Kuğulu bir parkta, bankın üzerinde tek başına oturuyorsun ve kulaklığında Lord Huron, The Night We Met çalıyor. Az önce topladığın, sapı hâlâ taptaze yeşil renkte, pembe kanatlarını açmış bir demet çiçek hemen yanında duruyor. Çiçeklerin saplarından bir tanesi bankın aralığına girmiş, dudaklarında az önce döktüğün gözyaşlarının getirdiği artçı tebessümler var. Göz makyajın akmış, yanaklarında rimelinin pul pul tomurcukları var.
Bana çok benziyorsun.
Yanağımı aracın camına yaslarken, bedenim o kuğulu parktaki bankın üzerinde oturuyordu. Sessizlik beni dört bir yanımdan kuşatmış, zihnim, ıssız bir ormanın içindeki o gövdesi geniş ağaca kalın iplerle bağlanmıştı. Ruhumun bir sürü çiçeği katlettiği bir gecenin sabahındaymışım gibi halsiz hissetsem de yaşanacak yeni şeylerin getirdiği heyecan, hâlâ kalbimin içinde seğiriyordu.
Akşam güneşi aracın içine dokunuyor, yüzüme kalın çizgiler çiziyor, çizdiği kalın çizgiler sanki kâğıt hareket ediyormuş gibi hareket ederek bacaklarıma, tenime, aracın her bir köşesine dokunuyordu. Ön yolcu koltuğuna oturmayı beklemiyordum, yerimin arka koltuk olacağını düşünmüştüm fakat öyle olmamıştı. Kıvılcım’ın ince bacakları Yavuz’un kucağındaydı ve ikisi arka koltukta yayılmış şekilde bir konu hakkında derin bir sohbetin içindeydiler.
Parmaklarımı krem rengi pantolonumun kumaşının üzerine bıraktım, dizlerime doğru gerilmiş olan pantolon bağlarını parmaklarımla yavaşça ütüledikten sonra gözlerimi ön konsola indirdim. Ön konsoldaki plaklar dikkatimi çekmişti, plakların üzerinde de eski kasetler vardı. Kaşlarımı kaldırdım.
“Ee, Gülçehre?” dedi Kıvılcım aniden. “Görüşmeyeli nasılsın?”
“İyiyim,” diye yalan söyledim. “Teşekkür ederim. Sen nasılsın?”
“Aynı, güzelim.”
Yavuz, “Nereye gittiğimizi bilmiyor, değil mi?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Ben mi?” diye sordum saf saf.
“Yok, ufaklık. Soruyu Kıvılcım’a sordum ama evet, soruda bahsettiğim kişi sensin…”
“Kes şunu,” diye homurdandı Kıvılcım. “Onun aklını karıştırıyorsun.”
Evren konuşmuyordu, tüm dikkatini direksiyona vermiş durumdaydı. Uzun, kemikli ve beyaz elleri direksiyonu öyle sıkı kavramıştı ki, eklemlerinin etrafını saran çivit mavi renkteki damarlarını görebiliyordum. Gözlerimi ellerinden uzaklaştırdım. Bu kadar sık bakmamalıydım, onu rahatsız etmekten korkmaya başlamıştım.
“Nereye gittiğimizi bilmiyorum,” dedim başımı sallayarak.
“Merak da mı etmiyor bu?” diye sordu Yavuz, ona bakmasam da yüzünde allak bullak bir ifade olduğundan emindim.
“Çenen çok çıkıyor,” dedi Kıvılcım tekrardan. “Biraz susmayı denesen mi, sevgilim?”
“Bu aralar beni çok azarlıyorsun.” Yavuz’un, Kıvılcım’a sokulduğunu fark ettim. “Yoksa seninle daha çok mu yorulmalıyız?”
Kıvılcım parmaklarını Yavuz’un burnuna sertçe vurarak, “Yaramaz,” diye homurdandı. “Böyle şeyleri arsızca dillendirmen hoşuma gidiyor ama hiç sırası değil, biliyorsun.”
“Doğru çünkü arabada bir çocuk var, değil mi?” Yavuz güldü, dönüp ona yumruk atmak istiyordum ama sadece gözlerimi kısıp ön camdan dışarıyı izlemeye devam ettim. “Hey, ufaklık. Kaç yaşındaydın?”
“Ona böyle seslenme,” dedi Evren, dümdüz sesinin zeminine dikilmiş o buzdan duvarın soğuğunu hissedince ürperdim. Aracın içinde kısa bir sessizlik yaşandı, bu sessizliğe sebep olan Evren’di.
“Sadece takılıyorum, alındın mı?” diye sordu Yavuz.
Hiçbir şey söylemedim.
“Mesele alınıp alınmaması değil,” dedi Evren tekrardan. “Ona böyle seslenme.”
Yavuz, ağzına görünmez bir fermuar çekti, gözlerim dikiz aynasına kayınca duraksadım. Kıvılcım kaşlarını kaldırmış Evren’e bakıyordu, ona baktığımı fark etmiş gibi duraksadı, gözleri yavaşça bana kaydı ama benim aynadan onu gördüğümü bilmediği için gözleri üzerimde çok oyalanmadı. Akşam güneşi, kül tablasının içindeki izmarit gibiydi, dibe kadar gelmişti ama hâlâ bir şekilde yanmanın yolunu buluyordu.
“İzmir’den ayrılacak mıyız?” diye sordu Kıvılcım sonunda konuştuğunda, soruyu Evren’e yönelttiğini anlamıştım.
“Çeşme’ye gidiyoruz,” dedi Evren kısaca.
“O eve mi?” diye sordu Yavuz bu kez. “Alaçatı’daki?”
“Aynen.”
“Uzun zamandır gitmiyorsun, fena hâldedir,” dedi Kıvılcım. “Şimdiden söyleyeyim, hiçbir kuvvet bana temizlik yaptıramaz.”
Evren, sanki onun söylediklerini duymamış gibi yalnızca yola odaklanmıştı, ifadesiz bir suratla arabayı kullanmaya devam ediyordu. Zihnimde onunla ilgili sorular vardı, bu sorular sık sık dallanıp budaklanacak olursa kesinlikle zihnimde bir sarmaşık oluşturacaktı ve bu sarmaşık, ileride benim açımdan büyük tehlike arz edebilirdi.
Yol boyunca sessiz kaldım. Kıvılcım ve Yavuz konuşmaya devam ediyordu ama Evren onlara katılmıyordu. Bir saat bile sürmeyen yolculuğun sonunda, İzmir’in Çeşme ilçesine bağlı olan Alaçatı’daydık. Neredeyse her yer mavi beyazdı, evler müzeye koyulacak türden eski taşlarla döşenmiş duvarlardan oluşuyordu. Alaçatı’nın antika bir görüntüsü vardı, insanı içine çekiyordu. Neredeyse tüm yollar, kaldırımlar, hepsi Arnavut kaldırım taşındandı.
“Özlemişim Alaçatı’yı,” dedi Kıvılcım iç çekerek. “Foça’dan sonraki ikinci mekânım…”
Yavuz, “Geçen yaz yapılan tekne turu nasıldı ama?” diye sordu, gözlerim dikiz aynasına kaydı. Kıvılcım’ın gri saç teli yanağına düşmüştü, Yavuz onun saçını parmağına dolamış, yavaşça saçıyla oynuyordu.
Kıvılcım dudaklarını bükerek, “Ben yazı özledim,” diye sızlandı. “Yüzmeyi özledim.”
“Yaza şunun şurasında ne kaldı?” Yavuz, Kıvılcım’ı yanağından sertçe öpüp güldü. “Yüzersin yine, caretta carettam benim…”
“O bir deniz kaplumbağası bir kere,” diye homurdandı Kıvılcım, Yavuz’a yan yan bakarak.
“Küçük, gri kaplumbağam kızdı mı yoksa?”
“Kaplumbağalar agresifleştiğinde çok pis ısırır,” diye homurdandı Kıvılcım.
Araç ara bir sokağa girdi, sokağın içinde karaya yaklaşan bir okyanus canavarı gibi ilerlemeye başladı. Sokağın iki tarafında da bir sürü lokum, baharat dükkânları, bijuteriler, görmeye alışkın olmayacağım kadar çok küçük dükkân vardı. Burası âdeta bir pasaja benziyordu.
“Çok güzel bir yermiş,” diye fısıldadım gözlerimi dükkânlara dikerek.
“Daha önce hiç gelmedin mi, Gül Surat?” diye sordu Kıvılcım.
Başımı iki yana sallayarak, “Hayır,” diye yanıtladım onu. “Ben İzmir’i bile çok bilmem, yani pek gezmiyorum.”
“O zaman kendini hazırla, sana gezdireceğim çok yer olacak.” Kıvılcım’ın genişçe gülümsediğini göremesem bile hissedebilmiştim. Yanaklarımın içini ısırarak sessizce bekledim. “Evren, direkt eve mi gidiyoruz?”
“Kızım senin nasıl bir enerjin var?” diye sordu Evren kaşlarını kaldırarak. “Elinden gelse sokakta yatacaksın. Bir insan gezmeyi bu kadar sevebilir mi?”
“Bir insan senin kadar gıcık olabiliyorsa, elbette bir diğer insan da gezmeyi en az benim kadar sevebilir.”
“Falan filan,” diye homurdandı Evren, sesine yapışmış soğuk mermerler vardı, her nedense bana gerçekten çok ürkütücü geliyordu.
Araç, tıpkı pasajları anımsatan sokaklardan geçerek, hemen yokuşun sonunda uzanan denize oldukça yakın bir evin önünde durdu. Evin bahçesinin taşları da evin kendisi de tıpkı diğer evler gibi o eski ama gösterişli görünen taşlarla örülmüştü. Pencereler ve kapılar ahşaptandı, deniz mavisi rengine boyanmıştı ve bahçe yemyeşildi. Hemen verandanın altındaki sallanan koltuk dikkatimi çekti; bahçede de iki ağacın arasına bağlanmış büyük, beyaz bir de hamak vardı.
Impala’dan indiğimde, Yavuz, iki küçük valizi alıp bahçeye doğru yürümeye başladı. Kıvılcım yanıma yaklaşınca tedirgin bakışlarımı ona çevirdim. “Endişelenmeni gerektirecek bir durum yok,” dedi, sıcak tebessümü, güzel yüzünü anında ısıttı. Gözlerinin rengi inanılmaz güzel görünüyordu. “Kendini huzursuz hissetme. Bu evde yalnız olmayacaksın, ben de burada olacağım.”
“Ben…”
Koluma girip yürümem için beni çekiştirmeye başladı ama dışarıdan bakıldığında, sanki attığım tüm adımları kendi isteğimle atıyormuşum gibi görünüyor olmalıydı.
“Evren’in babası, bu dünya üzerinde görüp görebileceğin en mükemmel ikinci Mustafa Kemal’dir,” dedi kıkırdayarak. “Birincisi 1938 yılında, sadece bedenen yanımızdan ayrılmış olsa da aslında 1881 yılından beri aramızda.”
Dudaklarım yavaşça yukarı kavislendi. Yüreğimde, kalbimin tam içinde, ne zaman zihnine hayran olduğum o adamdan bahsedilse, bir yerde istiklal marşı çalsa ya da resmî bir kuruma asılmış fotoğrafını görsem, tüylerim her seferinde aynı hızla diken diken oluyor, ruhumu emsalsiz bir gurur hissi kaplıyordu.
“Her şeyi düşünmüş Mustafa Kemal amca,” dedi Kıvılcım. “Senin Evren ile yalnızken huzursuz olabileceğini düşünmüş, haklı olarak. Evren, ne kadar sert kabuklu biri gibi görünse de inan ki göründüğünün aksine çok iyi bir kalbe sahiptir. Arkadaşım olduğu için böyle söylemiyorum, onu tanıdıkça anlayacaksın zaten.”
Evren’i tanımak… Bu düşünce derin bir kuyunun içine düşmüş elmastan bir künyenin parıltısını fark edip, yosun bağlamış kayaların içindeki künyenin göz alıcı parıltısını uçurumun başında dikilerek izlemek gibiydi.
Evin bahçesine girdik, taze biçilmiş çimenin kokusu ciğerlerime ulaşıp beni dinginleştirmişti. Yavuz, elindeki valizleri verandanın ahşap zeminine bırakıp gözlerini bize çevirdi. Evren, hâlâ araçtan inmemişti ve akşam güneşi, koyu bir turuncudan ağır ağır eflatuna evrilerek gökyüzünde yavaşça sönmeye başlamıştı.
“Bu çimenler yeni biçilmiş,” dedi kaşlarını kaldırarak, erkeksi sesi o kadar kalındı ki, animelerdeki kötü adamları o seslendirse, kimse bunu yadırgamazdı. “Buraya uzun zamandır uğramıyordu. Hangi ara oldu tüm bunlar?”
Kıvılcım dudaklarını öne uzatıp, yüzüne garip bir ifade ekleyerek, “Bilmiyorum ki,” dedi, o da şaşırmış görünüyordu.
