şu diziler.”
“Beni mi suçluyorsun şimdi de?”
Ogün, “Gençler,” dedi ellerini havaya kaldırarak. “Sen yaralısın ve sen de yanında silah taşıyan, Lavin’in de söylediği gibi sarhoş bir tipsin. İkinizin de hatası çok büyük, tamam mı? Ama sanırım bu olay Burak’la ilgili değil. Eğer tahminlerim doğruysa o geceden sonrası da olacak çünkü bu Taksim’deki bir mekânla Sadık amcanın mekânı arasında birkaç yıldır var olan ciddi bir husumet. Daha doğrusu korumaların arasında oluşmuş bir husumet. Geçen yıl ben okul için yurt dışında olduğum dönem birkaç silahlı saldırı daha olmuştu. Emin değilim ama bu konuyu Sadık amcaya taşımak zorundayım. O mekâna her gece tonlarca insan girip çıkıyor.”
“Bu olayı Emir anlatmıştı bana,” dedi Kartal sanki ilk kez duyuyormuş gibi aptalı oynayarak. “İyi de neden Burak’ı hedef alsınlar o zaman?”
“Burak dağ gibi olduğu için olabilir mi?” diye sorduk Ogün ile aynı anda.
“Onu koruma sanmış olabilirler,” dedi Ogün korodan ayrılarak.
Biraz sonra aynı koku yeniden odaya yayıldı ve gelenin bir kadın olduğunu anlayıp gözlerimi gri görünen odanın aralık duran kapısına çevirdim. Sibelay, üzerinde ona bol bir eşofman takımıyla içeri girdi. Avucunda birkaç ilaç kutusu tutuyordu, yüzü solgun ve mutsuzdu. Bakışları bana dokunduğu an dudakları yukarı kıvrıldı ama gözleri bana kederle bakmaya devam etti.
“Hey,” dedi gülümsemesinden bir şey kaybetmeden. “Sana günaydın mı demeliyim?”
“Birkaç gün daha uyuyabilirmişim gibi hissediyorum,” diye fısıldadım.
“Bölmek istemem ama polise gitmeliyiz,” dedi Ogün. “Eğer bunu yapan o şehir eşkıyalarıysa onlara gereken ceza verilmeli.”
Sibelay, “Konu nedir?” diye sordu kısık sesle.
“Konu, sanırım renksiz hayatıma renk getiren kin tutmuş bir magandaydı,” dedim gülerek. “Burak’a söyleyin, daha az ağırlık kaldırsın.”
“Dalga geçme,” dedi Sibelay. “Şehir magandası kurbanı mı yani?” Gözlerini Kartal’a çevirdi. “Polise gitmeliyiz.”
“Sonra bizi bulup hepimizi vursunlar diye herhâlde?” Kartal, Sibelay’a düz düz baktı ama ikisi de şu an Ogün’ün önünde oynuyorlardı. “Böyle herifler belalı tipler olur, mafya tipli heriflerden şikâyetçi olalım da sonra anamızı ağlatsınlar, değil mi?”
“Sen hep böyle korkaktın, küçükken de,” dedim dalga geçerek. Ogün saf saf bizi izlerken nasıl bir tiyatro döndüğünden habersizdi ama mecburduk, daha fazla sırdaş edinemezdik. Emir ilk ve son sırdaştı. Bir sonraki kişi olmayacaktı.
“Ama genelde yaralanan ben olurdum, sen değil,” dedi Kartal bana takılarak. “Ayrıca bok gibi görünüyorsun.”
“Yani senin her an göründüğün gibi görünüyorum, öyle mi?”
“Ben yakışıklıyım.”
“Sevimsizsin,” diye homurdandım.
“Biti kanlanmış bunun, daha fazla büyütmeyin,” dedi Kartal sırıtarak. “Dili yine palyaço pabucu gibi çıkmış dışarıya.”
“Bu konuyu öylece rafa kaldıracak değilsinizdir umarım,” diyen Ogün’ün sesi çok netti, bu işin peşini bırakmak istemediği kesindi. “Lavin’e olmasaydı Burak’a olacaktı, her an başkasına da olabilir. Hem senin nasıl acılar içinde olduğunu gözlerimle gördüm, bunu öylece unutacak değilsiniz, değil mi? Bu çok saçma.” Ogün, bizim aksimize aslında en doğal tepkileri veriyordu, haklıydı, işin içindekiler başka isimler olsaydı belki de korkup soluğu polisin yanında almıştı ama bizim için işler pek de öyle yürümüyordu.
“Ben ailemi kaybettim,” dediğimde Ogün’ün bakışları yavaşça bana kaydı ama bu söylediğim onun içine oturmuş gibi bakıyordu. “Tek ailem Kartal ve onun annesiyle babası. Beni onlar büyüttü. Hem Kartal’ın silah taşıdığını bilmek istemezler hem de benim bu hâlde olduğumu. Bizi geri çağırabilirler ve ben dans etmek istiyorum.”
“Ama…”
“Anlıyorum, beni düşünüyorsun, hatta beni değil tüm arkadaşlarını düşünüyorsun ama yaraladığı kişinin ben olduğumu görmüştür, bu korku onlara yetecektir, bir daha aynı yerde aynı terörü estirebileceklerini zannetmiyorum. Çünkü bu artık bir sazan avı olur.”
“Mantıklı konuşmasından nefret ediyorum ama haklı,” dedi Kartal. “İrem ve diğerlerinin onun sarhoşken dengesini kaybedip düştüğünü, sırtına mermer saplandığını bilmesi daha iyi olacak. Düştü, dikiş atıldı ciddi bir yaralanmaydı ama bitti, hepsi bu.”
Ogün, “Diğerlerine hiç yalan söylemedim,” dediğinde birden benim durmadan onlara yalan söylediğimi hatırlamak ağzımda acı bir tat bıraktı. “Bu ciddi bir durum ve bunu saklamak bana kendimi suçlu hissettirecek.”
“Lavin’in daha fazla strese girmemesi için doğru olan bu gibi duruyor,” diye mırıldandı Sibelay, ilaç kutularını Kartal’a uzatıp derin bir nefes aldı. “Evet, böyle bir şeyi örtbas etmek pek doğru gelmiyor ama bu tipleri iyi bilirim, Antalya’nın eğlence kokan sokaklarında her zaman barutun ve kanın da kokusu olurdu. Onlara güven olmaz. Sessizlik korkakların işi değil, sessizlik asıl zeki olan insanların işi.”
“Yine de bu…”
“Durumu Sadık Parlak’a anlat, güvenliği iki üç katına çıkarsın ama bizimkilere yansıtma bence,” dedi Kartal, omuz silkip parmaklarını saçlarımda gezdirirken bakışları Ogün’deydi. “Gençlik dizisi çekmiyoruz, entrikalar aksiyonlar falan, bunlara gerek yok.”
“Doğru diyorsun…” Ogün ikilemde kalmış gibiydi, bir yanım ona asla güvenmiyordu çünkü beni o hâlde gördüğündeki yaşadığı şok çok büyüktü, diğerleri için endişeli olmalıydı. Bir yanım ise ona güveniyordu çünkü tek ailemin Kartal olduğunun o da farkındaydı. “Sadece onlara bu durumu sen anlat çünkü İrem, Lavin’in nerede olduğunu öğrendiği an ışık hızıyla gelecektir. Çok endişeli.”
Biri kapıyı ayağıyla itti. Pelüş terliklerin sardığı beyaz ayaklardaki turuncu ojeler dikkatimi dağıttı. Ardından bol bir kot kadrajıma girdi ve o kolu bir sporcu atletinden sarkan kollardaki rengârenk dövmeler kapladı. Bu Neslihan’ın ta kendisiydi. Elinde tuttuğu tepside iki fincan vardı, fincanlardan yükselen dumanları izlerken huzursuz bir yutkunuş daha boğazımdan aşağıya doğru aktı.
“Bu kadar yas yeter, size kahve yaptım,” dedi Neslihan, saçları onu ilk gördüğüm andakinden çok daha uzundu, hatta neredeyse omuzlarındaydı.
Ogün avucunu şakaklarına sürterek, “Bu gerçekten iyi bir fikir. Kahveye hayır diyemeyeceğim. Kafamın içi durmuş bir saatten farksız,” diye söylendi.
Nesli, fincanlardan birini Ogün’e verdi, Kartal diğer fincanı almayınca fincanı Sibelay’a uzattı ve Sibelay bu teklifi reddetmeden fincanı alarak karşıdaki boş koltuğun üzerine tünedi. “Bir şeyler duydum,” dedi Neslihan, sonra da Sibelay’ın yanına oturdu. “Magandadır, mafyadır falan. Umarım bu işe bulaşmayı düşünmüyorsunuzdur?”
Bir sürü yalancının içindeydim, ben de bir yalancıydım.
Ogün, “Korkak olunmamalı aslında bu gibi durumlarda,” derken zihnindeki düşünce sarmalı sesine zehirli bir sarmaşık gibi dolanmıştı. “Ya Lavin’in onları gördüğünü fark ettilerse, peşine falan düşerlerse?”
“Karanlıktı ve Lavin kendi gibi görünmüyordu, Mathilda falan…” dedi Kartal.
“Doğru söylüyorsun.” Başını aşağı yukarı sallayıp kahveden bir yudum içti. “İrem’e buranın adresini verebilir miyim peki? Lavin’i görmek için çıldırıyordur.”
“Yarın akşam gelebilir aslında,” dedi Sibelay. “Hem şu evi adam akıllı temizlemiş olurum hem de Lavin biraz daha toparlar.”
Ogün, kahveden büyük yudumlar aldı. “Ben de artık gideyim.”
Diğerlerinin de kulağına gideceği kesin olan yalanımızın gitgide büyüyor olması beni huzursuz ediyordu. Ogün evden ayrıldığında eve yeniden o ağır hava çöktü. Tedirginlik diyemezdim ama endişenin gölgesi sanki üzerime devrilmiş duruyordu; tek sorun bana ait olmamasıydı. Sibelay’ın pencereden Ogün’ün gidişini izlediğini fark ettiğimde damarlarıma salınan ilacın yakıcı etkisi bedenimde bir yangın çıkarmıştı. Rahatsızlıkla yüzümü buruşturdum, ilacın damarlarımda dolanışını böyle net hissetmek beni huzursuz ediyordu.
“Ogün çok zeki bir adam,” dedi Neslihan derin bir nefes alarak. “Şu husumet olayının geçmişe kadar dayanıyor olması bizim için bir şanstı ama bu adam ikinci bir hatayı asla kabul etmez, her şeyi anlar, benden söylemesi.”
“İnan benim kadar zeki değil,” dedi Kartal, ağır adımlarla içinde olduğum odanın çıkış kapının arkasında duran dolaba ilerledi, mini bir buz dolabıydı bu. Kartal dolabı açtı, dolaptan çıkardığı şarap şişesine çatık kaşlarla baktım. “Vay be, 1972’denmiş,” diye mırıldandı.
“Alkol almadan önce midene yiyecek bir şeyler indirmeye ne dersin kardeşim?” Neslihan avucunu Kartal’ın omzuna vurdu. “Günlerdir ağzına bir damla koymaman takdire şayan ama aç karnında ilk saldırdığının şarap olması pek hoş değil.”
“Buna ben karar veririm, sen ya da bir başkası değil,” dedi Kartal, gümüş rengi tirbuşonu şarap şişesinin mantar tıpasına yerleştirdi, yavaşça çevirmeye başladı. Neslihan gözlerini devirerek kafasını iki yana salladı.
“Ne kadar zamandır yemek yemiyor?” diye sordum, bu soruyu ona değil Neslihan’a sormuştum çünkü biliyordum, Kartal’dan alacağım doğru cevap olmayacaktı.
“Sen bu hâle geldiğinden beri sadece sigarayla besleniyor,” dedi Sibelay perdeyi sertçe kapatarak. “Ne yalan söyleyeyim, o kadar uzun zamandır onu ayık görmüyordum ki, sigarayla beslenmesine bile razıydım.”
Gözlerimi Kartal’a çevirdim, inatla bana bakmıyordu. Yutkundum.
