🎧: Coldplay, Cry Cry Cry
Güven…
Sanki ben bir sahil kasabasıydım ve güven, dağlarıma dokunsa bile zeminime hiç düşmeyen kar taneleriydi.
Ve şimdi oradaydım. Kar tanelerinin arasında. Karlarla kaplı bir arazide, saçlarım yüzüme yapışmışken ve yüzüm kızılına boyanmışken soğuğun, avuçlarımı beyaz bir ölümü anımsatan kar tanelerine bastırıyordum. Her bastırışımda, canımı yakanın soğuk olduğunu düşünüyordum. Her dokunuşumda, avucuma yayılan acıyı ve avucumdan karlara yayılan sıcaklığı hissediyordum. Ellerimi kaldırıyor, yüzüme bir ayna gibi çeviriyor ve avuç içlerime bakıyordum. Avucuma batan dikenleri görüyor, kar yığınının içindeki kan nehrini izliyordum.
Evren’e dokunmak, kar tanelerine avuç içlerimi bastırmak gibiydi ve yine Evren’e dokunmak, dikenleri avuçlarımı yırtarken bile onu hayranlıkla izlemek demekti.
Öyle çok vardı ki, hiç yok olmazdı sanki ama bir gün yok olacağını bilmek, varlığından korkmama sebepti.
Saçlarım yastığa yorulmuş bir yılanın arkasında bıraktığı binlerce deri kalıntısı gibi yayıldığında, bakışlarım komodinin üzerinde zayıf bir şekilde yanan abajurun lambadaydı. Dışarıda gece böceklerinin uğultusu vardı, rüzgâr camın arkasındaki kapıya benzer tahta pencerelerin birbirine çarpmasına neden oluyordu.
Yüreğimde ürkek bir yorgunluk uzanıyordu.
Uyku tavandan aşağı sarkan bir canavar gibiydi, bana dokunsa ölüm gibi zihnime çökerdi ama ilk kez bir canavar benden korkuyordu.
Uykunun benden korktuğunu hissettiğim gecelerden birinin içinde öyle ıssızdım ki, tenimi örten çarşaf, tenime dokunduğu için üşüyordu.
Nefesim belirli aralıklarla yüzümü parmaklıklar şeklinde örtmüş kahverengi saçlarıma çarparak saçlarımı bir yukarı, bir aşağı taşıyordu ve bu görüntü bana her aldığım nefesten pay biçerek yukarı aşağı kalkıp inen göğsümü hatırlatıyordu. Kirpiklerimin diplerine yayılan ağrıyla eş zamanlı olarak yavaşça yatakta yan döndüm ve bedenim çarmıha gerilmiş gibi yatağa gerildiği an gözlerimi tavana sabitledim. Dışarıdaki ıslıklı rüzgâr artık daha gürültücüydü, ıslık çalmıyor da feryat ediyor gibiydi ve sıcak üfürüğünü penceredeki eski aralıklardan sızarak odaya yayılışından hissedebiliyordum.
Gözlerimi tavanda ürkek gözlerle beni izleyen canavardan çekmeden elimi yavaşça yatağın diğer ucuna uzattım ve Piglet’i alıp göğsümün üzerine yatırdım. Piglet, nefes alıp verişlerimle şişen göğsümün üzerinde beşikteki bir bebek gibi sallanırken, parmaklarımı Piglet’in bezden teninin üzerinde gezdirerek gözlerimi kıstım.
Evren’in ellerini düşündüm.
Elleri ruhuma dokunuyordu ama tenimden uzaktaydı.
Evren’in gözlerini düşündüm.
Kalem darbelerini vurduğum kâğıdın üzerinde beni izliyorlardı ama belki de şu an çoktan uykuya kapanmış, içinde başrolleri farklı rüyalar görüyordu. Yataktan bir ölünün bir zamanlar içinde olduğu bedenden kalkan ruhu gibi kalkarak doğrulup ensemi ovduğumda, Piglet yatağın bensiz köşesine devrilmişti. Altımda kısa, sevdiğim bir çizgi film karakterinin deseniyle süslü bir şort vardı, üzerimdeyse yine o şortun takımı olan askılı tişört. Kumaş satendendi, bedenim sıcak üfürüğün yangınına düştüğünden hâlihazırda üzerimde olanları bile sökerek bedenimi soymak istiyordum ama bunu yapmadım.
Elimi yavaşça pijamanın içine sokarak, belimin yan kısmındaki dövmeye dokunduğumda, dövmenin üzerini kaplayan kabuğu hissedip yutkundum. Bir iğneyle oraya çizilen şekli parmak uçlarımda hissetsem de o an hissettiğimin aksine, şu an hiç sızı duymuyordum. Parmaklarım dövmenin etrafında su gibi aktı, ardından elimi geri çekip oturduğum yerden kalktım ve odadan çıkıp karanlık koridorda ilerlemeye başladım.
İnsanlar yüzüme bakınca öyle renkli bir çiçek demeti görüyordu ki, kimse kurumuş tek bir kırmızı gül olduğuma, kuruduğum için rengimin artık kırmızı bile olmadığına, dokunsalar parçalanacak hâlde olduğuma ve rengimin siyaha döndüğüne inanmazlardı.
Dağınık saçlarımı ve birbirine girmiş kâküllerimi karıştırarak merdivenlere doğru baktım. Aşağıda çalışan televizyonun ışığı, merdivenlerin sapağını aydınlığa boğmuştu. Ahşap korkuluklara tutunup karanlık merdivenlerden inmeye başladım ve sapağa geldiğim anda televizyonun mavi ışığı yüzümü ve bedenimi aydınlattı. Ağır adımlarla merdivenleri tekrar inmeye başladım. Televizyonun sesi yoktu, gün içinde birkaç defa denk geldiğim kanallardan biri açıktı ve eski dizilerden birinin tekrarı veriliyordu. Televizyonun önündeki koltukta birinin uzandığını, etrafa yayılan hafif nefesin sesini zihnime kabul edene dek fark etmemiştim bile.
Merak duygusu içimde büyüyen siyah bir leke gibiydi. Yavaşça koltuğun önüne doğru dolanıp, bakışlarımı koltuğun üzerine indirdiğim an duraksadım. Kolunu başının altına aldığı için şişen pazusunda mavi, kalın bir damar tıpkı kesilmezse etrafı ateşe verecek bir bombanın kablosu gibi görünüyordu. Başını altına aldığı pazusuna doğru çevirmiş, yanağını pazusuna yaslamıştı. Bir bacağı dizinden kırılmış şekilde koltuğa bastırılmıştı, diğer bacağını yere koymuştu, bedeninin koltuğa sığmasının imkânı olmadığını biliyordum zaten ama onu böyle görmek, beni tebessüm etmeye itmişti. Uzun, siyah kirpikleri öyle kıvrımlı ve öyle gürdü ki, kirpiklerinin gölgesi pazusunun üzerinde bir gölge şöleni yaratmıştı. Kan rengi dudaklarının belirgin dokusu, dokunsam parmaklarıma kan bulaşacakmış gibi verdiği his, yüzüne vurarak güçlenip zayıflayan mavi televizyon ışığında bile net bir şekilde belli oluyordu.
Düz bir şekilde inerek tam ucuna geldiğinde başını yukarı kaldırmış gibi görünen burnundan içeri çektiği nefesler ona yetmiyormuş gibi dudaklarını aralayınca, dudaklarında var olan o küçük boşluk, bakışlarımın oltanın ucuna gelen aptal bir balık gibi oraya gitmesine ve zihnimin bocalamasına neden oldu. Üzerinde hâlâ bugün üzerinde gördüğüm sporcu tişörtü vardı, altındaki kot pantolonu da çıkarmamıştı ve kot pantolonunun üzerine katman oluşturmuş beyaz tozları görebiliyordum. Duş almamış olmalıydı, oysa günde en az iki defa duş aldığını biliyordum. Yorgun muydu? Başımı omzumun üzerine devirip yüzünü izlemeye başladım. Uykusu derin miydi? Yoksa gölgem üzerine devrilse, gölgemi dokunuş sanıp bir anda gözlerini açacak kadar tetikte miydi?
Onun nasıl uyuduğunu merak ediyordum. Yavaşça ona yaklaştığımda, sırtıma vuran ışık gölgemi büyüterek onun üzerine serdi ve keskin siyah kaşlar birden tetikteymiş gibi sertçe çatıldı. Yine de gözlerini açmadı.
Yavaşça ona yaklaştığımda gölgem tamamen üzerinde duruyordu. Kaşlarının titrediğini gördüm, dudakları kurumuş gibi dudaklarını usulca yalayınca, bakışlarım kan nehrine aktı ve sesler birden yeryüzünden silinerek zihnimi sonsuz bir boşluğa bıraktı. Saatin yelkovanının dönerken çıkardığı sesi ve onun nefesinin hafif, esintiye benzeyen ezgisini duyabiliyordum. Hepsi buydu.
Ellerine dokunmak istedim.
Ellerine dokunmak istedim ve bu yangınım oldu.
Bakışlarım, karnının üzerine koyduğu büyük, beyaz ve güçlü parmaklarına kaydığında, hafif bir yutkunuş boğazımdan acı bir kelime gibi dik bir şekilde kaydı; geçerken boğazımı parçalamıştı sanki. Parmaklarımı yavaşça belirgin eklem kemiklerine dokundurduğumda, neredeyse kalbim duracaktı.
Ellerine dokundum.
Ellerine dokundum ve bu yangınım oldu.
Parmağımı hafifçe belirgin eklem kemiğinde kaydırdığımda, dudaklarından dışarı dökülen nefesin sıcak esintisini, o baş döndürücü meltemini saçlarımın arasında hissettim. Midemden kalbime doğru tırmanan o güçlü depremi hissettim. Kalbimi esareti altına alan deprem birdenbire tüm duygularımı altüst etmişti. Elinin üzerinde dolaşan parmağımın üzerine düşen gölgeyle, nefesim ciğerimden geri çekildi ve gözlerim irice açılırken, Evren’in parmaklarından birini elimin üzerine örtülmesiyle dudaklarım aralandı. Kafamı kaldırıp ona baktığımda, yeşil gözler hiç olmadığı kadar canlıydı ve içlerinde su birikintileri varmış gibi parlıyordu.
Bakışları ölümü içmek gibiydi. Bakışları yaşamdan sıyrılmak gibiydi ve yine bakışları ölümü unutmak, yaşamaya başlamak gibiydi. Dudaklarım esaret gibi yuttuğu kelimeleri çağırsa da bakışları her bir kelimeyi ateşe verecek kadar yangın yeriydi. Gözlerinin içine bakarken söyleyeceğim her şey su oldu ve sonra o su kuruyup yerini çölleri bıraktı.
“Oyuncağıyla oynamaya gelen küçük bir çocuk gibisin,” dediğinde, sesine dolanmış uykunun çatallı dilinden zehir değil, kalbime aksa bir ömür huzurlu hissettirecek bir ilaç akıyordu. Parmağını elimin üzerinde gezdirdi. “Oyuncağıyla oynamaya gelen, küçük ve meraklı bir çocuk gibi…”
Dudaklarımı kurutan duyguları ona göstermekten korksam da gizleyemedim. Bakışlarım gözlerinden ayrılmak istese de ayrılamadı.
“Dokunmak istiyorsan dokun, Gülçehre. İzlemek istiyorsan izle. Saçmalamak istiyorsan saçmala, Gülçehre.” Yavaşça doğrulunca, birden irkildim ama kaçacak yerim olmasına rağmen kaçmadan onu bekledim. “Çocuk gibi sorular sor, bana karşımda bir aptal olduğuna inandır ve her ne kadar istemesem de beni güldür, Gülçehre.” Yüzünün yüzüme yakınlığı çatımı uçuracak kuvvette bir fırtına gibiydi. Dışarıda esen rüzgârın sesi sanki kalbimin vuruşlarına aitti. “Ama susma.”
“Ne söylenir bilmiyorum ki,” dediğimde, bakışlarında esen rüzgâr saçlarımın arasından kayıp gidiyormuş gibi hissediyordum. Bu hissin ismi neydi, ne zamandan beri içimdeydi, nasıl yok edilirdi ya da görmezden gelmek mümkün müydü, bilmiyordum. “Sadece ellerini izlemek istiyorum,” diye mırıldandım ve bakışlarım gözlerinden kopup ellerine dokundu. “Çünkü gözlerini çizebiliyorsam, ellerini de çizebilmeliyim ve eğer gözlerini çizebilip ellerini çizemiyorsam, bu ellerini gözlerin kadar izlemediğim anlamına gelir. Arayı kapatmam için izin ver de ellerini izleyeyim.”
“Gözlerimi mi çizdin?” diye sordu, sesine mürekkep lekesi gibi bulaşmış şaşkınlık, içimdeki hissin harlanarak göğsümü eritir gibi dağlamasına neden oldu. Bakışlarım ellerindeyken, gözlerinde var olan her ifadeden mahrumdum ve aslında bunu seçen bendim; gözlerine bakarsam, karahindiba gibi tek bir nefeste dağılacak hâle gelirdim ve o kadar çok dağılmıştım ki, artık beni parçalamaya fırtınalar bile yetmemeliydi.
