Zihnin, senin en büyük korkularının ve seni sen yapan düşüncelerin yetiştiği karma bir tarladır.
Zihin, çocukluğun artıklarıyla beslenir ve nihayet bir yetişkin olunduğunda, artıklarla doyan zihin kararını verir ve ruha onun kim olduğunu açıklar. Ruh, yaşananlardan var olmuş, bedenle etkileşime giren bir paradokstur. Ruhumuzun kimliğini çocukluğumuz belirler, çocukluğumuzun iskeleti ise çocuk olduğumuz son güne dek yaşadıklarımızla şekillenir.
Ruh değiştirilemez, hafıza var olduğu sürece aynı çocukluğun sahibiyizdir ve aynı çocukluğun sahibi olmak, aynı ruha mahkûm olmaktır.
Topuklu ayakkabılarımın düşüncelerime dahil olan sesi koridorda hafif bir çınlama yaratıyordu. Karşımda uzun dikdörtgen şeklinde bir kapı vardı, kapıdan içeri kör edici beyaz bir ışık doluyordu. Koridor karanlıktı, bu ışık görebildiğim tek aydınlıktı ve gözlerimi kısmama neden oldu.
Yan koridorda hızla ilerleyen sedyenin sesini duydum, insanların uğultulu konuşma sesleri de buna katıldı ama ışığa öyle çok odaklanmıştım ki bir süre sonra hepsi köreldi. Adımlarımı hızlandırdım. Dikdörtgen şeklindeki kapıya ulaşana dek kafamın içinde birçok kez aynı düşünce kendini var etti.
Ruhsuz siyah gözlerimi çevirip omzumun üzerinden koridorun diğer ucuna baktım, duvarda büyük bir çerçeve vardı, çerçevenin içinde doktor isimleri yazıyordu. Mesafeye rağmen her ismi tek tek okuyabildim, hepsi belleğime kazındı.
Hafıza, diye düşündüm. Çok derin, çok uçsuz, çok bucaksız, çıldırtıcı; reddedildi.
Dışarıya attığım ilk adımla birlikte artık kızıl gökyüzünün altındaydım. Gökyüzü kan rengindeydi, güneş gökyüzünün derinliklerinde boğulmuştu ama hâlâ oradaydı, sadece kömür gibi siyahtı. Simsiyah bir dolunaya benziyordu, hayır bir yeni aya…
Dışarıda dün yağan karın birikintisi vardı. Siyah kaşe kabanımın kuşaklarını bağladım ve botlarına rağmen kayarak ilerleyen insanların içine ince topuklu ayakkabılarımla hiç zorlanmadan hızlı adımlarla karıştım. Hastanenin bahçesinde üç büyük ambulans, iki ambulans motosikleti ve bir trafik polisi arabası vardı. Trafik polisi aracında değildi, yine de aracın içindeki radyoda çalan rahatsız edici şarkıyı duyabiliyordum. Bu özelliğimden bininci kez reddettim.
Aracım hastanenin otoparkındaydı, hastanenin otoparkı izbeydi, neredeyse hastanenin yer altındaydı. Aşağıya uzanan patika yolu indim, buzda kaymadım, buna takılmadım ama birçok kez kayıp düşmemi dileyen bakışları üzerimde hissettiğim olmuştu. Genelde hepsi yaşıtım ya da benden biraz daha küçük olan sümüklü ergenler olurdu.
Kabanımın geniş cebinden aracımın uzaktan kumandasını çıkarırken etrafıma bakındım, uğultulu rüzgârın sesini emen hafızam titriyordu. Hafızam ne zaman titrese, geçmişten birinin çıkıp gelmek üzere olduğunu hissederdim. O yüzden huzursuzdum, geçmişin bugüne taşınmasını sevmiyordum. Yeni bir ruh yaratamazdım ama hafızama geleceği kodlarsam, geçmiş geçmişte kalabilirdi.
Otoparka girip geniş beyaz kolonların arasında ilerlemeye başladım. İçerisi havasızdı, sigara ve sidik kokuyordu. Güvenlik görevlilerin hastanenin içindeki tuvaleti kullanmak yerine duvar diplerine işemesine alışmıştım. Ne zaman bu otoparka insem sidiklerinin kokusunu solurdum. Hatta artık kafamın içinde sidiğin kokusuna göre kimlikleri bile vardı, amonyak gibi kokan sidiğin göbekli ve kel Asım’ın olduğunu biliyordum. Ondan iğreniyordum. Çünkü beni ne zaman görse sarı dişlerini gösterir ve yatakta nasıl olduğumu hayal ederken arsız gözleri tüm vücudumda dolaşırdı. Onun sarı dişlerini söküp koparmak istiyordum. Dişleri yokken komik görünürdü, en azından daha az konuşurdu.
Çok konuşan erkeklerden hiç hoşlanmıyordum.