“Peki ya Sadık Parlak’ın bilgisayarı? Bir şey çıktı mı?” Kaşlarımı çattım. “Ona daha bakmadın bile, değil mi?”
“Baktım,” dedi, şarap şişesini dudaklarından uzaklaştırıp bakışlarını yere indirdi, düşünceli görünüyordu. “Sadece büyük hackerların ulaşım sağlayabileceği bir cihaza ulaşım sağladım ve o bilgisayardaki tüm bilgileri emdiğimi düşündüm ama Sadık Parlak bazı dosyaları kırılması güç bir şekilde şifrelemiş, erişim sağlayamadığım dosyalar var. Eriştiklerim ise çok da elle tutulur şeyler değil.”
“Peki ya çektiğim fotoğraflar?”
“Onları seninle incelemek istedim çünkü o fotoğraflarda daha fazla şey olduğuna eminim. Hem avukat olan sensin, değil mi?” diye takıldı bana. Şişeyi avucunda sıkı sıkı kavrayarak bana doğru yürüdü. “Ama şimdi soluklanma zamanı. Ağırdan alacağız çünkü hem senin gücünü toplaman gerek hem de ikinci kez atağa geçtiğimizde karşımızdaki ya da karşımızdakiler de atağa geçecek. Birileri neyin peşinde olduğumuzu biliyor gibi.”
“Anlamıyorum, adamımız Sadık Parlak mı yoksa değil mi?” Bu soru Sibelay’a aitti.
“Adamımız Sadık Parlak değil,” dedi Kartal, yavaşça elini kaldırıp, işaret parmağını yukarı dikerek başını sola doğru yatırıp düşünüyor gibi yaptı. “Sadık Parlak’ı tanıyan biri. Ve bizi. Biz onu tanımıyor bile olsak o bizim farkımızda.”
Neslihan, “Bu herkesi şüpheli konumuna getirmez mi?” diye sordu kaşlarını çatarak. “Hatta şu küçük iş birlikçin Emir’i bile.”
“İnan bana, Neslihan,” dedi Kartal başını sertçe sallayarak. “Ben ne yaptığımı iyi biliyorum.”
“Ne yaptığını uzun zamandır bilmiyorsun Kartal ama sorun değil,” dedi Neslihan, gözlerinde arkadaşının düştüğü hâle acıyan, hatta acımaktan öte bu hâl yüzünden paramparça hissettiğini açığa çıkaran bir ifade vardı. “Yanında Lavin varken en azından kontrol altında olduğunu daha iyi biliyorum artık. Ve inan bana dostum,” diye mırıldandı anaç bir tavırla, “senin hayatta olmanı, iyi olmandan daha çok önemsiyorum. Gırtlağına kadar acıya bile saplansan, iyi ki hayattasın, Kartal Alaşan.” Bakışları bana döndü. “Ve sen de öyle, bebeğim. Şimdi ne bok yerseniz yiyin, sadece yanınızdayım, tamam mı? Başka çarem yok. Sen benim dostumsun. Sana inanmaktan başka çarem yok.”
“Yanınızdayız,” dedi Sibelay. “Seni gördüm Kartal, mahvolmuştun. Üçüncü kez mahvolmana izin vermeyeceğim.” Sibelay’ın bu söyledikleri içimi sızlattı ama altında yatan anlamları kör olup görmemeyi diledim. “Seni, sizi hayatta tutabilmek için hayatımızı mahvetmemiz gerekiyorsa, biz hazırız.”
Kartal, yel değirmenlerinin döndüğü bomboş bir arazide, simsiyah bir atın beyaz yularını tutuyordu. Bal rengi saçlarım rüzgârın asi dokunuşlarına yenik düşmüştü, zaman bir roman sayfasına dizilmiş kelimeler gibi zihnime aktığı sırada Kartal ile aramdaki mesafenin ortasında bir kum fırtınası çıkmıştı. Saçlarım, yüzümü işlediğim bir günahın kalbimi örttüğü gibi örttüğü sırada, yine saçlarımın oluşturduğu parmaklıkların arasından onu izliyordum. Hareket etmiyordu, rüzgâr onun alttan üç düğmesi açık kalmış olan siyah gömleğinin eteğini uçuşturuyordu. Kartal gözlerini bile kırpmıyor, yel değirmenleri durmaksızın dönüyordu.
Birden kapıdan biri daha girdi ve o sessizlik, şeytanın kuyuya dökülen son nefesi gibi odaya dökülerek sessizliği kanlı kılıcıyla ikiye böldü. Giren kişi Sahra’ydı. Elinde tuttuğu tepsideki beyaz kâseden yayılan duman ve kokuya bakılacak olursa bana çorba getirmişti.
Sahra çekingen duruyordu, içeri girerken zihninde sadece suçluluk duygusu olduğunu, bu duygunun ruhunu usul usul zehirlemeye başladığını görebiliyordum. Panikli bir sesle, “Aa, şey… Ben sana yiyecek bir şeyler getirdim. Çorba. Sıvı bir şeyler yiyebilirmişsin ve baharatsız,” dedi, hızlı konuşması beni nedensizce üzdüğünden sessizce ona bakmaya devam ettim. Sahra elindeki tepsiyi deri koltuğun çaprazında duran komodinin üzerine bırakarak, “Belki… Yani belki içmek istersin diye. Bu iyi gelebilir. Sana yardım etmemi ister misin?” diye sordu.
“Ben hallederim,” dedi Sibelay anlayışla, yerinden kalkıp Sahra’nın yanına giderek ona destek olmak ister gibi omzuna elini koydu. “Sen biraz dinlen. Uyuyamıyorsun.”
Sahra, Sibelay’ın gözlerinin içine ifadesizce baktı, sonra bakışları bana uğradı ama bana bakarken gözlerine pişmanlık, utanç ve suçluluk duygusu bulaştığı belliydi. “Ben özür dilerim,” diye fısıldadı, gözleri aniden dolarken titreyen sesiyle tekrarladı: “Çok üzgünüm. Özür dilerim.”
“Kes şunu,” dedi Kartal, sesi sertti ama yüksek çıkmamıştı. “O zaten perişan hâlde ve bir de karşısında zırlayıp onu duygusal olarak zayıflatmaya mı çalışıyorsun?” Kartal bir adım atıp elindeki şişeyi kaldırarak Sahra’yı işaret etti. “Sen nesin biliyor musun? Her istediğini ağlayarak almaya alışmış bir veletsin. Gözyaşlarınla istediğini yaptırabileceğin tek kişi Burak.”
Öfkeyle Kartal’a baktım.
Sahra bu sözler karşısında tokat yemiş gibi sarsıldı. Birden dudaklarım aralık kazandı, bu acımasızca söylemleri kesinlikle hak etmiyordu. Sahra, Sibelay’a yaklaştı, gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu ve bu durum Sibelay’ın kaşlarını çatıp Kartal’a kötü kötü bakmasına neden oldu.
“Asıl sen kes şunu,” dedi Sibelay. “Ne kadar üzgün, görmüyor musun gerçekten? Böyle olmasını istemezdi.”
“İstemezdi ama oldu.” Kartal’ın sesi beni bile dehşete düşürmüştü.
“Yapma,” dedim. “Onun ne suçu var ki? Beni o vurmuş gibi davranıyorsun.”
“İnan bana Lavin, sana bunu yapan kişiye karşı bile bu kadar öfkeli hissetmezdim,” dediğinde şaşkına döndüm, ortam birden buz kesmişti. “Asıl sorun, senin acının iki katına çıkmasıydı ve bunun sebebinin benim dostum olmasıydı.” Gözlerini Sahra’ya çevirdi. “İnsanlara, en başta da sevdiğin adama güvenmeyi öğrenmediğin sürece, Sahra,” dedi adının üzerine basarak, “daima ağlamaya mahkûm kalacaksın. Çünkü neden biliyor musun? Ağlamayı kestiğin an herkesi kaybedeceğini sen de biliyorsun.”
“Kartal, kes şunu. Onunla nasıl böyle konuşursun? Bu kadar acımasız olma!” dedim öfkeyle. “Ona ne yaptığına bak. Üstelik yaptığı bu şeyin doğuracağı sonuçlardan bile bihaberdi.”
Sahra cevap bile veremiyordu. Kartal’ı haklı bulduğunu fark etmek canımı daha da acıttı.
“Artık insanlara güvenmeyi öğrenmesi gerek. Onun aptal komplekslerinin başımıza açtıklarına bak.” Kartal ateş misali yanan gözlerini bana çevirdiğinde o öfke ateşinin içime döküldüğünü ve ruhumun eteklerini tutuşturduğunu hissettim. “Şımarık bir çocuk gibi her istediğini yaptırmanın yolunun gözyaşlarından geçtiğini düşünüyor, sevdiği adamla uyurken sırtını bile dönemediğini, Burak’a uyurken sırtını dönecek kadar bile güvenmediğini biliyorum. Kendine dahi güveni yok.”
“Kes şunu!” diye bağırdım son gücümle ama Kartal beni duymazdan geldi.
“Özür dilerim,” diyebildi Sahra, şimdi gerçekten şiddetli bir şekilde ağlıyordu işte. Yattığım yerden kalkmamak için kendimi tutuyordum ama bileğimdeki serum borusunu parçalara ayırıp ayaklanmak ve Kartal’a esaslı bir yumruk indirmek istiyordum.
“Aptal!” diye bağırdım. “Bana olanların öfkesini insanlardan çıkaramazsın, Sahra’nın tek suçu bizim boktan oyunumuza rağmen hâlâ arkamızda olması. Ağlıyor olması onu güçsüz biri yapmaz, güvenemiyor olması da sizi haklı çıkarmaz, ne zaman sırtını birine dönsen ihanete uğrama korkusunun ne demek olduğunu en iyi senin bilmen gerekmiyor mu, Kartal?”
“Sana sırtımı dönüp uykuya dalabiliyorum!” diye bağırdı Kartal birden, sesi gök gürültüsü gibi evin içini çınlatınca Sahra ürkerek Sibelay’ın kollarının arasına girdi. Gözlerim iri iri açılırken, Kartal birden harlanmış olan alevlerin arasında sönmüş gibi dinginleşti. Derin bir nefes alarak bakışlarını ağlama krizine giren arkadaşına çevirdi. Bakışlarındaki buzların çözüldüğüne şahit oldum. “Sahra,” dedi yavaşça. “Siktir, tamam.” Elindeki şişeyi bırakmadan Sahra’ya yönelip Sahra’yı kollarının arasına çekti. “Tamam, bu fazlaydı. Tamam.”
Sahra, “Önemli değil,” diye fısıldadı gözyaşlarının arasından. Zayıf kollarını Kartal’ın beline sarıp burnunu çekti. Güçlükle konuştu. “Haklısın, önemli değil.”
Kartal dişlerini sıkarak Sahra’ya sıkı sıkı sarıldı, bu onları ilk kez böyle yakın gördüğüm andı. Kartal her şeyini kaybetmeden önce arkadaşlarıyla daha yakındı. Şimdiyse onun ördüğü buzdan duvarlar, arkadaşlarını o duvarın gerisinde bırakmıştı ve duvarların içinde dev yangınlar onun için yanıyordu.
“Tamam süt kuzusu, abarttım. Öfkeliyim, beni biliyorsun, beni tanıyorsun, Sahra.” Dudaklarını birbirine bastırdı. “Öyle söylemek istemediğimi biliyorsun.”
“Biliyorum,” diye fısıldadı Sahra. “Güvenmeyi öğrenmem gerek, biliyorum.”
“Ağlayarak bir şeyleri çözmek iyi bir fikir bence, bak çözdü şu an,” dedi Neslihan neşelenerek. “Geri zekâlılar.” Bana baktı. “Okuldayken de böyleydik işte. Kartal, Sahra’yı ağlatacak laflar ederdi ve Sahra ağlayınca da mutlu son, sarılırlardı, Kartal onu teselli ederdi. Eskisi gibi.”
Sibelay burukça gülümseyip, “Neredeyse eskisi gibi,” diye mırıldandı.
Sahra, “Bu kez aptallık benimdi, suçlu benim,” diye fısıldadı, Kartal’ın kollarından yavaşça çıkarken Kartal gözlerini devirdi.