“Yoklarım ben ağzını,” dedi Yavuz.
“Ser verir sır vermez, öğrenemedin mi hâlâ?”
“Çimenin ne gibi bir sırrı olabilir, Kıvılcım?” Yavuz, sevgilisine düz düz baktıktan sonra elini ahşap, üstünde mavi muhabbet kuşu figürlerinin olduğu mektup kutusuna attı. Kutudan eski bir anahtar çıkardı, anahtarı kapının deliğine sokup tam iki kez üst üste çevirdi ve tok iki büyük ses çıkaran kapının kilitle arasında olan bağ çözüldü.
“Burası İzmir’den daha sıcakmış,” dedim, alnım terlediği için kâküllerim alnıma yapışmıştı. Evren’in bahçe kapısını kapattığını duyunca göz ucuyla arkama baktım. Elinde küçük, spor bir çantayla bahçenin içinde bize doğru ilerliyordu.
Evin içi eski gibi görünse de ahşaptan gelen pahalı kokuyu alabiliyordum. Babamın beni zorla götürdüğü sergilerde rastladığım eski, tarihi değeri olan, pahalı ahşapların kokusuyla birebir aynıydı. Adımlarım güçsüzce evin içine düşerken Kıvılcım’ın avucunu sırtımda hissetmemle irkilerek ona doğru döndüm.
“Evren’e söyleyelim de sana odanı göstersin,” dedi sıcak bir sesle. Başımı aşağı yukarı sallayarak gözlerimi ahşap kirişlerin sırtını yasladığı taş duvara çevirdim. Evren’in kapıyı açıp içeri girdiğini duyduğumda hâlâ taş duvarı izliyordum. Yavuz, salonun ortasındaki tekli koltuğa yayılmış, gözlerini yummuş ve çoktan horlamaya başlamıştı bile. Gözlerim Evren’e doğru kaydı, yüzünde buzdan bir duvarı anımsatan ifadesiyle ağır adımlar atarak salonun ortasına indi, ardından Yavuz’a kısa bir bakış atıp gözlerini bana doğru çevirdi. Sarmaşık yeşili gözleri, uzunca bir süre gözlerimde asılı kalmıştı.
Kıvılcım, “Gülçehre’ye odasını göstersene,” dedi Evren’in bana diken gibi batan bakışlarının farkında değilmiş gibi. Beyaz teninin topraklarına gömülmüş zehirli sarmaşıklar gibi görünen gözlerini, benim kahverengi gözlerimden usulca ayırıp bakışlarını Kıvılcım’a değdirdi ama bana baktığı kadar uzun bakmadan tekrar farklı yöne çevirdi.
“Benimle gel,” dedi sakin bir ses tonu kullanarak. Görüntüsüne uyan bir ses tonuydu bu.
“Kıyafetlerimin olduğu çanta arabanda kaldı,” dedim avuç içlerimdeki ıslaklığı gidermek için avuç içlerimi kıyafetimin kumaşına sürterek. O dipsiz görünen yeşil gözler bir defa daha yüzümü bulunca, olduğum yerde soğuk terler dökmeye başladığımı hissettim.
“Önce odanı göstereyim,” dedi, sert sesine rağmen kelimeleri kullanış biçimi nahifti. Başımı sallamakla yetindim. Bir an gerçekten olduğum yere kök salacağım, bir adım dahi atamayacağım sanmıştım ama sonunda ahşap dönemeçli merdivenleri onun arkasında ilerleyerek tırmanmaya başlamıştım.
Üst kat, alt katın aksine tamamen taştandı, tavandan zemine sarkıp bütünlük sağlayan kirişler ahşaptandı ama bu ahşap taşın tonlarında bir renge boyanmıştı. Merdivenlerin bittiği yerde başlayan uzun koridor karanlık olsa da koridorun sonundaki pencereden içeri sızan sokak lambasının ışığı, ortamı biraz olsun aydınlatıyordu.
Evren önümde ağır adımlarla ilerlerken, ifademe dikmeye çabaladığım sakinlik usul usul dikiş yerlerinden atarak açılmaya, asıl duyguları yüzüme çizerek beni ele vermeye başlamıştı. Sıklıkla terleyen avuçlarımı bir defa daha pantolonumun kumaşına sildiğim sırada Evren, bir kapının önünde duraksayıp kapıya doğru döndü, ardından bakışları omzu boyunca kayarak beni yakalayıp kapanına kıstırdı.
“Yürüyecek misin?” diye sorunca olduğum yerde hafifçe sıçradım, yüzünü göremesem de duraksadığını hissettim. “Ürkek misin biraz?” Sorusu üzerine kaşlarımı kaldırmıştım ama bunu görmüş müydü bilmiyordum.
“Ben mi?”
“Arkanda bir hayalet olmadığına göre seninle konuşuyorum,” dedi, yoğun sesinde alay olmasını bekledim ama olmadığı için daha da ürkmüştüm. “Hayaletlerden korkmuyorsun sanırım. Ama karanlıktan korkuyorsun, öyle mi?”
Anlam veremesem de “Karanlık problem değil,” diye mırıldandım, yüzümü izlediğini bilmenin gerginliğiyle karanlık silüetini incelemeye başladım.
“Hareket etmeme nedenin karanlık değilse nedir?”
Sensin, diyen iç sesime rağmen yavaşça omuz silkerek, “Karanlık,” diye mırıldandım birden.
Burnundan hafif bir nefes verdiğini duydum, şimdi onun yüzünü daha çok merak ediyordum. Zamanın içinden, avuçlarının içinde kırılan ışıkla geçiyormuş, ışık sadece ellerini aydınlatıyormuş gibi kapıya uzandığında, gözlerim parmaklarına kaydı ve bir ölü kadar beyaz olan teni, karanlığa rağmen dikkatimi çekmeyi başardı.
“Korkmana gerek yok,” dediğinde kapıyı yavaşça aralamıştı. Bakışlarım ellerini takip etse de tüm duyularım sanki onun sesinin başına toplanmıştı. “Ben buradayım.”
Durdum. Göz bebeklerimin genişlediğini hissettiğimde buna maruz kaldığım karanlığın mı yoksa onun dudaklarından dökülen, belki ona göre basit ama bana göre oldukça derin olan o kelimelerin mi sebep olduğunu anlayamadım.
Benden önce odaya girip kaybolduğu sırada ben hâlâ aynı yerde durmuş, irileşen göz bebeklerimle koridorun zeminine dökülen sokak lambasının ışığını izliyordum. O, böyle bir şeyi duymayı bekleyeceğim son insan gibi bir şeydi. Kibar birisi gibi görünse de bir yanının çok soğuk ve kendini beğenmiş olduğunu düşünmüştüm ama kelimeleri bunu yalanlayacak kadar gerçekçiydi.
Odanın içinden dışarı hafif bir ışık dalgası çarptı. Ağır adımlarla odanın önüne kadar gelip, başımı odanın içine doğru uzatarak meraklı bakışlarla içeri baktım. Bir lambanın içinde usul usul titreyerek yanan ateşi gördüğüm sırada dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Evren’in sırtı bana doğru dönüktü, çift kişilik bir yatağın yan tarafında duruyordu ve duvarda asılı duran lambanın içinde yalpalayan alevi izliyordu. Gölgesi devleşerek duvara yaslanmış, duvarın tenine bir ağaç gibi gerilerek gölgesini zemine indirmişti.
Yeşil gözleri, ateşin dokunuşlarıyla şahlanmış, girdap gibi büyüyerek tüm yüzünü etkisi altına almıştı. Mum alevinin gözlerindeki yansımasını, elimde olmadan beni saran bir dinginlikle izledim. Gözlerini bana çevirdiğinde ateş şimdi yüzünün yarısını aydınlatıyordu; yüzünün yarısı sönmüş bir cehennemken, alevlerin ördüğü tarafı hâlâ içinde günahkârları yakıyordu.
“Üst katın elektriği bağlı değil,” dedi, dudaklarını olabildiğince az şekillendiren kelimeleri onun sesinden dinlerken kapının eşiğinde dikiliyordum. “Ama bu seni idare edecektir. Endişe etme, sabahın ilk ışıklarına kadar bir kez olsun sönmeden yanacak.”
Gözlerim lambanın içinde yalpalayan ateşe takıldı. “Sönerse?”
“Sönmeyecek,” dedi kendinden emin bir tınıyla.
Kanımda diken gibi yüzen bir hisle, “Peki ya sönerse?” diye ısrar ettim ve o an yeşil gözler, tekrar benim kahverengi gözlerimin içinde mayına ayak basmış bir bedenin içine hapsolmuş ruh gibiydi.
“Sönerse adımı söyle, ben duyar, gelirim.”
İnsanların yalan söyleyebileceğini, çoğu insanın varlığını sağlayabilmek için yalana ihtiyaç duyduğunu bilmeme rağmen, ona güvenme hissine bir dur diyemedim. Onu henüz tanımıyor olmama rağmen, adını söylediğim an buraya geleceğini, yanımda olacağını, benim için lambanın içinde yanarken aniden sönen ateşi tekrardan yakacağını biliyordum.
“Tamam mı?” Bana doğru döndü, başımı salladım ve o bana doğru yürümeye başladı. Tam yanımdan geçecekken durup gözlerini yüzüme usulca dokundurdu. Aramızdaki boy farkından dolayı kafamı kaldırıp, yeşil gözlerine yüzümden silemediğim hafif bir utanç duygusuyla baktım. Yüzünün hatlarını belirleyen soğuk duvar oradaydı ama duvarın arkasında görünen yüzün sahibinin, sıcak kalp atışlarını da duyabiliyordum.
Dolgun, kan oturmuş gibi duran dudaklarını yalayıp, kirpiklerine sinen siyahlıkları benden esirgemeden, “Eğer tamamsa başını sallamak yerine bunu sesli ifade etmelisin ki ne anlama geldiğini daha iyi kavrayayım,” dedi, yoğun ve erkeksi sesinin dokunduğu kulaklarım yanmaya başlamıştı. “Eğer sadece başını sallarsan, bunun ’hayır’ olduğunu da düşünebilirim.”
“Tamam,” diye fısıldadım sakince.
Yeşil gözler, yüzümü turladı, ardından gölgeleri misafir ettiği yüzündeki keskin hatların kenarları sivrildi, buzlar yoğunlaşarak tüm çehresini dondurucu bir soğuğa hapsetti.
“Şimdilik bu odada idare et o zaman,” dediğinde bir an için ona anlamayan gözlerle baktım. Bunu yadırgamış gibi göründü gözüme, sonrasında ifadesini tekrar toparladı. “Tamamen burada kalmayacağız,” diye açıklamada bulundu. “Geçici bir süreliğine, senin kafanı dağıtmak için buradayız.”
“Nereye gideceğiz?” diye sordum, sesim aniden çok yüksek çıkmıştı.
“Ona henüz karar vermedim.”
Söyleyecek bir şey bulamamanın dudaklarıma diktiği sessizlikle onu izledim. Sessizlikle beslenen bakışlarımız birbirinden ayrıldığında, Evren, odadan çıkıp arkasında kaynayan bir sakinliği odanın içinde emanet etti. Sessizlik, her daim bekçiliğini yaptığı topraklarıma onlarca askerini dağıtarak beni kelimelerden korumaya başladığında, odanın içinde denizin içinden ayrılmış yalnız bir dalga gibi ilerliyordum.
Alevin dansları cam lambanın tenine sürtünerek daha da parlamaya başladığında, başlığı demirden olan çift kişilik yatağın ucuna oturup gözlerimi çaprazımda duran, tül bir perdeyle örtülmüş pencereye çevirdim. Pencerenin etrafı ahşapla çevriliydi, ahşap maviye boyalıydı, dışarıda gecenin göğsünü aydınlatan lambanın ışığı, odanın içine dokunamasa da dışında vuran nabız seslerini duymamı sağlıyordu.
Neden buradaydım? Bilmiyordum. Her şey dün gece olduğundan daha kötü olamazdı ya da dünden önceki tüm gecelerin olduğu kadar da kötü olamazdı. Daha kötüsünün olmayacağını bildiğimden mi buradaydım? Hiçlik. Topraklarımın bana verdiği çiçeklerin, dalların, meyvelerin, kokuların, renklerin ve seslerin tüm karşılığı buydu. Hiçlik.
O evden biraz olsun uzaklaşabildiğim için şanslıydım. Kabullenemesem de o ev benim duvarlarını rengârenk boyadığım, içine çiçekler yerleştirdiğim, içine farklı hayatların gölgelerinden kurduğum bir odaya sahip olan mezarlıktı. Karanlık tenimden aşağı bir perde gibi sarkmak istese de ben hiçbir zaman buna izin vermemiştim. Ben içinde uyuduğum gecelerin karanlığı bile beni altına alamasın diye güneş battığı an gökyüzünü farklı renklere boyardım.