Uzaktan kumandayı kaldırdım, onu sürerken erkeklerin vücuduma olduğundan daha çok salya akıtmasına neden olan spor arabamın kilidini kaldırdım ve bakışlarım tekrar etrafta dolaştı, koyu gri spor arabamın kapısını kaldırıp içine yerleştiğimde derin bir nefes alıp kabanımın kuşağını çözdüm. Belimi açıkta bırakan düğmeli kazağım ve bacaklarımı saran kot pantolonumla eminim dışarıda olsam çok üşümezdim ama insanlar üşüdüğümü görmek istiyordu, bu yüzden kaşe kabanımla dolaşmak daha kolaydı. Daha az ilgi çekiyordu. Oldukça açık sarı renk, düz saçlarımı omuzlarımın arkasına atarak arabanın kapısını kapattım ve arabayı çalıştırdım.
Çok kısa bir an için gözüm dikiz aynasına kaydı.
Kargaların tüyleri tıpkı her gece kâbuslarıma konuk olduğu gibi anlık olarak bir hortum yarattı, aynaya yansıyan görüntüye heyecansız, normal bir şeyi izliyormuş gibi bakıyordum. Tüylerin oluşturduğu hortum birden dağıldı, tüyler hızla etrafa yayıldı ve on saniye sonra yoklardı. Zaten orada olmadıklarını biliyordum.
Otoparktan ayrılırken tekrar dikiz aynasına bakmadım.
Sokaklar boştu, trafiğin yoğun olması gereken bir saatti ama normalde sürdüğünden çok daha çabuk bitmişti yolculuk. Binanın otoparkına park ederken bakışlarım otoparkta yanıp sönen ekip otolarını gördüğümde bu sabah yaşanan olayı hatırladım ama bu hatıra hafızamda herhangi bir çukur oluşturmadı.
Bu sabah oturduğum sitenin içindeki binalardan birinde, bir apartman boşluğunda boğazı kesilmiş, karnı oyulmuş bir kadın cesedi bulunmuştu. Cesedin görgü tanığı yoktu, cesedin oraya götürüldüğü ya da orada infaz edildiği saatlerde güvenlik kameraları çalışmıyordu, teknik bir arızadan da fazlasıydı, insan elinin değmediğinden emindiler, görüntüler buhar olup kaybolmuştu.
Araçtan inerken kadını siyah bir ceset torbasıyla binadan çıkardıkları anları anımsadım, hafızam derinleşti, içinde ne kadar görüntü varsa zihnimin derinliklerine salarak onları yeniden görmemi sağladı. Boğazımda acı bir tat oluşsa da yüzümdeki ifade hâlâ sabitti. Kendi dairemin olduğu binaya gitmek üzere otoparkın asansörüne bindim, bir dakika kadar sonrasında binaya uzanan düzlükteydim; bir sürü bina bir araya gelerek ortada kare şeklinde bir boşluk oluşturmuştu. Yükselen binalara kısaca bakıp kendi bloğuma doğru ilerledim. Güvenlik görevlisi kapıdaydı, ona göz kırptım, o da gülümsedi ve konuşmadı.
Asansörlere ilerlediğim sırada, tıknaz bir polis memuru, “Hanımefendi,” dedi ve tek kaşımı kaldırarak omzumun üzerinden ona baktım. “Hangi katta yaşıyorsunuz?”
Kaşlarımı kaldırdım. “Anlayamadım?”
Adam bir an gerilir gibi oldu. “Ece Sonar cinayeti üzerine araştırma yapıyoruz,” dedi, detayları umursamadım, ona sabırsız siyah gözlerle bakıyordum. Derin bir nefes aldı. “Hangi katta yaşıyorsunuz?”
“Amirinizi görebilir miyim?” diye sordum, ses tonum öyle düzdü ki, bir küstahlık algılayamazdı, öyle de olmuştu. Ne kadar bundan hoşlanmamış olsa da her nedense bunu kabul edip polis topluluğuna doğru ilerledi.
Sırtı dönük kişinin amiri olduğunu biliyordum, diğerlerinin aksine üniforması yoktu, basit bir kot ve deri ceket giymişti, elinde de siyah, uzun anteni olan bir telsiz tutuyordu. Onun kim olduğunu biliyordum, o da beni tanıyordu. Bana döneceği anı beklerken kollarımı göğsümün üzerinde toplamıştım.
Deri ceketinin omuz hizasından bana doğru dönen çikolata kahvesi gözleri gördüğüm anda tek kaşımı havaya diktim ve kalın kaşların altına yerleştirilen kahverengiler irileşti. Polis memurunu görmezden gelerek hızlı adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı, her adımı atikti, birkaç adım sonra yanımdaydı.
“Hera,” dedi gülümsemesi yüzüne eşit paydalarda dağılırken. “Varta’ya dönmüşsün Hera Günse.”