“En azından artık suçunu kabulleniyor,” dedi iğneli bir alayla.
“Şey, bölmek istemiyorum ama,” diye fısıldadım dudaklarımı bükerek. “Benim çorba ne oldu?”
Bu, hepsini güldürmüştü.
💫️
Abartılı bir sevgiydi bu.
Hissettiği, başlı başına abartılı bir sevgiydi ama kalbi bununla yetinemiyordu. Daha fazla sevebileceğini bilseydi, kalbini patlatmak pahasına bunu denerdi.
Dalgalı saçları göğsünün neredeyse altına kadar geliyordu, düzleştirdiği zamanlarda daha uzundu, beline kadar uzanır ve düzleşmiş olmasına rağmen hâlâ gür görünmeye devam ederdi. İnce, etrafı Tanrı’nın ona armağan ettiği cennet lekeleri gibi görünen benlerle sarılı kollarını kaldırıp, gür saçlarının üzerinden geçirdiği gümüş kolyenin ucunu takmaya çalışıyordu. Yüzünü var eden parçalar, cennetten bir senfoniydi ve asıl konser, onun opera rengi gözlerinde başlar, o gözlerde biterdi. Kolyenin ucundaki Çoban Yıldızı, gümüş parıltıları tenine güneşin aya ışığını bıraktığı gibi bırakarak göğsünün arasına kadar sarktı. Saçlarını yavaşça kolyenin içinden çıkarıp sırtına doğru serdi ve yüzüne düşen saçını kulağının arkasına sıkıştırarak çekmeceden bir kâğıt çıkardı.
Abartılı bir sevgiydi bu.
Adımlarını yönelttiği masa, her gece başında oturup en yakın arkadaşıyla chat yaptığı bilgisayarının olduğu masaydı; aynı zamanda sınavlara da bu masaya yatırdığı gecelerin içinde çalışırdı. Masanın önündeki sandalyeyi geriye doğru çekti ve sandalyenin bacakları ahşap parkelerde sürüklenerek rahatsız edici bir ses çıkardı. Bu, genç kızın kaşlarını çatıp güzel yüzündeki renklerin dağılmasına neden oldu; şimdi yüzünde rahatsızlığın portresi vardı.
Kafasını kaldırıp perdeleri açık duran pencereye baktı, cama yansıması gri bir şekilde düşüyordu çünkü Antalya, yağdıracağı gözyaşlarını bulutların içinde saklıyordu. Gözlerini ufuktan silinerek griye dönen deniz manzarasına yerleştirip bir süre ayakta dikildi, sonunda alt dudağını ağzının içine doğru yuvarlayıp kâğıdı masanın üzerine bıraktı ve sandalyeye oturdu. Dirseklerini masanın kenarlarına yasladı, açık avuçlarını yüzüne bastırıp yüzünü sıvazladı.
Abartılı bir sevgiydi bu.
Derin, içli bir nefes aldı ve sonra da fırtınanın ıslıklarını anımsatan bir ahenkle o nefesi dudaklarından dışarı özgür bıraktı. Bakışları masasının ucunda duran beyaz alçıdan bir çerçevenin içindeki fotoğrafa kaydı. Fotoğrafta kafa kafaya veren iki genç kızın saçlarının zıt renkleri, güneşi ve ayı anımsatıyordu. Koyu renk dalgalı saçlar, açık renk düz saçlara karışmıştı ve ikisinin de gözlerinde umut vardı. Dudakları yukarı kıvrılırken uzun süre bal rengi saçların sahibini izledi.
“Canım Bal, senin artık sana ait kanatların var.” Gözlerini kâğıda indirdi, elini yavaşça kalemliğine uzattı ve ağabeyinin yurt dışından onun için getirdiği kuş tüyünden ince uçlu kalemi parmaklarının arasına aldı. “Bense uçurumun dibindeki toprağa sapladığım koltuk değneklerime tutunarak uçtuğuma inanmaya çalışıyorum.”
Beyaz kâğıda bir damla gözyaşı düştü, şeffaf bir mürekkep gibi orada asılı kaldı ama aslında her şeyi kâğıda o gözyaşı anlattı.
Kâğıda işlenen ilk cümle şuydu: Canım Bal, ben uçamıyorum.
Abartılı bir sevgiydi bu.
Gözlerinden bir daha tek bir damla yaş dahi düşmedi, düzgün el yazısı usul usul beyaz kâğıdı doldurmaya başladığında, yağmur da toprağa düşmeye başlamıştı. Son cümleyi kâğıdın en sonuna italik bir el yazısıyla işledi, sağ köşeye imzasını attı ve kafasını kaldırıp pencerenin dışında yağan yağmura baktı.
Abartılı bir sevgiydi bu.
💫️
Artık ayakta, dişlerimi sıkmadan ya da ayak parmağımı sehpanın kenarına vurmuşum gibi inlemeden durabiliyordum. Bu acı çekmediğim anlamına gelmiyordu ama acının yavaşça bedenimi terk etmeye başladığını hissedebiliyordum.
Sibelay ve Sahra tüm gün evi temizlemişlerdi, Burak ya da Yunus’u hiç görmemiştim, Neslihan’ın epey böbürlendiği bir İtalyan yemeğini yapmak için mutfakta olduğunu biliyordum. Ve kendimi son derece kirli hissediyordum. Başımda trajik bir ağrı vardı. Karanlık koridorun sonunda, binaya açılan kapının çaprazındaki aynalı vestiyerin önünde dikiliyordum, vestiyerdeki ortası çatlak cama devrilen yansımamdan gördüğüm kadarıyla bok benden daha temizdi.
Sibelay bir kovayla banyodan çıkıp, “Dinlenmeye ne dersin?” diye sordu. Her zaman şık görmeye alışkın olduğum Sibelay, şu an tam bir ev kadını modundaydı ve gerçekten salaş görünüyordu. Havayı koklayıp gözlerini kıstı. “Benim sulu şeftalim mutfağa cenneti getiriyor, kokuyu alıyor musun? Akşam parmaklarını yiyeceksin.” Güldü. “Ben de tatlı olarak şeftali kompostosu yiyeceğim.”
Gülümsedim, gözünü ovarak diğer odaya girip kapıyı kapattı ve şimdi tekrar yalnızdım. Akşam İrem’in, hatta konuyu muhtemelen öğrenen birkaç kişinin daha geleceğinden haberim vardı, o kadar berbat hâldeydim ki kendime bir çekidüzen vermem gerekiyordu. Duş almalı, hayalete dönmüş kireç rengi suratıma biraz renk vermeliydim. Bedenimi kokladım, eğer kuru kanın yoğun kokusunu saymazsak çok da kötü kokmuyordum.
Salonun kapısı açılınca yağan karın bembeyaza çevirdiği gökyüzünün rengi koridora doldu. Omzumun üzerinden açık duran kapıya baktım, Kartal uykulu gözlerini ovuşturuyor, bir yandan da homurdanıyordu. “Sikeyim, saat kaç ya?” diye sordu pürüzlü, erkeksi bir sesle. “Ve sen neden ayaktasın?”
“Leş gibi olduğum için,” dedim derin bir nefesin ardından. “Saçlarımı ateşe tutarsak üzerinde patates kızartabiliriz ve stajımı kasapta yapıyormuşum gibi kokuyorum.”
“Kendi kokuna alıştığını düşünmüştüm,” dediğinde birden yanaklarımın ısındığını hissettim. Ah, kokuyu o da alıyordu… Utanç bir ateş çemberi gibi her yanımı sarıp beni içine aldığında çaresizce dudak büktüm.
“İğrenç koktuğum için mi dibimde uyuyorsun?”
“Sana iğrenç kokuyorsun demedim ki ben,” diye mırıldandı, ensesini ovarken bakışları koridoru turladı. “Sadece en son buna benzer bir kokuyu bayramda babam arkadaşlarıyla mangal partisi yapmaya karar verdiğinde almıştım. Arkadaşları yeni kesilmiş et getirmişti, kanlı…”
“Yani iğrenç kokuyorum,” dedim omuzlarımı düşürerek. Bedenimde ufaktan sızlama vardı, yine de suyun altına girmek, kurumuş kan vücudumu terk ederken öylece ılık suyun altında durarak düşünmek ve arınmak istiyordum. “Duş almalıyım.”
“Bu yaran için pek de iyi bir fikir değil, ben onu sık sık dezenfekte ediyorum ama sen mikrobun eline zil takıp onu oynatabilirsin.” Ona meydan okur gibi baktığım anda, “Sakın,” dedi parmağını kaldırarak. “Karşı koymaya çalışma, şu an her zaman olduğundan on misli daha zayıfsın ve benim dediğim olacak.”
“Hayır,” dedim kendimden emin sesimle. “Benim istediğim olacak. İnsanların önüne kokuşmuş bir şekilde, yürüyen bok emojisi olarak çıkmak istemiyorum.”
“Bu gözler yürüyen bir şeftali emojisi gördü, bok emojisini yadırgayacağımı sanıyorsan yanılıyorsun, Lavinia,” dedi ve içeriyi işaret etti. “Şimdi biraz uzanmaya ne dersin? Bir düşüneyim bakayım?” Düşünür gibi yaptı. “Hayır dersin, o hâlde oraya gelip zor kullanmam gerekiyor.” Bana doğru yürümeye başladı. “Evet.”
“Gel de sana kurşun yedim sol yanımdan yumruğu atayım,” dedim Sibelay’ı hatırlatmak ister gibi sesimi bilerek detone ettirerek. “Bak, eğer duş almama izin vermezsen bütün gece Sibelay’a sesinin harika olduğunu söyler, onu buna inandırır ve Azer Bülbül şarkısı söylemesi için tezahürat yaparım.”
“Bunu yapmazsın, bütün gece onu dinlemektense yaranı parmaklayıp ağlamayı tercih edersin.”
“Sizi duyuyorum!” diye seslendi Sibelay diğer odadan.
“Duymana sevindim, umarım artık şarkı söylemezsin,” diye söylendi Kartal.
“Akşam misafirlerimiz için güzel bir program hazırladım, ya kızı duşa sokup köpürterek yıkar ve evin içinde pamuk tıkamayı unuttukları için etrafa sala sala gezen bir mevta gibi gezmesini engellersin ya da bütün gece, bak bütün gece diyorum, sana Azer Bülbül şarkıları söylerim!”
“Öyle mi kokuyorum?” diye sordum gözlerimi büyüterek.
“Abartıyor,” dedi Kartal gözlerini devirerek.
“Kartal için öyle kokmadığını sen de biliyorsun ama bu soruyu bana sorarsan, sana her zaman dürüst davranırım, Lavin!” Sibelay’ın güldüğünü duydum, sonra elektrikli süpürgenin çalışmasıyla gülme sesleri kesildi.
“Duş alacağım,” dedim kafamı kaldırıp altın rengi gözlere dik dik bakarak. “Şimdi.”
“Öyle mi?”
“Evet,” diye direttim.
“Öyle yani?” Kafasını aşağı yukarı sallayıp banyoyu işaret etti. “Geç.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, tabii.”
“Oh be,” diyerek yavaş adımlarla banyoya ilerlemeye başladım ama hızım kesinlikle bir kaplumbağanınkine eş değerdi. Kartal sabırla olduğu yerde durup banyoya ulaşacağım anın gelmesini bekledi. Kapıyı açmamla arkamda bitmesi bir oldu ve ben içeriye girdiğim anda o da banyoya girip kapıyı üzerimize kapattı. Gözlerim yerinden fırlayacak gibi açılırken dehşet dolu bir yüzle ona bakakaldım.
“Çık,” dedim.
“Hayır.”
“Duş alabilirsin demiştin.”
“Evet ama bunu yalnız yapacağını söylememiştim,” dediğinde birden bedenim ürpertiyle doldu, gözlerimde ciddi bir bakış belirse de kalbim panikle teklemişti.
“Hadi ya?” Ona düz düz baktım. “Çık.”
“Üzerindekilerden yaklaşık yedi saat içinde kurtulsan, suyu açman ve ayarlaman iki saat sürse, bir dokuz saat falan da temizlenmeye çalışsan, çıkmandı kurulanıp giyinmendi falan derken yarın bu saatlerde gelip seni buradan alırım,” dedi alayla.