“Sadece bir tanesini.” Durdum, saçmalamaktan korksam da yaptığım bu değil miydi yani? Gözlerimi ellerinden çekmedim, gözlerinden korktum, gözlerinde göreceklerimden korktum, gözlerinde göremeyip kafamda kuracaklarımdan korktum, merak ettikçe içimde büyüyen öğrenme isteğinden korktum ve gözlerimi ellerinden çekip gözlerine değdirmedim. “İkisini çizemedim,” dedim. “İkisini de çizmek imkânsızdı.” Durdum ve derin bir nefes aldım. “İkisini çizmek, tanrıyı görmek kadar imkânsızdı.”
“Baktığın yerde tanrıyı görmekten bile gözlerimi görmekten korktuğun kadar korkmazsın,” dedi birden. Gözlerim birden ellerinden kopup gözlerine tırmandı ve şimdi su yeşili olan gözlerinde, kendi yansımamın nasıl alevler içinde olduğunu gördüm. Şu an belki fiziksel olarak yanmıyordum ama gözlerindeki aynada gördüğüm ben, alevlerin ortasındaydı, yangın yerindeydi ve belki de yangını başlatan kişiydi.
“Gözlerine bakıyorum,” diye fısıldadım, sesime dikenli teller gibi dolanmış çaresizliği duyabiliyordu; ben o çaresizliği kalbimin derinliklerinde en saf, en yalın, çırılçıplak ve alevler içindeki hâliyle hissediyordum. “Gözlerine bakıyorum ve gözlerine bakarken bile gözlerini görmekten korkuyorum.”
Sertçe yutkununca, beyaz boynunu süsleyen âdem elmasının sert bir kıvrım çizerek boynu boyunca kayıp sonra da olduğu yere geri tırmandığını gördüm.
“Ellerimi çizeceksen,” dediğinde konuyu başka bir yere taşıyanın ben değil de o olması dikkatimden kaçmamıştı. “Öyle çok dokunman gerek ki, her bir kıvrımını, her detayını, sıcaklığına ve kemiklerine, damarlarına ve tırnak diplerime kadar ezberlemen gerek.”
Sesinde öngörülemez fırtınalar vardı ve bu fırtınalar gitgide yaklaşıp şehrimi dümdüz edecek gibiydi. Onu anlamak, anlayabilmek istedim. Bir insanı anlamak, o insanı hissetmekten daha zordu. Onu bu kadar hissederken, bu kadar anlayamamak benim sınavım mıydı?
“Ezberlemeliyim,” diye mırıldandım başım bilincim dışında aşağı yukarı sallanırken. “Evet.”
“Yani artık hep dokunacaksın demek mi oluyor bu? Doğru mu anladım?”
Sorusu yanaklarımda patlamayı bekleyen yanardağlar, akmak isteyen lavlar gibiydi. Gözlerimi ellerine çevirip, “İzlesem de yeterli,” diye fısıldadım ama fısıltım öyle zayıftı ki, sanki beni duyması imkânsızdı.
“Bir şeyi izlersen, sadece ezberlersin,” dedi, sonra, “Ama dokunursan, bilirsin,” diyerek cümlesini tamamladı.
Yavaşça geri çekildim ve gözlerimi yüzüne indirdim. Bir kasırga gibi bakan gözlerinde, asla durulmayacak gibi duran duygular vardı ama bunları görmezden gelmeyi seçen bendim. Gözlerine baktığımda bir şeyler hissediyordum.
Acı.
Acı, babamın gözlerine baktığımda gördüğüm, hissettiğim, hatırladığım acının aynısıydı ama yine de onun gözlerinde bir şeyler daha başkaydı.
“Hiç başka bir kadına oyuncak aldın mı?” diye sordum birden, bu soru, içinde olduğumuz anın çok dışında olan bir soruydu ama Evren’in su yeşili gözlerinde bir bulanıklık yaratmadı. Evren’in bir oyuncak kapma makinesinin önünde başka bir kıza sarıldığını, o kıza oyuncak aldığını, o kızın gözlerine bakarken bana baktığı gibi bir ifade takındığını düşünmek, ruhumu kor ateşlere vermekten farksızdı.
“Sana bir oyuncak almadım, senin için bir oyuncak kazandım,” dedi, sesi şefkatli bir avucun başıma yerleşmesi ve saçlarımı karıştırması gibiydi ama gözlerinden yüzüme hâlâ o buzların soğuk suları damlıyordu. “Ama eğer bilmek istediğin buysa, daha önce birine ne oyuncak aldım ne de biri için oyuncak kazandım.”
Bakışlarım, saatin kadranından aşağı sarkan bir kadının boş bakan gözleri gibi gözlerinden savrularak çenesindeki dikiş izine dokundu ve yutkundum. Onu bir başkasının yanında düşününce, nefesim göğsümü yakan bir körüğe dönüşüyordu. Kaşlarımın ortasında oluşan yarığın gerginliğini cildimde hissettiğimde usulca yutkundum ama yutkunmak ilk defa bu kadar garip bir hissi de beraberinde içime akıtmıştı
“Başka birine oyuncak aldığını düşününce ellerini çizmekten vazgeçtim,” dedim birden bir adım geri çekilip, arkama aldığım televizyon ışığının yüzümü karanlığa bulamasını sağlayarak. Gözlerimi görmesini istemedim, oysa gözlerimdeki ifadeden kendim bile bihaberdim. “Başka biri için oyuncak kazandığını düşününce, çizdiğim gözlerini silmek istedim.”
“Ama ben bunları yapmadım,” dedi yavaşça. “Başka biri için bunları yapmadım. Senin için yaptım.”
“Evet,” diye fısıldadım. “O yüzden şimdi gidip gözlerinin tamamını çizmek ve sonra her gün ellerine dokunmak istiyorum.”
Yüzünü, en önemlisi de zehirli sarmaşık yeşili gözlerinin ardındaki mahzeni görebiliyordum ama şu an onun göremediğini bildiğim benim yüzümdü. Kaşlarımın ortasına bir su oyuğu gibi derince kazılan yarık silinmedi ve o yarıktan kana bulanmış kelimeler, kendi kanlarını önüne katarak yüzmeye başladı. Sorular sormadım ama ilk kez bir çocuk gibi binlerce soruyu önüme alıp, hepsini bir bir ona sormak ve istediğim cevapları ne zaman duyamasam küsüp önünden kalkarak ondan kaçmak istiyordum.
“Hem bu kadar açık olup hem nasıl bu kadar kapalı kutu olabiliyorsun,” dediğinde dişlerini sıktığını fark etmiştim. Zayıf yanakları içeri doğru göçtü ve yüzündeki kemikler derisini yırtmak istiyormuş gibi kabararak yüzünde tepecikler oluşturdu. “Gülçehre, çok karmaşıksın. Eğitilmesi gereken bir çocuk gibisin. Doğru yetiştirilmezsen kendine zarar vereceksin.”
“Seni tanımadan önce karmaşık olduğumu hiç düşünmedim,” dediğimde beni dikkatle izliyordu ama artık uzanmıyordu, yavaşça doğrulup sırtını koltuğun koluna yaslamış, kafasını ve özellikle de yeşil gözlerini kaldırmış beni izliyordu. “Aksine, çok düzenli olduğumu düşünüyordum. Ertuğrul Karaisaoğlu’nun kızı olarak tanıtıldığım insanlar hiçbir zaman ismimi sormadı çünkü onlar için Ertuğrul Karaisaoğlu’nun kızı olmam yeterliydi. Ama sen böyle söyleyince… Beni tanımak istiyor ve dahası kendimle beni tanıştırmak istiyor gibi konuşunca, kendimi önemli hissediyorum. Karmaşık ve çözülmesi gereken, önemli ve değerli.”
“Çünkü öylesin, Gül Kuyusu.”
Yutkundum ve kendimi değerli hissettiğim bu anın sonsuz bir zaman diliminde daima benimle var olmasını diledim. Bu dileğimi o bilmiyordu ama karanlık yüzümü yutmuşken ve gözlerim onun göremeyeceği kadar ışıksız bir yerde onu izlerken, yine de bunu dilediğimi görebiliyormuş gibi bakıyordu.
“Karmaşık ve önemlisin.” Avucunu kafasının altına alıp, sırtını koltuğa bastırıp bana alttan alttan baktı. “Çözülmeye değer ve tanınması gereken, kendini tanıması gereken birisin.”
Aklımda dolaşan tutarsız düşüncelerinin tamamının farkındaydı, bunu bilmem için bana söylemiş olmasına gerek yoktu; bunu yeşil gözlerinde görebiliyordum. Yavaşça eğildiğimde, gölgem üzerine devrildi ve onun beyaz bedenini altına alarak genişleyip her yanına mürekkep misali dağıldı. Sanki o beyaz bir sayfaydı, ben üzerine yayılan siyah mürekkeptim. Gözlerine düşen gölgem bakışlarını koyulaştırdığında, saçlarım yüzüne doğru sarktı ve yanaklarını okşayarak suretinin kemikleri boyunca salındı.
“Piglet için teşekkür ederim, Evren,” diye fısıldadım ve sonra tekrar fısıldayarak konuştum. “Tatlı rüyalar.”
Dudaklarının yukarı kıvrıldığını yüzüne sinen gölgemden dolayı seçemesem de burnundan sert bir nefes verdiğinden güldüğünü anlamıştım.
“Rüyama geleceksin desene,” dedi usulca. “Sana da Gül Kuyusu, sana da…”
Yavaşça ondan uzaklaşmamla, kemikli yüzü tekrar televizyonun ışığıyla aydınlandı. Bir şey söylemeden merdivenlere yöneldim ve arkamda rüzgârlı, sıcak bir geceyi, bir de onu bıraktım.
🥀
“Bizim için de değişiklik olacak bu,” diyen Kıvılcım’ın, bileğindeki lastik tokayı gri saçlarına dolamasıyla oluşturduğu sıkı atkuyruğun güneşteki salınışını ve gri tellerin arasından geçen altın rengi ışığı izledim. Siyah gözlerinin ortasına yerleştirdiği mavi lensler sanki ona aitmiş, gözlerinin öz rengi de böyleymiş gibi görünüyordu. Gözündeki o lensin gözünü kaşındırıp kaşındırmadığını düşünürken Impala’nın açık kapısından dışarı sarkıttığım ayaklarımı kaldırıma vuruyordum.
Güneş çok yakıcıydı, bunun yanında esen rüzgâr da çöl sıcağını beraberinde şehre taşıyarak bedenimi kavurmaya başlamıştı. Altımda beyaz, kot bir şort, ayağımda beyaz vanslarım, üzerimde de ince askılı, pembe ve dar bir bluz vardı, tişört göbek deliğimi göstermeyecek kadar uzun olsa da göbek deliğimin altını açıkta bırakıyordu. Elimde tuttuğum su şişesinin içinde yarısı içilmiş su vardı ve bu suyun sıcaktan dolayı haşlak bir hâle geldiğini biliyordum. Korku evinin olduğu binanın önünde durmuş Hazal ve Barlas’ın gelmesini bekliyorduk.
Uzun, kahverengi saçlarım güneşin hafifçe çarpmasıyla daha da açık bir renge bürünmüştü, sanki içlerinde bebek sarısı teller de var gibi parıldıyordu. Impala’nın kenar aynasına bakınca, burnumun üzerinin ve elmacık kemiklerimin sıcak yüzünden kıpkırmızı kesildiklerini gördüm, alnımdaki ter damlalarını avucumla silerek gözlerimi kaldırımda dikilip etrafı gözleyen Kıvılcım’a çevirdim.
Bana yavaşça göz kırptıktan sonra, “Günün kurtarıcı meleği senmişsin, gül surat,” dedi keyifle. “İki ergeni barıştırma görevini üstlenmişsin. Gülümse biraz. Tam senlik, bir iyilik meleği gibi göründüğün yetmezmiş gibi şimdi o küçük kanatlarını aç ve insanlara iyilikler dağıt…”
Alaycı gülüşü beni de gülümsetti, avucumu kafamın üzerine bir saçak gibi uzatıp, parmaklarımla oluşturduğum gölgenin altından tebessümle Kıvılcım’a baktım. “Burada olmak istemediğime eminim,” diye mırıldandım. “Benimki de zorunluluk.”
“Korku evlerini severim, eskiden arkadaş grubumuzla birkaç kez gitmiştik. O yüzden ben bugün eğleneceğimi düşünüyorum,” dedi Kıvılcım. “Sen korkar mısın?”
Yavuz birden Impala’nın arka koltuğundan üzerime doğru eğilip, “Böh!” diye bağırınca, kısık bir çığlık atarak geri çekilip, ön konsola yaslanmış bir şekilde Yavuz’a tuhaf tuhaf baktım. “Evet,” dedi Yavuz, gözlerini sevgilisine çevirerek. “Korkarmış.”
“Bak, andaval gibi hareketler yapacaksan, şimdiden geri dönelim, seni eve bırakayım,” dedi Evren sertçe, omzumun üzerinden direksiyon başındaki Evren’e baktım. Elleri direksiyonun üzerindeydi, dişlerinin arasında yine bir şey eziyordu. Bunu heykel ile ilgilenirken de yaptığını fark etmiştim.
