Dünyayı bir kar küresine benzetiyordum.
İçinde bir balerinin ya da birbirini sevdiğini düşündüğüm iki çiftin değil de çiçekler veren bir ağacın olduğu, ters çevirdiğin anda kar tanelerinin değil, çiçeklerin renkli yapraklarının döküldüğü bir kar küresi…
Hayır, dünya buna benzemiyordu. Dünya, içinde ateşler yanan bir kar küresine benziyordu. Küreyi çevirdiğinde içeriden ateşin sesi yükseliyor, tersi çevirdiğindeyse yanan ateşlerin üstüne buz gibi sular dökülüyordu. Ateş ve su birbirine karışıyor, fakat ne ateş sönüyor ne de su buhar olup yok oluyordu.
Bahçede oturmuş, hemen tellerin arkasındaki Yusuf amcanın, bahçesindeki kedinin tüylerini okşarken yüzüne yayılan o saf şefkati izliyordum. Tellerin önünde duran bisikletin ve çiçek fidelerinin varlığını tekrar hatırlayınca, bakışlarım Yusuf amcadan uzaklaşıp bisikletin önünde duran kasaya kaydı. Her nedense bu çiçek fidelerini ve bisikleti getirenin Evren olduğunu düşünüyordum. Belki de mantıklı gelen tek cevap zaten buydu. Bana arabasıyla çarpmış, bisikletimi bir hurdaya çevirmiş, tüm çiçek fidelerimi ezmişti.
“Ne kadar da sessizsin bugün,” dedi Yusuf amca bana bakmadan. Hâlâ kedinin tüylerini okşuyordu. “Normalde de sesi çok çıkan bir kız çocuğu değilsin ama bu aralar daha sessiz görünüyorsun.”
Bir süre anlam veremeyen gözlerle ona baktım.
“Sana diyorum.” Bakışlarını yavaşça bana doğrulttu. “Neden bu kadar sessizsin bu aralar, güzel melisa çiçeğim?”
“Sessiz değilim ki,” dedim saf saf.
Yusuf amca buruk bir tebessümle şekil verdiği dudaklarını araladı. “Bir şey canını mı sıktı yoksa?”
Dudaklarımı birbirine bastırdım, canımı sıkan o kadar çok şey vardı ki… Yine de alışmıştım. Kendimi odama kapatır, mangalarımdan birini açar, sayfaları çevirirken kendimi oradaki çizimin yerine koyardım ve dünyam bir anlığına değişirdi. Bir anlığına, gerçekten pembe bir dünyanın içinde nefes alabildiğimi düşünebilirdim.
“Canımı sıkan bir şey yok, Yusuf amca.”
Yusuf amca, derin bir nefes aldı, gözlerinin beni bulduğunu fark ettim. “Senin bisikletine ne oldu?” diye sordu. “Bu bisiklet yeni sanırım.”
Tellere doğru yürüyüp omzumu tellere yasladım. “Küçük bir kaza geçirdim,” diye itiraf ettim. Yusuf amcanın yüzüne yayılan dehşeti izlerken, kalbim bir küstüm çiçeği kadar durgundu. “Önemli bir şey değil. Bir yerime bir şey olmadı.”
“Ne kazası bu?”
“Bir araba bisikletime çarptı,” dedim kuru bir sesle. “Bisikletim bir hurda hâline gelince de arabanın sahibi bana yeni bir bisiklet hediye etti.”
Yusuf amca avuçlarındaki kedi tüylerini yavaşça silkerek, “Babanların bundan haberi var mı?” diye sordu, gözlerindeki şefkat beni gülümsetiyordu.
“Hayır, yok.”
“Böyle bir şeyi ailenden saklamamalısın. Bu kazanın doğurduğu sonuçlar daha yaralayıcı olabilirdi. Sana bir şey olabilirdi, gül kızım.”
“Ben iyiyim,” dedim tekrardan. “Hem…” Sustum. Ailemin umurunda olmayacağından değildi, aksine annem çok endişelenebilirdi fakat babam… Babam kesinlikle hatayı yine bende arayacak, hatta bu kazayı bile sürdürdüğüm hayat şekline bağlamanın bir yolunu bulacaktı. Tırnaklarımı avucuma batırarak, “Onları endişelendirmek istemedim,” diye yalan söyledim.
Yusuf amca, uzun uzun yüzümü izledi, tellere yaklaşmaya başladığında artık ona bakamıyordum. Dikkatli bakışları bisikletin sepetindeki çiçek fidelerine kaydı. Dudakları yavaşça yukarı kıvrılırken, “Bu çiçekleri de mi o kişi hediye etti?” diye sordu. Anlam verilemez bir hızla yanaklarıma ulaşan o ateş, tenimdeki ısının daha da çoğalmasına neden oldu. Pembeye döndüğüne emin olduğum yanaklarımın içini dişledim.
“Evet. Bisikletime çarptığı gün satın aldığım çiçek fidelerini mahvetmişti.”
“Ne kadar ince bir hareket,” dedi Yusuf amca. Yanaklarıma sapladığım dişlerimin kamaştığını hissettim. Gözlerimi yavaşça Yusuf amcaya çevirip başımı sallayarak bu söylediğini onayladım. “Yoksa bu kişi genç bir delikanlı mıydı?”
Gül demetinin içinden uzanan bir silah tam kalbime doğru namlusunu doğrultmuş gibi sarsılırken, “Ne?” diye sordum saf saf. “Şey…”
Yusuf amca, muzip bir şekilde gülümsedi. “Amanın,” dedi tatlı tatlı. “Yanakların şeker pancarına mı döndü senin, yoksa yaşlı gözlerimin yarattığı bir illüzyon mu bu?”
“Yanlış düşünüyorsun!” dedim panikle. “Yani… Olmadım ki ben şeker pancarı falan!”
“Elma şekeri mi oldun yoksa sen?”
“Yusuf amca!”
“Söyle bakayım, yakışıklı mıydı yoksa? Fidan gibi bir delikanlı olmasa senin bu yanaklar pamuk şekeri olmaya başlamazdı…”
“Beni tüm şeker türlerine benzettiğine göre, beni çok sevdiğini mi çıkarmalıyım buradan?” diye sordum yüzümü saran tebessümü ondan esirgemeden. Yusuf amca takma olduğunu bildiğim beyaz dişlerini göstererek gülümsedi; gülümsediğinde gözlerinin kenarları kırışıyor, kaz ayakları gözlerinin kenarlarına derin çukurlar oluşturuyordu. Bu bile, bana içten bir şekilde gülümsediğinin görsel bir kanıtıydı. Durdum, elimi kalbimin üstüne koymak ve babamın bana en son gülümsediği o ânı hayal etmek istedim; fakat o andan o kadar uzaktaydım ki, hayalim zihnimin içini dolduramadı.
“Seni torunum gibi görüyorum.” Yusuf amca tellerin küçük deliklerinden parmaklarını uzatınca, ben de hiç düşünmeden onun parmaklarına dokundum. “Seni ta küçücükkenden biliyorum.”
Yusuf amcayla süren kısa sohbetimizin ardından çiçek fidelerini alıp bahçenin boş tarafına taşıdım. Küçük bir bahçe küreğiyle açtığım taze toprağın içine ellerimle yerleştirdiğim fideleri boynuna kadar toprağa gömerken tırnaklarımın arası taze toprakla dolmuştu. Her yerleştirdiğim fideyi toprağa gömdükten sonra beyaz renkteki çiçek sulama aparatıyla bol bol sulamıştım. İşim bittiğinde hâlâ diktiğim çiçek fidelerinin önünde oturuyordum. Tırnaklarımın içine giren topraklar bana yaşadığımı hissettiriyordu, hatta bu toprağı öyle çok seviyordum ki, parmaklarımı aralıksız o toprağın içine daldırarak toprağı avuçlamak, sıkmak istiyordum.