“Ne saçmalıyorsun?”
“Eğer büyük büyük babaannem mezarından bir iskelet olarak çıksaydı, bak kansız, çürümüş, sadece iskelet olarak diyorum, senden daha hızlı hareket ederdi.” Bana bakmaya devam ederken yavaşça eğilip vanayı yana doğru çevirdi. “O yüzden Yabani, ya seni temizlerim ya da İrem senden gelen koku yüzünden bilincini kaybedip soru sormaz ve geceyi kolayca atlatmış oluruz.”
“Ha kokuyorum yani ben?”
Yüzünü yüzüme yaklaştırıp iyice eğildi, eli hâlâ vanadaydı, birden su akmaya başladı ve akıp yere düşen su damlaları sıçrayarak bedenime çarptı. “Seni çırılçıplak soyup ellerimle temizleyecek olmama değil, kokuyor olmana takıldın yani?”
Kan, damarlarımda değil de zihnimde çağlıyormuş gibi hissetmeyi beklemiyordum ama yine de uzun kirpiklerin esir aldığı altın kahve gözlerinin içine bakmaktan vazgeçmedim. Onun gözlerinin içine bu denli dikkatli ve korkusuz gözlerle bakıyor olmam ona ne hissettiriyordu bilmiyordum ama benim hislerim, tam şu an allak bullak ve intihara meyilliydi.
“Eminim Sahra bana yardım edecektir,” dedim kendimden emin bir sesle. Kartal’ın gözleri dudaklarıma kaydı, sonra yeniden yavaşça kaldırdığı gözlerini gözlerime sabitledi. Dudağının kenarı yukarı doğru çekilirken oluşan kıvrım, kalbimi delice çarptırdı.
“Sahra sana benim kadar iyi hissettiremez, Lavin,” diye fısıldadı, nefesi yüzüme çarptı ve kanım sanki yanardağa ait bir volkanmış, damarlarımda ilerleyen lavlarmış gibi fokurdayarak yanmaya başladı.
“Sahra’yı çağır,” dedim üzerine basa basa. “Şimdi.”
“Gidip onu ağlatmamı mı söyledin?” Gözlerini suya kaydırıp düşünüyor gibi yaptı. “İyi fikir.”
“Hayır, bunu yapmayacaksın,” dedim başımı iki yana sallayarak.
“Kim demiş?”
“Biliyorum, hem onu ağlatman için hiçbir sebep yok şu an. Gerçi o gece de yoktu ama sen adilik etmeyi seçtin.”
“Seni…” Susup bakışlarını v yaka tişörtümün dekoltesine doğru indirdi. “Ateşli vücudunu görecek olması onu ağlatmam için yeterince büyük bir sebep.”
Kalbim depar atar gibi göğsümü yumruklarken, “Ne yazık, ateşli vücudumu görecek olan sen de değilsin,” dedim sertçe.
Dudakları yukarı kıvrıldı, bana biraz daha yaklaştı ve kirpikleri gözlerinin belli ölçüde yok olmasını sağlayacak kadar kısılarak gözlerini gizlemeye çalıştı. “Eğer bu kadar kötü kokuyor olmasaydın, neredeyse çok seksi olduğunu düşünmeye başlayabilirdim.”
Avucumu sertçe göğsüne vurdum, güçsüz olduğum için bu onu yerinden bile oynatmadı. “Siktir git,” diye homurdandım.
Dilini şaklatarak kınayıcı bir ses çıkardı. “Aa, oldu mu hiç? Sana yardım için burada olan bir doktorla bu şekilde konuşmak… Ne yabani bir kız.”
“Doktor, çıksan iyi edersin çünkü bugünlük sabrımın sonuna ulaştın.”
Asla anlayamadığım bir anda beni canımı yakmayacak şekilde duvara yasladı, sırtım duvara değmemişti. Hissettiğim yoğunluk beni şaşkına çevirdi. Su, büyük bir gürültüyle yerdeki mermer zemine çarpmaya devam ediyordu ve bu ses, kalbimden yükselen yakarışlara uyum sağlar gibi zihnimde uğuldamaya başlamıştı.
“Şimdi seni soyacağım, Lavin,” dedi gözlerini tek bir an olsun gözlerimden ayırmadan. Bedenimde bir uğuldama hissettim, anlam veremediğim, çok deli edici bir uğuldamaydı bu. “Örtülü tek bir zerren kalmayana dek.”
“Beni öfkelendirmeye çalışıyorsun,” diye fısıldadım, nefesim titreyerek onun yüzüne döküldü. Kartal’ın gözlerime dokundurduğu bakışlar biraz olsun sönmedi, hatta daha da harlandı ve yangın yüzüne yayılmaya başladı.
“Eğer sana bir şey yapıyor olsaydım, bu öfkelendirmek olmazdı.”
Anlık deli cesaretiyle, “Ne olurdu?” diye sordum ve bu, parmaklarının kalçama yerleşmesine neden olan soru olmuştu. Cam gibi keskin ve şeffaftım şimdi.
“İstemeni sağlardım,” dedi sıcak nefesini yüzüme estirerek. “İstemeni sağlardım ve bu benim için hiç zor olmazdı.”
Bunun zaten farkındaydım.
Tam dudaklarım aralanacakken, o içime hapsettiği tüm hislerin beni ateşe vermesini istiyormuş gibi birdenbire geri çekilip, dudaklarına yerleştirdiği şeytani gülümsemeyle gözlerimin içine baktı. “Ya da belki kim bilir, çoktan sağlamışımdır.” Arkasını dönüp banyodan çıktığı an, benim soluk soluğa arkasından bakakaldığım andı ve sesimi bile çıkaramamıştım.
Arkasından mal gibi bakakaldım.
Sahra bana yardım etmek için banyoya girdiğinde üzerimde ölü toprakları değil, yanardağın eteklerine sızan lavlar vardı. Bir kadın bile olsa başka birinin karşısında çıplak kalmak çok hoşuma giden bir durum değildi ama mecburdum, arınmaya ihtiyacım vardı ve bunu tek başıma yapabilecek kadar güç toplayabilmiş sayılmazdım. Duştan çıktığımda tazelendiğim söylenemezdi ama temizdim, en azından kirli hissetmiyordum ve tenimin üzerinde kurumuş olan kan lekelerinden arınmıştım. O kan lekelerini kurudukları yerden soyarak, kazıyarak çıkartmak canımı ciddi miktarda yakmıştı.
Kan kuruduğu yerde tene dönüşüyordu.
Ve kuruyan bir kanı bulaştığı yerden çıkarmak, derini soymak gibiydi.
Salonda yatırıldığım yatak toplanmış, yenilenmesine rağmen kan bulaşan çarşaflar yıkanmıştı. Kartal sırtımdaki yarayı temizlemiş, korunması için sarmıştı ve bunu yaparken parmakları ne zaman çıplak tenime dokunsa, banyodaki o kısa konuşma aklıma geliyor, gözlerimin önünde beni ürperten görüntüler oynamaya başlıyordu. Bu düşünceden kaçmak, şehri ele geçirmiş fırtınadan kaçmaya çalışmak gibiydi; üstelik o fırtına, evimin çatısını çoktan söküp almıştı.
Üzerimde siyah, kolları bol, kısa bir tişört vardı. Dışarıda devamlılığını koruyan kar yağışının aksine içerisi sıcak olduğundan üşümüyordum. İçimde Sibelay’a ait iç çamaşırları vardı ama Sibelay her ne kadar ince belli olsa da baseni ve göğüsleri benimkinden çok daha kadınsı hatlarla şekillenmiş olduğundan iç çamaşırları bana biraz büyük geliyordu. Giydiğim siyah, ayak bileklerimin üzerinde biten ince taytın sahibi Sahra’ydı, muhtemelen Sahra bu taytı giydiğinde boyu ona tam oluyordu ama tayt bana biraz kısa gelmişti. Sahra dağınık açık renk saçlarımı gevşek bir topuzla şekillendirdi.
Yemek masası hazırlanırken yardım edememek bana kendimi kötü hissettirdi. Onları çok yoruyormuşum gibi hissetmeden edemedim. Sibelay, Neslihan ve Sahra el birliğiyle gerçekten göz alıcı bir sofra kurmuşlardı. Çok geçmeden Burak ve Yunus Emre de eve dönmüşlerdi. Yunus Emre’nin öfkesi sonunda sönmüş olacak ki bana elinde tuttuğu çilekli sütü uzatmıştı, bu sütün barış bayrağı olduğunu bildiğimden ona yorgun bir gülümseme bahşetmiştim. Burak ise sessizdi, kendini suçluyordu, bu su katılmaz bir gerçekti, Kartal da Burak’la pek konuşmuyordu ama aralarındaki sessizlik rahatsız edici boyutta olmadığından diğerlerinin ilgisini pek de çekmiyordu.
Ben çilekli süte pipete verdiğim nefesle eziyet ederken Yunus poşetlerden çıkardığı viski ve votka şişelerini mini buzdolabının üzerine diziyordu. Sonunda çıkardığım fokurdama sesleri onun rahatsız etti ve “Şu sütü normal bir şekilde içemiyor musun sen?” diye sordu. Omuz silkip onun ensesine bakmaya başladım ve tekrar sütü fokurdattım, bu defa gözlerini devirerek bana doğru döndü. “Çilekli süt sevmiyorum demen yeterli. Ben içerdim.”
“Çilekli süt mü seviyorsun?”
“Ne? Sevemem mi?”
Omuz silktim. “Seversin.”
“Çilekli sütü nasıl sevmezsin?” Bana doğru döndü, kalçasını dolaba yaslayıp kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. Her zamanki gibi farklı giyinmişti, onun tarzını seviyordum. “Neyli süt seversin?”
“Ballı süt,” dedim dürüstçe. “Ballı sütü çok severim.”
“Çikolatalı süt varken ballı ve çilekli süt içmeniz bana neden et varken tavuk yediğinizi anlatıyor aslında,” diyerek içeri girdi Kartal. “Ve Lavin, sana kötü bir haberim var.”
“Ne oldu?”
“Suphi ve Cenk de eve doğru yola koyulmuş kafilenin içinde.”
Gözlerim iri iri açıldı.
“Çikolatalı süt mü?” Burak elindeki çikolatalı sütü Kartal’a uzattı, bu barışmak için salladığı beyaz bayrak olmalıydı. “Muzlu süt varken, çikolatalı mı yani?”
Kartal gözlerini kısarak çikolatalı süte baktı, derin bir nefes alarak süt kutusunu Burak’ın elinden aldı ve, “Senin kaslarını şişirmek için muzlu Cicibebe yediğini neredeyse unutuyordum,” diye söylenerek odadan çıktı.
Burak, Kartal’ın arkasından bir süre bakakaldı, sonra bize doğru döndü ve kafasını iki yana salladı. “Muzlu Cicibebe falan yemedim, uyduruyor,” dedi, buna inanmamıştım.
“Kartal’ın çikolatalı süt içmesinden daha garip gelmedi bana senin muzlu Cicibebe yiyor olman,” diye mırıldandım.
“Buna şaşırıyorsan arabanın torpido gözüne bakmalısın, her zaman orada bir paket Damak bulabilirsin. Çikolata markası olan Damak’tan bahsediyorum.” Burak göz kırparak şişelere doğru yöneldi, bana karşı ılımlı konuşuyordu ama yine de içindeki suçluluk duygusunun onu kahrettiğini hissedebiliyordum.
Yunus elimdeki çilekli süt kutusunu aldı. “Her zaman böyleler işte,” dedi ve pipeti içinden çıkarıp ters döndürerek pipetin diğer ucunu üste getirdi. Sütten bir yudum aldı, ona garip garip bakıyordum. “Ne var? Çilekli süt bu.”
“İçine üflerken ya tükürüğüm gittiyse?” diye sorduğumda bir an durup yüzünü buruşturdu.