“Ben neden eve bırakılıyorum ya?” Yavuz kafasını Evren ile aramızdan çıkarıp, Evren’e tamamen sokularak, “Ya da siz girin, ben Impala’ya sahip çıkarım…” dedi sırıtarak.
“Impala’yla baş başa kalabileceğin tek yer, rüyaların,” dedi Evren sakince. “Bir daha kızın boşluğundan yararlanıp onu korkutma. Seni kötü tartaklarım.”
Yavuz bana kötü kötü bakıp, “Görüyor musun?” diye sordu. “Senin yüzünden nasıl tehditler ediliyorum, nasıl can evimden vuruluyorum? O melek yüzünle beni bir daha kandıramazsın, hiç öyle şirin şirin bakma bana ya bakma…” Gözlerini kapattı. “Bakma dedim sana şirin çocuk!”
Derin bir nefes alarak, “Ben sana herkese baktığım gibi bakıyorum, şirin bakmıyorum,” diye söylendim.
“Yalancı seni, herkesi bu masumiyetinle kandıracağını sanıyorsan, doğru sanıyorsun.” Bana dik dik baktı. “Beni bile kandırıyorsun, dahası kandırdığını bile bile kanıyorum sana… Bu nasıl bir şiirsellikti, Yavuz Bülbül?” Durup dudaklarını öne uzatarak kendi kendine şaşırır gibi kaşlarını kaldırdı. “Neyim ben Vilyam Sekspir mi?”
Kaşlarımı çattım. “Ne?”
“Vilya ne ya,” dedi Kıvılcım. “Doğrusunu unuttum. Villa mıydı vilya mıydı?”
“Vilyam Sekspir’den bahsediyorum Kıvılcım, nasıl olur da senin gibi bilgisiz bir kadınla sevgili olabilirim? Koskoca bilirkişi Vilyam Sekspir’i beş artı bir tripleks daire yap bir de istersen.”
“Shakespeare mezarında ters döndü,” dedi Kıvılcım abartılı bir göz devirmeyle.
Yavuz, elini kalbine koyup, şaşkınlıkla dolu bir suratla, “Öldürdü bir de adamı. Ağzından yel alsın,” dedi abartıyla. “Adamın yeni kitabı daha geçenlerde çok satanlara girdi.”
“Yeni kitabı mı?” diye sordum şaşkınlıkla. “Eski kitaplarından biri olmasın o, Yavuz?”
“Ne bilirsiniz ki siz cahiller,” dedi Yavuz başını iki yana sallayarak. “Adam yazıyor abi ya… Biraz saygı. Hep böylesiniz siz. Koskoca Demet Akalın gibi bir sanatçıyı bile metroda görüp, tanımayan gençler yetişiyor.”
“Ben Demet Akalın’ı tanımamalarından çok, yürüyen baskı hatalı imla kılavuzunun metroya binmesine takıldım şu an,” dedi Kıvılcım.
“Ya Yavuz,” dedi Evren. “Demet Akalın fanı da olma artık kardeşim. Abarttın.”
“Nasıl ya?” diye sordu Yavuz abartılı bir mimikle. “Yazdığımla kanlı bıçaklı, kalbim hep alacaklı gibi bir cümleyi güzel sesinden dışarı bırakmış bir kadının fanı da olmayacaksam artık…”
“Çok affedersiniz, bölüyorum ama o yazdığımla kanlı bıçaklı değil, yazgımla kanlı bıçaklı olacaktı, Yavuz,” diye fısıldadığımda, Evren ile Yavuz aynı anda bana doğru döndüler.
Ve şunu söylediler: “E abart.”
“Kulak aşinalığı,” diyerek gözlerimi kaçırdım. “Dinlediğimden değil.”
“Yalan atıyor bu ziyan,” dedi Yavuz. “Evde yüksek sesle Demet Akalın, Giderli Şarkılar dinliyor eminim ki. Arkasına bakmadan çekip giden o kişinin gidişinin u dönüşünün hesabını yapan birine benziyorsun sen, Gülçehre.” Başını salladı. “Kesin çat diye kaldırıp atıyorsundur sen resimleri duvardan.”
“Yapmadım,” dedim ona dik dik bakarak.
“Şimdi şarkıya başlarsam bana eşlik etmeyecek misin yani, gül kafalı?”
“Yo.”
“Yalancı.”
“Yo.”
“Arkasına bakmadan!..” diye bağırdı birden.
“Çekip giden birisi var!” diye bağırdım birden heyecanlanarak.
“İnsenize arabamdan,” dedi Evren sakince.
“Araba değil,” diye düzeltti Yavuz. “Impala.” Ardından torpidoyu yavaşça okşadı. “Bakma onun kusuruna.”
“Kıvırcık kız geliyor,” dedi Kıvılcım. “Taksiden indi.”
Yavaşça arabadan çıkıp, kaldırımın diğer ucunda park hâlinde duran taksiye baktım, Hazal taksinin önünde duruyordu. Siyah saçlarını geriye doğru atarak etrafına bakındı ve bizi gördüğü an kafasıyla hafifçe selam verip bize doğru yürümeye başladı. Kıvılcım, yavaşça kulağıma doğru eğilip, “Kavgacı bir tipe benziyor, bugün Kestiren’le kavga etmeyeceklerine emin miyiz?” diye sordu. “Ne o mendeburun suratını görmek istiyorum ne de kavga gürültü dinlemek istiyorum.”
“Kavga etmeyecekler,” diye güvence verdim Kıvılcım’a. Barlas ile aralarında var olan sıkıntının nedenini merak ediyordum. Barlas, onlara karşı çok normal davranıyor olsa da Kıvılcım ondan kesinlikle tiksiniyordu ve çok sakin görünen Yavuz’un bile onu gördüğü anda gözlerine koyu gölgeler çöküyordu.
Hazal, “Selam,” dedi, sıcaktan bunalmış gibi yüzünü buruşturarak güneşin rahatsız ettiği gözüne elleriyle perde çekti. “Kalabalık olacağız sanırım? Bu iyi. Korku evleri kalabalık olunca güzel oluyor. Bakalım bu haftanın konusu neymiş?”
Gergin bir şekilde, “Ne konusu?” diye sordum merakla.
“Korku evlerinde her hafta bir konu belirlenir. Yani oyunu sık sık değiştirirler,” diye açıkladı Hazal. “O andaval hâlâ gelmemiş sanırım.”
“Kavga etmeyeceksiniz, değil mi?” diye sordum birden atlayarak. “Deden sizi bana emanet etti, kavga etmeyin lütfen.”
Hazal sırıtarak, “Hadi ama… Onun kafasını kırsam bu hoşuna giderdi,” dedi. “Görebiliyorum, sen de onu sevmedin.”
“Onu tanımadığım için ona karşı herhangi bir duygu da beslemiyorum,” diye mırıldandım isteksiz bir sesle. Bir frenin amansız ıslığı, beraberinde tekerleklerin uğursuz çığlığını caddeye taşıdı ve yüreğim göğsümden yukarı kaykılarak boğazıma dek tırmandığında, korku dolu gözlerle sesin yayıldığı öze yöneldim.
Kırmızı, üzeri açık bir spor araba, kendi etrafında iki kez dönüp, boş sayılabilecek kadar seyrek olan trafiği yardı ve aynalı gözlüklerin parıltısını izledim. Barlas’ın güneşin altında altın sarısına dönen saçlarının uçları yukarı bakıyordu ve gömleğinin açık düğmelerinden ortaya dökülen tenine çarpan güneş, tenini elmas gibi parlatıyordu. Ona garip garip bakarken gördüğüm, popüler ve zengin çocuğun dizilerde yarattığı gereksiz aksiyondu. Belki ilk bakışta görüntüsü onu ilgi çekici biri hâline getiriyor olabilirdi ama her nedense benim için bu çok normaldi. İzlediğim her filmde, okuduğum her kitapta rastladığım değişmez bir sahne olduğundan böyleydi belki de. Bilmiyordum.
Rengi aynı olan her çiçek aynı kokmazdı ki.
Bakışlarım, Barlas’ın gösterişinden uzaklaştı ve Impala’nın direksiyonundan parmaklarını çekmeden caddeyi izleyen Evren’e kaydı. Gösterişli, pahalı güneş gözlükleri yoktu, güneş yüzünden kısılıp beyazına kızıl çatlaklar yayılan yeşil gözleri vardı. Düğmelerini göğsünün ortasına kadar açtığı havalı bir gömleği yoktu, kısa, geniş kolları olan siyah bir tişörtü vardı ve tişörtünün üzerine az evvel içtiği şeftalili soğuk çayı dökmüştü.
Birinin güneş kadar parlak ve sarı saçları vardı, diğerinin saçları gece kadar siyahtı.
Birinin teni kavrulmuş, belki de pahalı kremlerle ovulmuştu, diğerinin teni ayın gümüş ışığı kadar beyazdı.
Gözlerim Evren’den usulca uzaklaşırken, Barlas arabasının kapısını açmadan kapının üzerinden kaldırıma doğru atlayıp, güneş gözlüğünü başının üzerine çekti. Yüzünde ince beyazı dişlerini ortaya seren alaycı bir gülümsemeyle bize doğru yürürken, zihnime ektiğim düşüncelerin beni öfkelendirdiğini hissettim ve kaşlarımı çatıp gözlerimi yere indirdim.
“Sizi beklettim mi?” diye sorduğunda, sesindeki enerji beni şaşırtmıştı. Birkaç gün önce konuştuğum adamın tekrar uzağındaymış gibiydi. Sanki gözlerine bakarsam göreceğim tek şey bencillik olurmuş gibi geliyordu bana. Ona karşı neden ön yargılıydım bilmiyordum ama tam onun içinde kimsenin görmediği bir iyilik olabileceğini düşünüyorken, birden bu düşüncem çok daha karanlık duygularla yer değiştiriyordu.
“Sadece ağaç ettin, bekletmiş sayılmazsın,” dedi Hazal, sanki biraz evvel gelen o değilmiş gibi.
“Soruyu sana sormamıştım aslında,” dedi Barlas, gözlerinin bana çevrildiğini fark edince otomatikman ben de kafamı kaldırıp ona baktım. Güneşte çok daha açık bir renge dönen sarı gözlerine yayılan ifadeyi büyük bir sakinlikle izledim. “Seni çok beklettim mi?”
“Hayır,” diye yalan söyleyip binaya doğru döndüm. Kıvılcım’ın düşmanca bakışlarının merkezindeki Barlas’ın açık renk gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. “Artık gidelim mi? Geç kalırsak yerimize başkasını alabilirler.”
“Hagios bizim için burayla konuşmuştur,” dedi Hazal, dedesine ismiyle hitap etmesini garipsesem de üzerinde durmadım.
Bina Alaçatı’nın genel mimarisine uymayacak şekilde yeni ve üzerinde uğraşılmış gibi duruyordu; lükstü. İlk katının tüm duvarları camdandı, vitrine koyulmuş birçok korku öğesi vardı ve hepsi pahalı dekorasyon ürünleri gibi duruyordu. Giriş kapısı iki kanatlıydı, camdandı, kanatlar birleştiğinde bir markanın ismi ve logosu oluşuyordu. Evren’in hemen arkamda geldiğini cama düşen yansımasından görebilmek mümkündü. Barlas ise sanki Evren’i hiç tanımıyormuş gibiydi, birkaç kez gördüğü bir yabancıya nasıl olması gerekiyorsa, Evren’e karşı da öyleydi. Durum böyle olunca, aralarındaki asıl konunun ne olduğunu anlamak daha da imkânsız hâle geliyordu. Nasıl oluyordu da Evren ve arkadaşları söz konusu Barlas olunca karanlık ifadelere bürünüyorken, Barlas onlara hayatının hiçbir köşesinde karşı karşıya kalmadığı yabancılara bakıyormuş gibi bakıyordu? Belki de Barlas gerçekten onları tanımıyordu.
Zihnime bir yığın soru gübresi bıraktıktan sonra Hazal’a baktım. “Bugün kavga etmeyin, olur mu?” diye sordum yavaşça sokulup, kulağına doğru. “Dedene karşı mahcup olmak istemiyorum.”
“Rahatla,” dedi. “Buraya eğlenmek için geldim. Onu umursamayacağım bile.”
Başımı yavaşça salladım. Binadan içeri girerken yukarıdan akın eden klima rüzgârı, saçlarımı yavaşça uçuşturdu ve yüzüme düşen asi telleri kulağımın arkasına sıkıştırıp bizi girişte karşılayan genç adama baktım. Yazlık bir yerde yaşadığını belli edecek türden bir kapri, çiçekli tişört giymişti ve yüzü ile saçları tıpkı bir askeri andıracak şekilde tıraşlıydı.
“Hoş geldiniz, ben Arda,” dedi yüzünde muhtemelen herkese karşı takındığı, yapay ve sanki hiç silinmemesi için mürekkepli kalemle çizilmiş gibi duran gülümsemeyle. “Bugünün çığlıklarının sahipleri sizsiniz, öyle mi?”
Adama irkilerek baksam da içimde patlamak için hazırda bombayı anımsatan korkuyu çaktırmamak için bir şey söylemedim. “İçeride Uğur Bey bekliyor sizi,” dedi bize temiz, teknolojik maketlerin yan yana dizildiği uzun koridoru işaret ederek. “Size oyunun kurallarını anlatacak.”