Bahçenin demir kapısı aralandığında, kalbime yerleşmiş bir saatli bombanın yanlış kablosu kesilmiş gibi irkilerek kafamı kaldırdım ve içeri giren bedenin sahibine baktım. Babamın çürümüş bir fındığın kabuğuna benzeyen, buz gibi bakan gözleri gözlerimde takılı kaldı. Gözlerinin kademsiz hareketini izledim, bakışları yavaşça parmaklarıma kaydı, dudakları düz bir çizgi şeklinde gerilmişti.
Elindeki deri çantanın sapını sıkıca kavradı. Gözlerim babamın gözlerinden tek bir an olsun ayrılmadı, sanki gözlerim babamın gözlerinden ayrılırsa, babam aniden korkunç bir canavara dönüşecek ve bana saldırıp, toprağa diktiğim bu çiçekleri benim mezar taşım hâline getirecekti.
“Yine mi?” diye sordu, sorduğu bu kısacık sorunun harflerinin etrafından zehir damlıyordu ve bu zehir, benim zihnimde birikmeye başlayarak kendine ait ölümcül bir göl yaratmıştı.
Hiçbir şey söylemedim, sadece ona bakıyordum. Bana doğru bir adım daha atınca gözlerim gözlerinden koptu ve ayaklarına indi, attığı adımı izledim. Bu yolda benim de attığım adımlar vardı fakat ben kendi adımlarımı hiçbir zaman önemsememiştim, farkında olmadan her zaman onun attığı adımları izlerken buluyordum kendimi.
“Sen ne zaman büyüyeceksin?”
“Neden büyümek çok güzel bir şeymiş gibi konuşuyorsun, baba?” diye sordum elimde olmadan. Bana, benim kelimelerimden ördüğü ağın içinde beni izleyen bir örümcek gibi bakıyordu. Oysa büyümenin güzel bir şey olmadığını en iyi babam biliyor olmalıydı. Onu hiç çocukken görmemiştim, onu hiç çocuk gibi hissederken de görmemiştim. Onu tanıdığımdan beri o hep bir yetişkindi. Çocuk olmayı hiç mi özlemiyordu?
“Senin zırvalıklarından çok sıkıldım, Gülçehre.” Babamın yüzünü saran o sert ifadeye tekrar baktım. İleride ona baktığımda aynaya bakıyormuşum gibi hissetmekten ölesiye korkuyordum. Bir kız için en korkunç şey, nasıl olurdu da babasına benzemek olabilirdi ki?
“Çiçek dikmek ne zamandan beri bir zırvalık? Sen bir doktorsun, çiçeğin bir zırvalık olduğunu nasıl düşünebilirsin?” Yutkundum, babam bana bomboş gözlerle bakıyordu. “Doğa anaya verilmiş bir hediyenin nesi zırvalık olsun ki?”
“Çok çocukça düşünüyorsun,” dedi babam tekrardan. “Hiçbir zaman büyüyememenden korkuyorum.”
“Bu seni korkutmamalı,” diye fısıldadım. Parmaklarımı tekrar toprağa daldırdım, hissetmek istedim, şu an hissettiklerimi toprağa dokunarak hissettiğim şeyle yok ederek parçalamak istedim. Babam bana olmadığım biriymişim gibi hissettiriyordu ve ben bir gün o olmadığım kişi olmaktan çok korkuyordum.
“Bak, yeterince yorgunum ve senin saçmalıklarınla uğraşamayacağım. Kalk şuradan. Git o pislik içindeki ellerini yıka, tırnaklarının içini temizle. Düzgünce giyin, birkaç saat sonra çıkacağız.”
“Ellerim pislik içinde değil,” dedim kaşlarımı çatarak. “Bu… Toprak?”
“Çamur o,” dedi babam iğrenç bir şeye bakıyormuş gibi ellerime bakarak. “Ne kadar itici göründüğünün farkında değil misin? Genç bir kıza yakışmıyor.”
“Sadece kötü bir insan tırnaklarımın kirli olduğunu düşünür,” diye fısıldadım ama babam beni duymadı. “İyi bir insan, toprağa dokunan birinin pis olmadığını bilir.”
“Ne dedin?”
“Hiç.”
“Tamam. Kalk, gidip hazırlan. Ve şu tırnaklarına da oje mi sürüyorsun, ne sürüyorsan sür. Leş gibi görünüyor yahu!”
Annem, babamın hemen arkasından bahçeden içeri girip, “Sesinizi biraz alçak tutar mısınız?” diye sordu babama dik dik bakarak. “Tartışmasını yaptığınız şey bir çiçek ve toprak. Böyle bir şey için neden tartışıyorsunuz? Allah aşkına, uğraşma kızla.”
“Ne hâliniz varsa görün be!” dedi babam eve doğru yürürken. “Gülben, o kızının ellerinin hâlini görüyor musun? Bir şey yap, koskoca Mustafa Kemal Kuran’ın evine yemeğe gidiyoruz. İnsanların midesini bulandırmaya hakkı yok!”
Oturduğum yerde yüzümü buruşturdum ama babam bizden uzaklaştığı için yüz ifademi görememişti. Annem dudaklarında buruk bir gülümsemeyle bana bakarak, “Bugün gergin bir gün geçirdi,” dedi beni kandırmaya çalışıyor gibi. Oysa babamın her gün böyle olduğunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. Başımı sallayarak oturduğum yerden kalktım.
Yusuf amcanın hemen ileride, tellerin arkasında öylece durmuş çiçekleri sularken her şeyi duyduğunu biliyordum. Yüzündeki ifadesizliğe rağmen moralinin bozulmuş olduğunu anlamak mümkündü. Sessizce yanından geçerken bana baktığını fark ettim ama ona bakmadım, başım önüme eğik bir şekilde eve girdim. Üstelik babam, bisikletimin yokluğunu da yeni bisikletimi de hâlâ fark etmemişti.
Ilık bir duş aldıktan sonra dişlerimi fırçalamış, babamın diretmeleri sonucu tırnaklarımın içindeki toprak kalıntılarını temizlemiştim. Her ne kadar oje sürmek istemiyor olsam da elime geçen toprak rengi ojeyi tırnaklarıma tek kat şeklinde uyguladım. Oje biraz olsun koyu renk olduğu için tırnaklarımı temizlememe rağmen hâlâ içinde görünebilen toprak kalıntılarını kamufle etmeyi başarmıştı. Bebe mavisi renginde kot, kısa kollu, bebe yaka, kısa bir elbise giydim. Beyaz çoraplarımı dizlerimin üstüne kadar çektim, beyaz çorabımın üst kısmında dantel işlemeler vardı ve güzel görünüyordu. Saçlarımın uçlarını maşayla şekillendirdikten sonra kâküllerimi tarağımın uçlarıyla şekillendirip dudaklarıma şeftali renginde bir ruj sürdüm. Ayağımda, kot elbisemle hemen hemen aynı tonlarda düz bir ayakkabı vardı ve yüzüme ekstra bir şeyler sürmeyi sevmediğim için sadece ruj ile yetinmiştim.