Gözlerim, alevlerin renklendirdiği odada dolaştı. Duvarlar bembeyazdı, sadece iki küçük tablonun varlığını görebiliyordum ve bu iki açık renkli tablo, odayı sadeliğin içine gömmüştü. Çarşaflar, tül perde, hatta yatağın kenarlarındaki komodinlerin bile rengi beyazdı. Zemin ahşaptandı, odanın tam ortasında, zemini oluşturan tahtalardan biri yamuktu ve rengi daha koyuydu.
İntiharın nemli elleri zihnimin içinde çürüse de geride bırakarak aklımı renklendiren o ölüm isteği, kafamın içini karıştıran bir labirente dönüşmüştü. Zihnimin içine yara açan düşüncelerin pençelerinden kurtulup avuçlarımı yumuşak çarşaflara bastırdım, kapı aralık duruyordu ve bir gölge usulca içeri devrilmişti.
Kıvılcım, elinde valizimle içeri girince kafamı kaldırıp ona baktım. “Elektrik yokmuş üst katta,” dedi huysuz bir homurtu çıkararak. “Karanlıktan korkmazsın, değil mi?”
“Mühim değil,” diye fısıldadım ve kalkıp valizimi ondan aldım.
Kıvılcım, kısaca odayı inceledikten sonra, “Dışarı çıkacağız, yemek yiyeceğiz ve biraz gezeceğiz. Hazırlan, olur mu?” diye sordu.
Bir an gelmek istemediğimi söylemek istedim. Evde durmaya, uzanmaya, hatta biraz da valizime sıkıştırdığım manganın sayfalarını karıştırmaya ihtiyaç duyuyordum ama üst katın elektriklerinin olmaması beni huzursuz eden bir ayrıntıydı. Bu eve ilk gelişimdi, karanlığı aşsam bile evde kendimi bir yabancı gibi hissedeceğimden yalnız kalmak istemiyordum.
Doğduğun günden beri yalnızsındır, evet ama etrafın hep nefeslerle çevrilidir, bu yüzden yalnız olduğuna inanmazsın.
Yalnız kaldığını düşündüğün zamanlar yalnızca etrafında bir nefes yoktur.
Aslında herkes, en az herkes kadar yalnızdır.
“Ne giymem gerekiyor?” diye sordum çekingen kalarak.
Kıvılcım, birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra, “İstediğini?” dedi sorar gibi.
Gözlerim, Kıvılcım’ın üzerindeki asla bana uymayacağını bildiğim tarzını oluşturan parçalarda dolaştı. “Senin gibi mi?” diye sordum, sorunun saçmalığı sonradan kafama odunla vurulmuş gibi hissetmeme neden olsa da bu Kıvılcım’ı gerçekten güldürmüştü.
“Bir yerlere gideceğin zaman kimseyi dinleme, nasıl giyinmek istiyorsan öyle giyin,” dedi Kıvılcım beklemediğim bir şefkatle omzuma dokunarak. “Sana ne giymen gerektiğini sormayı kim öğretti bilmiyorum ama şimdi sana ne giymen gerektiğini asla sormaman gerektiğini ben öğretiyorum. Anlaştık mı?”
Kıvılcım’ın bana vermeye çalıştığı güveni içimde nereye sığdıracağımı bilmiyordum. Birilerine güven duymak nedir bilmiyordum. Kurallarla yaşamaya alışmıştım, bunu istemesem de artık ben farkında olmadan bile kurallara uyuyorken buluyordum kendimi. Babamın kızı olmak zordu, evet ama o kadar uzun süre babamın kızı gibi yaşadıktan sonra şimdi kendim olmak, hepsinden daha da zor geliyordu.
“Gül Surat, neden böyle baktığın konusunda hiçbir fikrim yok ama umarım her şey bittiğinde, yüzündeki şu ifadeyi silip yerine yenilerini ekebiliriz,” dedi, gözlerinde saf bir gerçeklikle gözlerimin içine bakarken kurduğu bu cümle, içimde yeni bir diken yarası açtığından ona sadece baktım.
Kıvılcım odadan çıktığında söyledikleri sanki hâlâ odanın içinde yankılanıyor, duvarlar bana onun sesinden, onun kelimelerini fısıldıyordu. Valizi yatağın üzerinde açtıktan sonra içinden birkaç parça kıyafet çıkararak üzerimdekilerden kurtuldum. Beyaz çizgilere sahip gök mavisi, uzun kollu bir gömlek, altına da yüksek bel, kısa ve altlarında yırtıkları olan bir kot şort giymiştim. Gömleğimi karnımın biraz altında bağladığım için belim açık duruyordu. Burada hava biraz boğucu olduğundan üşümeyeceğimi düşünmüştüm. Beyaz spor ayakkabılarımı giyip kulaklığımı telefonuma bağlayarak kulağıma geçirdim ve odadan çıkmadan hemen önce annemi aradım.
Ben koridorda ilerlemeye başladığımda kulağımda bağlı duran kulaklıktan telefonun çalarken çıkardığı sesler yükseliyordu. Birkaç denemeden sonra telefonun açılırken çıkardığı patırtıyı duydum ve ardından annemin sesi zihnimi doldurdu. “Canım?” diyerek açtı telefonu, sesindeki tedirginlikten anladığım kadarıyla babamla aynı yerde, aynı oksijeni soluyordu.
“Anne, biz geldik,” diye mırıldandım, adımlarım sanki beni izliyorlarmış gibi yavaşlamıştı. Tırnaklarımı yavaşça avucuma batırıp annemden gelecek olan cevabı beklemeye başladım. Birkaç saniye süren sessizliği, rahat bir nefes vermesiyle eş zamanlı olarak sona ermişti.
“İyi misin?” diye sordu annem sessiz bir şekilde.
“Evet,” diyerek yalanımın temelini attım. “İyiyim,” dediğimde ise yalanım şimdi bir iskelete sahipti.
“Sevindim.” Sesi durgundu. Ayrılığımızın ilk günü olduğu doğruydu ama çoğu zaman o evin içindeyken de birbirimizden olabildiğince uzağa düştüğümüz olurdu. Sanki bir otobüs bile bizi aynı evin içinde aynı perona taşımayacaktı. Öyle hissederdim. “Baban seni istiyor,” dedi, şimdi sesi bir bıçak boğazında duruyormuş ve onu kendi nefesiyle tehdit ediyormuş gibi endişeyle yükseliyordu.
Ayaklarımın tabanında bir kirpinin sırtı varmış gibi hissetmeme neden olan cümlesi, birkaç saniye koridorun ortasında öylece dikilip kalmama neden oldu. Koridordaki duvarlara yerleştirilmiş kapılardan bir tanesi açıldı, kapının arkasından çıkan kişi Evren’di.
Yeşil gözlerini yüzüme sabitlediği an adımlarım mümkünmüş gibi daha da duraksadı ve sanki tabanlarımdan kökler uzanarak yere sarıldı, orada bir sarmaşık oluşturup beni koridora ait karanlık bir ağaca çevirdi.
“Gülçehre, orada mısın?”
Evren, dibine ormandan kesilerek koparılan ağaçların atıldığı bir kuyu gibi bakıyordu.
“Buradayım,” diye fısıldayıp başımı sanki göreceklermiş gibi salladım. “Olur.”
Evren, kapının kenarında durmuş, ne ileri ne de geri hareket etmeden beni izliyordu. Babamın öksürerek boğazını temizlerken çıkardığı sesi dinlerken, avuçlarımın içinde tenimin altında büyüyen gözyaşlarının damlaları büyümeye başlamıştı. “Gülçehre,” dedi, sesi bir düğüm olup beni içine aldı ve o düğüm, tenimin etrafını morartana kadar beni sıkmaya, boğmaya başladı.
“Efendim, baba?”
Evren’in gözlerini var eden kuyunun içindeki ağaçların dallarının yarattığı gölge, ifadesini karanlığa gömmüştü. Yüzünü göremiyordum.
“Son durum ne?” diye sordu babam hiç beklemediğim bir şekilde. Tenimin üzerinde süzülen şaşkınlık, zihnimden kopup gelmişti ve birkaç saniye içinde yüzüme de dokunarak beni tamamen kendi rengine boyamıştı.
“Ne?”
“Ne zaman dönüyorsun?” diye sordu bu kez. “Bu iş çok uzamasın. Yapamadığını, eve dönmek istediğini söyle ve dön. Mustafa Kemal Hoca’nın oğlunun seni iyi yetiştireceğine adım gibi eminim ama başında ben olmadığım sürece seni kimse adam edemez.”
“Baba ben adam değil, kadın olmak istiyorum,” dedim kendimi tutamayarak. Evren’in duraksadığını fark etmiştim, kalbim sanki avucumda çarpıyormuş gibiydi, kara zorla yutkundum ve babamın sessizliğine kulak verdim. O sessizliğin arkasında büyük tehlike çanları çalıyordu.
“Kelime oyunları yapmak yerine neden sorumluluk sahibi genç bir kız gibi davranmıyorsun?” diye sordu, sesi öfkenin uçurumunda duruyordu.
“Kelime oyunu falan yapmıyorum, ben burada kalmak istiyorum,” dedim, Evren’in bakışlarının merkezindeyken bunları söylemek, benim için sanıldığı kadar kolay değildi. Yanaklarımın içini parçalamak istiyormuş gibi dişledim. “Ne olacağını görmek istiyorum.”
“Ne olacağını görmek mi istiyorsun?” Babam şimdi gerçekten bağırıyordu, Evren babamın sesini duyuyor olmalıydı. “Ben sana ne olacağını söyleyeyim, bu seneyi de heba edeceksin ve işe yaramazın teki olduğunu kanıtlayıp bir ahmak gibi sürdüreceksin o kısacık hayatını. Bana bakıp örnek almak yerine, okuduğun o aptal çizgi romanlarda yaşanan kurgu hayatları yaşamak istiyorsun. Hiçbir halta yararken göremeyecek miyim ben seni?”
Bu birinin önünde ilk rencide edilişim değildi, son da olmayacaktı ama yine de kendimi o kadar kötü hissediyordum ki… Olduğum yere çökmek, midemdeki bulantı geçene kadar yüzümü dizlerime yaslayarak sessizce beklemek istiyordum. Söylenmemiş sözlerin bulantısı başka olurdu, bunu yalnızca susan insanlar bilir, kusamadıkları her bir kelime için ruhlarını oluşturan kalem ile çizilmiş tablodan bir çizik silerlerdi.
“İzin vermiyorsun ki,” diye fısıldadım. Gömleğimin kenarında biriken salaş kumaşı tutup avuçlarımın içine hapsettim. Kumaş, saniyeler içinde avucumda olan ter gölünde ıslanarak nemlenmişti. Gözlerimi Evren’in beni izlediğini bildiğim yeşil gözlerinden olabildiğince en uzak yere taşıyıp derin bir nefes almaya çalıştım ama nefesim göğsümü patlatacak kadar acı vericiydi. “Bir şeyler yapmama izin vermiyorsun.”
“Yaptığın şeyler deli saçması çünkü,” dedi babam isteklerimin önünü bıçak gibi keserek. “Hayal dünyasından çık. Vakit öldürmekten vazgeç. Eğer orada kalacaksan, doğru seçimi yapman gerektiğini o küçük kafana kazısan iyi edersin. Eğer yine saçma sapan şeyler yaparsan ve beklediğimin altında bir puan alırsan, seneye nefes almak için bile vaktin olmayacak. Duydun mu beni? Ya sen vazgeçeceksin Gülçehre, ya sen vazgeçip benim istediğim insan olmak için çabalayacaksın ya da ben seni gerekirse kafana vura vura o insan yapacağım.”
“Bağırma,” diye fısıldadım. Daha alçak sesle konuşsa ölür müydü?
“Sana yeterince bağırmadığım için şu an böyle bir insansın!”
“Nasıl bir insanım?” diye fısıldayarak sordum ona, buna cevap vermedi.
“Son şansın,” dedi, ilk tehdidi olmadığı için sakince dinliyordum onu ama içim pek sakin değildi. Yine de kendimi sıkarak ona cevap vermeden bekledim. Kelimelerini tamamlamasını, oluşturacağı cümlenin bana vereceği yaraları… Bekledim. “Benim kızım olabilmen için bu son şansın.”
Hafifçe esen rüzgâr, göğüs kafesimin içinde tuzla buz olmuş kalbimin kırıklarını, zamanın içinden geçirerek benden olabildiğince uzağa taşımaya başladı. Sessizliğimi korudum. Saat şimdi göğsümün ortasında bir kadrana akrebi saplamış, saniyeleri alıp benden çok uzağa götürürken gözlerimden akması gereken yaşları, sırtımdan ter olarak akıtarak beni kimsesiz bırakmıştı.
Telefon hattan düştü, geriye kapanan telefondan yükselen sinyal sesleri kalmıştı. Zihnimin içini doldurup taşıran sesi dinlerken, “Baba,” diye fısıldadım ama artık babam hattın diğer ucunda değildi, beni duymazdı. Zaten babam beni hiç duymazdı.