“Mikrop,” dedi bana içten bir şekilde. “Neyse ki bir kız kardeşim olsaydı ondan asla iğrenmeyeceğimi düşünürdüm, o yüzden sorun yok.” Bu cümlesi içime bir diken gibi batıp hislerime şifasını akıtmaya başladı. Sütten bir yudum daha alıp bana yamuk bir gülümseme gönderdi. “Yeniden ayaklanmana sevindim.” Bakışlarını Burak’a çevirdi. “Şu Cenk sarışın olandı, değil mi? Bana bak, o tam bir baş belası gibi duruyor.”
“Çünkü tam bir baş belası,” diye homurdandı Burak sırtı bize dönükken. Kendine bir kadeh viski doldurup bize doğru döndü, bana bakmamaya özen gösteriyor gibi bir hâli vardı. “Bu gece biraz zorlu geçecek. Hem sorgu açısından hem de şu Cenk kaosu seviyor gibi biraz.”
“Şu an elinde kadehi tutan kişinin Kartal olması gerekmiyor muydu?” Yunus kaşlarını sorguyla çattı. “Rolleri değişme kararı mı aldınız?”
Burak iki kaşının ortasındaki yarığı saklama gereği duymadan, “Sadece gevşiyorum,” dedi, yutkunup ona baktım ama bana değil, Yunus’a bakıyordu. “Çünkü Kartal’ı daha önce hiç bana öyle bakarken görmemiştim.”
“Lavin’i orada öylece bırakıp gitmen büyük sorumsuzluktu, özellikle de kız yaralıyken,” dedi Yunus yaralı olduğumun altını çizer gibi o kelimeleri vurgulu bir biçimde seslendirerek. Bu ayrıntı Burak’ın canını daha çok yakıyormuş gibi kaşlarını çatıp gözlerini yere indirmesine neden oldu. Yarıya kadar viskiyle doldurulmuş kristal kadehi tutan parmakları gevşek duruyordu ve kadeh biraz yamuk durduğundan içki bir tarafa yığılmıştı, dökülecek gibi duruyordu. Yunus ise onun aksine soğukkanlıydı, pürdikkat arkadaşını izlerken yüzünde tek bir kas zerresi bile titremiyordu.
“Ona gitmesini ben söyledim, Yunus,” dedim.
“Onu kovsan bile gitmemesi gerekiyordu, yalnız kalabilecek bir konumda da hâlde de değildin, Lavin,” dedi Yunus her zamanki buz soğuğu sesiyle. “Sahra’yla aranızdaki ilişki çok uzun zamandır devam ediyor, artık onunla ciddi bir şekilde konuşup sana duyduğu güvensizliği yok etmelisin, Burak. Bu güvensizlik duygusu sadece seni değil, bizi bile etkilemeye başladı.”
“Denemediğimi falan mı sanıyorsun? Ona hiç yalan söylemedim, aramızda hiç üçüncü kişiler olmadı, ona hiç ihanet etmedim ama yıllar geçmiş olmasına rağmen güven duygusu hiç gelişmedi.” Burak sertçe yutkundu, bakışları yerden kalkarak Yunus’a dokundu, sonra viski kadehinin içindeki içkiye baktı. “Lavin’e daha kötü şeyler olabilirdi, bunu biliyordum ama buna rağmen aptallık yaptım. Sahra’nın kazanamadığım güveninden de kendimden de çok yoruldum.”
“Kendini suçlamaktan vazgeç,” diyerek araya girdim. Alt dudağımı yaladım. Düşüncelerim birbirine çarpıyordu, doğru bulduğum her kelime aslında yanlıştı. “O gecenin bir suçlusu varsa o sen değilsin.”
“Seni korumam gerekirdi,” dedi Burak, bana bakmadan konuşuyordu. “Seni orada öylece bırakıp gittim. Yunus haklı, beni kovsan bile gitmemem gerekirdi. Ama Sahra o hâlini görseydi…”
“Görseydi asıl o zaman her şey mahvolacaktı,” dedim onu onaylamak ister gibi. “Sen doğru olanı yaptın. O gece yalnızca Ogün’e yakalandık, Sahra beni o hâlde görseydi yaşayacağı panik yüzünden yakalanacağımız kişi sayısı artabilirdi.”
Burak, “Bunlar yeterli gerekçeler değil,” dedi.
“Gayet yeterli gerekçeler. Kendini ve Sahra’yı suçlama lütfen, sizin bu konuda suçlu olduğunuz tek bir nokta bile yok. Kartal çok öfkeli, işler istediği gibi gitmiyor, her şey boka sarmaya başladı. Etrafındaki insanlara saldırması sence de çok doğal değil mi?”
“Kartal’ın neden saldırganlaştığını sen daha iyi biliyorsun,” dedi Yunus Emre bana. “Anlamayacak kadar aptal olamazsın.”
Kapıyı aralayan Neslihan, kapı aralığından kafasını uzatarak, “Daha sessiz tartışmaya ne dersiniz? Kartal her şeyi duyuyor da şu an,” diye fısıldadı. “Misafirlerimiz geldi, otoparktalar. Konuyu kapatsanız iyi edersiniz.”
Kapının zili çalmaya başladığında oturduğum yerde rahatsızca kıpırdanmam bir oldu. Kendimi diken üzerinde hissediyordum, hem sırtımdaki acıyla böyle oturuyor olmak biraz güç geliyordu hem de İrem ve onunla gelenlere karşı nasıl davranacağımı tam olarak kafamda oturtabilmiş sayılmazdım. Kartal içeri girer girmez gözlerimi ona çevirip, ne yapacağımı bilmediğimi gözlerimle ona anlatmaya çalışır gibi gözlerinin içine baktım. Birkaç saat önce yaşanan olayın izleri hâlâ kıyılarımda olduğundan ona bakmak, yanaklarımın içini kan nehrine çevirmişti ama çarem yoktu.
Ya o gözlere bakacaktım ya da yenilginin buzdan kılıcının, kalbimi göğüs kafesimin içindeyken ikiye bölüşünü hissedecektim.
“Sarhoştun, düştün, gerisini bana bırak,” dedi dudaklarını oynatarak. Bu sadece ikimizin duyabildiği cümlesi, içimdeki hisleri dengeye sokarken başımı aşağı yukarı salladım ve Cenk’in abartılı sesi kulaklarımı doldurdu.
“Çok geçmiş olsun canım ya!”
Yere düşen adım seslerini dinledim, Yunus gözlerini devirerek kapıdan girecek olan ilk kişiyi beklemeye başlamıştı. Kapıdan içeri ilk giren İrem oldu, kucağında koca bir çiçek demetiyle bana doğru gelirken onun buz mavisi gözlerinde gerçek korkuyu görmüştüm.
“Lavin!” Dolgun dudakları yan yatmış bir hilâl gibi büküldü. “Nasılsın?”
Hemen arkasından içeriye deri montu ve soğuk yüzüyle Suphi, Suphi’nin arkasından da gri kürkü ve dalgalı sarı saçlarıyla Cenk girdi. İrem ikilemde kalmış gibi bana yaklaşırken gerçekçi olması için kendimi paraladığım gülücüğümü hiç soldurmamıştım.
“İyiyim,” diye fısıldadım. “Sadece bir daha o kadar içmeyeceğim.”
“Alkolik seni,” dedi dudaklarını tamamen büzerek. “Ya kafanı vursaydın? Sırtına giren mermerden bahsettiler, daha kötü şeyler olabilirdi seni ahmak.” Bana sarılmak için eğilecekti ki, Kartal birden, “Hayır,” dedi sertçe. “Sarılma. Ters bir hareket hem canını yakar hem de dikişlerini kanatabilir.”
“Dikişleri hâlâ taze mi yoksa?” İrem neşesiz mavi gözleriyle yüzüme bakarken gerçekten üzgün görünüyordu. “Bana çok geç anlattılar, endişelenmemi istememişsin. Böyle bir şeyi nasıl saklarsın? Seni çok merak ettim.”
“Kız iyi işte aaa, amma darladın ha,” dedi Cenk gözlerini kaydırarak. “Aşkım, geçmiş olsun, ucuz atlatmışsın duyduğum kadarıyla. Kafanı patlatmadın Allah’tan valla.”
Bu kez samimi görünüyordu. Parlak gözlerinde endişeyi görünce şaşırdım.
“Sağ ol, Cenk,” diye mırıldandım.
“Bak bak,” diye fısıldadı Suphi’ye doğru yaklaşıp fısıldayarak. “Görüyor musun mıymıntıyı? Ben ona aşkım diyorum, şefkatimi veriyorum, içimdeki duyguları gösteriyorum, o bana sağ ol diyor. Bu camışa bir şey olmaz, Suphi.”
“Aman Cenk, çekişmeye başlamayın, şimdi ne yeri ne de sırası,” dedi İrem gergin bir sesle, sonra ellerimi avuçlarının arasına aldı. “Şey, çok mu kötü hâlde sırtın?”
“Sanırım,” diye fısıldadım. “Ne yaramı gördüm ne de düştüğüm ânı hatırlıyorum. Son hatırladığım dengemi kaybedişim ama ayıldıktan sonra canım cidden yandı.” Ellerimi okşayan bakımlı ellerine bakarken içimde bir vicdan azabı kalp gibi çarpıyordu, belki de bu suçluluk hissiydi… Babasının ofisine girdiğimden, ona yalanlar söylediğimden, aslında olduğum kişiden bihaberdi. Bir gün bunu öğrendiğinde ellerimi yine böyle okşayabilir miydi? Bilmiyordum. Bu düşünce uzun uzun ellerini izlememe neden oldu.
İrem’in benim için endişelenmesi eskiden olsa bana çok garip gelebilirdi ama artık bunu yadırgamadığımı fark etmiştim. Bir insan tarafından önemsenmek garipti, annem ve babamın hayatımdan çıkıp gittikleri günden sonra kalbim bir daha içeri kimseyi davet etmez sanıyordum ama boşlukta asılı kaldığım o dönemde kalbimin kapılarını araladığı iki isim olmuştu. Biri Kardelen’di, yokluğu kalbimi delendi. Diğeri ise Özay’dı, ışığıyla karanlığımı aydınlatmıştı ama sonra öyle çok karanlık olduğumu anlamıştı ki, o da ışıklarını benim için söndürmüştü.
Benim için, benimle karanlıkla kalmayı seçmişti.
Şimdi Özay, geçmişte var olmuş güzel bir anıydı ama kalbim onu bir zamanlar tanıyor olmasına rağmen kilitlerini değiştirdiği için artık Özay’ı içeriye almıyordu. Kardelen ise o kadar içimde kalmıştı ki, değiştirilen hiçbir kilit onu dışarıda bırakmaya yetmezdi.
İrem’in ellerini izlediğim süre boyunca düşüncelerimin geçtiği yer beynim değil, kalbim gibiydi. Bazen kafamın içinde bir kalp taşıdığımı düşünürdüm.
“Sana bir şey olmadığı için mutluyum,” dedi İrem, sesi buruk geliyordu. “Diğerleri de gelecekti ama kalabalık hâlinde gelip seni yormak istemedik. Aslında Cenk’i de getirmeyecektim ama…”
“Bana laf mı dokunduruluyor şu an, Suphi?” diye sordu Cenk, İrem’e ters ters bakarak.
Suphi, “Geçmiş olsun, Lavin,” dedi sakince, o sırada Cenk onun yanında dikilmiş etrafı hoşnutsuz gözlerle izliyor, bakışları her bana çevrildiğinde bana yapmacık bir gülümsemeyle bakıyordu. Yine de o gözlerde benim için endişelendiğini görebiliyordum. Delinin tekiydi.
“Teşekkür ederim gençler, sizi görmek iyi geldi,” diye mırıldandım. Bu Cenk’i sesli bir şekilde güldürünce bir an herkesin gözleri Cenk’e çevrildi.
“Ay yalanını seveyim, yalan sıkmayı da beceremiyor sevimsiz,” diye fısıldadı Cenk, yaptığım tek şey ona boş boş bakmak oldu ama anlamayacağına da emindim, kafasına estiği gibi bir insandı ve bir süre sonra ona bile alışabiliyordu insan.
“Cenk, hasta ziyaretine geldik,” diye uyarıda bulundu Suphi. “Lütfen.”