Her ne kadar bu akşamı oturup manga okuyarak, anime izleyerek geçirmek istiyor olsam da Mustafa Kemal Kuran’ın evindeki yemeğe katılmak zorundaydım. Bazı zorunluluklar, vücuda parçalar hâlinde yayılmaya başlamış küçük kanser hücrelerine benziyordu.
Odamdan çıkıp alt kata indim. Babam çoktan hazırlanmış, salon ve koridoru birbirine bağlayan duvardaki aynanın önünde durmuş kravatını bağlıyordu. Giydiği gri takım elbiseyi inceledim, siyah kravatını ustaca bağladıktan sonra gözlerini aynanın yüzeyinde kaydırarak hemen merdivenlerin ortasında duran bedenime çevirdi.
“Tırnakların?” dedi kaşlarını kaldırarak.
Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken parmaklarımı kaldırıp ona gösterdim. “Oje sürdüm,” dedim kısaca.
“Temizlendi?”
“Evet.”
“Neden o renk bir oje sürdün?”
“Kızın sürdüğü ojenin rengine bile karışmayı keser misin artık?” Annem sıkı bir şekilde topuz yaptığı saçının kenarından fırlamış saç telini kulağının arkasına iterken gözlerini kıstı. Giydiği siyah elbisenin içinde son derece şık görünüyordu. “Alt tarafı yemeğe davet edildik, saraylılar gibi giyinmemizin mantığı nedir hâlâ çözebilmiş sayılmam.”
“Evine davet edildiğimiz adamın kim olduğunu biliyorsun değil mi, Gülben?”
“Evet, biliyorum. Ben de o hastanede çalışıyorum, unuttun mu?”
“Kızının bu sorumsuzluklarını, umursamazlıklarını kimden aldığını şu an daha net görebiliyorum,” dedi babam iğne gibi bir sesle.
“O senin de kızın.”
“Aksini iddia ettiğimi hatırlamıyorum,” dedi babam tekrardan. Yutkundum. “Orada öyle dikilme, hareket et, Gülçehre.”
“Bu yemeğe kızın sayesinde davet edildiğini de unutmasan keşke,” dedi annem rahatsız bir tavırla.
“Siz kadınları memnun etmek gerçekten çok zor,” dedi babam gözlerini devirerek. Ona aldırış etmedim. Merdivenleri hızla inip çıkışa yürüdüm. Bu gecenin sorunsuz bir şekilde geçmesini istiyordum. Gece eve erken gelecek olursak, en son yarım bıraktığım mangaya devam bile edebilirdim. Kapıdan çıkarken içimden yüzden geriye saymaya başladım.
🥀
Kendime çok uzakta olmama rağmen, hissettiğim her şeyin yanı başındaydım.
Önünde durduğum, dışı fildişi rengine boyanmış büyük eve bakarken babam hâlâ arabanın içindeydi. Büyük, eski bir yalıyı anımsatan bu evin bahçesi, evin görüntüsünün aksine oldukça moderndi. Ağaçların gölgesi altında kalan büyük yüzme havuzunun içinde yanan ışıklara kaydı gözlerim. Havuzun fayanslarının bittiği yerde yemyeşil çimler başlıyordu, çimlerin arasına parça parça yerleştirilmiş taşlar vardı. İçeride yanan sarı ışığın sıcak rengi, evin tüm duvarını kaplamış olan camdan dışarı sızıyordu.
“Aracı bahçeye park etmek ne kadar doğru?” diye sordu annem araçtan inerken. Gözlerim hâlâ havuzun ışıklarındaydı.
“Kemal Bey öyle söyledi.” Babamın kendi kapısını sertçe kapattığını duyduğumda, gözlerim ister istemez kapandı. “Gülçehre?”
Gözlerimi aralayıp omzumun üstünden babama doğru baktım. “Hım?”
“Hım, değil. Efendim diyeceksin.” Babam homurdanarak bana doğru yürüdü. “İçeride çok kibar olmanı istiyorum, anlaşıldı mı? Beni küçük düşürecek davranışlardan kaçınırsan çok sevinirim.”
Dudaklarımı birbirine bastırarak babama baktım ama herhangi bir yorumda bulunmadım. Havuzun hemen önündeki büyük cam kapı aralandı, kafamı çevirdiğim an Mustafa Kemal Kuran ile göz göze geldim. Yüzünde ılık bir tebessümle orada öylece dikilmiş bizi izliyordu. Babam, onu görür görmez kravatını düzeltti ve yanımdan geçerken kulağıma doğru eğilip fısıldadı: “Eğer işlerin ters gitmesine neden olursan, bu sana pahalıya patlar.”
Babamı anlamıyordum. Bir gün onu anlarsam, kendimi gerçekten yok etmiş olacaktım. Derin bir nefes alarak havuzun önünden geçtim, merdivenleri tırmanarak babamın arkasından ilerlemeye başladım.
“İyi akşamlar, hocam,” dedi babam saygılı ve mesafeli bir sesle.
Mustafa Kemal Bey, başını sallayarak sıcak bir tebessümle karşılık verdi babama. “İyi akşamlar, Ertuğrul.”
Tokalaştılar. Annem de hemen babamın arkasında belirip gülümseyerek, “İyi akşamlar, hocam,” dedi. Mustafa Kemal Bey’in yüzünü saran tebessüm hâlâ orada asılı duruyordu, oldukça sıcak bir gülümsemeydi bu. Annemle de tokalaştıktan sonra, “Hoş geldin, Gülben,” diye mırıldandı. Gözleri beni buldu. “Ah, sen de hoş geldin.”
“Hoş buldum, efendim,” dedim karnımı ağrıtan bir saygıyla.
Mustafa Kemal Bey’in gözleri yüzümde dolandı, elimi tutup yavaşça sıktıktan sonra, “Merak etme,” diye fısıldadı. “Sıkılacağın bir gece olmayacak.”
Duraksadım, ne demek istediğini anlamamıştım ama üzerinde de durmadım. Hep beraber oldukça büyük bir holden geçtik, ardından çok geniş bir salona girdik. Salonun nostaljik bir havası vardı, antikalarla doluydu ama geçmişi yâd ediyor olmasına rağmen oldukça şık, ihtişamlı, hatta bayağı da pahalı görünüyordu. Geçtiğimiz hol, taze gül gibi kokuyor olsa da salon resmen yasemin çiçeği gibi kokuyordu. İç ferahlatıcı, ilham veren bir kokuydu bu.
Kısa süren sohbetin ucu hiç bana dokunmadı. Bu beni biraz olsun rahatlatmayı başarmıştı. Hatta Mustafa Kemal Bey öyle konulara giriyordu ki, yaklaşık yarım saattir babamın buzhane deposu gibi bakan gözleri bana bir kez olsun dokunmuyor, ima dolu bakışlarının radarına takılmıyordum. Mustafa Kemal Bey’in yardımcısı Hatice Hanım sofranın hazır olduğunu söyledikten sonra hep beraber yemek odasına geçtik. İnanılmaz derecede büyük olduğunu fark ettiğim bu evin, yemek odası da tıpkı salonu gibi genişti fakat salona göre çok daha modern esintilerle döşenmişti. Yalnızca ortada duran yemek masası ve yemek masasının ortasındaki şamdanlar antikaydı, onun dışında kullanılan porselen tabaklar bile günümüzde kullanılan oldukça modern parçalardı.