Kulağımın içinden tekini çıkardığım kulaklık, iki göğsümün ortasından aşağı doğru sarktı. Küçük adımlar atarak koridoru aşma isteğiyle yürümeye başladığımda Evren’in bakışlarını öyle net hissediyordum ki bir an bu beni ölesiye rahatsız etti.
“Üşümeyecek misin öyle?” Buzun üzerine yazılmış bir yazının kıvrımları kadar derin ve sert olan sesi, duraksamama neden oldu. Omzumun üzerinden ona doğru bakıp, gözlerimi bedeninde gezdirdim. Yuvarlak yaka, siyah, dar bir tişört, tişörtün üzerine de kalçasına kadar uzanan siyah, deri bir ceket giymişti. Altında yine siyah bir kot ve siyah spor ayakkabıları vardı. Boynundaki ince, gümüş rengi zincir ve kulağında ilk defa gördüğüm gümüş renkli yılan küpesi dikkatimi çekmişti. Küpenin çok erkeksi bir havası vardı, ona yakışmıştı. Bakışlarımı yüzüne çıkarıp gözlerimle çenesindeki dikiş izinin semtine uğradım, ardından gözlerindeki caddeye girdim ve birbirimize çok da uzun sayılmayacak bir süre zarfında, anlam verilemeyecek ifadelerle öylece baktık.
“Üşümem sanırım,” diye fısıldadım. Telefondaki konuşmaları duymuş olmasına rağmen konuyla ilgili soru sormamıştı, bu beni şaşırtsa da ona belli etmemeye çalıştım.
Bana doğru yürüdüğünü fark edince bedenim bir an kasıldı. “Üşüme ihtimalin çok yüksek,” dedi, gözlerinin anlık bacaklarıma kaymasıyla yanaklarımın yanmaya başlaması bir oldu. “Şimdi üşümezsin ama birkaç saat sonra bacakların birbirlerine çarpmaya başlar.”
“Üşümem,” dedim bakışlarından ani bir rahatsızlık hissederek. Evren, bunu hissetmiş gibi gözlerini bedenimden ayırarak bana baktı ama şimdi ona bakmıyordum. Ondan uzaklaşarak merdivenleri dikkatle indim ve üst katın aksine ışıklarla çevrili olan alt kattan geçerek bahçeye çıktım. Bahçede fıskiyelerden bir tanesi çalışıyordu, çimlerin içine yerleştirilmiş ışıkların rengi turuncuydu ve gökyüzünün esmer teniyle müthiş bir uyum yakalamış, cayır cayır yanıyordu.
Evden çıktığımızda saat kaçtı bilmiyordum ama gece çoktan çökerek gökyüzünün üzerini bir çarşaf gibi örtmüştü. Hava biraz serindi, yine de şu an üşüdüğüm söylenemezdi. Arnavut kaldırımlı taş yolda yürürken gözlerim sokağın kenarlarına yerleştirilmiş küçük dükkânlarda, barlarda, kafelerde dolaşıyordu. Baharın sokulduğu şehirdeki tüm kafelerin önü, insan yığınıyla doluydu. Kıvılcım ve Yavuz, önümden yürüyorlar, ikisi de birbirine sarılmış etrafı izleyerek gülüşüyorlardı. Evren, benim arkamda ilerliyordu. Her bir adımı, depremi avucunda taşıyan felaket kadar sertti ve bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum.
Her ne kadar dönüp ona bakmak istesem de her nedense bunu yapamadım. Ondan çekinen bir tarafım vardı, bu tarafı ezip geçemiyordum. Yine de bulduğum bir aralıkta ona fideler ve bisiklet için teşekkür etmem gerektiğini de düşünüyordum. Palmiye ağaçlarının olduğu, denize yakın bir sokaktan geçtikten sonra tekrardan eski, dar bir sokağa girdik. Bu sokağı uzun, yaşlı binalar oluşturuyordu ve binaların mimarisi onların gerçekten pahalı olduğunu âdeta haykırıyordu. Bu binalardan birinde yaşama düşüncesi bile insanı huzurla doldururken, orada yaşamak nasıl hissettirirdi hiç bilmiyordum. Arnavut kaldırımlarının bozuk bir şekilde yokuş oluşturduğu dar yolu tırmanırken kulaklığımda hafif bir şarkı çalıyordu, şarkının sesini kısmıştım çünkü çevremdeki seslerden de mahrum kalmak istemiyordum.
“Buraya arkadaşlarımızla çok sık gelirdik,” dedi Kıvılcım bize doğru dönerek, Yavuz’un bir an gerildiğini fark ettim ama buna anlam veremedim, kalın kolu Kıvılcım’ın boynuna sarılı duruyordu. “Sevdin mi burayı, Gül Surat? İlgini çeken bir kafe var mı?”
Bir grup erkeğin önünde toplandığı kulübe doğru baktım. Kulüp dışarı doğru kızıl bir ışık yayıyordu, tabelasında koyu yeşil ışıklarla döşenmiş harflerin oluşturduğu ismi okuduktan sonra bakışlarımı kalabalık erkek grubuna çevirdim. Burayı istediğim söylenemezdi, hayatımda hiç kulübe gitmemiştim, hayatımda hiç alkollü bir yerde de uzun süre oturmamıştım. Hayatımda hiç alkol de almamıştım. Babamın beni zorla götürdüğü lüks akşam yemekleri ve davetleri saymazsak, alkolün olduğu yerlerde bile bulunmamıştım. Merak, kanımın kıyılarını döven bir duygu gibi içime kıvrıldığında, “Fark etmez,” diyebildim, aslında fark ederdi, merakımı biraz olsun gidermek istiyordum ama bunu Kıvılcım’a söyleyemedim.
Kıvılcım, “O zaman önce bir şeyler yiyelim?” dedi sorar gibi, bakışlarını arkama, Evren’e çevirdi. “Ne dersin, Mumya? Benim karnımın içinde zurnalı kına gecesi var şu an.”
Evren beklenmedik bir şekilde, “Bence de,” diyerek girdi konuya. “Önce yemek.”
“Bu adam, konu yalnızca yemek yemek olduğu zaman tepki veriyor,” dedi Yavuz gülerek. Kıvılcım’ı sararak önüne dönmesini sağladı. “Biraz bira ve hamburgerin kimseye zararı olmaz.”
Adımlarımı biraz hızlandırıp Evren’den uzaklaşmaya çalıştım. Kulübün önünde, içinde ateş yanan bir teneke vardı, az evvel fark ettiğim arkadaş grubu şimdi içinden ateşler fırlayan tenekenin etrafını sarmıştı. Aralarından küllü sarı renk saçlara sahip, uzun boylu bir adamın bakışları bana tutunduğunda, gözlerim beni takip eden bakışlara karşılık vererek o adama kaydı. Adamın tıpkı saçları gibi sarı tonlarındaki gözlerine bakarken bir an duraksar gibi oldum ama yürümeye devam ettim. Dudaklarının hafifçe yukarı çekildiğini fark ettim, bana ilgili gözlerle bakarken yavaşça gülümsemişti. Gözlerimi hızla ondan ayırıp önüme çevirdim ve önünden geçip gittim.
Yavuz, o kulübün hemen alt sokağındaki bir kafeye girmişti. Kafe, bar tarzında bir kafeydi ve içeride birbirine tokuşturulan bira şişelerinin sesleri yankı bularak sokağa uzanıyordu. Kafenin önünde durup içeri doğru baktım. Kafenin duvarları camdandı, ileride küçük bir sahne, sahnenin üzerinde basgitarına parmaklarıyla hafifçe vurarak önünde duran mikrofona dudaklarını yapıştıran, uzun boylu, ince ve esmer bir çocuk vardı. Evren’in nefesini ensemde hissedince bir an donup kaldım, ardından gözlerim cama düşen yansımamıza kaydı. Aramızdaki boy farkına, hemen arkamda dururkenki görüntüsüne… Hepsine bir an için dağıtamadığım bir dikkatle bakakalmıştım.
Evren, bembeyaz, büyük elini öne doğru uzatınca gözlerim elinin hareketli yansımasında takılı kaldı. Büyük elini karnımın yakınlarından geçirdi ama tenime değdirmedi, nefesim ciğerlerimi yakıp geçerken Evren, buz gibi soğuk olan parmak uçlarıyla belimin açıkta kalan kısmına dokundu. Dokunuşu, sırtımdan dikenler çıkıyormuş gibi bir sızı hissetmeme neden olmuştu. Teni soğuktu.
Parmaklarını belime resmen sürterek karnıma kadar çıkarıp, gömleğimin ucunu hafifçe aşağı çekerek açılan karnımı kapattı. Yanımdan geçerken kulağıma doğru eğilip, “Sana üşürsün demiştim,” diye fısıldadı, soğuk sesi kulaklarımdan dökülen ateşi dondurarak geçip gitmişti.
Dudaklarımı aralamak istedim ama bir an için bu çok zor geldi, yapamadım. Evren, beni arkasında bırakarak kafeye girdi, birkaç saniyeyi bekleyişe yatırsam da sonunda ben de onu takip ederek arkasından girdim. İçerisi, sokağın aksine ılıktı. Basgitarın yoğun sesi, göğsümün içinde zonkluyordu. Masaların arasında ilerleyerek cam kenarındaki masaya yerleşmiş, dışarıdan bakılınca arkadaşlarım gibi duran ama bana yabancı olan üçlünün yanına doğru ilerlemeye başladım.
Evren, tam cam kenarına oturmuştu. Yavuz’un sırtı sahneye bakıyordu ve hemen yanında da Kıvılcım oturuyordu. Evren’in tam karşısında, cam kenarının dibinde duran sandalye boştu. Sırt çantamı çıkarıp o boş sandalyeye oturdum, ortamdaki müziğin sesine rağmen biz sessizdik. Avuçlarına batmış dikenlerle orada duran, zihnimin içinde beni izleyen yansımam da sessizdi, beyaz elbisesi rüzgârın dokunuşlarıyla havalanıyor, saçları yüzünü örterken onunla tekrar konuşacağım ânı bekliyordu.
“Ne yiyeceksiniz?” diye sordu Yavuz ensesini ovalarken, kalın kolunu saran kaslar genişlemiş ve pazuları neredeyse belim kadar kalınlaşmıştı.
“Ben bir küçük menü alacağım ya, bira içerim yanında. Eve gidince hemen uyumak istiyorum, yorgunken uyuyamıyorum ama bir bira uyku ilacı gibi gelecektir,” dedi Kıvılcım, esneyerek etrafına bakınıyordu. Gözleri bana kayınca gülümsedi. Gözlerinde lensleri yoktu, şimdi gözleri neredeyse siyahtı. “Sen ne yiyeceksin, Gül Suratlı?”
Karnım açtı ama iştahım kapalıydı. Eğer şimdi yiyecek olursam tüm gece uyuyamazdım. Aslında uyumamak iyi olabilirdi, babam yüzünden bir türlü tamamlayamadığım mangalarımdan birini okur, sonra da uyurdum. “Fark etmez,” diye mırıldanıp önümde duran cam masanın altına yerleştirilmiş menüye baktım. “Ton balıklı salata yiyebilirim.”
Garsonun bize doğru yaklaştığını fark ettim. Kıvılcım, Evren’e bakacaktı ki, Evren yaklaşan garsona, “Bir double tavuk burger, bir porsiyon soğan halkası ve kızarmış kanat,” dedi sakince.
Hepsini şimdi mi yiyecekti? Kafamın içinde sırtını kelimelere yaslayan yansıma, gözlerini kaldırıp sakinliğini kaybetmiş bir şaşkınlıkla Evren’e baktı.
“Yine formundasın. O sana yetecek mi sabaha kadar?” diye sordu Yavuz gülerek. İkinci kez yıldırım gibi düşen şaşkınlıkla Yavuz’a baktım, ardından gözlerim yeniden Evren’i buldu.
“Sabaha kadar başka hiçbir şey yemeyeceğimi kim söyledi?” Evren’in yeşil gözlerini arkadaşının yüzüne sabitleyerek sakince kurduğu bu soru cümlesi, dudaklarımın aralanmasına neden olmuştu.
“Yazık, kıyamam ya,” dedi Kıvılcım, bana baktığını fark etmiştim. “Kız şaşırdı. Bu böyle, alış. Boğazına çok düşkün bir arkadaşımızdır kendisi. En büyük hobisi yemek yemek…”
“En büyük fobisi de yemek yiyememek,” dedi Yavuz gülerek Kıvılcım’a sarılırken.
Şaşkınlığımı örtbas etme isteğiyle gözlerimi masanın yüzeyine indirdiğimde, cam kaplama masaya düşen diğer yansıma dikkatimi çekmişti. Keskin çenesine kuyu kazan dikiş izi, bir ölü kadar beyaz teni ve ifadelerini gözlerinin arkasına saklamış bir yüzle beni izliyordu. Beni izlediğini cama düşen yansımasından görmüştüm.
