Bir gölgenin kalbimin etrafını sardığını hissediyordum. Düşüncelerim, karanlık bir labirentin içinde çıkışı arıyor gibi ilerliyordu ama ne çıkışı bulabiliyorlardı ne de zihnime çöken sessizliğin soluğu kesiliyordu.
Beklenen olmuştu. Kızıl Teğmen ve daha yetkili olan, rütbesini bilmediğim doğaüstü askerinin de öncülüğünde, geçen üç günün sonunda sokağa çıkma yasağı yürürlüğe girmişti. Tabii bundan önce bizimle bir kez daha görüşmek istemişlerdi. Onlara göre ‘yetenek’ olan lanetimizi gözleriyle görmek istiyorlardı; çünkü bu onlara göre deli saçmasıydı ama aralarından birkaçı daha bizdeki farklılığa şahit olduğunda, işler daha da kolaylaştı.
İnsanlar hâlâ ayrıntılı bir açıklama bekliyorlardı ve sokağa çıkma yasağıyla beraber internet çalkalanmaya başlamıştı. Komplo teorisyenleri daha fazla yazıp çizer, blog yazarları asılsız haberler ortaya sürer olmuştu. En azından halk, tehlikede olduklarını öngörerek eve kapanmayı kabullenmiş, bununla ilgili zorluk çıkarmamışlardı.
Doğacak sonuçları bekleyerek geçirdiğimiz üç gün çok sancılıydı, kendimi hiç bu kadar stres altında hissettiğim bir dönem olmuş muydu bilmiyordum.
Babam, mezarların yerini aramaya devam ediyordu ve bu üç günlük süreçte başka bir kurt ölümü haberine rastlamamıştık. Durumun medyadan gizleniyor olma ihtimaline karşı Kızıl Teğmen ile de iletişime geçmiştik ve gerçekten Gümüş Pençe ölümlerinin birdenbire bıçak gibi kesildiğinden emin olmuştuk.
Yetkililerden gelen tek açıklama, kimyasal bir sızıntı olabileceği yönündeydi ve bu yüzden evlerden ayrılmamaları önemle rica edilmişti. Sokak yasağına uymayanlar para cezasına çarptırılacak, bir sonraki girişiminde tutuklanacaktı. Kız Kulesi’nde meydana gelen patlama için ise kimliği belirsiz eylemciler tarafından gerçekleştirildiği yalanı pazarlanmıştı. Çoğunluk elbette buna inanmamış, hatta sayfalarında konuyla ilgili tonlarca makale yayınlamışlardı. Komplo teorisyenleri yine durmuyordu… Çoğunluk ayrıntılı bir açıklama bekliyordu. Yine çoğunluk, söylenenlere inanmıyordu. İnanmamaları normaldi. Dünya basını da inanmıyordu.
Melih’in sıkıntılı bir nefes vererek, “Dünyanın dört bir yanındaki başkan ve başkan adaylarından görüşme talepleri alıp duruyoruz, bazıları oldukça tehditkâr davranışlarda bulunuyorlar çünkü bir şeyler sakladığımız ve onlar için tehdit olabileceğimiz düşüncesindeler,” dediğini hatırlıyordum. “Umarım bu süreç, büyük çatışmalara neden olmaz.”
Kollarımı bedenime sarıp önümde uzanan ormanı izlerken, karanlık karşıma geçmiş ruhumun bir yansıması gibi karşımda duruyordu. Etraf öyle karanlıktı ki sanki gecenin karanlığı, ruhumun somutlaşmış hâliydi.
İbrahim’in, “Dalgınsın,” demesiyle irkilerek bakışlarımı ona çevirdim. Elinde bir kahve kupası tutuyor, yüzündeki yorgun ifadeyi benden gizlemeye çalışıyordu. Karanlık bahçede ikimizden başka kimsenin olmadığını anladığımda bakışlarımı tekrar önüme döndürdüm.
“Hiç değilse sokak yasağını halledebildik,” dedim kuru bir sesle.
“Sen hâlâ bunu mu düşünüyorsun?”
“Evet. Bir de şu anahtar mevzusu var tabii, babam mezarların yerini belirler umarım.”
“Kendine çok yükleniyorsun,” dedi İbrahim. “Her ne kadar o gün sana arka çıkmış olsam da seçimin benim açımdan bile dehşet vericiydi, Mahinev. Seni kobay faresi gibi kullanmak isteyebilirlerdi, daha kötüsü her şeyin sorumlusu olduğunu düşünüp seni ortadan kaldırmak da isteyebilirlerdi. Bunlar çok büyük adamlar, istediklerini almaya da ezelden alışkınlar. Zarar görme ihtimalin vardı.”
“Ama eminim hiçbirinin avucundan alev fırlamıyordur ve doğaüstü kanı taşımıyorlardır,” dediğimde, İbrahim ciddiyetsizliğimden hiç hoşlanmamış gibi kaşlarını çattı.
“Ben ciddiyim. İşler umduğun gibi gitmeyebilirdi. Şu doğaüstü askeri bile seni koruyamayabilirdi.”
“Efken’in neler yapabildiğini gözlerinle gördün. Sence böyle bir şeye izin verir miydi?” diye sordum ciddiyetle.
“Asıl korkunç olanı da bu. Sana karşı yapılacak herhangi bir yanlışta, Efken tüm gemileri yakıp herkesi haritadan silebilir. Herkesi diyorum, buna sen de dâhilsin, biz de dâhiliz. Bu çok yıkıcı ve zalim bir güç.”
Kollarım hâlâ bedenime sarılı hâldeyken bedenimi yavaşça İbrahim’e doğru çevirdim. “İnsanlar ölebilir. Buna engel olmak için bir şeyleri göze almam gerekiyordu. Bir kumar oynadım.”
“Kumar masasına, kaybettiğin takdirde kendinle beraber herkesi yok edebileceğin bir kartla oturdun,” dediğinde Efken’i kastettiğini biliyordum.
“Ve kazanarak kalktım.”
İbrahim derin, yanaklarını şişirip geren bir nefes aldı ve “Gitgide Efken’e benzemeye başladın,” dedi.
“Ya da belki o bana benziyordur.”
“Burada durmuş kumamla kocam hakkında konuşmayacağım,” diye takıldı İbrahim.
“İbrahim,” dedim düşünceli bir sesle. Gözlerini yüzüme çevirip soru işaretiyle baktı. “Burada tanıdığın insanlar da var. Hiçbiriyle görüşmeyi düşünmüyor musun?”
İbrahim gözlerime uzun uzun baktıktan sonra buruk bir tebessümün dudaklarında çağlaması ile birlikte bakışlarını farklı bir yöne çevirdi. “Onlara yapabileceğim bir açıklama ne yazık ki yok, toprağım,” dedi. “Ben senin aksine birdenbire ortadan kayboldum, gideceğimi bilen kimse yoktu.” Gözlerini yerden çekmedi, sanki yere yığılmış kar tanelerinin üzerinde eski anılarına denk gelmişti. Derin, hüzünlü bir nefes aldıktan sonra, “Muhtemelen öldüğümü düşünüyorlar. Hatta artık düşünmeyecek kadar beni unuttular,” diye mırıldandı. Bunun onun için çok acı olduğunu düşündüm, boğazımın düğümlenmesine engel olamadım. “Ama iyi tarafından bakıyorum,” diyerek kafasını kaldırıp sırıttı. Bu sırıtış her nedense hiç içten gelmedi. “En azından benim aksime onlar hayatlarına normal bir şekilde devam edebiliyorlar.”