Mustafa Kemal Bey masanın başına oturdu. Babam hemen karşıma, annem de yanımdaki boşluğa oturdu. Ben, Mustafa Kemal Bey’in çaprazındaydım, gözleri sık sık beni yakalıyor, rahatsız olup olmadığımı anlamak ister gibi yüzümü inceliyordu. Ortada, şamdanın hemen yanında duran tepsinin içindeki büyük tavuğu görünce kaşlarımı çatıp gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Gerçekten de saraylılar gibi hissetmeye başlamıştım.
Hatice Hanım servis tabaklarını yerleştirirken bana gülümsedi, kadına gülümseyerek, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım.
“Hatice,” dedi Mustafa Kemal Bey, dirseklerini yemek masasının üzerine koydu, avuçlarını birbirine bastırdı ve yüzünü iki elinin üzerine yerleştirdi. “Neden hâlâ masada değil?”
“Haber verdim, Mustafa Bey. Birazdan inecektir.”
“Güzel.” Gülümsedi. “Sen de yoruldun, servisi yaptıktan sonra yemeğini ye lütfen. Bugünlerde oldukça zayıflamış görünüyorsun. Sağlıklı beslenmiyor musun yoksa?”
Hatice Hanım mahcup bir şekilde, “Sağ olun, Mustafa Bey,” dedi yalnızca.
“Oğlunuz, değil mi?” diye sordu babam.
“Evet, oğlum. Kusuruna bakmayın, misafir geleceğini bilmiyordu.”
“Hiç mahsuru yok,” dedi babam ciddi bir sesle. “Hocam, oğlunuzu ne zaman hastanede görmeye başlayacağız?”
Mustafa Kemal Bey’in bakışları kısaca bana dokundu.
“Oğlum ne zaman isterse,” dedi, sesindeki ima babamı bir anlığına rahatsız eder gibi oldu ama babam dağılan ifadesini hızla toplayarak başını aşağı yukarı salladı.
Yemek odasındaki ahşap merdivenlerin gıcırdadığını duyduğumda bakışlarım yavaşça Mustafa Kemal Kuran’dan ayrıldı. Odağıma giren siyah, pahalı olduğu parıltısından bile belli olan erkek ayakkabılarına kaşlarımı çatarak baktım. Mustafa Kemal Bey gözlerini kısarak başını yavaşça omzunun üstünde arkaya doğru çevirdi. Uzun bacakları saran siyah kot pantolon, sıkı bacakların şeklini oldukça net bir şekilde belli ediyordu. Gözlerim biraz olsun aceleci davranmadı, ağır ağır yukarı tırmanarak, aşağı doğru inen bu bedenin sahibini keşfe başladı. Siyah kazağının kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı, teni, giydiği siyah kazağa savaş açarcasına bembeyazdı. Bileğini saran siyah kayışlı saati ekstra olarak sıkı bağlamış gibi duruyordu, kollarındaki damarlar öylesine belirgindi ki… Gözlerim, siyah boğazlı kazağının boğazına kadar tırmandığında, çenesindeki dikiş izi duraksamama neden oldu. Göğsümü dolduran o tanıdıklık hissi, aniden ortamda buz gibi bir rüzgârın esmesine neden oldu. Sanki şu an bir yemek odasında değildik, bir uçurumun kenarındaydık ve gökyüzünden yeryüzüne gül yaprakları yağıyor, gül yaprakları o kadar hızlı hareket ediyordu ki dokunduğu yeri jilet gibi kesiyordu.
Sanki çenesindeki erimiş dikiz izinin sebebi de o gül yapraklarından birisiydi.
Gözlerim neredeyse kıpkırmızı olan dudaklarına kaydı, devamında uzun inen düzgün burnuna takılı kaldı ve sarmaşık yeşili gözleri, gözlerime dokunduğu anda, başımızdan aşağı yağan gül yaprakları aniden dondu. Donmuş gül yapraklarının arasında öylece birbirimize bakarken dalgaların, uçurumun yüksek kayalıklarına çarparken çıkardığı sesleri duyabiliyor, o tuzun kokusunu soluyabiliyordum.
“Neredesin sen oğlum?” diye sordu Mustafa Kemal Bey duru bir sesle.
Evren cevap vermeden öylece yüzüme bakıyordu, adımları bir an duraksar gibi oldu ama sonra hızla merdivenleri inip yemek masasına doğru yürüdü. Gözlerimi yüzünden bir an olsun ayırmazken, “Oğlum?” diye sordum kendimi tutamayarak. Babamın bakışlarını yüzümde hissettim.
“Evet, o gün sana bir oğlum olduğundan bahsetmiştim.” Mustafa Kemal Bey bana baktı. “Oğlum, Evren.”
Evren, babamın yanına oturdu ve otururken, sarmaşık yeşili gözleri bir an olsun benim fındık kabuğu rengindeki gözlerimden ayrılmadı. Dudakları düz bir çizgi şeklindeydi, gözleri kısık ama yoğun bakıyordu. Bembeyaz yüzü, sanki pudrayla özel olarak bu hâle getiriliyormuş gibiydi… Ya da belki de damarında kan akmıyordu? Korkunç derecede beyaz tenliydi.
Demek ki babamın o gün bu adama bu kadar yakın davranmasının nedeni buydu. Gözlerimi onun rahatsız edici yoğunluktaki yeşil gözlerinden ayırarak babasına çevirdim. Onun hâlâ bana baktığını hissedebiliyordum.
“Neden bu kadar şaşırdın, Gülçehre?” Babamın sorusu buz gibi bir su oldu ve başımdan aşağı dökülüverdi. “Evren’i daha önce görmüştün, hatırlamıyor musun?”
“Hatırlıyorum,” dedim kısık bir sesle. “Yani tam net değil ama senin odanda görmüştüm sanırım…”
“Evet,” dedi babam gülümseyerek. “Evren, nasılsın?”
Gözlerim babamın sorusunun yöneldiği adama kaydı, yüzünün kireç gibi bembeyaz olmasına rağmen kirpikleri bir ok gibiydi ve simsiyahtı, kaşları ve saçları da öyleydi. Uzun, gür kirpiklerini ağır ağır aralayarak babama bakıp, “Teşekkürler,” dedi soğuk bir sesle. “Siz nasılsınız?”
“İyiyim, nasıl olalım işte. Pek görünmüyorsun ortalarda, hayalet gibisin.”
Ürperdim, aklıma okuduğum doğaüstü fantastik mangalar gelince gözlerimi kısarak Evren’e dik dik baktım. Yoksa o bir ruh muydu? Gözlerimi kısarak Evren’e dik dik bakmaya devam ettim. Evren’in gözleri kısaca bana kaydı, gözleri tam benden ayrılıyordu ki duraksadı ve aniden tekrar bana doğru baktı, her ne kadar buz gibi bakıyor olsa da bakışlarım onu şaşırtmış gibi görünüyordu. Gözlerimi kısarak ona baktığımı fark edince kaşlarını kaldırarak bana buz gibi bir bakış gönderdi. İfademi anında toplayarak farklı bir yöne baktım. Çok fazla manga okuyordum…
“Hasta olmadığım sürece hastanede ne işim var?” diye sordu Evren aniden, sesi de yüzünü aratmayacak soğukluktaydı. Babamın yüzünü saran o tebessüm anında parçalara ayrıldı, annemin elini ağzına örterek yavaşça güldüğünü görür gibi oldum.
“Evren,” dedi durgun bir sesle Mustafa Kemal Bey. “Lütfen.”