“Beni yeni fark etmen şaşırtıcı,” dediğimde gülüşü daha da geniş bir alana yayıldı. “Neredeyse on gün olacak. Yeni gelmedim Meriç.”
Meriç ile arkadaşlığımız yıllara dayanıyordu. Kız kardeşi ile aynı okulda okumuştum, o zamanlar Meriç’le de arkadaşlığımızın yeni başladığı zamanlardı. Bir süre bana asılmış, karşılık alamayacağını anladığında dost kalmayı kabul ederek hayatımda bir şekilde yer edinmişti. Yaklaşık yedi buçuk aydır onu görmüyordum ama Varta’nın Kızıl Yaka’sında amirlik yapmaya başlayalı üç ay olduğunu biliyordum. Taze bir polisken kolayca atanmıştı, başarılıydı ve gelecek vadediyordu.
“Dönmene çok sevindim,” dedi Meriç, sevindiğini kahverengi topazlarından da görebilmek mümkündü. Telsizinde yoğun bir hışırtı oluştu, dışarıya çok duyulan bir ses olmasa da benim zihnimin duvarlarını tırmalamıştı.
Hafızam derinleşti, içindeki anıları kusmak için bulanmaya başladı.
“Cinayetle ilgili bir şeyler bulabildiniz mi?” diye sordum Meriç’e, bana umutsuz gözlerle baktığında cevap vermesine gerek yoktu. Başımı aşağı yukarı salladım. Kurbanı pek tanıdığım söylenemezdi, ben gitmeden önce bu binada yaşamıyordu, döndüğümde de onu yalnızca iki defa görmüştüm. Birinde taksiye biniyordu, diğerinde de gece yarısıydı ve elinde poşetlerle binaya doğru ilerliyordu. Kendi halinde genç bir kızdı, muhtemelen üniversite öğrencisiydi ve yine muhtemelen yalnız yaşıyordu.
“Umarım bulunabilir. Ailesi Varta’nın dışında yaşıyormuş, babası haber alır almaz yola koyulmuş ama olay hakkında en ufak tahminleri bile yok. Olay yeri inceleme burada, parmak izleri alınacaktı fakat gariptir ki o katta oturan insanların bile parmak izleri yoktu. Hatta kurbanın bile parmak izleri olay yerinde bulunamadı. Evi arandı, evinde de kendisine ait parmak izleri yoktu. Nereden bakarsan bak, endişe uyandıran bir olay.”
Yüzümde herhangi bir mimik değişimi olmadı, hisler bana dokunmadı, başımı sallamakla yetindim. Meriç şimdi daha dikkatli bir şekilde beni süzüyordu. “Zayıflamışsın,” dediğinde sesi düşünceliydi. “Sanırım zorlu bir eğitimden geçtin.” Sırıtınca ona tek kaşımı kaldırarak baktım.
“Yüz otuz erkeği ordu için hazırlamak yeterince zordu,” dediğimde bir an afalladı. “Dövüşmek içgüdülerinin şiddetle kurduğu bağ, bu doğru ama şiddet ve yetenek aynı şeyler değildi. Aralarından en yeteneklilerini seçmek zor oldu Meriç.”
“Siktir,” dedi ıslıklı bir nefesin arkasından. “Sen Durus’un askeri ordusuna dövüşmeyi öğrettiğini söylüyorsun bana.”
“İşim bu,” dediğimde derin bir nefes aldı.
“Seninle dövüşmek istemezdim.”
“Yapabileceğin bir şey olsaydı, eminim denerdin,” diye alay ettim mimiksiz bir yüzle.
“İşimin başına dönmem gerek Hera, beni sonra ezikle,” dedi ışıltı saçan bir yüzle. “Seni tekrar görmek güzeldi.”
“İfademe başvuracak mısınız?” diye sordum sıkılgan bir sesle.
“Ah, hayır. Aynı bloktan değilsiniz,” dedi.
“Pekâlâ. Hoşça kal Meriç. Seni görmek güzeldi. Mine’ye döndüğümü, iyi olduğumu söyle lütfen. Maillerine dönememiştim.”
Meriç başını salladı, başka bir şey söylemeden gözlerim Meriç’teyken elimi geriye doğru atıp asansörün düğmesine bastım ve asansörün geldiğini resmeden zil çaldığında soluk bir gülümsemeyle yavaşça iki yana açılan kapılara doğru döndüm. Asansörün aynasında Meriç’in beni izleyen kahverengi gözlerini gördüm, asansöre bindim ve kapılar kapanırken son kez Meriç’e baktım.
Hafızam onunla olduğum son ânı içinden kustu, hatıralarıma yayılan görüntüleri yok saymak istedim. Mine’nin ağzından mailleri atanın o olduğunu biliyordum, aynı zamanda Mine’nin hâlâ bir demans hastası olduğunu da biliyordum.