“Arkadaşların senden ümidi kesmemişti,” dedim ama buna aldırış etmiyormuş ya da yapabileceği hiçbir şey yokmuş gibi omuz silkti.
“Eninde sonunda herkes herkesten umudunu keser.”
“Yine de onları görmek istedin, değil mi? İyi olup olmadıklarını bilmek istedin.”
“İstemedim,” dediğinde şaşkınlığını gizleyemedim. “Çünkü onları görürsem özlerim. Bir yerlerde yaşıyor mu yoksa yaşamıyor mu bundan emin olamadığın kişileri düşünmek, o kişileri görüp gerçekten yaşıyorlar mı yoksa ölmüşler mi, iyiler mi yoksa berbat hâldeler mi gerçeğiyle yüzleşmekten daha kolay.”
“Bu kendini kandırmak değil mi?”
“İnsan bazen gerçekle acıyacağına, kandırılarak nefes almaya devam edebilmek istiyor. Çünkü gerçeklerin nefes kesmek gibi kötü bir huyu vardır.”
Onun üzerine daha fazla gitmemem gerektiğini fark ettim. Zaten yeterince karmaşık duygular içerisinde gibi görünüyordu. Seçim onundu, eğer kendini kimseye göstermemeyi seçiyorsa, buna saygı duymak zorundaydık. Yine de bir parçasının bundan pişmanlık duymasından korkmuyor değildim.
“Elektriklerin ne zaman geleceğiyle ilgili bir bilgi verilmedi değil mi?” diye sordu İbrahim.
Başımı iki yana sallarken, “Arızanın nedenini çözemedikleri gibi bir şey de yapılamıyormuş şu an için,” dedim. “Sanırım Efken sağlam patlatmış.”
“Efken’im ya, nasıl güzel patlatır öyle,” dedi İbrahim alayla.
“Sence Varta’da durumlar nasıldır?”
İbrahim gözlerini yüzümde dolaştırıp, “Bence burada olduğu kadar kötü değildir,” dedi. Gözlerini ormana çevirdiğinde kaşlarının çatıldığını gördüm. “Sence Efken buradaki Gümüş Pençeleri de uyandırıp sürüsüne eklemeli mi? Yedi Güneş dışındaki Gümüş Pençeleri de kendine çekmesi iyi olmaz mıydı?”
“Bunu istiyor,” dedim başımı sallayarak. “Ama ortam çok karışık durumda. Bir anda böyle bir şeye kalkışırsa, ölümler çoğalabilir gibi geliyor. Kendince onları korumanın derdine düştü.”
“Ama kendine bir sürü yaratmak zorunda. Varta’daki Gümüş Pençelerin buradaki savaşa bir etkisi olmayacak, burada yalnızız.”
Bu söylediğine bir yorum yapamadım çünkü haklı olduğunu biliyordum ve bunu dile getirmek çok zor geliyordu. Saçımı kulağımın arkasına itip, “Halledeceğiz,” diye mırıldandım. “Her zaman hallederiz.”
“Efken,” dedi İbrahim düşünceli bir sesle, sonra derin bir nefes aldı. “Boğuluyor gibi görünüyor.”
Bakışlarımı zemine indirdim. Bunu zaten görebiliyordum.
“O her zaman güçlüydü. Omuzlarına koydukları yük ne kadar ağır olursa olsun ayaklarının üzerinde durup, yük yokmuş gibi davranmaya devam etti,” dedi İbrahim. “Ama şimdi kaybolmuş gibi görünüyor. Hâlâ ayaklarının üzerinde ama kendi içinde dizlerinin üzerine çökmüş, belki de kendi içinde sürünüyor.”
“Sence bunun nedeni ne?”
“Zarar verme korkusu,” dedi İbrahim, zihnimde uzun süredir sakladığım bir gerçeği söylemiş olması irkilmeme neden oldu. “Bize.” Bana baktığını hissettim. “En çok da sana.”
“Nemesis tarafı onu çok yoruyor.”
“Yormaktan öte. O, Nemesis olarak çok kudretli, her şeyi yapabilecek güce sahip ve kabul etsin ya da etmesin, bu onu korkutuyor. Çünkü güç, zalimliği doğuracak bir anne gibidir.” Sertçe yutkundu. “Ve Efken, zalimliğe her zaman bir adım uzaklıktadır.”
“O bir zalim değil.”
“Öyle mi diyorsun?” Bana alayla baktı. “Onu senden daha uzun süredir tanıyorum. Her hâlini biliyorum. Aldığı kararları, yaptıklarını, yapabileceklerini… Bunların tamamını biliyorum.”
“Bir zalim olabileceğini düşünüyorsun yani?”
“Onun zalim yanlarını gördüm. Sen de tamamını görmesen de birazına şahit oldun. Her şey başlamadan önce, sen onun içindeki bu yere sahip olmadan önce, sana karşı da yeterince zalim değil miydi?”
İbrahim’in haklılığı beni duraksattı. Bunun üzerinde düşünmek istemediğim için kollarımı bedenime sarıp kaşlarımı çattım ama içimdeki karanlık labirent daha da büyüyor, çıkış yollarında alevler büyüyordu.
Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Yıldızlar yoktu, gecenin içinde parlayan kıvılcımlar gibi görünen o yıldızlar sönmüştü; ruhsuz bir karanlık gökyüzünü ellerinin arasına almış boğuyordu.
İbrahim bir şey daha söyleyecek gibi oldu ama nedense cümleyi kurmaktan vazgeçerek içeri girdi. O gittiğinde, karanlığın içinde sessizlikle beraber tek başıma kaldım. Birdenbire belimden aşağı bir ürperti inip uyluklarıma kadar uyardı. Bir şey âdeta kemiklerimi yerinden salladı ama bunun nedeni soğuk değildi.
Etrafıma baktım, hiçbir şey yoktu; bir yaşam emaresi, bir gölge, bir nefes, canlı ya da cansız hiçbir şey yoktu. Yine de izlendiğim hissi göğsümü sarıp sıktı, kalbimin atışlarını yavaşlattı.
Gökyüzündeki aya baktım, siyah tuvalin üzerinde kanayan gümüş rengi bir boya gibi parlıyordu. Vücudumda biriken enerjiyi atma isteği arşa tırmandığında karanlıkta koşmak cazip geldi ama yine de bunu yapmadım. Özellikle de izlendiğim gibi saçma bir hisle dolmuşken bunu yapmak çok doğru gelmedi.
Kendime bir kadeh şarap doldurup havuz başındaki şezlonglardan birine oturdum. Şaraptan bir yudum alırken kendimi fiziksel olarak ne kadar dinç hissediyorsam, ruhsal olarak o kadar çökmüş hâldeydim. Uykunun bünyeme ektiği huzura ihtiyacım vardı ama bu aralar huzurlu bir uyku uyuyabilecek hâlde değildim. Uykularım sık sık kâbuslarla bölünüyordu, bir kalp atışı gibi göğsümde yaşam süren görüler beni özgür bırakmıyordu. Efken’in göğsüne sığındığımda ruhuma çöken o huzuru, onun kollarında uyumayı seviyordum ama biliyordum ki bir süredir o da huzurdan muaftı. İkimiz de bizi içinde ağırlamak için üzerimize doğru gelen karanlıktan kaçmanın bir yolunu bulamıyorduk. Belki de artık aramayı bırakmıştık.