Kısa bir sessizlik yaşandı. Yemeğe başladığımızda, sadece çatal, bıçak ve kaşığın sesi yükseliyordu odada. Kimse konuşmadı, hiçbir şey hakkında yorum yapılmadı. Hemen karşımda, bisikletimi hurdaya çevirdikten sonra bana bir bisiklet ve bir kasa dolusu çiçek fidesi getiren o tuhaf adam otururken yemek yemeye çalışmak çok zordu. Ağzımın kenarı yağ olacak, ağzımı şapırdatacağım ya da yerken hayvan gibi görüneceğim diye çok korkuyordum ama o kadar çok acıkmıştım ki, elimde olmadan hızlı yiyordum.
Mustafa Kemal Bey, aniden, “Ertuğrul,” dedi ve o an tüm çatallar, bıçaklar bir köşeye bırakıldı. Evren hariç. Evren hâlâ iştahla tavuğunu yiyor, hatta babasının ona dik dik bakmasına aldırış etmeden pilava uzanıp servis tabağına pilav dolduruyordu. Ben de önümdeki tavuğa saldırmak istiyor olsam da kara zorla elimdeki çatalı bir köşeye bırakıp Mustafa Kemal Bey’e baktım. Adam çenesini yavaşça kaşıyıp, “Aslında seninle konuşmak istediğim bir konu var. Seni ve aileni çağırma nedenim de bu,” dedi, sesinde endişeyi duyar gibi oldum ama belki de bu benim hayal gücümdü.
Evren’in ağzına attığı kıtır ekmeğin çıkardığı sesler ani bir duraksama yaşanmasına neden oldu. Kafamı kaldırıp karşımdaki soğuk deliye düz düz baktım, şu an sofradaki herkesin gözü Evren’deydi ama aldırış etmeden kıtır ekmeği katır kutur çiğnemeye devam ediyordu.
“Şey,” dedi babam Evren’e yan yan bakarak. “Tabii, sizi dinliyorum, hocam.”
Babası bir süre sessizce oğlunu izledi, Evren ağır ağır çiğnediği ekmeğin ağzında çıkarttığı o patırtıdan zerre rahatsız değilmiş gibi masanın ortasındaki şamdana bakarak ekmeği çiğnemeye devam ediyordu. Babası hafifçe öksürünce, Evren kaşlarını kaldırarak babasına baktı. Mustafa Kemal Bey kaşlarını kaldırarak uyarı dolu fakat sevimli görünen bir işaret yapınca, Evren gözlerini devirdi.
“Ne? Burası toplantı salonu değil, yemek salonu. Ve ben açım,” dedi düz bir sesle.
“Evren,” dedi babası uyarıcı bir tonlamayla.
Evren ellerini masanın iki yanına koyarak ağzındaki lokmayı yanağının içinde yuvarlayıp sertçe yuttu. Kaşlarını çatıp bakışlarını bana çevirdi. Gözleri gözlerime dokunduğu anda, o yeşil gözlerin yoğunluğu altında rahatsız edici bir karın ağrısıyla olduğum yerde kıvranmaya başladım ama bunu ona çaktırmadım.
“Gülçehre’nin iyi bir üniversiteye yerleşmesini istiyorsun, değil mi?” diye sordu Mustafa Kemal Bey aniden. Bu sorusu, masanın ortasına yıldırım gibi düştü; masada başlayan yangın, sadece benim oturduğum yere doğru ilerleyerek beni hedef almaya başlamıştı. Evren, sanki tepkilerimi ölçmek istiyormuş gibi son derece dikkatli gözlerle beni izliyordu. Ellerimi masanın altına soktum, tırnağımı çıplak bacağıma batırarak sertçe yutkundum.
“Evet, hocam,” dedi babam sinir bozucu bir samimiyetle. “Geçen yıl tıp fakültesini tutturdu ama puanı bizi yeterince tatmin etmedi. Daha iyisini yapabileceğini düşünüyoruz.”
“İlla tıp fakültesi mi okuyacak bu çocuk, Ertuğrul?”
Babam durdu, gözlerinin benim yüzüme dokunduğunu hissettim ama ona bakmadım, masadaki yangın sadece beni yakıyordu ama kimse bunu görmüyordu. Evren hariç. Sanki o görüyordu, o zehirli sarmaşık yeşili gözleri gözlerime tutunmuş, diri diri yanışımı izliyordu.
“Kızımın da başarılı bir cerrah olmasını istememin nesi yanlış, hocam?”
“Bunun yanlış olduğunu söylediğimi hatırlamıyorum. Yalnızca, şart mı diye soruyorum. Sonuçta genç bir kızın istikbali söz konusu, elbette en iyisini istiyor olabilirsiniz fakat bu konuda onun isteği nedir? Geleceği hakkındaki planları nedir? Bunları ona sordunuz mu?”
Evren’in gözlerinden ayrılmayan gözlerim, o gözlerdeki yoğunluğun aslında yandığım ateşe ait olmadığını, o ateşin üstüne akmaya başlayan buz parçalarıyla dolu bir gölün buz gibi suları olduğunu fark ettim. Sessizce birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk ve masadaki tüm gözlerin bir anlığına bana döndüğünü hissetmiştim.
“Kızım kendisi için en iyi olanı bilecek yaşta değil,” dedi babam düşüncesizce.
Evren’in dişlerini sıktığını fark ettim. Beyaz, zayıf yanakları, elmacık kemiklerinin altındaki boş mezarlığa doğru tıpkı toprak gibi çöktü. Yüzündeki kemikler, bir mezarın yapıtaşını oluşturan buz gibi mermerlere benziyordu.
“Bu senin gibi yeri geldiğinde eğitimci olan bir sağlıkçıya hiç yakışmayan bir düşünce. Sen bir doktorsun, can kurtarıyor, yaşam veriyorsun. Böyle dikenli düşüncelerinin olması yalnızca karşındakini değil, seni de kanatır,” dedi Mustafa Kemal Bey. “Kızın on dokuz yaşında değil mi?”
“Evet.”
“Onu karşına alıp, hayatını şekillendiren yaşam haritasının onu nereye götürdüğünü ya da o haritanın onu nereye götürmesini umut ettiğini hiç sordun mu ona?”
“Kızımın bir hayali yok,” dedi babam, duraksadım, bunu nereden biliyordu? Gözlerim, bana saplanmış, okundan zehir akıtan o yeşil gözlerden uzaklaşarak babama kaydı. Evet, bir hayalim yoktu fakat babam bunu nereden biliyordu? Yutkundum, babamın kelimeleri bir ateş olup boğazımdan içeri aktı, göğsümde yerini bilmediğim bir ormanın içinde yangınlar başlattı.
“Neden ona bir hayal yaratma fırsatı vermiyorsun, Ertuğrul? Sen benim elimde büyüdün sayılır. Seni tanıyorum, bu kadar dikenleri olan bir adam olmadığını biliyorum. İzin ver, kendi hayalini yaratsın.” Gözlerini yavaşça bana çeviren Mustafa Kemal Bey’in bakışları profilimi bir tuval gibi kullanarak, kendi düşüncelerini çehreme çizmeye başlamıştı. “Gülçehre?”
“Efendim?”
“Bir hayalinin olmasını ister misin?”
Dışarıda aniden yağmaya başlayan bahar yağmurunun sesi, yemek odasının duvarlarında çağlayarak kalplerimize çarpmaya başladığında titreyen kirpiklerimin altından Mustafa Kemal Bey’in gözlerinin içine baktım. “İsterdim.”