Hazal, “Bu ayın konusunu merak ediyorum,” dedi gözlerini kısarak, adamdan bir cevap bekliyor gibi bir hâli vardı.
“Uğur Bey size konudan bahsedecektir,” dedi adam. “Keyifli vakit geçirirsiniz umarım. Hoş, keyifli vakitten çok korku dolu anlar geçireceğinizi düşünüyorum ama… Bu ayın konsepti epey farklı çünkü.” Adam bizden uzaklaşırken, koridorda ilerlemeye başlamıştık.
“Merak yarattı dangalak,” diye söylendi Yavuz kendi kendine. “Sanırsın cehennemden özel zebani getirtti bana.”
Kıvılcım, “En çok korkan Gülçehre değil de sen olacaksın, her iddiasına varım,” diye takıldı kolunu Yavuz’un omzuna atarken. “Korkma, kadının burada…”
“Haha, nasıl komik ya,” diye söylendi Yavuz. “Ben mi korkacakmışım? Hayatımda hiç korkmadım…”
“Sen mi hiç korkmadın?” Kıvılcım, güldü. “Dabbe’nin ilk filminden bile korktun sen. İlk filmi ya… Tüplü bilgisayarlardan gelen bir virüstü konu, bundan korktun…”
“Korkmadım, ayıp olmasın diye korkmuş gibi yaptım ben. İkisi aynı şey değil. Sen sanata ve sanatçıya verilen değerden ne anlarsın, ahmak kadın.”
“Evet, sırf bu yüzden tüplü bilgisayarını balkondan aşağı atman da kesinlikle benim hayal ürünümdür,” dedi Evren sonunda aramıza dahil olmuş gibi. Omzumun üzerinden ona baktım, yüzünde kemik kadar sert bir ifadeyle sadece koridorun sonunu izliyordu.
“Ben bilgisayarı korkumdan mı attım? Ondan atmadım,” dedi Yavuz kendini savunarak. “Öfkelendim, haşin bir erkek olduğum için sinirlenince bir şeyleri kırar ve dökerim, haşin erkekler böyle yapar.”
“Tamam, haşin erkek,” dedi Kıvılcım. “Tek bir çığlık bile atmadan çık, akşama bak neler yapacağım sana…”
“Kıvılcım, bağırırsam şerefsizim,” dedi Yavuz heyecanlı heyecanlı. “En adi yavşağım bağırırsam…”
“İnanmak istiyorum sana…”
“İnan bana Kıvılcım, ben sana hiç yalan söylemedim.” Durdu. “Yani maç günlerini saymazsak söylemedim ve sana uyuyorum deyip telefonda oyuna girdiğim günler dışında hiç yalan söylemedim.”
Kıvılcım, duraksadı. “Ne?”
“Unut bunları, yok bir şey, seni kandırdım, gördün mü?” Kıvılcım’ın yanağından öptü. “Aşkımızı test ediyorum sadece…”
“Bir şeyler oldu az önce,” dedi Kıvılcım. “Tufaya düşürme beni.”
“Kim düşürmüş kimi? Yok öyle bir şey. Eee, ne yapacaksın akşam bana? Biraz anlatsana ucundan. Yani şöyle ki öyle bir şey söyle ki bana, cin gelip burnumun önünde kabilesine ait garip bir dille bana bağırsa bile korkmayayım ve Nas suresini okuyabileyim. O kadar sakin kalabileceğim bir şey olsun. Hadi.”
“Yavuz, sen bir şeyler mi karıştırıyorsun? Sadece soruyorum bak, kızmayacağım. Bana uyuyorum dedikten sonra oyuna mı giriyordun sen?”
“Ne oyunu kızım, koskoca adamım ben, haşin erkeklerin oyun oynadığını mı gördün? Benim kadar haşini kalkacak bir de oyun oynayacak? O kadar haşinim ki, mağarama çekilip duvarlara senin resmini çiziyorum ben, haşin bir şekilde tekerleği icat edip sana gelmenin yollarını arıyorum.”
Kıvılcım, “Yavuz,” dedi sakince. “İlk insan mısın?”
“Oga buga,” dedi Yavuz sakince.
“Ne?”
“Senden önce konuşmayı bilmiyordum, tek bildiğim oga buga demekti, dilim buydu, ateş falan yoktu, çiğ yiyordum eti. Sonra seni gördüm, mağaraya resim çizmeyi öğrendim ve ateşi bulup önce kendimi yaktım… Senin için…”
Hazal yavaşça kulağıma yaklaşıp, “İleride böyle olmamak için hayatıma hiç erkek almıyorum. Bir süre sonra bütün ilişkiler tam olarak buna evriliyor,” diye fısıldadı.
Yavuz, “Bu arada bu koridor neden hâlâ bitmedi, Sultan Süleyman’ın haremine girdik de yürü yürü bitmiyor sanki,” dedi gözlerini koridora çevirerek. “Sallayabileceğim yalanların sonuna geldik, koridorun sonuna gelemedik.”
“Bu konu burada kapanmadı, Yavuz,” dedi Kıvılcım, gözlerini önüne çevirdi. “Oyun konusunun hesabını vereceksin yani.”
“Benim vereceğim tek hesap Allah’a. Nasıl olur da ondan çok seni severim, bunun hesabını soracak bana…”
“Ay ben kusacağım ama artık ya,” diyerek Yavuz’a doğru döndü Hazal, kaşları çatık, yüzünde tiksinti dolu bir ifade vardı. “Gökyüzünden dev bir çıplak Kıvılcım düşmesini mi bekliyorsun sen kardeşim ya? Bu hareketlerin çok abartılı.”
“Haklı,” dedi Kıvılcım. “Yapışma bana.”
“Bundan sonra sadece oga buga,” dedi Yavuz. “Siz şiirden ne anlarsınız?”
“Ya he oga buga, yürü hadi,” dedi Evren birden Yavuz’u ensesinden öne doğru iterek.
“El kol yapma.” Yavuz elini tehditkâr bir şekilde kaldırıp sallayarak Evren’e baktı. “Ben yapmıyorum bak, el kol yapma.”
“Yaparsam ne olur?”
“Yapma.”
“Velev ki yaptım? Ne yaparsın?”
“Bir şey yapacağımdan değil.” Yavuz parmaklarını birleştirerek kalp yapıp, kalbin içinden Evren’e baktı. “Ellerin yorulur diye korkarım…”
“Gençler,” diyen adamın sesi, tüm kafaların sesin geldiği yöne dönmesine neden oldu ve ortada asılı duran konu, bir toz bulutu gibi dağılarak yok oldu. “Hoş geldiniz. Ben Uğur. Öncelikle telefonlarınızı ve değerli eşyalarınızı size özel şifreyle kilitlenen dolaplara bırakın isterseniz. Şöyle buyurun.”
“Geçelim Uğurcuğum,” dedi Yavuz, Uğur’un eliyle gösterdiği araya girerek. “Şöyle mi geçiyoruz?”
“Evet,” dedi Uğur gülerek.
Barlas, “Konudan bahsedecek misiniz?” diye sordu gözlüğünü başından alıp, gözlüğünü uzun, parlak çubuklarını içe doğru yatırarak.
“Gözlüğünüzü de eşyalarınızla birlikte kilitli dolaplara bıraktığınızda, evet,” dedi Uğur aynı gülümsemeyle.
Hazal, “İyi oldu söylediğiniz. Gözlüğüyle girip sivrisinek gibi dolaşabileceğini sanıyordu içeride,” deyince, Uğur eliyle ağzını saklamaya çalışıp yavaşça güldü. Bir an ben de gülmek istedim ama kabalık yapmak istemediğimden sakince gözlerimi kaçırmakla yetindim.
Uğur’un gösterdiği, bizim için özel olarak şifrelenen dolaplara eşyalarımızı bıraktıktan sonra oradan çıktık ve loş ışıklı dar bir koridora girdik. Koridorun kavlamış duvarlarında eskimiş, kenarları sökülmüş ya da yapışkanı etkisini kaybettiği için yüzüstü aşağı doğru sarkmış posterler vardı.
Uğur, “Öncelikle, bu kez kaçmanız gereken canavarlar yok, kaçmanız gereken bir katil var,” dediğinde, bir an tüylerim dikildi ve endişeyle Uğur’un profiline baktım. Herkes büyük bir dikkatle onu dinliyordu. “Bu katil, aranızdan biri olacak. Şöyle ki, kura çekilecek ve kurban kartlarının içinde bir de katil kartı olacak. Bu kartları çekeceksiniz, katil kime gelirse, o kendini asla belli etmeyecek ve sonra hepinizi özel odalara alacağız. Bu odalarda çözmeniz gereken şifreler ve ankesörlü bir telefon sizi bekliyor olacak. Bu telefon sayesinde bizimle iletişimde olacaksınız. Birbirinizi bulmaya çalışmak için odalardan çıkmak zorunda kalacaksınız… Koridorda ise sizin için gezinen acımasız bir katil dolanıyor olacak.”
“Katil ben olursam, istediğim kişiyi öldürebiliyorum ve bir ceza yaptırımı uygulanmıyor, değil mi?” diye sordu birden Yavuz, ciddi bir sesle. Ona baktığımızı görünce de “Ne?” diye sordu. “Siz hiç şiir yazan katiller görmediniz mi? Ben onlardanım.”
“İsmin nedir?”
“Yavuz.”
“Yavuz, eline bir bıçak vereceğiz ve bu bıçağı birine sokma konusunda da serbestsin. Zaten bıçak tene temas ettiği an içeri kaçan şaka bıçaklarından. Bir kaza yaşanmayacak, endişelenme.”
“Ee ne anladım ben o işten?”
“Neyin peşindesin tam olarak?” diye sordu Evren sakince.
“Ne bileyim, belki cinnet geçirip hepinizi öldürmek isteyeceğim o an, bana oyuncak bıçakla adam mı öldürteceksiniz?”
Uğur gülerek, “Ayrıca, her ne kadar karanlık olsa da fiziksel özelliklerinizden tanınmamanız için bir cübbe giyecek, epey ünlü bir filmin maskesi olan çığlık maskesini takacaksınız. Şöyle düşünün, katil çığlık filmindeki katilin ta kendisi olacak. Yine fiziksel özelliklerden katili ayırt edememeniz için katilin bir bisikletin üzerinde olması gerekiyor. Bisiklet kullanmayı bilmiyorsanız sorun değil, üç tekerlekli küçük bir oyuncak motor olacak bu. Herkes rahatça sürebilir,” dedi.
Bir an hepimiz donup kaldık.
“Uğur,” dedi Evren sakince. “Sen tam olarak ne yaşansın istiyorsun?”
Uğur, gülümsedi. “Eğlenceli olsun istiyoruz sadece.”
Barlas, “Katil dışındaki herkes eğlenecek bence,” dediğinde, Hazal gözlerini devirdi.
“Senin bir fikrin de olmasın ya.”
“Geldiğimden beri sadece iki kez konuştum,” dedi Barlas sakince.
“İstersen hiç konuşmamış ol, nefes alsan da batıyor bana.”
Barlas gözlerini devirip, bakışlarını Uğur’a çevirerek, “Katilin kim olduğunu bulmamız gerekiyor, değil mi?” diye sordu.
“Evet. Katil koridorlarda dolaşıyor olacak, birbirinizden şüphelenmemeniz için katil sık sık cübbesini ve maskesini çıkarıp sizinle kendi olarak iletişim kuracak,” deyince, irkilmiş gözlerimi Uğur’dan çekmeden sertçe yutkunup kaşlarımı çattım.
“Bu çok ürkütücü olmaz mı? Kime güveneceğiz?”
“Kimseye,” dedi Uğur, koridordan yayılmaya başlayan uğursuz melodi, bir piyanonun üzerinde uzanan cesedin yere damlayan kanının dökülürken çıkardığı ürpertici seslere benziyordu. Uğur, gülerek koridorda baktı. “Bu oyunda size kendinize bile güvenmemeniz gerektiğini öğreteceğiz aslında. Hem eğlenip hem gerilimi tadacaksınız. Korkmana gerek yok, genelde komik sahnelere tanık oluruz burada.”
“Peki bu katil hiç konuşmayacak mı?” diye sordu Hazal. “Sesi onu ele verir.”
“Koridorda ilerlerken yan yana olmadığınız sürece birbirinizin seslerini duyamazsınız, koridorlarımız buna uygun şekilde tasarlandı. Bu yüzden katil konuştuğunda, maskesine yerleştirilen mikrofon onun sesini farklı bir titreşimle birleştirip değiştirecek. Yani konuşan bir kadın mı erkek mi asla bilmeyeceksiniz.”
Kıvılcım, “Yavuz olursa ben anlarım,” dedi dudaklarını bükerek. “Kimse benim sevgilim kadar şiirsel bir şekilde saçmalayamaz.”