Gölgenin o tanıdık ama bir o kadar da yabancı gelen sesi, zihnimin içinde sessizce, “Seni bulacağım günü bekle,” dedi, bunun benim hayal gücüm olup olmadığını merak ediyordum. “O gün geldiğinde, bana her şeyini adayacaksın ve ben sadece canım isterse kabul edeceğim.”
Şarabımdan bir yudum daha alıp gözlerimi evin girişine çevirdim. Holde yanan ışığı gördüm, daha sonra dış kapı açıldı ve Efken, üzerinde babama ait bir tişörtle dışarı çıktı. Altındaki pantolon bacaklarına tam oturmuş olsa da geniş omuzları babamın tişörtünü parçalayacak gibi germişti.
Bir müddet evin kapısının önünde dikilip beni izledi. Daha sonra ağır adımlarla bana doğru geldi, tam karşımdaki şezlonga oturup, gözlerini yüzüme dikti. Ne düşündüğümü merak ediyor gibi bakıyordu ama ağzını açıp tek kelime etmiyordu.
“Buradaki Gümüş Pençeleri uyandırmayı düşünüyor musun?” Sorum dudaklarımdan bir anda firar ettiğinde, gözleri gözlerimde daha da derinleşti.
Başını aşağı yukarı salladı ve “Bunu sessizce halletmem gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yeniden masum Gümüş Pençeleri hedef alıp daha büyük saldırılar yapabilirler,” dedi.
Mantıklıydı ama öte yandan gerçekten bir sürüye ihtiyacı vardı. Sürünün ona ayak uydurma süresini düşününce, aslında bu kadar vaktimiz bile olmayabilirdi. Kendimi yeniden çıkmazda hissederek gözlerimi havuza çevirdiğimde, elini uzatıp çenemi kavradı. Parmakları beni yönlendirirken onun dokunuşlarından kaçamadım ve yüzümü kendisine çevirip mesafemizi azaltmasına izin verdim.
Gözleri gözlerimde asılı duruyorken, “Nemesis’i kullanmaya başlayacağım,” dedi, “çünkü o zaten benim.”
Sessizce yutkundum, yorum yapmadım. Sonunda bu yıkıcı gücün hükmü altına girmek zorunda kalacağımızı fark ettim. Karşı koyabilmek, kendi gücümle bir şeyleri durdurabilmek istedim ama gölgenin yapabildiklerini biliyordum. Kılını bile kıpırdatmadan beni nasıl etkisiz hâle getirebildiğini biliyordum. Kaşlarımın ortasında bir düşünce yarığıyla Efken’in gözlerinin içine baktım fakat parmaklarının tenimdeki baskısı, huzursuzluğumu silmeye yetmedi.
“Yıldırımlarınla bir şehri haritadan sileceğini söylemeye çalışmıyorsun değil mi?”
Sorum kaşlarını çatmasına neden oldu ama buna rağmen sesini yumuşak tutmayı denedi. “Bunu yapmam gerekirse, seni ve sevdiklerini bu şehirden uzaklaştırdığıma emin olurum.”
Bir an kanımın donduğunu hissettim. Peki ya diğer insanlar ne olacaktı? Herkesi buradan uzaklaştıramazdın. Uzaklaştırabilmen için onlara daha fazla bilgi vermen gerekirdi ve daha fazla bilgi vermek demek, daha fazla kanıt sunman gerekeceği anlamına gelirdi. Efken’e sarsıldığımı bir nebze olsun gizlemeyen gözlerle baktım.
“Sen karşımızda ne olduğunu gördün, ben görmedim,” dediğinde sertçe yutkundum. “Ama benden bile kendini gizleyebilen bir şeyse, senin gözlerinde korkuya sebep olabilen bir şeyse, belki de burnu büyüklüğü bırakmamın zamanı gelmiştir.” Parmakları çenemde dolaşmaya devam etti. Göz kontağını bilerek kesmiyor gibiydi. “Seni korumak için durdurduğum bu gücü, yine seni korumak için son ışığına kadar kullanacağımı biliyorum sadece. Tek bildiğim bu.”
“Böyle bir şey gerekecek olursa, onları bambaşka boş bir yere, insanları uzaklaştırıp gözden çıkarabileceğimiz bir yere çekeriz ve belki o zaman…” Saçmalıyordum. Sustum. Efken gözlerimin içine bakarken yorumsuzdu. “Bak, böyle bir şey gerekmeyecek, tamam mı? Yedi Güneş’i birleştireceksin, sonra da karşındakiler her kimse her birini yere sereceksin. Ben de sereceğim. Birlikte. Sen ve ben bir orduyuz, iki kişilik. Biz orduyuz.”
“Masum Gümüş Pençeleri korumuyor olmam bile beni yeterince büyük bir zalim yapıyor,” dedi Efken birdenbire. Hissettiğim duygu yüzünden ortadan ikiye bölüneceğimi sandım.
“Yap,” dememle yüzündeki ifade donuklaştı. “Kalkan yarat. Ciddiyim. Şu an ölümler kesildi biliyorum ama yine başlayacak, senin bir sürü yaratmanı istemiyorlar. Bunu anladık bence. O hâlde sen de uyanmamış tüm Gümüş Pençeleri korumaya al.”
“Şu an ölüm yok,” dedi Efken ama göğsünün derinliklerinde vicdanının uluduğunu biliyordum.
“Bu sessizlik, yeniden Gümüş Pençelere saldırmayacakları anlamına gelmez. Belki de Yedi Güneş’in peşine düştüler ve onları bulana kadar diğer Gümüş Pençeleri öldürmeye devam edecekler. Bu sessizlik bir kandırmacadan ibaret olabilir.”
Efken benden bir onay daha bekliyormuş gibi gözlerime uzun uzun baktı ama ben zaten her bir kelimemde onayımın altını çiziyordum. Çenemde duran elinin üzerine avucumu yerleştirip, “Yapalım bunu,” dedim. “Buradaki tüm Gümüş Pençeleri korumaya alalım. Sen bunu yapabilecek güce sahipsin ve artık bizi durduracak hiçbir şey yok.”
Çenemi tutan parmakları sıkılaştı ve bakışları yüzümde bir kalemin sayfanın üzerinde kaydığı gibi kaymaya devam etti. Öyle çok baktı ki yüzüme, sanki o kalem, o sayfaya bir roman işledi.
Yoğun bakan gözlerinden kaçamadım, kaçmak da istemedim. Başını aşağı yukarı salladı ve “Yapalım,” dedi.
“Böylesi bir lidere yakışan olacak,” dedim dudaklarım yukarı kıvrılırken. Daha kötü ne olabilirdi ki? Karanlık bir şeyleri üzerimize mi çekecektik? Çekebilirdik. Ben savaşmaya hazırdım. Soyundan insanları korumasını istiyordum. Soyundan insanları koruması demek, kalbini de koruması demekti. Kalbi daha fazla karanlığa boyansın istemiyordum.
“Korumayı yapabilmem için her birine ulaşabileceğim kadar kudretli bir yerde olmam gerekiyor,” dedi Efken, kaşlarını çattı. “Bu evrenin her bir köşesine ulaşabilmem gerekiyor. Her bir köşesindeki soyun etrafını bir ip gibi sarmam gerekiyor.”
Dudaklarım yukarı kıvrılırken, “O hâlde seni doğduğum yere götürmem gerekiyor,” diye fısıldadım. Bana ne söylediğimi anlamadığını ifade eden gözlerle baktığında, “Yerebatan Sarnıcı,” diye fısıldadım. “Dünyaya gözlerimi orada açtım.”
