Zamanın içinde genişleyen bir özlem duygusu gibi, içimi yoklayıp duran bir his vardı.
İnsanları, çiçeklere değil, dikenlere benzetirdim ve dikenler ne zaman elime batsa, gözlerimin önüne önce babamın yüzü, sonra da bana sanki onun tohumu değilmişim, onun bahçesinde açmamışım gibi bakan soğuk kahverengi gözleri gelirdi.
Bazı geceler bir oyuncak ayıya sarılırdım, o oyuncak ayının elinde büyük bir papatya vardı, papatyayı tutarken gülümsediğini düşünürdüm ve bu yüzden çok küçük yaşlardan bu yana hep papatya mevsiminin gelmesini beklerdim. Çünkü ne zaman bir papatyayı avucumun içinde öldürsem, bu ölüm benim dudaklarımda tebessüm olurdu.
Evren’in beni o evden aldığı gün, bahçeye girip o bahçeden kopardığı ama öldürmek yerine, suyunu durmadan yenileyerek o bahçede kurumaktan kurtardığı, ömrünü çaldığı sanılan ama ömrünü uzattığı o çiçek gibiydim. Beni kurtarmıştı, ömrümü uzatmıştı ama bir gün suyumu değiştirmeyi unutacak olursa, tıpkı o bahçede ölüme terk edildiğim gibi, kendimi yeniden ölümün kollarında bulacaktım.
Bir insanı iyileşeceğine inandırmak, eğer o insan iyileşemezse, o insanı öldürmekten daha acımasızcaydı.
“Sönmez sanmıştım,” derken dilimin ucunda parçalanmış heceler, gözlerimde geri çekilen korkular vardı. “Ama söndü.”
“Ateş de üşüyebiliyormuş,” diye mırıldandı. Karanlığın kolları bedenimden çekildiğinde, Evren parmaklarının arasında tuttuğu çakmağa basmış, alev yalpalayarak duvarları aydınlatmıştı. Yeşil gözleri, ateşin dokunuşuyla zehir gibi bir renge dönüşmüştü. Sarmaşık yeşili gözlerini ateşten ayırıp benim gözlerime sabitleyince yatakta doğrularak kalktım. “Kalkmana gerek yok,” dedi donuk bir sesle. “Çekmecelerden birinde bir mum daha olacak. Senin için onu yakarım.”
“Ateş üşümüşse, mumu yaktıktan sonra yine söner,” dedim telaşla, bir an durdu ve gözlerimin içine bakakaldı. Sonra aniden elinde yanan mum söndü, oda yine karanlığa gömüldü. “Sana demiştim!” diye bağırdım elimde olmadan.
“Nefesim söndürdü,” diye mırıldandı, cebinden çıkardığı çakmakla mumu yeniden yakınca gözlerim avuçlarına kaydı. Mum, eridikçe avuçlarının içinde beyaz bir tabaka bırakıyordu. Bir insanın böyle bir acıya maruz kalıp bu denli ifadesiz durması beni şaşırtsa da kaşlarımın ortasında oluşmuş bir acı yarığıyla elinde tuttuğu muma bakakaldım.
Evren, büyük bir ağırlıkla odanın ortasına doğru ilerledi. Çekmeceleri karıştırdığı sırada büyük bir sakinlik duygusuyla onu izliyordum; kalbimin atışları susmuştu ama mermi kovanları gibi yere dökülen hisler, içimi boşaltmış olsa da zihnimi yormaya devam ediyordu.
“Elin acımıyor mu öyle?” diye sordum sonunda, başımı omzumun üzerinden ona doğru çevirmiş, gözlerimi avucunun içinde eriyen muma sabitlemiştim.
Duraksadığını fark ettim, göz ucuyla bana baktı ama çekmeceleri karıştırmaya devam etti. “Acımıyor,” dedi, sesi sakindi. Ona inanamayan gözlerle baktığımda, bu bakışımı fark edip bana daha büyük bir dikkatle bakarak yamuk bir şekilde güldü. “Sadece yanıyor.”
Ona bakakaldım. Sarmaşık yeşili gözlerini gözlerimden kopardı. Gözlerini yeniden çekmecenin içine çevirdi ve aradığını bulmanın etkisiyle kaşlarını kaldırıp başını salladı. Beyaz bir mumu çekmeceden çıkardı, avucunda yanan mumun ucundaki ateş ile mumu yaktıktan sonra pencerenin önüne ilerledi. Penceredeki taş korkuluğa mumdan birkaç damla damlattıktan sonra mumu oraya yapıştırdı ve gözlerini yüzüme çevirdi.
“Oldu mu?”
Gözlerim muma kaydı. Mumun ışığı pencerenin kapalı duran camına çarpıyor, dalgalanıyordu. Bir an camda mumun ışığının oluşturduğu halenin içinde kendi yüzümü gördüm. Yutkunarak Evren’e baktım. “Oldu.”
Başını salladı. Tam sırtını dönmüş odadan çıkacakken, “Evren,” diyerek durdurdum onu. Gözleri, omzunun üzerinden bana kaydı. Başta konuşmak ne kadar zor geldiyse, ardından kelimeler o kadar kolay çıkmaya başladı dudaklarımdan: “Elindeki mumu söndürsene.”
“Neden?”
“Elin yanıyor,” dedim kısık sesle.
Beklemediğim bir anda bana doğru dönüp, yatağa doğru ilerlemeye başladı. O esnada yatağın ucuna oturmuş, gözlerimi kaldırmış onu izliyordum. Ona baktıkça büyüyen garip duygu, gözlerimi onun yüzünden ayırıp boşluğa çevirmemle göğsümü biraz olsun boşalttı.
Avucunun içinde yanan mumu yüzüme uzatınca irkilerek geri çekildim, ardından kafamı kaldırdım ve gözlerinin içine baktım. Gözleri, gözlerime baktıkça büyüyor, bir dağ oluyor, bir gökyüzü oluyor, bir gezegen oluyor ve üzerime üzerime çöküyordu.
“Söndür,” dedi, dudaklarının hareketini kavrayan gözlerim bu defa bir taşa takılıp yere serilmiş gibi dudaklarına serilmişti. Kopkoyu kırmızı rengindeki dudaklarından gözlerimi kara zorla ayırmayı başardım ve avucunun içinde tuttuğu muma eğilip, muma üfledim. Mum söndüğü an, beyaz duman bir el gibi yüzüme dokunarak tenimin üzerinden geçti.
Zihnimin içine serilmiş bir duygu kafasını kaldırıp, “Neydi şimdi bu?” diye sormuştu ama ne kalbimden ne de ruhumdan bu sorunun cevabını alamadığı için başını önüne eğerek yeniden sessizliğe gömülmüştü.
“Söndürmek bu kadar kolay mı sence?” diye sordu, sesi bir piyanonun tuşlarından dökülen notalar gibiydi; kimi zaman insanın içini huzurla kaplayan bu melodi, bazı zamanlar insanın içini korkuyla, kırgınlıkla ve kahırla dolduruyordu.
“Anlamadım?” diyebildim, gözleri gözlerimden kopup yüzümün diğer köşelerine dokundu.
Derin bir nefes alarak, “Bana yardım eder misin?” diye sordu.
“Ne?”
Avucunu bana doğru uzatmaya devam ederken, “Şunları soymam konusunda,” diye açıkladı. “Tırnaklarımın içine girdiğinde sinirden delirecek gibi oluyorum. Sen toprağı seviyorsun, tırnaklarının içini doldurduğunda huzur buluyorsun. Bunu da soyabilirsin, tırnaklarının içine girmesi seni rahatsız etmez. Benim aksime.”
Gözlerime su gibi akmaya devam eden anlamlarla baktığını görünce içimde buz gibi hissettiren bir ateşin yandığını hissettim. “Otur,” diyerek yanımdaki boşluğa vurdum. Bunu beklemediği o kadar belliydi ki, gözleri farklı bir ışıkla parlamıştı. Yanımdaki boşluğa oturunca ona doğru dönüp, dizimi kırarak çektim ve yatağın üzerinde katladım.
Avucunu uzatmaya devam ediyordu. Beyaz mumun kabuklarını yavaşça avuçlarından soymaya başladığımda, sarmaşık yeşili gözleri yüzümdeydi, beni izlerken sakindi ama aramızda asılı duran sessizliğin ellerinde bir tabanca vardı ve boşluğa ateş edip duruyordu. Mumun kalıplarını soydukça, mum parçaları yatağın üzerine kar taneleri gibi dökülüyordu.
Çarşafın üzeri tamamen mum kalıntılarıyla dolduğu sırada avucunun ortasında dikili duran mumu yavaşça çekip avucundan çıkardım ve kenara bıraktım. Ardından, avucunda duran mumdan tabakayı tırnağımla yavaşça parçalayıp, parçaları usul usul avucundan sökmeye başladım. Ben onun eline dokundukça, her yer, zihnim bile sessizleşiyordu.
Gölgeler, gecenin içinde büyüyüp karanlığı var eden askerler gibiydi. Dışarıda hareket hâlinde olan araçların ışıkları odadan içeri dalıyor, mumun ışığının önünü keserek zeminde şekiller oluşturuyordu ve zaman, her şeyi yok ettiği gibi, o izleri de yok ediyordu. Gözlerim gözlerine dokunduğunda, cansız bir bedenin açık duran gözleri sanki karşımdaydı ve o gözlerde yeşil bir cenaze vardı. Kıpırtısız geçen bakışmamız, gözlerimin gözlerinden ayrılarak ellerine düşmesiyle kesildi.