Cenk, abartılı bir şekilde geri çekilip ellerini kalbinin üzerine koydu ve “Bana lütfen dedin, hem de bu maskülen giyinen uçan süpürge için?” dedi dehşete düşmüş gibi. “Farkında mısın, iyi bir insan olduğum için buralara kadar geldim, şu kızın suratına da sadece sağ tarafımdaki melek bu kendimi feda edişimi Allahcığıma güzel betimlesin diye yaptım. Kahrolsun sol tarafımdaki melek, kalbimdeki tüm iyilikler yüzünden şeytanı zincirlere vuruyorum. Bir şişe votkayı önüme koyup şeytanı kandırıyorum, içecek gibi yapıp yapıp içmiyorum, ağlatıyorum o kör şeytanı!”
Cenk’in sergilediği abartılı drama, Burak ve Yunus cephesinde derin bir sessizlik ve şaşkınlığın çit çektiği garip bakışları doğurmuştu. Elimde olmadan kıkırdadım. Cenk, yamuk bir gülümsemeyle bana bakınca, beni güldürmeye çalıştığını anladım.
“Bu çiçekler senin için,” dedi İrem, Cenk’in tüm dramalarını bir kenara koyup, koltuğa bıraktığı çiçekleri tekrar kucaklayıp dizlerimin üzerine sererek. “Cenk’in de sana küçük bir geçmiş olsun hediyesi var.” İrem, gözlerini Cenk’e çevirdi. “Değil mi, Cenk?”
“Ay evet, var ama evde unuttum, en son bıraktığımda Adını Feriha Koydum’daki kötü karakter Hande’yken bir anda iyi tarafı seçip ponçikleşen, geçmişi epey sinsiliklerle dolu, Hande,” dedi Cenk, İrem’e. “Suphi,” diye fısıldadı Suphi’ye yaklaşarak. “Eve döndüğümüz gibi Rosalinda’dan birkaç bölüm izleyip kendimi iyileştirmem gerek, ay ben bir tabutun içindeymişim gibi hissettim, Allah’ım güzel Rabbim korusun beni kazacık belacıklardan. Değil mi, Suphi? Korusun, değil mi?”
“Evet evet,” dedi Suphi gülmemek için dudaklarını birbirine bastırarak. “Şimdi sakinleş, hasta ziyaretindeyiz, tamam mı?”
“Tamam falan değil, ya düşüp tepesi delinen ben olsaydım, ya ben şu an bir hastanenin yoğun bakımında beyin tramvayları geçiriyor olsaydım, Suphi? Ben mi Lavin mi? Seçimini yap, hemen.”
“Cenk…” Suphi derin bir nefes aldı. “Hadi ama…”
“Ne hadi ama ya? Ya benim tepem delinseydi şu an, şarıl şarıl kanlar olsaydı her yerler?”
Burak ve Yunus’un birbirlerine garip garip baktıklarını fark edince gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Cenk gerçekten insanların moralini yukarı çekebilecek bir karakterdi ama aynı zamanda dili zehirliydi. Cazibeli, yakışıklı bir adamdı ama konuşmaya başladığında gerçek bir çatlak olduğu gerçeğini ortaya seriyordu. Yine de güzel yüzünün altında gizlediği şeytani bir yanı olduğu da belliydi, sanırım zaman ona böyle bir duvar ördürmüştü.
“Bunlarda da hiç misafirperverlik yok bu arada,” dedi Cenk avucuyla ağzını örtüp Suphi’nin kulağına doğru eğilerek. Ama her ne kadar ağzını örtmüş olsa da odadaki herkes onu duyabiliyordu. “Geldik geleli yalı kazığı gibi dikiliyoruz şurada, geçin oturun, alın şu püsküğütü pastayı, zıkkımlanın diyen yok, görüyor musun, Suphi? Ne günlere kaldık şu an. Haklı mıyım?” Püsküğüt… İçimde küçük bir kızın neşeli kahkahasını duyar gibi olmak gözlerimi çiçeklere indirmeme neden oldu.
“Kısır, börek falan da istiyor musun, Cenk?” diye sordu İrem gülerek.
“Varoşlarla çay saati programları falan mı izliyorsun hayatım?” Cenk, her hayatım dediğinde a harflerini öyle çok uzatıyordu ki artık ne zaman biri hayatım dese, onun sesi kulağıma çalınacaktı, emindim. “Ay aman, biz ayakta kaldık, oturalım bari şöyle,” dedi Cenk sarı saçlarını savurarak. “Suphi, otur lütfen.” Cenk, koltuğa oturup saçlarını eliyle arkaya itti ve boncuk gibi parlayan gözlerini tekrar etrafta gezdirdi.
İçeriye ilk giren Sibelay olmuştu, elinde bir servis tabağı tutuyordu, tabağın içine yerleştirilmiş atıştırmalıkları gören Cenk, birden kafasını komik bir şekilde kaldırarak oturduğu yerden tabağın içini görmeye çalıştı. Suphi sakince bir Cenk’e bir de Sibelay’a bakıyordu.
“Hoş geldiniz tekrardan,” dedi Sibelay gülümseyerek ama bu gülümseme sahteydi.
“Hoş bulduk hayatım.” Cenk kafasını iyice kaldırıp tabağın içini görmek için âdeta çırpınmaya başlamıştı. “Kız kavruk, ver şunu, vallahi de billahi de karnım sırtıma değil enseme yapıştı enseme.” Cenk birdenbire Sibelay’ın elindeki servis tabağını kapınca Sibelay şaşkına döndü.
Cenk, servis tabağının içindeki bisküviye benzer uzun rulolardan birini alıp koca bir ısırık kopardıktan sonra lokmasını yanağının içine yuvarladı ve yanağı şişti, bakışlarını bana çevirip ağzı doluyken boğulur gibi sesler çıkararak konuşmaya başladı. “Endişelendim, iyi kalpli biri olduğumdan dolayı.” Çiğnerken gözlerini kapattı. “Oyyy, oh my god. Yani bizi bir telaş aldı tabii.” Ağzı doluyken konuşmaya devam etti. “Acaba mevta oldu kendisi de bizi yemeğe değil mevlidine mi çağırıyorlar, kavrulmuş fıstıklı helvasını falan mı yedirecekler diye düşündük, korktuk. Ben hele, iyi bir insan olduğumdan ve cennete gideceğimden dolayı çok korktum, endişelendim, üzgün biriyim her zaman zaten.” Bir lokma daha ısırdı. Kafasını kaldırıp gözlerini Sibelay’a çevirdi. “Sen niye Azrail gibi duruyorsun başımın üstünde be?”
Sibelay, “Şey, belki tabağı verirsin diye,” dedi.
“Çüş oradan. Misafirin elinden tabak mı alınır? Çek git başımdan, sofrayı kurun kız, içimdeki ayı müthiş coştu.”
“Ha?”
“Açım ben hayatım.”
“Şey, sofra hazır aslında.”
“Kız girerken ilk iş masaya bakmak oldu zaten, tırlatmak üzereyim açlıktan. Yetmez bana bunlar hayatım.” Suphi’ye döndü. “Suphi, kan şekerim düşüyor şu an farkında mısın?”
“Suphi, Allah sabır versin,” diye mırıldandığım anda birden Cenk bana Terminatör gibi gözlerinden kızıl ışınlar yayarak bakmaya başladı.
“Ne demek istedin tam olarak acaba?” diye sordu kaşlarını kaldırarak, bir elinde hâlâ servis tabağı vardı, ağzının kenarıysa bisküvinin kırıntılarıyla doluydu. Elinin tersiyle ağzını silip gözlerini kıstı. “Ben bu ilişki için saçlarımı süpürge ettim. Bak, sen hiç böyle bakımlı süpürge gördün mü?” Saçlarını savurdu. “Bu iyi bu arada. Arabanın içinde boşuna tabuta soktuk karıyı.”
Sibelay, tuhaf bakışlarını önce bana, sonra da Yunus ile Burak’a çevirip başını yavaşça salladı ama bunu yaparken kafasının karman çorman olduğuna emindim. “Şey, masaya geçelim gençler,” dedi, yavaşça Cenk’e çevirdi bakışlarını. “Nesli’min mükemmel İtalyan yemekleri yaptığını söylemiş miydim? Kesinlikle tıka basa doyacaksın.”
“Kız senin Nesli’n dünya haritasında İtalya’nın olduğu yeri gösteremez ayol, İtalyan yemeği mi yapacakmış?” Cenk aşağılayıcı bir bakış attı. “Eve girdiğimden beri yalaza yalaza kuru fasulye kokuyor, ne İtalyan yemeği?”
Tuhaf bir şekilde sesi hem erkeksiydi hem de feminen bir havası vardı Cenk’in. Ayol derken bile aslında sert bir kabuğu olduğu sesinin renginden okunuyordu. Onu izlerken dalıp gittiğimi fark ettim. Suphi ile iki farklı insanlar oldukları koca bir gerçek olarak ortamızda duruyordu ama birbirlerini tamamladıkları da bir o kadar açık ve netti.
“Yalnız benim Nesli’m mükemmel İtalyan yemeği yapar,” dedi Sibelay yapmacık bir gülümsemeyle. Cenk de başını alayla sallayıp aynı yapmacıkla Sibelay’a gülümsedi.
“Sen nerelerdensin? Los Angeles çingenesi falan mısın yoksa?”
Sibelay başını omzuna düşürüp, dudaklarını yalayarak kaşlarını kaldırıp güçlükle gülümsedi. “Çanakkaleliyim ben,” dedi sabırla.
“Çanakkale’nin İtalyan yemekleri meşhur herhâlde, pek bilgilisin İtalyan yemekleri konusunda,” dedi Cenk, dudakları bir zafer kazanmış gibi yukarı kıvrılmıştı.
“Sen nerelisin?”
“Amerika’da doğdum ben hayatım, coğrafya kaderdir.”
“Buradan bakınca Sulukule’den gelmişsin gibi bir hisse kapıldım,” dedi Sibelay, işte şimdi asıl düşmanını kazanmıştı Cenk. Sibelay kesinlikle Kartal’ın arkadaş grubundaki en tehlikeli isimdi ve geri dönülemez bir şekilde Cenk’e cephe alacaktı.
Cenk, Sibelay’ın ona kafa tutmasını beklemiyormuş gibi bir anlığına duraksadı. Kurak düşünceler zihnimde yarıklar oluştururken her şeye rağmen gözlerimde bir ışıltıyla onları izliyordum. İzleyen tek kişi de ben değildim üstelik. Kimse konuşmuyordu, Cenk ile Sibelay’ın birbirlerine açtıkları savaşın ilerleyen günlerde nasıl sonuçlanacağını hayal dahi edemiyordum.
“Söyleyecek bir şeyin kalmadıysa, sofraya.” Sibelay gülümsedi, Cenk’in yanından kayarak geçip gitti. Cenk ise Sibelay’ın arkasından Sibelay kocasını elinden almış gibi bakıyordu.
“Hiç savunma zaten beni,” dedi sonunda dirseğiyle Suphi’ye sertçe geçirip oturduğu yerden kalkarak. “Kuru fasulye bulgur fark etmez, yiyeceğim valla Allah ne verdiyse. Sen üç sandalye uzağıma otur, Suphi, üç buçuk dakika boyunca söylediğin hiçbir şeyi duymayacağım. Şu an kendini yağmurlu havada sinyali gitmiş bir kanal gibi düşün hayatım.”
“Suphi,” dedim oturduğum yerden güçlükle doğrulup kalkmadan hemen öncesinde. İri, koyu renk gözler bana çevrildi. “Senin saçlar orijinal siyah mı yoksa boya mı?”
“Anlamadım?”
“İmalı imalı konuşma arkamdan,” dedi Cenk. “Ben burada iyiliğimin bir nişanesi olarak sana kendimi hediye getirmişim, sana tüm benliğimle kendimi sunmuşum, güzelliğimle seni iyileştirmeye gelmişim, sen Suphi’me beni mi kötülüyorsun? Kobra seni. Koca ağızlı anakonda.”
“Cenk,” dedi Kartal sandalyelerden birini çekip, çenesiyle sandalyeyi göstererek. “Otur lütfen.”