Efken, “Biraz uyuyalım,” diyerek beni bileğimden yakalayıp kendi oturduğu şezlongun üzerine çekti. “Şafakta gideriz.”
Onun kollarının arasına yerleştim. Bacaklarının arasına girip, sırtımı sert göğsüne yasladım ve kolları bedenimi örtü gibi sarıp beni kendisine bastırırken gözlerimi kaldırarak gökyüzüne baktım. Kar taneleri yeryüzüne düşmeyi bir süreliğine bırakmıştı ve yıldızlar, gizlendikleri sis perdesinin ardından küçük elmas parçaları gibi parıldamaya başlamıştı.
“Bana bir şeyler anlatsana,” diye fısıldarken çenesini saçlarımın arasında hissettim. Ruhum, ruhunun etrafına dolandı ve kalbim, kalbine bir gemici düğümü gibi bağlandı. Ay ışığı tam başımızın üzerinde, bir sahnenin ortasında dikilmiş bedenlerimizi hedef almış spot ışığı gibi parlıyordu.
“Annenin sana söylediği ninniyi duydum,” dediğimde arkamdaki bedeninin kasıldığını hissettim. “Ben de sana bir şey mırıldanabilir miyim?”
“Sorman hata,” dediğinde sesi saçlarımın arasında yumuşak bir dokunuş gibi dolaştı. Annesini hatırlamak göğsünü nasıl sancıttıysa, sırtıma vuran kalp atışlarının ağırlığını hissettim.
“Ben seni gördüm ay ışığında,” diye fısıldadığımda çenesini başımın üzerine daha sert bastırdı. “Gönlümü verdim ay ışığında.”
Kalbinin atışını sırtımda hissettim.
“Tez geldi hicran, ayrıldık aman…” Başımın arkasını göğsüne sertçe bastırıp ay ışığına baktım. “Ay ışığında, ay ışığında…”
Mırıltım yavaşça yükselirken parmaklarını karnımdan yukarı yükseltip kalbimin üzerine dokundu. Ay ışığını izleyen gözlerim yavaşça kapandı. Parmaklarının altında çırpınan kalbimi hissetmeye başladım.
“Olmasa hasret, gülsün muhabbet, ay ışığında…”
Parmakları bir piyanonun tuşlarında hareket ediyormuş gibi tam kalbimin üzerinde yavaşça hareket ederek bir ritim yakaladı.
“Yine gel bize, duralım yüz yüze… Ay ışığında… Ay ışığında…”
Dudaklarını başımın arkasına bastırdığını hissettim, gözlerimi usulca kapattım. Önce nefeslerim düzene girdi, sonra onun nefesinin girdiği düzenin beni altüst edişini hissettim. Kollarını bedenime beni kendine zincirliyormuş gibi sıkıca sardı. Benimle derin, hiç uyanmak istemediğini hissettiğim, hiç uyanmamayı dilediğim bir uykuya daldı.
Uyandığımda yine onun kollarındaydım, şafak gökyüzünü henüz ele geçirmiş değildi; karanlık kıymık gibi içime batıyordu. Kollarının arasından ayrıldığımda şezlongun üzerinde uyumaya devam etti. Her yerinin tutulacağını düşünsem de birkaç dakika daha uyumasını istediğimden ona dokunmadan eve girip üst kata çıktım.
Beyaz bir kazak ve kot pantolon giydikten sonra deri ceketimi de üzerime alıp İbrahim’i uyandırdım. Bu saatlerde sarnıç bomboş olurdu, Efken’in koruma kalkanını yapması kolay olacaktı. Yerebatan Sarnıcı’na girebilmemiz için de İbrahim’in portal açmasına ihtiyacımız vardı.
Uykulu gözlerle beni izlerken söylediklerimden çok bir şey anlayamayan İbrahim, sadece, “Tamam,” demişti. Belki de anlıyordu, anlıyordu ve o da bu kalkanın devreye girmesini istiyordu. Yeterince masum ölmüştü. Daha fazla kayıp vermeyi o da istemiyordu.
Efken için aldığım montu dirseğimin iç kısmına asıp aşağı indiğim sırada İbrahim de hançerini almak için odasına dönmüş, çok geçmeden aşağı inmişti. Kimseye haber vermeden böyle bir şeye kalkıştığımız için bir anlık tereddüde düşen İbrahim, Efken uyanıp montu üzerine geçirdiğinde tereddüdü bir kenara bıraktı. Portal açmak konusunda artık her zamankinden daha deneyimli olduğu için, yeni bir geçit yaratmak onun için çok zor olmadı.
Portaldan geçmeden saniyeler öncesinde, “Sizi ne zaman geri almalıyım?” diye sordu İbrahim.
Efken, “Çok uzun süreceğini zannetmiyorum, bize güneş doğmadan birkaç dakika öncesine kadar zaman ver,” dedi ketum bir sesle. “İşimiz daha çabuk biterse sana ulaşırız.”
“Telefonum yanımda,” dedim. “Mahzar’ı ararım.”
İbrahim derin bir nefes alarak, “Ortalığın amına koymamaya dikkat edin,” dedi. “Ortaya çıkacak enerji yüzünden bu defa sadece İstanbul’un değil, tüm Türkiye’nin, belki de tüm dünyanın enerji kaynağını kesebilirsiniz.”
Altın ışıltılar saçan büyük dairenin ardında Yerebatan Sarnıcı’na ait heykellerden birini görebiliyordum. Gözlerimi portaldan çekmeden, “Bu kez gücü dışarı patlamayacak, gücünü kendisi kullanacak. O yüzden böyle bir şey yaşanmayacak,” dedim ama Efken hiçbir şey söylemedi. Tek istediği bir an evvel kalkanı yaratmak, kalan sağları ölümden kurtarmaktı. Kendine zalim diyen bir adam için bu kalp, aslında bir hazineydi.
Portaldan geçmeden hemen öncesinde Efken, “Kalkanı yaratıp hepsini korumaya aldıktan sonra, Yedi Güneş’le beraber onları da uyandıracağım,” dedi kendinden emin bir sesle. Ardından portaldan içeri ilk adımını attı ve ışık çemberi onu içine yutarken omzumun üzerinden İbrahim’e baktım.
“Sanırım en başından beri yapılması gereken buydu,” diye fısıldadım ve hemen Efken’in arkasından ben de portalın beni sarmasına izin verdim.
Zaman yarılmasının içinden son sürat düşüyormuşum gibi hissettiren o anlık sarsıntı, portalın hemen arkamda kapanırken çıkardığı ateş çatırtısıyla beraber sona erdi.
Yerebatan Sarnıcı’nın içindeki ilk adımım, zamanın beni bir kuşak gibi etrafımı kuşatarak sarmasına neden oldu. Girişte karanlık bir koridor vardı ve o koridora baktığım an, asırlar öncesinde burada yaşanmış bir gizemin ana karakteriymiş gibi hissettim. Doğumum burada gerçekleşmişti, ilk soluğumu burada almıştım ve bir parçam daima buraya aitmiş gibi hissetmiştim. Henüz kendimle ilgili hiçbir şey bilmiyorken bile bu böyleydi. Efken tam önümde duruyordu. Bir adım attığında, ben de bir adım attım ve yere düşmeye başlayan adımlarımızın her birinde, binlerce yıl öncesine doğru ilerliyormuşuz hissine kapıldım.