Tıpkı…
Düşünmeyi durdurdum.
626 numaralı dairenin önünde durdum, kırmızı bir ışık dairelerin sıralandığı koridorun tavanında damarın içinde dolaşan kanı hatırlatan bir boğuklukla etrafı aydınlatıyordu. Sığ bir ışıktı, bir insanın gözlerinin göremeyeceği birçok şeyi arkasına saklamış gibiydi, koridorun ilerisine baktığımda o kızıl ışık yok olarak siyah bir oyuk oluşturuyordu sanki. Yine de etrafımdaki her şeyi gözlemleyebildim. Karşı sıradaki apartmanlardan birinin kapısındaki gümüş renkli güvercin biblosunun kapının tokmağından aşağı sarkışını, Selman Bey’in posta kutusunun üzerinde yırtılarak parçalara ayırılmış mektubun beyaz zarfını; kâğıdın bölündüğü parça sayısını… Tamamını görmek beni huzursuz etti. İrkilerek bakışlarımı kendi kapıma çevirip anahtarla kilidi açtım, ardından güvenlik için kurdurduğum düzeneği de aşabilmek için güvenlik kartını çıkarıp kapının kenarından kaydırdım ve kapı açıldı.
Beni karşılayan solgun renkleri altına alan kızıl ışıktı ama bu kez kızıl ışık, koridordaki gibi doğal olmayan bir ışık kütlesi değildi; doğrudan gökyüzünün rengiydi. Salonumun duvarlarından biri tamamen camdandı, kızıl gökyüzü rengini gri mobilyalarımın üzerine devirmişti. Anahtarlarımı ve kartımı vestiyerin üzerindeki tabağın içine bıraktıktan sonra kaşe kabanımın içinden çıktım, kaşe kaban yere serildi ve üzerinden geçerek salona doğru ilerledim.
Cam duvara doğru ilerlemeye başladım. Varta’nın kızıl tarafı tamamen ayaklarımın altındaydı. Deniz, göğün rengini almıştı. Sanki suyu içine hapseden kuyuda su değil, kan vardı. Kan rengi dalgaların hareketlerini izledim. Usul usul kabardılar, ileri geri hareketler halindeydiler. Tıpkı hafıza gibi. Bazen bir anda bir şeyleri hatırlardık, bazense hatırlamamız gereken şeyler öyle geriye çekilir, öyle derine saklanırdı ki onları bulamazdık; hafıza tıpkı denizin yüzeyinde ileri geri hareket halindeki dalgalar gibiydi.
İleride, yükselen karlı dağların arkasında başlayan mavi sınırı görebiliyordum, gökyüzü bir anda, herhangi bir ton farkı gözetmeksizin, sert bir geçişle maviye dönüyordu. İleriye doğru beyaz lekeleri olan bir maviydi bu, bazı zamanlar gümüş renginde parlıyordu; orası Mavi Yaka’ydı. Gökyüzünde buzdan bir dolunay olduğunu görmüştüm, hava her zaman eksilerdeydi, burada da soğuktu ama o kadar soğuğu ülke sınırları içinde sadece Mavi Yaka’da tatmıştım. Varta’nın karanlık yüzü deniyordu oraya ama Kızıl Yaka’nın da aydınlık olduğunu düşünmüyordum.
O gece kâbussuz bir uyku çektim, rüya gördüm ama ne gördüğüm belirsizdi; hafızam gördüklerimi dışarı tükürmüştü. Sitede işlenen cinayet dikkatimi çeken bir ayrıntı değildi. İşim gereği askerlerle geçirdiğim günler birçok cesedi yakından görmeme neden olmuştu. Ölümü kabullenmiştim, o yüzden beni etkilemiyordu ama ertesi sabah güvenliğe bırakılan paketlerimi almak için alt kata indiğimde, komşularımın yüzlerindeki o silinmemiş dehşet ifadesi ve korkudan, benim dışımdaki herkesin bu cinayeti atlatamadığını anlamıştım. Çalıştığım birlikteki askerler ile aralarındaki fark dikkat çekiciydi. Askerler ölümü ulusal kanalda verilen bir haberi izliyor gibi sakin gözlerle izler, normal karşılardı. Buradaki insanlar için ise ölüm başlı başına bir darbeydi ve kemikleşmiş hükümete benzettiğim bu topluluk için darbe oldukça korkutucuydu.
“Zavallı kızcağız,” diyen kişi bir blok ötede oturan yaşlı bir kadındı, beyaz permalı saçları vardı ve eski zamanlarda oldukça moda olan yapış yapış pembe bir parlatıcı sürüyordu. Hemen karşısında duran, aynı binada oturduğum sağlık personeline yaşadığı dehşeti anlatıyordu. Paketlerimi toparlayıp koca bir yığın olarak kucaklayarak asansöre doğru ilerlemeye başladım. Yaşlı kadından neredeyse yüz metre ileride olmama rağmen onun sesini sanki yanımda, benimle konuşuyormuş gibi duyuyor olmam sinir bozucuydu ama söylediklerine kulak vermeden edemedim.