“Aa, Suphi’min önünde, deli mi ne?” dedi Cenk, bir yandan da Kartal’ı süzüyordu. Kartal’ın işaret ettiği sandalyeye oturdu. “Mersi Romeo.”
“Ne demek, keyfine bak.”
“Suphi, götürülüyorum şu an farkında mısın?”
“Sabrımı sınıyorsun, Cenk,” dedi Suphi sakince.
“Aaa, yakışıklı bir arı mı vızıldadı şu an burada? Arı mı var burada acaba?” Cenk etrafına bakındı. “Üç buçuk dakika daha dolmadı. Eğer oralarda bir yerde Suphi’m olacak beni savunmayan, ben götürülürken öylece izleyen rögar kapağı varsa, benimle boşuna konuşmaya çalışmasın çünkü sinyal çekmiyor.”
Yunus’un sadece dudaklarını kıpırdatarak, “Çekeceğimiz var bu gece anasını satayım,” diye söylendiğini fark ettim, sonra hep beraber yemek masasına geçtik.
İrem yanıma otururken, “Bazen çenesi düşüyor böyle, kusuruna bakma,” diye fısıldadı.
“Bazen mi?”
“Sizi duyuyorum, kafalarınızı yan yana direksiyonumun önünde sallanırken görmek ne hoş olurdu,” dedi Cenk bize bakmadan.
Yemek boyunca Neslihan, gerçekten lezzetli bulduğum yemeği hakkında Cenk tarafından eleştirilere maruz kalmıştı. Cenk her fırsatta, “Siz evde kuru fasulye pilav yerken ben İtalya’yı geziyordum,” deyip durmuştu. Masadaki herkes alkol alırken ben kullandığım ilaçlar yüzünden yalnızca su içebilmiştim, muhabbet benim geçirdiğimi düşündükleri kazadan biraz olsun uzaklaşmıştı. Bu iyiydi. Aslında soracakları birçok soru olduğunu biliyordum ama kibarlık edip konuyu kurcalamıyorlardı.
Masayı toparladıktan sonra herkes kendine sinebileceği bir yer edinmiş, içkiler içilmeye devam ederken ortamda koyu bir sohbet dönmeye başlamıştı. Kartal’ın kehribar gibi parlayan, güneş saçan gözleri sık sık bana takılıyor, her göz göze gelişimizde yüreğim yerinden oynuyordu ve banyodaki o kısa an onun gözlerinde tekrar canlanıyordu; ben onun gözlerinde o ânı yeniden izliyordum.
Cenk, elindeki şampanya kadehiyle beni işaret ederken, “Her şeyi geçtim, neden Özay’a bir şans daha tanımadın?” diye sorunca birdenbire oluşan o sıcak ortam buz kesti. Sibelay bu soruya öfkelenmiş gibi dudaklarını araladığı anda Kartal ona öyle bir bakış attı ki ben bile korktum. Sibelay’ı olduğu yere sindiren bakış, benim felaketimdi. Kartal’ın gözlerindeki ateş çemberleri, içinde yandığım cehennem gibiydi ama ben o cehennemi cennet bilmiştim.
“Bu sorunun ne yeri ne de zamanı.” Bu ses İrem’e aitti. “Lavin düştü, daha kötüsü de olabilirdi, şu an eski sevgilisinden bahsetmek o kadar gereksiz ki.”
Sessizlik, yüreğimin etrafına doladığım gazap zincirleriydi. Bir tren, zihnimdeki perondan ayrılmış, düşüncelerimden rayların üzerinde büyük bir hızla geleceğe doğru hareket ediyordu ama içinde taşıdığı yolcuların hepsi geçmiştendi, her koltukta geçmişten bir anı oturuyordu, her biletin üzerinde geçmişten bir tarih kazılıydı.
Bakışlarım Kartal’a çevrildi, gözleri bir şehri altında bırakmış karlar gibiydi; şehri tutmuş, dondurmuş, beyaza boyamıştı. Bakışlarını bendeyken yakalamak, içimdeki çiviyi biraz daha derine itti, sanki Kartal’ın gözleri, benim içimdeki çiviyi daha derine saplayan o çekiçti.
Burak hafif bir müzik açmıştı, arka fonda çalan müziğin melodisi beni daha da durgunlaştırırken yavaşça oturduğum yerden kalkıp salonun çıkışına ilerlemeye başladım. Sohbet yeniden koyu kıvam kazandığı için insanlar uzaklaştığımı belli bir süre için asla anlamayacaklardı. Kartal’ın ağır bakışları ve kalbim, beni buradan uzağa gitmeye zorluyordu.
Koridoru aşıp mutfağa girdim. Mutfak karanlıktı, pencereler içeri sinen yemeklerin kokularını itmek ister gibi açık duruyordu ve kar soğuğu mutfağın duvarlarına bir hayaletin farklı açıdan çekilmiş fotoğrafları gibi asılmıştı. Cam balkon kapısına doğru ilerledim. Balkon kapısını açıp karanlığın üzerine yığılmış bembeyaz karları izlemeye başladım.
Bir dal sigaraya muhtaç hissediyordum kendimi.
Bir parça yalnızlığı leke gibi göğsüme sürüp, Kartal’dan kurtarmak istiyordum kalbimi.
Bir melodi duydum, avuçlarımı soğuk tırabzanlara yerleştirip şehre düşen kar tanelerini izlemeye başladığımda, artık o kar taneleri saçlarıma da tutunuyorlardı. Şarkının sözleri, sesin sahibi bu şarkıyı karların arasında söylüyormuş gibi geliyordu.
Bıraksan da elimi, sevgin bana yeter.
Susarım öpüşüne, avunur da söylemem.
Belki yalandır, oyundur derim ya, yine de korku basar.
Yazık ki ağır ağır çökmüş yüreğine, nefret değil mi bu?
Yalan sevişmeler.
Sen değilsin sanki yarısı yatağımın, üşürüm sarılsan bile…
Bir el karnıma kaydığı an gözlerim kapandı, avuçlarımı kar dolu tırabzanlara daha sert bastırdım ve yutkundum. Melodi her yerdeydi. Kanının akışı her yerdeydi. Kokusu her yerdeydi. Öyle bir kokusu vardı ki, karın kokusunu bastırıyordu. Soğuğu göğsünden yaralıyordu.
Aynı anda fısıldadık: “İsyanım yanışıma, ölüm bile susuyor.”
Sadece o fısıldadı: “Ardına dönüp giden, sen misin a kadın?”
Sertçe yutkundum, o susmadı, tekrar mırıldandı: “Gururum yere düşer, yeter ki bak yüzüme.”
Aynı anda fısıldadık: “Üstüme basıp geçme yâr…”
Başımı yavaşça geriye atıp, onun daha yukarıda duran omzuna yaslayıp yeryüzüne düşen karları izlemeye başladım. Sessizlik, karın şehri örttüğü gibi üzerimizi kelimelerle örtüyordu.
“Keşke,” diye fısıldadım şarkı tüm şehre karların içine hapsolmuş gibi yağmaya devam ederken. “Keşke sana zarar veren ben olmasam.”
“Bu da nereden çıktı?” Sesi kısıktı, sanki sesinde bir yara vardı, o yarayı benden saklıyordu.
“Belki ben olmasam, her şey daha kolay olurdu senin için. Olmazdı deme, bazen sana ayak bağıymışım gibi hissediyorum. Sırtıma bir yara açtılar, o yara senin içindeki yaranın yanında nokta kadar bile değil belki ama kendi yaranı susturup o yarayı iyileştirmeye çalışıyorsun. Mahvediyorsun beni.” Dişlerimi sıkarak yutkundum. “Üstelik sen çoktan mahvolmuşsun.”
“Öyle bir konuşuyorsun ki, sanki gideceksin,” derken sesi düşünceliydi. Dudaklarını saç diplerimde hissettim, gözlerimi yumup bu anın sonsuza dek burada, kar yağarken, gece sessizce bizi beslerken, o şarkı yüreğimize çökerken devam etmesini istiyordum. Duraksadı. “Gidecek misin?”
“Hayır,” diye fısıldadım ağrıyla. “Bunu yapamam.”
“Neden?”
“Önceden sadece verdiğim bir söz içindi,” dedim açık olmaktan bir an olsun korkmadan.
“Önceden? Peki şimdi ne değişti?”
“Ben,” dedim. “Sen.” Sertçe yutkundum. “Olanaklarım değişti.”
“Hım?”
“Önceliklerim değişti.”
Parmaklarını daha fazlasını duymak istiyormuş gibi karnıma bastırınca gözlerimi yumdum, kar tanelerinin kirpiklerime tutunduğunu hissettim. “Farkında mısın Kartal, içime işliyorsun.”
“Biliyorum,” diye fısıldadığında ürperdim. “Ama bunu senden duymak, bilmekten daha güzelmiş.”
“Sana zarar vermemem için gitmem gerek,” dedim başımı yavaşça sallayıp, gözlerimi açamadan.
“Bu bana yalnızca zarar verir.”
“Gidemiyorum zaten.”
Kartal beni yavaşça kendine doğru çevirince, gözlerim onu görme telaşına kapıldı. Kirpiklerim yavaşça aralandı, kar tanelerinin beyazlığı arasında onun yüzünü gördüm. İki elini açıp, büyük avuçlarını soğuğun mıh gibi kazındığı tenime bastırıp yanaklarımı avucunun içine gömdü. Kirpiklerime tutunan kar taneleriyle ona, umutlarımı bir kazan dairesinde yakmış, bir yangının içinden çıkmışım gibi baktım.
Nefesi yüzüme çarptı. “Seni benim içime boncuk gibi dizdi Tanrı ama sen, seni benim içime dizdikleri kurşun sanıyorsun,” diye fısıldadı.
Yüzümü duyduklarımı kaldıramıyormuş gibi buruşturduğumda, avucunu yanaklarıma daha sert bastırıp kafamı kaldırmamı sağladı. “Sen yanımdayken, içimdeki ölümü sustururum,” dedi. “Bunu yaptım, seninleyken duymak istediğim kanın akış sesi değil, kalbinin atış sesleri oldu. Anladım.” Kafasını ağır ağır salladı. “Sen yaşammışsın, ben tek başıma ölümmüşüm. Sen kalp atışlarının sesiymişsin, ben tek başımayken kanın sesi. Sen gündüzmüşsün, ben sen yokken sadece gece.” Bir elini cebine sokunca bakışlarım gözlerinden kopacak sandım ama bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Bir zincir sesi duydum, sonra Kartal tam ortamızdan aşağıya sarkıttığı iki kolyeyi yüzüme yaklaştırdı. Kolyelerden birinin ucunda bir güneş, diğerinin ucundaysa ay vardı. “Işığım olmaktan vazgeçme.”
Buz uykusundaki kalbim, onun nehrinde çözüle çözüle yüzüyordu.
“Yolumu kaybediyorum. Olmazsan bulamam. Kaybetmekten korktuğum ne varsa kaybettim sanıyordum, artık kaybetmekten korktuğum bir şey daha var.” Soğuktan titriyor gibiydi ama bunun nedeni sadece kasılmış olmasıydı. “Seni kaybetmekten korkuyorum. Bunu istemiyorum. Tek başımayken yapamam, sana ihtiyaç duyuyorum.”
“Kartal,” dedim başımı omzuma yatırıp ondan merhamet dilenir gibi.
“Sus,” dedi üzerine basa basa. “Işığına ihtiyacım var, anlasana.”
Gözlerimi ondan uzaklaştırdım. “Ne duruyorsun Alyeska, tak şunu.”
Kartal’ın dudaklarının titreyerek yukarı kıvrıldığını fark ettim. Buz gibi parmaklarının arasından aşağı sarkmış kolyelerden ucunda ay olanı avucumun içine bıraktı, güneş kolyesini dikkatli bir şekilde açtı, boynuma idam ipi gibi doladığı an ise kokusunu içime doldurduğum andı. Sonra o kolyeyi boynuma, ona borçlu olduğum bir hayat gibi astı. Tişörtümden aşağı sarkan güneşe bakıp, avucuma bıraktığı ay kolyesini sıkı sıkı kavradım. Yumruğumun içinde tuttuğum bir kolye değildi de kalbimdi sanki; belki de kalbiydi.