“Bir dahaki üniversite sınavına seni Evren hazırlayacak,” dedi Mustafa Kemal Bey sarsılmaz bir sesle. Babamın duraksadığını fark ettim. “Eğer sınava kadar hâlâ bir hayalin olmazsa, kendi istikbalini düşünerek babanı dinleyecek ve başarılı bir cerrah olacaksın.” Gözlerini babama çevirdi. “Fakat kızın, o gün geldiğinde ve haritasının onu nereye götüreceğine karar verdiğinde, onun hayaline asla karşı çıkmayacaksın. Eğer bir hayali olmazsa, senin dediğini yaparak istikbalini kurtaracak, fakat bir hayali olursa, sen de bir baba olarak onun bu hayalinin arkasında dağ gibi duracaksın.”
“Böyle bir şart koşmanız bir şeyleri değiştirmeyecektir, efendim,” dedim tüm zincirlerimi kırarak. “Babam, bir şekilde bir hayalim olmasına engel olmanın bir yolunu bulacaktır.” Gülümseyerek babama baktım. “Çünkü bizim evimizde hayal kurmak, çocuk olmaktır ve babam çocukları sevmez.”
Babamın kahverengi gözleri, neredeyse aynı renk olduğuna inandığım gözlerime saplanıp öylece kaldı. İkimiz birbirimize, en kısa zamanda, en uzun bakışı yaşattık. Babam gözlerini önündeki servis tabağına indirdi. Annem sadece ikimizi izliyordu.
“Bunun da bir çaresini buldum elbet,” dedi gülerek Mustafa Kemal Bey. “Kimsenin kimseye karışıp, bir şeyleri diretmemesi için de şu önerim var. Gülçehre, bir süreliğine benim himayem altında olacak. Bunu kabul eder misin, Ertuğrul?”
“Hocam…” Babam öksürdü. “Bakın…”
“Eder misin?”
“Hocam. Benim kızım tam olarak olgunluğa erişmedi, hâlâ çocuk gibidir. Geçici hayaller peşinde koşabilir,” dedi babam.
“Bunu bana bırakın isterseniz.” Evren’in çelikten sesi tüm dikkatlerin dağılmasına neden oldu. “Bölümüm psikoloji, biliyorsunuz, insanları benden daha iyi analiz edebileceğinizi düşünüyor olamazsınız.”
Babam ne diyeceğini bilemez hâlde, “Kızımın geleceği söz konusu,” diye fısıldadı, sesi güçsüzdü, her nedense onlara karşı koyamıyor gibi görünüyordu.
“On dokuz yaşında bir kız olarak kendi kararlarını kendi verebilecek yaşta,” dedi Mustafa Kemal Bey. “Gülçehre, hayallerini keşfetmek ister misin?”
“Ben…” Dışarıda yağmaya devam eden yağmurun sesini dinlerken başımı yavaşça sallayarak önüme eğdim. “Ben bir hayalim olsun isterim.”
“Güzel,” dedi Evren beklemediğim bir anda.
“Evet, Ertuğrul?”
“Hocam.” Babam derin bir nefes aldı. “Ben…”
“Nereden biliyorsun, Ertuğrul? Belki de kızının hayali zaten doktor olmaktır?”
Babam duraksadı, kahverengi gözlerini hızla bana doğru çevirince, hızla gözlerimi ondan kaçırıp farklı bir yöne baktım. Benim hayalim neydi ki? Bilmiyordum. Kendime hiç seçenek sunmamıştım, hiç gerçekten istediğim bir şey olmamıştı. Kendimi keşfetmeye zamanım olmamıştı, belki de çevremdeki baskı yüzünden kendimi kendim keşfetmek istememiştim.
Bir süre bekledikten sonra, “Pekâlâ,” dedi derin bir nefesi dışarı bırakarak. “Bu süre zarfında kızım nerede olacak?”
“İşte sen bunu bilmeyeceksin, çok uzakta olmayacak ama gözünün önünde de olmayacak,” dedi Mustafa Kemal Bey. “İkinizin de bir şeyleri görebilmek için zamanınız olacak.”
Annem, “Aslında iyi bir fikir gibi görünüyor,” diye fısıldayıp suyundan bir yudum aldı.
“Hocam, size güvenim sonsuz, biliyorsunuz fakat…”
“Kabul ettin bir kez, Ertuğrul. Hocana karşı mı çıkıyorsun bakayım sen?” Mustafa Kemal Bey keyifli keyifli güldü. “Emin ol, kızının yanlış bir karar almasına asla izin vermeyiz. O aklı başında, zeki bir kız. Göreceksin, pişman olmayacaksın.”
Babam tedirgin gibi görünse de olduğu konumda kademe atlayacağını, belki de mevki olarak yükseleceğini düşünmenin verdiği hazla bu fikri kabul etti. Başta babamın bunu kabul etmesi bana ütopik bir şey olarak görünse de onu tanımanın getirdiği o acı tat, ne planladığını fark ettiğimde damağıma yayılarak beni zehirlemeye başladı.
Yemek masasından ayrılıp lavaboya gitmek için üst kata tırmandım. Kendimi lavaboya kapatıp karşımda duran aynaya bomboş bakışlar atmaya başladığımda, bu gecenin aslında bir rüya olmasından korkuyordum. Kısa bir süreliğine özgürlüğü elime alabilirdim, kendime seçenekler yaratabilir, kendimi keşfedebilirdim. Eve döndüğümüzde babamın ne diyeceğini, ne tepki vereceğini, bana ne gibi zorbalıklar da bulunacağını düşünüyordum. Suyu açtım, ellerimi duru suyun içinde parmaklarımı birbirine sürte sürte durulamaya başladım. Soğuk suyu açtığım için su, birkaç saniye sonra kemiğimi bile ağrıtarak buz gibi akmaya başladı.
Lavabonun kapısı aniden aralanınca olduğum yerde sıçrayarak, ellerimi sudan çekmeden kapıya baktım. Evren, omzunu kapının kirişine yaslamış bana bakıyordu. Yüzünde o alışmaya başladığım boşluk, ifadesizlik vardı. O, tıpkı boş bir tuvale benziyordu.
“Beni korkuttun,” diye fısıldadım gözlerimi tekrar aynaya çevirerek. Aynaya bakıyor olmama rağmen, yan tarafımda duran bedenini görebiliyordum ve aynadaki yansıması da burnumun dibinde duruyormuş gibi hissettiriyordu.
“Beni kurtardın,” dedi, sesinde ölümün içine çekerek kuruttuğu damarlar vardı.
“Ne?”
“Böyle demen gerekiyordu.”
Issız bakışlarımı yavaşça ona çevirip, gözlerinin içine baktım. Gözleri, zehirden ibaret gibiydi. Yüzüne çekilmiş kalın bir perdenin arkasından benimle konuşuyormuş gibi hissettiriyordu.
“Beni kurtardın?” Kaşlarımı kaldırdım. “Derken?”
Kollarını göğsünün üstünde topladı, burnundan içeri derin bir nefes çekip, “Çiçekleri diktin mi?” diye sordu.
Göğsümün altındaki çarpıntının yoğunlaştığını hissettim.
“Evet. Çok düşünceli bir hareketti, teşekkür ederim.”
“Elinden oyuncağı alınmış küçük bir kız çocuğu gibi bakıyordun,” dedi aniden. Ok gibi görünen kara kirpiklerinin gölgesi, lavabodaki yoğun ışıktan dolayı gözlerinin altına koyu resimler döşemişti.
“Öyle bakmıyordum,” diye fısıldayıp gözlerimi tekrar aynaya çevirdim.
