Yüksekte durmuş yerin dibini izliyorsun, seni itseler düşmemek için kanatlarını açarsın ama öyle çok atlamak istiyorsun ki, kanatlarını koparıyorsun.
Çünkü öyle bir tutuşmuşsun ki, hepsinin geçmesine ihtiyacın var.
Bazense kanatlarını koparmana sebep tek bir kişidir.
Başkasının seni itmesini o kadar istemezsin ki, kendin atlarsın.
Yeter ki o itmesin, dersin. O kadar çok korkarsın ki seni itecek kişinin o olmasından, kendin atlar, seni onun düşürmeyeceğine inanmak istersin.
Zihnimde babamın sesi şekillendi, Pusula’nın tüylerini aşağı doğru okşarken dalgın gözlerle, “Başkasının seni itmesini o kadar istemiyorsun ki, kendin atlıyorsun,” dedi, dizime yasladığım pamuğu daha sert bastırmama neden olmuştu bu cümlesi.
Gözlerimin yere düşen kelimelerden uzaklaşıp Alper’e dokunduğu sahneler benim için ölüm gibiydi. Gözlerim onun yüzüne tutunana dek geçen o süre zarfında, sanki bin kez ölmüştüm. Sonunda bakışlarım yüzüne yerleştiğinde, gördüklerim yangın yerinin söndükten sonra kalan külleri gibiydi. Öyle çok yanmıştı ki, sonunda sönmüştü ve artık kimse ona yanarken baktığı gibi bakmıyordu. O artık bir enkazdı. Bir kül yeriydi.
Alper’in gözleri kül yeriydi.
Gözlerinde gördüklerim bana ağır geldi, ağzıma dolan külü yutmak zorundaymışım gibi hissettim; sanki hissettiklerimden yükselen alevler sönmüştü de kalan külleri yutup o enkazı içime gömmek zorundaymışım gibi hissettim.
İnsan kendi yandığı hislerin külleriyle boğulur muydu?
Boğulurdu.
Kartal bir kadeh daha doldurdu, içkinin bardağa yayılarak bardağın şeklini alırken çıkardığı ses, zihnime bir yankı sesi gibi dağıldı. Alper’in sessizliğinin odayı sardığını, Kartal şişeyi kaldırıp içkinin akışını durdurduğunda fark ettim. Gözlerim Alper’den ayrıldığı anda, kadehi parmaklarının arasında her an bırakacakmış gibi tutan Kartal’a saplanmıştı.
Kartal’ın parmaklarının kenarlarından akan kanın varlığı kalbimi ağrıtıyordu.
İçki uzun süre kanıyla birlikte tezgâha yayıldı ama buna bakamadım.
“Bu ne demek?”
Alper’in sesindeki sis, bir an için gecenin bir yarısı ormana dalmışım, ormanda tek tutunduğum ayın güçlü ışığıyken her yanı sis sarmış ve görüntüler beyaza bulanmış gibi hissettirmişti. Sisin içinde koşmak zorundaymışım gibi tedirgin hissettiren sesi üzerine ona bakmadım. O, Kardelen’in öldüğünü biliyordu, öldürüldüğünü değil. Kartal’ın altın kahve gözleri bir müddet Alper’e çakılı kaldı, ardından dudaklarını yavaşça yalayıp çatlamış kanlı kadehi dudaklarına yaklaştırdı. Derin bir nefesi burnundan verdiğinde kararından vazgeçmiş gibi çatlamış kanlı kadehi dudaklarından uzaklaştırıp, bir şey söylemeden Alper’e bakmayı sürdürdü.
Kartal, her ne kadar acılar tarafından kuşatılmış da olsa, yıkılması güç, sağlam duvarlarını gözlerinin önüne çekmiş gibi baktığında, herkese, acıya bile meydan okuyabildiğini biliyordum. Yine gözlerinde o meydan okuma vardı ama kadehi tutuşu tam tersini savunuyordu.
Gücü çekilmiş bir Kartal Alaşan.
Bunu kafamda şekillendiremesem de tam karşımda duruyordu işte.
“Kartal,” dedi Alper, sesi kül gibi yere yığılıp gerisinde gri bir leke bırakacak sandım. Ona bakma cesaretini kendimde bulamasam da sesi öyle çok şey anlatıyordu ki. “Kartal,” dedi tekrardan, kafasında hiçbir şeyi şekillendiremiyor gibiydi. Sesine yayılan o duyguyu derinlerimde hissetmek, beni yorgunluğumla yüzleştirdi. Bakışlarım ona kaydığı an, o enkaz yeriyle karşılaştım. “O söylediğin şeyi söylememişsin gibi yapamaz mısın?” Sorusu öyle ağırdı ki, salondaki o loş ışığı da tamamen yok edip her yeri karanlığa boyamıştı sanki.
Kartal’ın daha fazla konuşmasını istemediğim için, “Duydukların doğru,” dedim birden, Kartal elinde kadehle bana baktı, içkisinden tek bir yudum bile almamıştı. Sadece bana bakıyordu, hissediyordum. Alper yutkununca âdemelması boğazını yırtacakmış gibi belirginleşti, durgun bakışları beni içine aldı. “Yüksek dozdan olduğunu zaten biliyorsundur ve onun bunu kullanmayacağını da.”
“Kullanmaz,” dedi birden oturduğu yerden kalkacakmış gibi, ayağının etrafındaki cam kırıklarına bastı ama kalkmadı. “Kullanmaz o.” Gözlerini yere indirdi. “Ne bileyim, arkadaş ortamıdır, anlamamıştır ne aldığını diye ben…”
“Kasıtlıydı,” dedi Kartal kendinden son derece emin bir sesle. “O gece sadece onun ölüsü çıktı oradan.”
Onun ölüsü çıktı oradan.
Bir cümle, elinde sana doğrulttuğu bir silahla, hedefi kalbine alarak gözlerine acımasızca bakabilir miydi? Bu cümle bana bunu yapmıştı.
Alper devamlı olarak ellerini dizlerine sürterek, “Kullanmaz o,” diye fısıldarken yerdeki cam kırıklarına ve yere kan gibi yayılan içkiye bakıyordu. “Kim olduğunu biliyor musun lan?” Alper birden kafasını kaldırıp, o cam gibi parlayan gözleriyle Kartal’a baktı. “Kim? Söyle hayatının içinden geçeyim onun. Kim? Söyle. Söyle de emniyete kadar götürüp, emniyetin kapısında diri diri yakayım onu bir kibritle.” Gözleri öyle bir parlıyor, sesi öyle bir çatlıyordu ki. “Söylesene lan.”
Korktum. Benim onun gözlerinde gördüğüm o şeyi, Kartal’ın da görmesinden korktum.
“Kim olduğunu sen de bilmek istiyorsan, beni o hastaneye sok.” Kartal’ın cansız sesi beni ona bakmaya zorladı. Elinden sızan kan, eklemlerinin etrafından gözyaşları gibi akıyordu. Çok fazla kan olmasa da içim öyle kötü olmuştu ki, telaş kalbimi bir dalganın tuzlu köpüğü gibi kavurmuştu. Kendimi sıktım, onun eline atılmak istesem de şu an yapacağım her şey ters teperdi. Onu biliyordum.
Onu öyle çok tanıyordum ki, kendimin kim olduğunu unutmuştum.
“Hastaneyle ilgisi ne, Kartal?” Alper ellerini kafasının iki yanına koyup, saçlarını delirmiş gibi karıştırdı. “Açık konuşsana.”
“Çalıştığın hastane, bir uyuşturucu baronunun ortaklığıyla ayakta.” Kartal, çatlak kadehi dudaklarına yaslayıp, öfkesini dindirmek istiyormuş gibi gözlerini yumdu. Kanı bileklerine kadar akmıştı. Çatlak kadehten büyük yudumlar aldıktan sonra kadehi dudaklarından uzaklaştırmadan gözlerini açıp bir süre duvarı izledi.
Alper, bir an ayağının altındaki cam kırıklarına hiç aldırış etmedi ve ayağa kalktı. Çoraplarının altındaki deriyi yırttığına emin olduğum cam kırıkları, gerisinde hiçbir acı bırakmamıştı sanki. Yüzü, fiziksel acıdan çok uzaktaydı, tek hissettiği ruhsal bir acıymış gibi bakıyordu.
“Sana her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatacağım,” dedi Kartal ve sonra ekledi: “Bana yardım edecek misin?”
Alper sadece ayakta dimdik durmuş, bir cesedin de ayakta durabileceğini kanıtlar gibi öylece Kartal’a bakıyordu.
“Yardım edecek misin, Alper?”
“Edeceğim,” diye fısıldadı, sesi bir bedendi de hiç kaldıramayacağı bir yükün altında kaldığında, tüm kemikleri o yükün altında toz parça olmuştu sanki. Sonra birden ayaklarındaki tüm yükü cam kırıklarına verdi. “Lavabo nerede?” Güçlükle güler gibi olduğunda, dudağının kenarı titriyordu. “Lavabo nerede kardeşim?”
Kartal kan ve içkinin bulaştığı eliyle çatlak kadehi kavramaya devam ederken koridoru işaret etti. Bir şeyler söyledi ama sesi zihnimde o an için oturmadı ve sonra Alper’in salondan çıkışını izledim. Birkaç saniyenin sonunda bumbuz olmuş ellerimle birkaç adımda onun yanına gidip, çatlamış kan gözyaşlarıyla sarılı kadehi elinden alarak tezgâha bıraktım. Eline baktığımda, parmaklarının arasına saplanmış cam kırığı olmasa da camın kestiği yüzeydeki kesikleri görmüştüm. Kafamı kaldırıp ona bakmamla, gözlerini bana çevirmesi bir oldu. Dişlerini nasıl bir sıkıyorsa, yüzü kemik mezarlığı gibiydi. Çukurlara dokunup ağlamak istedim. İki elimin arasına alıp avucuma yatırdığım kanlı eline kaşlarımı çatarak baktığımda o beni izlemeye devam ediyordu.
“Kendine işkence etme,” diye fısıldadım.
“Görmek istemiyorsan yapmam,” dedi sadece.
Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda aslında avaz avaz bağıran gözleriyle karşılaşınca içim daha da burkuldu. “Benim önümde kendine işkence etme demedim, kendine işkence etme dedim.” Gözlerim tekrar kanlı parmaklarına kaydı. “Hissederim.” Gözlerim hislerin getirisiyle ağırlaşan bakışlarını yeniden ona çevirdiğinde, “Temizleyelim mi?” diye sordum, içimde dolaşan panik her ne kadar beni kahredecek kadar fazla olsa da soğukkanlı oluşum onu etkilemiş gibi bakıyordu bana. Sonra birden gözlerinde o duyguyu gördüm. Acıyı.
“Sonra,” dedi, sesi ruhsuzdu ama aynı zamanda boynu da büküktü o sesin. Kartal’ın sesinin boynu bükülür müydü? Bükülüyordu. Gözümde onu nasıl bir seviyeye ulaştırmışsam, her acı çekişiyle karşı karşıya geldiğimde en büyük ihaneti kalbime ettiğimi anlıyordum.
Başını önüne eğip, gözlerini tezgâha yayılan kan ve içkiye çevirdi.
Birden ellerim yüzüne kaydı, parmaklarımdaki kanı umursamadan onun kemikli yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Bu dokunuşun üzerine gözlerini kaldırıp bana öyle büyük bir acı, öyle büyük bir yardım çığlığıyla baktı ki, birden ona dokunan ellerim bileklerime kadar uzanan harlı alevlerin altında küle dönecek sandım.
“Buradayım,” diye fısıldadım biri sırtıma bir bıçak bastırıyormuş, bıçağın ucu tenimi delip delip geri çekiliyormuş gibi kaskatı hâlde. “O kadar buradayım ki, neredeyse gece olacak.” Sesimin titreyişi onun bakışlarındaki depremi büyüttü.
“Buradasın,” diye fısıldadı, kanlı elini ve diğer elini yüzünü içine aldığım avuçlarımın dışına yerleştirince, dünyanın tam bu noktada durduğuna şahit oldum. “O kadar buradasın ki, neredeyse şafak atacak.”
Dudaklarımı usulca alnına bastırıp, gözlerimi kısarak alnını yavaşça öptüm. Bu onun da gözlerini kapatmasına neden olmuştu. Birkaç saniye dudaklarım alnındaki çizgilerden kader çaldı. Sonra geri çekilip alnımı alnına bastırarak, avuçlarım hâlâ yanaklarına tutunuyorken ve ellerim hapsindeyken ellerinin, “Hiç kimse yoksa ben varım, Kartal,” dedim kısık sesle. “O kadar olurum ki, kimseye gerek kalmaz.”
“Olursun,” diye mırıldandı, erkeksi sesi bir kırgınlıkla içime doldu. “Biliyorum. Hep oldun. Kimse yokken en çok sen vardın.”
“Temizlemek için bir şeyler getireceğim.” Yutkunarak burnumu burnuna sürttüm. “Bir şeylere dokunma, mikrop kapmasın açık yaran.”
Bana sakin gözlerle baktığı esnada ondan uzaklaştım.
“Şişeye de dokunma, hiçbir şeye dokunma, geleceğim.” Sırtımı ona dönerken aklım ondaydı. Birden o kadar fazla içkiyi birkaç dakikada içmesi beni bazen çok ürkütüyordu. Sanki ne kadar içerse içsin bu ona hiç yetmiyordu.
Salondan çıkarak gitgide daha da kararan holde yürümeye başladım. Casper’ın bacaklarıma dolandığını hissettiğim an birden çok dalgın olduğumdan mıdır bilinmez sıçrasam da sesim çok yüksek çıkmamıştı. Banyonun kapısı açılınca, banyoda yanan ışık büyük bir kütle şeklinde koridorun bir kısmına düşerek karşı duvara çarptı. Alper’in gölgesi de ışıkla birlikte yere devrilince bir an duraksayıp onu görmek için gözlerimi kapıya çevirdim. Kapının önünde dikilmiş, bir arkasına, yani banyoya, bir de önünde uzanan ışığa bakıp duruyor, ne yapacağını bilemez gibi görünüyordu. Kafasının karışıklığı içime işleyince, “Alper,” diye fısıldadım anlayışlı bir sesle.
Derin bir nefes aldı ve eliyle kapı kolunu sıkıp, “Evet,” diye mırıldandı. “Bitti işim benim. Çıktım.” Kapıdan çıkıp banyonun kapısının önünde durarak, sırtına vuran ışıkla bana baktı. “İyiyiz ya.”
Buruk bir gülümsemeyle, ellerimde kurumaya başlayan kanı yumruğumun içine gizledim. “Saklamana gerek yok, rol yapmana da,” diye fısıldadım. “Bu saklanması gereken bir duygu değil. Beni yabancı olarak görmeni istemem. Ki biliyorsun, ben senin için bir yabancı değilim.”
“Ondan değil.” Bir an sustu, çok uzun sürmüş gibi gelse de aslında kısa bir sessizlikti bu. “Sadece o Kardelen’di.” Bunu söylemek ona çok ağır gelmiş gibi bir elini saçlarının arasına götürüp, kısa saçlarını hırpalarcasına kaşıdı. “Kardelen’di o.”
Ona doğru bir adım atıp, “Onun senin için özel olduğunu biliyorum,” diye fısıldadım.
Kalbim öyle bir terazi oldu ki, her iki tarafına aldığı yük birbirine eşit olduğundan göğüs kafesimin içinde kendi çöktü. Alper gözlerini kaldırıp gözlerime baktığında, orada gördüklerim sadece canımı acıttı.
“Onu seviyordum,” diye fısıldadı, sesi yalnızca benim zihnime yayıldı ve sonra kelimelerdeki her harf içime kazındı. “Ona bunu hiç söyleyemedim.”
Yutkundum.
“Ve bir dönem biliyorum ki, o da beni seviyordu.” Alper’in sesiyle birlikte geçmişin içinden bugüne ilerleyen girdabın uğultusunu duydum. “Seviyordu, değil mi?”
Başımı yavaşça sallarken zaman ikiye yarıldı. Anılar kan gibi o yarıktan dışarı akmaya başladı.
Çaresizlik…
Bazen bir insan o kadar yanınızda olurdu ki, bir gün olmazsa onun yokluğunun delip geçtiği yerden nankörlük sızardı. Yanında olmasına o kadar çok alışmıştı ki, onsuz bir gün geçirdiğinde farkında olmadan ona kızıyordu. Kaşlarının ortasına oyulmuş bir mezar çukuruyla karşısındaki kızı izliyordu. Bal rengi gözlerine düşen yansıması uzun süre orada asılı kaldı. Sonra gözlerini yere indirip kızın yansımasını sildi. Ona nerede olduğunu sormadı. Her gün görüşecekler diye bir şey yoktu. Yine de yalnızlığının açtığı yaraları sararken hep yanında gördüğü birini, bir gün görmeyince bile sırtına yayılan o ağrıyı anlayamıyordu.
Kardelen, elindeki bira şişelerini boş tezgâha bıraktıktan sonra Lavin’e doğru döndü.
“Bana kızgın mısın?” diye sordu yumuşak, bir çocuğun yaramazlık yaptıktan sonra takındığı mahcup bir sesle.
Lavin ince, uzun parmaklarını çıtlattıktan sonra halısı olmayan fayans zeminli mutfağa girip, ahşap mutfak masasının önünde duran paslı demir sandalyeye oturdu. Kül tablasının içini doldurmuş sigara artıklarını izledi, sonunda kül tablasının yanındaki sigara paketine uzanıp paketi açtı ve sallayarak içinde kalan son iki sigaranın yukarı çıkmasını sağladı. Sigaralardan birini dudağıyla kavrayıp dışarı çektikten sonra paketi kenara fırlattı ve diğer sigara dışarı doğru sarksa da paketten çıkmadı.
Dudaklarının arasında sigara varken, “Niye?” diye sordu sadece, hemen arkasından çakmağa uzandı, içinde az gaz kalan çakmağı salladıktan sonra çaktı ve yukarı fırlayan alevin uğultulu sesi boş mutfakta kısa bir çınlama oluşturdu. Sigarasının ucunu ateşe verdikten sonra çakmağı masanın üzerine bıraktı ve gözlerini Kardelen’e çevirirken, sigarayı iki parmağının arasında dengeledi.
“İki gün boyunca seni aramadım diye.” Kardelen biralardan birini alıp ona uzatırken gülümsedi. “Bana kızdın mı?”
“Çocuk muyum ben, Kardelen?” Sigaranın dumanı dışarı yayıldı. “Kızmadım tabii ki, neden kızayım?”
Kızmıştı.
“Kızdın.” Kardelen inatla bira şişesini uzatınca, Lavin gözlerini devirerek sigarayı parmaklarıyla sabitlediği elinin avucunu açıp yüzüne yasladı ve diğer eliyle Kardelen’in uzattığı şişeyi aldı. “Kafamı karıştıran şeyler olmuştu, Canım Bal,” dedi, alabildiğine kahverengi gözleri uzunca Lavin’in yüzünde dolaştı, sonunda derin bir nefes aldı. “Ne hissettiğimi anlamaya çalışıyordum.”
“Toprak’la ilgili mi?” Lavin’in sorusu onu irkiltse de bir süre sonra arkadaşının artık ismini bildiği adamdan bahsetmesi onu korkutmadı. Başını iki yana salladı.
“Yok.”
Kaşlarını kaldıran Lavin, biranın sert ambalajını yukarı sıyırarak birayı açtı. “Evde bir sorun mu var?”
“Hayır,” dedi Kardelen, ardından derin bir nefes aldı. Ellerini arkaya atıp tezgâha yasladıktan sonra gözlerini masanın yaslı olduğu duvara çevirdi. “Küçükken abilerimizin arkadaşlarından hoşlanırız ya hani,” deyince, Lavin’in kaşları birden havaya dikildi ama tepki vermedi. “Öyle bir şey.” Gözleri gecenin karanlığından bir şeyler çıkarıyormuş gibi uzunca bir süre duvarda bekledi. “Sana bile anlatmaya utandığım bir şeydi sanırım.” Başını önüne eğdi. “Şu an kalbim biliyorum ki birinin gözlerine esir düştü. Ama geçen yıla kadar kalbimin sınırlarında asla erişemeyeceğim biri dolaşıyordu.”
“Bunu bana anlatmadın,” diye onayladı Lavin. Biradan bir yudum aldıktan sonra tekrar Kardelen’e baktı. “Kafanı karıştıran ne?”
“Yeni yıla daha var ama yılbaşında eğer düşündüğüm yerde olursam, onu göreceğim,” dedi. Kaşları çatıldı. “Yine aynı hissetmeyeceğim, bunu biliyorum ama daha farklı hissetmekten korkuyorum.” Derin bir nefes aldı. “Bana hep bir çocuk gözüyle baktı ve hatta…” Kaşlarını çattı. “Beni güzel bir dille reddetmişti.”
Lavin, ilk kez duyduğu bu şey karşısında kaşlarını kaldırdı.
“Yine aynı hissetmesem de ona baktığımda kalbim acır mı?”
“Sonuçta artık Toprak’ı seviyorsun, değil mi?” Lavin bu soruyu çat diye sorduğu an, Kardelen ellerini yanaklarına taşıyıp, tezgâhın soğuğuna boyanan parmaklarını yanan elmacık kemiklerine bastırdı.
“Öncelikle ismini söylemek yok,” diye uyardı. “Hem ben sana onun ismini falan söylemedim, kurma kafanda Allah Allah.”
“Sahtekâr.”
“Hiç de değilim ben sahtekâr falan.”
“Cevap alamadım?”
Kardelen, parmaklarını yanaklarına tamamen bastırdı. “Evet.”
“Ne evet…”
“Git be, salak, aa,” diye homurdandı Kardelen.
“Yoksa Kartal’ın arkadaşına açıldın ve reddedildin diye Toprak’a da mı açılmaktan korkuyorsun?” Şişenin ağız kısmını dudaklarına sürterken gözleri kısıldı. “Hem abinin hangi arkadaşından bahsediyorsun sen? Adı ne?”
“Alper.” Kardelen’in gözleri boşluğa takıldı, bir süre hiç konuşmadı, sustu. Gözleri konuştu ama bunu ne Lavin ne de mutfaktaki gölgeler anlamadı. Gözleri öyle çok konuşmuştu ki, bunu abisi bile anlamazdı.
Zamanın açtığı büyük yarık daralmaya başladığında geçmişin kanı usul usul kuruyordu.
Bakışlarım Alper’in gözlerinden bir ayaza takılarak koptuğunda, en umulmaz yaraların gizlendiği ruhumdaki boşluğun birden anılarla doldurulduğunu hissettim. Alper’in onu sevdiğini bilseydi, mutlu olur muydu? Yutkunmak çok güç olduğu için bunu yapamadım ama Alper’in bakışları yoğunlaşınca güç de olsa ona baktım.
“Onu reddettin,” diye fısıldadım sadece onun duyabilmesi için sesimi tıpkı ezilen ruhum gibi anın içinde saklayarak.
Alper sadece, “Mecburdum,” diyebildi ama sesi, bir kelimeden fazlasıydı; hisler onun sesine gömülmüştü. O, Kardelen’i sevmişti. Tıpkı bir zamanlar Kardelen’in de onu sevdiği gibi… Kardelen’in sevdiği ilk erkeğin gözlerine bakarken konuşmak çok zordu, kelimeler kayıptı ve daha da ağırı, Kardelen’in sevdiği ilk erkek karşımda durmuş, Kardelen’in hiçbir zaman duymadığı ve duyamayacağı bir gerçeği bana söylemişti: Onu sevdiğini.
Sadece başımı salladım.
“Size yardım edeceğim,” dedi Alper sadece ve sonra nefesi boğazına düğümlenmiş gibi yutkundu. “Şimdi gitmem gerek benim.” Gözlerini kapıya çevirdi, sonra tekrardan bana. “Gitmem lazım benim. Nefes almam lazım biraz.”
Başımı tekrar aşağı yukarı salladım.
“Geleceğim tekrar, konu Kartal olunca hep gelirim.” Durup kelimelerin diline düşmesini bekledi, sonra gözlerini yumdu. “Nefes alamadım biraz, gideyim ben.”
“Alper,” diye fısıldadığımda durdu ve bana baktı. “Teşekkürler.”
“Sana da,” dedi çatlayan, enerjik ama bir yandan da durağan bir sesle. “Normal değil bu.” Elleriyle yüzünü yelledi. “Ben biraz mutlu olayım. İyi değil. Bu yeterli değil. Çok iyi olmam lazım. Çok iyi olayım ben.”
Dudaklarım titreyerek yukarı kıvrıldığında, gülüşüm onu daha da sarstı.
“İyi olacağım,” diye fısıldadı. “Değil mi?”
Başımı iki yana sallarken dudağımın kenarı titriyor, güçlükle gülümsemeye devam ediyordum.
“İçime bir şeyler çöktü gibi oldu. Kızarana kadar koşmam lazım benim.” Gözlerimin içine öyle bir baktı ki, bu bakışın sicim gibi inen gözyaşlarından bile daha ağır bir etkisi vardı. Alper hiç ağlamadan bile ağladığına inandırabilirdi insanları. “Yüzüm morarana kadar güleyim ben.”
“Biliyorum.”
“İçime bir şeyler çöktü gibi oldu,” dedi yeniden, elini kalbine bastırdı. “Kim kentleştirdi benim göğsümün kafesini? Kalbimin üzerine yıkılıyor temeli çürük evler. Koşmam lazım benim.”
“Git,” diyebildim yalnızca.
Alper, bana sırtını dönerek kapıya yöneldiğinde, attığı ağır adımlar aslında ruhunun tam da burada çakılı kaldığının bir kanıtıydı. Tam kapıya geldiği an, Kartal’ın yere düşen adım sesleriyle irkilip omzumun üzerinden ona baktım. Karanlığın içinde yavaşça belirip, meraklı gözlerle Alper’e baktı, gittiğini fark edince yüzündeki ifadeler birden silindi.
“Gidiyor musun?” diye sordu Alper’e, sesindeki soğukkanlılık yalnızca benim özünü görebileceğim bir sahteliğe sahipti.
“Hava almam lazım,” dedi Alper dimdik bir şekilde durmuş, kapalı kapıya bakarken. Portmantodaki ayakkabılarını ayağına öylesine geçirmişti. “Tekrar döneceğim.”
“Biliyorum.”
Kartal birkaç adım daha attı, omzu omzuma sürtündü, yanımdan geçerek Alper’e yöneldi. Alper sadece durmuş, kapalı duran kapıyı izliyordu. Tam arkasında bittiğinde, kesilmiş kanlı elini Alper’in omzuna koyup, dostça bir tavırla Alper’in omzunu sıktı.
“Git,” dedi, “ama sonra tekrar dön.”
Alper’in yüzünü göremesem de başını önüne eğdiğini gördüm. Birkaç saniyeyi birbirlerine verdiler, sanki buna ihtiyaçları varmış gibi öylece beklediler. Sonrasında Alper kapıyı açtı. Kartal elini geri çekerken birbirlerine hiç bakmadılar ve Alper binanın karanlığında gözden kayboldu.
“Elin…”
Bakışları omzunun üzerinden bana doğru çevrilecekken yarım kaldı. Düzgün burnu, kıvrımlı uzun kirpikleri ve belirgin âdemelmasını izlediğim süre zarfında hiç hareket etmedi. Sonunda kapıyı kapatıp bana döndüğünde, eve aniden çöken sessizlik içimi çok huzursuz etmişti.