Hafızamı yönetemedim, onun meraklı ve acıyan sesini hafızamdan dışarı itemedim.
“Cesedinin hali perişan diyorlar, ben görmedim, görmek de istemem zaten. Ben bunun bir aşk cinayeti olduğunu düşünüyorum. Benden duymuş olmayın bayım ama kızcağız bazı gönül meselelerinden dolayı oldukça depresifmiş. Hatta ilaç kullanıyormuş. Tabii tabii, Sertab Hanım’dan duydum, kızcağızın dairesinden kutu kutu antidepresanlar çıkarmışlar. Vah yazık…”
Sağlık personeli otuzlarının ortasında sarışın bir adamdı, yaşlı kadının merakından bezmiş gibiydi, kafasının içinde ilerleyen düşünceyle karşılaştım. Bir an evvel işinin başına gitmesi gerekiyordu, yeni tayin olan başhekimin tam bir baş belası olduğunu düşünüyordu. Yaşlı kadının aksine, sağlık sektöründe çalıştığı için ölümlere karşı gardını kolayca indiren birisi değildi. Yine de Ece Sonar cinayeti onu da ruhsal olarak epey sarsmıştı. İç çatışmalarını dinlemek istemesem de hafızası çok zayıftı, bir kalkanı yoktu ve her şeyi dışarı sızdırıyordu. Hatalı bir hafıza, diye düşündüm. Hatalı hafızaya sahip olan herkesin zihinsel faaliyetleriyle oldukça yakın arkadaş olabiliyordum. Bu istekli bir arkadaşlık değildi. Hatalı hafızaları peşimi bırakmıyordu.
“Hanzade Hanım, nasıl üzüldüm anlatamam size,” dedi adam, artık gitmesi gerekiyordu, derin bir nefes aldı. Gerçekten üzgün hissediyordu ama dehşete düşmüş değildi, ölüm normaldi ve okulda ilk öğrendiği şeylerden birisi de buydu. Psikolojisini kolay şekle sokabiliyor olsa da hafızasındaki hata görmezden gelinmeyecek kadar büyüktü. Öyle ki hafızası anıları dışarı sızdırıyordu. Adamın gözlerinin önünden geçen bir anı zihnime tutundu, bu anıda Ece Sonar’ın babası gözlerinden akan yaşlarla doktorlara yalvarıyor, polislerden yardım istiyor, yerlere düşüyordu. “Babasını bizim hastaneye getirdiler, adamcağız mahvolmuş haldeydi. Umarım katil bir an evvel bulunur.”
Gördüklerime alışmıştım, duyduklarıma alışmıştım, dahil olduğum her şeye bağışıklık kazanmaya başlamıştım. Başta çıldırmanın eşiğine gelmiş olsam da şimdi olması gerektiğinden daha da soğukkanlıydım; her şeyle başa çıkabilirdim. Başa çıkabileceğimi düşünmüyordum, başa çıkacağımı biliyordum. Bunlar farklı şeylerdi. Dahil olduğum konuşmadan ayrılmak için paketleri düşürmemeye çalışarak asansörün düğmesine basmaya çalıştım ama on saniye sonra her yer karanlıktı. Paketlerin ellerimden kayıp yere düşeceğini sandım ama iradem zayıflamadı. Çünkü biliyordum, bu karanlığı görebilen tek kişi bendim.
Sessizce gözlerimi yumup bekledim. Gözlerimi yeniden açtığımda karanlık hâlâ oradaydı. Etrafıma bakınmamın bir anlamı olmayacaktı, sanki boş ve karanlık bir odanın ortasındaydım, etrafıma baksam bile hiçbir şey göremeyeceğimin farkındaydım. Bir karganın gırtlağından yükselen çığlık zihnime yayıldığında irkildim ve asansörün kapısının açılırken çıkardığı zilin sesini duydum. Her yer aydınlığa boyandı.
Paketleri hole bırakırken omzum ile kulağım arasına aldığım telefonun diğer ucundaki sesin sahibi kahkaha attı. “Hera, seni böyle yetiştirmemiştim,” dedi babam kahkahalarının arasından nefes nefese. “Bana askerlerden birinin köprücük kemiğini kırdığını söyleyen komutanın gözlerinin içine bakarken ciddi kalmak için çok uğraş vermek zorunda kaldım.”
“Beni ciddiye almıyordu, cinsiyetçi konuşmaları da tepemin tasını attırmıştı,” diye söylenerek banyoya doğru ilerledim. “Baba, biraz daha hatta kalıp takma dişlerini düşürecek kadar çok attığın kahkahaları dinlemek isterdim ama duş alıp çıkmalıyım.”