“Yemek yemeyi sevdiği pek belli olmuyor,” dedim herkesin beni izlediğini fark edince. Konuşmam gerekiyormuş gibi hissetmiştim. “Yani görüntüsü…” Kafamı kaldırıp Evren’e baktığımda onunla göz göze geldik. Benim kahverengi gözlerimin aksine onun yeşil gözleri, tüm duygulardan arındırılmış gibi görünüyordu. “Görüntüsü fit.”
Yavaşça eğilip dirseğini masaya bastırdı, çenesini avucunun içine koyup yoğun, buz gibi bakan gözlerini gözlerimden çekmeden kaşlarını kaldırdı. “Fit?” dedi sorar gibi.
Ellerimi masanın altında yumruk yapıp tırnaklarımı avuç içlerime gömdüm. “Çok yemek yiyorsan kilo alman gerekmez mi?” diye sordum, sesimin kısık çıkmasına rağmen kelimelerime leke gibi bulaşan panik, onun görebileceği tonlardaydı.
Yüzüne baktım. Sessizce beni izliyordu. Uzun parmakları yanağının bir kısmını kapladığı için gözlerinden bir tanesi şimdi olduğundan daha çekik görünüyordu. Bu görüntü, anlam veremediğim bir duygunun bedenimde hareketlenmesine neden olmuştu. Görüntüsü hızla damarlarımda ilerliyor, içimde onun güzelliği için derin bir kuyu kazmaya başlıyordu.
Bakışlarımı gözlerinden yavaşça kopartacakken, “Yakıyorum,” dedi. Anlam veremediğim tonda yükselen sesi, içimde bir şiirin son iki dörtlüğü gibi yankı uyandırdı.
“Ne?”
“Yediklerimi hemen yakıyorum.” Gözlerimin içine bakması büyük bir sorundu, ben birinin gözlerinin içine uzun uzun bakamazdım ama o, bu gerçeği bilmediği için mi yoksa bildiği ve bunu yok etmek istediği için mi bilmiyordum ama gözlerime dikkatle bakıyordu.
Saçlarıma kül yağıyormuş gibi hissettiren bakışlarından kopup ondan uzaklaştım ve onu cevapsız bıraktım. Herkes yiyeceği şeyin siparişini vermişti. Siparişler çok uzun sürmeden masadaki yerlerini aldığında, karnım zil çalıyor olsa da Evren’le sık sık göz göze geldiğimiz için bir türlü önümdeki salataya odaklanamıyordum. Ben salatamın yarısına gelemeden Evren çoktan önündeki yiyecekleri silip süpürmüş, yiyeceklerin yanında sipariş ettiği birayı içerken sokağı saran kalabalığı izlemeye başlamıştı. Bir ara aralarında geçen muhabbete kulak kesildiğimde, kurulan cümlelerden çıkardığım sonuç şu olmuştu: Evren sigara kullanmıyor, alkol olarak da yalnızca yemek yerken bazen bira içiyordu.
Biranın tadını merak etsem de ağzımı açıp hiçbir şey söyleyememiştim. Biranın kokusunu soluyabiliyordum ve kokusu bile onu içtiğimde kusacağımın altını çizercesine keskindi. Yine de merak öyle bir şeydi ki, size zamanın içinde yanarak ilerlerken gökten ağzını ıslatacak bir damla kan yağmasını bile diletirdi.
Kıvılcım birasını yudumlarken, “Sen de içmek ister misin?” diye sordu bana. Önümde duran salataya işkence etmeyi kesmiş, sessizce çalan müziği dinlemeye başlamıştım. Gözlerimi birkaç saniyeliğine yüzüne dokundurdum, ona sessizce baktım. “Hım?” dedi tekrar sorar gibi.
“Daha önce içmediği yüzünden bile belli oluyor,” dedi Evren, onu duydum ama ona bakmadım. Hâlâ Kıvılcım’a bakıyordum.
Kıvılcım, kaşlarını kaldırıp gözlerini benden uzaklaştırdı. Evren’e bakıyordu. Ben bunu yapamadım. “İlk kez bizim yanımızda içer o zaman?” dedi, sesi güven çukuru gibiydi ve ben bu çukurun önünde durmuş, ne yapacağını bilmeyen gözlerle çukurun dibini izliyordum.
“Sorumluluk kabul etmeyeceğim,” dedi Evren, sesi bıçağın aynasına düşen yansıma gibiydi.
“Hadi ama… Bir biradan ne olabilir ki?” Kıvılcım, gülerek bana doğru döndü. “Eğlencenin kalbindeyiz. Bazen daha hızlı koşabilmek için vidaları biraz gevşetmen gerekir. Ne dersin? Bir bira içer misin?”
“Kıza şeytan gibi vesvese veriyorsun,” diye fısıldadı Yavuz, dudakları Kıvılcım’ın şakaklarında dolaştı, güldü. “Sal biraz kendini, ufaklık. Burası Masallar Diyarı. Burada kötü kalpli şövalyeler yok. Her an biri bir yerden çıkıp kalbini kırmaya çabalamayacak.”
Söylediği anlık durgunlukla ona bakmama neden olmuştu. Gözlerimde nasıl bir ifade oluşmuştu bilmiyordum ama Yavuz’un gözlerini saran yaramaz gölge bir an geri çekildi. Yavuz haklıydı. Kuleye hapsedilmiş bir prensesten tek farkım, ben bir kulenin içinde değildim, koskoca şehir bana aitti ama ben o şehirde ilerlerken bile her an bir sokaktan o kötü kalpli şövalye çıkıp beni tekrar bir odanın içine gömecekmiş gibi hissediyordum.
“Bazen ağzındaki götü tutamıyorsun.” Evren’in sesinde, kimsenin fark edemeyeceği bir öfke vardı ama biri ona dışarıdan baksa, bu öfkenin ilk harfine bile rastlayamazdı. Evren’in yeşil gözleri gözlerimi bulduğunda, mekânın kalbinden yükselen şarkı değişti. Işıklar şimdi daha loştu, bira şişelerinin birbirine çarparken çıkardığı sesleri ve kadınların dudaklarına çalınan hoş kahkahaları dinledim. Işıkları izledim. Bir de bana kışı aratmayan gözlerle bakışlarını… “Eğer istiyorsan bir bira iç,” dediğinde tam gözlerimin merkezinde duruyordu. “Ama merak etmeni gerektirecek bir yanı yok. Yerinde olsam içmezdim, en azından zihninde merak edilesi bir şey olarak kalırdı.”
Onun gözlerine bakmaya devam ettim. “Tadı o kadar kötü mü?”
“Mükemmel değil,” dedi, doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.
“Yani kötü mü?”
“Baksana,” dedi kaşlarını kaldırıp bana garip bir bakış atarak. “Tamam, neden içmiyorsun?” Eliyle masayı işaret etti. “İç.”
Evren’in çehresine gemi gibi batmış sakinliğe rağmen fevri bir hareketle bana masayı göstermesini garipsedim. Kıvılcım ve Yavuz bir şeyler dediler ama onları duymuyordum bile. Evren, kendi önünde duran bira şişesini masada kaydıra kaydıra benim önüme doğru itti ve gözlerini kaldırıp o yeşil gözlerle yeniden kahverengi gözlerimin içine baktı. “İç,” dedi, gözlerim bir an kan içmiş gibi görünen dudaklarına kaydı, ardından ölü kadar beyaz teninin üzerine dikilmiş yeşil düğmelere benzeyen soğuk, sarmaşık yeşili gözlerine baktım.
Gözlerine bakarken duyduğum rahatsızlığı görmezden gelmeye çalışarak, “Fikrini değiştiren ne?” diye sordum zarif bir sesle.
Gözlerimiz, birbirine kırılıp, birbirine kaynamış iki kemik gibiydi.
Kan rengi dudaklarını oynatarak konuştu: “Sadece iç.”
Gözleri gözlerime dokunmaya devam ediyordu. Parmakları tenimde dolaşsaydı, gözlerine bakarken hissettiğim ürperti kadar büyük bir ürperti hissetmezdim bana kalırsa. Evren bana uzun uzun baktıktan sonra başını önüne eğip gözlerini ikimizin arasında duran bira şişesine indirdi. “Önünde her zaman iki seçenek vardır,” dediğinde sesi mekândaki tüm müziği geride bırakacak kadar güçlüydü. “Ya yaparsın ya da yapmazsın. Durup baktığın sürece hiçbir şeyi başaramazsın.” Gözleri yeniden gözlerime tutundu. “Bence genel problemin bu senin. Sadece bakıyorsun.”
Bir an için kurduğu cümlelerin hedefi olmak öylesine zoruma gitti ki… Evren, babamın yumuşatılmış bir versiyonu gibi karşımda oturuyordu sanki. Tek fark vardı, Evren bana seçenek sunuyordu ama babam için benim ilerleyebileceğim, seçebileceğim tek bir yol vardı. Düşündüm. Ne istiyordum? Tam şu an benim istediğim neydi? Tadını merak ediyordum, öyleyse onu içmek mi istiyordum? Gözlerim Evren’in yüzünde dolaşırken gerginlikten terleyen ellerimi ikimizin arasında duran bira şişesine uzattım ve şişeyi kavradım. Şişe soğuktu, etrafından soğuk su damlaları akıyordu ve bu damlalar parmaklarımı ıslatmıştı. Evren, yeşil gözlerini kaldırdı ve alaycılığa yakın bir ifadeyle bana baktı.
Şişeyi önüme kaydırarak çektim. Masadaki bakışlara aldırış etmeden biraz evvel Evren’in dudaklarıyla bütünleşen yere bakıp derin bir nefes aldım. Neden bana yeni bir bira sipariş etmiyordu? Param vardı, aslında istesem şimdi kendim bunu yapabilirdim ama ağzımı açamayacak kadar gergin hissediyordum. Başımı hafifçe eğip şişenin ağzından yayılan kokuyu içime çektiğimde bir an duraksadım. Kokusu çok iyi değildi, bu kokuyu zaten tanıyordum ama bu kadar yakından biraz daha kötü gelmişti burnuma. Yine de nefesimi tutup dudaklarımı bira şişesine yasladım ve az evvel onun dudaklarının dokunduğu şişeden büyük bir yudum aldım.
Okuduğum mangalar ve romanlarda bunun dolaylı yoldan öpüşmek anlamına geldiğini biliyordum ama bunu masadakiler ve Evren biliyor muydu bilmiyordum. İnsanların benim gibi çizgi romanların, mangaların, romanların içinde yaşamadığını, benim hissettiklerimin çoğunlukla onlara saçma ve çocukça geldiğini bildiğimden, bu ayrıntıyı bir yetişkin gibi geri plana atmaya çabaladım. Sonuçta dudaklarım onun dudaklarıyla buluşmamıştı. Bira şişesini dudaklarımdan uzaklaştırdığımda yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna emindim, ayrıca kendimi o kadar sıkmış ve düşüncelere öylesine dalmıştım ki aldığım yudumun damağıma bıraktığı tadı bile ayırt edememiştim.
“Tadı nasıl?” Evren’in kurşun gibi sesi düşüncelerimin arasına saplandı. Yutkundum ama tat alamadım, sebebi neydi bilmiyordum ama göğsüm kalbimi dövüp duruyordu. Bira şişesini tekrar dudaklarıma dokundurduğum sırada gözlerim onu kadrajına aldı, sarmaşık yeşili gözleri dudaklarıma kaydı ve biradan aldığım yudumu izlemeye başladı. Kalbim şimdi dikişleri atmış bir yara gibi kanıyor, sızlıyor, ağrıyordu.
Damağıma leke gibi bulaşan, hoşnutsuz, beni irrite eden, hatta anlık yüzümü buruşturmama neden olan tadın yankısı ağzımın içinde dolanırken, Evren’in dudağının kenarının hafifçe yukarı çekildiğini gördüm. Bir an için o kötü tat geri çekilerek yerini uyuşuk bir hisse devretti. Onun dudaklarındaki kıvrıma bakakaldım. Yüzümün aldığı şekli izlerken uzun süre o kıvrımı silmeden bana bakmıştı. Kıvılcım ve Yavuz’un birbirlerine baktıklarını fark etmiştim ama bunu yalnızca göz ucuyla gördüğüm için o bakışmanın temelinde uyuyan anlamları çözememiştim.
“Ver şunu,” dedi ve ellerime doğru uzandı. Buz gibi soğuk avuçları eklemlerimin üzerini örttüğünde kafamı kaldırıp ona bakakaldım, o da bana bakıyordu ama yüzünde benimkinin aksine sakin bir ifade vardı. Ellerimi panikle bira şişesinin yüzeyinden çektim ve Evren’in avuçlarının baskısından kurtardım. Bira şişesini kendi önüne çekerken şimdi bana değil, şişeye bakıyordu. “Gördün mü?” diye sordu bana bakmadan. “Şimdi zihninde merak etmene neden olacak kadar güzelleştirdiğin bir şey değil.”