“Elimi temizlemeyecek misin?” diye sorduğunda, bu soruyu beklemediğim için sadece yüzüne bakabildim. Başımı salladım ama ellerim uyuşuktu, parmaklarımda onun kanının kuruduğunu hatırlayınca farkında olmadan parmaklarımı kazağın kumaşına bastırdım.
“Temizleyeceğim.”
Altın kahve gözleri gözlerimde tenhalaştı. Ben daha ne kadar süreceğini düşünürken, o bana doğru yürüdü ve hemen yanımdan geçerek banyoya girdi. Başımı önüme eğdiğim sırada nefesim, ciğerlerimi doldurup rahatlatacak kadar yoğun değildi. Boğazımın kuruluğunun şiddetlendiğini hissettim. Bir erkek haykırışı uzaklardan geliyor gibiydi ama zihnim bu haykırışı kabul ettiği an, kalbimin atışları da bu haykırışa ayak uydurarak hızlandı. İrkildim.
“Alper,” dedi banyonun içinde yankı uyandıran sesi, “sadece koşuyor.”
Duraksadım, hislerimin ağırlığını sorsalar anlatamazdım. Bunu zayıflık olarak görenler de olabilirdi, bunun Alper’in geliştirdiği bir rahatlama yöntemi olduğunu düşünenler de olurdu. Oysa güç, sadece içinde acıyı yaşayanlar için vardı. Hissettiklerin ağırlaştıkça, güç kendine ruhun derinlerini oyarak yer yapardı. Her şeye rağmen, haykırışı sokağa ve zihnime yayılan Alper’in güçlü olduğunu düşündüm.
Herkes ona bakınca belki de enerjik bir adam görürdü ama ben ona baktığımda topraktan başka bir şey görmemiştim.
Toprak.
Birden bunun çok acı olduğunu fark ederek banyoya doğru dönüp, banyonun açık kapısından içeri baktım. Sarı ışığın altında saçlarının uçları parlıyor, bakışlarını lavabonun duvarına yaslı aynaya dikmiş öylece duruyordu. Kanın ağırlaştırdığı ellerini lavabonun tezgâhının kenarlarına koymuştu ve beyaz tezgâhta da kan lekeleri oluşmuştu.
Banyonun kapısından içeri bir adım attığım an, Kartal vanayı yukarı kaldırdı ve su şiddetli bir şekilde akmaya başladı. Şimdi vananın yukarı kalkan başında da kan lekeleri vardı. Ona yavaşça yaklaşıp, hâlâ tezgâha yaslı duran elini elimin içine aldım ve derin bir nefes alıp iki elini birleştirerek suyun altına götürdüm. Bana meydan okumadı, karşı koymadı, sadece bekledi; ipleri elimde olan bir kuklaydı da verdiğim şekli alacaktı sanki. Bu canımı daha çok acıttı.
“Güçlüsün,” diye fısıldadım. Kartal cevap vermedi, gözlerinin aynaya bağlı olduğunu fark ettim; bizi izliyordu. Ama kafamı kaldırıp ona bakmadım. Su, parmaklarına yapışmış kanı eritirken, ben de parmaklarımı parmaklarına dikkatlice sürterek kanı derisinden sıyırıyordum. Açık yaraya su tutmak pek iyi bir fikir olmasa da şu an önceliğim yarasını temizlemekti. “Bu senin için ilk değil, biliyorum.”
“Daha kötü anlar da yaşadın, biliyorum.” Başımı sallayıp, duru suyun kanının üzerinden geçip bulanarak lavabonun giderine doğru akışını izledim. “Son olmayacak, bunu da biliyorum. Ama güçlüsün. Sadece söylemek istedim.”
Kafamı kaldırıp ona baktığımda, o aynadaki yansımamızı izlemeye devam etse de ona baktığımı yansımamızdan gördüğü an, gözleri beni buldu. Kısaca birbirine tutunan gözlerimize ihaneti eden onun gözleri oldu; onda göreceklerimi görmemi istemiyormuş gibi benden ayrılarak aynaya çevrildi ama biliyordum ki aynada da beni izlemeye devam ediyordu.
“Yandıysam ve boğulduysam, Lavin,” dedi, sonra birkaç saniyeliğine sustu, su hâlâ akıyordu. “Çok yüksekten düştüysem ya da olduğum yerde, yerde,” diyerek kelimeye bastırdı, “yerde dururken dibi bulduysam ve buna rağmen canlıysam, doğru, güçlüyüm.” Yutkundu. “Ama ben neden aynaya baktığımda bir kefen görüyorum?”
Yavaşça fısıldadım: “Sarman gereken bir beden olduğundan.”
“Keşke sana karşı bir bağışıklığım olsa,” dedi yavaşça, bu cümlesi gözlerimin usulca kısılmasına neden oldu. Parmaklarım parmaklarını okşadı, kanı suyun içinde dağıttı. “Karşı koyamıyorum.” Kaşlarının ortasına bir öfke çukuru oyuldu, daha çok kendine öfkeleniyormuş gibi bir hâli vardı. “Sana karşı koyamıyorum, Lavin.” Derin bir nefes alıp gözlerini ellerimizin üzerine akan ve gitgide daha da soğuyan suya indirdi. “Neden böyle?”
Küçük bir duraksamanın ardından, “Bana neden karşı koymak isteyesin ki?” diye sordum, sesimden bir şeyler koparabilmesi olanaksızdı ama yine de bir şeyler koparmak istiyor gibi bana bakmaya başladı. Parmaklarını parmaklarımla ovdum, kesikten sızan kanın durulduğunu görünce yutkundum, o hâlâ bana bakıyordu.
“Sen de benim seni anlayamadığım gibi, bazen beni anlamıyorsun, değil mi?” Sorusu zihnime zehir gibi yayılıp, zihnimde bir düşünce sarmaşığı hâline gelmiş bu sorunun köklerine yayıldı. Başımı olumlu yönde salladım ama konuşmadım. “Seni bazen o kadar anlıyorum ki, bu bana çok ağır geliyor, Lavinia,” dedi.
Gözlerimi parmaklarından çekmeden, “Bir şeyler sürelim ve sonra da bu kesiği saralım,” diye fısıldadım, konuyu değiştirmek için ortaya sunduğum cümle, onu yorgun bir şekilde gülümsetti. Gözlerim gülümsemesine dokununca ruhuma çarpan o dev dalgalar, başları bir tanrı tarafından okşanmış gibi geriye doğru çekilerek pustular.
“Kardelen seni hep bana benzetirdi,” diye fısıldayınca parmaklarını kavrayan parmaklarımdaki güç çekildi. Su artık daha da soğuk akıyordu ama benim içim buna rağmen çok yanıyordu. Elini elimden kaydırıp suyun altından çekince bakışlarımı kaldırıp, onun gözlerine baktım ve o gözlerde kendi yansımamla karşılaştım. Islak elini kaldırıp yanağıma yasladığında, açık musluktan su hâlâ dökülüyordu ve parmaklarından suyu pembeleştiren kanı bileklerine doğru akıyordu. “Ben sana ne zaman baksam, içimde dolmaz sandığım bir boşluğa gözlerin yerleşiyor.”
“Benim gözlerim o boşlukta hep kalır,” dedim, elimi elinin üzerine bastırdım. “Keşke içini geçirebilsem.”
“İçimde Kardelen var, hiç geçmeyecek,” dediğinde bu denli açık olması gözlerimi yummama neden oldu ama onun canlı gözleri hâlâ beni izliyordu; hissediyordum. “İçimde sen varsın, hiç geçmesin.”
“Ben de mi içini acıtıyorum?” Sorum onu duraksattı, bunu görmesem de hissettim. Kafamı kaldırıp, gözlerimi açarak onun altın kahve gözlerine baktığımda, Kartal’ın şaşkınlığı yüzüne yayılmış mürekkep gibiydi.
“Sen içimde kalan son yaşamsın.”
Elimi eline daha çok bastırdım, avucunu yüzüm boyunca kaydırıp dudaklarıma yasladım. Dudaklarımın ucunda onu bekleyen dokunuş avucuna yayıldığında, bıraktığım öpücük gözlerini kısmasına neden oldu. Avucunun içini öperken gözlerim kapandı, bir süre açılmadı ve sonra dudaklarım avucunun içinden ayrıldı.
“Hadi yaranı saralım.”
“Yaptın zaten.”
Sonra cevap vermeme izin vermeden elini çekip, lavabonun aynalı dolabının kapağını açarak bir poşet çıkardı. Poşetin içinde krem ve sargı bezi vardı. Banyonun ışığını kapatmadan çıkıp karanlık koridora vuran ışığın öncülüğünde salona girdik. Salonun bir kapısı olmadığı için, koridora çarpan sarı ışık sanki koridorda bir ateş yanıyormuş gibi görünmesine neden oluyordu.
Tekli koltuğa doğru ilerlerken cam kırıklarına basmaması için elimi sırtına yerleştirip onu yavaşça yönlendirmek istiyor gibi itmiştim. Bu onun burnundan sert bir nefes vererek gülmesine neden oldu. “Casper cam kırıklarına basmamıştır, değil mi?” diye sordum endişeli ve kısık bir sesle.
“Görmedin mi? Koridorda yatıyordu, birazdan onun için yemek aldırırım,” dedi düşünceli bir sesle. Tekli koltuğun üzerine oturduğu an, elimde tuttuğum poşeti sehpaya koyup, poşetin içindeki krem, merhem, pamuk ve sargı bezini çıkardım. Batikon küçük bir kutunun içindeydi, kutunun kapağını çevirerek açtığım esnada Kartal’ın bakışları yerde parlayan cam kırıkları ve içki birikintisindeydi. Kapağın açılmasıyla etrafa hastanenin kokusu yayıldı. Hastanelerin kokusunu sevmiyordum. Ben o beyaz koridorda çok şeyimi kaybetmiştim.
“Hastane kokusunu sevmez misin?” Sorusu, dalgınlığımın üzerine sıcak su gibi dökülmüştü
“Kim sever ki?”
“Ben,” dedi, derin bir nefes aldı. “Tüm çocukluğum hastane koridorlarında geçti, bana annemin kokusundan bile yakındı o yüzden bu koku.”
Onunla farklı olduğumuz noktalar, en az benzeşen noktalarımız kadar fazlaydı aslında.
O, görkemli bir ailenin tek oğluydu; başı sadece başarılı olduğu zamanlar okşanıyordu. Ben sıradan bir ailenin tek kızıydım, babam başımı uyumadan önce hep okşardı. Ben onları hayata tutunmanın pek de kolay olmayacağı bir yaşta kaybetmiştim, o ise onlara hiçbir zaman ait olmamıştı; kendi hayatının seyyahıydı. Ama ikimizin de tutunduğu son bir dal vardı. İşte o dal kırıldığında, yollar bizi birbirimize çıkarmıştı.
“Aslında seninle çok farklı iki insanız.” Tentürdiyodun kan gibi beyaz pamuğa dağılışını seyrettim. Düşünceli bakışlarımın dudaklarımdan taşırdığı cümle onda nasıl bir etki yarattı bilmiyordum. Pamuktaki sıvı yere dökülmesin diye avucumu pamuğun altına siper ederek koltuğun koluna oturdum ve elini avucumun içine çektim. Kesik derinin üzerine tentürdiyotlu pamuğu bastırdığımda, sanki kesik bana aitmiş gibi dişlerimin arasından bir tıslama döküldü. Gözlerimi indirip koltukta oturan Kartal’a baktım. “Acıyor mu?”
“Senin canın daha çok acımış gibi,” dedi alaya karışmış durgun bir sesle.
Pamuğu kesikte gezdirirken gözlerimi tekrar ondan ayırılıp işime döndüm. “Dikkatsiz, ne olacak,” diye homurdandım. “Güç kontrolsüzlüğü var sende.”
“Öfke olmasın o,” dedi alayla.
Gözlerimde bir öfke ışıldadı ama sesimi yükseltmedim. Bunun yerine sakince, “Elinle kadeh çatlatma bir daha,” diye mırıldandım. “Kadehlere yazık.”
“Sahtekâr,” diye takıldı bana. “Tamam, yapmam.”
“Kartal,” diye mırıldandım, sahtekâr deyişi bana Kardelen’i hatırlatıp kalbimi göğsümün içinde boğarken.
“Evet?”
“Neden direkt asıl kişiye yönelmiyoruz da daha farklı olaylara dalıyoruz?” Gözlerimi pamuktan çekmeden bekledim, bir süre sustu ama sonunda konuşacağını bildiğimden sabırlı davrandım.
“Başkalarının da canı yanmasın diye.”
Bir an donup kaldım, sonra kafamı kaldırıp ona baktım.
“Bakışların ne kadar sert olursa olsun, kalbin cennetten daha merhametli,” diye fısıldadım elimde olmadan. Bu söylediğim ilgisini çekmiş gibi gözlerini kısarak beni daha dikkatli incelemeye başladı. Pamuğu sehpanın üzerine bıraktım, bandajı aldıktan sonra tekrar koltuğun koluna kalçamı yasladım. “Gözlerine bakan cehennemi görür ama kalbindeki cennetin yerini kimse bilmiyor.” Sargıyı yavaşça çözerek açtım, ardından onun yarasına ağır ağır dolayarak elini sarmaya başladım.
“Benimle ilgili ne zamandan beri böyle düşünüyorsun?” diye sordu, sesinin etrafını yılan gibi saran merakın parlak derisi gözümü aldığında, sargıyı parmağının kenarından geçirerek birkaç kat daha doladım. O beni izlemeye devam ediyordu.
“Bir süredir,” dedim, bu sürenin ne kadar olduğunu merak ettiğini biliyordum ama sanki beni kenara sıkıştırmak istemiyormuş gibi susmuştu.
“Sana o çocuktan bahseder miydi?”
Tekrar soru sorduğunda, parmaklarım havada asılı kaldı ve bandajın ucunu tutarken bir müddet bekledim. Kimden bahsettiğini anlamak zor değildi. “Evet,” diye mırıldandım. “Çok değil, birkaç defa.”
“Daha yakın olduğunuzu düşünmüştüm.” Bu cümlesi birdenbire kaşlarımı çatmama neden oldu. “Öyle söylemek istemedim. Yani biri varsa, bunu sadece birkaç defa dile getirmesi senden de çekindiğini gösterir.” Derin bir nefes aldı. “Onu tanırım, duygularını doludizgin yaşamayı sever. Bir duygu sadece onu çok zorlamışsa saklamayı seçer.”
“O hâlde belki de benden çekinmiyordu,” dedim, gözlerimi kaldırıp Kartal’a baktığımda gözlerinde soru işareti vardı. “Belki de bu duygu onu çok zorlamıştı.”
“Onun birine karşı onu çok zorlayacak duygular hissetmiş olmasını kabullenmek çok zormuş,” dedi, sesinin ıslıkla karışan nefesi tenime akıp ruhuma sızdı. Kartal’ın anlayışlı bakışları hâlâ üzerimdeydi. Gözlerini gözlerimden ayırması her zaman olduğundan daha uzun sürdü ama sonunda bakışları sargıyı sarmayı tamamladığım eline indi. “Aslında onu herkesten sakınacak kadar severken, onun hakkında bazı şeyleri görmezden gelecek kadar da bencilmişim. Bu hissi biliyor musun? Onu daha iyi tanısam, belki bugün burada bu şekilde olmazdık, yine yan yana olurduk ama böyle olmazdık, yanımızda o da olurdu.”
“Onu kaybettiğim gece, kalbimde bir daha kimsenin tamir edemeyeceği bir kırık oluştu, o kırığın önüne ne koyarsam koyayım, içeri dolan yokluğunu engelleyemiyor,” dedim kuru bir sesle. “Belki benim damarlarımda onun kanı dolaşmıyordu ama sırtını sırtına bastırabildiğin biriyle aynı kanı taşımasan da olurmuş.”
Kartal bir süre söylediklerimi zihnine kazımak istiyormuş, duydukları ona iyi geliyormuş ama bir yandan da kuruyan yarasını koparıp oradan daha çok kan akmasına öncü oluyormuş gibi bekledi ve beni dinledi.
“Onunla aramızda arkadaşlıktan fazlası vardı.” Gözlerimi parmaklarında dolaştırdım. “Onunla aramızda bir ruh bağı vardı.”
Kartal sardığım elini bana uzatıp beni bileğimden kavrayınca gözlerimdeki duygular şaşkınlığa karıştı. Beni yavaşça kendine doğru çekti, ardından dizine oturttu ve kafamı indirip ona baktığım saniyeler ruhuma dolarken o da kafasını kaldırıp bana baktı. Dizimi kırarak onun kucağına tamamen yerleştirdim. Eli belime, oradan da kalçama kaydı ama dokunuşu imalardan uzaktı; zarif bir dokunuş tenime değdiği anda bir elim usulca çenesine kaydı ve çene kemiği boyunca hareket ederek kulağının alt kısmına kadar süzüldü. Diğer elimi ensesine kaydırıp parmaklarımı saç diplerine doğru tırmandırırken gözlerimi yumdum ve dudaklarımı alnına bastırdım; bu olurken, onun da gözlerini yumduğunu biliyordum.
“Lavin, biliyor musun, çok zor,” dedi kısık sesle. Birden hissettiği zorluğun bir insan olup karşıma dikildiğini, elini kanın sızarak gömleğini kızıla boyadığı göğsüne bastırıp gözlerime çaresizlikle baktığını düşündüm. Kollarımı boynuna daha sıkı sarıp, çenemi saçlarının arasına yaslayarak arkasında kalan boşluğu izlemeye başladım.
“Biliyorum.” Gözlerim odanın karanlığındaki duvarda duran, duvarı neredeyse tamamen kaplayan resmimize dokundu ama karanlık resmin her hattını yutmuştu. Güneş gökyüzünü terk etmiş, yerini geceye devretmişti.
Zaman üzerimize yağmur gibi yağdığı sırada, “Bana onunla olan bir anını anlatır mısın?” diye sordu, sesi bir çocuğun kalbinin atış seslerine benziyordu. Solgun teni bedenine gerilmiş bir kumaş gibiydi, dudaklarımı alnına sürterek derin bir nefes aldım. Benim için o anıyı anlatmak, o anıyı tekrardan yaşamayacak olmak kadar acıydı.
“Onunla ilk tanıştığımızda, onun tam bir baş belası olduğunu düşünmüştüm,” diye fısıldadım, buruk gülümsemem yüzümü bir camla oyuyorlarmış gibi derimi şekillendirdiğinde, Kartal’ın sakin gülümsemesini göremesem de hissettim. Çenemi başına yaslayıp birkaç saniye durarak onunla dolu anıların zihnime yığılmasını bekledim. O kadar çok anıya sahiptik ki, zihnim onunla olduğumuz anıları içine çeken bir bataklık gibiydi. Onunla geçirdiğim zamanın, ömrüme yerleştirilmiş bir iksir olduğunu, o iksiri içip bitirdiğimde anıların ben ölsem bile içimde, zihnimde, kalbim ve ruhumda ölümsüz olacağını anlamıştım.
“Ben insanlardan kaçan taraftım, babamdan önce de bu böyleydi, babam ve annem gittikten sonra da bu hep böyle olmaya devam etti.” Kendimle ilgili itirafım onun da durulmasına neden oldu ama ben Kardelen’e öyle çok odaklanmıştım ki birden bu cümlenin altında ezilen çocukluğumun elini tutamadım ve onu cümlelerin kalabalığında kaybettim. “İnsanlara karşı güvenim, kalbimi açma isteğim, insanlara karşı hiç alışkanlığım olmadı çünkü bir insana alışmak, benim için ben bir çocukken bile korkunç olandı.”
Yutkundu. “Niye?”
“Bilmiyorum. Gerçekten. Küçük bir çocukken bile sanırım hep kaybetme korkusu yaşadım, üstelik bir çocukken ve henüz kaybetmek ne demek bilmiyorken olmuştu bu. Kaybettiğim ilk eşyam bale pabuçlarımdı, babam bana yenilerini aldığında bile hep eski bale pabuçlarımı aradım çünkü bana kalırsa, onlar ilkti ve her zaman saklanması gerekenlerdi. Sonra fark ettim ki her şeye bir anlam yüklüyorum. Alışıyorum, bağlanıyorum. Bu kötü, zor. Bir şeye bağlandıktan, o şeye alıştıktan sonra o şey bir bez parçası bile olsa kopmak çok zor.” Gözlerimi yumup çenemi tamamen saçlarına gömdüm. “Kardelen bir bale pabucu değil ki. Ben onu nasıl aşayım? Bale pabuçlarımı bile düşününce kalbim kırılıyor. Ben dıştan dimdik dursa da duvarları içine göçmüş bir binayım. Alışmaktan korkuyorum, Kartal. Bu normal olan değil mi zaten? Her insan alışmaktan korkmaz mı?” Boğazımdaki cam kırıklarını yutmak ister gibi yutkundum ama gitmediler, boğazıma takılıp kelimeleri yırtmaya başladılar, bu yüzden de sesim kesik kesik çıktı. “Ben bale pabucuna bile sahip çıkamayan biriyim ama ona alışmıştım, sana nasıl sahip çıkacağım?”
“Beni kaybetmezsin, bıraktığın yerin neresi olduğunu unutursan, ben senin için baktığın yere gelirim,” dedi kuru bir sesle.
“Seni kaybetmem,” dedim, bir an bu dediğime kendim bile inanamadım ama inanmak istedim.
O benim için alışkanlıktan fazlasına dönüşmüştü.
“Bana karşı bir daha bu kadar açık olma,” dediğinde, sesinde kavradığım acıya dokunsam, parmaklarıma bulaşan kan olurdu. Kartal’ın tüm bunları sesine bir dilek gibi bağladığı saniyelerde, bir kız çocuğu zihnimde uçuşan kuru yaprakların ortasında durmuş, boyundan bağlamalı sarı elbisesi yana doğru bir bayrak gibi uçuşurken beni izliyordu.
“Neden?”
“Çünkü herkesin acısını sırtlanabilirim, herkesin ilerleyebilmesi için arkasında olabilirim ama senin başını önüne eğdiren tek bir duygunun benim içimden şiş gibi geçmeme ihtimali yokmuş, bunu anladım.”
Kollarımı onun boynuna sarıp, nefesimi saçlarının arasına bıraktım. “Seninle bu yola çıkmadan önce sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi bir mezarlıkta karşılaştık,” diye fısıldadım. “Kardelen’i ilk kez dostum olarak kabul ettiğimde de bir mezarlıktaydım.” Anılar, zihnime puslu kelimeler gibi dağıldılar, ardından okunaklı cümleler oluşturmak için birbirlerine yaslandılar ve sonra görüntüler, gözlerimin önünde bir girdap oluşturdu. Nefesimi tuttum.
“O benim gerçekten dostum olduğunda…” Gözlerimi yumduğum an, göğsümden bir dolu duygu yağarak karnıma yığıldı ve sonra hiçbir karın ağrısının bu kadar acı olmadığını düşüneceğim türden bir ağrı karnıma yayıldı.
Bazen öyle bir an gelirdi ki, düşmanın bile gözlerinin içine baktığında gördükleri yüzünden senin için ağlamaya başlardı.
Bazen öyle bir anın içinde kalırdın ki, acı senin yere düşen gölgeni sildiğinde, arkanda beliren ilk insanın seni altına alarak önüne serilen gölgesi, senin gölgen olurdu; o insan senin dostun olurdu.
Adımları yan yana kazılmış iki mezarın önünde durduğunda, gözyaşları artık gözlerindeki depremde devrilmeyen tek bina gibi asılı duruyor, zaman bile devrilip düşüyor ama gözyaşları akmıyordu.
Yere düşen bir gölgesi bile yoktu.
Zaman onu alıştığı her şeyi elinden aldığı günden bu yana, dünyada gölgesi olmayan biri gibi yaşamaya alıştırmıştı. Bal rengi birkaç tel saç, yanaklarını ve tek gözünü arkasına alarak sakladığında, saçlarıyla aynı renk gözlerinin dibine çökmüş yeşil ormanda bir yangının ilk alevi ışıldamaya başlamıştı. Avuçlarının içindeki biri beyaz, diğeri sarı gülün dikenleri, avuçlarının içine gömülmüş kader çizgilerine batarak onları kanatmaya başlamıştı. Bir süre dikenlerin acısını hiç hissetmedi, ta ki mezarın beyaz mermerine bir damla kan, gözyaşı misali akıp mürekkep gibi yayılana dek…
Bir süre konuşmadı, sessizlik dilinde büyüyerek kelimelerin omurgasını kırana dek, sadece taşın üzerindeki harfleri okudu ama asla o harfleri yan yana koyup bir isim oluşmasına izin vermedi. Zihni bunu reddetti.
Annesinin adını oluşturan harflere yaklaştı, avucunun içindeki acıyı ilk defa hissettiği an, bu acıyı hiç de umursamadığını fark ettiği andı.
“Kaldıramıyorum,” diye fısıldadıktan sonra, dikenlerine kanı bulaşmış beyaz gülü, sarı gülden ayırıp yavaşça toprağın üzerine bıraktı. Gözlerini kaldırıp tekrar mezar taşına baktığında, gözlerinde var olan duygular mezar taşının mermerinden bile daha soğuktu. “Babama söyleme.”
Birkaç saniyeyi daha annesinin mezar taşında asılı bıraktığı gözlerine tanıdı. Sonra gözleri bir yabancıdan kopuyormuş gibi diğer mezara kaydı ve bakışları birden kelimelerin dimdik durmasıyla güç kazandı. Dudaklarındaki o kısıtlı gülümseme, dışarıdan birinin asla seçemeyeceği kıvrımı derisine çizdiğinde, kan içindeki avucunun içinden çıkardığı sarı gülü, iki parmağının arasında şemsiyesini döndüren bir çocuk gibi döndürdü ve yavaşça mezar taşının mermerine sürttü.
“Her şey yolunda.” Gülü yavaşça toprağın üzerine bırakıp, mezarın kenarına oturup parmaklarını toprağa sürttü. Güneş birden gökyüzüne tüm kollarını bir ahtapotun kolları gibi açarak yayıldı, her yanı ışığa ve sıcağa boğdu. Güneşin sıcağı tenine cehennem ateşi gibi dökülürken yutkunup, gözlerini topraktan çekmeden konuştu. “Halam bana çok iyi davranıyor, takma kafana.”
Güneş onu boğduğu için tam elini yüzüne siper edecekti ki, birden üzerine devrilen bir gölge, ferah bir nefes gibi tenine yayılarak onu rahatlattı.
Kaşlarını çatarak gölgeye doğru döndüğünde, önünde dikilen kızı görmek onu afallatmıştı.
Kız gülümsedi ve elindeki dolu pet şişeyi uzattı.
“Ben de onun şahidiyim,” dedi kahverengi gözlerini ondan ayırıp, mezar taşına çevirerek. “Merak etmeyin, her şey yolunda.”
Gölgesinin altında durduğu kıza uzun uzun baktı.
Ona da bale pabuçlarına alıştığı gibi alışacaktı.