“Yarın akşamüstü seni almaya geleceğim,” dedi bir anda. Kaşlarımı çatıp suyu kapattım, temiz havluyla ıslak parmaklarımı kurularken konuşmaya devam etti: “Yanına bir şeyler almana gerek yok.”
“Nasıl yani?”
“Sıfırdan başlamak gibi düşün,” dedi aynı durgunlukla.
“Bu şu an çok saçma gelmeye başladı,” diye itiraf ettim.
“Sana çok daha saçma olan bir sürü şey sıralayabilirim,” dedi. “Şu duruşunu düzeltmen gerek.”
“Duruşum mu?”
“Kaburgalarında diken varmış gibi duruyorsun.”
Kurduğu cümlenin uyandırdığı yaralarım vardı. Bu yaraları on dokuz yıldır taşıyordum, bir süre sonra yaralarının köklerine çiçekler ekmeye başlıyordun ve izleri saklayan eşsiz çiçekler senin yaralarının içinde büyüyordu. Bir bebeğin ahşap beşiği gibi, çiçeklerimin beşiği oluyordu yaralarım ve yaralarım kapandığında, büyüyen o çiçekler altlarında kalan izleri örtüp saklıyordu.
Belki de kaburgalarımda taşıdığım bu diken, kalbimdeki izleri örten bir çiçeğe aitti.
Yavaşça yanından geçerken, “Vardır belki,” diye fısıldadım. Evren’in bedeninin taş kesildiğini hissettim ama buna aldırış etmedim. Omzum, omzuna sürttü ve onun aksi yönünde ilerlemeye başladım. Dar koridorun tavanından sarkan avizenin yaydığı ışık, bir ateş böceğinin karanlıkta yaydığı ışık kadar zayıf fakat güzeldi.
“Baksana,” diye seslendi arkamdan. Adımlarımı yavaşlattım ama durmadım, o da arkamdan geliyordu, onun varlığını hissedebiliyordum. Yavaşça ona doğru döndüm. Yüzündeki sert ifadeye rağmen, her nedense ruhunun acılar içinde olduğunu düşünen tarafıma kaşlarımı çatarak bakmak istedim.
“Ne oldu?”
“O günden sonra bir yerin ağrıdı mı?” diye sordu ilgili bir sesle. Koridorun diğer ucundan bana doğru adımlar atıyordu. Mesafenin daraldığını fark edince başımı iki yana salladım.
“Hayır, ağrımadı.”
“Tenin morardı mı?” diye sorunca yanaklarımın ısındığını hissettim.
“Hayır, sanırım morarmadı.”
Burnumun dibinde bitince nabzımın yavaşladığını, damarlarımın içindeki kanın yüzmeyi bırakarak olduğu yerde öylece donduğunu hissettim. Kafasını eğmeden, yalnızca gözlerini indirerek yüzüme bakmaya başladı. Elini yavaşça kaldırdı, bakışlarım uzun, beyaz parmaklarında takılı kaldı. Eklemlerini saran kalın damarların belirgin mavi, yeşil rengini seyrettim. Teni şeffaf bir muşambaydı ve tüm damarları o şeffaf zeminin altından görünüyordu sanki. Parmaklarının yanağıma düşen saç teline dokunmasıyla gözlerim belli derecede kısıldı, bu elimde olmadan gelişen bir reaksiyondu. Nabzımın aniden hızlandığını hissettim, damarlarımın içindeki kan çözüldü ve gürül gürül çağlamaya başladı.
“Açık tenlisin,” dedi düşünceli bir sesle, gözleri kısıldı. “Bu teninin kolay moraracağı anlamına gelir.”
“Öyleyse bile fark etmemişimdir,” diye geçiştirmeye çalıştım. Evren’in parmağı hâlâ saç telimde duruyordu, sanki bir kilisenin üstündeki o saatin yelkovanı tam on ikinin üzerine saplanmıştı ve çanlar çalmaya başlamıştı. Saçımı yavaşça kulağımın arkasına itti.
“Dikkatsiz bir kız olduğunu fark ettim zaten,” diye fısıldadı, nefesindeki soğuk, saç diplerimin arasına girerek düşüncelerimi sızlattı.
Bir adım geri atarak gözlerimi kaldırıp gözlerinin tam içine baktım. Loş ışığın altındayken yeşil gözleri nasıl oluyordu da hâlâ böyle parlak ve yoğun renkli görünebiliyordu? Evren’in durgun bakışları yüzümde dolanmaya devam ediyordu.
“Benim kaburgamda diken yok,” dedim aniden. Kaşlarını kaldıracak sandım ama yapmadı, hâlâ ifadesiz gözlerle gözlerimin içine bakıyordu. Tüm cesaretimi toplayarak o cümleyi kurdum: “Ama senin gözlerinde bir kuyu var.”
Hiçbir şey söylemesine izin vermedim, yüzünü saran ifadeyi bile merak etmedim, kesin ifadesi de değişmemişti zaten. Sırtımı dönüp hızla ondan uzaklaşırken ellerim titriyordu. Bunun nedenini sorgulamadım, sonuçta o bir erkekti ve ben, yeri geldiğinde hemcinslerinin yakınlığından bile utanan bir kızdım.
O gece Evren ile hiç göz göze gelmemeye çalıştım, sanki o da bana bakmıyordu. Oradan ayrılıp eve geldiğimizde, babam düşündüğümün aksine hiç yorumda bulunmadı. Ben odama çıkarken, o sessizce salona doğru ilerlemiş, kravatını çıkartırken annemin bir fincan kahve yapmasını istemişti. Kendimi odaya kapatıp, karanlık odaya gözlerimi dikerek sırtımı kapıya yasladığımda, ellerim kapı ile sırtımın arasında duruyordu. Bir süre sessizce pencereden içeri sızan sokak lambasının ışığını izledim.
Bu gece manga okumak istemiyordum.
🥀
“Gerçekten bir çanta hazırlamayacak mısın?” diye sordu annem, kalçasını çalışma masama yaslamıştı, yatakta bağdaş kurmuş oturan bana dikkatli gözlerle bakıyordu. “Sonuçta ne kadar kalacağın belli bile değil.”
“Anne.” Daha dik oturdum. “Sence bu iyi bir fikir mi?”
Annemin kaşlarını kaldırdığını gördüm, benim gözlerimin aksine gök rengi gözlerinde güven vardı. Parmaklarını saçlarında gezdirdi, ardından bir parçayı kulağının arkasına iterek, “Seni babandan daha güvenilir bir adamın eline bırakma fikri mi?” diye sordu. “Evet.”
Uzun uzun annemin yüzünü izledim. Kafamda bazı soru işaretleri yok değildi ama annem haklıydı, babamın bu kadar sessiz kalıyor olması bile, karşımdaki adamın ne kadar güvenilir olduğunun bir göstergesi gibiydi. Yine de zihnimi şiddetine maruz bırakan düşünceleri bir kenara bırakarak kendimi rahatlatamıyordum. Annem, çalışma masasının üstünde duran mangalardan birini eline aldı, sayfalarını açıp karıştırdıktan sonra bana baktı.
“Bunlardan alacak mısın peki yanına?” diye sordu.
“Evet,” dedim dudaklarımı bükerek. “O adamın değişik oğlu yanımda hiçbir şey götürmemem gerektiğini söylemişti ama…”
Annem yüzünü buruşturarak güldü. “Ne kadar ayıp, Gülçehre. Neden değişik diyorsun çocuğa?”