“Bana yardım eder misin, Gülçehre?” Sorusu, gözlerimin avucunun içine bir duvar gibi yıkılmasına neden oldu. Evren’in bakışlarının yoğunlaştığını hissediyordum; bu, bir bahçenin içini dümdüz eden makasın ikiye ayrılmış ağzı gibiydi ve üzerinde durduğum dalı arasına alıp yavaşça kapanmıştı.
Gözlerimi kaldırarak ona baktığımda, yanılmamıştım, kirpiklerinin arasında yeşil bir ateş gibi yanan gözleri bendeydi. “Etmeye çalışıyorum şu an,” diye mırıldandım.
“Öyle değil,” dedi, gözlerim gözlerinde bu sorunun cevabını çözmek ister gibi dolaşınca sertçe yutkunduğu âna şahit oldum. Âdem elması boğazında usulca hareket etti, koyu kırmızı dudaklarını büyük bir ağırlıkla yaladı. “Gerçek bir yardımdan söz ediyorum.”
“Ne yapmamı istiyorsun?” Sorum, bir an duraksayıp kendi kendime hayret etmeme neden oldu. Mumun ışığı duvarda dalgalanıyor, ışık dalgalandıkça onun mermer kadar beyaz olan yüzü, gözlerimin önünde daha belirgin duran bir yazıya dönüşüyordu.
“Soymaya devam et,” dedi gözlerini kısaca avucuna dokundurup, yeniden gözlerime değdirerek.
Gözlerimi avucuna indirdim. Ne söyleyeceğini, aklında ne olduğunu gerçekten merak eden bir tarafım vardı. Kafamın içindeki salıncağa binmiş, çığlıklar atarak sallanan düşüncelerin gölgeleri, üzerime düşüp duruyor, salıncak hareket ettikçe gölgeler yer değiştiriyordu. Avucunun üzerinde duran elimi diğer avucuyla aniden avucuna bastırıp, parmaklarımın açılmasına neden oldu. Şimdi benim avucum, onun avucunun üzerinde uzanıyordu ve kalbim, anlam veremediği bu temasın etkisiyle göğsümün içinde sıkışıyordu.
“Benim için birinin hayatına girer misin?”
Sorduğu soru, içimde deprem gibi yükselerek beni temelimden sarstı. Gözlerim, birbirine temas eden ellerimizin üzerinde asılıyken ve şaşkınlık, devrilmiş bir mürekkep gibi usul usul masadan aşağı damlayıp orada bir kelime gölü oluştururken, öylece donup kalmıştım.
Avucunu elime iyice bastırınca, kirpiklerim titredi, irkilerek kafamı kaldırıp onun sarmaşık yeşili gözlerinin içine baktım. Öyle kararlı, öyle emin, öyle öfkeyle dolu bakıyordu ki, bunu görmeyi, bunu onun yeşil gözlerinde görmeyi hiç beklemiyordum. Bu da neydi? Gözlerinde ateşin ve yüzümün yansıması vardı. Ve bir de öfke vardı… Sonu gelmemiş kızgınlıklar. Bitirilememiş, yenilememiş, yok sayılamamış bir öfkeydi. Bunu gördüğüme yemin edebilirdim.
“Ne?” diye sorabildim şaşkınca. Evren, gözlerimin içine yine aynı öfke, yine aynı hırsla bakıyordu. Onun gibi ifadesiz bir adamı ilk kez bu kadar çok duyguyla kuşatılmışken görüyordum.
“Yapar mısın?” diye sorması üzerine yüzümü buruşturdum ve kaşlarım sertçe çatıldı. Elimi geri çekmeye çalıştım ama buna izin vermedi. “Öyle bakma.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordum, sesim mumun alevi gibi yalpalıyordu şimdi.
“Senden seni o evden almamın bedelini istemiyorum. Senden iyilik istiyorum.” Elimin üzerine baskı yapmadan avucunu hafifçe elime bastırdı. “Mecbur değilsin. Yapmak zorunda değilsin. Seni zorlamam, senden bir şeylerin karşılığını beklemem. Ama yaparsan, bu iyiliğini hiç unutmam. Senin için hep daha fazlasını yaparım.”
“Birinin hayatına girmekten kastettiğin ne?” diye sordum korkuyla.
“Dur,” dedi afallamış gibi. “Öylece seni birinin kollarına iteceğimi düşünmüyorsun, değil mi? Öyle bir şey söylemek istemedim. Arkadaşı gibi, herhangi biri gibi ama yakın herhangi biri gibi. Birinin hayatına girebilir misin?”
“Neden bunu istiyorsun?”
“Onun hakkında daha fazla şey bilmem gerektiği için,” dedi, sonra başını hafifçe aşağı yukarı sallayıp yine o öfkeli gözlerle gözlerimi delip geçti. “Yapabilir misin?”
“Ben öylece birinin hayatına girebilecek bir insan mıyım, Evren?” diye sordum kaşlarım hâlâ çatıkken. “Yanlış insandan istiyorsun. Ben insanlarla arkadaş olamam ki. Benim ilk arkadaşım siz oldunuz.” Son cümlem duraksamama neden oldu, Evren de duraksamıştı. “Yani ben… Ben birinin hayatına dâhil olabilecek bir insan değilim ki.”
“Yapabilirsin,” dediğinde ona garip garip baktım. “Bunu gözlerimle gördüm.”
“Ne?”
“Bak, şu an bizim hayatımızdasın,” dediğinde onu ilk kez bu kadar açık görüyordum. Yüzü birçok ifadenin esiriydi. Beni ikna edebileceğini düşündüğüm bir ifadeyle gözlerimin içine baktı. “Kendini bu kadar hafife alma, Gülçehre. Düşündüğün gibi biri değilsin. Seni nasıl düşündüğümü düşünüyorsun, bilmiyorum, bana kızdığın için öyle şeyler söyledin belki ama ben seni, senin seni gördüğünden daha güçlü görüyorum.” Cümleleri, sertçe yutkunup ona bakakalmama neden oldu. Avucunu elime biraz daha bastırınca, teninin ne kadar soğuk olduğunu bir kez daha hatırladım. Mermer gibi elini elime bastırarak, “Senden bir bedel değil, yardım istiyorum,” dedi, sesi güçlüydü, sesi, gücünü öfkesinden emiyordu.
“Bedel istemediğini biliyorum,” dedim aniden, durup yutkundu, bunu söylememi beklememiş gibi duruyordu. “Bunu gözlerine baktığımda…” Utanarak gözlerimi ellerimize indirdim. “Gözlerine baktığımda görebiliyorum.”
“Yapacak mısın?”
Başımı iki yana salladım. “Nasıl yapacağımı bilmediğim bir şeyi nasıl yapabilirim ki?”
“Peki ya zaten fark etmeden bunu yapmışsan?”
Afallamama neden olan cümlesine bir anlam yüklemeyi denedim ama beceremedim. Bunun yerine ona bakıp, cevabı rengini öfkeden alan zehir yeşili gözlerinden almaya çalıştım. Başını bana doğru eğerek yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Bir an gerilmeme neden olan hareketine rağmen geri çekilmeyip sertçe yutkundum. “Güven bana.”
“Ben…”
“Güven,” diyerek böldü lafımı. “Bana güven.”
“Ama…”
“Yardım ederim,” dedi hiç düşünmeden. “Sana ne yapman gerektiğini ben kendim öğretirim.”
“Biliyorum,” diye mırıldandım. “Sana bu konuda güveniyorum.” Bunu söylemeyi ben de beklemiyordum. “Ama bu konuda kendime güvenmiyorum.”
“Ne olursa kendine güvenirsin peki?” Sorusu, küçük bir çocuğun sorusu gibiydi. Neye ve niçin bu kadar öfkeli olduğunu ölesiye merak etsem de konuyu ona açamıyordum.
“Birinin hayatına girmek konusunda kendime güvenemem. Arkadaşı olarak ya da herhangi bir şeyi olarak. Bu konuda güvenemem işte.” Gözlerinin içine baktı. “Ne zaman biriyle gerçekten arkadaş olmaya çalışsam, orada babam önüme çıktı ve buna engel oldu. Şimdi o olmasa bile ben onun gölgesiyle yaşamaya alıştım. İnsanlara öylece yaklaşamıyorum.”
“Ben varım,” dedi inatla. “Ben sana yardım ederim.”
“Neden bunu bu kadar çok istiyorsun?” diye sordum saf saf.
“Sana bunu söyleyemem,” demesini beklemiyordum. Ellerini aniden elimden çekince, elim boşluğa düştü ama bu defa beni daha büyük bir şoka uğratarak yüzümü avuçlarının içine alıp, gözlerini gözlerime dikti. Gözlerinde benden dilendiği yardımları gördüğüm için mi yoksa buz gibi avuçlarını tenimde, yüzümde, ruhumda hissettiğim için mi bilmiyordum, kalbim çok farklı çarpıyordu. “Sadece gözlerimin içine bak.”
Dediğini yaptım. Yalnızca o zehirli sarmaşık yeşili gözlerini izledim. Gözleri kaza gibiydi. Kirpiklerinin altında bir otoban vardı ve kamyonlar otobanın farklı noktalarına devrilmiş, kamyonların taşıdığı yükler yollara savrulmuştu. Bir araba vardı, o araba kamyonlardan birinin altında kalmış, paramparça olmuştu, arabadan bir çocuk sağ kurtulmuştu ama yüzünün yarısı yoktu; o çocuk orada, otobanın ortasında dikiliyor, onun gözlerinin içinde durmuş beni izliyordu.