“Ona alıştığımda, güneş beni hiç yakmaz sandım,” diye fısıldadım. Beni tekrar içinde olduğumuz âna sürükleyen rüzgâr, saçlarımın arasından geçerek zihnime dokunduğunda, burnumu çekip çenemi saçlarına sürttüm. “Onu kaybettiğim günden birkaç gün sonra, belki gölgesi tekrar üzerime devrilir diye güneşin önüne oturdum. Güneş beni çarpana, bilincimi kaybedene kadar oturdum. Gölgesinin bile bu dünyadan silindiğini ilk o zaman fark ettim.” Kartal’ın beni tutuşu sertleşti. “Keşke fark etmeseydim.”
“Halanla aran hep kötü müydü?” Bu sorusu birden beni sarstı, konunun buraya taşınmasını beklemediğimden bir süre sustum ama elini belime bastırınca bir cevap beklediğini anlayıp başımı sallamakla yetindim. “Babana olan kardeşlik borcunu bu şekilde mi ödemiş?” Öfkeli sesi bendeki sakinlikte bir değişiklik yaratmadı.
“Bilmiyorum,” dedim, “zaten babamla birbirlerine benzemezlerdi. Hiçbir konuda.”
“Kardelen bana bu konudan bahsetmemişti, yani halanla aranın kötü olmasından,” dedi, yutkundum, sonra tekrar başımı salladım ama artık karanlığa yönelen bakışlarım daha güçlüydü. “Neyi fark ettim, biliyor musun? Kardelen seni öyle çok önemsiyormuş ki, senin kimsenin bilmesini istemeyeceğin şeyleri, kendisi için en önemli olan insanlara bile çıtlatmamış. Merak ediyorum, benimle ilgili de böyle miydi?”
“Senin hep mükemmel biri olduğundan bahsederdi, hiç kusurun yoktu sanki, varsa da anlatmadı.”
“Lavin, halanın sana hak etmediğin şekilde davranması senin bir kusurun değil ki, neden bu kusurunmuş gibi düşünüp böyle bir cevap verdin? Bu senin halanın kusuru.”
“Halamı suçlamıyorum, ne hâli varsa görsün,” dedim kuru bir sesle. “Bir çocuğun sorumluluğunu almak zorunda değildi.”
“Sen herhangi bir çocuk değildin.” Daha fazlasını söylemek istiyormuş gibi kasıldı ama sonra bunun yersiz olacağını düşünmüş olacak ki anlayışla sustu. “Casper için bir şeyler sipariş edeceğim.” Bu konuşmayı bitirmek istiyormuş gibi değil de buna mecburmuş gibi kurduğu cümle, benim de geri çekilip kucağından inmeme neden oldu.
“Ben de cam kırıklarını toplayayım.”
“Parmaklarına batırma, dikkat et.” Derin bir nefes alıp koridora yöneldi ve çok geçmeden koridordan yayılan ışık salona devrildi. Üzerimdeki yorgunlukla cam kırıklarını toplamaya başladım.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, Alper’in aracı artık park hâlinde olduğu yerde değildi. Kartal sargılı elinde tuttuğu kadehle koltukta otururken ve önündeki bilgisayarın ekranında bir şeyi dikkatle incelerken ben Casper’ı beslemiş, tuvaletini yapması için onu dışarı çıkarmış ve sonra geri gelmiştim ama geldiğimde bile Kartal hâlâ bilgisayarın önündeydi.
Sonunda bilgisayarın kapağını sertçe kapatıp sehpanın üzerine koydu, sargılı elleriyle şakaklarını ovup, dışarı vuran sesli küfrünü tamamlamadan ayağa kalktı. Birden başı dönmüş gibi koltuğun kenarına tutundu. Sarhoş olduğunu, hatta kafasının sarhoşluktan bile fazlasına sahip olduğunu bu denge kaybını naklen dibindeyken gördüğümde fark etmiştim. Homurdanarak dik durduktan sonra koridora yöneldi ve yatak odasına gittiğini anladığımda ben de etrafa çarpmasından korkarak onu takip ettim.
Alkole olan düşkünlüğü sonunda ona zarar verir miydi bilmiyordum. Bazen birkaç gün hiç içmediği oluyordu, en azından birlikteliğimiz başladığından beri bunu gözlemleme şansım olmuştu ama bu gece onu tekrardan dengesini kaybedecek kadar sarhoş gördüğümde, bir şeylerin pek de yolunda gitmediğini hissetmiştim. Kartal yatak odasının kapısını açınca koridordaki ışık, kapının şeklini alarak odaya devrildi ve karanlık odasında bir ışık geçidi açıldı.
Üzerindeki tişörtü zorlanarak çıkarıp yere attıktan sonra kendini yüzüstü yatağa bir ölü gibi devirdi ve bir yerini vuracak olmasından korkarak panikle arkasından odaya girdim. Işık yatağının yarısına vurarak sadece bacaklarını aydınlatıyordu. Bir süre yüzüstü öylece bekledikten sonra yanağını yatağa bastırarak bakışlarını bana çevirdi.
“Neden öyle bakıyorsun? Gelip yanıma yatmayacak mısın?” Güçlükle gülümsedi. “Yoksa beni ve yatağı yan yana görünce farklı şeyler mi düşünüyorsun?”
Alkolle karışan alay beni gülümsetmedi ama utanç biraz olsun yanaklarımı yaktı. Ona doğru temkinli adımlarla yaklaşıp, yatağın kenarına oturarak omzumun üzerinden ona baktım. Elini yavaşça yatağa vurarak beni yatağın üzerine uzanmam için çağırdığında derin bir nefes almıştım.
“Çok içtin, Doktor,” diye fısıldadım. “Bu gece kaçırdın.”
“Her zamanki hâlim benim.” Yüzünü yatağa gömüp benden sakladı. Sesi boğuk çıkmıştı. “Ben sarhoş olmam. Hiç olmadım. Uyuşuyorum sadece.” Kafasını kaldırıp çenesini yatağa bastırarak yatak başlığına baktı. “Artık o kadar zor uyuşuyorum ki, daha fazla içme ihtiyacı duyuyorum.”
“Ya bir gün hiç uyuşamazsan?” diye sordum kuru bir sesle.
“Sen varsın o zaman.” Yüzünü tekrar yatağa gömerek söylediği bu cümle, sesinin yatak tarafından emilerek boğuk yükselmesine neden olmuştu.
“Ben şimdi de varım.”
“Seni çok hızlı tüketemem, senin fazlan beni çarpar,” dedi ve kafasını geriye atarak bana baktı. “Anladın mı?”
“Kartal.”
“Lavin,” dedi birden uyarıcı bir tonlamayla. “Alkolikmişim gibi konuşma. Bari sen yapma.”
“Çünkü öylesin,” dedim birden bunu yüzüne vurmam gerekiyormuş gibi gerilerek. Bunu fark etmesi gerekiyordu. Gidişatının iyi olmadığını ben görebiliyordum, o neden görmek istemiyordu?
“Ne düşünüyorsun?” Yatakta yan dönerek bana doğru baktı. “Alkolün beni öldüreceğini mi?”
“Doktor olan sensin, sana ders mi vereceğim?”
“Yunus Emre gibi konuşuyorsun.”
Yatağa uzanıp gözlerimi tavana çevirdim. “Nasıl konuşuyorsam konuşuyorum.”
“Bana diğerlerinin davrandığı gibi davranma, senin bir farkın var, olmaya devam etsin.” Alkollüyken gerilen sesinden dökülen kelimelere aldırış etmedim. Yarın pişman olacağı şeyleri şimdi dilediği gibi söylesin, sorun değildi.
“Şu an yaptığın şey ne biliyor musun? Sarhoş boşu,” dedim. “Seninle kavga etmeyeceğim.”
“Etme zaten kavga, Lavin, uyu benimle. Neden kavga edelim biz şimdi?”
“Çok salaksın,” diye homurdandım. “Sana pabuç bırakmayacağım hiçbir zaman,” dedim gülümseyerek, hâlâ tavanı izliyordum, “biliyorsun, değil mi?”
“Aksini hiç düşünmedim.” Kolunu ileri doğru atıp, yüzüstü uzandığı esnada kolunu karnıma sardı. Ellerimi kolunun üzerine koyup gülümsemeye devam ettim.
“Alkolik.”
“Değilim.”
“Ben öylesin diyorsam öylesin, kes,” dedim.
“Ne olacak senin bu atarların?”
“Salak çocuklar gibi konuşma,” dedim, elimde olmadan gülümsüyordum ama kalbimde korku yok diyemezdim.
“Lavin.” Birden ciddileşen sesiyle, kafamı çevirip yanağımı yatağa bastırarak ona baktım. Gözleri bendeydi. O da yanağını yatağa bastırıyordu. “Hiç ‘yapamıyorum, ne olur gel al beni’ diyerek aramadım kimseyi ama bu gece sen bu yatakta yanımda uzanıyor olmasaydın, seni arayıp bunu söylerdim. Derdim ki, yapamıyorum, ne olur gel al beni.” Bana doğru sokulup, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Gözlerimden öper misin? Hiç, öylesine.”
O bana bu soruyu sorduğunda, sanki yel değirmenleri damarlarımın içinde hızla dönüyor, yel değirmenlerinin kolları değil de yarattığı hırçın rüzgâr, damarlarımı kesiyordu.
“Ayrılık getirirler diye saçmalıyorlardı,” diye fısıldadığım an sesim yüzüne çarptı, dudağında alaycı bir kıvrım oluştu.
“Her söze, her şiire inanır mısın?” Gülümsedi. “Nazım bile sevdiği her kadını sadece onu seviyormuş gibi şiirler yazmadı mı?”
Gülümsedim. “O an kimi seviyorsan, sadece onu sevmiş gibi hissetmez misin?”
“Ben hayatımda senden başkasına şiir yazmadım, yazacağımı da sanmıyorum,” dediğinde, bir an sözlerinde alay bulmaya çalıştım ama bulamadım ve kalbim hızlandı. Tam ağzımı açacaktım ki, “Gözlerim, Lavin,” dedi ve biraz daha yaklaştı, “öpmeyecek misin?”
Ona usulca sokuldum, bir geminin limanına sokulduğu gibi. Elim yanağına kaydı, bir halatın gemiden dışarı atıldığı gibi. Dudaklarım gözlerine yerleşti, geminin limana demir attığı gibi. Dudaklarım kirpiklerine sürtündü, gözünün üzerine izler bırakan dudaklarım uzaklaşırken bir süre gözlerini hiç açmadı.
Casper’ın örtüyü patisiyle yere çektiğini fark edince, yatağa çıkmak istediğini anlayıp birbirimize gülümsedik. Kartal güçlükle doğrulup kalktı, Casper’ı yatağa aldı ve bembeyaz Pitbull yavrusu, simsiyah çarşafın üzerinde belirgin bir ayrıntıya dönüşürken aramıza uzandı.
💫️
“Gebertmesin bizi,” diye söylendi biri, ardından kapının kapanırken çıkardığı sesi duydum ve Casper’ın boynuma soktuğu kafasını kaldırdığını hissettim. Tanıdık ses bir süre algılarıma saplı kalsa da sesin sahibinin yüzü bir türlü kapalı gözlerimin önünde belirmedi.
“Niye gebertsin, Burak?” İşte bu sorunun sahibi Yunus Emre’ydi. “Kardeşim, fil kadar olup Kartal’dan da korkmazsın ya.”
Birden biri bağırınca Casper havlamaya başladı ve bağıran kesinlikle Alper’di. “Günaydın ulan arkadaşlarım!” diye bağırıyordu Alper. Elindeki bir poşeti salladığını poşetin hışırtısından anladım. “Kahvaltı yapalım ya, vitamin falan, en önemli öğün yani!”
Casper daha şiddetli havlamaya başladı.
“Ne bağırıyorsun lan, benim ben, tanımadın mı? Seni kim getirdi Kartal babana?” Alper’in sesi koridorda yankı uyandırıyordu.
“Be sığır,” dedi Yunus dişlerinin arasından tıslayarak. “Be bana hangi günahımın bedeli olarak gönderildiğini bilmediğim yaratık erkeği, ne bağırıyorsun ulan dalyarak?” Bunu bağırarak sormuştu.
Casper birden yataktan atladı, kapıya koştu ve o an gözlerimi çoktan aralamıştım. Kısa bir koridor bakışması yaşanırken, görebildiğim tek kişi Casper’dı.
“Alper,” diye fısıldadı Yunus. “Bize bakıyor bu.”
“Görüyorum kanka.”
Burak, “Ne oldu lan fil yavruları? Gel oğlum buraya.”
Casper birden hırladı.
Burak sakince fısıldadı. “Kapıyı açın.”
Alper, “Run!” dedi birden ve kapının açılırken çıkardığı patırtıyı duymamla, Casper fırladı.
“Kartal,” diye homurdandım. “Casper bunları koşturuyor.”
“Az bile yapıyor, bırak küçük dişlerini üzerlerinde törpülesin.” Belime sarılarak beni yatağa geri çekti. “Dağlı köpekler ya, bağırarak giriyorlar bir de eve. Yedek anahtarı aralarından birine veren bende kabahat, tiplere bak anasını satayım.”
Casper’ın binaya açılan kapıyı tırmaladığını duyduğumda, “Kartal,” diye söylendim ve sonra narin bir ses daha duyuldu.
“Casper, kapının arkasından çekil de açayım,” dedi Sahra yumuşak bir sesle. Kapının açılırken çıkardığı sesi duydum ve sonra Sahra, “Gel bakalım yaramaz, korkutmuşsun abileri,” diye mırıldandı.
“Ne korkutması, Sahra, ne korkması? Bunlar korktu ondan,” diye savundu Burak kendini geri planda.
“Ev değil, yol geçen hanı,” diye homurdandı Kartal.
“İçeri gelsenize, o sadece bir yavru,” diye söylendi Sahra.
“İçeri gelmenize ben izin verdim mi de bu yer elması benim yerime izin veriyor,” diye homurdandı Kartal boynuma doğru.
“Sahra, tutsana onu,” dedi Burak gergin bir sesle.
“E çüş,” dedi Alper.
“Siz girebilin diye tut dedim.”
“Tamam brocuğum sen gir, biz arkandan gireceğiz zaten…”
“Ben neden öne atılıyorum, ben yem miyim? Yem olacak kadar küçük müyüm?” Burak söyleniyordu.
Yavaşça Kartal’ın kollarının arasından sıyrılarak dağılan saçlarımı parmaklarımla düzeltip yataktan kalktım. Evde ağır bir sigara ve alkol kokusu vardı. Üzerimdeki kazağı düzelterek odadan çıktığım an, Sahra ile neredeyse çarpışıyorduk. Casper bacaklarıma dolandı. Geniş bir gülümsemeyle elindeki kâğıt torbaları kaldırdı ve sıcak bir koku burnuma dolarken ne kadar aç olduğumu hatırlayıp yutkundum.
“Kahvaltıya geldik.” Arkasına dönüp aralık duran kapıya baktı. “Burak, içeri girecek misiniz artık?”
“Benle ilgisi ne ya, neden hep Burak diyorsun? Yunus Emre de biraz da,” diye çemkirdi Burak.
“Konuşacağımız konular olduğunu çok çabuk unuttunuz sanırım, derhâl içeri girer misiniz?” Sahra’nın sert sorusu beni duraksattı, bir şeylerin daha gündeme taşınacağını fark edip kuşkulu gözlerle ona baksam da bakışları beni bulmadı ve hâliyle ondan bir cevap da almış olamadım. Sonunda Sibelay ve Neslihan dışındaki herkes salona geçtiğinde, Casper koridordaki mama kabına kafasını sokmuş hırlayarak mamasını yiyordu; bu süre zarfında Yunus Emre, Alper ve Burak rahat bir nefes alabilmiş olmalıydılar.
Kartal’ın banyonun kapısını sertçe kapatmasıyla, salona derin bir şekilde gömülen sessizlik dağıldı ve Sahra, iri bakışlarını bana çevirip genişçe gülümsedi. “Gergin mi?”
“Her zamanki Kartal,” dedim.
“Değil,” dedi aynı gülümsemeyle.
Susup sandalyeye oturarak dirseklerimi masaya yerleştirdim ve yüzümü avuçlarımın arasına alarak, “Konu ne?” diye sordum, amacım konuyu değiştirip var olan imadan kopmaktı.
“Kartal gelmeden anlatmasaydım,” diyecekti ki, Kartal’ın banyonun kapısını tekrar sertçe kapattığını duyup irkilerek omzunun üzerinden koridora doğru baktı. “Eline ne oldu senin?” diye sordu dehşet içinde.
“Küçük bir kaza,” dedi Kartal, üzerinde bir tişört yoktu, altında siyah bir kotla içeri girip, bandajlı olan eliyle ensesini kaşıyarak koltuğa yan yana oturmuş arkadaşlarına baktı. “Daha erken gelseydiniz, hocayla birlikte ezanı okurduk.”
“Bence iyi bir fikir olmakla birlikte, köpeğini sana ulaştıran ben olduğum hâlde beni koşturduğunu belirtmek isterim,” dedi Alper, her şey yolundaymış gibi o enerjik hâlini tekrar takınmış olsa da dünkü enkazı bana unutturabilmesinin imkânı yoktu esasen.
“Köpek biliyor saldırması gereken insanı,” diye takıldı Kartal, gözlerinin altına yerleşen şişlikleri izledim, yüzündeki damarlar belirgindi ve uyku mahmuru yüzü biraz gergin görünüyordu. Kalçasını dün kadehi parçaladığı içki tezgâhına yaslayarak kollarını göğsünün üzerinde düğüm hâline getirip, konuyu duymak istiyormuş gibi dikkatle arkadaşlarına bakmaya başladı. Hepsini bir bir izlemiş ve sonunda gözlerini kısmıştı. Bu onun dilinde ‘konuşun artık’ demek gibi bir şeydi.
Sahra, “Şu İremler yanımızda birini daha gördüklerinde yadırgamamaları için Alper’e nasıl davranması gerektiğinden bahsettim, hiç açık vermeyecek,” dedi, sonra derin bir nefes alıp, kâğıt torbanın içindeki poğaçalardan birini aldı ve ucunu ısırıp kısa süre çiğnedi. “Ama asıl konu, artık fake hesapları devreye sokup onlarla sosyal medyada da takipleşmemiz gerekiyor çünkü normal arkadaşlar bunu yapıyor.” Normal arkadaşlar derken ellerini kaldırıp havada bir tırnak açmıştı.
“Fake hesap mı?” diye sordum.
“Eski olmaları önemli hesapların,” dedi bana aldırış etmeden. “Bu yüzden üniversitenin ilk yılında kullandığımız özel hesaplarımızı, şu kimseyi değil sadece birbirimizi takip ettiğimiz hesapların isimlerini değiştirdim ve farklı soyadlar ekledim. Zaten orada bolca fotoğrafımız da var.”
Eline telefonunu alınca, bakışlarım ekrana kaydı. Instagram uygulamasına tıkladı. “Lavin için de Sibelay’ın eskiden gittiği sergilerden çektiği resimlerin fotoğraflarını paylaştığı hesabı ayarladım. Lavin kendini değil de sanatı paylaşan biriymiş gibi görünsün. Zaten son bir aydır Lavin’in kendi hesabından arakladığım fotoğrafları da serpiştirerek paylaşıyordum. Bugün için çok çalıştım. Hesapların tamamı fake değil de gerçek hesabımız gibi. Beğenileri de bir şekilde hallettim, abartılı beğeniye gerek yok, elit ve kilitli hesap sahipleriyiz biz. Elli altmış kişinin beğenmesi yetiyordu. Birkaç fake arkadaş da hazırladım, hepsi eski hesaplar, eğer aralarında ajancılık oynayan stalkerlar varsa diye.”
“Anlamıyorum,” dedim dehşet içinde. “Bu iş için fake hesaplar mı hazırladınız?”
“Yine kendi hesaplarımız, sadece arkadaş arasında kullanıyorduk ve kimse bilmiyordu,” dedi Sahra. “İrem eninde sonunda seni Instagram’dan takip etmek isteyecektir, Lavin. Diğerleri de öyle. Ki şimdiye kadar hiç bu konuyu açmamış olmaları bile şaşırtıcı.”
İnanılmaz derecede hazırlıklıydılar. “Eski hesabımı uzun süredir kullanmıyorum,” diye fısıldadım.
“Şifresini hatırlıyor musun? Birkaç fotoğrafını aldım oradan, throwback etiketiyle paylaştım, sonra Sibelay sanatsal şeyler paylaşmaya devam etti senin için. Ama benden demesi, eski hesabını kapatalım bence.”
“Bu iş için ekstra mesai harcadığınızı mı söylüyorsunuz?” Derin bir nefes aldım. “Evet, o hesabı dondursam daha iyi olur.”
“Evet,” dedi Sahra kaşlarını kaldırarak. “Hem gerçek hesaplarımızı da bulamazlar, soyadlarımız farklı ve hesaplarımız kilitli. Kartal zaten kullanmıyordu, sadece üniversitenin ilk yılında açtığımız fake hesaplarda aktif olur, bazen oradan fotoğraflar atardı. Bu arada Kartal, o hesaba birkaç şey daha yeşillendirmemiz lazım, çok ölü görünüyor.”
Kartal, “Bazı konularda benden daha iyi olduğunu kabul etmek zorunda kalacağım, Sahra,” dedi alayla, ardından ekledi: “Lavin, aramızda sadece senin hesabını bulma ihtimalleri olabilir. Gerçi senin soyadını öğrenseler de sorun değil ama yine de hesabı şimdilik kapatın.”
“Biliyorum sırası değil ama,” diye mırıldandı Burak. “Cenk ve Suphi, Özay’la arkadaş. Ya Lavin’i, Özay’ın hesabından bulmuşsalar? O Cenk fazla meraklı biri, girip bakmış olabilir. Hiç bununla ilgili bir renk verdiler mi?”
Kartal’ın gerildiğini hissetsem de ona bakmadım. “Sanmıyorum, birbirimizi takip etmeyi bırakalı çok uzun zaman oldu,” dedim sakince.
“Onların yanındayken hesabına girip bakma gibi bir hataya düşmemiştir umarım,” deyince Burak, göz ucuyla ona baktım. O da Kartal’ın tepkisinden çekiniyordu fakat boşluk kalmaması için aklındakileri söyleme ihtiyacı duyuyor olmalıydı.
“Öyle olsa Cenk belli ederdi ya da ne bileyim, İremlere söylerdi, İrem de bana bundan bahsederdi,” deyip yerimde rahatsızca kıpırdandım. “Peki Alper’in hesabı?” diye sorarak konuyu farklı bir yere çektim.
“Ben eskiden açtığımız o hesaplarda arada aktif oluyordum, kendi hesabımda da profilimde benim değil, kedimin fotoğrafı var zaten,” dedi Alper. “Kilitli hesap. Bulamazlar.”
“Bu iş için mesai harcadım, Lavin,” dedi Sahra sırıtarak. “Asla esas hesaplarımızı bulamazlar ve eskiden açtığımız bu hesaplar kesinlikle işimize yarayacak.” Ekranı bana çevirip, benim adımın yanına eklediği farklı soyada sahip hesabı bana gösterdi. Gönderiler gerçekten eskiydi, arada bir iki fotoğrafım vardı, gerisi tamamen sanatsal çekimlerdi. Ağzım açık ekrana bakakaldığımda, “Bu hesap Sibelay’a aitse o hangi hesabı kullanacak?” diye sordum yavaşça.
“Bunu sadece bu tarz fotoğrafları paylaşmak için kullanıyordu, onun da üniversitenin ilk yılında açıp, sarhoşken çekildiğimiz komik fotoğrafları paylaştığı bir hesabı var. Onu da hallettik. Yani son kontroller yapıldı, artık hazır olduğumuzu söyleyebilirim. Alper de bozuntuya vermeyecek.”
“Sevgilim diye söylemem, FBI bile onun fake hesaplarına ulaşamaz, ulaşsa fake olduğunu anlayamaz.” Burak bunu gülerek söylemişti, ona kaşlarımı kaldırarak baktım ama tepki veremedim.
Bu kadar özenle, bir ay önceden destek takviye yaparak hesap hazırlaması o kadar garibime gitmişti ki, sanırım ben oturup asla böyle bir şeyle uğraşmazdım ama o yapmıştı. Bunu Kartal için yapıyordu. Hesaplarda eski gönderiler olması, hesapların yeni açılmış olma ihtimalini tamamen yok ettiğinden, kimse bu hesapların fake ya da yeni açılmış hesaplar olduğunu düşünemezdi.
“Fazla arkadaşımız yokmuş gibi göstermen daha iyi olmuş, az öz görmeleri yeterli,” dedi Kartal. Tezgâhın kenarındaki sigara paketini alıp, kapağını sallayarak açtı ve dudağının arasına sıkıştırarak kavradığı sigarayı çekip çıkardı. Sigarayı kotunun cebinden çıkardığı lacivert çakmağın ucundan fırlayan alev ile tutuşturup gözlerini tekrar bana çevirdi. Sonunda konu su gibi aktı ve asıl meseleye geldi. Artık Emir suç ortağımızdı ve hem onu hem de diğerlerini daha yakınımızda tutmamız gerekiyordu.
Yunus Emre, elindeki simidin dökülen susamlarını topladığı parmağını izlediği sırada, “İnsanlarla iletişim kurmayı pek sevmesem de,” demişti ve sonra o bombanın pimini çekmişti. “Onları, onlarla dost olduğunuza tamamen inandırmalısınız.” Derin bir nefes aldı. “Yani bu eve girip çıkmalılar, yaşadığınız alanı bilmeliler. Kuzensiniz ve birlikte yaşıyorsunuz, bunu zaten biliyorlar ama kaldığınız evi de bilmeliler.”
“Yunus doğru söylüyor,” dedi Burak, elindeki poğaçayı kahverengi kese kâğıdının içine koyup ağzındakini çiğnerken. “Mesela sosyal medyada takipleşmeyi ilk telif eden Lavin olursa daha iyi olur. Gözlemlediğim kadarıyla İrem ile araları iyi, ilk adım ondan gelirse daha iyi görünebilir.”
“Bence direkt söylemem dikkat çeker,” dediğimde kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Bunun yerine güzel bulduğum bir şeyin fotoğrafını çekerken Instagram’a post olarak koyacağımı söylerim ve konu böylece oraya gelir, beni takip etmek isteyen o olur. Kurmuş gibi olmayız. Benim takipleşmeyi önemsemeyen biri olduğumu az çok fark ettiğini düşünüyorum İrem’in. İrem sandığınızdan daha zeki ve iyi gözlem yapıyor.”
“Aranızdakine kadın dayanışması diyebilir miyiz?” diyerek güldü Burak ama yüzüm ciddiyetinden sıyrılmadı.
“Bilmem, siz sık sık erkek dayanışması yapar mısınız?” diye sorusuna soruyla karşılık verdim.
“Yani, yapıyoruz,” dedi, ona dik dik baktım.
“İnsan dayanışması diyelim o zaman. Bir şeyler sadece bize özgü değil çünkü.”
Burak ellerini havaya kaldırdı. “Füzeni yemeyen tek kişi bendim, ben de yedim,” dedi alayla ama kötü niyet taşımadığını biliyordum. “İnsan dayanışması yapıyorsunuz, tamam.”