“Çünkü öyle. Hem neresi çocuk onun, anne? Deve gibi, görmedin mi? Kazık gibi olmuş o. Çocuk falan değil.”
“Tamam, biraz değişik ama kötü biri değil,” dedi annem gülümseyerek. “Çok başarılı bir öğrenciydi, hem şu âna kadar kötü bir alışkanlığı olduğunu da duymadım.”
“Bana ne bundan?” diye homurdandım. “Sadece… Galiba haklısın. Bir hayalim olmak zorunda.”
“Seni öylece gönderecek olmak içime çok da siniyor sayılmaz,” dedi annem karamsar bir yüz ifadesiyle. “Fakat şunu biliyorum, sen kendine bir hayal yaratacaksın. Hayalleri olmayan bir insanın yaşamak için bir amacı da olmaz. Hayaller insanı hayatta tutar, Gülçehre. Bu sınav için çok şeyini ortaya koydun. Bence biraz uzaklaşmak sana iyi gelecek.”
“Eğer işler ters giderse geri döneceğim. Merak etme.” Oturduğum yerden kalkıp pencere kenarına yürüdüm. “Muhtemelen akşamüstü gelmiş olur.”
“Baban ile vedalaşmayacak mısın?”
“Ne?”
“Babanı görmeden mi gideceksin? Bugün biraz geç gelecek.”
“Eğer o beni görmek isteseydi, erken gelmenin bir yolunu bulurdu, değil mi anne?” diye sordum umutsuz bir sesle.
Annem bu kez sesini çıkartmadı. Saatler ilerledikçe gerginliğim artıyordu. Sonunda güneş, gökyüzünün küllüğünde tıpkı bir sigara gibi söndüğünde, kırmızı Impala hemen evin önünde duruyordu. Gözlerim, benim renkli mahzenim olan odamın duvarlarında dolandı. Geride bıraktığım şeylerin ne olduğunu bilmiyordum ama attığım adımın beni hayallerime götüreceğine kendimi inandırmıştım. Evden çıkarken annem bana defalarca kez sarıldı. Yusuf Amca ve anneannem saydığım eşi, hemen kapının önünde beni izliyordu. Gözlerim Evren’in bana aldığı ama hiç binemediğim bisiklete kaydı, sonrasında diktiğim çiçek fidelerine baktım ve bahçeden çıktım. Arabanın kapısını açan kişi Kıvılcım olmuştu. Onu karşımda görmeyi beklemiyordum. Bana içten bir tebessümle bakarak el salladı, ona hafifçe gülümseyerek Yusuf amcanın yanına yürüdüm. Yusuf amca beni kollarının arasına aldı, ona durumu izah etmiştim ama beni bırakmak istemiyor gibi kucaklarken neredeyse ağlamak üzereydi.
Hamiyet teyzenin gözyaşlarıyla dolmuş mavi gözleri yüzümde dolanıyordu. Ben Yusuf amcanın kollarındaydım, beni sıkı sıkı sarmış, saçlarımı kokluyordu. Impala’nın kapısının tekrar açıldığını duydum ama önemsemedim, Yusuf amcaya sıkıca sarılmayı sürdürdüm.
“Hayallerini ezmek isteyen herkesi ez, olur mu, küstüm çiçeği?” diye fısıldadı Yusuf amca. “Ve beni sık sık ara. Seni böyle göndermek benim yaşlı kalbime çok dokunuyor.”
“Güvende olacağım, biliyorsun,” dedim. “Seni arayacağım.”
“Burada Yusuf deden olduğunu unutma,” dedi gülümseyerek. Benden yavaşça ayrıldı. Hamiyet teyze beni kollarının arasına çekerken, “Anneannesinin sarılmasına izin vermiyorsun!” diye söylendi. Etli butlu, yine de ufak tefek, küçük bir kadındı Hamiyet teyze. Beni yanaklarımdan öperken, onun yanaklarından akan gözyaşları yanaklarımı ıslatmıştı. “Güzel kokulum, nereden çıktı şimdi bu çalışma meselesi? Sınava evinde çalışamıyor musun yahu?” Anlaşılan Yusuf amca eşine gerçeği anlatmamıştı. Sessizce Hamiyet teyzeye sarılmaya devam ettim. Hamiyet teyze kulağıma doğru, “Direksiyonun başından inen delikanlı pek yakışıklıymış,” deyince duraksadım. “Kız, buraya bakıyor.”
Gülerek yavaşça geri çekildim. “Çok fenasın,” diye mırıldandım.
“Gülçehre, arkadaşlarını bekletme,” dedi annem ama bilmediği bir şey vardı. O arabadaki kimse benim arkadaşım değildi. Durgun gözlerimi anneme çevirdim, yavaşça gülümsedikten sonra anneme el salladım. Gözlerim evin bahçesine kaydı, devamında evin duvarlarını izledim. Babam burada yoktu.
Zaten ne zaman olmuştu ki?
Sırtımı ailem bildiğim insanlara döndüğüm anda, o yeşil gözler sanki akrebin kıskacıymışçasına beni içine çekti. Orada, aracın tavanına dirseğini yaslamış bana bakıyordu. Ağır adımlarla onlara yaklaştım. Kıvılcım, yanağımdan bir makas alarak, “N’aber?” diye sordu. Kadınsı kokusu dikkat çekiciydi. Gözlerimi Kıvılcım’a çevirdim, gri saçlarının siyah dipleri gelmişti ama bu saçlarının daha da güzel görünmesini sağlamıştı. Tepeden toplayarak dağınık bir topuz şeklini verdiği saçlarının etrafından çıkan saç tellerine baktım, başının üstünde bir güneş gözlüğü vardı ve gözlerindeki lensleri çıkartmıştı, gözlerinin siyaha çok yakın bir rengi vardı.
Adının Yavuz olduğunu hatırladığım, Kıvılcım’ın sevgilisi olan çocuk kafasını camdan çıkararak, “Ufaklık,” dedi ve gülümsedi. Annem onları yadırgamamıştı, hatta Yusuf amca ve Hamiyet teyze bile bu işteki garipliğin farkında değil gibiydi.
“Hazırsan, başlıyor muyuz?” diye sordu Kıvılcım tam gözlerimin içine bakarak.
Durdum, bakışlarım usul usul Evren’e doğru aktı. Gözlerime batmaya başlayan gözyaşlarını yok saymaya çalıştım. Beni nasıl bir kuyunun içinden çekip aldıklarından haberleri yoktu. Ben güçlüydüm, evet, bunu biliyordum ama dışarıdan bakıldığında kırılmış küçük bir kız çocuğu gördüklerinden de emindim. Oysa en güçlü kadınlar, kırılmış kız çocuklarının gölgesini taşırdı geçmişlerinde.
“Hazırım,” diye fısıldadım Evren’in gözlerinin içine bakarak. “Başlayalım.”
Ben bu evin bahçesine dikilmiş bir ağaçtım, asla çiçek vermiyordum, kökümü saldığım yerde yavaş yavaş çürüyerek ölüyordum.
Şimdi karşımda duran bu adam, ellerini köklerime uzatmıştı, köklerimi saldığım topraktan yavaşça ayrılırken onun sarmaşık yeşili gözlerine tutunmuştum. Koparıldığını iliklerine kadar hisseden bir ağaç, nasıl olurdu da tam koptuğu anda ilk çiçeğini verirdi?
İctisas.
Evren’in dudaklarına yayılan o görünmez tebessümün gölgesinde, verdiğim ilk çiçek, yapraklarını aralıyordu.
🎧: Maiko Fujita, Hotaru