Dudaklarımı birbirine bastırıp, onun temasıyla yapraklarını kapatmış bir çiçek gibi onu izledim. Benden beklediği cevap, saniyeler geçtikçe onun omuzlarını çökerten bir yüke dönüşüyordu. Bunu onun gözlerinde kendimi ve o küçük çocuğu izlerken görebiliyordum.
“Bir kadının mı yoksa bir adamın mı?” diye sordum. Artık yüzümü bırakması ama yapmıyordu. Dışarıdan bizi bu şekilde gören biri, ikimizin de niyetinin farklı olduğunu, konuştuğumuz konunun çok başka bir konu olduğunu düşünebilirdi. Ama öyle değildi. Onun gözlerinde nefret, benim gözlerimde korku vardı ve ikimizin de duyguları birbiri için değildi ama birbirimizi izlerken doğmuşlardı.
Koyu kırmızı dudaklarını yaladı. “Bir adam.”
“Çok yakını olmak zorunda mıyım peki?”
“Sana hayatında olup biten şeyleri anlatıp, ailesini tanımana izin verecek kadar yakın olmanız yeterli,” dedi, sonra ekledi: “Genelde arkadaşlar zaten ailelerini tanıtır birbirlerine. Tek yapman gereken onun arkadaşı olmak.”
“Neden ben, Evren?” diye sordum yutkunarak. “İstesen bunu Yavuz ya da Kıvılcım da yapar. Benden daha iyi yaparlar.”
“Hayır,” dedi üstüne basa basa. “Bunu yalnızca sen yapabilirsin.”
“Nereden çıkardın bunu?”
“Gördüm,” dedi, yine buna anlam veremedim. “Çünkü bunu gördüm.”
Sertçe yutkunup, “Nasıl görmüş olabilirsin ki?” diye mırıldandım. Soğuk başparmağını yanağımda hissettim, şefkatli bir dokunuş değildi, hatta buz gibiydi ama içimde farklı bir yerlere de dokunmuştu.
“Yapacak mısın, yapmayacak mısın? Yapmam dersen, hiçbir şey değişmeyecek. Ne seni zorlayacağım ne de sana tuhaf davranacağım.”
Başımı salladığım için avuçları yanaklarımın etrafında kayarak bana sürtündü. “Bunu düşünmem için bana zaman var,” diye fısıldadım. “Bu öylece, bir gecede, hiç düşünmeden kabul edebileceğim bir şey değil.”
Büyük, soğuk avuçları yüzüme sürtünerek tenimden ayrıldı. Evren, anlayışın sardığı yeşil gözlerini kırpıp, “Tamam,” diye fısıldadı, sakin sesi bir fırtınayı içinde taşıyan bulutlardan farksız gelmişti kulağıma. Birkaç dakika yatakta benimle oturdu ama konuşmadık. Ortamızda birikmiş mum kalıntılarını izlerken ona pek bakamıyordum. Olduğumuz konum, aniden bana dokunması, benden istediği şey… Bunlar birbirinin üzerine binince, bana aşırı ağır gelmişti.
“O zaman sen uyu,” diyerek yavaşça yataktan kalkmasıyla, yataktan ayrılan ağırlığı boşluklarla doldu. Gözlerimi etrafta gezdirdiğim esnada yalnızca başımı sallamıştım. “Korktuğunu biliyorum,” demesini beklemediğimden alt dudağımı ısırdım. “O yüzden sen uyuyana kadar burada duracağım.”
Gözlerim iri iri açıldı, aniden kafamı kaldırdım ve ona reddeden gözlerle bakarken, “Buna gerek yok,” dedim yüksek sesle, ardından sesim kısıldı. “Yani korkmuyorum.”
“Gözlerin öyle demiyor.” İşte yeniden buz gibiydi.
Karamsar gölgesi, odanın içinde bir hayaletin simsiyah pelerini gibi dolaşıyordu. Hemen karşımdaki tekli koltuğa oturdu. Avucunun içinde kalan kalıntıları avucunu birbirine çarparak silktikten sonra bir ayağının bileğini, diğer bacağına, yani dizine koydu. Bir süre öylece bakışsak da sonunda tenime saldırıp, zihnimi deşip duran uyku benim inadıma galip geldi ve yavaşça yatağa girip, üzerinde mum kalıntıları kalan çarşafı üzerime çektim. Yatağa girdiğim esnada da uykuya uzun süre direnmiş, beni soğuk fakat dikkatli gözlerle izlediğini bildiğim adamın bana verdiği tuhaf hissi yok saymaya çalışmıştım ama sonunda dayanamamış ve duvarda hareket eden ışığı izlerken uykunun kollarına düşüvermiştim.
Uykuya dalmadan hemen öncesinde, uykunun ısırarak körelttiği sesimle ona, “İyi geceler, Evren,” diye mırıldandım. Cevabını duymuş muydum yoksa bu bana rüyamın uzattığı küçük bir oyuncak bebek miydi bilmiyordum ama, “İyi uykular, Gül Kuyusu,” dediğine bir yanım o kadar emindi ki…
🥀
“Tokan ne kadar güzelmiş,” dedi Kıvılcım. Fındık kabuğu rengindeki saçlarımı, beyaz bir kurdele ile ensemin altından iki düşük atkuyruğu olarak toplamıştım. Üzerime giydiğim beyaz gömleğin kumaşını, altıma giydiğim siyah deri eteğin içine sokmuştum ve bacaklarımı da dizlerimin biraz üzerinde biten siyah çoraplar örtüyordu. Kıvılcım’ın odasındaydım, bu odada Yavuz ile birlikte kalıyorlardı ve odadaki büyük boy aynasının ortasından geçen yarık, görüntümü ikiye ayırırken, o aynanın karşısında durmuş kendimi izliyordum. Kurdeleler ile bağladığım saçlarımı göğüslerimin üzerine atmıştım ve saçlarımın uçları lüle lüle duruyordu.
“Toka değil ki,” diye mırıldandım. “Kurdele.”
Kıvılcım, ayağına siyah postallarını giyerken ağzında duran sigaranın dumanından dolayı kıstığı gözlerini aynadaki yansımama çevirdi. Ardından bağcıklarını bağlayıp sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı. Duman, dudaklarının arasından kelimeler ile birlikte dökülmeye başladı. “Hem bu kadar çocuksu hem de bu kadar çekici görünmeyi nasıl beceriyorsun sen? Ben bunları giysem, kelebek tokalarıyla kahvehaneye giren Yarmagül’e dönerim.”
Dudaklarımı kaplayan yarım yamalak tebessümle aynadaki yansımasına baktım. Sigarayı yeniden dudakları ile birleştirdikten sonra yataktan kalkıp pencereye doğru ilerledi. Aynadaki yansımamı yeniden izlemeye başladığımda, kafamda yeniden aynı düşünce belirmişti. Gece Evren’in benden istediği şey… Sertçe yutkunup parmaklarımı eteğimin belindeki küçük halkalara geçirdim. Ayağımdaki beyaz spor ayakkabıların burnuyla yerdeki ahşabı eşeleyip sıkıntılı nefesimi dışarı bıraktım. Ne yapacaktım? Kendimi ona inanılmaz borçlu hissediyordum ama öyle hissetmemem gerektiğinin altını çizip durmuştu. Hem söylediği şeyi yapmak istemiyordum hem de ona borçlu hissettiğim için kendimi bu şeyin içinde bulacağımı biliyordum.
“Nereye gideceğimizi biliyor musun?” diye sordum omzumun üzerinden ona bakarak.
Kıvılcım, sigara dumanını pencereden dışarı üfleyerek, “Ben de bilmiyorum. Kurs gibi bir şeyler zırvaladı Evren. Açıklama yapmayı da sevmiyor pek,” diye homurdandı. “Zaten evin içinde sigara içtiğimi görse, beni ayak bileklerimden tavan vantilatörüne asar, vantilatörü çalıştırır…” Bir an elimde olmadan kıkırdayarak güldüğümde, Kıvılcım sırıtarak bana baktı. “Ne gülüyorsun, Gül Surat? Beni öyle hayal mi ettin yoksa…”
“Yoo,” diye mırıldanarak gözlerimi kaçırdım. “Ne çirkin hayaller onlar. Asla öyle şeyler yapmam…”
“Kafanın içi bu tür hayallerle doluymuş gibi hissettim nedense…”
Evren’i bir vampir, doğaüstü bir yaratık sandığım gün kafamdan geçenleri söylesem ne düşünürdü? Dudaklarımı ısırarak gülme isteğini bastırıp omuz silkerek odadan çıktım. Sabahtan beri Evren’i hiç görmemiştim. Ben uyuduktan sonra mumu söndürüp odadan çıkmış olmalıydı ama ben en ufak karanlıkta bile anında uyanan bir insandım. Yoksa gün ağardığında mı çıkmıştı odamdan? Bu olabilir miydi? Bu düşünce kendi kendimle dalga geçmeme neden olacak kadar saçmaydı. Belki de ateş yine üşümüş, sabaha karşı kendiliğinden sönmüştü.
Ahşap merdivenleri yavaşça inerken, akşam vakitlerine yakın bir saatte olduğumuzdan salona sızan akşam güneşinin çizdiği turuncu çizgileri görebiliyordum. Salonda Yavuz ve Evren bir konu hakkında fısır fısır konuşuyorlardı ama beni gördükleri an konuyu rafa kaldırarak birbirlerinden ayrılmış, salonun farklı noktalarına ilerleyerek susmuşlardı.