“Kadına bak ya, beni köpek mi etmek istiyorsun kendine? Uluyayım mı şimdi ya ben? Pati mi vereyim sana, kuyruğumu mu sallayayım ya?” Yavuz, Kıvılcım’ı ince belinden tutup kendine çekince gülümsedim. Bir anda kurt gibi uludu. “Nasıl tanıyor beni ya…”
“Yılışma, içeride çığlığını duyduğum an, her şeyi unut…”
“Boğazıma bıçağı dayayıp beni oyuncak bıçakla öldürseler sesim çıkar mı sence…”
“O hâlde sizi kura için odaya götürüyorum, ardından da maceraya başlıyoruz gençler,” dedi Uğur, gülümsediğinde yüzündeki arazide geniş çukurlar büyüyordu. Gök mavisi gözleri, ucu yukarı bakan düzgün bir burnu, kurumuş başak renginde kumral saçları vardı. Yüzünde var olan gülümseme, biraz önce girişte bizi karşılayan adamın, yani Arda’nın herkese gösterdiğine emin olduğum çizilmiş, yapay gülümsemesinin aksine içtendi.
İnsanları incelemeyi sevdiğimi yeni yeni fark ediyordum. Oysa, elimde bir manganın herhangi bir cildiyle, saçlarım rüzgârın dokunuşlarıyla uçuşurken bir bankta oturmuş, denizin iyotlu kokusunu ciğerlerime doldurup insanları izlerdim. İnsanların yüzlerine çizilmiş çizgilerin, gözlerine oturmuş ifadelerin ardında koskocaman hikâyeleri olduğunu bilir, çoğu zaman onlara kendi kafamda hikâyeler yazardım. Hiçbir zaman kendi hikâyemin ana karakteri olmamıştım, her zaman bir sonrakiydim, diğer kişiydim, yan karakterdim ve başkalarını hikâyemin ortasında oyuncaklarımmış gibi oynatırdım. Kurgulamayı seviyordum, çoğu zaman boş bir sayfada bile hareket eden hikâyeler görürdüm ve her sabah bir başkasının gözleriyle dünyayı izliyormuşum gibi hissederdim. Kendi gözlerim olduğunu, bir hikâyem olduğunu, benim de yaşamaya hakkım olduğunu bana Evren Kuran öğretmişti.
Bir kürenin içinde küçük mektup zarflarını anımsatan eskiz görüntüdeki zarflardan birine uzanıp onu parmaklarımın arasına aldığımda, içimde bir korku vardı çünkü katil ben olmak istemiyordum. Uğur, herkes bir zarf çektikten sonra küreyi yüksek, metal masanın üzerine bıraktı ve kalçasını masaya yasladıktan sonra kollarını göğsünün üzerinde düğümleyerek bizi izlemeye başladı.
“Kimse birbirine zarflarını göstermesin ve okuduğu kelime her ne olursa olsun, birbirine hiçbir şey söylemesin. Herkes zarflarının içinde yazanları okuduktan sonra zarflarını yeniden kapatıp bana versin.”
Zarfı yavaşça açtım, kulağını yukarı kaldırdım ve birilerinin içindeki kâğıtta yazanı okumamasını sağlayacak ortamı yaratıp sert bir kartı anımsatan kâğıdı yavaşça yukarı çektim. Kâğıtta yazan ‘kurban’ yazısını gördüğüm an, sırtımdan koca bir yükün çekilip alındığı andı ama bir şeyleri belli etmeden kartı zarfın içine geri yerleştirip kapattım ve Uğur’a uzattım.
“Şimdi hepiniz gördüğünüz bu kapıdan girerek, soldaki ilk odaya girsin ve sonra bir arada durup sizle iletişim kurmamızı bekleyin.” Uğur, tüm zarfları yavaşça topladı ve gözlerini bize çevirdi. “Bol şans.”
Uğur’un bizi soğuk hava deposunun kapısına benzer kalınlıktaki çelik bir kapıya yönlendirip, o kapıdan geçirmesiyle macera başladı. Hepimiz tedirgindik çünkü çelik kapının arkasında bizi karşılayan karanlık koridor soğuk ve ıssızdı. Bir baykuş sesi duyulunca yutkunup kollarımı bedenime sardım, çıplak koluma bastırdığım parmağım korkumu biraz olsun kafeste tutabilmemi sağlıyordu ama yine de tedirgin hissediyordum.
“Duydun mu kız?” diye sordu Yavuz, yavaşça bana yaklaşıp, nefesini kulağıma vererek. “Baykuş öttü, bugün biri ölecek.”
“Git ya,” diyerek ondan uzaklaştım. “Ne alakası var?”
“Bilmiyor musun? Baykuş öterse, biri ölür.” Yavuz gözlerini kıstı, karanlığın etkisiyle yüzünün belli kısımları silinmişti ama parlayan gözlerini görebiliyordum. Evren, Yavuz’un ensesine sertçe vurdu.
“Uğraşma,” dedi sert bir sesle. “Katilin elindeki şaka bıçağını alır, şakasız bir şekilde seni öldürürüm.”
Barlas, “Hep böyle korkutur musunuz arkadaşınızı?” diye sorunca, Evren’in de Yavuz’un da karanlığa rağmen görünen gözlerine çöken karanlığı izledim. Ona herhangi bir cevap vermeseler de ortamdaki gerginliği net bir şekilde hissedebiliyordum. “Evren sana karşı hep koruyucu, bu yüzden şanslısın, Gülçehre.”
Barlas’ın duygulardan arınmış sesine rağmen içime dolmuş panikle, “Evet,” dedim. “Beni daima kollar.”
Evren konuşmuyordu, Yavuz’da da belli bir sessizlik çok ani bir şekilde hâkim olmuştu. Bu beni şaşırtsa da üzerinde durmadım. Kolum hafifçe soğuk bir yüzeye sürtününce, irkilerek geri çekilip gözlerimi karanlık duvar dibine çevirdim ve parıldayan metali gördüm. Bir şövalye zırhı tam karşımda duruyordu, şövalye zırhının gözlerindeki karanlık boşluktan birdenbire kızıl bir ışık yayılınca, dudaklarımdan kısık bir çığlık döküldü ve Evren’in arkasına saklanıp, tişörtünün kumaşını avuçlarımın arasına alarak korku dolu gözlerle şövalyeye baktım.
“Gözlerini gördün mü?” diye sordum korkudan titreyen sesimle. “Çok gerçekçi yapmışlar, onu hiç sevmedim. Çok korkunçtu.”
Evren’in birden belime kayan eli, zihnimde parlayan bir yıldırımdan farksızdı; çok geçmeden o yıldırım düşüncelerime düştü, düşüncelerim alevlerin esiri oldu, kelimeler alevlere tutundu ve ateşi büyüttü, sonra da dev bir yangın seli oldu. Dokunuşunu tenimde bariz bir şekilde hissederken, parmak uçlarında keşfedilmeyi bekleyen okyanus dipleri vardı; okyanusun diplerinde el değmemiş, yosun bağlamış eşsiz hazineler saklanıyordu. O bana dokunduğu an, kimsenin dokunmaya cesaret edemediği o hazineler önüme serilmiş gibi hissetmiştim. Bu elimde değildi.
“Korkma,” diye fısıldadı sadece benim duyabileceğim bir tınıyla. “O yalnızca bir aksesuar, hepsi bu.”
“Ama gözlerinden kırmızı ışınlar çıkıyordu!”
Barlas’ın yavaşça güldüğünü duydum, Evren parmaklarını belime gömerek beni önüne çekti ve şövalyenin demir miğferine vurarak, “Aksesuar, içine ışık koymuşlar, senin gibi çocuklar korksun diye,” dedi donuk bir sesle.
Ona güvendiğimi, o boş bir tenekeye vurur gibi beni korkudan öldüren şövalye zırhına vurduğu an daha net anlamıştım. Bir an korku, kıyıyı dövüp kıyıdan koparmak istediği her şeyi kopardıktan sonra geri çekilen dalga gibi içimde bir yere çekilerek beni özgür bıraktı. Gözlerimi kaldırıp karanlığın yuttuğu mermeri anımsatan suratına baktığımda, onun yeşil gözleri şövalyedeydi.
Şu an şövalyeye benzeyen oydu.
Bizi içine doldurdukları odada göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı. İçeride yükselen bıçak kesiği sesleri ve baykuş sesleri zihnime dolarken yavaşça duvar kenarına geçip, kimseyi net bir şekilde görememenin rahatsızlığıyla yutkundum.
“Beni duyuyor musunuz?” diye yükselerek etrafa dağılan o korkunç ses, irkilip duvara yaslanmama sebep olunca, sesin nereden geldiğini anlamak istiyormuş gibi kafamı kaldırıp karanlığı inceledim. “Siz beni göremezsiniz cici olan, boşuna bakınma.” Ürkmüş bir şekilde yutkundum, beni görebiliyordu. Bu durumu daha korkutucu kılmıştı. Benim göremediğim bir şey, karanlığa rağmen beni görüyor ve benimle konuşuyordu. Bu her ne kadar bir insan da olsa, insanda çok garip duyguları harekete geçiriyordu. Sırtımı duvara bastırarak etrafıma bakmaya devam ettim, bunu gördüğünü biliyordum.
“Sen, gevşek olan,” dedi birden korkutucu ses. “Evet evet, parmağıyla kendini işaret eden, senden bahsediyorum.”
“Ha, efendim?” diye sordu Yavuz. “Ne oldu?”
“Ellemeye çalıştığın kişi sevgilin değil, dikkat et, kumral olan sırığı elliyorsun. Sivrisinek gözlüğü takan.”
Yavuz irkilerek, “Lan neden sesini çıkarmıyorsun? Hoşuna mı gitti?” diye sorunca, Barlas sadece güldü.
“Ne kadar ileri gidebilirsin diye merak ettim…”
“Homofobik değilim ama ahlâksızlığın gereği yok,” dedi korkutucu olan. “Kıvırcık, biraz gülümse. Dram filmine gelmedin.”
“Bana mı dedi o?” diye yükseldi Hazal.
“Evet, atarlı, sana dedim.”
“Uğur, bak sensen bozuşuruz kanka,” dedi Yavuz, onu göremesem de el kol hareketi yaptığını hayal edebiliyordum. “Sesini nasıl değiştirdin lan öyle? Kıvılcım, böyle korkutucu sesler çıkarsam çok iyi değişiklik olmaz mı?”
“Şeytan filmindeki turuncu kızın mavi gözlerine benzeyen korkutucu lensleri takan kız,” dedi birden korkutucu ses. “Sevgilini sustur.”
“Öncelikle, lenslerime kurban ol, bunlar olmasa önümü göremezdim şu an,” dedi Kıvılcım sertçe. “Sonralıkla, Yavuz susar susmaz sana ne tam olarak?”
“Önce seni öldürteceğim.”
Kıvılcım’ın duraksadığını hissettim. “Ne?”
“Elimi bıçak şeklinde boğazımın üzerinde kaydırıyorum, senin için. The end.”
“Ben bunu zor buldum, onu öldürme, kumral sırığı öldür, kendini elletti bana,” dedi Yavuz.
“Bunu derken, Yavuz?” diye sordu Kıvılcım iğneleyici bir sesle.
“Yavuz, kardeşim öncelikle Allah sabır versin, umarım ilk ölen sen olursun ki zaten sona kalmazsın bu kız yanındayken,” dedi korkutucu ses.
“Ben susma hakkımı kullanıyorum, yoksa akşam yalnız yatan ben olurum, siz değil canavar adam,” dedi Yavuz sakince. “Görevimiz nedir?”
“Görevi ben canım isterse söylerim,” dedi birden korkutucu ses. “Seni harcarım, Yavuz.”
“Uğur, bak sensin biliyorum.” Birinin hızlı hızlı yürüdüğünü hissettim ama gölgelerden başka bir şey göremiyordum. “Bak beni oraya getirme.”
“Gel hadi lan,” dedi korkutucu ses. “Çekil önümden, ne el kol yapıyorsun havaya doğru hıyar?”
“Katil kim biliyor musun lan? Belki benim katil?” diye sordu Yavuz. “Rejiyi basar, oyuncak bıçağımla keserim lan sesini senin.”
“Katilin kim olduğunu biliyorum geri zekâlı, sen daha etrafını göremiyorsun, ben seni izliyorum.”
“Doğru dedin.” Yavuz durup çenesini kaşıdı. “Ben değilim katil.”
“İnsanları neden kandırıyorsun, Yavuz? Neden gerçeği söylemiyorsun?”
“Nasıl yani?”
“Katilin kim olduğunu.”
“Ben miyim?”
“Bilmem,” dedi korkutucu ses ardından alayla güldü. “Sen misin?”
“Ben miyim?”
“Şu salakla değil daha yetkili biriyle görüşebilir miyim?” diye sordu korkutucu ses.
“Salak mı? Bendeki de kalp kardeşim. Kırılıyorum artık.”
“Sus,” dedi korkutucu ses, araya bir duvar örerek. “Sen. Sinsi olan. Gece görüşü mü var senin gözlerinde, nasıl oluyor da küçük tırtılı görüyor gibi dikkatle izleyebiliyorsun?”
“Küçük tırtıl umuyorum ki ben değilimdir,” dedi Yavuz. “Biri arkada götümü mü kesiyor ve bu kişi Evren mi? Tek sinsi o.”
“Küçük tırtıl kendini biliyor, karanlıkta bile yanakları kızardı. Hey, sinsi olan, bir adım öne çık.” Yanaklarımın içini dişleyerek etrafıma bakındım ve hemen yanımdan birinin bir adım öne çıktığını hissettim. “Donuk sırık, sen yetkili birine benziyorsun.”