Uzunca bir zaman önce suyun altında kalan bu devasa yer altı mekânı, sütunlar arasından süzülerek etrafı güç bela aydınlatan loş ışığın dağılışıyla daha gizemli bir atmosfere sahip olmuştu. Sütunların bazıları görkemli ve kusursuz bir el işçiliğiyle dikiliyor, bazıları binlerce yılın ve binlerce farklı hikâyenin ağırlığıyla eğilmiş gibi görünüyordu; yüzeyi, yorulmuş bir ruhun derisinin üzerini süsleyen çatlaklarla oyulmuştu.
Efken tam önümde yürüyorken bir an durdu ve “Burada mı dünyaya geldin?” diye sordu, sesindeki merak her zamanki gibi bir gizem sisi altına gizlenmişti. Onun sesinin tınısında neyin saklandığını tam olarak anlayamazdınız. Bazen kendini öyle iyi gizlerdi ki kendisi bile kendisine ulaşamazdı; hissettiklerini kendisiyle bile paylaşmazdı.
“Evet,” diye mırıldandım, ışıklar bir su dalgası gibi üzerimizde titreşiyordu.
“Kaderinin ilk satırı burada yazılmış,” dedi Efken düşünceli bir sesle.
Ona doğru bir adım attığımda elini arkaya doğru uzattı. Açılan parmaklarına bakarken sertçe yutkundum. Bana uzandığını bildiğim elini tuttuğumda parmaklarımız birbirine geçti; bir kaderin, bir diğer kadere karışma ânı gibiydi. İki farklı kaderin, tek bir hayatın içinde filizlenmesi gibiydi.
“Elini her tutuşumda sana söylemek istediğim ama söyleyeceğim anlarda dilimi lâle çeviren bir şey var,” dedi Efken bana bakmadan. Cennete ait bir bahçede, yasak meyvenin tadına bakmak için birbirine rastlamış iki yabancıydık; dudaklarımızda aynı günahın tadı vardı. Söylediği şeyin yarattığı heyecan, ruhumu savuran bir fırtına gibi esti ve bu fırtına, her esişinde bizi birbirimize daha da yaklaştırdı.
Ona bakmak istedim. Gözlerinin içine. Ruhuna ulaşmak istedim. Söyleyeceği şeyi biliyordum. Uzun zamandır biliyordum. Dile getirmekten kaçındığımız o şeyin ruhumuzu bir ateş gibi sardığını, kalbimizi kor parçası gibi yaktığını biliyordum. Ellerimiz birbirine bağlı kablolar gibiyken ve hisler patlamak için aktif şekilde geri sayımı başlamış bir bombayken, hiç konuşmadık. Söyleyeceği şey dilinin ucunda bekliyor, tüm kapıları zorluyor gibiydi ve asma kilit parçalandığı an kapıları aralayıp, bir tayfun gibi üzerimden geçerek beni devirecekti.
Ona bana ne söylemek istediğini sormak istedim, o da bunu sormamı bekledi ama yapmadım, yapamadım. Her şey bittiğinde ay ışığının altında, kar taneleri saçlarımıza tutunuyorken yapmak istiyordum bunu. Doğduğum yer nasıl burasıysa, ölmek istediğim yer olan gözlerinde esir düşmüşken yapmak istiyordum.
Medusa başlı sütunların önüne geldiğimizde, kızıl bir ışık birikintisi bedenlerimizi hedef aldı. Ellerimiz bir müddet ayrılmadı ama sonra bedenini bana doğru çevirdi, ellerimiz birbirinden koptu. Şimdi birbirine dolanma sırası gözlerimizdeydi. Yüzümün yarısını örten siyah saçlarımı geriye doğru iterken gözlerini gözlerimden ayırmadı. Sessizliğin derinliklerine inmiş, orada boğuluyormuş gibi birbirimizi izliyorduk. Mavi gözleri, derin bir okyanus gibiydi ve benim kızıl gözlerim, mercanlar gibi onun okyanusunun derinlerine çökmüştü.
“Bu iş bittiğinde,” dedi, daha sonra sustu ama bu sessizlik kısa sürdü. Kaşlarını çattı ve gözlerimin içine daha kararlı gözlerle baktı. “Sana söyleyecek bir şeyim olacak.”
Sertçe yutkunup, boğazımda biriken hislerle, “Benim de sana,” dedim. Uçurum mavisi gözlerinin derinliklerinde hisler titredi. Kalbimin vuruşları öyle kuvvetliydi ki her bir atışı duyabildiğini düşündüm. Duymasını istediğimi fark ettim. Ben ağzımı açmasam da kalbimin atışlarından, gözlerimin ona yönelttiği bakışlardan her şeyi duysun, görsün istedim.
“Güzel,” diye fısıldadı.
“Evet,” dedim sessizce.
Yüzü yüzüme yaklaşmaya başladığında, kaçınılmaz yangının büyüyüp ruhuma ulaşmasına izin verdim. Alt dudağı iki dudağımın arasına yerleşti ve bu tüm hisleri ateşe verdi. Parmaklarımı göğsüne bastırıp gözlerimi usulca yumarken ona teslim oldum ve her ne kadar öpüşmeyi başlatan o olsa da onun da bana teslim olduğunu hissettim.
Avucu yüzümü kavradı, parmaklarım göğsünden içeri girmek istiyor gibi kumaşa iyice yaslandı. Bir asır sürmüş gibi hissettiren ama sadece birkaç saniyeye sığan o öpüşmenin, hiç bitmemesini diledim. Asırları o dudaklarda devirmeyi istedim.
Dudaklarımız ayrıldığında ikimiz de soluk soluğaydık. Soluk soluğa kaçtığımız duygulara çoktan yakalanmıştık ama hâlâ kaçtığımıza inandırmaya çalışıyorduk birbirimizi. Oysa birbirimizi sobeleyeli ve birbirimize sobeleneli de çok olmuştu. Dile dökülmeyen ne kadar gerçek varsa, gözlerimizden nehir gibi akıp birbirine karışarak bir okyanus yaratmıştı.
Efken yavaşça geri çekildi ve üzerindeki montu çıkarıp yere bıraktı. Bana sırtını döndüğünde olduğum yerde durmuş onu izliyordum. Kazağını sıyırıp çıkardı, esmer sırtı gözler önüne serildi. Lahitlerden birinin önüne dek ilerledikten sonra avuç içlerini yere konumlandırarak kollarını hafifçe iki yana gerdi ama tamamen açmadı. Avuç içlerinde bir yıldırımın ilk kıvılcımını gördüm. Gümüş rengi bir alev gibiydi. Parladı, söndü, parladı ve birdenbire büyüyerek damarlara ayrıldı. İki elinden de aynı anda fırlayan yıldırımların etrafa saçılışını izledim.
Kızılımsı ışıklarla aydınlanan sarnıçtaki ışığı kırıp etrafı gümüşe boyadı ve Efken’in büyük cüssesinin etrafını saran gümüş rengi bir halka, yerde kristal gibi parladı. Halkadan yukarı doğru kabarıp çatırdayan yıldırımları gördüm. Bununla beraber Efken’in sırtında da gümüş ışıltılar saçan benzer bir halka oluştu, oluşan halka şeytani bir figürü andırıyordu. Halkanın ortasında beliren şekiller bana pentagramı hatırlattı ama tam olarak öyle olduğu söylenemezdi; kendine has bir sembol dili kullanıyor gibiydi. Her bir sembolü oluşturan çizgiler, yıldırımların gümüş ışığıyla parlıyordu.