Ona söyleyecek hiçbir şey bulamadığım için sustum. Kafeden çıktığımızda gözlerim kulübün önündeki boş tenekeye takılmıştı. Birkaç saat önceki kalabalık orada değildi, tenekenin içindeki ateş de çoktan sönmüştü. Yavuz ve Kıvılcım, kulübün iki bina ötesinde, alt kata açılmış küçük bijuteri dükkânına girmişlerdi. Kafeden çıkarken yanıma aldığım pet şişedeki suyun mavi kapağını döndürürken Arnavut kaldırım taşlarından oluşan yokuşun kenarına geçmiş, sırtımı eski bir binaya vermiştim. Evren birkaç adım uzağımda duruyor, binaları izliyordu. Bedenim iyiden iyiye üşümeye başlamıştı, gökyüzünde yağmur bulutları geziniyordu ama yıldızlar da gecenin teninde yanmayı sürdürüyordu. Yine de hava gerçekten soğumuştu, ilerleyen saatlerde yağmur yağabilirdi.
Üşüyen bedenimdeki ürpertileri belli etmemek için kendimi sıkıp suyumdan bir yudum aldım. Evren’in bakışları omzunun üzerinden kayarak beni buldu, uçurumun başına dikilmiş küçük bir kaya parçası gibi bana saplandı. Sokağın öteki ucunda bir kalabalık vardı, kalabalığın kahkaha sesleri olduğumuz yere kadar geliyordu.
“Üşüdün mü?” diye sordu, ucunda soruyu taşıyan okun bedenime saplanmasıyla eş zamanlı olarak başımı reddedercesine iki yana salladım.
“Hayır.”
“Titriyorsun gibi geldi,” dediğinde bana doğru bir adım atmıştı. Ona bakmasam da göz ucuyla onun hareketlerini analiz edebiliyordum. Gözlerimi binalara dikip, az önce onun incelediği binaları izlemeye başladım. Bir an eski, ahşap binalardan birinde kendimi gördüm ama ben buradaydım. Saçları rüzgârın dokunuşlarıyla uçuşuyor, fındık kabuğu rengi gözlerinden iri bir gözyaşı damlası düşerek intihar ediyordu.
Orada duran bana bakarken, “Titremiyorum,” diye fısıldadım ama şimdi gerçekten titriyordum. Üşüdüğüm için değil, orada olmak istediğimi bildiğim için titriyordum.
Evren hemen yanımda durunca, onun vücudundan yayılan sıcaklığı kendi vücudumda hissettim. Sokağın diğer ucundan yükselen kahkaha sesleri aynı gürültüyle zihnimi yoklamayı sürdürüyordu ve ben orada, o ahşap binanın çatısından beni izleyen bana bakarken titriyordum.
“Gülçehre?” Sesi, bulutları parçalayarak dağıtan güneşin, ışık saçan kolları gibiydi. İrkilerek ona doğru döndüğüm esnada tenime yayılan korku, gerçek bir intihar gibi gözlerimi sarıp sarmalamış ve ifadelerimin içindeki renkleri soldurarak onları öldürmüştü. Bir elini hafifçe kaldırıp bana dokunma isteğiyle bedenime doğru uzatınca irkilerek eline baktım, ardından o korkunun tohumlarıyla beslenen bakışlarım onu buldu ve gözlerinin içine gözlerimden yükselen ölüm isteğiyle baktım. Sanki bunu anlamış gibi zehir sızdıran gözleri, gözlerimin çıkmazına girmiş, gözlerimin tuzağına yakalanmış bir yırtıcı gibiydi.
“Özür dilerim,” diye fısıldadım korkuyla bir adım geri atarak. Yeşil gözlerine uzun süre bakamayacağımı fark edip bakışlarımı kaldırım taşlarına indirdim. “Dalmıştım.”
“Sorun yok,” dediğinde bana biraz garip bakıyordu. “Babanla ilgili mi?”
Bunu açıkça sormasını beklemediğim için şaşkınlığımı gizleyemedim. Gözlerimin içinden bir şaşkınlık çığlığı yükseliyor, bir şaşkınlık denizi dalgalanıyordu. “Belki,” dedim utancımı gizleyemeden. “Kendin gördün, benim anlatmama gerek yok.”
Dürüstçe kurduğum bu cümlenin, onun ifadesine katacağı rengi görme umuduyla onun gözlerinin içine baktığımda, orada koca bir boşlukla karşı karşıya kaldım ama bunu umursamadım. Birilerinin beni önemsemesini istediğim yoktu, bencil bir çocuk gibi şımarıklık etmek de istemiyordum. Evren, sırtını arkamızda duran binalardan birine yaslayıp, kollarını göğsünün üzerinde toplayarak gözlerini karşıdaki binaya çevirdi.
“Hiç düşünüyor musun?” diye sordu, bu sorunun devamında kuracağı cümleleri merak ediyor olsam da nedense duymak istemiyordum. Beni incitecek bir şeyin daha varlığına tahammülüm yoktu ve her nedense bu soru cümlesiyle başlayan her cümle, insanda bir enkaz etkisi yaratırdı. Sanki hissetmiş gibi susunca, göz ucuyla ona baktım.
“Neyi?”
“Baban gibi zor bir adam, neden senin benimle gelmene izin verdi?” Sorusu bir yıldırım gibi ikimizin arasına düşmüş, ortada duran mantığı ateşe vererek dumanından bir düşünce bulutu oluşturmuştu. “Şunu sormaya çalışıyorum, sence baban neden diretmeden kabullendi?”
“Babandan korkuyor,” dediğimde güleceğini sandım ama ifadesini toparladı.
“Sadece bu mu?”
“Babanın kendisinden değil, olduğu konumdan korkuyor.” Biriyle uzun uzun sohbet etmek nasıl olur bilmediğimden kendimi en kısa şekilde nasıl ifade edebilirim diye düşündüm. “Baban, benim babamın olmak istediği yerde.”
Yüzünde herhangi bir şaşkınlık izine rastlayamamıştım. Sanki zaten bunu biliyordu, ona şaşıracağı bir şey söylememiştim, ona bildiği bir gerçeği söylemiştim. Gözlerini bana dokundurmadan binalarda gezdirirken, “Peki sen?” diye sordu. “Gerçekten burada olmak istediğine emin misin?”
“Hayır,” dedim aniden. Evren duraksadı ama bana bakmadı, ben de gözlerimi usulca ondan ayırdım. “Ama o evde olmak istemediğime de eminim.”
“Babanın daha fazla zorluk çıkaracağını düşünmüştüm,” dedi, sesi bir sokağın en çıkmaz köşesinde işlenen cinayet gibiydi. “Bu kadar kolay kabul etmesini garipsedim. İnsanlar konusunda iyiyimdir. Bir babanın böyle bir şeyi kolaylıkla kabullenmesi enteresan, söz konusu seninki gibi bir baba olduğunda insan hiçbir şeyi garipsemez gerçi ama…”
Kalbimi avucunun içinde sıkıyormuş gibi acıyla baktım ona. Bir an ona bu acıyla baktığımı hissetmiş gibi duraksayıp gözlerini bana dokundurdu ama yeşil gözler yüzümde çok duramadı, hızla perondan ayrılan otobüs gibi ayrılarak benden uzaklaştı.
“Öyle demek istemedim,” dedi, sesi kuruydu. Sonra durup bana baktı. “Evet, tam olarak öyle söylemek istedim.”
Ona acı acı gülümsediğimde donup kaldığına yemin edebilirdim. Avuçlarımın içindeki teri şortuma sürtüp yüzümü yokuşun başına doğru çevirerek derin bir nefes aldım. “Bana baktığında ne görüyorsun?” diye sordum, cevabını beklemedim çünkü ne gördüğünü az çok biliyordum. “Bisikletini yamulttuğun için tüm gece ağladığını düşünüp üzüldüğün ve ona yeni bir bisiklet alarak vicdanını rahatlattığın o küçük kız çocuğu muyum gözünde?” Ona bakmasam da şaşkınlığını hissedebiliyordum. O şaşkınlığın dalgaları bedenime çarpıp geri çekiliyor, ardından yeniden bedenime çarpıyordu. “Hiç arkadaşı olmadığı için derdini çiçeklere anlatan küçük kız çocuğu muyum? Bu yüzden bana o çiçek fidelerini aldın çünkü bir oyun oynamak istiyordum ve oyun oynamak için fazlasıyla eksiktim. Böyle mi oldu gözünde?” Derin bir nefes aldım, soğuğu içime hapsettim. “Babasının hırslarına kurban giden bir kız çocuğu muyum yoksa gözünde?” Kirpik diplerimi yakmaya başlayan yaşları geri itmek için çabaladım. “Hangisiyim? Yoksa hepsi miyim?” Ona baktım, yeşil gözleri yüzümün ortasına düşmüş bir ateş gibiydi. Bana, saklayamadığı şaşkınlığının içinde kaynayan duygularla bakıyordu. “Fideler ve bisiklet için teşekkür ederim. Şu an burada olduğum için de teşekkür ederim. Ama şeker pembesi dünyamın bunlardan ibaret olduğunu düşünüyorsan, yanılıyorsun. Ben bunlardan ibaret değilim. Ben sadece gördüğün kadarı değilim.”
Tam bir şey söylemek için kan rengi dudaklarını aralıyordu ki onu durdurdum: “Teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkürler ama bana stajını yaptığın mesleğinin deneğiymişim gibi davranma.”
Onu orada öylece bıraktım. Yokuşu tırmanmaya başladım, onu arkamda bırakmak istediğimden değildi, sadece biraz uzaklaşmak istiyordum. Ev çok uzakta değildi, tüm yollar birbirine benziyor olsa da gelirken göz gezdirdiğim sokak isimlerinin yazılı olduğu tabelalar yolumu kaybetmemem konusunda bana yardımcı olurdu. Çok saçmaydı. Nefes alırken bile gözetimi altında olduğum babamın beni tanımadığım insanlarla yollaması çok saçmaydı. Bunu yalnızca prestij için yaptığını bilmekse çok acıydı.
“Saygınlığın batsın,” diye mırıldandım, gözlerimden aşağı kaymaya başlayan yaşları silmiyordum ve rüzgâr, o yaşlara dokunarak onları tenimin üzerinde dondurup bana acı veriyordu. Yokuşu öyle hızlı tırmanmıştım ki adalelerim yırtılacak gibi acımaya başlamıştı. Ara sokağa dönecekken gözlerim yokuşun sonundaki Evren’e kaydı. Olduğu yerde put gibi donup kalmıştı, bana bakıyordu ama önemsemedim. Önüme döndüm ve ara sokağa girip onun kadrajından çıktım.
Sokak, diğer sokağın aksine boştu. Yanaklarımı avuçlarımla silip girintili çıkıntılı yolda hızla yürümeye devam ettim. Az ileride bir gece kulübü daha vardı, kulübün önü bomboştu ama ışığı hemen önündeki boş sokağı aydınlatıyor, içeriden bir Rock müzik sesi yayılıyordu.
Ona öfkeli değildim.
Asıl öfkem babamaydı.
Sonuçta bu yabancının hiçbir suçu yoktu. Aksine, hiçbir zorunluluğu olmamasına rağmen beni o kuyunun dibinden çıkarmış ve buraya kadar getirmişti. Yine de dilinde acı bir zehir olduğuna yemin edebilirdim. Gözlerimin içini ağrıtan yaşlar tekrar yanaklarıma boşalmaya başladığında, bir an için kalbimin derinliklerinde öfkenin attığı ilk adımın sesini duydum, o adımı hissettim ve öfke, büyük adımlar atarak kalbimin içinde ilerlemeye başladı. Gözlerim sokağı taradı, kulübün içinden çıkan gençleri fark edince duraksayıp adımlarımı yavaşlattım. Sonuçta bilmediğim bir semtte, bu gece yaşanana kadar varlığından bile bihaber olduğum bir sokaktaydım, dikkatli olmanın yararı vardı.
Ahşap binaların altındaki merdivenli taş yolda ilerlemeye başladım. Hava iyiden iyiye soğumuş, bedenim buz tutmaya başlamıştı.
“Bu soğukta donmadın mı sen?” Bu soru, daha önce duymadığım bir sese aitti. Kafamı çevirip sesin geldiği yöne baktığımda iri yarı, esmer bir adamın dişlerinin arasında tuttuğu kibrit çöpüyle beni izlediğini gördüm. Sorunun sahibi bu adam olmalıydı. “Daha sıkı giyinmelisin, zaten ufacık tefecik bir şeysin, donarsın maazallah.”
İri adama çatık kaşlarla baktım ve onu cevapsız bırakıp merdivenleri tırmanmaya devam ettim. Bir süre sonra adamın arkamdan geldiğini fark etmiş, paniğin göğsüme yerleşmesiyle birlikte adımlarımı daha hızlı atmaya başlamıştım.