Sahra, cinnete yakın bir gülümsemeyle, “Demek erkek dayanışması falan yapılıyor,” diye fısıldadı. “Ne konuda? Instagram’da like attığın bikini postları konusunda mı? Hani şu geçenlerde kırmızı bikiniyi taşıyan efsane güzel modelin olduğu postu beş kez geri çekip beş kez geri beğenmiştin ya. Onu diyorum. Her beğendiğinde de ‘Aa, bu sefer de Yunus beğenmiş, tüh, şunu galiba uyurken elim beğenmiş’ dediğin.”
“E aşkım ben sana model fotoğrafı beğenme demiyorum ki, sen de beğen,” dedi Burak, telefonu eline alıp Instagram profilini açtı. “Bak, Cassandra mesela, beğen, al beğen, beğenme mi diyorum?”
“Ben beğenirsem Cassandra falan değil Alex, Diego, Daniel falan beğenirim, Burak,” dedi Sahra tehditkâr bir sesle.
“Niye?” Burak ona ciddi bir ifadeyle baktı. “Rondoya koyduğum sebzelerden daha sonra detoks suyu yapacaksan, tamam, olur. Beğen.”
“Cassandra’yı beğen sen, hadi, bak işine kardeşim,” dedi Sahra dik bir sesle.
Yunus Emre ile Alper omuzlarının üzerinden kısaca birbirlerine baktılar. Sonra tekrar gözlerini sehpaya indirip sessiz kaldılar ama Burak, komik bir ifadeyle Sahra’ya bakıyordu. “Ne şimdi bu cinsiyetçilik? Cassandra da model, onu niye beğenmiyorsun? Senin bu yaptığın kadın düşmanlığı…”
“Çevir,” dedi Sahra ona bakmadan.
“Ne ilgisi var şimdi kızım?”
“Çevir.”
“Sahra.”
“Hulahop gibisin, Burak. Dön, dön,” dedi Sahra elini sallayarak.
“Bak bu yaptığın ayıp.”
“Sus, kapat çeneni. Hulahop Burak. Cassandra’ya mesaj atıp cevap alamayınca beş milyon takipçili kadının seni göreceğini umarak kadını beğeni yağmuruna tuttuğunu da unutmadım.”
“Ben o anlamda mı beğendim? Ya ben o anlamda mı beğendim? Ben çok güzelsin, vay canına anlamında mı beğendim? Ben kendimi göstermek anlamında beğenmedim.”
Sahra birden Burak’a öfkeyle döndü. “Ne?”
“Yalan söyledim, sen beni kıskan diye yaparım be Sahra, bilmez misin?”
“Umut fakirin ekmeği tabii öncelikle kanka,” dedi Alper gülmemek için dudaklarını birbirine bastırarak.
“Sonralıkla,” diye ekledi Yunus, “istersen Cennet Mahallesi’ndeki Ferhat’a dönüp Şahane’m de, sen bu hikâyede olsan olsan sahtekâr yazar Beter Ali olursun. Yalanlara bak… Sahra, inanma, Cassandra’ya benim hesabımdan bile like attı.”
“Sus lan,” dedi birden Burak öfkelenerek. Sakince Sahra’ya döndü. “Sor bir neden attım?”
“Sormayacağım.”
“Sor.”
“Tamam be, neden attın? Hadi sordum, neden attın?”
“Bu seni hiç ala-”
“Kardeşim, işte o cevabı verme,” dedim birden sakince, Burak durdu, “işte o cevabı verme, 43’te vuruldun, 45’te ölme.”
Burak ağzına görünmez bir fermuar çekti, bir süre daha didişeceklerini sansam da tatlı tartışmaları hızlı bir şekilde son buldu. Dışarıda hava griydi, yağmur bulutları gökyüzünde asılı duran gelin süsleri gibi görünüyordu; zaman gökyüzünde yayıldıkça, bulutlar daha da yoğunlaştı ve sonra yağmur atıştırmaya başladı. Markete inmek için üzerime bir mont giyip, montun fermuarını boğazıma kadar çektiğimde, mont birkaç beden büyük olduğu için içinde kaybolmuştum. Yunus Emre ile birlikte binadan çıktığımızda, yağmur kaldırımlara düşüp yeryüzüne dokunmaya devam ediyordu. Montumun büyük şapkasını kaldırıp kafama geçirdim ve bakışlarımı ona çevirdim.
“Gürültüden sıkıldığın için mi kaçtın benimle?” Gülümsediğimde, Yunus burnundan sert bir nefes vererek gülüşüme gülüşüyle karşılık verdi; bakışları yerde, elleri ceplerindeydi.
“Yo,” dedi ama öyle olduğunu bildiğimden daha çok gülümsedim.
Yunus Emre ile ilgili fark ettiğim birkaç şey daha vardı. Evet, Kartal’dan kısaydı ama aslında boyu uzundu, zayıf bir adamdı ve başını önüne eğerek yürüyordu. Başını ne zamandan beri önüne eğerek yürüdüğünü merak ettim ama zaman, biliyordum ki Leyla’dan sonrasında donmuştu ve bu alışkanlık belki de kaybettikten sonra omurgasından tırmanıp boynuna yayılmıştı.
Yakınlarda market var mıydı pek bir bilgim yoktu. Sonunda Yunus, “Arabayla birkaç dakika mesafede bir alışveriş merkezi var,” dedi zihnime sızarak. “Alışveriş merkezinin içindeki büyük marketlerden birine gireriz, hem de şu tantanadan biraz uzaklaşma şansımız olur.”
Omuz silkip, “Fark etmez,” dedim. Aslında yağmurun altında yürümek iyi olabilirdi, biraz hava almaya ihtiyacım vardı. “Yürüyerek gidelim mi?”
“Fazla alışveriş yapılmayacaksa olur,” dedi bana bakmadan, birkaç adım önümden ilerliyordu. “Ya da ileride benzinlik var, oradaki market de büyük, işimize yarar.”
Onu yakalamaya çalışmadım, kendi adımlarıma sadık kaldım ve hızımı arttırmadan yürümeye devam ettim.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum ama sonra zihnime çaktığım düşünceler, kafalarını kaldırıp sorunun özünü göstermeden sorduğum için bana garip garip baktılar. Yine de Yunus Emre, asıl sorumu kavramış gibi adımlarını yavaşlattı.
“Kartal’ın bir de başımıza hastane davası çıkarması konusunda mı?”
“Evet,” diye mırıldandım.
“Benim ne düşündüğüm önemli değil, kafasına koyduğunu yapar.”
“Ama düşündüğün bir şeyler illaki var.”
“Her an düşünüyorum, benim kadar düşünenine rastlamamışsındır.”
Yokuştan aşağı doğru inmeye başladık, artık yan yana yürüyorduk. Ben sessizdim, kafamın içinde her ne kadar bir kaos olsa da adımlarım bu kaostan kaçar gibi değil de bu kaostan habersiz gibi ağır düşüyordu yere. Oysa kafamın içindeki düşüncelerden bile kaçıyorken birçok kez bambaşka düşüncelere çarparak yere serilmiştim.
“Kartal düşünmeden hareket etmez, sadece bir sonraki adımı değil, binlerce adım sonraki olasılıkları bile düşünüp ona uygun kararlar verir.” Derin bir nefes aldı. “Sen ona bakınca acı ve öfke görüyor olabilirsin ama ben ona baktığımda, senin gördüğün bu ikiliyi gördüğüm gibi bir de zekâ ve akıl görüyorum. Akıl ile zekâ aynı şey değil ve eğer Kartal’da sadece bir tanesi eksik olsaydı, yaptığı her şey onun sonunu çoktan getirmiş olurdu. Onun için endişeleniyorsun, değil mi?”
Söylediklerini zihnimde bir yere saklarken, “Evet,” dedim. “Elbette endişeleniyorum.”
“Onun için endişelenme, o iyi olmanın bir yolunu hiçbir zaman bulamayacak ama daha kötü olmamayı da öğrendi.”
Ellerimi montumun geniş ceplerinin içine sokup, yüksek binaların çevrelediği sokakta ilerlerken derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum ve bir süre hiç konuşmadım. Benzinliğe gelmemiz sandığımdan daha uzun sürmüştü ama yağmur hızlanmadığı için şanslıydık, sadece çiselemeye devam eden yağmurun altındaki her adımımız, yeni bir konunun başlangıcı gibiydi. Benzinlikteki markete girene kadar konuşmaya devam ettik, hatta market arabasını aldığım sırada bile konudan kopmamıştık. Yunus Emre bana üniversite zamanında yaşanan bazı anıları anlatıyor, bazen gülüyor, bazen hüzünlü bakışlarını bir boşluğa çevirip yalnızca tebessüm ediyordu.
Cipslerin olduğu reyona ilerlerken omzunun üzerinden bana bakıp, “Neyli seversin?” diye sordu, onun eli direkt olarak sade cipslerden birine gitmişti. Omuz silkerek, “Fark etmez,” dediğimde, birkaç paket cips alıp bana doğru yöneldi ve cipsleri arabanın içine koyduktan sonra omzunun üzerinden içki reyonuna baktı. “Birkaç bira alacağım, sen de abur cubur al istersen, film izleriz,” dedi, başımı sallayarak ondan ayrılıp arabayı abur cuburların dizili olduğu reyona doğru sürmeye başladım.
Reyonda göz gezdirirken bir çift gözün beni izlediğini hissetmek, irkilerek kafamı kaldırıp hislerimin beni ittiği yöne bakmama neden olmuştu. Bir an duraksadım, Ogün’ü karşımda görmeyi beklemediğimden gözlerimi kırpıştırıp şaşkınlıkla Ogün’e bakakaldım. Onu en son diğerlerinin kaldığı evde toplandığımız akşam görmüştüm, şimdiyse ikinci kez bir benzinlikte karşılaşıyorduk. Trençkotuna koyu gölgeler gibi düşmüş yağmur damlaları dikkatimi çekti, karmaşık siyah saçları da ıslanmıştı ve zümrüt yeşili gözlerinde bir şaşkınlık vardı. O şaşkınlık birkaç saniyenin sonunda gülümsemeye dönüştü.
“Benzinliklerde alışveriş yapmayı seviyorsun,” dedi ılık bir bakışı yüzüme kondurup, arkadaş canlısı sesiyle bakışlarını güçlendirerek. Yakışıklı suratını kısaca izledikten sonra başımı aşağı yukarı salladım.
“Sen de seviyor olmalısın,” dediğimde, gözlerini devirip bıkkıntı dolu bir iç çekti.
“Arabamın lastiğine hava basılıyor dışarıda,” dedi derin bir nefes alıp reyona yaklaşmadan önce. Yeşil ambalaja sarılmış tuzlu bisküviye uzandı. Omzunun üzerinden bana sorgu dolu gözlerle baktı. “Yılbaşını nasıl geçirdin? İrem sen yoksun diye aşırı üzgündü.”
“Aileyle nasıl geçiyorsa öyle,” dedim ve sonra birden kendi kurduğum cümle, bir intihar ipi olup boğazımı sıkı elleriyle sardı. Yutkunarak gözlerimi reyona çevirdim.
“Uzun zamandır ailemle geçirmiyorum.” Durgun sesi beni duraksattı, ona bakmak istesem de sesindeki keder algılarıma bir ok gibi saplandığından bunu yapamamıştım. “Aman ya,” dedi ölçülü bir şekilde gülerek. “Arkadaşlarla geçirmek daha eğlenceli. Her ne kadar İrem’i eğlendiğime inandıramasam da.”
“Hep ciddi olduğun için olabilir mi?” İfademi toplayarak ona doğru döndüm. “Biraz haklı gibi. Ciddi bir ifaden var.”
Kaşlarını hayretle kaldırıp, kaşlarının altına yerleştirilmiş zümrüt yeşili gözlerini yüzümde dolaştırdı. “Sen de mi öyle olduğumu düşünüyorsun?” Derin bir nefes aldıktan sonra kabullenmiş gibi usulca gülümseyerek tekrar rafa doğru döndü. “Özellikle yurt dışında eğitim gördüğüm süreçte yüzüme yapışan bir ciddiyet oldu, doğru,” dedi. “Staj gördüğüm yerde resmîyet önemliydi.” Durup yüzünü buruşturdu. “Ama normalde de biraz böyleydim sanırım.”
Açıkçası pek konuşmak istemesem de bu sohbeti sürdürmem gerektiğini bildiğimden, “Okulda öğretmen olarak göreve başlayacaktın sanırım,” dedim yapmacık bir merakla. “Dansla ilgilendiğine inanması güç.”
Bana kötü kötü baktı. “Esnek değil gibi duruyorum sanırım?” dedi alayla ama bu soruya onun da inanmadığı barizdi, çevik bir vücudu olduğunu görebiliyordum, kör değildim. “Yurt dışına gitmeden önce dans ediyordum, eğitime başladıktan sonra ara verdim ama döndüğümde böyle bir şansla karşı karşıya kalmak beni tekrar eski günlere götürdü. Dans ettiğim günlere… Belki eskisi kadar esnek değilimdir ama dans konusunda verebileceğim sağlam bilgiler olduğuna inanıyorum.”
“Ben gece kulübünde çalışırsın diye düşünmüştüm,” dedim ve ardından hemen toplamak ister gibi, “her ne kadar ciddi gibi görünsen de bence eğlenceyi sen de seviyorsun. Hem işletme konusunda çok başarılı olduğundan söz etmişti İrem.”
“Aslında böyle bir düşüncem var,” dedi Ogün. “Ama öncesinde Türkiye’ye tamamen adapte olmam gerekiyor, uzun zamandır buranın nabzını tutmuyorum, önce eğlence hayatını gözlemlemem ve fikir sahibi olmam gerek. Birkaç yıl bile ciddi dönem farkı yaratabiliyor.”
Sadece bir an durup, Ogün’e daha önce hiç bakmadığım bir açıdan baktığımda, kafasını kaldırarak çevresindeki insanları izlerken aslında kendini hiç de olduğu yere ait değilmiş gibi hissettiğini fark etmiştim. Ogün diğerleri gibi sadece eğlence, para ya da lüks odaklı biri gibi görünmüyordu, onu kısaca süzdüğümde, her ne kadar giyimi onun derisinin bile marka amblemi taşıyacağını düşündürtse de ondaki asıl gerçek olanı görür gibi olmuştum. Aslında İrem ve diğerlerini baz aldığımda, Ogün epey olgun görünüyordu.
Ona cevap vermeyeceğimi sezmiş gibi, “Ee, ne zaman görüşeceksiniz?” diye sordu merakla. “İrem ve diğerleri özlemiş seni, benden söylemesi. Hatta Cenk bile özlemiş sanırım, dün akşam kulağını çınlattı bayağı.”
“O özlemesin mümkünse,” dedim gülerek.
Ogün’ün içten gülümsemesini izledim, uzun, parlak dişlerini göstererek başını iki yana salladı. “Çekişiyorsunuz ama bu iyi arkadaş olacağınızı gösteriyor,” dedi. “Genelde en büyük düşmanlar, işin sonunda yaslandığımız tek dostumuz oluyor.” Bakışları puslanmıştı, bir şeyi düşündüğünü fark ettiğimde, sakince başımı salladım.
“Sanırım senin için öyle olmuş.”
“Öyle olmuştu,” dedi ve acı acı gülümsedi. “Boş ver.” Kaşlarını çattı. “Kayıpları konuşmayı sevmem.”
“Bir kayıp mı verdin?”
Bu soruyu eğer sormuş bulunmasaydım daha iyi hissedebilirdim veya zamanı geri sarabilseydik, bu soruyu kesinlikle dilimin altına gömerdim. Çünkü Ogün’ün gözlerinde gördüğüm o keskin acı, kısa süre önce ruhuma is lekesi gibi sinen o kör acının çok benzeriydi. Bakışlarını bana sert bir betona dokunuyormuşum gibi hissettirerek dikti ve uzun süre sadece yüzüme baktı.
“Lavin,” dedi adımın altını çiziyormuş gibi sertçe. “Hep böyle aklına geleni şak diye söyler misin?”
Bir an ne diyeceğimi bilemedim ama sonunda, “Üzgünüm,” diyebildim.
“Sorun değil.” Gözlerini tekrar rafa çevirip, mümkün mertebe benden uzaklaştırarak kendini sakinleştirmek istiyormuş gibi derin bir nefes aldı. “Bu konuyu konuşmayı sevmiyorum. Sana sert çıkmak değildi niyetim, kalbini kırmak da istemem.”
“Kalbimi kırmadın, hak ettiğimi duydum, haklıydın,” diye mırıldandım, onun yarasının sınırlarına yaklaşmak akıl dışı bir hareketti, kabul ediyordum.
Bu cevabımı beklemiyormuş gibi bana garip garip baktı. Zümrüt yeşili gözlerinin zeminine çöken şaşkınlıkla karşılaştığımda, ona arkadaşça bir gülümsemeyle karşılık vererek, “Takma kafana,” dedim. “Asıl ben sorumla senin kalbini kırdım. Kalbin kırıldığı zaman, başkalarının kalbini kırmaktan korkmazsın. En azından benim için bu hep böyleydi.”
Dudakları yukarı doğru kıvrılır gibi oldu. “İrem’in sevdiği kadar varsın,” dedi, sonra sesi bir bilinmezlik olup benden uzaklaştı. “Seni ilk gördüğümde, henüz tanımıyorken de tuhaf biri olduğunu düşünmüştüm.”
Birilerinin beni, ben onları kandırırken sevmesi zoruma gidiyordu. İrem ve diğerlerine yalanlar söylüyordum, onların sevgisi ruhuma sinerek bir leke gibi ruhumun her yanını sararken, ben yalanlarımla onların sevgilerini cam bir kafese kapatıp, onların üzerine dolarak onları yavaş yavaş boğuyordum. Bir insana yalan söylemenin, kendine yalan söylemekle aynı şey olmadığını, beni seven insanların gözlerine bakarak kalbimin doğrusunu çok iyi bildiği yalanları onlara sıralarken öğrenmiştim.
Ogün diğerlerinden daha zeki bir hava verdiğinden, onu daha yakınımda tutma isteğiyle, “Ben de senin için aynısını düşünmüştüm,” diye mırıldandım, bu söylediğim onu şaşırtmış gibi bana daha dikkatli bakmasına neden oldu ama sonrasında ne o ne de ben konuşmadık.
“Ben gideyim,” diyecekti ki, “Baksana,” diyerek onu durdurdum.
Parlak yeşil gözlerin içinde yansımamı gördüğümde, birden Ogün’ün bakışlarında dostluğun değil de başka bir şeyin varlığını da görür gibi olmuştum ama buna imkân vermek istemedim. Bana ilgi duyuyor olması imkânsız olurdu sanırım. Sonuçta birbirimizin hakkında bildiklerimiz sınırlıydı ve onu yalnızca birkaç defa görmüştüm. Yine de gözlerinde hayranlıkla karışık bir beğeni gördüğüme neredeyse emindim. Bunu kendi kafamda kurduğum bir şey olarak adlandırarak, “Evde toplanalım mı?” diye sordum. Sonra bir şeylerden işkillenmemesi için, “Bizimkilerden birinin ya da bizim evde? Eğlenirdik. Hem yılbaşını onlardan ayrı geçirdiğim için ben de üzülmüştüm, kendi hâlimizde yeni yılı kutlamış oluruz,” diye ekleme yaptım.
Ogün kaşlarını kaldırıp birkaç saniye düşünür gibi baktıktan sonra, “Olur da bu konuyu İrem’le konuşman daha iyi olmaz mı? Ben en azından genç işi organizasyonları hazırlamak konusunda bayağı kötüyümdür,” dedi.
“Ne organizasyonu yahu? Bildiğin evde toplanıp tabu oynamak, bir şeyler içmek falan.”
Ogün genişçe gülümsedi. “Bizimkiler bunu duyunca havalara uçarlar.”
“Ee, yapıyor muyuz?”
“İsterseniz benim evimde olur,” dedi ama benim istediğim bizim evimizde olmasıydı, yine de çaktırmadan anlayışla başımı salladım. “Sadece biraz sizin sevmeyeceğiniz türden bir ev,” dedi ensesini ovarak. “İrem evimi biraz resmî buluyor…” Yeşil gözlerini yüzümde gezdirdi. “Ama kaliteli içkiden anlarım ve kesinlikle içki dolabımı görmek istersin.”
Evet, kesinlikle Ogün’ün bana asıldığını hissediyordum. Bakışlarımı ondan kaçırmamak için kendimi kastım ama sonunda gözlerim yeşil gözlerinden koparak rafa çevrildi. Yanaklarımın içini dişledim, böyle bir şeye hazır değildim çünkü benim niyetim hepsini arkadaşım olarak tarafıma çekmekti. Sanırım Ogün’ün niyeti arkadaşlıktan birkaç adım daha yakın olmaktı. Yine de ters bir tepki vermem demek, bir şeylerin gidişatını zorlaştırmak demekti.
Dudaklarıma yapmacık bir gülümseme ekledim. “İçkiye merakı olan ben değilim, Kartal,” dedim alayla.
“Kuzeninle tehdit edildim sanırım az önce,” diye dalga geçti, birden gevşemiştim çünkü aslında bana asılmadığını, sadece takıldığını fark etmiştim. Aksinin olması beni zora sokacağından, içten içe rahat bir nefes alarak ona baktım.
“Lütfen, biz medeni bir aileyiz…”
“Kartal beni içki şişesine oturtur, anladım…”
Yüksek sesle güldüğümde, o da gözlerinin kenarında çizgiler oluşana kadar gülmüştü.
“Yani, tam olarak öyle olmasa da,” dedim gülmeye devam ederken.
“Emir’e nasıl davrandığını gördüm,” dedi, sesi hâlâ neşeliydi. “Sana içki şişelerimi göstermeyi teklif ettiğimi duysa, sanırım gerçekten şişelerin üzerinde bir yer ayarlardı bana…” Ogün’ün eğlenceli yönünü fark etmenin şaşkınlığıyla gülmeye devam ettim.
“Bence Emir’e kişisel olarak sinir oluyor, beni koruduğundan değil,” dediğimde, dudaklarını iki yana bükerek gözlerini devirdi, bu beni daha çok güldürmüştü. “Ne? Ciddiyim…”
“Bu kadar komik olan ne?”
Yunus Emre’nin sesi, irkilerek ona doğru dönmeme neden oldu. Yunus Emre, tam da Kartal’dan bahsettiğimiz anda elinde bir şarap şişesiyle, uyarı dolu bakışlarını Ogün’e dikmiş öylece hemen arkamda dikiliyordu.
“İkinci bir abi alarmı mı?” diye fısıldadı Ogün bıyık altından gülmeye devam ederek. “Merhaba, ben de gidiyordum…”
“Merhaba, Ogün,” dedi Yunus Emre ve bana bakarken sakince ekledi: “Güle güle.”
Ogün gülerek bizden uzaklaşıp kasaya doğru gittiğinde, Yunus Emre bana dik dik bakmaya devam ediyordu. Birkaç abur cuburu bakmadan arabaya attıktan sonra, sonunda onun bakışlarına dayanamadım ve omzumun üzerinden ona bakarak, “Ne?” diye sordum. “Neden öyle bakıyorsun şimdi?”
“Ne gülüşüyordun o yakışıklı ırgatla?”
Şaşkınlıkla gözlerimi irileştirdim ve gülmemek için kendimi sıkarak, “Neyle?” diye sordum, duymamış gibi yaparak.
“Gayet de duydun beni sahtekâr seni,” dedi Yunus Emre bana dik dik bakmaya devam ederken. Elini rafa uzatıp birkaç kakaolu keki arabanın içine fırlattı. “O herif resmen seninle fingirdeşmeye çalışıyordu. Onun o gözlerini oyar, gömleğime fıstık yeşili kol düğmesi yaparım.”
“Kol düğmesi yaparsın, hem de fıstık yeşili,” dedim sırıtarak.
“Hiç sırıtma, Lavin. Adamın sana nasıl baktığını görsen sen de benim gibi düşünürdün. Nasıl poz kestiğini görmedin mi? Bu sen vurulduğunda da çok endişelenmişti. Az daha gözlerine bakarak şiir okuyacak sandım. İstanbul beyefendisi gibi davranarak kız tavlayabileceğini sanıyorsa, yanılıyor, artık 70’li yıllarda değiliz ve bu şarap şişesini ona sokarım.”
“Sen beni mi kıskandın?”
“Ne ilgisi var, Allah Allah.” Bana kötü kötü baktı. “Neden seni bayağı yakışıklı bir herifle gülüşürken gördüm diye kıskanayım ki? Gören de beni maganda kız abisi sanacak.”
“Öyle gibisin şu an.”
“Hiçbir alakası yok.”
“Gayet de öyleydi gibi…”
“Gibi ve gayet aynı cümlenin içinde kullanılır mı?”
“Kullanılmaz mı?”
“Ben de sana sordum, Lavin, kullanılır mı?”
Sırıttım. “Sen beni bayağı kıskandın ya…”
“Ne ilgisi varmış?”
“Hım…”
“Sırıtma hiç pişmiş kelle seni, alakasız alakasız işler, ne alakaymış?”
Ona yaklaşıp, zayıf yanaklarını parmaklarımın arasına alarak sıkınca bana kötü kötü bakmaya devam etti. “Kıskanıyor da beni…”
“Lama gibi tükürürüm suratına, çek elini kolunu,” diye tehdit etti beni.
Yanaklarını iyice sıktığımda, kaşları tamamen çatılmıştı. “Merak etme, ben yüz vermem ona… Hem takılıyordu sadece.”
“Ona bir takılırım, misinanın ucundaki iğne boğazına girmiş balık gibi çırpına çırpına kaçmaya çalışır ama nafile, gece yine mangalda pişen o olur.” Ellerimi tutup yüzünden çekti. “Çocuk mu seviyorsun sen ya? Hayret bir şey…”
Gülümseyip ondan uzaklaştım. Ogün çoktan marketten çıkıp gitmişti. “Onları eve çağıracaktım ama bir terslik oldu ve sanırım Ogün’ün evinde toplanacağız.”
“Bok toplanırsınız onun evinde.” Sırtımdaki dik bakışları hissedebiliyordum. “O sansarın tek derdi seninle yakınlaşmak gibi geliyor bana.”
“Teklif eden bendim.”
“Neyi lan?”
“Ya evde buluşmayı. Anlamasın diye de kimin evinde olursa olsun, fark etmez dedim.”
“Lan bu yavşak basbayağı ona senin teklif ettiğini sanıyor işte, yeşil ışık yakmış gibi oldun.”
“Ya ne ilgisi var, Yunus?” Gözlerimi devirdim. Çikolata reyonundaki Damak paketi dikkatimi çekince elim pakete doğru gitti ve yavaşça gülümsedim. Hiç düşünmeden bir tanesini arabaya attıktan sonra Yunus Emre’ye doğru döndüm. “Bir anda hadi bize gelin demek dikkat çekerdi, o yüzden.”
“Çekmezdi,” dedi. “Of. Şu İrem midir nedir, arasana o sarı kızı.”
“Ne diyeceğim ki?”
“Ogün’le karşılaştığınızı söyle, ne yaptığını sor, klasik kız muhabbeti işte ya. Hemen şak diye konuya girme.” Bir an durdu. “Lavin, farkında mısın, galiba ben senden daha fazla kızmışım…”
Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ben de aldım senden o elektriği, bayağı bilgilisin.”