Yavuz, “Kıvılcım nerede kaldı, ufaklık?” diye sordu bana, gülümseyişi yine içtendi, ona sessizce bakıp yukarıyı işaret ettim ama cevap vermedim. “Neden benimle konuşmuyorsun?” diye sorunca duraksadım. “Benden mi korkuyorsun sen?”
“Sıkıştırıp durma kızı,” dedi Evren sırtı bize dönük şekilde, camın önünde durmuş bahçeyi izlerken.
“Bu da benimle hiç konuşmuyor, Evren,” diye homurdandı Yavuz. “Benim her repliğimden sonra sadece boş boş bakıyor bana. Dizilerde önemsenmeyen, boş beleş konuşan karakterler gibi hissediyorum kendimi. Alınıyorum…”
“Boş beleş bir insansın zaten, Yavuz,” dedi Evren, onu göremesem de gözlerini devirdiğine emindim.
Yavuz, bana kötü kötü baktı. “Senin yüzünden hep, Bücür Cadı,” diye homurdandı.
“Korkmuyorum,” diye cevapladım Yavuz’u. “Niye korkayım?” Cevap vermemi beklemiyormuş gibi duruyordu ama ona cevap vermem onu eğlendirmişe de benziyordu. “Çok fazla konuşmuyorum diye benimle ilgili yanlış fikre kapılma lütfen.”
“‘Bu’ nedir lan?” diye sordu Evren aramıza girerek. “Kızın ismi var.”
“Sen de hep kız diyorsun, ismini söylemiyorsun. İsmi kız da benim mi haberim yok?” dedi Yavuz kaşlarını kaldırıp pis pis sırıtarak. Sonra bana döndü. “Ayrıca pek konuşmuyorum deme, benimle hiç konuşmuyorsun.”
“Öyle yaptığımı fark etmemiştim,” diye mırıldandım, ne demem gerektiğini bilemediğim için Yavuz’un gözlerinin içine bakmaya çalıştım ama utanıyordum. “Sana öyle mi hissettirdim?”
“Evet,” dedi Yavuz aniden sahte bir surat ifadesiyle bana bakarak. “Üzdün beni, kırıldım…”
Çekinerek, “Özür dilerim,” diyebildim. Evren bize doğru döndüğünde, gözlerimi Yavuz’dan geri çekerek Evren’e çevirmiştim.
“Neden özür diliyorsun şundan?” dedi Evren sert bir sesle, ardından gözleri bir an bedenime kaydı. Anlam veremediğim bir hızla beni süzüp, gözlerini yeniden gözlerime mıhladı ama şimdi gözlerinde o ifadesizlik yoktu, daha katı bir ifade vardı; ne yapılırsa yapılsın, çözülemeyecek bir ifadeydi bu. “Dalga geçiyor, anlamıyor musun?”
“Dalga geçmiyor, kırılmış,” dedim yüzümü buruşturarak. “İnsanlar dalga geçer gibi söylediği şeyleri, gerçekten hissettiklerinden dolayı bu şekilde belli ederler.”
“Şerefsiz evladıyım ağlamamak için kendimi zor tutuyorum,” dedi Yavuz beklemediğim bir anda, bu defa gerçekten alay ettiğini düşünerek ona baktım. Alaylarla çevrelenmiş kahverengi gözleri, alayın yağmur bulutu gibi dağılmasıyla yerini içten, sevecen bir ifadeye devretmişti. Bana göz kırptı. “Benden çekinme, ufaklık. Uzun süre bir arada kalacakmışıza benziyor.”
“Denerim,” diye mırıldandım. Evren, Yavuz’un söylediğine cevap vermemişti.
Kıvılcım, üst kattan indikten sonra hep birlikte evden çıktık ama yolun bizi nereye götüreceğini bilmiyordum. Kıvılcım beni zorla ön koltuğa, Evren’in yanına oturtmuştu ve o da sevgilisi ile arka koltuğa geçmişti. Arabanın ilerlemeye başladığı sokaklarda insanlar mahşer yerine toplanmış günahkârlar gibi panik hâlindeydi. Bazıları bisiklet sürüyor, bazıları sokağın kaldırımlarına oturmuş muhabbet ediyor, bazıları sokağın başlarına serilmiş örtünün üzerindeki takıları inceliyordu.
“Nereye gittiğimizi söylemedin birader, nereye gidiyoruz?” dedi Yavuz aracın camını indirirken. “Sigara içeceğim bu arada.”
“Kolunun yerinde kalmasını istiyorsan içmezsin, birader,” dedi Evren sadece. Soruyu hasıraltı etmiş, hiç sorulmamış saymıştı. Emniyet kemerinin tokasıyla oynarken gözüm yoldaydı ama aklım hâlâ Evren’in benden istediği şeydeydi. Nereye gideceğimizi de merak ediyordum ama kafamı meşgul eden en büyük şey şu an için akşam yaşananlardı.
“Kamu spotu gibisin,” diye homurdandı Yavuz. “Babasından sigara paketini saklayan çocuk gibi, senden sigara paketini saklar oldum.”
“Haklı bir isyan,” dedi Kıvılcım. “Gerçi dün gece yaşandıktan sonra sen de sigaraya başlarsın diye düşünmüştüm ben. En azından birilerinin suratına basarak söndürmek için başlarsın, sonra yine bırakırsın falan.”
Bir an Kıvılcım’ın dudaklarını dolduran bu nefret söylemine bir anlam veremedim ve omzumun üzerinden ona baktım ama o, hemen yanımda oturan, direksiyon başındaki Evren’e bakıyordu.
“Konuyu hiç açma şimdi,” dedi Yavuz, gerilmişti. Yavuz’u bile gerim gerim geren bu konunun, Evren’in yüzünde dal bile oynatmaması beni çelişkiye düşürdü. Kıvılcım’ın söylediğini duymamış gibi tepkisizdi. Ama Kıvılcım ve Yavuz’un tuhaf bakışmasını dikiz aynasından görebiliyordum.
Impala, eski ama büyük, taş bir binanın önünde durduğunda, gökyüzünün tenine gerilmiş güneşin rengi usul usul solmaya başladı ve sokağın başındaki sokak lambaları artık yanıyordu. Kıvılcım başını araçtan dışarı çıkararak ıslık çaldı. “Buram buram tarih kokmuyor mu ya?” diye sordu, sesi dışarıdan geldiği için boğuktu. Kafasını aracın içine geri soktu. “Kurs konusunda bir şeyler zırvalamıştın ama anlamamıştım. Buradaki amacımız tam olarak ne? Burası bayağı varlıklı insanların içeri alındığı bir yer. Bu arabada senden başka parası buraya yetecek biri var mı? Bence yok.”
“Ben burada olduğum sürece, siz her yere girebilirsiniz, unutma,” dedi Evren, bunu Kıvılcım’a bakmadan söylemişti.
“Bu kurs benlik değil. Sanatın hiçbir dalıyla ilgilenmiyorum ben,” dedi Yavuz. “Size iyi eğlenceler, gençler. Ben burada kalıyorum.”
“İçeride dövme sanatıyla ilgili bir kol da var,” diye açıklamada bulundu Evren emniyet kemerini düzenli hareketlerle çözüp, dikiz aynasından arkadaşına bakarak. “Babam bizi buraya neden yolladı, Yavuz?”
Yavuz, gözlerini devirdi. “Küçük Hanım için?”
“Hepimiz bir uğraş bulalım diye,” dedi Evren sert bir sesle. “Boş boş oturmaya peşime takılmadın, değil mi?”
“Tam olarak öyle yapmayı planlıyordum ben.”
“İn,” dedi Evren aracın kapısını sertçe açıp, kendini sönen güneşin kollarına, neşesini yitirmemiş ama eskimiş sokağa bırakırken.
Evren kapıyı sertçe kapatınca, içinde oturduğum araç bir an sarsıldı. Kıvılcım ve Yavuz’un homurdandıklarını duyabiliyordum. Sakince araçtan inip, hemen önümde bir dağ gibi dikilen büyük binaya kafamı kaldırarak baktım. Çok görkemliydi. Gri, içinde daha koyu renklerin geçiş sağladığı eski taşlarla döşenmişti. Çatısı yoktu, dümdüzdü, eski pencereleri bana bir sarayı hatırlatmıştı ama dikkatli bakınca korku filmlerine konu olacak kadar karamsar bir görüntü sergilediğini fark etmiştim.
Kıvılcım, dirseğiyle boşluğuma vurarak, “Unutma, Evren gibiler Migros’tan alışveriş yapar, biz ise Şok’tan,” dedi, bu beni güldürdü. “Gerçi sen de koskoca Ertuğrul Karaisaoğlu’nun kızıydın, değil mi kız?”
“Çok büyük ayrıcalık,” dedim gözlerimi devirerek ama Kıvılcım bunu ne gördü ne de duydu.
Evren, büyük binanın etrafını saran gri çitlerin önünde dururken omzunun üzerinden bize doğru döndü: “Buraya girebilmek için paraya değil, yeteneğe ihtiyacınız olduğunu unutmayın. Boş gevezelik yaparsanız, kapının dışındaki yerinizi alırsınız.”
“Benim de istediğim tam olarak bu zaten,” diye homurdandı Yavuz.
Binanın alt katının tam kalbinde, ortasında duran büyük kapı ahşaptandı, bir an zincirlerle aşağı devrilecek ve bize bir yol oluşturacak sanmıştım, o kadar görkemliydi… Ahşap kapının ortasındaki demiri tutup yavaşça kapıya vurdu Evren. Hemen yanında dikiliyordum ve avuçlarım saniyeler içinde sırılsıklam olmuştu.