“Evet,” dedi Evren donuk bir sesle. “Görevleri söylemeni bekliyorum.”
“Nesin sen bir milyonluk soruyu sorduktan sonra parmağını çenesine bastıran Kenan Işık mı?” diye sordu korkutucu ses. “Daha eğlenmedim ben.”
“Görevler?”
“Kardeşim, eğlenmedim ben daha.”
“Eğlenmesi gereken biziz, söyleyecek misin?”
“Ne öyle artist artist intikama gelen donuk Ezel bakışları atıyorsun, az önce kumar masasında caka satarken Eyşan’ı gören Ezel gibi bakıyordun tırtıla, gördüm seni. Karşında Cengiz yok senin, Eyşan’a bakıyor gibi bakmazsan görevleri söylemem.”
“Ezel’i izlemedim,” dedi Evren sabit bir sesle.
“Yalan atma, sende tam Ömer tipi var. Dikkat et, etrafta çok fazla Cengiz ve Kerpeten Ali görüyorum.”
“Söyleyecek misin artık?”
“Ne bu pozlar, sen kendini Best Model of Turkey’de falan mı sanıyorsun?”
“Tamam,” dedi Evren ama sesine yayılmış tehdidi solumuştum. Sırtımı duvara yaslayıp beklemeye başladım.
“Sence katil kim, Evrenciğim?” Bir çakmak sesi duydum, biri sigarasından derin bir nefes aldı ve üzerimize üflüyormuş gibi nefesini dışarı bıraktı. “Sen olabilir misin?”
“Kurban ya da katil olduğumuzu söylemek yasak,” dedi Evren. “Belki de katil bile yoktur, bizi sazanlıyorsundur.”
“Şahsen ben inandım,” dedi korkutucu ses, ardından güldü. “Peki ya katil tırtılın çıkarsa? Her insan öldürür mü sevdiğini sence?”
“Ben katil değilim,” dediğimde, korkutucu ses sigarasından bir nefes daha çekip nefesi usulca üfledi.
“Chucky de oyuncak bir bebekti başta, tırtıl,” diye alay etti. “Eline bıçağı alınca neler yaptığını gördük…”
“Gül çocuğuma mı yanlıyor lan bu?” diye sordu Yavuz birden. “Hop, bir dur bakalım koçum, abisi burada. Tırtılmış, oyuncak bebekmiş falanmış. Bak buranın çıkışı da var. Buradan çıkarım ama hayatından çıkmam.”
“Sen git Barlas’ın götünü elle, sevimsiz,” dedi korkutucu ses. “Tipe bak, yürüyen nargile.”
“Oğlum sen bizim isimlerimizi nereden biliyorsun lan? Bir şey diyeceğim, Uğur diyorsunuz da orada oturan Hagios olmasın,” dedi Barlas, kaşlarını çattığını hissedebilmiştim.
“Fikir belirtti bal kabağı,” diye alay etti korkutucu ses.
“Fikir belirtmedim, olasılıkları sundum. Kimsin sen?”
“Eben.”
“Oğlum bak bel altı vuruyorsun,” dedi Barlas ters bir sesle.
“Az önce Yavuz seni ellerken sesin çıkmıyordu.”
“Konuya beni katma birader, ben elleyip squatlı bir alanı tutunca Barlas’ın squat yapabileceğini hiç aklıma getirmeden girişimde bulundum.”
“Ne birader diyorsun lan andaval? Belki kadınım ben,” dedi korkutucu ses ve o an Yavuz’un cevabı kahkaha atmama neden oldu.
“Lan eğer bu ses bir kadına aitse, Barlas’ın götüne kafamı koymazsam ben de adam değilim.”
“Adam mısın lan sen?”
“Değil miyim?”
“Değilsin.”
“Hiçbir şey diyemiyorum şu an, Yavuz,” dedi Kıvılcım. “Buranın bir de çıkışı var.”
“Benle ne ilgisi var konunun, Kıvılcım? Göremiyorum da seni zaten. Bilmiyor musun gül yüzünü görmeyince bende bazı şeyler hiç yolunda gitmiyor. Keşke yüzünü görsem, güneş doğsa bu karanlık odaya…”
Korkutucu ses kusuyor gibi bir öğürtü sesi çıkardı.
“Bir aile faciası yaşatacak bu bize,” diye söylendi Yavuz.
“Yavuzcuğum, seni dışarı alalım artık istersen,” diye alay etti korkutucu ses. “Nasılsa şu an olduğundan daha ölü olamayacaksın artık…”
“Alay ediyor bir de benimle pezevenk.”
“Şş, edep yahu,” dedi korkutucu ses. “Neyse, sıkıldım sizden. Sen, tırtıl, ilk odadasın. Birinci oda. Kıvırcık, ikinci oda. Dabbe lensli kadın üçüncü oda, üç harflilere benziyorsun diye gönderme yaptım, bence bu iyiydi, kabul et. Dördüncü oda donuk olan sırık, beşinci oda kumral, altıncı ve son oda karpuzcu Yavuz’un.”
“Ne yapacağız o odalarda?” diye sordu Hazal. “Yani bir şifre falan mı arayacağız?”
“Sen öfkelenip kumralı koridorda bir yerde katilden önce öldürme diye seni izole ediyoruz sadece,” dedi korkutucu ses.
“İsimlerimizi net olarak nereden biliyorsun bilmesem de bence sen net Uğur’sun,” dedi Hazal, sesindeki kuşkuya kulak verdim.
“Aa ne ilgisi var be, hiç de değilim ben Uğur falan. Senin saçların kafana ağırlık yapmış.”
“Sensin.”
“Yoo.” Bir çayın höpürdetme sesi yükseldi, ardından korkutucu ses derin bir oh çekti. “Hadi, katil aranızda, unutmayın ve arkadaşınız sanarak yaklaştığınızda sizi öldürebilir. Bol şans demiyorum, eğlendirin beni.”
Korkutucu sesin çayını höpürdetme sesleri, baykuşların uğursuz uğultularına karışarak etrafa yayılırken ürkerek kapıya yöneldim. Birine çarpınca, sert ve pahalı bir erkek parfümü kokusu ciğerlerime dolarak içimi sıkıştırdı; kafamı kaldırıp karanlığın örttüğü bedene baktığımda, bedenin sahibinin elleri omuzlarımda duruyordu. Tanıdık bir kokuydu ama yine de çok aşina olmadığımdan kafam karışmıştı.
Biri çayı püskürtüyormuş gibi ses çıkarıp, “Donuk!” diye seslendi. “Tırtıla sahip çık. Göremiyor önünü.”
Bakışlarımı karanlık yüze çevirdim ama yüzün sahibi sanki benim kim olduğumu biliyormuş da ben onun kim olduğunu bilmeyeyim istiyormuş gibi sessizdi. Bir el yavaşça belime dokununca, omzumda duran ellerin ağırlığının, belime dolanan ellerin yanında aslında kuş tüyü kadar hafif olduğunu fark ettim. Biri beni sertçe kendine doğru çekti, tanıdık koku ciğerlerime yerleşti ve karanlığa rağmen yeşil gözlerini yüzümde, saçlarımda, ruhumda hissettim.
“Gülçehre,” diye mırıldandı Barlas, belimde duran ellerin sahibinin de bakışlarının tıpkı benim gibi sesin geldiği yöne çevrildiğini hissettim. “Korkmana gerek yok, hepimiz buradayız.”
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım sadece ama az önce omuzlarımda duran ellerin sahibinin kim olduğunu artık daha iyi biliyordum.
Evren, bir an parmaklarını belimin boşluğuna öyle sert bastırdı ki, dudaklarımdan firar edecek her kelimenin acı yüklü olacağını düşündüm. Sessizlik üzerimize tıpkı bizi arkasına alarak gizleyen karanlık gibi serildiğinde, kapı açıldı ve koridorda korkunç kahkaha sesleri büyüdü. İrkilerek ilk kapıya yöneldim, kapının üzerindeki bir rakamının rengi kırmızıydı ve içinde küçük, parlak yansımalar olduğu için karanlığa rağmen görünüyordu. Yalnız başıma o odada olacak olmak beni ürkütse de kapının önüne geldiğim an omzumun üzerinden koridorun diğer ucuna baktım. Karanlık gökyüzünde uçuşan yarasaların gölgeleri koridorun zeminine düşüyor, kanat sesleri zihnime dolarak gerginliği hat safhaya taşıyordu.
“Bir şey olursa beni ara,” dedi Evren sabit bir sesle.
“He canım arar arar,” dedi korkutucu ses arkadan. “Hepinize görevler vereceğim ve katile yakalanmadan koridora çıkıp bu görevleri de tamamlayacaksınız, anlaştık mı? Tırtıl, odana gir lütfen.”
Başımı salladım, beni gördüğünü biliyordum. “Seni ararım,” diye mırıldandıktan sonra odanın kapısını araladım. Yağlanmayan kapının gıcırtısı sinir bozucu bir ahenkle koridora ışık gibi uzandı, dişlerimi kamaştıran ses karşısında burnumdan sert bir nefes bıraktım ve beni bekleyen karanlık odaya ilk adımımı attım.
İçinde olduğum odanın ahşap sürgüleri birden çekilince, olduğum yerde zıplayarak kapıya doğru döndüm. Kalbimin atışları boğazıma tırmanıp, soluğuma zehirli bir yılan gibi dolanmıştı. Birden havadan önüme sarkan örümcek ağı yüzünden dudaklarımdan bir çığlık koptu, çok geçmeden ağın ucundaki zarfı fark edip tavana baktıktan sonra, gördüğüm karanlıktan bir çıkarım yapamayarak zarfı ağdan çıkarıp açtım.
Düzgün bir el yazısıyla, ‘Herkes öldüğünde evde, bebeğin beşiğinden duyulacak acı ağlama sesleri. Annenin sütü duvarlardan kan renginde akarken, katil seni aramaya başlayacak,’ yazıyordu. Kâğıda kan renginde mürekkeple kazınmış yazıyı güçlükle okuduktan sonra kâğıdı katlayıp zarfa koydum ve ankesörlü telefon iç titretici bir şekilde çalmaya başladı.
Kendimi bir korku filminin ilk sahnesinde ölmek zorunda olan yardımcı karakter gibi hissediyordum. Ürkek adımlarla telefona yaklaşıp telefonun ahizesini kaldırdım ve kulağıma yasladım.
“Kız bana bak,” dedi birden algılayamadığım bir ses, hattın diğer ucundan. “Alo alo, santral?” Bu Yavuz’du. “Kız, tek tek herkesi arayacağım, kim telefona çıkmazsa katil odur, sen değilsin, kapat şimdi.”
“Sadece bir arama hakkın kaldı, on dakikada bir, iki arama yapabilirsin geri zekâlı,” dedi korkutucu ses, etrafa çınlama gibi yayılan sesle birlikte dudaklarımı birbirine bastırdım. “Tek zeki sensin, karpuzcu Yavuz.”
“Yanlış ata oynayan çaycı Hüseyin gibiyim. Kapat ya.”
Telefonu kapattım ama sonra telefon birden yeniden çalınca, hâlâ ahizede duran elim titredi. Telefonu kaldırıp kulağıma yasladığımda, şimdi korkutucu sesin sahibi sadece benim duyabileceğim şekilde telefonun diğer ucundan benimle konuşuyordu.
“Tırtıl,” dedi sakince. “İlk görev senin. Sana gönderdiğim zarfı aldın mı?”
“Evet,” diye fısıldadım.
“Spiderman ile öpüşmeye hazırlanan Mary Jane gibi bakıyordun tavana, gördüm.”
Yanaklarım ısınsa da “Görevim nedir, Uğur?” diye sordum sakince.
“Ne Uğur’u ya, Uğur falan değilim ben.”
“Tamam…”
“Uğur falan ne demek şimdi ya…”
“Görev?”
“Ha, evet.” Kıkırdadı. “Salak olduğun için kâğıdı iyice incelemeden zarfa geri soktun, tebrikler, böyle bir olay olursa ölecek ilk kişi seçildiniz.” Kendi kendine gülme krizine girdikten sonra tekrar ciddileşerek korkutucu sesiyle konuştu. “Zarfı tekrar aç, sağına soluna iyi bak kâğıdın, bir şifre var. O şifreyi ezberle ve koridorun sonundaki sandığa git, sandığa yaklaştığını yarasalar sana saldırınca anlayacaksın.”
“Yarasa mı?”
“Oyuncak yarasa, salak.”
“Ha, ee?”
“Ne diyordum ben ya?”
“Yarasa diyordun.”
“Çin’in Wuhan kentiyle ilgili bir öngörüm var, kellepaça içmeye başlamazlarsa sonları gelecek.”
“Ne?”
“Yok bir şey, öngörüydü sadece, daha çok var,” diye söylendi kendi kendine. “Şifre diyordum ulan, kafamı dağıttın. Yarasalar kafana üşüşünce bil ki sandığa yaklaştın. Sandığı bu şifreyle açıp içinden ölü bebeği çıkaracaksın. Ölü bebek çıkmazsa bebeğin annesinin ruhu da musallat olacak size. Katile de yakalanmamaya bak. Gerçi yakalansan bile bence sana bir şey yapmaz. Popülersin katiller arasında.”