“Onun yanına mı gideceksin?” Babamın sesi birdenbire sakinliğe kavuşmuştu. Sessiz kalmayı tercih ettim ama babam sessizliğimize sadık kalan taraf olmadı. “Durumu nasıl?”
“En son bıraktığım gibi. Onu görmeye gitmedin mi?”
“Buna kalbim dayanmaz,” dedi babam sakin bir sesle.
“Onu özlediğini söylerim.”
“Lütfen,” dedi babam yavaşça.
“Kendini topla ihtiyar. Her şey yoluna girecek yalanını atmayacağım, çünkü inanarak söylemeyeceğimi iyi bilirsin.” Hattın diğer ucundaki yorgun gülümsemesini göremesem de tam gözümün önünde duruyormuş gibi hayal edebildim.
Babam bir şeyler söylemedi. Telefonu kapatırken oluşan sessizlik, telefon kapandığında da hükmünü sürdürmeye devam etti. Tüm kıyafetlerimi çıkarıp bir süre saç bakımı yaptım, ben aynanın önünde bakım yaparken su bir süre aktı ve nihayet her yer buhara boyandığında bakım yağını saçlarımdan arındırmak için kendimi sıcak suyun altına bıraktım ve su bedenimden kan gibi akarak saniyeler içinde beni tamamen ıslattı.
Gözlerimi kapattığımda karanlık bir indeydim, ellerimden dirseklerimin iç kısmına kadar kanla kaplıydım, rimelim akmıştı ve gözlerimin kenarlarındaki karanlık çizgilerle bir şeyler mırıldanıyordum. Bu vizyon bir süredir zihnimde var olmuş sarmaşığın içine takılmış ölümcül bir çiçek gibiydi. Ne koparıp atabiliyordum ne de dokunup inceleyebiliyordum. Hafızamdaki çukur büyüdüğünde görüntü daha da net hatlara sahip oluyordu ve her seferinde daha fazla ayrıntıya ulaşıyordum.
İrkilerek gözlerimi açmadan önce gördüğüm şey, kanla kaplı sivri dişlerdi, bir yırtıcının dişlerine benziyordu. Karanlıkta parlayan bir hayvanın dişleriydi bunlar. Ağzını bana ait bir parçayı koparmak için açmıştı sanki. Hızlanan nefesime rağmen ifadesiz yüzümle bir süre suyun altında öylece, gözleri açık halde bekledim. Kirpiklerimi üzerine şiddetle düşen su damlaları bile gözlerimi kapatmamı sağlayamadı. Tekrar o görülerden birinin içinde olmak istemedim.
Sanki hafızam genleşerek büyüyordu.
Bedenime bir havlu sarmadan, çırılçıplak vücudumdan suyun gözyaşları kayarken hızla banyodan çıktım. Buhar da benimle birlikte çıkarak dar holün ortasında bir hayalet gibi ilerledi. Islak saçlarımı omuzlarımın arkasına atarak yatak odama girdim, tamamen gri olan yatak odasının boydan cam duvarının çaprazında tamamen aynalardan oluşan dev bir elbise dolabı vardı. Aynaya düşen çıplak yansımama sadece birkaç saniyeliğine baktım, ardından hızla aynayı kaydırarak bir iç çamaşırı takımı ve kıyafetlerimi çıkardım.
Siyah saten iç çamaşırlarımın üzerine beyaz bir gömlek ve yüksek bel buz mavisi dar paça bir kot pantolon giydim. Gömleğin ilk üç düğmesini açık bıraktığım için boynumdan aşağı sarkan kar tanesi kolyesi görünüyordu. Islak saçlarımı fırçaladıktan sonra beyaz stilettolarımı ayaklarıma geçirdim ve ıslak saçlarımı ellerimle dağıtarak paltom ile çantamı alarak odadan çıktım. Yüzüm bir kanvas kadar boştu, o kanvası arabamda da renklendirebilirdim, daha fazla bu evde kalmak istemediğimi fark ettim.
Gri, dizlerimin iç kısmına dek örten uzun paltomu üzerime geçirip kuşağını bağlarken asansördeydim, birkaç dakika sonunda binanın otoparkına ulaştım ve kalan birkaç saniyede de artık arabamın içindeydim. Arabanın tekerleklerinden kopan çığlığın hemen arkasından araç büyük bir hızla otoparktan çıktı ve caddeye ulaşarak avının boynunu koparmak için harekete geçen bir leopar gibi öne atıldı. Aracın camını yarıya kadar açık bıraktığım için ıslak saçlarım rüzgarda uçuşuyor, hırçın bir vals gösterisi eşliğinde savrulurken rüzgarının baskısıyla yavaşça kuruyordu. Gaza biraz daha basmamla gümüş rengi bir arabayı solladım ve büyük bir yük kamyonunun neredeyse altına girecek kadar dibinden ışık hızıyla geçtim.