“Benimle alay mı ediliyor şu an?”
“Evet,” dedim sırıtarak. Elimi montumun büyük cebine sokup, telefonumu kavrayıp çıkarırken çatık kaşlarla Yunus’a baktım. “Peki konuyu nasıl bizim eve çekeceğim ben?”
“E o kadarını da ben bilmeyeyim artık Lavin ya…”
Ona kötü kötü bakarken, “Hiç yardımcı olmuyorsun,” diye söylendim.
“İsterseniz bir kuaför günü ayarlayın, manikürüm yapılırken size akıl vereyim,” dedi Yunus dalga geçer gibi gülerek. “Hadi bakalım, bundan sonrası senin hünerlerine kalmış…”
“Kıza ne söylemem gerektiğini bilmiyorum,” dedim kuru bir sesle.
“Konuyu konuyu açar, arkadaşlar birbirlerini öylesine de arayabilir,” dedi Yunus Emre. “Hem yakışıklı yavşağı görmüş olman da araman için yeterli bir bahane. Ondan bahsedersin, konuyu ev partinize çekersin.”
Aslında düşünüldüğünde, çok vakit kaybetmene bile gerek kalmadan bunun iyi bir fikir olduğunu fark edebiliyordun. O yüzden çok üzerinde durmadım ve başımı sallayarak arabayı ona doğru ittim. “Ben dışarıda konuşayım.”
“Sen bilirsin.” Market arabasını tutup farklı yöne doğru sürerken omzunun üzerinden bana baktı. “Çok kıvırmamaya dikkat et. İllaki başka birinin evinde olsun diyorlarsa, kendini öne atman daha çok ilgi çeker, unutma.”
Başımı aşağı yukarı salladım. “Tamam.”
Dışarı çıkıp İrem’i arayarak telefonu kulağıma yasladığımda, benzinliğin saçaklarının altında durmuş yağmurun grileştirdiği şehri izliyordum. Telefon bir çatırtı sesinin ardından İrem’in sesiyle açıldı. “N’aber kızım?” diye sordu nefes nefese, “aptal koşu bandının üzerinde koşarken yakalandım. İnan o kadar çok terledim ki, bu işin sonunda tartıya çıktığımda güzel kıçımdan bir iki gram kaybetmediğimi görürsem, bu koca hurdayı camdan aşağı Herkül gibi omuzlayarak atarım.”
Kaşlarımı havaya kaldırdım. “İyiyim,” diyebildim, nefes nefese kurduğu sitem dolu cümleler beni gülümsetir gibi olmuştu ama sonra yağmurun görüntüsü ruhuma tekrardan çöktü ve sakince gözlerimi yerde biriken suya çevirdim. İçine görüntüleri kabul eden sudaki yansımaları izlemeye başladım. “Bölmüyorum, değil mi?”
“Beni bu hurdanın üzerinden kurtardın,” diye homurdandı. “Nasıl gidiyor? Okula gelecek misin? Yarın senin de dersin var diye biliyorum.”
“Geleceğim,” dedim, “markete çıkmıştım, bunaldım ve bir şeyler alıyordum, sonra da markette Ogün’e rastladım. Ayaküstü lafladık, senden falan bahsettik.”
“Hadi be?” Güldüğünü hissettim, kafamın içine görüntüsü yerleşti ve bir yerde bağdaş kurarak oturduğunu hayal edebildim. “Dün birlikteydik Ogün’le, bir şeyler içtik, bizimkiler de vardı. Biz de senin kulağını çınlattık.”
“Bahsetti,” dediğimde tekrar güldüğünü duydum. “Baksana,” diyerek kendimi topladım ve sonra o cümleyi kurdum: “Seni özledim.”
Oluşan anlık sessizliğin arkasından bir pet şişenin yere düştüğünde çıkardığı sesi duydum ve ardından İrem kekeleyerek, “Bu benim için beklenmedik bir itiraftı, Lavin!” diye bağırdı. “Çünkü ben de seni özledim ve karşılıklı olması bana çok iyi hissettirdi. Vay canına, kahrolası düz karnımda bir yumru oluşmaması için hamburger yiyemediğimde hissettiğim o açlığı, koca bir hamburger yemişim ve karnımda o yumru hiç oluşmamış gibi giderdin sanki, gerçekten böyle hissettim.”
O, onu gördüğüm ilk anda kafamda oluşan o kadın değildi. İçine indiğimde, ruhunun kapısının önüne geldiğimde anlamıştım ki kalbinde bir çocuk vardı; her insanın kalbinde illaki bir çocuk olurdu ama bazılarının çocuğu kalbinde ölüydü. Oysa onun çocuğu, sessiz olduğu için fark edilmiyordu, aslında yaşıyordu. İlk başlarda onunla asla böyle yakın olacağımızı düşünmemiştim. Hatta, yakın geçmişte o benim için sadece bir görevdi.
Şimdiyse o üzüldüğünde üzülüyordum, o sevindiğinde seviniyordum; kabul edemesem de İrem’e alışıyordum.
“Aslında Ogün’e de söyledim ama sana da söylemek istedim, yarın okulda konuşmak için vakit bulamayabiliriz.” Derin bir nefes aldım, yağmurun sesini o da duyuyor olmalıydı. Önümden geçip giden ayakkabı boyacısıyla çok kısa süren bakışmamız, yaşlı adamın başını önüne eğerek gözlerini benden kaçırmasıyla son bulmuştu; yağmurun altında İstanbul’un tenha sokaklarından birine saptı ve gözden kayboldu. Sessizce o adamın hayatını düşünürken, dilime vurulan sessizlik İrem’in dikkatini çekmiş gibi, “Hım?” diye mırıldandı.
“Ya, şey, dalmışım. Toplanalım mı diyecektim ama öyle gece kulübü, bar ya da o tarz yerlerden birinde değil, ev ortamı, sessizlik falan. Ne konuştuğumuzu duyabilelim.”
“Aa? Olur aslında.” Derin bir nefes aldı. “E toplanalım benim evde.”
“Ogün de onun evinde toplanabileceğimizi söyledi.”
“Ay onun evi çok şey… Ofis gibi…” Güldü. “Toplantıya gitmek istiyorsak, tabii, olur…”
“Fark etmez,” dedim, “bizim evde de olur, sonuçta Kartal ve ben tekiz, rahatsız eden olmaz.”
“O da olur,” dedi, “ama bak Suphi ile Cenk’in evi de olur. Hem onların şu an kaldıkları evin manzarasını aşırı kıskanıyorum. Tüm İstanbul ayaklarının altında. Sanırım bu yıl evden ayrılıp ben de tek başıma yaşamaya başlayacağım. Babam ev duvarlarının neredeyse tamamının cam olmasından yana değil de pek…”
Ne garip dertleri vardı. “Fark etmez,” diye mırıldandım. “Buluşuruz işte.”
Sonuçta ben teklifimi yapmış mıydım? Evet, yapmıştım. Eve gelip gelmemeleri artık pek önemli değildi, artık sakladığımız bir şey olma durumu İrem’in gözünde daha düşük bir ihtimal olacaktı; hatta belki de öyle bir ihtimal yoktu bile. Bir şeylerden daha konuştuk, Yunus’un marketten çıktığını görünce telefonu kapatıp montumun büyük cebine koydum ve elinden birkaç poşeti aldıktan sonra birlikte eve doğru yola koyulduk.
💫️
Bazen hislerim, suya yazdığım yazılar gibiydi. Ben onların ne olduğunu biliyordum, onları yaşıyordum ama kimse onları göremiyordu.
Terli bedenim bir yay gibi gerildi, sıkı bir atkuyruğu şeklinde topladığım saçlarımın kamçısı sırtıma vurdu ve tavanda dönen vantilatöre bakarken pozisyonumu bozmadan birkaç saniye bekledim. Ardından bedenim bir yay gibi bükülmüşken parmaklarımın ucunda birkaç defa döndüm ve bedenimin ağırlığı ruhum gibi etrafa dağılırken kuş kadar hafif olduğumu hissettim. Acı parmak uçlarımdan bileğime, oradan da dizlerime tırmandı, kalçalarımdaki sıcaklığı hissettim. Birkaç defa daha dönüp durduktan sonra bu kez başımı tamamen geriye atıp kollarımı da arkaya doğru götürdüm, yavaşça attığım ters taklanın devamı yüzüstü yere uzanıp başımı tekrar havaya kaldırarak beklememle son buldu. Bu, bir dansın son nefesiydi.
İsminin Akif olduğunu bildiğim hoca avuçlarını birbirine vurarak, “Muntazamdı,” dedi. “Bunun için çok çalışmış olmalısın.”
İç sesim, hayır, dedi. Kendimi esnetmiyordum bile. Ama yine de başımı sallayarak, “Evet,” dedim yerden kalkarken.
Kartal’ın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Kenara geçmiş, aynanın önüne gerilmiş demir çubuğa yaslanmış, sadece beni izliyordu; tıpkı diğer tüm sınıfın son on dakikadır yaptığı gibi.
Akif Hoca, “Bu arada yıl sonu gösterisi için bir koreografi hazırladın mı?” diye sorunca, terimi beyaz havluya silerek karmaşık bir ifadeyle ona baktım. Mümtaz’dan sonra bir de bu herif çıkmıştı başıma. “Duyduğum kadarıyla buzda da çok iyiymişsin ve bir dans gösterisi hazırlaman gerekiyormuş. Yanlış mı duydum yoksa?”
“Evet, öyle bir şey söz konusuydu ama benim hiç çalışma şansım olmadığı gibi bunu isteyen ben değildim.”
Akif Hoca birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra konuştu. “Buzda iyi olmana şaşırmamalı, kendin gibi soğuğu seviyorsun demek ki.” Adama garip garip baktım, bana sevimsiz bir şekilde gülümsedi. “Hazırlanmaya başlasan iyi edersin.”
Adama her ne kadar öfkeyle baksam da dudaklarımdan sade bir, “Tamam,” döküldü. Aslında o tamamın içinde hiç duymadığı, gün yüzü görmemiş küfürler de vardı.
Birkaç öğrencinin arasında dikilmiş saatine bakan Emir’e doğru döndüğüm an, ona döndüğümü hissetmiş gibi kafasını kaldırıp, gözlerini saatinden ayırarak bana çevirdi. Bakışmamız sakindi. Bir süre önce tanıdığım, birçok şeyi sakladığım sahte bir arkadaşa değil, artık her şeyi bilen, bir şeyleri yaparken ne amaç güderse gütsün bize yardım eden gerçek bir arkadaşa bakıyordum. Bakışlarımdaki duyguyu sezmiş gibi bana hafifçe gülümseyip göz kırptı. Sadece başımı sallayarak Kartal’a yöneldim.
“Onca konunun arasında bir de nelerle uğraştırıyorsun beni,” diye söylendim havlumla koluna vurarak, bana alayla baktı ama bir şey söylemek yerine akşam elması gözlerini Emir’e çevirdi.
“Şu herifi de göz önünden ayırmamak gerek,” dedi, bunu yalnızca benim duyabileceğim bir tonda söylemiş olsa da sanki öfkeyle bağırmış da bir şeyleri yıkmış gibi bir tedirginlik oluşturmuştu içimde. Kartal güvenmiyordu. Bu hikâyede kimseye güveni yoktu. Ama onun gözlerine baktığımda, onun tek güvendiği olmak çok başka bir duyguydu. Yine de onun güvenin ne olduğunu bilmesini, güveni tatmasını isterdim.
Başımı salladım.
Gözleri yüzümde dolaştı, ardından, “Gidip üzerini değiştir istersen, terin teninde soğumasın, eklem ağrısı yapar,” dedi. Bugün okuldaki duşlar arızalıydı, sadece soğuk su akıyordu ve dışarıda karla karışık yağmur yağıyordu, o yüzden duş al kısmını atlamıştı. Terli tenimdeki kıyafetleri çıkarıp yeni kıyafetler giyecek olmak bana iğrenç geldiğinden, derin bir nefes alarak gözlerimi baydım. Bir an önce eve gidip duş almak istiyordum.
“Duş almam gerek,” dedim kuru bir sesle. “Bir dersim daha var. Dans etmeyeceğim ama izleyici olarak gideceğim. Büyük salonda olacakmış, gösterilerin olduğu salonda.”
“Nasıl yani?” Bana garip garip baktı. “Sen ve ben aynı derslere giriyoruz, başka ders yoktu. Gösteri salonunda ders mi görülüyordu?”
“Öyle değil, kızların olduğu bir ders, erkek öğrenciler sadece izleyici olarak girebiliyormuş sınıfa.” Bana daha da karmaşık gözlerle baktığında, “İrem’le arayı sıkı tutmaya çalışıyorum, o yüzden onun sınıfına gideceğim,” diye açıkladım.
“Bale mi?” Şaşkınlık, gözlerinin çukurunda dalgalanan alevler gibiydi, başımı iki yana salladığımda kaşları havaya doğru kalktı. “Peki ya ne?”
“Ben de bilmiyorum, okulda bu eğitimi şimdilik sadece kız öğrencilere vereceklermiş, sanırım yeni bir tür.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Uzun zamandır hayatımda bale yoktu; oysaki bir süre önce hayatımın tamamı dans üzerine kuruluydu ve bayrağı elinde tutan baleydi. Kartal’ın baleyle ilgili soru sorması bile beni düşüncelere daldırmıştı.
“Tamam,” dedi, elinin tersiyle alnımı silerken dudakları yukarı kıvrıldı. Birden etrafımızdaki insanların varlığını hatırlamak yanaklarıma dikenler gibi batmıştı ama Kartal bunu pek de umursuyor gibi durmuyordu. Terimi elinin tersiyle sildikten sonra yeniden konuştu. “Ders ne zaman?”
“İki saati var sanırım.” Bakışlarımı Emir’e çevirdim, uzun boylu, zayıf bir çocukla sohbet ediyordu. “Diğerlerinin yanına gidelim.”
“Kafeteryadadırlar,” dedi Kartal, ellerini eşofmanının ceplerine soktu. “Sen git, ben Emir’i alıp gelirim.”
Ona kuşkuyla baktım. “Bir şey mi konuşacaksınız?”
“Belki,” diye açık uçlu bir cevap verdi. “Sen git.”
Başımı aşağı yukarı salladım ama kafamda bir ton soru işareti kalmıştı. İnada bindirip ne konuşacaklarını çok rahat öğrenebilirdim ama açıkçası soru işaretleri ne kadar fazla olursa olsun, şu an kafamı vermek istediğim Emir ve Kartal’ın konuşacakları değildi. Bedenim inanılmaz gergindi, kas ağrısı çekiyordum, terliydim ve karnım gerçekten çok acıkmıştı. Sigarasızlıktan kamaşan dişlerim de cabasıydı.
Sınıftan çıkan ilk öğrenci ben oldum, bel boşluğumdan gözyaşı gibi inen teri hissettiğimde omzuma attığım havluyu alıp çıplak sırtıma sürttüm, yarayı hatırlayınca dudaklarımı birbirine bastırdım. Dikiş izi her ne kadar bozuk bir görünüm sunsa da insanlar bunun düştüğümde olduğuna gerçekten inanmıştı. Koridor bomboştu, herkes kendi dersliğinde olmalıydı. Bir hastanenin koridoruna benzeyen koridorda tek başıma ilerlediğim sırada, dersliklerden birinin kapısı açıldı ve öğrencilerin uğultusu koridora yayıldı. Çok geçmeden açılan kapının arkasında Ogün belirdi ve yüzüme kan gibi oturan şaşkınlığı gizleyemedim.
Ogün’ün gür ve saçlarının rengindeki koyu kaşları şaşkınlıkla çatılırken, yüzümdeki ifadeyi silmeye dikkat göstererek, “Selam?” dedim sorar gibi. “Başlamışsın.”
“Selam,” dedi başını sallayarak. Salaş giyinmişti. “Isınma turları diyelim. Dersin yeni mi bitti?” Gözlerini yüzümde gezdirirken kapıyı yavaşça kapattı. “Yüzüne doluşan kana bakılırsa, evet, yeni bitmiş.”
“Evet,” dedim, bunu derken başımı da sallayıp onayı güçlendirmiştim. “İremlerin yanına gidiyordum.”
“Ben de bir kahve içip müdirenin yanına çıkacağım. Sanırım sizin yanınızda oturmam pek hoş karşılanmaz bu aralar.” Keyifsiz bir nefes aldı. “Keşke öğrenci olarak gelseydim…”
“Takma kafana,” dedim kuru bir sesle.
“Ee, kimde toplanıyoruz? Kararlaştırdınız mı?”
“Hayır,” diye mırıldandım. “Ha İremlerde, ha bizde, ha sende, ne fark eder? Eğlenelim de.”
“Doğru,” dedi ve kafasını kaşıdı. “Tutmayayım seni.”
“Sonra görüşürüz,” dedim sadece, ondan uzaklaşmaya başladığım sırada, yeşil gözlerinin sırtımda olduğunu biliyordum.
Birdenbire, “Lavin,” dedi, sesi karmaşıktı, hatta öyle çok karmaşıktı ki sanki Tanrı parmaklarını ses tellerine batırıp telleri birbirine düğümlemişti. “Sırtındaki o iz…”
Her şeyi bildiğini hatırlayınca nefesimi tutarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Bakışlarındaki hüznü gördüğümde kendimi suçlu hissettim. Neyse ki şu korumaların husumeti iyi ki geçmişe dayanıyordu, yoksa onu kandırmak çok zor olurdu çünkü ona baktığımda gerçekten zeki bir adam görüyordum.
“Kartal’ın dediğini gibi, durumu Sadık Parlak’a anlattım ama yaralandığından bahsetmedim, İrem’e söylerdi çünkü.” İrem’den bunu saklamak onun canını sıkıyormuş gibi gözlerini kıstı. “Güvenliği arttıracaklar.”
“Umarım tekrar böyle tatsız bir olay yaşanmaz.”
“Umarım. Yine de eğer şüpheli bir durum yaşarsan, bu durumu Sadık amcaya anlatalım derim,” dedi.
“Mathilda kılığındaydım, Ogün, sorun yok.”
“Ne olur ne olmaz.” Gözleri tekrar ize dokundu. “İrem düştüğüne ve dikiş atıldığına inandı ama bu iz bayağı bozuk görünüyor, inanmayanlar olacaktır.”
“Sanmam,” dedim.
Umursamazlığım Ogün’ün canını sıkmış gibi, “Yaşadığın olay ciddi bir olaydı,” deyince ona kötü kötü baktım. “Bu kadar hafife almamalısın.” Koruyucu tavrı beni şaşırtmamıştı aslında, her nedense birdenbire beni koruyor olması beklediğim bir şeymiş gibi sakinlikle karşıladım bunu. Yeşil gözlerini yüzüme diktiğinde de gördüklerim kesinlikle arkadaşlıktan fazlasıydı ama bu konuyu Kartal’a açabilme imkânım yoktu.
“Beni düşündüğünü biliyorum ama bu konuyu kapatmak istiyorum, bunlar alışkın olduğum şeyler değil. Üstelik bir süre kulübe bile gidebileceğimi sanmıyorum çünkü o gece rüyalarıma giriyor.”
Ogün birden suspus olup başını salladı. “Üzgünüm.”
“Üzgün olma,” dedim yavaşça. “Orada olman benim için şanstı.”
Şaşkınlık yeşil gözlerini ele geçirdiğinde, daha fazla oynayamayacağım için sırtımı ona döndüm ve ondan uzaklaşmaya başladım. Ogün’ün bana ilgi duyması beklemediğim bir şeydi ama yeşil gözlerinde gördüğüm bariz bir ilgiydi, hatta belki de fazlasıydı… Bunun böyle olmaması gerekirdi. Kendimi bu olayın orta yerine sürüklediğimde, almayı beklediğim sonuçlar bunlar değildi. Yorgun bakışlarım koridorun sonuna yerleştiğinde, yanılmayı isteyen tarafım kalbime ağırlık yapıyordu. Kuruntu yaptığımı düşünmek istiyordum ama hayır, Ogün basbayağı benimle flört etmek istiyor gibiydi. İlk başta da bana askıntı olacağına dair imalar yaptığı olmuştu ama o zamanlar ciddiye almamıştım, hatta o zamanlar onu tanımadığımdan sert çıkışmıştım. Kartal bunu fark edecek olursa, işte o zaman asıl sıkıntı başlayacaktı ve bir şeyleri saklamamız daha da güç duruma gelecekti.
“Umarım sadece kafamda kuruyorumdur,” diye söylenerek kafeteryanın olduğu kata çıkmaya başladım. Derslikler yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı ve tam kafeteryanın olduğu kattaki dersliğin kapısı açıldığında, içeriden önce dans hocası, ardından da Berra ile Ceyda çıktılar. Ceyda’nın bol, siyah eşofmanı ve üzerine giydiği gri sporcu sütyeni terden koyu renge bürünmüştü. Hemen arkalarından İrem de sınıftan çıktı ve sımsıkı toplanmış sarı saçlarının altına yerleştirilmiş güzel surat bana doğru çevrildi. Parlak mavi gözleri beni gördüğü an irileşirken, “Duşlarda sorun varmış,” diye homurdandı.
Gülümseyerek, “Merak etme, kötü kokmazsın,” dedim, bu onu da güldürdü ama elindeki havluyu yüzüne sürtüp duruyordu. İrem’in yanında ilerlemeye başladığımda Ceyda ve Berra bana gülümsediler.
“Ogün’ü gördün mü?” diye sordu havluyla boynunu kuruladığı esnada. “Başlamış.”
“Az önce ona denk geldim. Müdirenin yanına gidecekmiş.”
Şaşkınlıkla, “Kahve almadan mı?” diye sordu.
“Kahve alıp,” dedim, birbirleriyle ilgili her şeyi bilmeleri beni içten içe yumuşacık yapmıştı aslında. Bir zamanlar o ve ben de birbirimizle ilgili her ayrıntıyı bilirdik; o benim güne sigara içmeden başlayamadığımı, bense onun süt tozu olmadan kahve içemediğini bilirdim. Kalbim sızlasa da yüzüme çizilen sahte ifade silinmedi.
Kafeteryaya girdiğimiz an bir tost ve kahve aldım. İrem ve diğerleri de yiyecek bir şeyler almışlardı ama o kadar açtım ki ilgilendiğim tek şey tabağın içindeki tosttu. Çok geçmeden Kartal ve Emir de kafeteryaya girdiler. Tostumun kalan yarısını ısırdığım esnada İrem, “Bunlar nasıl oldu da birbirini yemeden yan yana yürüyebildi?” diye sordu.
Emir, “Ee, kimde toplanıyoruz?” diye sordu hemen karşımdaki armut koltuğa otururken. “Bu akşam mı toplanıyoruz?”
“Yarın akşam toplanalım,” dedi İrem. “Bu gece dizi izleyip dinlenmek istiyorum, bütün geceyi yatakta geçirmek gibi şımarık planlarım var…”
“Nerede toplanacağız peki?” Ceyda kafasını kaldırıp İrem’e baktı. “Ben Suphi’ye söyledim, bizde de olur diyorlar.”
“Fark etmez, bizde de olur,” dedim yavaşça, Kartal’ın gözleri bana saplanınca çok ısrarcı olmamam gerektiğini fark etmiş gibi konuyu farklı noktaya taşıdım. “Bu arada duşlardaki problemi bugün çözemezler, değil mi?”
“Yok ya,” dedi İrem öfkeyle. “O kadar kötü hissediyorum ki, hemen suyun altına girmem gerek.”
Masada konudan konuya atlanıyordu. Suphi ve Cenk’in evinde buluşacak olmak her ne kadar modumu düşürse de bunu çaktırmamaya çalıştım ama Kartal gözlerini bana her sabitleyişinde, zihnimin içini tıka basa dolduran düşünceleri görüyormuş gibi hissediyordum. Emir’in de bakışları bana dokununca onun da konuya hâkim olduğunu düşünerek kaşlarımı farkında olmadan sertçe çattım.
“Baksanıza,” dedi Emir. “Geçenlerde Lavin’e uğramıştım, onların kaldığı ev de bayağı iyi. Bir dahakine gidip onun evini dağıtalım.”
Konuyu bildiğini daha net anlamamı sağlayan cümlesine karşılık sadece gözlerinin içine baktığımda, İrem, “Aa, olur,” dedi. Sonra mavi gözleri kafeteryanın girişine çevrildi ve orada donup kaldı.
Bakışlarım onun bakışlarına takılarak baktığı yöne doğru aktığında, kalbimin atışları göğsümün içine sinerek sessizliği giyindi. Oradaydı, basketbol tişörtünü anımsatan tişörtünün kol kısımları aşağı doğru öyle genişti ki kaburgalarını görüyordum, göğsüne doğru inen yuvarlak yakadan da kardelen çiçeği dövmesinin yarısı görünüyordu. Onu en son o gece mekânda görmüştüm, geçen zamana rağmen saçları hâlâ aynı kısalıktaydı, yüzünde siyah bir şekilde yeşermiş sakal, uzayarak kirli sakala dönüşmüştü. Bakışları düz ve sabitti, sakince kafeteryaya girdi, donat ve keklerin olduğu tezgâha ilerleyip sırtını bize döndü. İrem derin bir nefes alarak gözlerini masaya indirdi.
Toprak’ın hareketleri bir süre zihnime akmaya devam etti.
Suphi’nin masanın ortasına bir gazete fırlatmasıyla, kafamı kaldırıp masanın önünde dikilmeye başlayan Suphi ve Cenk’e baktım. Suphi’nin üç numara saçlarını gri görmek beni şaşkına çevirmişti ama belli etmemeye çalıştım. Cenk’in üzerinde pelüş bir kürk vardı, düzgün bir şekilde fönlenmiş sarı saçlarını savurarak zaferle gülümsedi.
“Şu habere bakın, hem de hemen.”
Suphi genişçe gülümsedi, Cenk’in aksine salaş giyinmişti, muhtemelen saçını boyayan kişi Cenk’ti, inanılmaz mantıklı gelmişti bu düşünce bana. Bakışlarımı masanın ortasına atılan gazeteye indirdim ve kaşlarımı kaldırarak ilk sayfadaki dev manşete baktım. Şaşkınlık bir hastalık gibi hücrelerime yayılırken gördüğüm görüntüyü algılamaya çalıştım. Manşeti var eden görsel, bu okulun olduğu görseldi ve hemen üzerinde büyük, siyah harflerle şöyle yazıyordu: İstanbul’un Gözde Dans Okulu, Bu Yılki Dans Yarışmasına Katılıyor.
“Bundan haberim yoktu,” dedi İrem gazeteyi kapıp sayfayı gözüne sokarak. “Dans yarışmasına mı katılıyoruz?”
“Hepimiz değil şekerim,” dedi Cenk sarı saçlarını savurarak. “Çiftler katılıyor sadece ve tabii ki en iyi olanlar kabul edilecek.”
“Çift mi? Ben baştan kaybettim ya.” İrem gazeteyi masanın üzerine atıp gözlerini devirdi. “Ee, siz birlikte mi katılacaksınız?”
Suphi başını salladı. “Evet, çift olarak katılacağız ön elemelere.” Bakışları bana çevrildi. “Lavin, siz de Kartal ile katılsanıza çift olarak. Duyduğum kadarıyla iyi dans ediyormuşsunuz birlikte.”