Efken, başını birdenbire havaya kaldırdı ve gözlerinden geldiğini düşündüğüm o iki ışık huzmesi hızla yukarı uzandı, sarnıcın içinde dağıldı. Efken’in çift gelen sesi, her zamankinden daha kalın, daha şeytaniydi; göğsümü sıkıştırdı ama bir yandan da hayranlık hissinin göğsümün içinde büyümesini sağladı. Göz bebeklerime düşen eşsiz yansıması, bir yıldız gibi ışıldadı. Efken, başını sağa yatırıp dudaklarından dökülerek kalın sesinde hayat bulan kelimeleri güçlendirdi. Bilmediğim fakat kulak verdiğim takdirde biraz olsun anlayabildiğim, farklı dilde bir şeyler söylüyordu. Korumayı aktif etmek için kelimeleri daha güçlü, bastırarak telaffuz etmeye başladı. Etrafında kuşak gibi kayarak ilerleyen yıldırımlara bakakaldım. Gümüş ışıltılar her yere değiyor ama hiçbir yerde kalıcı iz bırakmıyordu. Dokunduğu her yerde aydınlık yaratıyor, ardından daha büyük bir karanlığı doğuruyordu.
Avuçlarını birbirine vurmasıyla beraber, etrafında kuşak gibi kayan o yıldırımlar birdenbire oklara dönüştü ve sarnıcın içinde mızrak gibi ilerlemeye, gözden kaybolmaya başladılar. Enerji inanılmaz bir boyuttaydı. Işıltısı göz alıcıydı ve eminim doğaüstü gözlerim olmasaydı, beni kör edecek güçteydi. Yıldırımlar hızla, öne atılan savaş mızrakları gibi sarnıcı terk ediyor, Gümüş Pençeleri korumak için gidiyorlardı.
Göz bebeklerim büyüdü. Işıklara bakarken hem büyülendim hem de bu denli kudretli bir gücün varlığıyla sarsıldım. O, gerçekten sanılandan daha güçlüydü. Böylesi bir kudreti daha önce hiçbir canlıda görmemiştim. Ne kendimde ne başka bir doğaüstü varlıkta ne de onda… O ki, bir Mega Alfa olarak liderlik yaptığı savaşların hepsinden galibiyetle ayrılmıştı ama o zamanlar sahip olduğu güç, şu an sahip olduğu gücün çeyreği bile olamazdı. Hissettiğim şaşkınlık daha da büyüdü. Yıldırımlar saçılarak bedeninden ayrılmaya devam ediyor, koruyacağı Gümüş Pençe’ye doğru yola çıkıyordu.
Bu, yaklaşık on dakika boyunca ihtişamlı bir havai fişek gösterisi gibi sürdü. Bu gösteri tamamen ilahiydi, öte yandan kan dondurucu şekilde şeytaniydi de. Güzelliğine, ışıltısına ve kudretine rağmen onda doğru olmayan bir şey vardı. Sahip olduğu bu güç, ışık saçan bir karanlıktı.
Efken’in sırtında gümüş gibi parlayan semboller bir an için solarak griye, ardından siyaha dönüştü. Tek bir an için ona doğru ilerlemek, sırtına dokunup bunu sonlandırmak istedim ama gücü, âdeta beni olduğum yere çivilemişti. Sanki bu güç beni tek bir hareketimde ufalayarak kül tanelerine dönüştürecekti. Akıl sır erdiremeyeceğim kadar büyük bir enerji yayarak son kez kabaran gövdesi, bu kez siyah, etrafında koyu mor ışıklar parlayan yıldırımlar çıkarmaya başladı. Bu yıldırımlar daha hırçındı, daha şeytaniydi, sonu olmayan bir güçle saçılarak sarnıcın dışına gidiyordu.
Bir kıkırtı sesi duydum.
Sonra Efken’in sırtında kılıç figürünün parlayıp söndüğünü gördüm.
Nemesis’in kılıcı.
Efken’in boğazından yükselen o gülüş sesi, tek kaşımı kaldırıp gülümsememe neden oldu ama içimdeki huzursuzluk parmaklarını yukarı iterek boğazıma sarılmış gibi hissettim. Efken’in çıplak omuzları titrerken gülüşü biraz daha şiddet kazandı. Çift gelen sesi yavaşça söndü, tek bir sese dönüştü ve o gülüş sesi bıçak gibi kesildi. Efken’in çıplak omuzları dik konuma geldi. Sırtındaki sembol söndü ve derisinin altında kayboldu.
“Bitti mi?” diye sordum neden güldüğüne anlam yükleyemeyerek.
Genizden gelen kalın sesiyle, “Bitti,” dedi.
“Artık güvendeler, değil mi?”
Güldü. “Kesinlikle.”
Duraksayarak sırtına bakmaya devam ederken, “İyi misin?” diye sordum ve bunun üzerine bu kez alayla kıkırdadı.
“Hiç,” diyerek bana doğru dönen Efken’in, gözlerinin yıldırım renginde olduğunu gördüm. Sanki gözlerini ve gözünün beyazını ayıran koyu renk bir halkaydı; bunun dışında gözleri beyazdı. “Bu kadar iyi olmamıştım.”
Bir adım geri gitmek istedim, bedenim saldırı altında hissetti ama kalbim bunu şiddetle reddetti. Efken’in gözlerinin içine gerçeği görme umuduyla baktım ama uçurum mavisi gözler orada değildi. Orada sadece yıldırımlar vardı.
“Merhaba küçük, tatlı kraliçem.”
Farkındalık bir anda çökmedi. Uzun zamandır zaten içimdeydi. Görüyü aldığım ilk anda, o gölge üzerime çöktüğünde, Efken’in yerden silinen gölgesinin ardında bıraktığı boşluğa baktığımda, o gölgeyi yeniden odanın duvarında bir anlığına gördüğümü sandığımda… Kendimi zorla daldırdığım o uykudan, sarsıcı bir yıldırım şeklini alarak içime düşen gerçekle beraber uyandım.
“Sen,” diyebildim, gerisi dudaklarımda canlanmadı; kelimeler koca bir sessizlikle taçlandı.
“Ben,” dedi başını sallayarak. “En başından beri bildiğin, kendine itiraf edemediğin, kendinden sakladığın o gerçeğin ta kendisi.”
Ansiklopediyi almak için girdiğim o ormanda, etrafımı saran gölgenin, Efken’in yerden silinen gölgesi olduğunu sadece hissetmiştim. Bir anlıktı belki, kabul etmek istemediğim, görmezden geldiğim kahrolası bir histi ama bunun bir his değil, gerçek olduğunu görüler zihnime usulca akmaya başladığında anlamıştım. Sadece reddetmiştim. Sadece yanılmayı dilemiştim.
Başını sol omzuna yatırmasıyla beraber, gözleri uçurum mavisine döndü. “Bedenime kavuştum. Teşekkür ederim.”
İçimi yırtacak gibi ilerleyen o hissi durdurmaya çalışarak, “Neden teşekkür ediyorsun?” diye sordum.
“Çünkü eninde sonunda benim ehlileştirilmiş, küçük bir evcil hayvana dönüştürülmüş tarafımın, vicdana gelip minik kuyruklu dostlarını korumak için bu enerjiyi açığa çıkaracağını biliyordum,” dediğinde donup kaldım. “Ve sen, onun bu enerjiyi açığa çıkarıp beni içeri geri kabul etmesine izin verdin.”
Gözlerim zemine düştü. Efken’in silinen gölgesi yerde, ışıkların önünde yatıyordu. Kalbim ağrıyla doldu.