Nihayet tıkanık trafiğin içine daldığımda altımdaki leopar yavaşladı, rüzgar dindi ve saçlarım omuzlarımın üzerine kondu. Torpido gözünden kahverengi deri makyaj çantamı çıkarıp dikiz aynasını yüzümü görebileceğim bir açıyla aşağıya indirdim. Anılar kafamın içini karıştırmaya devam etti ama aldırış etmedim. Dudaklarıma hızla kırmızı bir ruj sürdüm, kirpiklerimi olduğundan daha fazla görünmesi için rimelledim ve son olarak burnum ile elmacıklarıma kızıl tonlarında bir allık geçerek çantayı arka koltuğa fırlattım. Tam zamanında. Gaza basmamla, iki aracın tam ortasından jet gibi geçmem bir oldu.
Hastanenin otoparkına girdiğimde yağmur yağmaya başlamıştı. Otoparktan çıkıp hastaneye ulaşmam birkaç saniyeye mal olsa da o birkaç saniye, şiddetli yağmurun beni sırılsıklam etmesi için yetmişti de artmıştı bile. Paltomun yaka kısımlarını kaldırarak beyaz floresanın kör bir ışıkla aydınlattığı kasvetli koridorda ilerlemeye başladım. Doktorlardan biri koridorun ortasında durmuş rapor inceliyordu, bir hemşire elinde cam bir serumla bana doğru yürüyordu, yaşlı bir adam destek aldığı balkon korkuluğuna benzeyen demire yaslanmış duvardaki kağıtları okuyordu.
Resepsiyonda duran hemşireye yaklaştım, baş hemşireydi, kısa siyah saçları ve kemikli esmer yüzü olan güzel bir kadındı. Muhtemelen kırklı yaşlarının başındaydı. Buraya gelmeye başladığım ilk günden beri bu hastanede çalışıyordu, geçen yıl hastanenin baş hemşiresi olmuştu ve bunu hak ettiğini düşünüyordum. Hastalar ve hasta yakınlarıyla ilgili hep olumlu düşünceleri vardı. Hafızasının bariyeri oldukça zayıf olduğu için bazen onunla aynı şeyleri düşünüyormuşum gibi hissederdim, düşündükleri o kadar çok kafamın içine dolardı ki, bunu ilk fark ettiğimde kadına çıldırmışım gibi bakıp sanki düşüncelerini değil de sesini duyuyormuşum gibi cevap vermeye çalışmıştım.
Beni gördüğünde beyaz, uzun tavşan dişlerini göstererek gülümsedi. Kibar gülümsemesiyle beraber yaşını ele veren çizgiler esmer teninin üzerinde desenler çizdiğinde, “Merhaba Hera,” dedi.
“Merhaba Senem.” Resepsiyondaki diğer hemşireler bana kısaca baktılar, hafızalarına sızamadım ama bakışlarından anladığım kadarıyla varlığımdan huzursuz oluyorlardı. Geçtiğimiz birkaç ay beni pek görmemişlerdi, bu yüzden eminim rahat bir nefes almış olmalıydılar. “Onu görebilir miyim?”
“Elbette canım.” Mavi tel dosyayı beyaz kağıtların altına sakladı ve büyük beyaz taş masanın arkasından çıkarak resepsiyondaki kızlara yandan bir bakış atıp bana doğru yaklaştı. Kısık sesle, “Dozlar hakkında konuşmalıyız Hera. Daha ne kadar kaldırabilir bilmiyorum. Biliyorsun… Onun yerinde başka biri olsa çoktan kaybetmiş olurduk.”
Yüzümde donuk bir ifadeyle, “Ama hâlâ yaşıyor,” dedim.
“Evet ama…”
“Onu hayatta tutun,” dedim sadece.
“Elimizden gelen her şeyi yapacağız Hera.”
“Teşekkür ederim.” Bu ona verdiğim son cevaptı. Senem iyi bir kadındı ama umudunu kaybettiğinde karşısındaki insanların umutlarını pek umursamazdı. Nefret etmek istemesem de bu huyundan tiksinmeden edemedim.
Odası, karanlık koridorun en sonundaydı. Aşağı sarkan soyulmuş levhalar bu koridorun hastalara ait odaların bulunduğu koridor olduğunu anlatıyordu. Attığım her bir adımda mavi ve beyazın birleşerek uğursuz bir matlık oluşturduğu koridorun ışıkları titriyordu. Tam odasının önünde durduğumda gözlerim odanın kapısında duran üç rakamdan oluşan oda numarasında takılıp kaldı.
639
Kapının kulbunu yavaşça çevirdiğimde içime çektiğim son nefes göğsümü usulca şişirdi ve gözlerimi bir anlığına kapatıp geri açarak o hissin geçmesi için zihnime yalvardım.