Kör bir karanlık, insanın zihninde boy vermiş düşünceleri saklayabilirdi ama aydınlık, insanların çıplak yüzlerine geçirdiği maskeleri açık eden bir ayna gibiydi. Yüzüme koymaya çalıştığım maskenin arkasında saklanan endişe, yabancı bir insanın bile gözlerimden koparabileceği acı meyveler gibiydi.
Kapı, uzun boylu ama yaşlı, bembeyaz bıyıkları olan pamuk gibi bir adam tarafından açıldı. Adam bana anlık Yusuf amcayı hatırlatmış, bu hatıra kalbimi zonklatmıştı ve özlem duygusu kafasını kaldırıp yüzümü izlemişti. Eğer kafamı indirip o özlem duygusu ile göz göze gelseydim, muhtemelen ağlardım.
Adam, Yunanca bir cümle kurunca, Evren beklemediğim bir aksanla Yunanca cevap verdi. Ardından adam Türkçe karşılık verdi ama kurduğu Türkçe cümle bile onun Yunan olduğunu aksanı ele veriyordu. “Hoş geldiniz, sizi içeride bekliyor.”
Evren, sadece başını salladı. Adamın önünden geçip yürümeye başladı ama hemen arkasında öylece kalakalmış bizim yürümediğimizi fark edince derin bir nefes alarak bize doğru döndü. “Davetiye bekliyor olamazsınız, değil mi?” diye sordu, sesi sabrının sonuna gelmek üzere olduğunu belli ediyordu ama yüzü yine ifadesizdi.
Kıvılcım, beni sırtımdan tutup itince bir an tökezledim ama düşmeden içeri girmeyi başarabildim. İçerisi eski kokuyordu ve duvarlar, dışarıdan görünen taşların aksine ahşaptandı. İçeride uçuşan tozlar, önce görüşünü puslandırıyor, ardından da seni kocaman, ahşap bir hole buyur ediyordu.
“Gir, güzel kızım,” dedi yaşlı adam aksanlı bir sesle, bana gülümseyince ona başımı sallayarak gülümsedim ve Evren’in arkasından ilerleyerek onu takip etmeye başladım. Yüksek merdivenler holün ortasından başlıyor, seni yukarı taşıyordu ve yukarısı etrafı korkuluklarla çevrilmiş bir balkon gibi aşağıdan bakıldığında da görülüyordu. Binanın tavanından aşağı sarkan büyük avize, neredeyse bir motosiklet boyutundaydı.
Alt katta da üst katta da duvarlara yerleştirilmiş, giriş kapısı kadar olmasa da büyük kapılar vardı. Burası anlık da olsa bir kiliseye girmişim gibi hissettirse de tıpkı filmlerde olduğu gibi şato havası da taşıyordu.
“Bence kursa değil, korku filmi çekmeye geldik,” diye mırıldandı Kıvılcım, fısıldayarak söylemiş olmasına rağmen sesi ahşaplara çarparak yankı uyandırmıştı. Üst kata çıkan merdivenleri, arkamızdaki adamın bizi takip ettiğini bilerek yavaşça tırmandık. Üst katın sonunda duvara gömülü bir kütüphane vardı, kütüphanenin raflarında toz içinde görünen kalın kapaklı yüzlerce kitap saklanıyordu. Öyle güzel bir görüntüydü ki bu, bir an herkesi geride bırakarak o kütüphanenin önüne gitmek, kitapları bir bir karıştırmak istedim.
“Hagios içeride,” dedi Yunanlı adam. İçeride bizi bekleyen kişinin de bir Yunanlı olduğunu isminden anlamıştım.
“Teşekkür ederiz.” Evren, önünde durduğu koyu kahverengi rengindeki ahşap kapının üzerindeki demiri hafifçe vurup, kapıyı yavaşça araladı. Benim gözlerim hâlâ kütüphanedeydi, o kitaplığı karıştırmak için can atıyordum ama yanlış bir şey yapmaktan da korkuyordum.
“Kalo vradi,” dedi Evren, ona anlamayan gözlerle bakakaldım, büyük ahşap masanın arkasında oturan beyaz saçlı, sakallı, zayıf adam, zayıf bir gülümsemeyle bizi izliyordu.
“İyi akşamlar, buyurun,” dediğinde, Evren’in ona iyi akşamlar dediğini anlamıştım, adamın aksanı yurdunu belli etse de Türkçe konusunda da fena sayılmazdı.
“Nereye geldik böyle ya?” diye söylendi Yavuz, hemen arkamda olduğu için Kıvılcım’a söylediği her şeyi net bir biçimde duyabiliyordum.
Hagios, bize oturmamız için hemen karşısındaki deri kokan siyah koltukları işaret etti. “Geleceğinden haberim vardı, baban ile telefonda görüşmüştük.”
“Bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz,” diyen Evren’in ses tonunda kullandığı saygıyı çevrelemiş resmiyet, onu izlerken dalmama neden olmuştu. Evren’i takip ederek, ona bağlı damarlarmışız gibi onu taklit ettik ve koltuklara oturduk. “Baban, kızımızdan bahsetti. Hangisi?” Bir bana, bir Kıvılcım’a bakarak sorduğu soru adama dik dik bakmama neden olmuştu.
“Gülçehre,” diyerek beni taktim etti Evren, adama başımı yavaşça sallayıp baktım.
“Merhaba,” dedi Hagios, ardından önündeki kâğıtları düzenli bir biçimde şekle sokarak önüne çektikten sonra parmaklarını masanın kenarlarına bastırdı. “Neleri seversin, Gülçehre?” diye sordu, ismimi çok garip telaffuz etmişti. “Anlat bana.”
Dilimi kelimelere kaptırmışım, kelimeler dilimi koparmış, benden almış gibi susup kaldım. Hagios, gözlerimin içine beklentiyle bakıyor, ben ise sadece ne diyeceğini bilememenin paniğiyle onu izliyordum.
Rüzgârın uğultusunu duyuyordum, odanın büyük penceresine çarparak sessizliği deliyor, gökyüzünü boyayan rengin içinden hızla geçerek cama yumruklarını sallıyordu. Hagios boğazını temizleyerek, “Sorunu anladım,” dedi kısık sesle.
Söyleyecek hiçbir şey bulamazken, uykumu almış olmama rağmen kendimi çok yorgun hissettiğimi fark ettim. Ağzımı açsam, ne istediğimi ben de bilmiyordum; dudaklarımı gözlerim gibi yumsam, bir daha kelimeleri bulamayacakmışım gibi hissediyordum.
“O zaman şöyle yapalım,” dedi Hagios, çekmecesinden bir dosya çıkarıp dosyanın sayfalarını çevirirken cümlesini hâlâ tamamlamamıştı. Güçsüz kollarımı kendime sararak Hagios’ı izlemeye devam ettim. “Gülçehre neyi sevdiğine, burayı deneyimleyerek karar versin.”
“Bu gerçekten çok iyi olur,” dedi Evren. Bana neden bu kadar fazla iyilik yapıyordu? Ben ise onun istediği tek bir şey için zorluk çıkarıyordum. Suçluluk duygusu kanımın içinde yüzen cam kırıkları gibiydi ve cam kırıklarının keskin uçları kanımın üzerinden ilerlerken kızıl dalgalar oluşturuyordu.
“Arkadaşların?” diye sordu Hagios. “Bir uğraşları var mı?”
“Kıvılcım ve Yavuz,” diyerek tanıttı Evren. “Yavuz, dövme sanatına meraklıdır.”
“Vücudundan belli oluyor. Peki kızımız?”
“Ahşap boyamayı seviyorum,” dedi Kıvılcım beklemediğim bir şekilde. Onun bu tür şeylerle uğraşacağını düşünmemiştim. Garipsemiş sayılmazdım ama yine de daha farklı bir uğraşı olur diye düşünmüştüm.
“Kollarımızda boşluklar var. İsterseniz deneyimleyebilirsiniz,” dedi Hagios. Evren’e bakarken sakallarını okşadı. “Sen burayı az biraz bilirsin. İstersen arkadaşlarını biraz gezdir. Hafta içleri geleceğiniz saatleri Hektor’a bildirin, ona göre ayarlama yapalım.”
“Şey,” dediğimde tüm gözler bir anda bana doğru çevrildi.
Kan kaybeden sessizliği dağıtan Evren oldu. “Hım?”
“Ben… Ben çizim yapabiliyorum.”
Hagios, beklenmedik bir gülümsemeyi yaşlı yüzüne dağıttı. Dudaklarım yavaşça aralanınca, nefesime biriken kelimeler geri düşerek boğazımı doldurdu. “Ne güzel,” dedi, gülünce gözlerinin kenarı kırışıklıklar ve çizgiler ile dolmuştu. “En azından neyin üzerine düşeceğimizi şu anlık biliyoruz.”
“Ee, Evren?” Adam bu defa Evren’e baktı. Gözlerimi belli bir noktaya sabitleyip kan ter içinde olan alnımda biriken terleri kâküllerimin altına gizledim. “Senin heykel işleri nasıl gidiyor?”