Omuzlarımı yukarı dikip kaşlarımı kaldırarak başımı iki yana salladım. “Ben almayayım.”
“Neden?” Cenk bana büyüklük taslayarak baktı. “Bana yenilmekten mi korkuyorsun hayatım?”
Ona aldırış etmedim. İrem, “Aa, güneş mi açtı?” diye sordu kafasını cam tavana doğru kaldırıp, duran yağmuru ve yayılan hafif ışığı izleyerek.
Cenk böbürlenerek güldü: “Tabii ki, ben geldim.”
İrem yüksek sesle güldü, ben de farkında olmadan gülümsemiştim. Kartal’a takılan bakışlarım, gözlerindeki yansımamı görünce durgunlaştı. Dudaklarını hafifçe yukarı bükerek, “Aslında biz de yarışmaya katılabiliriz,” dedi. “En azından ön elemeleri geçmeyi deneriz.”
İkimiz de kabuğumuzdan çıkıp sohbete dahil olmuştuk olmasına ama Kartal’ın ortaya attığı fikir birden beni dehşete düşürdü. Onca işin gücün arasında bir de dans yarışmasıyla nasıl uğraşabilirdik ki? Bakışlarıma dikilen uyarıyı görse de bunu önemsemeden Suphi’ye doğru döndü. “Belirli bir tür üzerine mi yoksa istediğimiz dalda mı?”
“İstediğiniz dalda, problem yok,” dedi Suphi. “Sadece buz dansı düşünüyorsanız, bildiğim kadarıyla buz yok kategoriler arasında.”
“Sorun yok, başka dallarda da gayet iyiyizdir.”
“Kartal benim fikrimi sordun mu?” diye sordum sertçe. “Bununla uğraşmak istemiyorum.”
“Dans etmeyi seviyorsun, bence içten içe bu yarışmayı da istiyorsundur.”
“Ay, kavga var,” dedi Cenk armut koltuklardan birine kendini atıp yayılarak oturmadan önce. “Evet, kaos istiyorum, yapın bunu…”
“Dans etmeyi seviyorum ama yarışmak falan istemiyorum,” dedim. “Zaten iki hoca çoktan bana kafayı takmış durumda, yıl sonu gösterisi hazırlamam için darlıyorlar, bir de yarışmayla hiç uğraşamam, Kartal.”
“Uğraşırsın,” dedi inatla.
“Hayır, senin dediğin olmayacak.” Ona dimdik bir çeneyle baktım. “Kendi başına karar veremezsin.”
Kartal bana öyle dik baktı ki, bir an durup sakinleşmek, sonra da kalkıp yumruğumu onun suratına indirmek istedim. İkimiz de susup kabuklarımıza çekildik ve tek kelime etmedik. Var olan sohbet bizsiz devam ederken ben kafamın içindeki düşünceleri masanın ortasına dökmüşüm de hepsini izliyormuşum gibi gözlerimi masaya dikmiştim.
Masadan uzaklaştığımda düşünceler başımın içindeki çöp yığını gibiydi. Biraz dolaşma bahanesiyle aralarından kaçmıştım. Koridorda ilerlediğim sırada elinde bir donatla duvara yaslanmış, kulağına taktığı kulaklıktan yayılan müziğin sesi duvarlara çarparak büyüyen Toprak’ı gördüğümde, adımlarım yavaşladı. Çikolatalı donatı ağzına götüreceği sırada izlendiğini fark etmiş gibi omzunun üzerinden bana doğru baktı ve beni görünce koyu renk gözlerinden anlık bir duygu geçip gitti. O duyguyu yakalayamasam da beni tanıdığını bildiğimden bunu garipsemedim.
Adımlarımı tekrar güçlendirip ona doğru yaklaşmaya başladım. Ona yaklaştığımı anladığında, kulaklığının birini kulağından çıkarıp omzundan aşağı doğru serbest bıraktı. Donattan aldığı ısırığı çiğnerken kaşlarını kaldırıp bana meraklı gözlerle baktı ama aynı zamanda o gözlerde cansız bir şeyler de vardı; gözlerinin içinde, her insanın gözlerinde olan o parıltıdan yoktu.
“Selam,” dedim gözlerimi koyu renk gözlerinden çekmeden. Bakışları kısaca gözlerimde kaldıktan sonra başını sallayarak gözlerini benden uzaklaştırdı.
“Selam,” dedi sadece.
“Dövmen,” dedim parmağımla tişörtünden görünen dövmeyi işaret ederek. “Çok güzelmiş.”
Bana bakmasa da dudakları buruk bir şekilde yukarı büküldü, gözleri yerdeyken donatı ağzına yaklaştırıp ısırmadan bekledi. Ardından, “Onu gördüğüm ilk an benim olmasını istedim,” dedi, birden bahsettiği dövme değilmiş de Kardelen’miş gibi içim titrese de sakince onu dinledim. “Öyle güzeldi ki, kalbimden başka bir yere yakışmazdı.” Donatı dudaklarından uzaklaştırdı. “Kalbime kazıdım ama zamanla bu bile bana yetmedi.”
Birkaç saniye dilim tüm kelimeleri enkazdan kurtarmak için ağzımın içini kazıdı, sonunda ölmeyen birkaç yaralı kelimeye ulaştığımda, “Neden burada olduğunu biliyorum,” dedim.
“Neden buradaymışım?” Sorusu umursamaz yükselse de sesine sinen o burukluk, hiçbir zaman ondan kopmayacakmış gibi onun bir parçası hâline gelmişti âdeta. İçim onun yaşadıklarını düşünmenin kahrıyla dolarken, sadece gözlerinin içine baktım ve o da bir süre sonra gözlerimden aldıklarıyla yola çıkarak kelimeleri birleştirip cümlelere çevirdi. “Senin neden burada olduğunu biliyorum. Alaşan’ın da neden burada olduğunu biliyorum. Neyin peşinde olduğunuzu da biliyorum, doğru.” Elindeki donattan bir ısırık alıp gözlerini benden uzağa çevirdi. “Ama sen benim neden burada olduğumu bilemezsin.”
“Aynı sebepten burada değil misin?”
Bir an durup dişlerini sıkarak gözlerini yumdu. “Sence bunun için burada olsaydım, sizin kadar sakin kalabilir miydim?” Gözlerini bana çevirince onun gözlerinde kahrı ve öfkeyi gördüm; acıyı ve kaybı… “Ben buradan birinden şüphelenseydim, yani sizin gibi,” dedi tehlikeli bir sesle ve sonra fısıldadı, “o kişi çoktan ölmüş olurdu.”
İliklerime kadar soğuğu hissettiğimde, Toprak’ın gözlerindeki kesinliği görmek ruhumun üzerine buz parçaları dökülmüş gibi titrememe neden olmuştu. Bakışlarım ondan kopmadı, ruhumun ruhundan alacakları vardı ama Toprak, son sözünü söylemiş gibi gözlerini benden ayırdı.
“Beni tanımıyorsunuz,” dedi, bunun altını çizmek istiyormuş gibi söylemiş olsa da sesi son derece sakindi. “Ben de sizi tanımıyorum.”
“Neden buradasın, Toprak? Öylesine değil, biliyorum.”
“Nereden biliyorsun?” Bana omzunun üzerinden tekrar şiddetle baktı. “Belki yaşamaya çalışıyorumdur, ha?”
“Yaşadığını mı sanıyorsun?” Ona acıyor gibi baktığım an, öfkesinin tekrar yukarı kabardığını hissettim ama geri çekilmeye niyetim yoktu. “Sen sadece yaşadığını sanıyorsun. Elinde bir içki kadehiyle kafanı ışığa kaldırıp ölü gibi dans ettiğinde yaşamış mı oluyorsun?”
“Haddini aşıyorsun.”
“Aşmıyorum. Öylesine burada değilsin, bunu biliyorum.”
“Bu meselede tek başımayım,” dedi birden sertçe. “Ben size bulaşmıyorum, siz de bana bulaşmayın.”
“Toprak,” dedim sertçe. “Birinden mi şüpheleniyorsun?”
Sadece gözlerimin içine baktı. Sadece bunu yaptı.
Ona dehşet içinde baktım. “Sen birinden şüpheleniyorsun.”
“Kimseden şüphelendiğim falan yok. Sen daha açıkça bana ne için neyden şüphelendiğimi bile söyleyemiyorsun, bir de kalkmışsın bana yaşamadığımı mı söylüyorsun? Sen önce yaşadığımız şeyle yüzleş. Söyleyebiliyor musun?” Gözlerimin içine dik dik bakıyordu, bir an kalbimin avuçlarının arasında olduğunu ve Toprak’ın kalbimi acımasızca sıktığını hissettim. Beni yüzleştirmek istediği şeyden uzun zamandan beri kaçsam da aslında kaçmak için saptığım her sokakta o şeyle karşılaşıyordum. O bunu biliyor muydu? “Ne olduğunu söyle hadi, Lavin. Söylemeni istiyorum, fazlasını değil. Sen kendin bununla yüzleşebiliyor musun da beni yüzleştirmeye çalışıyorsun?”
“Kardelen öldü,” dedim birden sertçe ve o an, onun kalbine bir yumruk atmışım gibi sarsılarak sırtını duvara yaslayıp bana bir çocuğun gözleriyle baktı. “Peki sen yaşıyor musun?”
Parmakları hafifçe havaya kalkınca gözlerim ellerine kaydı. Parmaklarının titrediğini gördüğümde bunu beklemediğim için şaşkınlıkla gözlerimi onun gözlerine çevirdim. Parmaklarını dudaklarına bastırıp, “Şş,” dedi kısık bir sesle. “Bir daha bana bunu yapma.” Birden sırtını duvardan ayırıp arkasını bana dönerek hızlı adımlarla koridorun diğer ucuna doğru yürümeye başladı. Pişmanlık kalbime bir ok gibi girmişti de kürek kemiğimden okun sivri ucu çıkmıştı sanki. Kulağına kulaklığın aşağı sarkan ucunu yerleştirip hızlı hızlı benden uzaklaştığı anı, olduğum yerden bir santim bile hareket etmeden öylece izledim.
Kalbime bulanık bir acı doldu.
Merak ediyordum, bu haberi aldığında hissettikleri tam olarak neydi?
Bakışları uzun süre aynı yerde sabit kaldı.
Bakışlarının takıldığı yerde gördüğü şeyin ilgisini çekebilmek için sırf, kendini sebepsiz yere yaraladığı anlar olmuştu. Ruhundaki yaraları, gözlerinden gözlerine bir pencere açarak gösterdiğinde, onun için o kadının cennetten üzerine savrulan küller olduğuna inanmıştı.
Bakışlarını bilgisayarın ekranından ayırmadı.
Fotoğrafının üzerine tıkladı, büyüttü ve kızın bir yaradan daha fazlası olan kahverengi gözlerine baktı. Ona ne zaman baksa, kalbi çırpınmayı keser, göğsünde sessiz bir canavar gibi karanlığa çekilirdi.
Bir süre fotoğrafı süsleyen detaylarını izledi. Yüzü her detayının üzerinden geçilmiş bir resim gibiydi. Bu resmi Tanrı’nın çizdiğini düşündü.
“Toprak,” diye seslendi Serkan içeriden. “Hadisene, kulübe gitmiyor muyuz lan?” Serkan içeri girince onun varlığını hisseden Toprak, yüreğinin ağzına taşındığını hissetti. Panikle bilgisayarın kapağını indirdi ve kafasını kaldırıp sakinliği bulaştırdığı gözlerle Serkan’a, yani ev arkadaşına baktı.
“Ne oldu birden lan?” diye sordu Serkan ona tuhaf tuhaf bakarken. “Geç oldu, gideceksek gidelim. Kulüp kapanmadan iki tek atmak istiyorum.”
“Hazırlanayım,” dedikten sonra arkadaşına dik dik baktı Toprak.
“Tamam.”
“Hazırlanacağım,” dedi ters bir sesle. “Çık.”
Birden sokak kapısı bir karanlığı içeri taşıyormuş gibi sertçe açıldı ve evin içine dışarıdaki karanlık ile birlikte bir haber girdi. Toprak, kapısı açık duran odasının dışına baktığında, koridorun ortasında dikilen, bir süredir aynı derslere girip aynı evi paylaştığı bir diğer arkadaşı Ekrem’i gördü. Ekrem nefes nefeseydi, dili damağı kurumuş gibiydi, üstelik beti benzi de atmıştı.
“Ne oluyor?” diye sordu Serkan. “İyi misin lan? Ne oldu? Betin benzin atmış.”
Toprak’ın kaşları çatıldı. Sanki o an tüm dünya alev altındaydı ve onun elinde bir bardak su vardı; o suyu kendi içine mi yoksa dünyaya mı dökmesi gerektiğini bilmeden sakince arkadaşına baktı ama kalbi olağanüstü bir ağrıyla çarpmaya başlamıştı. İçinde ilerleyen o sakinlik birdenbire durmuştu da damarları kanıyla boğulmaya başlamıştı sanki.
“Kulüpte biri ölmüş lan!” diye bağırdı Ekrem, kara haberi sırtına yüklenip bir canavar gibi sızmıştı evin içine. Yüzündeki kan iyiden iyiye çekildi, yaşadığı şoku atlatamamış gibi bir hâli vardı.
Ayağına bağlanan taşları hissetti Toprak, sonra büyüyerek ona yaklaşan dalgaları. Taşın ağırlığıyla hareket ettiremediği ayağı artık suyun altındaki zemine değmiyordu; boğulduğunu fark etti.
Koyu kahverengi gözleri doğrudan arkadaşındaydı, aslında gözleri geceden bile siyahtı. Ekrem, ellerini dizlerine koyup soluk soluğa, “Kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu ve cehennemin kapıları usulca aralandığında alevlerin kokusu odayı kapladı. Ekrem, tahminleri beklemeden direkt olarak söyledi. “Kartal yok mu? Alaşanlardan. Onun kız kardeşi Kardelen.”
Kalbinden bir şarjör dolusu kelime boşaldı.
O an öyle bir baktı ki, sanki ölen sadece kendisiydi.
Ölmüş gibi değildi.
Onun ki babasını gömerken bile yüzünde soğuk bir mezar taşı vardı.
Oturduğu yerde bir mezar taşı oldu, ayağa kalkamadı.
Gözlerini kırpamadı.
Ağzını açamadı.
Göğsünde onun için olan o geniş yere sığdıramadığı, bir tabutun içine mi sığacaktı?
Bakışlarım boşlukta asılı kaldı. Biri bir anda omzuma dokununca ürpererek o kişiye doğru döndüm. İrem’in bebek mavisi gözlerinde şaşkınlığı görür gibi oldum, ardından bana ne olduğunu sorgular gibi bakıp, “Her şey yolunda mı?” diye sordu. “Burada öylece dikiliyordun. Biri canını mı sıktı?”
“Hayır,” diye fısıldadım, içime oturan ağırlığı kovmak ister gibi ağır ağır gözlerimi kırpıp, içime yakıcı bir nefes doldurdum. “Diğerleri nerede?”
“Gösteri salonuna gittiler,” dedi İrem, elini yavaşça omzuma koyup sıktı. “İstersen katılma, eve gidip bir duş al. Hayalet görmüş gibi bakıyorsun.”
Hayalet görmüştüm, doğru. Geçmişte birinin arkasından dünyaya gömülen birinin hayaletini görmüştüm. Sakince başımı iki yana salladım. “Hiç, aklıma bir şey geldi.”
“Sırtındaki iz biraz kötü görünüyor,” dedi yavaşça, konuyu değiştirmek istediğimi anlamış gibiydi ama saptığı konu da pek doğru bir konu değildi. “Dikişi herhangi bir hastanede falan mı attırdın? Özensiz.” Ah, evet, o tam olarak şımarık zengin kızıydı ama kalbini bildiğim için bunu yadırgamadım. “Ne kadar kötü düşmüş olabilirsin ki? Ya kafanı vursaydın?”
“Önemi yok, ben iyiyim,” dedim gülümseyerek, gülümserken yanaklarım sanki dakikalarca ağlamışım gibi gergindi.
“İze kötü görünüyor dedim diye beni tokatlamak istemedin mi?” Gülerek sormuştu bu soruyu. Ardından elini omzuma atıp beni kendine doğru çekerek yürütmeye başladı. “O iz bence aşırı seksi durmakla birlikte, sporcu sütyenin onu büyük ölçüde gizliyor. Hem dövmen… O koskoca kanatların yakışacağı tek vücut kesinlikle senin vücudun olurdu. Çok güzel.”
“Bana mı asılıyorsun sen?”
“Düşünmedim değil,” diye takıldı bana. Birlikte gösteri salonuna kadar yürüdük. Tribünlere oturmuş öğrencileri gördüğümde, okulda ne kadar da hiç rastlamadığım tipler olduğunu bir kez daha anlamıştım. Sayıca epey fazla zengin çocuğu vardı burada. Kendimi pek buraya ait hissetmiyordum. Hatta baktığım her suratta bol miktarda züppelik seziyordum ama yine de ön yargılı olmak istemiyordum.
“Şu erkek öğrenciler de hemen toplanmışlar,” diye söylendi İrem rahatsız bir sesle. “Sadece kızlara verilecekti bu eğitim.”
“Erkeklere neden verilmiyor?”
“Son derece estetik bir türmüş.”
Gözlerimi gösteri salonun ortasına çevirir çevirmez, tavandan aşağı sarkan büyük, beyaz ipek kumaşlar dikkatimi çekti.
“Bunu biliyorum,” dedim birdenbire. “Hava dansı.”
“Hım?” İrem çarşafa doğru baktı, kaşları havalandı. “Aa… Bunun eğitimini veren yeni biri mi geldi?” Etrafına garip garip baktı. Tribünlerde Emir ile Kartal yan yana oturuyorlardı ama konuşmuyorlardı, ikisinin de gözü sahnedeydi. Bir basketbol sahasını anımsatan salonun ortasına doğru ilerleyip, beyaz kumaşı tutup yavaşça salladım.
“Cambazlık gibi düşün,” dedim. “Estetik elbette önemli ama vücudunun her zerresini iyi kullanabilenlerin tercih etmesi gereken bir dans türü. Bu ilgimi çekti.” Kumaşı yavaşça okşarken omzumun üzerinden İrem’e baktım. “Bale yapıyorsun, kasların inanılmaz güçlü olmalı, bence sen de deneyebilirsin.”
“Ben almayayım,” dedi İrem. “Ama bence sen yapabilirsin.”
“Ne?”
“Buzda dans etmek de ciddi bir şekilde denge ve kas kuvveti istiyor bence,” dedi. “Seni havada dans ederken düşünebiliyorum. Bence çok esneksin.”
“Öyle mi düşünüyorsun?” Çok kısa bir anlığına, içime yerleşen sıkıntıyı benden uzaklaştıran yine dans etme düşüncesi olmuştu. Parmaklarım kumaşta gezindiği esnada, “Sanırım bu ilgimi çekerdi,” diye küçük bir itirafta bulundum.
“O zaman neden denemiyorsun?” Sesin sahibi İrem değildi ama tanıdığım biriydi. İrkilerek arkamı döndüğüm an, Ogün’ün yüzünü görmeyi beklemediğimden afalladım. “Belki sizin kadar iyi bir dansçı değilim ama yurt dışında bu dansla ilgili çok fazla bilgi edindim.” Kollarını göğsünün üzerinde bağladı. “Ve evet, bölümüme hoş geldiniz kızlar.”
“Şaka yapıyorsun?” İrem dehşet içinde Ogün’e baktı. “Hani bugün sadece ısınma turu atmaya geliyordun sen? Hava dansı mı?” İrem neşeyle şakıyordu resmen. “Harika olmadığın bir konu var mı senin?”
“Var,” dedi Ogün ona kötü kötü bakarak. “Sen kusmadan geceyi bitirmeyi bir türlü başaramıyorum, sarı alkol şişesi.”
“Bir saniye,” diyerek böldüm onları. “Sen hava dansında iyi misin? Yapabiliyor musun? Yani iyi olmadığını söyledin ama…”
“Kalbim kırılıyor.” Ogün genişçe gülümsedi. “İyi bir dansçı değilim ama nasıl dans edileceğini biliyorum. Hava dansında önceliğin ne olması gerektiğini biliyorum. Kumaşı nasıl kullanman gerektiğini biliyorum. Nasıl en iyi hâlinle görünürsün, bunu da biliyorum.”
“Peki,” dedim kaşlarımı havaya kaldırıp ona tuhaf tuhaf bakarak. “İtiraf ediyorum, bu benim için beklenmedikti.”
“Kalbimi kırmaya devam ediyorsun.”
Ogün kumaşı yavaşça çekerek sağlamlığını kontrol ettikten sonra tribünlerde bizi izleyen ama asla bizi duyamayan öğrencilere doğru döndü. Kartal büyük bir dikkatle beni izliyordu. Ogün’ün bu denli yakınımda durması onu ciddi manada rahatsız etmiş gibi bir hâli vardı. Güzel suratına kondurduğu öfkeli ifade, bu düşünceme destek veriyordu.
“Merhaba,” dedi Ogün gayet yüksek bir sesle. Karşılarında hemen hemen yaşıtları olan bu adamı görmeyi beklemeyen çoğu öğrenci afallamış gözlerle Ogün’e bakıyordu. “Ben Ogün Sergüzer. Kısaca size kendimden bahsetmek, sonra da sizinle iyi anlaşmak istiyorum. Norveç’te yaşadım, uzun süre Oslo’da, Oslo Metropolitan Üniversitesi’nde eğitim gördüm. Eğitim gördüğüm süreçte okulumun uygun gördüğü şartlar doğrultusunda Amerika’ya gönderildim, bir süre Amerika’da da yaşama imkânım oldu. Eğlence dünyasını, özellikle de dans camiasını yakından gözlemleme şansı buldum. Hava dansı başta izlemeyi sevdiğim bir dans türüyken, Norveç’e geri döndüğüm süreçte ilgi alanım olan dans türü olduğunu anlamama sebep olan birtakım olaylar yaşadım. Bu olay dizisinde hava dansının bir kadının kendini en güçlü ifade ettiği dans türü olduğu kanaatine vardım. Şu an aranızda güçlü kadınlar var ve kesinlikle bu kumaştan fazlasını hissettirecekler bize. Henüz erkekleri eğitime dahil etmeme kararı aldık, bu Müdire Hanım ve benim ortak kararımızdı. Gereken tutkuyu, duyguyu sizden görmediğim sürece bu kumaşa bir erkek dokunmayacak. Ben burada duygu görmek istiyorum. Estetik bir vücut ya da güçlü bir vücut değil. Kendini anlatan bir kadın, kendini anlatmayı öğrenen bir adam görmek istiyorum.”
“Sen de bir erkeksin,” dedi öğrencilerden biri.
Ogün gülümsedi. “Evet, o yüzden ben de size bu eğitimi verirken hava dansı yapmayacağım elbette. Ne zaman gerçekten hissettiklerimi aktarabildiğimi hissedersem, işte o zaman ben de siz gibi dans edeceğim. Şu an sadece koçluk yapabilirim, başka bir şey yapamam ama bilgime güvenin.”
Bu konuyu bu kadar ciddiye alması beni hem şaşırtmış hem de açıkçası takdirimi kazanmasını sağlamıştı. Sakin bakışları kalabalıktan ayrılarak İrem’e döndü. “Şimdi yerlerinize mi alsam sizi hanımlar?”
İrem, “Bana öğretmenlik taslama,” diye homurdandı.
“Bunu zaten yapmıyorum…” Ogün gülümsedi. “Hadi güzelim, geç yerine.” Bakışları kalabalığa çevrildi. “Şimdi, vücudunu kontrol edebilen hanımlar, aranızda denemek isteyen var mı?” Kumaşı yavaşça sallayınca bir an durup ona baktım.
“Ben denemek istiyorum.”
Ogün, şaşkınlığın bulaştığı yeşil gözlerini bana dokundurdu. “Şimdi mi?”
“Evet.”
Dengesi bozulur gibi oldu. Kendimden emin tavrım onun da dikkatini çekmiş gibiydi ama amacım onun dikkatini üzerime çekmek değildi. Gerçekten denemek istediğim bir dans türüydü bu, üstelik vücuduma ne kadar yabancılaştığımı görmek istiyordum; belki de bedenim ve ben artık bir bütün değildik.
Ogün, dudaklarından dökülen birkaç nazik kelimenin arkasından sakince, “O hâlde göster kendini,” dedi. Dudaklarından samimi bir şekilde dökülen kelimeleri, Kartal’ın bana olan bakışlarının daha da ağırlaşmasına neden oldu. Sporcu sütyenimin kumaşını hafifçe aşağı çekip sırtımdaki izi belli ölçüde sakladıktan sonra durdum ve kumaşlardan birini elime alıp yavaşça inceledim. Daha sonra beni izleyen bir tribün dolusu öğrenciye sakin bir bakış gönderdim.
Ogün hafifçe öksürüp, boğazını temizleyince bunu bana bir mesaj olarak gönderdiğini algılayıp aşağı sarkan kumaşı yavaşça koluma doladım, başta ne yapacağımı tam olarak bilemesem de bir süre önce parmaklarımın ucunda taşıdığım cehennemi cennete çevirdiğim zamanları hatırlamak, birdenbire içimi özgüvenle doldurmuştu.
Kendimi kumaşla birlikte yukarı çekmemle, bedenimdeki tüm gücün çekilmediği, aksine vücudumun hâlâ benim en yakın dostum olduğunu anladım çünkü kolayca yerden yükseğe havalanmış ve bunu yaparken hiç sendelememiştim. Bir bacağımı hafif bir açıyla yukarı kaldırdım, evet, bir müzik yoktu ama zihnimde bir melodi beni takip ediyordu. Yine de öğrencilerin uğultusu bazı şeylerin büyüsünü elbette bozuyordu. Serbest kalan elimle diğer kumaşa uzandığımda, bedenim bir kuğunun boynu gibi geriye doğru yattı ve esneyen kaslarımın da etkisiyle zarif bir poz vermiş oldum. Bu kesinlikle elimde olmadan gelişen bir durumdu, şanslıydım. Belki de Ogün haklıydı, ruhum ve bedenim birbirleri arasındaki bağı yeniden keşfediyordu.
“Pekâlâ, bunu daha önce yapmadığına emin misin?” diye sordu Ogün, bu soruyu herkes duysun diye mi bilmiyordum ama yüksek sesle sormuştu. Bu bazılarının şaşkınlıkla Ogün’ü doğrulayan mırıltılar çıkarmasına neden oldu. Göz önünde olmaya alışkın olmayan tarafım, beni bir an önce yere ayak basıp, buradan çekip gitmem için zorluyor olsa da dansa ihtiyaç duyan tarafım kalıp direnmek istiyordu.
“Son derece eminim,” diye fısıldadım. Göğsüm derin bir nefesle dolduğunda, diğer kumaşa tutunarak bedenimle kumaşlar arasında kurduğum köprüyü daha da gerginleştirdim. Kumaşlardan birini bacağıma yavaşça sarıp kendimi usulca ters bir şekilde geriye doğru bıraktığım an, birçok kişinin yüreği ağzına gelmiş gibi bir nida kopardılar.