“Nerelisin?” diye sordu adam peşimdeyken. Büyük bir adım daha atarak adamı duymazdan gelmeye çabaladım ama adam son derece inatçıydı. Korku, kalemi dolduran mürekkep gibi göğsümün içini doldurmaya başlamıştı. “Pek insan canlısı değilsin sanırım,” dedi bu defa, sesindeki alayı hissedince dilim damağım kurudu. Gözlerim hâlâ sızlıyor, gözyaşlarım hâlâ usul usul yanaklarımdan kayıyordu ama kendimi toparlamam gerektiğinin farkına varmıştım. Adamın adımları hızlanınca, otomatikman benim de adımlarım hızlandı. “Dursana yahu, iki lafın belini kırardık.”
“Beni rahat bırakır mısınız lütfen?” Adama bakmadan söylemiştim bunu, sesimdeki korkuyu elime aldığım bir baltayla parçalamış, hissedip kanın kokusunu almış bir yırtıcı gibi daha da saldırganlaşmasının önüne geçmeye çalışmıştım.
“Kötü bir niyetim yok, istersen seni evine kadar bırakırım hem.” Kulübün önüne geldiğimizde adam artık bana hiç olmaması gerektiği kadar yakındı. “Bak burası hızlı bir semttir, seni yalnız görürlerse başına bela olurlar. İyiliğin için diyorum,” dedi, o sırada kulübün önüne çıkan birkaç gencin gözü bana doğru kaydı ama bakışları üzerimde fazla oyalanmadan benden uzaklaştı.
Korktuğumu hissettirsem bana yardım ederler miydi? Gözlerimi kalabalığa diktim, bir an olduğum yerde durmak ve bağırıp çağırmaya başlamak istedim. Kendimi güvende hissetmiyordum, bu adamın bir an evvel yakamdan düşmesi gerekiyordu. Gözlerimi savaş meydanında silahını kaybetmiş bir savaşçı gibi hızla kalabalıkta gezdirirken birkaç saat önce göz göze geldiğim o genç adamın bana baktığını gördüm. Gözlerimiz birbiriyle buluştuğu an, sarı gibi görünen küllü gözlerindeki ifadenin sertleştiğini fark ettim. Bakışları usulca benden ayrılıp arkamda ilerleyen iri adama kaydı, ardından arkadaşlarının yanından sıyrılıp geçerek bana doğru yürümeye başladı.
Kalbim, göğsümü aşıp geçecekmiş gibi çarpıyordu. Sarışın adam bir anda elini belime koyunca olduğum yerde irkildim, adımlarım soğuğun içinden geçmiş bir su gibi havada donmuş, asılı kalmıştı. İrileşen gözlerimle belime sarılan yabancıya bakakaldım.
“Bebeğim,” dediğinde onun sesini ilk defa duyuyordum. Erkeksi, buğulu bir sesi vardı. Küllü sarı renkteki gözlerine baktım ve o an arkamdaki adamın hızla bizden uzaklaşmaya başladığını fark ettim.
Sarı gözlerinin içine bakarken nefes nefeseydim. Büyük avucunu belime bastırıp gözlerini benden çekerek bizden uzaklaşan iri adama çevirdi. Çene kemiği sertleşmişti, zayıf yanaklarına kazdığı kuyuları izlerken sessizdim. Parmaklarını tenimden yavaşça uzaklaştırdı, kurtarıcım ile göz göze geldiğimiz ânı hatırlıyordum; zihnime diken gibi batan gözleri, bir çiçeğin sarı yapraklarına benziyordu.
Kendimi bir manga sayfasında, bir animenin tam da en heyecanlı melodisinin girdiği sahnesindeymişim gibi hissediyordum. Etrafımızda bedenimizi saran çiçekler uçuşuyordu ve ben büyülenmiş gözlerle kurtarıcımın çehresini izliyordum. Zihnimin içinde yan yatmış beni izleyen yansımanın dudaklarından dökülen kıkırtı sesini duyunca bir an kendimi toparladım ve genç adamdan uzaklaşarak, “Çok sağ olun,” dedim mahcup olmuş bir sesle.
“Sorun değil…” Gözlerini sokakta gezdirip yeniden bana baktı. “Sorun değil de yanındaki adam nerede?”
“Şey…” Sokağın diğer ucuna baktım. Ne Evren ne de diğerleri hâlâ görünürde yoktu. “Arkada kaldı.” Ona baktım. Teni Evren’den biraz daha koyu olsa da o da beyaz tenliydi, küllü sarı rengindeki saçları uzun ve dağınık görünüyordu, kaşında bir piercing vardı ve bisiklet yaka tişörtünün üzerine bol bir deri ceket giymişti. Yüzünün son derece kemikli ve zayıf olduğunu fark etmiştim. Bana alaycı bir biçimde güldü, gözlerimi kırpıştırarak ona bakıp kaşlarımı çattım.
“Kavga ettiniz yani,” dedi, sesindeki keyifli tınıya anlam veremeyip, “Yok, hayır,” diye yalan söyledim, aslında yalan söylüyor da sayılmazdım.
“O zaman neden yalnız bıraktı seni? Burası it kopuk dolu oluyor.” Kaşlarını çatarak yüzüme baktı, gözlerim çehresinde dolaştıktan hemen sonra gözlerine tutundu. “Sen ağlıyor musun?”
Gözlerimdeki yaşları hızla silerken ona her şey yolundaymış gibi bakmaya çalıştım. “Yalnız bırakmadı. Kendim uzaklaştım,” dedim çekimser kalarak.
“Doğru bir seçim olmamış.”
Bana o kadar yakın duruyordu ki algılarım kör olmuş gibiydi. Sildiğim gözyaşlarım hakkında herhangi bir yorumda bulunmadı. Kafamı kaldırıp benden bir kafa boyundan daha uzun olan adama bakıp, “Tekrar sağ olun,” dedim kısık sesle. Bana, onunla neden bu kadar çekimser konuştuğumu çözemiyormuş gibi garip garip bakıyordu.
“Hep böyle resmî misindir?”
Kaşlarımı çattım. “Ne?”
“Çok resmîsin, buranın kızlarına benzemiyorsun.” Güldü. “Nerelisin sen?”
Bir yabancıyla konuşmanın getirdiği gerginlikle, “İzmir?” dedim sorar gibi.
Kaşları havaya kalktı. “Görüntün İzmirli olduğunu doğruluyor ama davranışların tuhaf,” deyince ona alnında antenleri varmış gibi baktım. Kendini açıklama isteğiyle tekrardan söze daldı: “Demek istediğim, çok çekimser biri gibi görünüyorsun. Ağzından lafı cımbızla alıyorum. İzmirli kız ya gülümser ya da tokatlar, ikisinin ortası yoktur pek.”
“Kadınları kalıplara sokmasanız ne güzel olurdu,” diye homurdandım, bu cümlem onu gülümsetti.
“Kadınları kalıplara sokmadım, sadece gözlemlediğim kadarını söylüyorum.” Bir elini ensesine atınca deri ceketinin önü havaya kalktı, tişörtü de yukarı sıyrılmıştı. Karnından kasığına kadar inen dövme dikkatimi çekince bir an durup dövmeyi inceledim, sonrasında utanarak gözlerimi tekrar yüzüne çevirdim. “İstersen arkadaşların gelene kadar yanında kalabilirim,” dedi sakince, ona bakmaya devam ediyordum. “Ya da istersen seni eve bırakırım.”
“Neden bana böyle bir iyilik yapasın ki?” diye sordum saf saf. Sarı gözlerini kısarak tekrar güldü, gülünce yanaklarındaki çizgiler belirginleşiyor ve yüzü daha da zayıf görünüyordu.
“Neden yapmayayım ki?” diyerek soruma sorusuyla karşılık verdi. Birkaç saniyemi onun yüzünü inceleyerek kaybettim, gözlerimin yüzünde dolaşması onu rahatsız etmişe benzemiyordu; aksine, bu dikkatini çekmiş gibi duruyordu.
Omuz silkip etrafıma bakındım. Sokağın başında Kıvılcım’ı görünce gözlerim irileşti, yanımdaki yabancının bakışlarının da gözlerimi takip ederek Kıvılcım’a kaydığını gördüm. Kıvılcım’ın arkasından Yavuz, Yavuz’un arkasından da Evren kadrajıma girmişti.
Ruhum, aldığını geri vermeyen bir deniz gibiydi ve o deniz, içinde kaybettiği duygulardan bir şehir kurarak kendini gökyüzüne ve karaya yasaklamıştı. İnsanlar gökyüzü ve kara olarak ikiye ayrılıyordu; kara, babam gibi insanlardı, o insanlar beni her zaman korkutmuştu çünkü hep kurak, hep soğuklardı. Bazı insanlar ise gökyüzü gibiydi, o insanların teninde gece de vardı, gündüz de. Soğuk da vardı, sıcak da. O insanlar yıldızları da tanıyordu, bulutları da. Evren gibi.
Sokağın başında beliren Evren’i izlerken gökyüzü, denizin üzerine devrilerek ona rengini veriyordu ve denizin kalbinde kurulan şehirde gün doğuyordu.
“Arkadaşların geliyor,” dedi yabancı adam, sarı gözlerini çehremde hissetsem de ona bakmadan Evren’i izlemeye devam ediyordum.
Kıvılcım bana el sallayarak, “Nereye kayboldun?” diye sordu bağırarak. Dudaklarımı birbirine bastırarak ona bakarken, zihnime doluşan kelimelerin alacağı şekilleri merak ediyordum. Kıvılcım tam önümde durup gözlerini yanımdaki yabancı adama dikti, bakışları hiç arkadaş canlısı durmuyordu. “Bir sorun mu var?” diye sordu adama bakarak ama soruyu bana yöneltmişti.
“Hayır,” dedim yavaşça. Şimdi Yavuz da buradaydı, Kıvılcım’ın arkasına dikilmiş, gözlerini yabancıya dikmişti.
“Bu kim?” diye sordu Kıvılcım, gözlerindeki o yabani ifadeyle adamı süzmeye devam ediyordu. Evren’in de yanımızda olduğunu fark edince bakışlarımı ona çevirip yüzünü izlemeye başladım. Gözleri başta boşluktaydı, yanımdaki yabancıya çevrildiğinde ise bu an, ilk defa gözlerindeki şeytanı gördüğüm andı.
Adama neden öyle bakıyordu?
Evren’in gözlerinde ne zamandan beri şeytan yaşıyordu?
Zehirli sarmaşık yeşili gözlerini tek bir an olsun adamdan çekmeden adamı izlerken, yüzünü oluşturan hatlar içeri gömülmüş, yüzünde kuyu derinliğinde geniş çukurlar açılmıştı ve çenesindeki dikiş izi mümkünmüş gibi daha da belirginleşmişti.
“Ben Talha,” dedi genç yabancı, gözlerim Evren’in kirpiklerinin arkasından yabancıyı seyreden şeytandan kopmak istedi ama kopamadı. “Barlas Talha,” diye düzeltti genç adam.
Kıvılcım kaşlarını kaldırdı. Ardından ifadesi bir an donuklaştı. “Çift isim?” dedi sorar gibi. “Yoksa soyadın mı Talha?”
“Adım Barlas Talha,” dedi Talha, ardından ekledi: “Barlas Talha Kestiren.”
Kıvılcım bir adım geri çekildi, anlam veremediğim bu hareketinin yüzünde doğurduğu ifadeyi görmek için ona baktığımda, şaşkınlığın damarlara ayrılarak onun yüzünü sarmaladığını gördüm. Aniden toparlama isteğiyle, “Epey uzunmuş,” diyerek güldü ama gözlerinde yer edinmiş ölü toprağı orada duruyordu ve bu beni anlık bir korkuyla baş başa bırakmıştı. O korku bana saldırmadan hemen önce bakışlarım Evren’e çevrildi.
Ortamda anlam veremediğim bir gerginlik vardı.
“Ee, siz adınızı söylemeyecek misiniz?” diye sordu Talha, gülüyordu, aslında şu an normal davranan tek kişi de oydu. Kıvılcım genişçe gülümseyerek, “Ben Kıvılcım,” dedikten sonra Yavuz’u gösterdi, Yavuz sessizce Talha’ya bakıyordu. “Erkek arkadaşım, Yavuz,” diye mırıldandı Kıvılcım. “Ve arkadaşımız, Evren.”
Talha ona yoğun gözlerle bakan Evren’e bile gülümsedikten sonra gözlerini tekrar gözlerimle buluşturdu. “Peki sen?” dedi, bileğimde çarpan nabzın sesini duyabiliyordum. “Sen bana ismini söylemeyecek misin? İlk seni gördüm, en son senin adını mı öğreneceğim yoksa?”
“Gülçehre,” diye mırıldandım, yanaklarım kanla doluymuş gibi hissediyordum ve elim ayağım kan ter içinde kalmıştı. Oysa birkaç dakika öncesine kadar bedenim buz gibiydi ve ben üşüyordum.
İzlendiğimi hissediyordum.