Adlandıramadığım bir duygunun, göğsümün kabzasından taşarak kemiklerime kadar sindiğini hissettim. Gözlerim hızla boşluktan ayrılarak Evren’i buldu. Geceleyin aynada kendi karanlık yansımama bakıyormuşum gibi hissettiren yüzü, bir an nefesimi kesti, buna anlam veremeyip gözlerimi ellerime indirdim ve parmaklarımla oynamaya başladım. Heykelle mi ilgileniyordu? Teni o yüzden mi bir heykelin tenine benziyordu? Düşünceler, zihnime tıpkı bir manga sayfasına dağıtılmış çiçekler gibi dağılarak kelimelerin etrafını süsledi.
“İyi,” dedi sadece mermerin soğuk sesi. Başka bir konuşma olmadı, olduysa da o konuşmaya odaklanamamıştım.
Odadan çıktığımızda Hektor ve Evren kısa bir şekilde konuşmuş, ardından da Evren bize binayı gezdirmeye başlamıştı. Sonunda kitaplığın önüne bir kuş gibi konmuş, toz içindeki kitaplara fazla temas etmeden, yalnızca parmaklarımı tozlara daldırarak kitapları incelemeye başlamıştım.
Evren’in nefesi tenime, geceleri çiçeklerin üzerine yağan çiğ gibi yağdığında, irkilerek parmaklarımı üzerinde dolaştırdığım kitabın cildinde asılı bıraktım. Kalın kolunu uzattı, siyah, ince kazağın sardığı kolu yanağımın yanından geçerek başımın üzerine uzandı, kitaplardan birini kitaplıktan çekip aldıktan sonra kolunu geri çekti ama tam arkamda durmaktan vazgeçmedi. Burnundan verdiği her nefes, saç diplerime sızarak tenime dağılıyordu.
Kitabı hemen başımın üzerinde açınca, toz tanecikleri saçlarıma döküldü ama aldırış etmedim. Kafamı yavaşça kaldırsam, alnım kitabın sayfalarına sürtünürdü ama yapmıyordum. Evren’in yeşil gözleri sayfayı saran kelimelerde dolaşıyor olmalıydı. Ben ise nefesimi tutmuş, yakınlığın getirdiği kalp sıkışmasına engel olmaya çalışıyordum.
“Düşündün mü?” diye sordu, sesindeki soğukluk beni irkiltti. Uzun süre sessiz kaldığımda, “Tüm gün düşünmek yerine, durdun ve şu an mı düşünmeye başladın yoksa?” Alay ile ciddiyeti birbirine harman ederek yükselttiği sesi, yanaklarımın içini dişlememe neden oldu.
“Hâlâ düşünüyorum,” diye mırıldandım. “Bu kurs, babanın fikri miydi?”
“Ne fark eder?”
Gözlerimi parmağımın asılı durduğu kitabın koyu renk cildinde gezdirirken, “Fark eder,” diye fısıldadım, sesim korkularından arınmış ama hâlâ yalnız başına savaşan bir acının gölgesi gibiydi.
“Ne fark eder?” diye sordu yeniden, buna cevap veremedim. “Konuyu değiştiriyorsun, Gül Kuyusu.” Bana böyle seslendiğinde, yer ve gök aynı noktada birleşip birbirinin rengini alıyor, yer değiştiriyorlardı. “Kabul edecek misin yoksa etmeyecek misin?”
Konuyu değiştirmek ister gibi, “Bana bir şey söylemiştin, hatırlıyor musun?” diye sordum. Kafamın üzerinde açık tuttuğu kitaba baktığını ama kelimeleri okumadığını biliyordum.
“Ne söyledim?”
“Diken varmış gibi duruyormuşum, öyle söylemiştin,” dedim kısık sesle. “Ne demek istedin?”
“Şu anda da öyle duruyorsun,” dedi sabit bir sesle. “Sana yaklaştığım için nefesin hızlandı.” Bu kadar açık olmasını beklemediğimden dudaklarımı kemirdim ama kalbim yarış atı gibi oradan oraya savruluyordu; dizginlerini bırakmıştım ve şimdi de yakalayamıyordum.
Kaşlarımı çatarak, “Konumuz bu değil,” dedim. “Diken konusundan bahsediyordum ben.”
Burnundan sert bir nefes vererek gülünce, avuçlarında duran kitabın sayfaları yalpaladı. “İşte sen de az önce bana böyle yaptın,” dedi, sesi kuruydu ama o öyle bir kuruluktu ki bu, ateşe verilse, koskoca şehri yakardı.
“Ben düşüneceğimi söyledim…”
Aniden kitabı kaldırıp yerine koydu, ardından beni kolumdan tutarak kendine doğru çevirdi. Beni tutuşu nazikti. Sırtım, kütüphanenin tozlu rafına yaslanırken, aramızdaki boy farkından dolayı kafamı kaldırıp ona iri gözlerle bakakaldım. Başını eğmeden, yalnızca yüzüme indirdiği zehirli sarmaşık yeşili gözleri, duyguları gizleyen bir kapan gibiydi.
“Senden bir yardım istedim, Gülçehre,” dedi, dudaklarından buz parçaları dökülüp yüzümü soğukluğuyla yakıyordu. “Edecek misin yoksa etmeyecek misin?” Yakınlığı yüzünden nefesim kesildi, yüzüm anında pancar gibi kızarmış olmalıydı. Tenimde ilerleyen sıcaklık, boynumun bile kızarmasına neden olacak kadar yoğundu.
Gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktım. “Öylece karar verilebilecek bir şey değil ki bu,” diyebildim, gözlerimi gözlerinden ayıramıyordum çünkü ayırırsam, bir sonraki hareketini kestiremeyeceğimi biliyordum. Hoş, onun gözlerinin içine bakarken de bunu kestirebilmek mümkün olmuyordu çünkü gözleri, her şeyi altına saklayan bir sır sandığı gibiydi.
“Sana bir adamla benim için evlen demiyorum ki,” dedi, neden bu kadar sabırsız davranıyordu anlayamıyordum. “Sadece bir adamla benim için normal bir arkadaşlık kur diyorum.”
Gözlerimi yüzünden çekmeden, “Biliyorum ama bu benim için kolay değil,” diye mırıldandım.
“Neden?” Yeşil gözleri, dibinde alevlerin büyüdüğü bir uçurumdu; uçurumun içinde çizilmiş resimler, yazılmış şiirler yanıyordu.
Boğazımdaki ağrıyla, “Düşüneceğim dedim,” diye mırıldanıp elimi göğsüne bastırdım, bu hareketimle geri çekilip benden uzaklaştı. Sessizce bana bakmaya devam ediyordu ama ben onun bakışlarına gözlerimi kaldırıp karşılık dahi veremiyordum.
Gül bahçesinde koştuğum bir an değildi bu; bu, gül bahçesinde koşarken aniden güneşin ölmesi, karanlığın dört bir yanımı sararak tüm çiçeklerimi soldurması gibiydi.
Kalbim farklı çarpıyordu.
Kıvılcım alt kattan, “Evren?” diye seslenince korkuluklara doğru ilerleyerek ellerimi korkuluklara bastırıp aşağıya baktım. Kıvılcım beni fark etti. “Biz arabadayız. Çok darladı beni burası.”
Başımı sallayıp, “Ben de geliyorum,” dedim elimin tersini ısınan boynuma bastırırken.
Kurstan ayrıldığımızda artık dışarıda güneş değil, bizi bekleyen bir karanlık vardı. İçimde bomba gibi patlayarak her yanı ateşe veren his yüzünden binayı tam olarak gezememiş, inceleyememiştim.
Araca binmek yerine, aracı binanın önünde bırakarak sokaklardan birine dalmış, yemek yiyebileceğimiz bir yer aramaya başlamıştık. Ben buranın yabacısı olsam da yanımdakiler burayı bildiğinden benim dışımda etrafı bu denli dikkatli inceleyen biri yoktu.
Kıvılcım, birkaç defa yaklaşıp, yüzümün neden böyle olduğunu sormuştu ama yüzümün nasıl göründüğünü bilmediğimden onu geçiştiren cevaplar vermiştim. Şaşkınlık, bedenimi içine alıp sıkan bir sarmaşıktan farksızdı.
Bir kadının acı feryatları sokağı inletmeye başladığı sırada, eski binalarla dolu sokağın ortasına yıldırım gibi düşen çığlıklar donup kalmamıza neden oldu. Gözlerim, karşı binanın diğer binaya yansıttığı ışığa ve ışığın var ettiği gölgelere takıldı. Bir kadın gölgesi çırpınıyor, bir erkeğin gölgesi ise kadının ağzını kapatmaya çalışıyordu. O yöne dönüp, “Evren!” dedim korkuyla. Sokaktaki esnaf da dışarı çıkmış, çığlığın nereden geldiğini çözmeye çalışıyordu. Gölge bir an kayboldu, adam, kadını altına alarak bir yere devirmişti.
Kadının çığlığı yeniden sokağı inlettiğinde, sokağın sonundaki gece kulübünün korumaları yokuşu tırmanmaya başlamış, kulübün içindeki gençler şaşkınlıkla dışarı akın etmişlerdi. Panik ruhumu ele geçirse de hızla o evi işaret ederek, “O evden geliyor çığlık!” diye bağırdım. Korumalardan biri evin kapısına dayanmış, gölgeler yeniden ayaklanmıştı. Şimdi adamın gölgesi panikle etrafına bakınıyordu. Evren de gölgeyi görmüştü.
“Orospu çocuğu!” diye bağırdı aniden, bu küfrü ondan beklemediğim için irkilerek ona baktım. Eve doğru yürümeye başladığını gördüm, arkasından yürüdüğümde aniden bana doğru dönerek, “Olduğun yerde kal, Gülçehre!” dedi öfkeyle, duraksayıp ona irileşmiş gözlerimle baktım ama bunu umursamadan eve doğru ilerledi. Kulübün korumaları kapıyı kırmış, gölge ışığın üzerinden silinerek kaybolmuştu.