“Bir vicdansızın içinden merhamet çıkarmak güçtür, seni kutluyorum, bana epey yardımcı oldun. Yoksa onunla asla birleşemezdik,” dedi dudaklarında alaycı bir tebessümle. Efken’in yüzüne bakıyor, Efken’in sesini duyuyor, Efken’in gözlerini görüyordum ama bir yabancıyla konuşuyordum.
“Böyle bir enerjiyi açığa çıkarmamız gerekiyordu,” dedi boynunu esneterek. “Aksi hâlde kıymetli parçasını içine geri alamayacaktı. Hoş, başka bir yolu olsa bile bu aralar bir zalim olmak istemediğinden beni şiddetle reddederdi ama…”
“Sen o katil gölgesin,” dedim iğrenerek.
“Hayır,” dedi. “Ben Efken’in ta kendisiyim. Onun susturduğu tarafıyım. Onun yere düşen karanlık gölgesiyim. Onu ve beni birbirimizden ayıran hiçbir şey yok çünkü ikimiz aynı kişiyiz.” Bana doğru bir adım attığında, söylediği şeyi reddedercesine gözlerinin içine baktım. Geri adım atmamı bekliyor gibi baktı. Tek kaşı havaya kalkarken, “Ne sanıyorsun ki?” diye sordu merakla. “Ben farklı biriyim ve onu bir deri gibi kullanmak için ele mi geçirdim? Sence tüm evrenlerin en güçlü varlığının içine, kendi parçasından başka bir şey yerleşebilir mi?”
Gerçeğin ini gibi görünen gözlerine bakarken yavaşça yutkundum. “Senin Efken ile bir bağlantın falan yok,” dediğimde sesim kendime yabancıydı. Gölge, Efken’in suretindeyken gözlerini kısıp bana dikkatlice baktı. Ne düşündüğünü öngöremiyordum. “Sen bir gölgesin ve onun seni öldürmesinden korkuyordun.”
“Ve Efken gibi çok güçlü bir adam,” parmağıyla kendini işaret etti, “yani ben… Sıradan, bana ait olmayan bir gölgeyi içime alıp onun konağı oldum, öyle mi?”
İlk kez bir adım geri gitmek istedim. İlk kez her şeyden kaçmak istedim. Duyduklarımdan, gördüklerimden, tam şu an hissettiklerimden. Anlam veremiyordum ama bir yanım bunu biliyordu; bir yanım şiddetle kanıyordu. Bu yaranın ne zaman açıldığını, hangi ara kanamaya başladığını bilmiyordum ama sanki çok uzun zamandır kanını içimde, ona ait bir tasmışım gibi biriktiriyordum.
“Efken,” dedim ona ulaşmak ister gibi. Tüm bunları yapanın kendi gölgesi olduğuna, onun bir parçası olduğuna inanmak istemiyordum.
Efken gözlerimin içine baktı ve “Sonunda olmam gereken kişiyim,” dedi, gözlerinde bir duygu aradım ama hepsini ustalıkla gizliyordu.
“Çık onun içinden,” dediğimde dudakları yukarı kıvrıldı.
“Mahi,” dedi ve kalbimden vurulmuşa döndüm. “Ben zaten Efken Karaduman’ım. Ben sadece yere düşen gölgesi değilim, ben onun Nemesis tarafıyım. Biz onunla aynı kişiyiz.”
Buna inanmak istemedim. Şiddetle reddettim. Şiddetle kabul ettim. Görülerimi hatırladım, Efken’e bakarken içime çöken o kurtarma isteğini hatırladım, her gün biraz daha karanlığa bulanan Efken’in önce kaybolan, ardından ona kim olduğunu hatırlatmak için yeniden içine dalan gölgesinin gücünü hatırladım. Evrenin en güçlü varlığı Efken ise elbette onun gölgesi de bu kadar güçlü olabilirdi. Sadece onun gölgesi… Nemesis tarafının gölgesi. Karşımda gerçek bir zalim olarak dikiliyorken etinin arkasında hâlâ hislerimin dere gibi aktığı o adam gizleniyordu. Bu canımı yaktı.
“Gümüş Pençeleri sen mi öldürdün?” diye sorarken kalbim parçalara bölünüyormuş gibi hissettim.
“Efken öldürmedi,” dediğinde durdum, gözlerinin içine umutla baktım. “Efken’in ben olduğumu hatırlaması için ortadan kalkması gerekenler vardı ve kaldırıldılar.”
Dehşetle ona bakarken dudaklarına küçük bir tebessüm yerleşti. “Bu beden bana ait,” dedi, “ve senin uykuya daldırdığın o tarafım, sadece güçsüzleşiyor. Sen bir tarafımı insana çevirdin ve o derin uykusundayken sadece güç kaybediyordu. Uyuttuğun tarafımı ele geçirmem gerekti. Bir sürüye ihtiyacım yok, hayatımın geri kalanını bir Alfa olarak geçiremem çünkü ben Nemesis’im. Evrendeki en güçlü şeyim. Bunu senin zorla uyuttuğun, gözünü kör ettiğin o aptal tarafıma göstermem gerekiyordu. Gösteremedim. Ve sonunda ait olduğum yere döndüm. Onunla birleştim.”
“Efken böyle bir karar vermezdi,” dedim gözlerimi yüzüne dikerek.
“Yedi Güneş’i neden topladığınızı biliyor musun?” Sorusu beni bir an duraksattı. “Babacığına sormaya ne dersin?” Başını sol omzuna yatırıp bana alaycı gözlerle baktı.
“Ne söylemeye çalışıyorsun?”
“Yedi Güneş bir araya geldiğinde, yani onları bir araya getirdiğimde,” dedi parmağını göğsüne bastırarak, “Nemesis, yani yine ben yok edileceğim.”
Şakağıma bir kurşun girmiş gibi sarsılarak ona bakakaldım.
Gözlerimin içine, derinlerime ulaşmak onun için çok kolaymış gibi uzun uzun baktı. “En başından beri beni öldürmenin planını yapıyorsun,” dedi tokat atar gibi. “Nemesis’i öldürmek için, Nemesis’in sahibi olan kişiyi kullanacak, sonra onun gücüyle onu öldüreceksiniz. Ne drama ama.” Parmağını bir kez daha göğsüne bastırdığında gözlerim çıplak göğsüne kaydı. “Ve benim sen diye ölen tarafım, buna dünden hazır.”
“Yalan söylüyorsun, onu ele geçirdin ve şimdi saçma sapan şeyler söylüyorsun,” diye fısıldadım, her şeyi öngörebilirdim ama böyle bir şeyi asla. Buna ihtimal bile veremezdim.
“Bilmediğimi düşünecek kadar şirin olamazsın, sana deli olan tarafım bunu biliyordu zaten,” dedi gölge gülerek. “Babanla bu konuyu konuşmadığımızı sanmış olamazsın. Kendini kurban edecekti. Onu uyandırıp kim olduğumuzu hatırlatmak için geri gelmeseydim, sen ve sevdiklerin için kurban verilecektim.”
Bana doğru bir adım attığında, bir adım geri gittim ve ondan kaçtığımı hissetmek beni parçalarıma ayırdı.
“Senin için ölecektim,” dedi hiç düşünmeden. “Çünkü beni o güzel gözlerini kullanarak taşa çevirdin. Senden başka yöne kafasını çeviremeyen taştan bir heykele. Yönümü sana çevirdin, bakışlarımı sana mıhladın, kalbimi zehir gibi sardın.”