Atkuyruğum yere neredeyse sıfır mesafedeydi, sürünmek üzere gibi duruyordu, ters bir şekilde sarkarken kollarımı kullanarak büyülü bir görüntü çizmeye özen gösterdim ama zaten dansın kendisi büsbütün bir tılsımdı; büyüydü. Kendimi sadece kumaşı sardığım bacağımla biraz daha yukarı çekerken, sanki duru bir suyun içinde son derece keskin hatlarla belirgin bir şekilde görünerek kulaç atıyordum. Bu, denk geldiğim her suratın yüzündeki şaşkınlığın büyümesine yol açmıştı. Bakışlarım Kartal’a tutunduğundaysa, gözlerinden gözlerime uzanan o tutku, nefesimi birden boğazıma bıçak dayanmış gibi kesti ve bacaklarımdaki güç geri çekildi ama kendimi yine de bırakmadım. Fevri bir hareketle doğrulup, suyun üzerinde yürüyormuşum gibi garip bir görüntü çizerek kumaşı kavrayıp kayarak ayağımı yere bastım.
“Lavin bence bizi kandırıyor,” dedi Ogün, şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. “Müziksiz, çalışmadan, bir koreografi oluşturmadan yaptığın bu mini gösteri gerçekten harikaydı.”
İki kumaşı tutup yavaşça aşağı çekerek asıldım ve sonra birden ayaklarım yerden kesilerek yukarı çekildiler. Bedenimi kontrollü bir şekilde havada asılı tutarken bacaklarımı hafifçe pedal çeviriyormuşum gibi hareket ettirerek bedenimi daha da yukarı tırmandırmaya başladığımda, Ogün ve diğerleri beni alkışlıyordu ama amacım bu değildi; lanet olsun, bu hissi öyle çok özlemiştim ki. Özgürdüm. Ruhum özgürdü. Babam bana utanmadan dans etmeyi öğreten adamdı. Topluluktan utanmamayı, kendimi gizlememeyi, bir şeyi yapmak istiyorsam o an yapmam gerektiğini öğreten kişiydi. Belki de bu özgüveni, ruhumdaki bu tutkuyu ona borçluydum.
Bedenimi taşımak güçleşmeye başladığında, tenimden gözyaşı misali akan ter damlalarını hissediyordum. Kendimi yavaşça serbest bırakarak tekrar yere ayak bastığımda, nefes nefese Ogün’e bakarak, “Bu iyi geldi,” diye fısıldadım, sadece onun duyacağı yükseklikteki cümlem onu gülümsetmişti.
“Bence üzerinde durman gereken bir tür bu,” diye fısıldayarak bana güç verdi.
Nefes nefese tribünde oturan öğrencilere bakmadan Kartal’a yöneldim ama onun bana olan bakışları şimdi çok daha güçlüydü. Gözlerinin altın kahvesine oturan karanlık, zihninde gecenin başladığını işaret ediyordu.
Tam ağzımı açacaktım ki Kartal birden kalkıp, omzunu omzuma sürterken kulağıma doğru fısıldadı. “Beni takip et.”
Onu takip etmek, cehenneme kendi ayaklarımla gitmek, şeytanın gölgesi üzerime düştüğü an ateşi tenimde hissetmem gibiydi.
Ben ne olduğunu anlamadan, kabinin kapısını sertçe kapatması ve beni çevirip kapıya yaslaması bir oldu. Aramızdaki gerilimi hissettim. Tenime yağan kor taneleri derimi yakıyormuş gibi acıyla kıvranarak ellerimi kaslı kollarına taşıdım ve benlerle bezeli şişkin pazularını sıkarak tırnakladım. Bu sırada çoktan eğilmiş, kafamı sertçe duvara yaslayarak elini boynuma kaydırmış ve beni çaresiz bırakacak şekilde sertçe öpmeye başlamıştı. Kalbim boğazıma tırmanıyormuş gibi hissettiğimde, sıcak dili ağzımın içine yerleşti ve ıslak doku başımı döndürürken, onun dilini ağzımın içine çekerek emmeye başladım.
Bu hareketim onu ateşlemiş gibi inleyerek elini terli belime kaydırdı, çıplak belimi avuçlar gibi sıkarak kavradı. Beni yavaşça çekti ama sonra dengemizi kaybettik ve sırtım yeniden kapıya yaslı konuma geldiğinde çıkan patırtı, gözlerini gözlerime dikmesine neden oldu. Dudaklarını dudaklarıma sürtüp açlıkla fısıldadı. “O vücudunu o kadar iyi kullanıyorsun ki, dans bir tanrı olsa, senin tenine tapardı.”
Tırnaklarımı pazularına bastırıp çizer gibi sıktıktan sonra gözlerinin içine kararmış gözlerle, istekli istekli baktım. Vücudu ateş gibi yanıyordu. Sıcaklığı beni kasıp kavururken gözlerimi gözlerinden çekmeden dişlerimi çenesine sürtüp fısıldadım. “Burada sadece sen ve ben varız.” Kısık sesim onu daha da tahrik etmiş gibi ellerini kalçalarıma indirip, taytımın kumaşını yırtmak istiyor gibi kalçalarımı avuçladı.
“Seni istiyorum,” diye fısıldadı, sesi sadece benim tenime yağıp benim zihnime doldu. Yakalanma korkusuyla gözlerimi kısıp tırnaklarımı kolu boyunca kaydırdım, ardından elimi sporcu tişörtünün kumaşına bastırıp, parmak uçlarıma sıkıştırdığım kumaşı yukarı çekerek kaslı karnını açtım. Gözlerim karnına indiği an, Kartal dişlerini sıkarak inledi. Sadece bu bile onu inletmişti.
(+18. Lütfen cinsen içerikten rahatsız oluyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Sahneyi okumamanız akışı bozmayacaktır.”
Parmaklarımı kasların yokuşlar oluşturduğu karnına bastırıp, tırnaklarımı tehditkâr bir şekilde kaslarının arasındaki çukurlarda gezdirdim. Karnını içine öyle çok çekti ki, kaburgaları dışarı doğru belirginleşerek derisini gerip, deriye şeklini verdi. Daha fazlasını arzuladığımı fark ettiğim sırada, “Çok yanlış yerlerde dolaşıyor parmakların,” diye fısıldadı, bu bir fısıltıdan çok, uyarı dolu bir iniltiyi de anımsatıyordu ama dinlemedim ve tırnaklarımı etine gömmek ister gibi derisine bastırdım. Gırtlağından yükselen o boğuk inlemeyi kulaklarıma doğru vererek, sıcak nefesinin boynuma akmasını sağladı. “Sikeyim, çok yanlış yerlerde dolaşıyor o parmakların.”
Gözlerimin önünde sadece tutku kokan kelimeler asılı duruyordu, her biri dilimin ucuna devrilmek istiyordu ama kendimi tuttum. Karnını yavaşça okşarken, eşofmanının önündeki bariz bir şekilde belli olan büyük kabartıyı görebiliyordum. Dudaklarını boynumun ince derisinde gezdirdi, ardından dudaklarıyla taçlandırdığı yere ılık, yaşadığını bana hissettiren nefesini bıraktı. Başımı döndüren bu hareketi, kasıklarımın da arzuyla sıkışmasına ve sonra yavaşça yanmaya başlamasına neden olmuştu. Parmaklarımı göbek deliğinin altına doğru indirip, kasıklarına kadar sürükledim ve sıcak kasıklarında parmaklarımın gezindiğini hissetmek, beni gırtlaktan gelen iniltisiyle bir defa daha yüzleştirdi.
“Parmaklarım bu kez doğru yeri biliyor,” diye fısıldadım, sesim şeytanın yere yayılan gölgesinin üzerini örttüğü alevler gibiydi. Şeytansa Kartal’dı, gölgesi üzerime yayılırken parmak uçlarıma isleri bulaşıyordu. Ona dokunma ihtiyacıyla kasılan kadınlığımın güdüleriyle hareket edip, dudakları boynumda bir kasırga yaratırken, onun sert varlığını eşofmanın kumaşı bize engelken sertçe kavrayıp, avuçlarımın arasına hapsettim ve hissettiğim hacim beni sertçe yutkundurdu.
“Seni saatlerce hiç içinden çıkmadan-” Dudaklarım yukarı kıvrılırken dişlerim farkında olmadan dudağıma bir iğne gibi saplandı ve cümlesinin son kelimesini bir sır gibi zihnime fısıldadı, damarlarımda arzu çoğaldı. “Dokun ona.” Yutkunuşunun sert sesini dinledim, sesi karanlık bir gece gibi üzerime çökmüştü. Dudakları boynumdaki şiddetini arttırarak bedenimde fırtınalar kopmasına neden olurken, avucuma çarpan nabzını aramızdaki kumaş parçalarına rağmen çok net hissettim. Varlığı avucumda bir kalp gibi çarparken bacaklarımın arasından yukarı tırmanarak karnımı saran bir tutkunun fitilini ateşliyordu.
“Kalp gibi atıyorsun,” çıktı dudaklarımdan, sesim kıyıya varırken kumların içinde patlayıp her yana dağılan dalga gibiydi. Dili boynumda dolaştığı an çatlayan bir sesle inledim. Neredeyse herkes gösteri salonundayken biz burada, duş kabinlerinden birindeydik.
“Sık,” dedi dişlerini boynuma geçirip deriyi sıyırır gibi ısırarak. “İçinde istiyor musun?”
Kadınlığıma yayılan tutkuyla parmaklarımı sıkılaştırdım ve bizi engelleyen kumaşa rağmen onun sertliğini net bir biçimde avuçlarımın içinde hissettim. Ne kadar istediğini anladığımda, kadınlığım kasıldı ve bu kasılmanın sonucu olarak istekle inleyip diğer elimi ensesine kaydırdım. Ensesinden başlayarak saç diplerine doğru yola koyulduğumda, parmaklarımın ucu saçlarının diplerini usul usul okşadı ama aslında dokunduğum yere ateşi bırakıyordum.
Sanki parmaklarım bir çıraydı ve ona her dokunuşumda sürtünmeyle alev alıyor, onu da beni de yakan yine benim parmaklarım oluyordu. Onun düşüncelerini bile yakanın ben olduğumu hissettim. Onu öyle çok yakıyordum ki, alevleri beni sardığında ilk küle dönen ben oluyordum. Bedenim her zerresiyle tamamlanmak istiyor, ona olan tutkum bir bedeni saran ince, hassas deri gibi ruhumu sarıyordu. Ruhuma kendisine ait bir vücut dikiyordu sanki ve ruhum, tam karşımda kendine ait bir vücutla dikildiğinde bana asıl isteğini söylüyordu.
“Seni o kadar içimde, her yerimde istiyorum ki, delireceğim,” dedim haşin ama fısıltıyı anımsatan bir sesle. Dili boynumdaki ince deride kaydı, deriyi dişlerinin arasına alarak çekince nefesim kesildi ve sertliğini kumaşın üzerinden okşamaya başladım. Her okşadığımda mümkün olmayacak şekilde kabararak genişlediğini, sanki gitgide daha da büyüdüğünü hissediyordum. Avucumun altındaki büyüyüşünü hissetmek, başımı ciddi manada döndürmüştü.
Elimi birden çektiğimde, Kartal bundan hoşlanmamış gibi boynuma doğru inledi, kasıklarım istekten kavrulurken elimi eşofmanının lastiğinde dolaştırdım ve şeytan, nefesini enseme üfleyerek en hakiki cümlelerini zihnime bıraktığında, parmaklarım lastiğin kenarından içeri girdi. İç çamaşırının kumaşına takılmadan doğruca lastiğini yakalayan parmaklarım sıcaklığıyla temas ettiğinde, onun çıplaklığına dokunduğumu fark edip yavaşça inledim. Beni inleten bu his, ona neler yapardı? Parmaklarıma kasıklarının sıcaklığı yayılarak parmak uçlarımı uyuşturduğunda, sanki parmaklarım beş tane çıra parçasıydı ve ateş onun teniydi; ona dokunduğum an çıralar yanmaya başlamış, alevler de büyümüştü.
“Sikeyim,” dedi dişlerinin arasından. “Parmakların…” Gözlerini yumdu. “Elini aşağı indir.” Kafasını geri çekip, gözlerini gözlerimin hizasına getirdiği anda, gözlerindeki cehennem alevleriyle karşılaşmak, parmaklarımın aşağı doğru kayarak sert ve cehennem sıcağı varlığına sarılmasına neden oldu. Gözlerinden binbir duygu aynı anda sıyrılarak geçti, geriye karanlık bir şehvet kaldığında, aramızda yükselen alevler etrafımızı da sararak bizi bir şeytan çemberinin içine almıştı. Alt dudağına kendi dişlerini geçirişini izledim, bu kadınlığımı deli gibi titretip sızlattı. Kartal alt dudağını emerek serbest bıraktı ve sonra aralık dudaklarla, tutku dolu bir suratla kafasını aşağı doğru indirerek beni izlemeye başladı.
“Beni nasıl öldüreceğini biliyorsun,” dedi hafif titreyen, alabora olmuş tutkulu sesiyle. Sesi beni daha da heyecanlandırdı ve bedenim istekle yanmaya başladı. Avucumun içindeki yangın aklımı başımdan alırken, kafamı hafifçe kaldırarak beni izleyen suratına dik dik bakmaya ve bunu yaparken sıcak varlığının derisini parmaklarımla hareket ettirmeye başladım. Sert varlığının satene dokunuyormuşum gibi hissettiren pürüzsüz derisi ben okşadıkça sanki daha da genişliyordu ve ben bunu yaptıkça, Kartal’ın dudakları daha da aralanıyordu. Bir elini hemen başımın üzerinden kapıya bastırınca nefesi dudaklarıma ve yüzüme yayıldı. “Ah!” O gırtlaktan yükselen inilti, bir rüzgâr gibi üzerime esti. Gözleri geriye doğru kaydı, altın rengi gözleri yok olduğunda, kalan beyazlık beni daha da heyecanlandırdı ve sonra gözleri yavaşça geri inip gözlerime saplandı; alt dudağını tekrar ısırıp bana, beni parçalarıma ayırmak istiyormuş gibi baktı.
Elini kapıya daha sert bastırınca yayılarak genişleyen ve damarlara ayrılan pazusunu izledim. Dudakları aralandı, sıkı duran dişlerini görebiliyordum ve aklımı başımdan alır gibi tekrar inleyip kendini elime doğru itti. Avucumu uyuşturan sıcaklığın etrafını sarmış damarların zonklayışını, avucumun içindeki çizgilerde hissediyordum. Bakışlarım gözlerinden ayrılmadan, alt dudağımı emip dişleyerek onun varlığını daha sert okşamaya başladım. Yukarı doğru her çekişimde, başı geriye doğru gidiyor ama altın kahve gözleri benden asla ayrılmıyordu. Uzun tırnaklarımı büyümüş varlığındaki damarlara tehditkâr bir şekilde sürtüp, dudaklarıma acımasız bir sırıtış ekleyerek varlığının başına yayılan sıcak suyu parmağımın ucuyla etrafına yaydım. Bu dokunuş onu çileden çıkartmış gibi, “Seni öyle sert, öyle fazla, öyle delirmiş gibi…” Son kelime yine zayıflamış, sadece ikimizin duyabileceği bir fısıltıya dönüşmüştü fakat o küçük fısıltı, benim kasıklarımdaki yangını daha da harladı.
“Sertçe,” dedim ve kulağına doğru yaklaştım. Tutkulu bir şekilde dudaklarıma yapıştı. Dudakları dudaklarıma çarptığı an dişlerimde sızısını hissettim ve o ıslak, kıvrak dili ağzımın içine dalarak beni eritir gibi yalamaya başladı. Dilim diline bir beden gibi sarıldığında, artık öyle kirli öpüşüyorduk ki aşağıdaki elim benim isteğim dışında onu sertçe ovuyordu.
“Of, sikeyim,” diye inledi ağzıma doğru. O sırada, onun defalarca fısıldayarak söylediği kelimeyi daha gür bir şekilde duymak kasıklarımdaki yangını çağladı ve arsız bir güdüyle parmaklarımı varlığının etrafına daha sert sarıp, varlığını âdeta parmaklarımın arasında ezer gibi aşağı yukarı okşamaya başladım. Hızım onun da bedenini yakmış olacak ki, kendini bana doğru iterek avucuma sığmayan büyüklüğü avucuma yerleştiriyordu.
Bir eli kalçalarıma kaydı, diğer elini kapıya bastırmaya devam ediyordu. Parmaklarını usulca taytımın lastiklerinden içeri sokunca ona hiç karşı koymadım ve dudaklarına doğru istekle inledim. Bunu beklemiyormuş gibi hırıltılı bir nefes verip kapıdaki elini çekti, bir eliyle çenemi kavradı ve çenemi sıkarak dudaklarımı aralamamı sağlarken başımı iyice yukarı kaldırdı. Bu sırada eli iç çamaşırımdan içeri kaymış, nemlenen iç çamaşırımın sınırlarında dolaşmaya başlamıştı. “Benim için yine ıslaksın,” diye fısıldadığında, zayıf sesi nasıl oluyordu da benim dünyamda bu denli güçlü olabiliyordu anlayamıyordum. Parmakları kumaşı parçalamak istiyormuş gibi taytımın içinde olmasına rağmen rahatça kenara çekti ve iç çamaşırımın tenimi acıtarak kestiğini hissettim ama arzu öyle fazlaydı ki, bana dokunmasına ihtiyacım vardı.
Dudaklarımı dudaklarından ayırıp, burnumu çenesine sürterken onun gözlerine en gerçekçi tutkumla baktım. “Dokun,” diye fısıldadım, bu onu bir yılan gibi tıslattı. “Tıpkı o geceki gibi dokun ama bu kez gözlerimin içine bakarak dokun.” Kadınlığımı parmaklarının üzerine yerleştirdiğim an, sıcaklığım ve ıslaklığım ona ıslıklı bir nefes verdirdi. “Nabzımı hissediyor musun?” Sorum onun başını bilinçsizce sallamasına neden oldu ve bu sırada onun varlığını sertçe sıkarak sıvazlamaya devam ettim. Gözleri kayınca bu beni gülümsetti ama çok geçmeden bu görüntüyü kaçırmak istemiyormuş gibi gözleri yeniden beni buldu.
“Öyle çok hissediyorum ki nabzını, sanki damarlarımda dolaşan kan bile senin kanın. O kadar her hücremdesin ki, ruhumun bir şansı olsaydı benim değil, senin içinde yaşardı.” Bunu söylerken sesi titriyordu ve bu, söylediklerinin kutsallığını daha da baştan çıkarıcı hâle getiriyordu.
Dudaklarına sertçe çarparak yapıştım ve dudaklarımız birbirine karışan iki renk gibi yeni bir rengi doğururken, parmaklarıma nabzını vuran o sıcak varlığını daha yavaş ama sıkarak okşamaya başladım. Parmakları en kuytuda saklanmış duyguları dokusunda gizleyen kadınlığımda dolaştığında, cehennemi anımsatan tepemden dökülen her nabzı parmaklarında hissediyor olmalıydı. Bir bacağımı esnek bir şekilde kaldırıp yan tarafımızdaki duvara yasladığım an, ıslanan kuytumda onun için daha fazla yer açmış olmam onu inletti.
“Kartal,” dedim dudaklarına doğru, “seni ahlaksız, yakalanmaktan korkmuyor musun?” Kısık sorum, onun da sırıtmasını sağladı ve dudak dudağayken arzuyla gülüştük. Parmağı yağ gibi kayarak ıslak çukuruma indiğinde, dudaklarına doğru belirsiz bir tınıyla inledim. Dudaklarımı ağzının içine aldı ve tutkuyla emdi.
“Bu seni de heyecanlandırıyor,” diye fısıldadı, kalbimi hızlandıran fısıltısı aslında ne kadar haklı olduğunun göstergesiydi. “Bu beni de seni heyecanlandırdığı kadar heyecanlandırıyor sevgilim,” diye fısıldadı ve parmakları çukurdan topladığı kaynar suları yukarı taşıyarak cehennem gibi yanan tepeme yaydı. Yangın daha da büyüdü. İnsan kendi sularıyla yanabilir miydi ya da kendi yangınını suları kurutmak için kullanabilir miydi? Cehennem bir yer olsaydı, Kartal’ın parmakları olurdu. Ve belki dudakları…
“Bana sevgilim dediğinde, sevgilim,” diye fısıldayıp varlığını avuçlarımın arasında sertçe sıktım ve gözlerimi gözlerinin içine bir mermi gibi yerleştirdim, “seni içimde ne kadar çok istediğimi biliyor musun?”
Parmaklarının arasına aldığı o tepecik, sertçe sıkması sonucu zonklamaya başlayınca kafam geriye doğru düşüp kapıya yaslandı. Bacağımı indirmedim. Bacağım havada olduğu için kadınlığımdan dökülen sıvının daha net bir şekilde bacaklarımın arasına bulaştığını hissediyordum.
“Neyinim senin?” diye sordu aletini sert bir hareketle avucuma doğru iterken. Çenemi parmaklarıyla sıkıca kavrayıp, diğer eliyle beni sertçe okşamaya devam etti. Devamlı olarak çizdiği daireler orayı uyuşturup beni garip bir duyguya sürüklerken, bir elimi diğer duvara koyup tutunmaya çalıştım ama gücüm çekilmiş olmasına rağmen elimi varlığından asla uzaklaştırmamıştım.
“Ah, Kartal!”
“Neyinim senin bebeğim?” diye inleyerek varlığını avucumun içinde kendi hareketleriyle kaydırdı. “Söyle.”
“Sevgilimsin.”
“Başka?”
“Benimsin,” diye fısıldadım titreyerek ve birden kafamı kaldırıp dudaklarına sertçe yapıştım. Öpüşmemiz bir yangına dönüşürken tırnaklarım fayans duvara âdeta saplandı, elim duvar boyunca kaydı. “Sen sadece benimsin,” diye inledim. Bu onu gülümsetti.
Sporcu sütyenimi sertçe yukarı ittiğinde, boşta kalan çenem az önceki tutuşundan dolayı uyuşmuştu. Göğüslerim önünde savunmasızca belirdiğinde, bir eliyle bir göğsümü kavradı ve diğer göğsümün ucunu dişlerinin arasına alarak uzattı. Başımı arkaya doğru atıp, onun sert varlığını daha sert ovmaya başladım. Duvardaki elimi güçlükle kaldırıp onun saçlarına daldırdığımda, şimdi göğsümün ucunu öyle sert emiyordu ki bileklerim titremeye başlamıştı; diğer göğüs ucumu parmaklarıyla uyarmaya devam etti.
Ve diğer eli tam orada, cehennemde benimle birlikte yanıyordu.
Sessiz iniltim, yüksek bir sesin varlığıyla bölündüğünde, gözlerini kaldırıp kafası hâlâ göğüslerimin hizasındayken bana baktı; ama dili hâlâ göğüs uçlarımdaydı. Birilerinin kabinlerin olduğu alanda dolaştığını hissettik. İki kızın yüksek sesle gülüşerek ettiği sohbet zihnime yayılırken bunu hiç umursamadım. Yere düşen adım seslerini dinlerken saçını tutup Kartal’ı tamamen göğsüme bastırdım ve arzuyla dudaklarımı kemirirken ona üstten bir bakış attım.
Parmaklarını oraya daha net bir biçimde bastırınca düğmeme basılmış da harekete geçmişim gibi kafamı kapıya yavaşça yasladım, tavana bakarak dudaklarımı ısırdım. İnlememek için kendimi zor tutuyordum ve dili göğsümün ucunda her kaydığında, kadınlığım parmaklarının ucunda kasılıp gevşiyordu.
Kızlar bir şeylerden bahsediyorlardı, muhabbetleri zihnime belli belirsiz doluyordu ama hiçbir kelime zihnimin içinde asılı kalmıyordu. Yoğunlaştığım tek duygu zevkti, tek istediğim Kartal’ın bana dokunması, beni öpmesi, beni emmesi ve hatta dişlerini tenime geçirip beni kanatana kadar ısırmasıydı.
Varlığını avucuma doğru iterek göğüslerimi dişleyip, okşayıp bir yandan da emerken artık başım bir pervane gibi dönüyordu ve inleyememek beni o kadar hırçınlaştırmıştı ki, farkında olmadan tırnaklarımı Kartal’ın boynuna sapladım. Bu onu kısık sesle inletti ve temiz tırnaklarımın içine yayılan kanı odaksız gözlerle izledim.
“O sesi duydun mu?” diye sordu ince sesli kız, muhabbetin arasında. Hiç umursamadan parmaklarımı boynuna dolayıp, Kartal’ı boynundan tutarak kaldırdım ve bedeni bedenime yaslandığında, göğüs uçlarım, tişörtünü yukarı çekip çıplak bıraktığım göğsüne yapışarak uyarıldı. Dudaklarımı köprücük kemiğine bastırarak onu daha sert okşamaya başladım ve şimdi ayrılan bacaklarımın arasındaki alevler daha da yükselişe geçmişti; Kartal’ın parmakları öyle çok kayıyordu ki, artık o bile bana profesyonelce dokunamıyordu çünkü çok ıslaktım.
“Biri antrenman yapıyor sanırım dışarıda,” dedi diğer kız. “Dersler aşırı yorucu değil mi ya? Sırtım ağrıyor artık. Bu arada o Ogün neydi öyle ya? Feci yakışıklı.”
Dudaklarına doğru, “Şunlar hemen siktir olup gitmezse çığlık atacağım,” diye fısıldadım.
Dişlerinin arasından, “Biraz daha çekersen parmaklarına geleceğim,” dedi, ardından odaksız bir sesle inledi. Kızların uzaklaştığını fark ettiğimde, artık öyle bir noktadaydım ki, ben de dokunuşlarının etrafında sarsılarak yükselip birden düşüşe geçeceğimi biliyordum.
Kızların gittiğini anladığım an, “Parmaklarıma gel, Alaşan,” diye inledim ve kendimi parmaklarına bastırarak parmaklarının baskısı yetmiyormuş gibi bir de parmaklarına sürtünmeye başladım. Bu onu deli gibi inletirken, ikimizin de yüzünden gözyaşları gibi ter damlaları akıyordu. “Parmaklarımın etrafına dökül,” diye inledim ve başımı sertçe kapıya yaslarken gözlerim geriye doğru kaydı. Onun varlığının avucumda genişlediğini, ardından zonklaya zonklaya, sanki avucumda bir kalbi tutuyormuşum gibi hissettirerek akmaya başladığını hissettim. Parmaklarımın etrafından güçlü bir şekilde akan lavlar benim de yükseğe hızla çıkıp, birden kendimi o yüksekten aşağı bırakmamla daha da sıcaklaştı.
İkimiz de o yüksekten bir tüy gibi yavaş yavaş, ağır çekimde dibe doğru düşüyorduk.
“Eğer cennet diye bir yer olmasaydı, sen yine de cennet olurdun,” dedi, nefes nefese dökülen kelimeleri zihnime yığılıp kaldı. “O kadar cennet olurdun ki, cennetin nasıl bir yer olduğunu tasvirlerle dahi bilmeyen bir insan bile senin cennet olduğuna inanırdı.”
“O zaman neden cehennemin içindeymişim gibi hissediyorum?”
“Çünkü sen bir cehennemin kalbinde var olan tek iyiliksin.”