Kıvılcım ve Yavuz’un eve doğru koştuğunu görünce Evren’in dediğini umursamadım, ben de onların arkasından eve girerek hızla ahşap merdivenleri tırmanmaya başladım. Genç, kızıl saçlı bir kadın yatakta uzanmış, mosmor olmuş boğazını tutuyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Kadının dudağı patlamış, gözünün altında büyük bir çizik oluşmuştu; çiziğin içinden kan dalgalanıyordu.
Korumalardan biri kadını kaldırırken, diğer koruma etrafa bakıyor, adamı arıyordu. “Kaçtı,” dedi kadın zorla, sesi titriyordu. “Öldürecekti beni!” Gözlerinden yaşlar dökülürken perişan bir hâlde korumaya baktı. “Irzıma geçecekti, karşılık verince öldüresiye dövmeye başladı beni. Ağzımı kapatmaya çalıştı, yastıkla boğdu! Zor duyurdum çığlığımı. Ne olursunuz, yakalayın onu. Can güvenliğim yok!”
“Bacım, sakin ol,” dedi korumalardan biri, ardından diğerine döndü. “Hayri, arka kapıdan kaçmış olmalı. Sokağı çevreleyin, polisi de arayın!” Tekrar kadına baktı. “Adamı tanıyor musun?”
“Hayır,” dedi kadın başını iki yana sallayarak. “Eve nasıl girmiş, onu bile bilmiyorum. Mümkün değil girmesinin. Kapımda iki kilit var benim. Bir anda arkamda gördüm onu, öldürecekti beni!”
Evren, “Ben de bir gidip bakayım,” diyerek korumalardan birinin arkasına takılarak odadan çıktığında, Kıvılcım ve ben olayın şokuyla kadını izliyorduk. Tavanda yanan sarı ampulün ışığı kadının yüzündeki yaraları belli belirsiz gösterse de o yaraların, izlerin beyaz bir ışıkta daha içler acısı göründüğüne emindim.
“Sapık orospu çocuğu,” dedi Kıvılcım. “Ablacığım bu devirde iki kilit ne işe yarar sanıyorsun? Asıl bu heriflerin önlerindeki fazlalığa birer kilit taktırmak lazım!”
Merdivenleri tırmanan birkaç yabancının sesi odayı doldurdu. Korumalar, “Oğlum bu ne kalabalık ya?” diye homurdanmıştı. Birkaç kız ve bir erkek grubu içeri girdiğinde, erkek grubunun içinde Talha’yı görmeyi beklemediğimden bir an donup kaldım; Kıvılcım da onu tanımış olmalı ki o da donmuştu.
“Polis gelir, seni götürür, karakolda robot resim falan çizerler,” diyen korumaya, “Çok büyük bir travma yaşadı. Her şey tazeyken, zihni aktifken çizilmesi gerek resmin,” dedim kendimi tutamadan. Talha’nın bana baktığını hissetmiştim ama aldırış etmedim. “Bakar mısınız, bana bir kâğıt, bir de kalem verebilir misiniz?” diye sordum kadına. “Siz yorulmayın, bana yerini söyleseniz yeter.”
Kadın titreyerek divanı işaret ederken, “O divanın altında bir defter var,” diyebildi. “Kalem nerede bilmiyorum.”
Hızla divana doğru ilerledim, divanın altından defteri aldım, çizgisiz bir defterdi. Gözlerim etrafta kalem ararken, Talha’nın tanıdık sesi kulaklarımı doldurdu. “Tükenmez kalemim var, olur mu?” diye sordu, hemen arkamda dikildiğini, sesi zihnime bir yıldırım gibi düştüğünde anladım.
“Polisler halleder,” dedi korumalardan biri. “Sen neden başına iş alıyorsun şimdi kızım?”
“Kızımlı konuşma lan,” diye araya girdi Yavuz. “Ne istiyorsa yapar.”
“Sen neden atarlanıyorsun kardeşim şu an?”
Yavuz parmaklarını kendi dudaklarına bastırarak, “Sus birader, bir işe yarayacaksan burada dur, yaramayacaksan hadi git mekânın önüne,” dedi sert bir sesle.
Adam, belki asla geri çekilmeyecek bir tipti ama Yavuz görünüş olarak hem heybetli hem de sert bir yapıya sahip olduğundan adam sustu. Yavuz’a sert bakışlar atmış olsa da karşılık vermemişti.
“Tükenmez de olur,” diyerek Talha’ya doğru döndüm, sarı gözlerinde şaşkınlık büyürken deri ceketinin iç cebinden bir tükenmez kalem çıkarıp onu bana uzattı. Kalemi hızla onun elinden alıp yanından geçip gittiğimde, şaşkınlığı gitgide büyüyerek içinde olduğumuz odayı kapladı.
Kadının yanına oturup, “Yaşananlar adına çok üzgünüm,” diyerek konuya girdim, ellerim gerginlikten titriyordu. “Şimdi bana kısaca gördüğünüz yüzü anlatabilir misiniz?”
Kadın titreyerek, “Yuvarlak, büyük bir suratı vardı,” dediğinde korumalardan biri içeri girmişti. “Büyük, yayvan bir burnu vardı, biraz yamuktu ve delikleri dardı.” Kadının gözlerinden süzülen gözyaşlarını izlerken, bahsettiği adamın önce yüzünü kâğıdın içinde şekillendirmeye çalıştım. Gözlerimi kaldırıp yeniden kadının kan çanağı olmuş, yaşlarla dolu cam mavisi gözlerine baktım.
“Şerefsizin gölgesi bile yok sokakta,” dedi içeri giren koruma. “Polisler gelmek üzeredir.”
Yavuz’un, “Evren nerede?” dediğini duydum ama ben kadına bakmaya devam ediyordum.
Koruma, “Arkadaşını soruyorsan, o etrafı aramaya devam ediyordu, gelir şimdi,” dedi.
“Kalın kaşları vardı, birbirine yakındı kaşları,” dedi kadın, bir eli boğazındaydı, canı çok yanıyor olmalıydı. Kadın olmanın bu kadar zor olduğu bir dünyada, acısını bile kendi avucunun içinde saklamaya çalışan bir kadın için yaşam, verilmiş bir ödül değil, ceza olmalıydı. Kaşları şekillendirdiğim esnada parmaklarım titremesin diye sık sık kendimi sıkıyor, kadının gözlerine baktıkça yeniden titremeye başlıyordum. “Dudakları biraz yamuktu, kalın ama yamuk,” dedi kadın, ardından onun gecelerinin katili olacak, ona kâbuslar yaşatacak adamı daha ayrıntılı anlatmaya başladı. Ben ise kâğıda bir yüz değil, bir katil çizmenin verdiği hırsla, kalemi kâğıda bastıra bastıra çizmeye devam ettim.
Talha yanımdaki boşluğa oturdu, bu Yavuz’u ve Kıvılcım’ı germişti ama yorum yapmamışlardı. Benim çizdiğim silüeti izlediğini biliyordum, ilgili gözlerini hissetmek tuhaftı ve parfümünün ağır kokusunu soluyabiliyordum. Hızlıca tamamladığım çizimi detaylandırdığım esnada biri ardında soğuğu da taşıyarak kapıdan içeri girmişti.
O kişi, Evren’di.
Soluk soluğaydı. Kafamı kaldırdığım an, onun gözleri gözlerimle birbirinden ayrılmış iki yapboz parçası gibi birleşti. Gözleri elimdeki kaleme, ardından dizlerimdeki deftere kaydı, ardından yanımda oturan adamı gördü ve bakışlarını saran o şaşkınlık, devleşen bir yoğunlukla kirpiklerini içine aldı.
Son çiziği de atıp kâğıdı kadına göstermemle, kadının haykırarak, “Bu o!” diye bağırması ve avuçlarını yüzüne bastırıp sarsıla sarsıla ağlaması bir olmuştu. Onun şu an hissettiği yoğun duygu her yerdeydi. Korkulardan besleniyor, kâbusların içinde dolaşıyor, bir canavarın sırtından çıkan dikenler gibi zihnine batıyordu. Elimdeki defteri dizime koyarken bir anlığına kadına sarılmak istedim ama bunu yapamadım.
Bu durumdaki bir insana ne yapılabilirdi ki?
Polisler içeri girdiğinde artık Evren de içerideydi. Kalabalık boşalmış, içeride o gruptan yalnızca Talha kalmıştı. Polis, çizimi benden aldıktan sonra bizle pek diyaloğa girmemişti ve sonunda hep birlikte evden ayrıldığımızda sağlık ekipleri kadına yardım etmek için eve gelmişlerdi.
Talha, kapının önünde duran polis aracının tavanında yanıp sönen ışık yüzüne vururken, ona uzattığım kalemi elimden aldı. “Bu şekilde karşılaşmayı beklemiyordum aslında,” dedi, gözleri gözlerimden ayrılmayınca farklı bir yöne baktım.
“Ben de,” diyebildim. “Kötü bir karşılaşma oldu.”
“Epey kötü.” Kalemle oynadıktan sonra kalemi deri ceketinin iç cebine koyup gözlerini polis aracına çevirdi. “Umarım en kısa zamanda yakalanır. Hoş, senin çizdiğin resimden sonra bence yakalanması daha kolay olacak.”