“Ama Efken’in annesi dedi ki…”
“Annem hiçbir şeyi bilmiyordu! Yedi Güneş’in beni öldüreceğine değil, kurtaracağına inanıyordu çünkü bir anneyi çocuğunun ölümüyle yüzleştiremezsin. Kandırmak zorunda kalırsın!” diye kükredi bir anda.
“Yalan söylemediğini nereden bileceğim?” Ona yalvarır gibi baktım.
Gözlerini devirip, “Neye inanmak istiyorsan ona inan,” dedi. “Ama kendi sürümü toplayıp, kendimi öldürmekten vazgeçtim.” Gözlerimin içine sarsıcı bir gerçekle baktı. “Ve ben yoksam, Yedi Güneş de yok demektir. Onları sadece ben uyandırabilirim. Uyandırmayacağım.”
Gözlerime batan gözyaşlarını hissettim ama hareket edemedim, ağlayamadım, ağzımı açıp tek kelime edemedim. Uçurum mavisi gözleri gözlerime saplı duruyorken, o gözlerdeki karanlığı yırtan bambaşka bir duygu parladı. Merhamet miydi bu duygu yoksa başka bir şey miydi anlayamadım ama kolayca kayboldu. Dudaklarının kenarı alaycı bir tavırla yukarı büküldü.
“Benim kaderimde minik yılanım,” diye fısıldadı, “ne yazık ki bir zalim var olmak var.”
Bir okyanusu içine boşaltsan dolmayacak bir boşluğun içimde açıldığını, gitgide daha da derinleştiğini hissediyordum.
“Senin için ölmeyeceğim,” dediğinde bunu zaten istemediğimi haykırmak istedim. Bana doğru bir adım attı, ondan kaçmadım. “Ama dilersen, senin için yaşamaya devam ederim. Benimle gelebilirsin, Azize.”
“Kötülüğü yayacağımız bir yere mi?” Duygusuzca sorduğum bu soru, burnundan sert bir nefes vererek gülmesine neden oldu. Kaburgalarımın içimi zorladığını hissetsem de ona kendimden emin gözlerle baktım.
“Madem öyle,” diyerek sırtını bana döndüğünde avucumun içinde ateşi hissettim. Ona saldırmak istedim, onu durdurmak ve belki de omuzlarından tutup sarsarak onu yerleştiği bedenden çıkarmak istedim. Efken burada değilmiş gibi hissediyordum, öte yandan Efken sanki onun gözlerinin ardından beni izliyor gibiydi. “Bana bedenime geri dönmem için gerekli düzeneği sağladığın için teşekkür ederim, Sevgili Azize.”
Ve yürümeye başladı.
“Nereye gittiğini sanıyorsun?” diye sordum avucumun içindeki güçsüz alev parmak uçlarıma su gibi kayıp giderken.
“Seni sevmenin beni kör etmeyeceği bir yere,” dediğinde, avucumun içindeki ateş titreyerek söndü. Beni sevdiğini ifade ettiği ilk andı ama bunu ifade eden o değilmiş gibi hissediyordum. Yine de söylediği şey kalbime bir el ateş edilmiş gibi hissettirdi.
“Efken kimseyi öldürmezdi! Hele kendi soyundan insanları asla!” diye bağırdım son gücümle.
Durdu. “Öldüren ben değildim zaten,” dediğinde nabzım yavaşladı. Omzunun üzerinden bana yan bir bakış attı. “Benim yerime başkaları öldürdü.” Avucumdaki ateş bir anda harlandı, tam ona saldıracaktım ki, “Sana zarar vermek istemeyen tarafım hâlâ uyanık,” dediğinde durdum. “Zorlama istersen. Yoksa kendime acı vermek pahasına senin o küçük yılan kuyruğunu koparırım.”
“Katil,” dediğimde, “En azından sevdiğin tarafım bir katil değil, buna sığınıp günlerce benim için ağlarsın artık,” diye karşılık verdi. “Sen zayıf olanı seviyorsan, güçlü olan sana sırtını döner. Benim bir parçamı yeniden zayıflatmana göz yummayacağım.”
Bir portalın açılırken çıkardığı o uğultuyu duydum ama gözlerimi Efken’in sırtından ayıramadım. Yavaşça yürüyerek benden uzaklaşmaya başladı. Babamın, “Mahinev, geri çekil,” dediğini duyduğumda irkilerek bakışlarımı portala çevirdim. Babam buradaydı ve oku arbalete takmış, ucundan gümüş renkte ışık saçılan oku Efken’in sırtına doğrultmuştu. Bir an panikleyerek okun önüne atlayıp, “Baba,” dedim korkuyla. “Dur, o hâlâ Efken!”
Babam, “Geri çekil!” diye bağırdığında, “Dur!” diye bağırdım okun ucuna doğru koşarak. “O hâlâ Efken!”
Efken’in boğazından yükselen kahkahayla olduğum yerde donup kaldım. Adımları yarıda kesildi, ben omzumun üzerinden ona bakarken o da aynı şekilde omzunun üzerinden bana baktı ve elini kaldırıp parmaklarını havada gezdirerek yıldırımdan bir daire çizdi; bu bir portaldı. Göz bebeklerime portalın gümüş ışığı yansırken sarsılmış hissediyordum. Efken portaldan geçerken, “Tekrar görüşeceğiz sadık kızım,” diye fısıldadı.
Kirpik dibimde asılı duran bir damla gözyaşı göz çukuruma indiğinde, “Hayır,” diye fısıldadım. “Bu gerçek olamaz.”
“Nemesis’in uyanışı tamamlandı,” dedi babam, sesi uzaklardan geliyormuş gibiydi. Tepki veremedim. Efken’in az önce dikildiği o boşluğa bakarken kalbimden kopan parçalar göğüs kafesimin içine yığılıyormuş gibi hissediyordum.
“Efken,” diye fısıldadım güçsüzce.
Babam, “O artık Efken değil,” dediğinde gözlerimi yavaşça babama çevirdim. Bakışlarımda neye rastladıysa duraksadı, gözlerini kısıp başını önüne eğdi ve “Buradan gitmeliyiz,” diye mırıldandı. “Hadi Mahinev.”
“Yedi Güneş neden bir araya getirilecekti baba?” Sorum dudaklarımdan kayarken, gözyaşlarım da gözlerimden kaymaya başlamıştı. Şimdi ne yapacaktım? Bir yanım ölmüş gibi hissediyordum. Sanki Efken giderken kalbimi de yanında götürmüştü.
Babam, “O iblis tekrar dönmeden buradan gitmeliyiz,” dediğinde, “İblis dediğin kişi Efken!” diye bağırdım.
“Değil,” dedi babam omuzları düşerken. “Artık değil.”
Dizlerimin üzerine çöktüğümü hatırlıyorum. Çaprazımdaki su birikintisinin içinde beyaz bir lale gördüğümü, suyun dibindeki lalenin gümüş bir ışıltıyla parladığını hatırlıyorum. Babamın bana doğru yürüdüğünü, seslerin usulca birbirine karışmaya başladığını, yıkımın içimde şiddetle çatırdamaya başladığını hatırlıyorum. Suya bakmak için kafamı yavaşça önüme eğip, ellerimi yere bastırdığımı hatırlıyorum. Beyaz laleye bakarken başım dönmeye başladı. Nemesis’in söyledikleri kafamın içinde çınladı, Efken’in uçurum mavisi gözleri, bu kelimeler içime diken gibi batarken bir köşede beni izliyormuş gibi hissettim.
Düşmanın gölgesi kalbimi örttü.
🎧: BLACKBRIAR, BLOODY FOOTPRINTS IN THE SNOW