Talha’nın sarı gözleri bir süre boyunca benim kahverengi gözlerimde dolaştı. “Güzel isimmiş,” dedi, sesi ilgiliydi. Kulübün önündeki topluluktan yükselen sesler dikkatimi çekince o yöne baktım ama Talha’nın dikkatle beni süzen gözlerini yüzümün her bir noktasında hissedebiliyordum. “Tatile falan mı geldiniz?” diye sordu Talha gözlerini benden uzaklaştırıp Evren’e çevirerek. Namlusunun ucunda olduğu kötü bakışların hiç mi farkında değildi bu adam? İkisinin arasında mekik dokumaya başlayan gözlerimde şaşkınlık vardı.
“Burada evimiz vardı,” diye girdi Kıvılcım araya, Evren’in konuşmasını istemiyor gibi duruyordu. “Bir süreliğine geldik.”
Talha, kaşlarını kaldırdı. “Yakın mı eviniz?” diye sordu, ardından ekledi: “Ben de sezon sonlarında gelirdim ama otelde kalıyordum, bu sene buradan bir ev aldık. Artık otele gerek kalmadı. Seviyorum buranın ortamını.”
Evren’in boğazından erkeksi bir hırıltı sesi yükseldi. Bir an ortamdaki herkes Evren’e baktı. Sarmaşık yeşili gözlerini belli bir noktaya sabitlemiş, o noktayı izliyordu; bembeyaz derisiyle gerilen boynundaki masmavi damarlar dışarı doğru bir ağaç kökü gibi kıvrım kazanmıştı ve içinde akan kanın dalgalanışı bile görünüyordu.
“Hadi ya?” dedi Kıvılcım, her ne kadar samimi bir görüntü çiziyor olsa da hiç kendisi gibi davranmıyordu şu an. “Ailen de burada mı?”
Sorusu anlık şaşkınlık yaşamama neden olsa da Talha bunu pek yadırgamamış gibi, “Hayır,” dedi. “Her yere ailesiyle giden bir tipe mi benziyorum?”
“Ev aldık dedin, o yüzden ailenin de burada olabileceğini düşünmüştüm,” diyerek güldü Kıvılcım, koluma girip beni kendine doğru çekti. Talha tekrar bana bakmaya başlamıştı, bir süre sessiz kaldık.
“Arkadaşınız biraz ürkek sanırım,” dedi yeniden konuştuğunda. “Az önce peşine birisi takılmıştı, bayağı korkmuş gibi duruyordu. Korkudan mı bilmiyorum ama ağlıyordu.”
“Ağlıyor muydu?” Evren’in sorusu üzerine ona bakakaldım. Gözlerini yüzüme dikip, “Peşine kim takıldı?” diye sordu aniden Evren. Gözlerim alnını bile saran mavi damarlarda gezinirken usulca omuz silktim.
“Önemli bir şey değil,” diye fısıldadım. “Zaten o vardı…” Talha’ya baktım. “Beni korudu.”
“Seni korudu?” Evren’in sesi, bir kalbi koruyan kaburga kadar sert ve parmaklıklarla doluydu.
Onun yeşil gözlerine baktım. Orada birikmiş bir öfke olduğuna yemin edebilirdim ama profesyonelce gizlediği bu öfkenin varlığını kimseye kanıtlayamazmışım gibi geliyordu.
Yavaşça başımı salladım. “Evet.”
Talha, “Kim olsa…” diyecekti ki Evren onu böldü: “Aynısını yapardı, aynen,” dedi, sesi bir ölünün ağzından dökülen kelimeler kadar cansızdı.
Talha, bu atağı beklemediğinden yüzünü sarmış bir gerginlikle Evren’e baktı ama Evren, onun bakışlarına karşılık dahi vermedi. Ona karşı hiç arkadaş canlısı değildi. Hatta genel olarak Evren kimseye karşı arkadaş canlısı birisi gibi değildi ama Talha’ya karşı anlam veremediğim bir düşmanlık beslediğini sezmiştim.
Evren, omuzlarındaki deri ceketi çıkarıp benim omuzlarıma attı, bu kesinlikle beklemediğim bir hareketti. Şaşkınlığımı gizleyemeden öylece donup kaldım. Kokusu, sanki tenimin kokusuydu. Çiçek dolu bir bahçede özgürce, nefes nefese, nabzım tavan yapmış ve kalbim patlayacakmış gibi çarparken koşuyordum sanki.
Zihnimde uyuyan yansıma, gözlerini aralayıp yorgun bakışlarını yüzümde dolaştırdı, yavaşça doğruldu ve beyaz eteğinin kumaşı yere döküldü. Kelimeler buradaydı, beni takip eden intihar isteğinin önüne bir duvar örmüş ve yansımamı üzerine alarak derin bir uykuya yatırmıştı. Oysa yansımam artık uyumuyordu, gözleri açıktı ve kelimeleri yavaşça toplayarak duvarı yıkmaya başlamıştı.
“Arkadaşıma göz kulak olduğun için teşekkür ederim,” dedi Kıvılcım, dağılan konuyu toparlama ihtiyacı vardı üzerinde. Bana ikinci kez arkadaşım diyordu, bunu gerçekten içinden geldiği için mi söylüyordu? İçimde zerresi bulunamayan o güven hissi, bu üç kişi aniden, ışık hızıyla hayatıma dalış yaptığından beri derin bir okyanus gibiydi ve ben, o okyanusun içinde kulaçlar atıyor, usul usul o okyanusu tanıyarak içinde yüzüyordum.
“Rica ederim.” Talha ensesini ovarak gülümsedi, gülümseyişi yamuktu ve tıpkı romanlardaki ana karakterler gibi yakışıklı görünüyordu. “Sen de dikkatli olmaya çalış,” dedi bana çevirdiği gözlerine eklediği ışıltılı yansımalarla. “Bir dahaki sefere yoldan geçen bir bana rastlayamayabilirsin.”
“Ben hemen yanında duruyor olacağım.” Evren, bunu yüzüne çizdiği alaycı bir gülümsemeyle söylemişti. Talha, ona kısaca baktı ama bu söylediğini cevapsız bıraktı. Sanırım ikisi de birbirinden kıl kadar hoşlanmamıştı.
“Tanıştığımıza sevindim. Umarım tekrar karşılaşabiliriz,” dedi Talha, bunu da bana bakarak söylemişti ama söylediğinin tüm grubu kaplayan bir istek olduğunu biliyordum. Ona yanaklarımda leke gibi büyümüş kızarıklıklarla gülümsedim, gözleri gülümsememde bir süre takılı kaldıktan sonra yanımızdan ayrılıp kulübün önündeki kalabalığa karıştı.
🥀
Ateşin aydınlattığı odadaki gölgem, bir ölünün zihnine gömülen sırlar kadar karanlıktı.
Eve döndükten sonra, yaklaşık iki saat boyunca alt katta anlam veremediğim bir kelime trafiği vardı. Bu kelime trafiğinin nedeni üst üste binmiş duygulardı ve ben bu duygulardan yalnızca bir tanesinin öfke olduğunu anlayabilmiştim. Her şey sustuğunda, herkes odalarına çekildiğinde yatağın üzerine oturmuş duvardaki gölgemi izliyor, zihnimdeki yansımanın yere fırlattığı kelimeleri okumaya çalışıyordum.
İçerisi ürkütücü değildi, zihnim odadan daha ürkütücüydü ama yine de her an sönecekmiş gibi sarsılan ateşin ışığının kesilmesinden korkuyordum. İçimde karınca adımlarıyla ilerleyen bir merak duygusu vardı. Talha’yı gördüğümüzden beri üçünün de üzerine is lekesi gibi sinen öfke, devamında onları benim asla anlayamayacağım bir tartışmaya sürüklemişti. Konu neydi, neden bu kadar öfkeliydiler ve neyi tartışıyorlardı bilmiyordum ama tartışma sona erdiğinden beri kafam sürekli oraya kayıp duruyordu.
Evren, dışarıya karşı üzerine kelimeler çizilmiş bir buz parçası gibi dursa da neden içinde lavların kaynadığı bir cehennem gibi görünmüştü o an gözüme?
Gözlerim ahşap koltuktaki deri ceketine kaydı, yutkundum.
Valizden çıkarıp komodinin üzerine bıraktığım mangalarımdan birine uzanıp onu aldım, dizlerimi karnıma kadar çektikten sonra manganın sayfalarını çevirerek yazıları okumadan çizimlere göz gezdirmeye başladım. Mangadaki sayfalardan birinde durduğumda, bu çizimdeki çift bir an için bana Evren ve beni hatırlatmıştı. Kadın ve erkek karakter bir köşe başında durmuş bir konuyla ilgili tartışıyorlardı, ardından diğer sayfaya geçtiğimde kadın karakterin yanında şimdi başka bir adam vardı ve bu adam da Talha’ya benziyordu. Yüzümde oluşmasına engel olamadığım bir uçurumla kaşlarımı çatarak manganın kapağını sertçe kapattım.
Kendimi fazla kaptırıyordum. Evren’in ten rengi yüzünden onu fantastik bir karaktere bile benzetmiştim. Belki de babam haklıydı, kendimi gerçek hayattan bu kadar fazla soyutlamamam gerekiyordu.
Lambanın içindeki alev titrediğinde gözlerim usulca hareket edip lambaya doğru kaydı. Ateş yalpalamaya, gücünü kaybetmeye başlamıştı. Bedenimden ateş hattı gibi bir gerginlik geçti, manganın kapağını tekrar kaldırıp çizimlere göz gezdirmeye başladığımda ateş iyiden iyiye ışığını kaybediyordu.
Zaman, bir mürekkep gibi ânın üzerini çizerek sayfayı kelimelerle doldurmaya başlamıştı. Sayfadaki kelimeleri okurken, kelimelerden oluşturulmuş duvarın üzerinden saçlarını aşağı sarkıtarak uzanan yansımam yüzü ters bir şekilde beni izliyordu.
Lambadaki alev bir anda söndü. Ortam, gözümün alışık olmadığı bir karanlık tarafından kuşatıldı ve kalbim, aydınlığın kaybıyla dehşet içerisinde çarpmaya başladı. Olduğum yerde sıçrayarak kısık bir sesle inledim, korku damarlarımda ilerlemeye başladığında gözlerim karanlığı yarıp geçiyordu. Karanlık ile aramın çok kötü olduğu söylenemezdi ama iyi de değildi. Çocukken bazı geceler karanlıktan korkardım ve gözyaşlarımı yastığa silerken babamı yanıma çağıramazdım. Hatıralarımda nemli bir yere sahip olan bu anı, karanlığın içinde beni izleyen boynu kabarmış bir yılan gibiydi ve ruhumu her noktasından sertçe sokarak beni zehirliyordu. Gözlerim, karanlığın çizdiği siyah resimlere alıştığında çenemi dizime yaslayıp beklemeye başladım.
Siyah beyaz bir fotoğraf karesi gibiydim. Oysa en renkli oyunların oynandığı lunaparkın içindeki oyuncaklar gibi olduğum zamanlar olmuştu. Yine de biri bana dışarıdan bakınca o oyuncakları görüyordu; tek fark vardı, içeride de o oyuncaklar gibi hissetsem de renklerimi kaybetmeye başladığımı biliyordum.
Yine de renkler, gri bir fotoğrafın arkasında bile yaşamaya devam ederdi.
Bir gün gri bir fotoğraf karesine dönsem bile, renklerim içimde yaşamaya devam edecekti.
Karanlık da tıpkı onu izleyen gözlerim gibi beni izlemeye başladı. Sırtımı yatak başlığına yaslayıp, “Evren?” diye seslendim karanlığa doğru. Eğer lambadaki alev sönerse ona seslenmemin yeteceğini, geleceğini söylemişti. Aramızda geçen ufak sürtüşmeden sonra gelir miydi bilmiyordum ama ben gelmesini istiyordum. Gözlerim tekrar gözyaşlarıyla boğulmaya başlayacağı sırada kendimi sıkıp tırnaklarımı avuçlarımın içine bastırdım. “Evren,” dediğimde sesim şimdi biraz daha yüksek çıkmıştı. Acaba uyumuş muydu?
Karanlık, bir bina gibi üzerime yıkılıyordu.
“Hani gelecektin?” diye sordum kendi kendime konuşuyor gibi. “Gelmedin.”
Kapının aralanmasıyla alnımı dizime tamamen bastırdım. Kalbim şimdi göğsümün altında değil, bileğimin içinde atıyordu ve damarlarım, yabani bir çiçeği besleyen zehirli sarmaşıklar gibi boynuma dolanmaya başlamıştı.
“Geldim,” dedi, buz kırağı sesi, kuru bir dalın üzerinde yeşeren yapraklar gibiydi.
Kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne baktığımda Evren’in elinde bir mum tuttuğunu, gözlerine çizdiği satır boşluklarıyla öylece durmuş beni izliyor olduğunu gördüm.
“Geldin,” dedim kuru bir sesle.
“Sana gelirim demiştim, Gül Kuyusu.”
🎧: Lord Huron, The Night We Met