İleride, yokuşun ortasında beni bekleyen arkadaşlarıma bakıp, “Artık onları bekletmeyeyim ben,” dedim. Evren bana değil, elindeki telefona bakıyordu, sırtını eski binalardan birine yaslamıştı, umursamaz görünüyordu.
“Kaçıyor musun yani?” Talha, yamuk bir şekilde güldü. Güzel yüzünde sarı tohum gibi duran gözlerine baktım. “Daha bir gün olmadan yeniden karşılaştık, fark ettin mi?”
Ellerimi eteğime bastırıp, “Evet,” diye fısıldadım.
“Nedense daha sık karşılaşacakmışız gibi hissediyorum.” Başını omzuna doğru yatırdı, erkeksi bir şekilde gülümseyerek bana baktı. Sakinliğin gözlerime sızdığını hissettiğim için sessizce onu izliyordum. Söyleyebilecek bir şey bulamamıştım ama Talha haklıymış gibi geliyordu. Burası çok da büyük bir yer değildi. Birbirimizin karşısına çıkıp duracakmışız gibi geliyordu. “Doğru mu hissediyorum, Gülçehre?”
Yüzüm, hemen hemen onun göğsüne geliyordu. Evren gibi uzun boylu bir adamdı. Sarı gözleri, yüzümden bir canavarın gölün kenarından çekildiği gibi çekildi, canavar gölün içine gömüldü ve Talha’nın gözleri elime kaydı. Elimi bir anda tutunca, panikle etrafıma bakındım ama ona bakamadım. “Ellerin mürekkep olmuş,” diye fısıldadı.
Elimi hızlıca onun elinin içinden geri çekerek, “Mühim değil,” diyebildim. İnsanlarla yakın temasa geçemiyordum. “Toprakla uğraştığım için böyle şeylere alışkınım. Sorun etmem ben.”
“Toprakla mı ilgileniyorsun?” Kaşlarını kaldırdığını ona bakmasam bile hissedebilmiştim. Başımı sallarken gözlerim Arnavut kaldırım taşlarında dolanıyordu.
“Çiçekleri severim. Ekmeyi, sulamayı, bakmayı.”
“Gülçehre!” diye bağırdı Kıvılcım, gözlerimi hızla ona doğru çevirdim ama Evren kafasını kaldırıp Kıvılcım’a bir şey söyleyince Kıvılcım sessizce bana baktı.
“Gitsem iyi olacak,” dedim yutkunarak.
“Tekrar göreceğim ama seni, değil mi?” diye sormasını beklemediğim için aniden kafamı kaldırdım, şaşkınca ona bakakaldım. Dudakları, serseri bir kıvrımla usulca yukarı çekildi, kirpikleri bu kıvrımla kısıldı, bir an bu ifade çok erkeksi olmasına rağmen bana garip bir hüzün hissettirdi.
“Öyle olacak gibi görünüyor.” Zamanın kelimelerime verdiği hasar, dudaklarımda güllerin dikenlerini öpmüşüm gibi büyük çizik izleri bırakıyordu.
“O zaman…” dedi ve elimi yeniden elinin içine aldı. Göğsümün içinde ateş topu varmış gibi hissettiren dokunuşuna bir karşılık veremedim, avucumun içini açtı, deri ceketinin iç cebinden çıkardığı tükenmez kalemin başındaki düğmeye basarak eğildi ve rakamlardan oluşan sayıları avucumun içine kazımaya başladı. Son rakamı da yazdıktan sonra kafasını kaldırdı, yakın olan yüzlerimize dikilmiş iki farklı renge boyalı göz birbirine tutundu. “Bence bu numaraya mesaj atmak istersin.”
“Ne?”
Güldü, biri, “Barlas, hadi!” diye bağırınca göz kırparak benden uzaklaştı.
“Mesajını bekliyorum, Gülçehre,” dedi, sesi itiraz kabul etmeyen, itiraz edecek olursam burada durup benimle inatlaşacağını belli eden bir tonda yükselmişti.
Bağrıma ateş gibi düşmüş şaşkınlık büyüdü, dallandı, budaklandı, Talha gözden kaybolana kadar orada öylece durup, avucumun içine yazılmış telefon numarasını izledim. Sonunda Kıvılcım’ın seslemesiyle yokuşu hızlıca inmiş, onların yanına gelmiştim ama gördüklerine emin olduğum manzara hakkında hiçbiri tek bir yorum bile yapmamıştı.
İlk bulduğumuz kafeye bir şeyler yemek için girmiştik. Aklımda dönence gibi birbirine çarpıp duran anlar, beni önümde duran yemeği yemekten alıkoymuştu ama Evren’in iştahı yine mükemmel açıktı. Önündeki yemeği saniyeler içinde silip süpürmüştü. Avucumda, avucum sık sık terliyor olmasına rağmen silinmemiş telefon numarasına bakarken Kıvılcım’a yakalanmıştım. Kıvılcım’ın gözleri bana bakarken ilk kez böyle bomboş görünüyordu. Ağzımda su gibi birikenler, Evren’in gözlerindeki zehirli sarmaşıklara dökülüp, o sarmaşıkları büyütme isteğiyle kaynıyordu.
Masada onun iştahla yediği yemeği ve onu izlerken kararımı vermiştim.
Ona yardım edecektim.
Kafeden çıktığımızda Yavuz ve Kıvılcım önden yürüyordu. Evren’le biz arkada kalmıştık, elindeki sodayı usul usul yudumlarken konuşmuyordu, ben de konuşmuyordum. Ona bunu kabul ettiğimi nasıl söyleyeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ağzımın içinde duran hiçbir kelimeyi ben yönetemiyormuşum ama o kelimeler beni bir güzel yönetiyormuş gibi hissediyordum.
“O resmi sen mi çizdin cidden?” diye sorarak konuşmayı ilk başlatan Evren oldu.
Sokak lambasının altında raks eden güveleri izlerken başımı sallayıp, “Evet,” diye mırıldandım.
“Yetenekliymişsin.”
Yan gözle ona baktım. “Teşekkür ederim. Deniyorum en azından.”
“Üzerine gidersen çok daha iyisini yaparsın,” dedi, bana bakmadan yokuşu tırmanıyordu.
“Babam izin vermiyor,” dedim kısık sesle.
“Burada baban yok.” Bana baktı. “Ben varım.”
Zehrine rağmen güven dolu olan sarmaşığı, usulca kaburgamı sardı.
“Biliyorum.”
“Güzel.” Önüne döndü. “Ee, ona mesaj atacak mısın?”
Kalbim sıkıştı. “Ne konuştuğumuzu duydun mu?”
“E herif boşuna avucuna numarasını yazacak değil,” dedi bomboş bir sesle, pek umursamıyor gibi duruşu anlam veremediğim bir biçimde rahatsız hissetmeme neden olmuştu.
“Yeniden görüşecekmişiz, öyle dedi,” dedim saf saf. “Yani burası küçük, ondan öyle dedi sanırım.” Evren, burnundan sert bir nefes verip, güler gibi bir ses çıkardı ama dudakları kıpırdamadı bile. “Sana bir şey diyeceğim ben.”
Yıldızlar, yeryüzünü ateşe vermiş, sonra da gökyüzüne oturup çıkardığı yangını izlemeye başlamış küçük şeytanlar gibiydi; yeryüzünde yanan ateşlerin içinde sarmaşıklar doğuyor, gökyüzüne uzanan sarmaşıklar şeytanların boğazını sararak onları boğmaya başlıyordu. Evren’in gözlerinde o gece gördüğüm nefreti, öfkeyi, kini, tüm duyguları buna benzetiyordum.
Sodasından bir yudum alıp, “Söyle bakalım,” dedi.
“Sana yardım etme konusunda,” dedim ikilemde kalmış gibi. “Bir karara vardım.”
Duraksadı, onun durmasıyla ben de durmuştum. Evren, elini bana uzatmakla uzatmamak arasında kalmış gibi duruyordu. Yavuz ve Kıvılcım ortadan kaybolmuş, sokak ikimizi içine alarak yıldızları tavan gibi başımıza dikmişti. Sonunda buzdan duvarları çatladı, elini bileğime uzatıp yavaşça beni kendine doğru çevirdi. “Neymiş kararın?”
“Yardım edeceğim,” diye fısıldadım, sonra o gözlere baktım. Biz birbirimize bakarken bir gül tarlası yanıyor, kilisedeki çanlar birbirine vuruyor, babam yeniden bir çocuk olduğuma inanmaya başlıyordu. Beni aniden kollarının arasına çekmesi, beklemediğim ikinci şeydi. Birincisi ise, bunu yaparken ilk defa gülümsediğini görmüş olmamdı.
Bana sıkı sıkı sarıldı. Yıldızlar, yağmur damlaları gibi üzerimize yağıyor, gece gökyüzünden silinirken sanki bu araf saatinde güneş, karanlığın içinde doğuyordu.
Zaman, ikimizin etrafında dönerek bizi kayda alan bir kamera gibiydi. Beni yavaşça bıraksa da aslında bana sarılmaya devam ediyordu. Kalbim, boğazımda tıpkı ağrıyan bir bademcik gibi çarpıyordu.
“Kimin hayatına girmem gerekiyor?” diye sordum sarılmanın getirdiği heyecanı dağıtarak.
“Onun hayatına girdin bile.” Sarmaşık yeşili gözlerinin içindeki zehirle tanıştırdı beni. “Barlas Talha Kestiren’in hayatına girdin bile.”
🎧: Çağan Şengül, Papatya