“Gidiyorum ben,” dedikten sonra telefonu sertçe kapattım ve zarfa yönelip, kâğıdı zarfın içinden çıkararak rakamları aramaya başladım. “3,” diye mırıldandım. “7…” Başımı salladım. “9.” Başımı tekrar salladım. “6, tamam.”
“Yüzüme telefon mu kapatıldı az önce, Gülçehre?”
“Uğur, bir saniye,” dediğimde, “Uğur ne alakaya ya? Uğur falan, saçma sapan,” diye söylendi.
“Çıkmam için kapının sürgüsünü açmam gerek, açayım mı?” diye sordum ve birden panikledim. “Sürgü nasıl kendi kendine kapandı, onu da anlamadım.”
“Buradaki her şey normal, sürgünün kendi kendine kapanması anormal. Saflık konusunda Aşk-ı Memnu Peyker görüyorum.”
Derin bir nefes alarak ürke ürke kapıya yönelip, sürgüyü yavaşça çektiğim anda kapıda kutu şeklinde bir aralık olduğunu gördüm. Dışarısı görünüyordu. Tıpkı mahkûmları içlerinde tuttukları bir hücredeymişim gibi hissederken, koridordaki hareketlilik bir an dikkatimi çekti ve parmaklarım kapının üzerinde asılı kaldı. Bir ses duyuluyordu, bir tekerleğin hareket sesi… Yavaştı ve her an küçük bir çocuk oyuncak motosikletiyle önümde belirecekmiş gibi hissettiren bir sesti.
Sonra onu gördüm. Çığlık maskeli, siyah cübbeli katili. Dört yaşındayken kullandığım oyuncak motor görünümlü üç tekerlekli bisikletin pedallarını güçlükle çevirip, büyük bir ağırlıkla önümden geçerek koridorun diğer ucuna doğru gitmeye başladı.
Bacaklarını öyle bir bükmüştü ki, uzun boylu biri olduğu kesindi. Bir ara oyuncak motor yan devrildi ve katilin homurtusunu duydum. Sesi komik bir şekilde ince yankılanmıştı. Bir kadın da olabilirdi, sesini değiştirmesine neden olan cihazdan da kaynaklı olabilirdi. Kara zorla motoru dik konuma getirdi ve durup dinlendikten sonra tekrar sürmeye başladı. Güçlükle çevirdiği pedallarla kaplumbağadan daha ağır bir şekilde gözden kayboluşunu izledim.
Beni görmemişti.
Korkmam gerekirken kendimi gülmemek için sıkarken ve dudaklarım şaşkınlıktan aralanmış bir şekilde öylece gidişini izlerken bulmuştum.
“Görevli olan kişi,” dedi ismimi katilin duymasını istemiyormuş gibi. “Görevini tamamlaman gerek.”
“Dur be,” diye çemkirdim kendi kendime. “O motorla zor döner geri, süremiyor zaten. Çıkıp hemen alırım bebeği.” Kapıyı yavaşça aralayıp kendimi dışarı attığımda, yarasalar kafamın üzerinde uçuşuyor, baykuşların sesleri koridorda çağlıyordu.
Ağır adımlarla koridorun diğer ucuna doğru ilerlemeye başladım. Bazen arkama bakıyor, muhtemelen bin ışık yılı sonra koridorun diğer ucuna varabilecek olan katilin gelip gelmediğini kontrol ediyordum. Şövalyelerden birinin kolu birden öne doğru uzanınca, olduğum yerde sıçrayarak gür bir çığlık attım ama çığlığım katil tarafından duyulamazdı. Uğur’un anlattığına göre sesimizi sadece yan yanayken duyabilirdik. Kollarımı bedenime sardım ve tam o sırada motorun tekerlek seslerini duydum. O sesi duyabildiğime göre, oyuncak motorlu katil bana son derece yakındı…
“Ay bu da nereden çıktı şimdi be?” diye çemkirerek beni korkutan şövalyenin arkasına sindim. Korkuyla ağzımı kapattığımda, işte şimdi yine ufukta belirmişti. Uzun dizlerini kırdığı için bacakları motorun iki yanından açılmış kara kanatlar gibi görünüyordu. Kafasını tamamen örten cübbe ayaklarını açıkta bıraksa da karanlıktan altında ne olduğunu çözmek imkânsızdı. Yine de motosikletini ve parlayan beyaz maskesini gayet net görüyordum. Bir an motorunu tam koridorun ortasında durdurdu ve kafasını omzuna doğru yatırıp etrafına garip garip baktı.
“Kimsin?” diye sorunca ince, yapay bir ses etrafa yayıldı. Bu korkunçtu. Elini beline atıp, cübbesinin içinde bir şeyi aramaya başladığında, savaşa girmiş gibi komik görünüyordu. Güçlükle cebinden bıçağını çıkardı ve avucunun içine aldığı bıçak sapını sıkıca kavrayarak bıçağı omzuna doğru kaldırdı.
“Katil,” dedi korkutucu ses. “Burada bir yerde kurbanın var.”
Katil kafasını diğer omzuna doğru eğip etrafa garip bakışlar atarken hâlâ oyuncak motorun üzerinde oturuyordu ve hâlâ elinde ileriye doğrultulmuş, tutuşu komik görünen bir bıçak vardı.
Kapılardan bir diğeri açıldı, biri koridora bir şey fırlattı ve fırlattığı şey her neyse, katilin kafasına sertçe vurunca, bıçak yere savruldu ve Yavuz bağırmaya başladı. “Kıvılcım, kaç küçük bebem, gelirim seni kurtarmaya!”
“Ben Kıvılcım değilim!” diye bağırdığımda, bu kez Yavuz tam tersi yönde çığlık atarak kolları havada kaçmaya başladı.
“Nereye gidiyor bu Ziya? Katil, kaçan salağı yakala,” diye söylendi korkutucu ses.
“Bu motorla mı?” diye sordu incelen yapay ses.
“Sana F16 mı koyacaktık buraya, 4×4 cip mi bekliyordun?”
Katil başını sallayarak motorunu yavaşça çevirmeye çalıştı, pedalı ve direksiyonu çevirse de motor dönmeyince bir an ayağa kalktı, motoru bacak arasında havaya kaldırıp döndürdü ve tekrar üzerine binip güçlükle pedal çevirmeye başladı.
“Şey,” diyerek katilin arkasından koşmaya başladığımda, aslında koşmadığımı, sadece yürüyerek katilin dibinde bittiğimi fark edince, katil bir an durdu ve sonra pedalı hızlı hızlı çevirerek benden kaçmaya başladı. Yerde duran bıçaktan sadece iki adım uzaklaşabildiğinden, bıçağı alıp havaya kaldırdım. “Bıçağınız?”
Katil durup omzunun önünden bana baktı. Başını yan yatırınca, maskesinden dolayı mıdır bilinmez korkmaktan ziyade gülme isteğiyle dolsam da bıçağı yavaşça yere koyup ona doğru ittim. “Kaçabilir miyim?”
“Kaç,” dedi erkeksi ama duyulması güç bir ses. Ardından, “Ulan yanlış ses,” diye düzeltti ve elini maskeye bastırınca ses inceldi. “Kaç, seni öldürmek için geleceğim.”
Bıçağını aldı, arkamı dönüp koridorun diğer ucuna koşmaya başladım ama sonra birden durdum ve omzumun üzerinden ona doğru baktım. Hızlı hızlı pedal çevirse bile, ne kadar efor sarf ederse etsin, az önceki yerde durmaya devam ediyordu.
Koşarak sandığı bulmak için koridoru aşmaya başladığımda, olayın ciddiyetini fark etmiştim. Katil her ne kadar yavaş biri olsa da yakalarsa bizi öldürürdü ve oyun dışı kalırdık. Oyun dışı kalmak istemiyordum. Koştuğum dar koridorda bir patlama sesi duyulunca, çığlık atarak geri çekildim ve kafama dökülen örümcek ağları beni yavaşlatırken, duvarın içinden önüme düşen tabutu gördüm. Tabutun etrafından tozlar kabararak havaya kalktı, korku, göğsümü birden çok büyük bir deprem gibi sararak titretmeye başladı.
Korkuyla tabutun önünde tutulmuş gibi durduğumda, yere düşen adım seslerini duyuyordum. Soluk soluğa arkamı dönmemle, güçlü kollar beni omuzlarımdan yakaladı. Kafamı kaldırdığım an, yeşil gözleri gördüm ve onun benim için burada olduğunu anladım. “Katil, Yavuz’u kovalıyordu,” dedim korkuyla, sonra birden omzumun üzerinden arkamda duran tabuta baktım. “Bu şey birden önüme düştü!”
“Korkma, düzenek işte,” dedi beni sakinleştirmek istiyormuş gibi. “Bir yerine bir şey oldu mu?” Beni kollarımdan tutup yavaşça kendine çekerek bedenimi inceledi. “Üzerine düşmedi değil mi?”
“Hayır,” dedim korkuyla. “Bebeği almam gerek.”
“Katil seni yakalamadan gidip al, ben burayı tutarım,” dediğinde, “Babaannem bile katilden daha hızlı koşar,” dedim çat diye. “O gelene kadar ben hallederim.”
“Altındaki motorun suçu,” dedi birden.
“Onu gördün mü?”
“Evet.” Gözlerini yüzümde dolaştırdı. “Gidip bebeği al ve odaya dön.”
Başımı hızlıca salladım. “Sen de odana dön, görevini söyledi mi, Uğur?”
“Uğur değil benim adım!” diye bağırdı korkutucu ses.
“Tamam, Uğur, bir saniye,” dedi Evren elini kaldırıp tavana bakarak. Gözleri yeniden beni buldu. “Aynen, bana da görev verdi. Gidip görevimi yapacağım.”
“Tamam. Bence katil Barlas,” diye fısıldadım Evren’e sokularak. “Uzun bacakları vardı.”
“Kestiren’in bacaklarına mı baktın?” Gözlerimin içine bakınca, yüzlerimizin yakınlığı beni afallatsa da bozuntuya vermedim.
“Yok, uzun boylu diye.”
“Boyuna postuna da baktın yani,” dedikten sonra başını salladı. “Sen sadece ellerimi incele, Gülçehre.”
“Ha?”
“Hadi git bebeğini bul,” diyerek arkasını döndü. “Korkarsan seni bulurum.”
Evren’in gidişiyle, şimdi yine yalnızdım ama içime garip bir hissi de bırakıp gitmişti. Bir süre olduğum yerde dikildim, sonra da sandığı bulmak için koridorun sonundaki arayı saptım, bir koridor daha önüme döküldüğünde, buranın Uğur’un bahsettiği yer olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüp ıssız, korkunç uğultularla dolu koridorda ilerlemeye başladım.
Bir odanın kapısı aralık duruyor, biri belli aralıklarla odanın kapısından dışarı elindeki kırbaçla vuruyordu. Oradan nasıl geçeceğimi bilmiyordum çünkü bir yanım yere çöküp hüngür hüngür ağlamak istiyordu. Bu ortamda bu kadar sakin kalabilmem bile mucize gibiydi ama katilin o komik anlarını hatırlayınca gevşiyordum doğrusu.
İçim endişeyle dolarken yavaşça yürüdüm, kırbaç darbesi önüme düştü ve çığlığı basmamak için kendimi sıkarak diğer tarafa doğru koşmaya başladım. Odanın içindeki kişinin korkunç çığlıkları zihnime yayıldı, arka arkaya yere düşerek şakıyan kırbacın sesi içime bir korku kuyusu kazarken, “Bırak peşimi!” diye bağırıyordum ama adamın arkamdan gelmediğini, kapı aralığından tehditkâr bir şekilde kırbaç sallamaya devam ettiğini biliyordum.
Birden bedenim bir diğer bedene çarpınca, çığlığım boğazımdan öksürük gibi döküldü. Karşımdaki kişi de çığlık atarak geriye doğru sendeledi ve sesin sahibini anında tanıdım. Bu kişi Kıvılcım’dı. O hâlde katil, Kıvılcım da değildi. “Ya burası labirent gibi,” dedi Kıvılcım. “Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz sanki… Yavuz’u kaybettim ve bir ayna bulmam gerek, görevim buymuş. Bir de ortada oyuncak motorla gezen testere benzeri, çığlık maskeli katil var.”
“Katili gördün mü?” diye sordum Kıvılcım’a, başını salladı.
“Kapıdaki sürgü deliğinden gördüm,” dedi, onu net bir şekilde göremesem de yüzünü buruşturduğunu fark etmiştim. Bir gürültü yükseldi, bir kadının uğursuz çığlığı etrafa kıyıyı alabora etmek isteyen bir dalga gibi yayıldı. Kıvılcım’la etrafımıza ürkek bakışlar atıyor, bir yandan da katilin kim olabileceği üzerine düşünüyorduk.
“Bence Kestiren,” dedi Kıvılcım sonunda, düşüncelerinden arınmış sesindeki soğukluğu fark etmemek mümkün değildi. Barlas’a karşı tutumlarının asıl sebebine olan merakım yeniden göğsümü yangın yerine çevirse de sadece başımı aşağı yukarı salladım.