Elimi oradan çekmemi sağlayıp, üzerimdekileri bir çırpıda çıkardığında ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştım. Kendi üzerindekileri de çıkardı ve kıyafetlerimizi kabinin üzerindeki kısma bıraktıktan sonra bana baktı, nefes nefeseydi, yüzü zor seçiliyordu. Birden elini vanaya uzatmasıyla, buz gibi su başımızdan aşağı güçlü bir şekilde akmaya başladı. Bedenim sarsıldı ama kaçacak yerim yoktu. Sadece altımda kalmış bir iç çamaşırıyla buz gibi suyun altında titrerken elleri bedenime kaydı, beni kendine çekerek tamamen suyun altına aldı ve su bedenimi felç eder gibi tenime saldırırken ona sığındım.
Bu onu da yumuşatmış olmalıydı. Yorgun bedenlerimiz birbirine yaslı bir şekilde buz gibi suyun altındayken bir müddet öylece bekledik. Nefeslerim düzene girmişti girmesine ama şimdi bedenim, hissettiğim yoğunluktan değil, maruz kaldığı soğuktan yanıyordu. Yine de algılarımı çalıştırıp, saplı kaldıkları kör noktadan çıkarmama yardım eden soğuk su olmuştu.
Saçlarım suyun varlığıyla ağırlaşıp göğüslerimin üzerine serildi ama göğüs uçlarım, Kartal’ın ıslanan kaslı göğsüne yaslı duruyordu ve akan soğuk suya rağmen en çok onun sıcaklığını hissetmeye devam ediyordum. Çenemi kavrayıp kafamı yavaşça yukarı doğru kaldırdığında, bakışlarım gözlerine saplandı ve kelimeler, etrafımızdan akıp giden suya karıştı.
Dudaklarıma birden öyle hızlı yapıştı ki, dudaklarım dudaklarına hapsoldu ve onu, suyun altında dizginlenemeyen alevler ruhumuzu yakıyorken sertçe öpmeye başladım.
Parmakları belime doğru kaydı, sonra birden kalçalarımı kavradı ve bacaklarımı iki yana ayırmamı sağlayarak beni sertçe kucaklayıp kapıya yasladı. Su tazyikli bir şekilde üzerimize yağmaya devam ederken nefesim kesildi, beni deli ediyordu. Dünyayı başıma yıkarken de başıma yıkılmış dünyayı avuçlarıyla toplayıp yeniden var ederken de… Beni her şekilde mahvediyordu.
Kalçalarım avucunun içine yerleştiğinde, parmaklarım saçlarına doğru kaydı ve suyun altında ıslanan siyah saçlarını karıştırıp suyun etrafa sıçramasını sağladım. Dudakları dudaklarımdan ayrılarak omzuma kaydı, omzuma öpücükler kondurdu ve sonra sert bir şekilde omzumu dişlerinin arasına alarak sıyırır gibi ısırdı. Ardından tekrardan dudaklarıma yaklaştı, zaman geriye doğru düştüğüm bir uçurum olup beni yutmaya başladığında, kanatlarım üzerimize kapanmıştı. Kartal şimdi dudaklarımı emiyordu.
Saçlarının arasında kayan ellerim ensesine iniyor, orayı tırnaklıyor, sonra yeniden saçlarına tırmanıyordu. Su bedenimizden kayıp giderken yapabildiğimiz belki de en net şeydi birbirimizi öpmek. Bir süre beni kucağından hiç indirmedi, ben de bacaklarımı ona sıkı sıkı sararak beni bırakmasına mâni oldum. Islak, uzun ve alabildiğine kıvrımlı kirpikleriyle bana baktığında nefesim kesildi.
Dudaklarını dudaklarıma sürtüp, beni kucağından indirerek duş kabinindeki şampuanı alıp kendi kafasından aşağı resmen boşalttı. Ardından aynı şampuan kutusunu benim kafama uzatıp şampuanı dökmeye başladı. Gülümseyerek ellerimi onun teninde kaydırdım, sonra saçlarına taşıdım ve şampuanı boca ettiği saçlarını köpürtmeye başladım. O da aynı şekilde saçlarımı iki elinin altına alarak yıkamaya başladığında, bu an hiç bitmesin istiyordum.
“Hiç bitmesin istiyorsun,” dedi zihnime sızmış gibi. Güçlü parmakları saçlarımın arasından sertçe kayarak geçti, köpükler yüzüme akarken ellerim saçlarından ayrıldı. Onun göğsüne akan köpükleri göğsüne yayarak kas kaplı göğsünü okşamaya başladığımda, o da beni taklit ederek omuzlarıma akan köpükleri kollarıma kadar sürtüp tenimi temizlemeye başladı. Her bir dokunuşu, tenimin altından geçen bir damarın içindeki çırayı yakıyordu. “Ne tesadüf,” diye fısıldadı cevap vermeyeceğimi anladığında. Elleri çıplak göğüslerime kaydı, birden omuriliğimde var olan hisle titredim ve büyük avuçları göğüslerimi içine aldı. Köpüklerin parmaklarından dışarı doğru taşma anını izlerken sertçe yutkundum. “Ben de hiç bitmesin istiyorum.”
Gözleri gözlerime bir gölge gibi serildi.
Ellerim göğsünden aşağı doğru kayarken köpükler de ellerimi takip ederek teninden aşağı akmaya başladılar. Onun elleri hâlâ göğüslerimi içinde tutuyordu. Bakışları tamamen karardığında temizlenen vücutlarımıza dokunmaya devam ediyorduk. Ellerim kasıklarına kadar kaydı, kasıklarında şişmiş bir şekilde adonis kasına kadar uzanan kalın bir damar çarpıyordu. Damara dokunmak, bir boruya dokunmak gibiydi, geniş damarını takip eden parmaklarım adonis kasına kadar indiğinde, nefesi yüzüme şiddetli bir fırtınanın öfkesi gibi yayıldı.
“Beni mi temizleyeceksin?” diye sordu karanlık sesiyle, sesi zihnime sızdığı anda tüm ahlaksız görüntüler belleğimden çıkarak etrafa akın ettiler. Yutkunarak başımı salladım.
“Temizlenmen gerek.” Ellerim iç çamaşırının lastiğine kadar inince sertçe yutkunup gözlerimin içine baktı. “Bu kötü bir fikir mi? Bence değil.” Gözlerinin içine istekle bakarken elim yavaşça iç çamaşırından içeri girdi ve onun sıcaklığına ikinci kez sertçe dokundum. Beni şaşırtan, ona ilk dokunduğum andaki kadar olmasa da tekrar çok sert olmasıydı. Gözlerim irileşirken Kartal bundan keyif alıyormuş gibi akan suyun altında kısık bakışlarıyla beni izliyordu.
“Ne oldu?” Sorusu kasıklarımda bir yangın daha başlatmıştı. Gözlerine baktım ve bu yangının varlığını ondan gizlemedim. “Beni ne kadar etkilediğini görüyor musun?” Avucumdaki nabzı hissetmek suyun altında olmama rağmen dilimi damağımı kurutmuştu resmen. Yüzüme doğru eğilirken, avuçlarının arasındaki göğüslerimi hafifçe sıktı ve bu beni neredeyse inletiyordu. Bakışları gözlerimin içine yerleştiğinde şimdi yüzü neredeyse yüzümün içindeymiş gibi yakınımdaydı. “Hissediyor musun, Lavinia? Seni ne kadar istediğimi.”
“Hissediyorum,” dedim buz gibi bir istekle. Bir elimle kalçasına tutunan iç çamaşırını aşağı doğru çekmemle, kumaş birden sıyrılıp açıldı. Avucumdaki sıcaklığıyla birlikte gözlerimin önüne serildiğinde, bakışlarım başta ona dokunmamak için çok uğraş vermişti ama sonunda gözlerim akan suyun altında duran varlığına kaydığında birden nefesim kesildi. Omuzlarına ve göğsüne serpiştirilmiş o leke gibi benlerinden, yıldızlarından, teninden daha açık renk olan uzvunda da vardı.
“Hâlâ sertsin,” dedim kısık bir sesle.
“Ne yani?” Eğilip, dudaklarından akan suların boynuma damlamasını sağlayarak konuştu. “Sen hâlâ ıslak değil misin?” Parmaklarını göğüs uçlarıma bastırınca ürperdim ve inlememek için dişlerimi sıkarak varlığını daha sıkı kavradım. Hırıltılı bir nefes aldığını duydum. “Sana neler yapmak istediğimi biliyor musun?” diye sordu boğuk bir sesle. Parmak uçları göğüs ucumdayken halkalar çiziyor, bu beni ciddi manada uyarıyordu. “Seni kaç farklı pozisyonda, kaç farklı yerde, kaç farklı şekilde istediğimi biliyor musun?” Dudakları boynuma temas edince titredim, bu kez elimde değildi.
Bir elim saçlarına doğru kaydı ve kısa saçlarını tutup geriye doğru çekerek kafasını kaldırdım. Bu hareketim onu mahvetmiş gibi alt dudağını ısırdı. Gözlerimi yüzüne dikerek, “Bilmek istiyorum,” dedim cesur bir şekilde.
“Tam burada, tam da şu anda,” diye fısıldadı, yakıcı fısıltısı kasıklarımdan kadınlığıma kadar akan bir sıcaklığın mimarıydı. “İçini kendimle doldurmak ve sadece bana yetecek kadar olmanı istiyorum. O kadar benim ol ki sadece bana yet.”
Su aramızdan akıp giderken konuştuklarımız bunlardı. Alnını alnıma yasladığındaysa, zaman artık nereye gidiyordu bilmiyordum ama sesler kesildi; şu an duyduğum tek ses, kalp atışlarının sesi ve bir de bedenimizin üzerine yağan suyun sesiydi.
(+18 Sahne sonu.)
Parmakları sırtıma aktığında, suyun soğukluğunu artık hissedemiyordum bile. Bedenim uyuşmuştu. Onunla gitgide daha da yakınlaşıyorduk. Ondan bir parçayı görmüştüm, o parçaya dokunmuştum, bir gün belki de ona ait, ona tamamen sahip olacaktım. Ona iyice sokulup, mayışmış bir şekilde alnımı omzuna yasladığımda, loş ortamdaki varlığı bir ışık gibi üzerime yağıyordu. Elleri saçlarıma doğru kaydı, suyun çarptığı saçlarımı şefkatli bir şekilde okşadı.
“Üşüdün, değil mi?” Yutkundu. “Kafama sıçayım.”
“Hissetmiyorum,” dedim kuru bir yutkunuşla.
Çünkü tek hissettiğim sensin. Ama bunu bilmesen de olur.
Parmakları yavaşça saçlarımdan ayrılırken kafamı kaldırıp ona bakmaya başladım. Bedenini bedenimden ayırmadan suyu kapattı ve soğuğun ilerleyişini tenimde hissettim. “Sanırım kapatmamız gereken izlerin var,” dedi çenemi havaya kaldırıp boynuma, omuzlarıma parlayan gözlerle bakarken. “Çantanda fondöten taşıyor musun?”
“Hayır,” dedim kuru bir sesle. Onun boynuna bakınca yutkundum. “Sanırım senin de kapatılmaya ihtiyacın var.”
“Boynumu kanattın, o pençelerini tenimde hissettim,” diye fısıldadı esrarengiz bir sesle. Ağırlaşan saçlarım göğüslerimin uçlarını örtmüştü ama artık görmesini düşünmek beni utandırmıyordu, zaten görmüştü.
“Ne yapacağız?” Titreyen bedenimle ona baktım. “Buradan öylece çıkamayız da.”
“Girerken bunu düşündün mü?”
“Hayır,” dedim kuru bir sesle.
“O zaman şimdi de doğuracağı sonuçları düşünme.” Eğilip alnımı sertçe öptü. “Sibel’i ararım, bugün buraya yakın bir yerlerde olacaktı, biraz kapatıcısı vardır sanırım.” Başımı hızlıca salladım, Kartal gözlerini yüzümde gezdirip elini yanağıma kaydırdı ve yanağımı yavaşça okşadı. “Sibel’i sıkıntı etme, o Sahra gibi değildir, alay etmez.”
“Sıkıntı etmiyorum,” diye homurdandım.
Kollarını eşyalarımızı koyduğu boşluğa uzatıp eşofmanının içinden telefonunu çıkardı. Rehbere girdiğini gördüm, ardından Sibelay’ın numarasının üzerinde duran parmağı arama tuşuna bastı ve ıslak elleriyle tuttuğu telefonu kulağına yasladı. Bir iki çalışın sonunda bir çatırtı sesi duyulduğunda telefonun açıldığını anlamıştım.
“Sibel,” dedi Kartal ciddi bir sesle, birinin bizi duyma düşüncesi yavaşça zihnime yayıldı ama arızadan dolayı o kızlar dışında kimsenin girmeyeceğini hatırlayınca gevşediğimi hissettim. “Neredesin?” Bakışları bana dokununca ıslak saçlarımı kulağımın arkasına ittim ve göğüslerim tekrardan açıldı ama bunu önemsemedim. Kartal’ın bakışları kısaca boynumdan kayarak göğüslerime aktı ama göğüslerime bakmadan önce kısaca güneş kolyesinde bekleyen bakışları daha da alevlenmişti. “Çok iyi.” Yutkundu, duraksadım, Kartal da duraksadı. “Yani orada olman çok iyi. Yanında makyaj malzemelerin var mı? Tamamdır. Acilen okula gelip kızların soyunma odasına gir, kabinlerin olduğu alandaki soyunma odalarına.”
Sibel onu sorguluyor olacak ki birkaç saniye durup karşı tarafı dinledi.
“Kaç dakikada gelebilirsin? Uzakta değilsin, bir taksiye bin gel işte.” Başını sallayınca yutkundum. “Tamamdır. Unutma, duş kabinlerinin olduğu soyunma odasına geliyorsun. Evet, kızlar için olan.” Telefonu kapatıp bakışlarını bana sabitledi. “Şimdi üzerine bir havlu saralım, soyunma odasına geç, zaten çıkmana gerek yok, arka tarafta hemen.” Derin bir nefes aldı. “Duş kabinlerinin arkasındaki soyunma odasına kimse gelmez, duşlar arızalı olduğu için orayı kullanmazlar bugün. Ben de üzerime bir şeyler giyip hemen oraya geleceğim.”
“Sen nasıl çıkacaksın?”
“Erkeklerin soyunma odasında kıyafetlerim var, oraya gidene kadar eşofmanı tekrar giyerim, sorun değil.” Boşlukta düzgün bir şekilde katlanmış hâlde bekleyen beyaz havluyu çekip, çıplak bedenime düzgünce sardıktan sonra, “Kıyafetin var mı burada?” diye sordu. “Yoksa diğer soyunma odasında mı kaldı?”
“Burada var,” dedim. “Buradaki dolaplardan birinde yedek bırakmıştım.” Havlunun kenarını tutarak bedenimi tamamen içine hapsetmesini sağladım ve kafamı kaldırıp ona baktım. “O zaman gidiyorum.”
Kıyafetlerimi ve ayakkabımı diğer elime verdikten sonra, “Birazdan yanında olurum,” dedi ve onun bir şeyler daha söylemesine fırsat vermeden gülümseyerek kabinden çıktım. Kabinlerin sıra sıra olduğu alan loştu, içeride kimsenin olmadığını yere düşen su damlasının sesini bile net bir şekilde duyduğumda anlamıştım. Yine de parmak uçlarımda yükselerek, kabinlerin arasından ilerleyerek geçip sola saptım ve soyunma odasına girdim.
Soyunma odası dar ve uzundu, iki bölmeden oluşuyordu, kapsamlı bir lisenin soyunma odalarına benziyordu; herkesin kendine ait uzun dolapları vardı ve ortada da oturabilmemiz için ahşap bir bank duruyordu. Kendi dolabımı aceleyle şifresini tuşlayarak açtıktan sonra yedek bir iç çamaşırı takımı ile siyah, boğazlı kazağı çıkardım.
Havluyu yukarıdan aşağı bırakmamla, havlu bir ölü gibi ayaklarımın üzerine cansızca yığıldı. Önce iç çamaşırlarımı üzerime geçirdim, tam kazağı geçiriyordum ki, hızına inanamayacağım bir şekilde içeri dalan Kartal’a dehşet içinde baktım. Hangi ara gidip üzerine bu yuvarlak yakalı beyaz tişörtü ve siyah pantolonu geçirmişti anlamamıştım bile. Deri ceketini kolunun altına sıkıştırmıştı. Ben mi çok vakit kaybettim diye düşündüğümde, aslında bedenimin hâlâ yaşadıklarının etkisiyle spazmlar geçirdiğini, bu yüzden de hareket etmenin çok zor olduğunu fark ettim. Belki de bu yüzden son derece yavaş hareket ediyordum.
“Çok hızlısın,” diyebildim kazağın başımı geçireceğim kısmını ellerimle genişletip kafamı içeri daldırırken.
“Ya da sen aşırı yavaşsın, Lavinia.”
Kazağı güçlükle giydikten sonra yedek taytımı bacaklarımdan geçirip yukarı çektim. Islak saçlarım kazağın içinde kalmıştı ama bunu önemsemeden Kartal’a doğru döndüm, tam o sırada iki gölge, soyunma odasının zeminine doğru düştü. Sahra ile Sibelay etrafa kaçamak bakışlar atarak içeri girdiklerinde Sahra’yı görmeyi beklemediğimden kısa süreli bir şok yaşamıştım ama Sahra beni gördüğü an yüzüne adi bir sırıtış eklendi.
Bakışlarımı çekmemek için dirensem de Sahra’nın bakışı öylesine ima doluydu ki, elimde olmadan gözlerimi ondan kaçırmıştım. Sibelay hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi, “Ne oluyor ya? Apar topar çağırdın, ödüm koptu. Ne alaka makyaj malzemesi?” diye sordu şaşkınlık içinde.
Sahra, “Anlamadın mı?” diye sordu Sibelay’a, sırıtışı yüzünde daha da genişlemişti. “Anlamadıysan Kartal’ın boynuna, Lavin’in de dudaklarına bak…”
“Bilirkişi konuşuyor, Sibelay,” dedim Sahra’ya kötü kötü bakarak. “Ona soracaksın bunları…”
“Evet,” dedi pişkin pişkin. Sibelay’ın çantasını omzundan çekip aldıktan sonra bana doğru yürüyüp, “Boğazlı kazağın altına sakladığın boynunda neler vardır şimdi senin kim bilir?” Tatlı bakışlarının altındaki alay sinirlerimi tepeme toplasa da ona aynı sinir bozucu sırıtışla karşılık verdim.
Üstelik dudağımda ne vardı ki?
Sadece sızladığını hissediyordum.
Sahra’nın gülüşmeleri eşliğinde hızlı bir şekilde dudağımdaki morluğu koyu renk bir rujla kapattığımda, boynumdaki izleri saklayan boğazlı kazağım sayesinde fazlasına ihtiyacım yoktu ama Kartal’ın izleri büyüktü. Özellikle parçalar gibi tırnakladığım derisinin altındaki yara hâlâ açıktı ve bunu gizleyebilmemiz için bir yara bandını o yaranın üzerine yapıştırıp, yara bandına ten efekti vermeye çalışmıştık. Birkaç uzun dakikaya mâl olsa da sonunda bunu başarabildiğimizde, ikimiz de daha az savaştan çıkmışa benziyorduk.
Pudra fırçasını Kartal’ın boynundaki izlerde gezdirirken kafamı kaldırıp ona baktım, gözlerini indirmiş beni izliyordu. Sibelay ile Sahra telefonlarına dalmışlardı, ikisi de karşılıklı dolapların ortasında duran ahşap bankta oturuyordu. Ara sıra gülseler de ciddi bir şekilde dalga geçmemişlerdi.
“Sanırım artık daha iyi görünüyor,” diye fısıldadım, fırçayı yavaşça teninden ayırarak önce fondöten ile kapatıp sonra pudra ile üzerinden geçerek sağlamlaştırdığım dokuyu izledim. “İyi görünüyor.”
“Yeterince çürütememiş misin yoksa, Lavin?” diye sordu Sahra kahkaha atmamak için sıktığı suratı kıpkırmızıyken.
“Ben şimdi çürüteceğim seni,” diye söylendim huysuzca.
“Kızdı bal köpüğüm,” dedi Sahra, bana bir öpücük attıktan sonra yerinden kalktı. “Hadi Sibel, gidelim. Alışverişimi böldü bu azgın boğalar.”
“Hâlâ konuşuyor ya,” diye homurdandım.
“Sus kız, Yangın Lavin…”
Tam ona doğru atılacaktım ki Kartal beni bileklerimden tuttu, Sahra ise Kartal’ın beni tutacağını bilmiyormuş gibi biraz uzağa kaçarak kıkırdadı. “Seni sevdiğimden uğraşıyorum, tamamen bundan…”
“Git be.”
“Kız, çocuğu ameliyat ettin, farkında mısın?”
“Sahra, sus ya, git hadi, alışveriş yap sen.”
“Gitmem, bütün gün dururum burada. Bütün gün derim ki, ne o, sevişememenin agresifliğini mi yaşıyorsun, Lavinciğim?”
“Ha ha,” diye homurdandım.
“Bak bu tamamen agresiflik. Neyin agresifliği? Seviştiğini kabullenememenin agresifliği. Ben sizin başınızda durursam ne olur? Sevişemezsiniz. Bu sefer neden agresifleşirsin? Sevişemediğiniz için…”
Sibelay, “Bakmayın şuna,” dedi, ardından Sahra’yı omzundan tutarak çıkışa doğru sürükledi. “Bence pudra ve fırça sizde kalsın. İhtiyacınız olacak gibi…”
“Sibelay,” dedim ona ‘sen de mi’ der gibi bakarken.
“Ya ben art niyet barındırmadan söylemiştim aslında…”
O ikisi gidene dek dalga geçmeyi sürdürmüşlerdi. İçeri nasıl girdikleri konusunda pek fikrim yoktu, birileri illaki onları görmüş olmalıydı ve muhtemelen yine birilerin gözü Kartal’la beni arıyordu. Kartal ile soyunma odasından çıkarken gergindim, birinin bizi birlikteyken kızlara ait soyunma salonundan çıkarken görmesinden korkuyor olabilirdim sanırım.
Bakışları omzunun üzerinden bana kaydığında, yanaklarıma sokulan ısıyı hissettim, sonra ona bakıp meraklı gözlerime düşen soru işaretlerini saklamadan, “Hım?” diye mırıldandım. “Bir şey mi söyleyeceksin?” Koridorun ışıkları yüzüme vurduğu an, saçlarımın ıslaklığını hatırlayıp gerilerek etrafıma bakındım ama kimseler olmadığı için şanslıydım.
“İç çeker gibi yüzünü izleyince içimde bir şeyler devleşiyor.” Bakışlarını benden ayırıp koridorun diğer ucuna çevirdi ama bilmiyordu ki, bir cümlesi bile bana olduğum yılı sorgulatıyordu. Kalbim dudaklarımı kaplayan mor rujun altında çarpıyormuş gibi hissetsem de ilerlemeye devam ettim.
“Gerçekten bana şiir yazdığını düşünmeye başlayacağım.”
“Şaka yaptığımı mı düşünüyordun?” Ciddi sorusu yeniden kalbime yayıldı, gözlerimi tam gözlerine çevirecektim ki, konuyu değiştirmek istiyormuş gibi, “Herkes derstedir, merak etme, saçlarını görmezler,” dedi. Dudakları yukarı kıvrılınca o kıvrımı sakin gözlerle izledim. “Bir yere kadar gideceğiz, tamam mı?”
“Nereye?”
“Hastaneyi görmeye.”
Yutkundum. “Şimdi mi?”
“Evet,” dedi kuru bir sesle. “Olur mu?”
“Olur tabii.”
Okuldan çıkarken biri tarafından görülmemenin rahatlığıyla, yeni bir oyunu başlatacağımız yere gidiyor oluşumuzun telaşını içimde yaşıyordum. Kartal’ın arabası okulun açık otoparkındaydı. Arka bahçeden çıkarak açık otoparka ilerlediğimiz sırada, Toprak’ın, gövdesi büyük ağacın altında oturduğunu fark edince Kartal’a yaklaşıp, “Orada,” dedim yavaşça.
“Gördüm.”
“Bugün onunla konuştum,” dediğimde, gözlerini kıstı ama şaşırmışa benzemiyordu. Kaşlarım sertçe çatıldı. “Tabii sen bunu da biliyordun.”
“Seninle ilgili her şeyi, senden önce bilen kişi benim.”
“Bir şeyin peşinde.”
“Evet,” dedi sadece, bu kadar rahat konuşması beni şaşırtmıştı. Deri ceketini üzerine geçirişini izledim, cipin uzaktan kumandasını kaldırıp düğmeye bastı. Ön yolcu koltuğunun kapısını açıp omzumun üzerinden biraz ilerideki geniş gövdeli ağacın altında oturan Toprak’a baktım. Bizi görmüştü ama sanırım görmezden gelmeyi seçen yine kendisi olmuştu.
“O çok yalnız,” dedim yavaşça, onu anlamak canımı yakmıştı. Kartal aracın önünden dolanarak sürücü koltuğuna geçti, araca bindiğimde üzerime bir sakinlik çökmüştü ama farkında olmadan tekrar Toprak’a bakarken bulmuştum kendimi.
“Doğru, o yalnız,” dedi Kartal, sesi duygularından arınmış gibi olsa da öyle değildi, biliyordum.
Toprak bakışlarını cipe doğru çevirdiği an, Kartal’ın da ona baktığını hissettim. Ellerini yere bastırarak ayağa kalktı, ellerini birbirine vurarak silkeledikten sonra bize doğru yürümeye başladı. “Bize doğru geliyor,” dedi Kartal ve tekrar kapıyı açarak araçtan çıktı ama ben araçtan inmedim.
Torpidonun kapağı, aracın kapısının sertçe kapanmasıyla bir anda açıldığında, bakışlarım torpido gözünün içindeki dörde katlanmış kâğıt parçasına saplandı. Bir an ne Toprak’ı ne de Kartal’ı önemseyemedim ve elim kâğıda doğru kaydı.
Parmaklarıma akan nabzı hissettim.
Parmaklarıma akan hisler yukarı tırmanarak tüm bedenime yayıldı.
Dörde katlanmış kâğıdı yavaşça açarken gözlerim kısıldı. Kâğıdın içinde bir göz figürü beni karşılayınca birden sadece donup kaldım. Tek bir gözdü bu, karakalem olarak resmedilmişti ve kirpiklerini izlediğim o kısa süre zarfında, bu gözün sahibi olduğumu fark etmiştim. Kâğıdın hemen ortasına çizilmiş gözün altına, aynı kalemle karalanmış kelimeleri gördüğümde donup kaldım.
Sahra Çölü’nde yağan karsın.
Yarık yarık topraklarımda hissettiğim bahar ve çiçekler açtıran damarlarıma.
Ekseni kaymış bir gezegenken ben, sen ısısını bana hayat gibi eken güneş, sen haziran yağmuru, bir başka şeysin sen.
Anlatabilsem, kendime yetmiyorsun.
Anlatsam, anlamasınlar.
Bu şiiri yazan o muydu?
Gözlerim kelimelerde asılıyken Toprak’ın o sorusu zihnime yavaşça sızdı ve irkildim.
“Doğru iz üzerinde olduğunuza emin misiniz?”
🎧: Kaldık Böyle, İşgal