“Eğil,” diye fısıldadım gözlerimi kaldırıp altın kahve gözlere hapsolurken. Başını yavaşça eğerek yüzünü yüzümün hizasına getirdiğinde, ay kolyesinin ikiye açtığım kollarını onun boynunda tekrar kapatmış, o kolyenin bir kucak gibi onu sarmasını sağlamıştım. Nefesi yüzüme çarpıyordu, yüzlerimiz çok yakındı ve bu sanki ettiğimiz bir yemindi; içinde seslendirmediğimiz kelimelerin kanı vardı.
Dudaklarının dudaklarıma değeceğine neredeyse emin olduğum o an, onun soğuğa kapılarak titreme eşliğinde dudaklarıma doğru gülümsediği andı. Avucum kemikli yüzüne kaydı, teninin soğuğu avucuma, geçmişin içinde akıttığım kan gibi bulaştı. Elimde olmadan ona uyum sağlayan dudaklarımın döktüğü gülüşler, onun gülüşlerine karıştı; bütün oldu, bir oldu, tek oldu.
“Hatırlıyor musun?” diye fısıldayarak sorduğunda ona baktım. “Bir atkıyla başladı, bir kolyeye dönüştü.”
Eski bir anı, saklandığı yerden kafasını çıkardı ve o anıyla göz göze geldim. Bir yılbaşı gecesiydi. Hava o kadar soğuktu ki, eğer Antalya’da olmasaydık, kar yağacağına bile inanabilirdim. Dudaklarımın arasından sızan nefesim, soğuğun ne kadar şiddetli olduğunu kanıtlarcasına kar beyazına dönüyordu. Sırtımı binanın duvarına yaslamış, Kardelen’i bekliyordum. Canlı müziğin olduğu bir kafede bir şeyler yemiştik ve saatin on iki olmasına az bir vakit kala oradan ayrılmaya karar vermiştik ama aniden çok sıkıştığı için lavaboya gitmişti. Ben de mekânın dışındaki binaya sırtımı yaslamış, onu bekliyordum. Geçen ay biriken tüm faturaları ödemek zorunda kaldığım için kendime o çok beğendiğim atkıyı satın alamamıştım ama en azından kabanım yeniydi ve vücudum, bu kör edici soğuğa karşı direnç gösterebiliyordu. Yine de kulaklarım ve boynum çok üşüyordu. Yeni yıl ışıkları az ileride parlıyordu, tam karşımdaki kafenin cam duvarının arkasındaki büyük yılbaşı ağacına asılmış altın sarısı süsleri izliyordum. Boynumu kabanımın yakalarının içine doğru gömdüm ve Kardelen’in bir an önce gelmesi için içten içe dua etmeye başladım.
Gözlerim bileğimdeki saate kaydı. Yeni yıla sadece beş dakika kalmıştı. Geri sayımı Kardelen ile yapmak istediğim için sabırsızdım ve bir an önce daha sıcak bir ortama geçmek istiyordum. Tekrar kafeye giremezdim, içeride kampüsten tanıdıklarım vardı ve yeniden içeri girdiğimi görecek olurlarsa sohbet etmeye çalışırlardı. Açıkçası, Kardelen dışında kimseyle sohbet etmekten hoşlanmıyordum. Uzakta bir yerlerde, bir kafede ya da bir barda, Hotel California’nın melodisinin başladığını duydum. Çok geçmeden zemine düşen sert adımlar, melodiye eşlik ederek kulaklarıma doldu. Kafamı çevirip sesin geldiği yöne baktığımda, onu gördüm. Kartal Alaşan, bana doğru geliyordu.
Siyah pantolonu, siyah boğazlı kazağı, siyah montu ve tüm o siyahlığın içinde boynuna doladığı farklı renkteki atkısıyla her bir adımda bana daha da yaklaşıyordu. Krem rengi atkısının bir ucu sırtından aşağı, bir ucu göğsünden aşağı sarkıyor, atkı boynunu tamamen örtüyordu.
Sırtımı tamamen duvara yasladım ve gözlerimi ondan ayırarak kafenin cam duvarına çevirdim. Yılbaşı ağacının dallarına takılı altın sarısı süslere bakarken, onun gözlerine bakıyormuş gibi hissettiğim ilk an, o andı. Oysa az evvel bu süslere bakarken, bu süslerin onun gözlerine benzediğini düşünmemiştim bile. Sanırım Kardelen’i almak için gelmişti.
“Küçük avukat da buradaymış,” dediğinde sesinde anlam veremediğim bir derinlik vardı. Genelde ya buz gibi soğuk ya da mesafeli ama alaycı olurdu. Bu defa ses tonu, duymaya alışkın olduğumdan çok daha farklıydı. Gözlerimi ona çevirmeden, “Savcı,” diye düzelttim ama çok üşüdüğüm için sesim fısıltıdan ibaret duyulmuş olmalıydı.
“Tabii, doğru ya, savcı,” diyerek hemen yanımda durdu ve tıpkı benim gibi o da sırtını duvara yasladı. Şimdi ikimiz de karşımızdaki kafenin cam duvarına bakıyorduk ve camdaki yansımamız zar zor da olsa seçiliyordu.
“Kardelen lavaboda,” dedim sessizce. Yılbaşı ağacının dallarına dolanmış altın rengi ışık, yansımamızın üzerinde yanıp sönüyordu.
“Biliyorum.”
“Konuştunuz o zaman.”
Bu söylediğime bir cevap vermedi.
Gözlerim tekrar bileğimdeki saate kaydı. Geri sayıma sadece üç dakika kalmıştı. Derin bir nefes alarak bakışlarımı kafenin camına çevirdim ve o sırada Kartal boynunu esnetti. Boynundan gelen çıtlama sesini duyunca göz ucuyla ona doğru baktım.
Altın gibi parlayan gözleri bir süre yüzümde dolaştı. Geri zekâlı olduğumu düşünüyor olmalıydı. Tam gözlerimi ondan ayıracaktım ki, “Çalışırken boynum tutulmuş,” dedi.
“Hım?”
“Hastanedeydim, staj işleri.”
“Yeni yılda eğlenmeye gitmeme nedenin bu sanırım?”
“Partileyen birine mi benziyorum?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Benzemiyorsun, öylesin.”
Dudağının kenarı hafifçe yukarı doğru kalkıp indi, alaycı bir tebessümdü ve başlamasıyla bitmesi bir olmuştu. Söylediğim şeye cevap vermek yerine, “Yeni yılı bir kafede canlı müzik dinleyip hamburger yiyerek değil de özel biriyle geçirirsin diye düşünmüştüm.” Ses tonunda anlayamadığım bir bariyer, soğuk bir duvar vardı.
Omzumun üzerinden ona baktım. “Özel biriyle geçiriyorum zaten.” Bir an duraksadı, ben de bir an duraksadım ve hızlıca düzelttim: “Kardelen’le.”
İkimiz de aynı anda kafamızı farklı yönlere çevirdik, bununla beraber tuhaf bir sessizlik bize eşlik etti. O sessizliği bölen tek şey, Hotel California’nın melodisi ve sözleriydi.
“Ben gidip bir Kardelen’e bakayım,” diyerek duvardan ayrılıp öne doğru bir adım attım.
Tam onu arkamda bırakıyordum ki, “Yabani,” dedi ve olduğum yerde durdum.
Ona doğru dönerken, “Bana yabani demeyi keser misin?” diye sordum ve bedenim ona doğru dönerken havada uçuşan kumaşı gördüm, çok geçmeden o kumaş önce saçlarımın üzerinden geçti, ardından ensemi içine aldı. Atkı. Atkının iki ucu da onun avuçlarının arasında duruyordu. Gözlerimiz birbirine kenetlendi.
Uzaklarda birileri, “On!” diye bağırdı.
Hâlâ göz gözeydik.
Atkının uçlarını tutarak beni yavaşça kendine çektiğinde, ona doğru bir adım atmak zorunda kaldım.
“Dokuz!” diye bağırdı uzaklardaki topluluk.
“Boynun ve kulakların kıpkırmızı olmuş,” diye fısıldadı Kartal.
“Sekiz!”
“Ben üşümüyorum,” diye yalan söylediğimde gözlerinin kenarlarında çizgiler oluşmasına neden olacak bir tebessümün dudaklarını şekillendirdiğini gördüm.
“Yedi!”
“İyi yalan söyleyemezsen, iyi bir avukat olamazsın,” dedi sessizce.
“Altı!”
“Ben savcı olacağım zaten!”
“Beş!”
Kartal, atkının uçlarını kullanarak beni biraz daha kendine çekti.
“Dört!”
Botlarımın burun kısmı, onun botlarının burun kısmına değdi.
“Üç!”
“Yeni yılda insanlar tanıdıklarına hediye verirler,” diye fısıldadığında ne söylemeye çalıştığını anladım ve birden yüzüm utançla yandı.
“İki!”
“Mutlu yıllar, Yabani,” diye fısıldadı gözlerimin içine bakarken.
“Bir! Mutlu yıllar!”
Anı bir sis gibi dağıldığında, şimdiki zamanın içinde birbirimizin gözlerine bakıyorduk.
Gülümsedim.
Gülümsedi.
Gülümsedik.
Aynı saatler içinde…
Bakışları buzun üzerindeki yarık gibiydi.
Titreyen ellerini lavabonun beyaz mermerine yerleştirip, ikiye katlanmış gibi duran vücudunu dik tutmaya çalıştı. Damarlarının içinde ilerleyen o yoksunluğu hissediyordu, kalbinin atışlarına korkunun nefesi yayılmıştı; kalbi ne zaman çarpsa, yelkovan bir adım daha aşağıya doğru düşüyordu. Musluktan devamlı olarak damlayan suyun sesi bir süre sonra onun için katlanılması imkânsız bir gürültüye dönüştü.
Elinin tersiyle lavabonun üzerindeki bütün ilaç kutularını devirerek yere düşürdüğü an, bir küreğin suyu yardığı anın neredeyse aynısıydı; küreğin ileriye götürmeye çalıştığı sandalın altındaysa bir canavar vardı. Bu canavarı ruhuna benzetiyordu.
İki elini de mermer tezgâha bastırınca kürek kemikleri geriye doğru kavis kazandı, sırtında bir çukur oluştu ve bu çukur, söktüğü ruhun uzandığı cansız bedeni taşıdığı tabutun dibi gibi karanlıktı. Aldığı her nefes, içine zehirli oklar gibi saplanmaya başladı. Yavaşça eğildi, genç kızın düzgün el yazısıyla işlediği kâğıdı açtı, kâğıdın içi bembeyaz tozlarla kaplıydı ama bu tozlar, dışarıda yağan karın renginde olsa da o kar kadar saf değildi; o kar ile tek ortak noktası, ölümü hatırlatıyor olması ve beyazlığıydı.
Eğildi, burun deliğinin birini parmağıyla tıkadı, diğer deliğin içine kabul edeceği miktarı göz kararıyla ayarlamıştı ama bilinci bir kuyunun içinde boğulduğu için dozajı kaçırdığının farkında bile değildi. Ölümün kokusunu içine çekti ve burun deliklerinin etrafı beyaza boyanırken gözleri geriye doğru kaydı. Sırtındaki kanatlara benzeyen kemikler, derisini parçalayacak gibi dışarı doğru kavislendi. Beyaz tozun silinerek altında sakladığı yazının ortaya çıkmasıyla bakışları kâğıttaki mürekkep darbelerine çevrildi.
Kâğıdın ölüm tozundan ayrıldığı anda berraklaşan ilk cümlesi şuydu: Canım Bal, ben uçamıyorum.
Dişlerini sıkıp kan çanağına dönmüş gözlerini usul usul havaya kaldırdı, damarlarının kabardığını hissetti ve avuçlarını mermere daha sert bastırarak kafasını tamamen kaldırdı; aynadaki katille göz göze geldi.
Bu katilin kendisiyle tanıştığı ilk andı.
Gözlerini onu izleyen katilden çekmeden fısıldadı: “Abartılı bir sevgiydi bu.”
🎧: Gökhan Kırdar, Üstüme Basıp Geçme