“Bence de. Onu hiç görmedim, Evren olamaz çünkü az önce benimleydi. Hazal olamaz çünkü katil uzun boylu biri, Barlas diye düşünüyorum.”
“Yavuz’u yakaladı sanırım,” dedi Kıvılcım dudak bükerek. “Evren ve Yavuz olmadığına eminiz öyleyse, burada böyle andaval gibi dikildiğimize ve birbirimizi kesmeye çalışmadığımıza göre, biz de değiliz. O hâlde katil ya Kestiren ya da kıvırcık,” diye mırıldanıp, alnını kaşırken homurdandı. “O oyuncak bıçağı onun squatlı şeftalisine saplama zamanım geldi. Erkeğime yapılan yanlış, bana yapılan yanlıştır.”
“Ya Hazal’sa? Yani o kadar uzun olabilir mi bilmiyorum ama…”
“Bacaklarını oyuncak motora sığdırabilmek için resmen çamaşır gibi katlamıştı, sanmam,” dedi Kıvılcım. “Gidip aynayı bulmam gerek, ortada dolandıkça yakalanma ihtimalimizi güçlendiriyoruz.”
“Geveze kurbanlar, hadi kardeşim bakın işinize,” dedi korkutucu ses, sıkılmış gibi derin bir iç çekişin hemen arkasından. “Bana biraz aksiyon verin. Son beş dakikadır sadece çığlık atıp topuklarınızı kalça kemiğinize vura vura koşuyorsunuz.”
“Uğur,” dedi Kıvılcım kafasını kaldırıp etrafa bakınarak. “Sevgilim yaşıyor mu yoksa oyuncak motorlu onu öldürdü mü?”
“Öncelikle Uğur senin babandır,” dedi korkutucu ses. “Uğur falan, ne alaka, ne salak salak saçma düşünceler bunlar. Sonralıkla, evet, karpuzcu Yavuz yakalandı. Herkes seçimlerinin kurbanı olurmuş be Kıvılcım, sen şimdi katilden kurtulsan bile baştan yanmışsın bu adamla…”
“Peki katil Barlas mı? Bak, eğer bulduysak oyunu direkt olarak biz kazanmışız demektir.”
“Maskeyi indirmediğiniz sürece bir kazanan yok,” dedi korkutucu sesin sahibi. “Katilin maskesini indirip onu etkisiz hâle getiren oyunu kazanır.”
Kıvılcım ile ayrılırken kafamda katil artık net olarak Barlas’tı. Kısık gözlerle yarasaların sıklaştığı alana ilerledim, yarasaların hızla süzülen gölgeleri, yerde büyük kara oyuklar gibi görünüyordu. Hareket eden oyuklar… Sandığın karartısını gördüğüm an yarasalar sanki saçlarımın hemen üzerinde uçuşuyormuş gibi hissettim ve kendimi koruma içgüdüsüyle ellerimi başımın üzerine bir şemsiye gibi açtım. Yarasaların gölgeleri artık yere daha yakındı, onlarca karartı gözlerimin önünden geçip giderken sanki göğsümden sarkan bir halatı tutup çekerek bir makine gibi çalışmaya başlayan kalbimin atışlarını hızlandırıyorlardı. Korku, bir süre bana hiç adım attırmadı ama sonunda ayaklarım çözüldü, yavaşça titreyerek sandığın önüne geldim, dizlerimin önüne çöktüm ve sandığın tozlu yüzeyine dokunup tozun avucumun içine yerleşmesine izin verdim. Ellerimi sandıktan çektiğimde her ne kadar yüzeyi göremesem de toz kaplı yere kuru gibi kazılmış el izlerim olduğuna emindim.
Şifreyi nereye gireceğimi bilmiyordum. Bir gölgenin hemen arkamda belirip başımın üzerinden geçerek sandığın yaslı olduğu duvara devrildiğini fark ettiğim an, duyularımın bir karnı vardı da o karnın tam ortasından bir bıçak geçmişti sanki. Kalp atışlarımın yavaşladığını hissettim. Dizlerimin üzerinde öylece durmuş, infazımın gerçekleşeceği ânı bekliyordum. Gözlerim duvarda uzayan karanlık gölgeye kaydı, cübbesinin duvara düşürdüğü koyuluk, duvardaki karanlığı bile boğacak kadar zifir renginde görünüyordu. Kalbimdeki duygular şimdi dipsiz bir kuyudaydılar; kuyunun duvarlarından içine kan damlıyordu ve duygularımın bileklerinden yukarı usul usul bir kan nehri büyüyordu.
“Çok yavaşsın.” Sesi maskesinin altında değişerek yayıldığı için kimliği belirsizdi ama ben onun Barlas olduğuna neredeyse emin olduğumdan cevap vermeden yutkundum. “Sen bebeği almaya gelene kadar ben hepsini avladım.”
“Oyuncak motorun üzerindeyken sen de öyleydin,” diye fısıldadım cılız bir sesle. Yüzüne bakmasam da sırtımdaki varlığı öyle ağırdı ki sanki renginden tam emin olamadığım gözlerini yüzüme dikmiş, korkuyu gözlerinin kadehine doldurarak zihnine içiriyordu. “Hepsini yakaladın mı?”
“Evet,” dedi sadece, gölgesini izledim, elinde tuttuğu bıçağın gölgesi çok net olmasa da belli belirsiz görünüyordu. Kaçmak yerine dönebilir, ona saldırıp maskesini çıkarabilirdim ama Barlas’ın yanında hiç şansım yoktu. En azından onun kim olduğunu bildiğim için tamamen kaybetmiş saymıyordum kendimi. Sanki elinde tuttuğu bıçağı gerçekten bana saplayıp, nefesini kulağıma bırakırken kendi sesiyle bana bazı gerçekleri fısıldayacak ve sırtımda açtığı delikten sıcak mürekkepler boşalmaya başlayacaktı.
“Evren’i yakalayamazdın,” dediğimde duraksadığını hissettim, yavaşça omuz silktim. “Sıkıldığı için kendi yakalanmayı seçmiştir. Sen onu yakalayabilecek biri değilsin. Hatta sen koşuyor olsan, o sırada senin o dangalak motorunun pedalını o çeviriyor olsa, sen o yerinde duruyorken bile ona yetişemezsin.”
“Neden? Evren yenilmesi imkânsız biri mi?” diye sorunca, bu soruyu bana bir maskenin arkasındaki katilin değil de bu sorunun cevabını merak eden, avucunda bıçağın sapını değil, kalbini tutan bir adamın sorduğunu düşündüm.
Sonra saçmaladığımı düşündüm ama geçti.
Katilin sorduğu soru, bir karahindibaya çarpan nefes misali kalbime çarptı, kalbimin içindeki duygular, tıpkı o karahindiba gibi dağılarak göğsüme saçılmaya başladı.
“Evet,” diye fısıldadığımda sesimde pervasız bir ağrı vardı. “Onu babam bile yenemez.”
Bana bir adım daha yaklaştığını hissedince bu kez hissettiğim korku değildi; ne hissettiğimi ben de bilmiyordum.
“Evren ile aranızda ne var, Gülçehre?” diye sordu. Gölgesine baktım, baktım, baktım… Bu sorusunu duymak, gözlerimin baktığı yere bir kırpış mesafesindeyken donakalmasına neden olmuştu. Daima içinde beni bekleyen geçmiş kervanının sahibi olduğunu düşündüğüm karanlığın içinden, şimdi bana doğru ilerleyen bir erkek çocuğu vardı. Erkek çocuğunun yüzünü göremesem de iki avucunun içine alıp, dikenlerine rağmen sıkı sıkı kavradığı gülleri görebiliyordum. Erkek çocuğunun ak pak ellerinden gözyaşları gibi akan kan yolları bileklerine doğru kayıyor, yere damlayıp zamanı çizen rakamlara dönüşüyordu.
“Aramızda ne var, bilmiyorum,” dedim içimden dökülen bir belirsizlikle. Evet, bilmiyordum. Karanlığa baktım, karanlığa döndüm, karanlık oldum. Erkek çocuğunun ak pak ellerinden süzülen gözyaşı kanlarını parmak uçlarımla temizlediğimde, artık parmak uçlarımda hiç silinmeyecek izler olacaktı. Küçük avuçlarını avuçlarımın içine aldığımda, avucum erkek çocuğunun kanlarına boyandı ve sonra güvenli bakışlarım, mahzen yeşili gözlerle karşılaştı. Bana güvenmesini istiyordum. “Ama onun güvendiği tek insan olmak istiyorum.”
“Neden?”
“Çünkü o benim güvendiğim tek insan.” İtirafım başta beni şaşkına döndürse de gözlerim erkek çocuğunun dipsiz yeşil gözlerindeydi. Çocuğun gözleri tek bir an olsun gözlerimden ayrılmadı ama avuçlarına dikenlerini saplayan gülleri tutuşunu gevşetmişti. Gülleri yavaşça ellerinden aldığım saniyelerde, gözlerinde gördüğüm kendi yansımamdı. Bakışlarına bir isim koyabilseydim, buna güven derdim. Şimdi gözleri güven yeşiliydi.
“Onun neyiyim, bilmiyorum,” dedim omuzlarım aşağı düşerken. “Ama o benim kurtuluşum.”
Bıçağın yere düştüğünü, üç kez sekip kalbimin kırılırken çıkardığı sesin aynısını etrafa dağıttığında fark ettim. Bakışlarım omzumun üzerinden yavaşça boşluğa kaydı, bıçağın parlayan yüzeyini izledim.
Büyük avuçlarını omuzlarıma bastırdığı an, nefesim birden boğazıma sıkışarak göğsümü daralttı; elimde olmadan içli, derin bir nefes aldım.
Ruhuma dokunsa, içimi şu an olduğu kadar net göremezdi.
Beni omuzlarımdan tutarak bezden bir bebeği kaldırıyormuş gibi kolayca kaldırdı. Hiçbir şeyim yokmuş gibi hissediyordum, avuçlarımda tuttuğum bir özgürlüğüm yoktu, kurtuluş benim için onu tanıdığım gün lügatime ekleyebildiğim yabancı bir kelimeydi.
Beni usulca kendine doğru çevirdi, koyu kızıl ışıklar anlık olarak bir siren sesi gibi üzerimizden kayıp giderek yerini karanlığa terk etti.
Yüzü yüzüme bir bıçak mesafesindeydi.
Beni omuzlarımdan sıkıca kavramışken usulca kendine doğru çekince, güçsüz adımım ona doğru düştü. Gözlerinin olması gereken derin ve koyu boşluklara büyük bir belirsizlikle baktım.
Kızıl ışık, cehennemden yükselen alevlermiş gibi yeniden üzerimizden kayıp geçtiği an, gözlerimdeki kuyularda çığlık çığlığa bağıran kız çocuğu, başından aşağı yağan ışığı fark edip kafasını kaldırarak kuyunun çıkışına baktı. Işık, küçük kızın saçlarına yayılarak saçlarının rengini güneş gibi parlattı. Küçük kız, gözlerini yavaşça yumup ışığın tenine, yüzüne yağan inciler gibi dağılışını hissederken dişlerini göstererek gülümsedi.
Katil yaklaştı, ondan gidemedim, geri çekilemedim, bir şey beni tam oraya mum gibi dikti; oraya bir bıçak gibi saplı kaldım. Tülün arkasındaki dudaklar, önüne tülü katarak dudaklarıma dokundu; cennetin göğünden cehennemin külleri sıcak kar taneleri gibi düşmeye başladı.
Anlık bir dokunuştu. Tülün ardında baskı yapan dudaklarının sadece varlığını hissetmek bile gözlerimi kendi ölümümü izliyormuşum gibi sıkıca yummama neden olmuştu. Geri çekildi, zaman da onun dudaklarımdan çekilmesiyle üzerimize örttüğü gölgesini alarak geri çekildi, bakışlarım bir yere tutunmak için çırpınırken kalbimi saran o küflü zincirin sesini duyuyordum. Dudaklarını örten siyah tüle baktım.
Parmaklarım benim bilincim dışında, ellerime ait değillermiş gibi onun yüzüne yönlendiğinde, kalbim göğsüme doğru kaykılıp yaklaştı ve atışlarını ona dinletmek istiyormuş gibi göğsüme yaslanarak bekledi.
Parmak uçlarımla kavradığım tülü hafifçe yukarı kaldırdım.
Yelkovan bir adım geri gitse de akrep bir gölge gibi üzerime devrildi. Çenesinde özgürlüğümün kalıntıları vardı. Çenesinde içime ağrı gibi yayılan bir dikiş izi vardı.
Kan rengi dudaklarında cehennem varsa, çenesindeki dikiş izi o cehennemin en acımasız kuyusuydu.
Cennete dökülen küller, fırtınaya kapılarak döne döne bir girdap oluşturdu.
Ben bir melekken, sırtımda yalnızca kökleri kalmış yaralı kanatlarımla orada, o cehennemin en acımasız kuyusunun dibindeydim.
Ve şeytan, kendi yarattığı kuyuda benimleydi.
“Katil,” diye fısıldadı korkutucu ses. “Kurban tarafından ele geçirildi.”
🎧: Sleeping At Last, Already Gone