Sırtı bana, yüzü solgun yağmurlu gökyüzünü yansıtan pencereden dışarıya dönüktü. Beyaz olmasına rağmen ışıktan dolayı solgun mavi görünen yatağın içinde küçücük görünüyordu. Zayıflamıştı. Siyah saçları yağlı görünüyordu. Yastığa dolanan, derisi endişeden kabarmış kara yılanlar gibi görünen cansız saçları, pencereden yansıyan ışıkla cansızca parıldıyordu. Ağır nefesler alıp veriyor, üzerindeki mavi hastane önlüğü zayıflayan bedenini altına alarak adeta kaybediyordu. Elinin üzerindeki damar yolu açıktı, beyaz bir bant iğneyi orada sabit kalması için tutuyordu.
Topuklu ayakkabılarım orada olduğumun altını çizercesine varlığımı ona ilan etti ama ya duydu ve umursamadı ya da artık sesleri bile duyamıyor, seslere anlam yükleyemiyordu. Ama çocukluğundan bu yana hiç kaybolmayan o alışkanlığı, hafızası yavaş yavaş çürürken de onu terk etmemişti; hâlâ yağmuru izlemeyi seviyordu.
Yatağın ucuna geldiğimde gözlerimi zayıf düşmüş bedenine indirdim. Siyah saçları yüzünün bir kısmını da örtüyordu, kirli olmalarına rağmen uçları bukle bukleydi, sanki tanrı her sabah erkenden onun saçlarını yapıyor ve ona gülümsüyordu. Savunmasız bedeniyle öylece uzanıyor olması gücüme gitti, bir şekilde içimde halledemediğim o acı bedenimi ikiye bölecekmiş gibi hissettim. Yatağın ucuna oturdum ve yağmuru izleyen solgun gözlerine baktım ama beni fark etmedi bile.
Günbegün onun hafızasından siliniyordum.
“Seni özledim.” Dudaklarımdan belki de aylar sonra dökülen ilk cümleydi bu. Duymadı, duyduysa da beni anlamadı, belki bu cümle onun için anlamsızdı, belki artık kelimelerin bile bir anlamı yoktu. Artık hiçbir şeyi anlamıyordu.
Yavaşça eğilip siyah saç telini yanağının üzerinden çekip solgun tenine gömülmüş siyah gözlerine baktım. Bana değil, yağmura bakıyordu. Dokunuşumu bile hissetmemiş olması mümkün müydü?
Böyle olsun istemiyordum.
Dokunuşumu bile hissetmiyor muydu sahiden?
Bana aynaya bakıyormuşum gibi hissettiren benzerlikteki yüzünün aksine onun saçları gece kadar siyahtı. Hemera, demans hastası ikizim, üç yıldır ne ölebiliyor ne de artık yaşıyordu.
Babam yıkılması güç bir dağ gibiydi. Hemera’yı bu odaya bıraktığımız gün, babam çoğu insan için ölmüştü, bense çektiğim acıyla beraber dudaklarımın arasında kırılan kelimeleri yutuyor ve kan kusuyordum ama ne babam ölmüştü ne de ben kustuğum kana rağmen ölümün eşiğine gelmiştim; biz sadece yıkılmıştık.
Annemi kaybettiğimiz o yaz ayından birkaç ay sonra Hemera artık normal davranışlar sergilemeyi bırakmış, içine kapanmış, acısı nefrete dönüşene kadar yalnızlığı kendi etrafına buzdan bir duvar gibi örmüştü. Annemin yokluğu onu kendi içine yıkılan bir binaya dönüştürmüştü. Hafızası ve zihni yavaş yavaş onu dışarı iterek kapı dışarı ettiklerinde, Hemera artık bir daha eskisi gibi olamayacaktı. Belki de hafızası bir cehennemdi ve her gün yanıp kavrulmaktan bıkıp usandığı için kendi isteğiyle hafızasını terk etmişti.
Doğruydu. Bazen terk edebilmek, çekip gidebilmek gerçekten cennet olmalıydı; oysa kalmak biliyordum ki her daim cehennem demekti.
Hemera için dünya annemden ibaretti, dünyasını kaybettiğinde artık hafızası hiçbir şey ifade etmiyordu. Bırakmıştı. Bizi ve zihnini öylece bırakmış ve gitmeyi seçmişti. Gitmenin ve kalmanın ortaklaşa yaşandığı ruhun ismiydi Hemera. Ne bizi daha çok acıtmamak için ölebiliyordu ne de annemi yok sayıp geri gelebiliyordu.
İlk zamanlar oturup saatlerce ona bir şeylerden bahsederdim, zamanla bu alışkanlık kırgınlığa, kırgınlık öfkeye ve öfke acının daha da büyümesine neden olmuştu. Beni yalnız bırakmıştı. Kalsaydı birlikte savaşırdık. Evet buradaydı ama burada olması bile tek başıma savaş vermeme neden oluyordu. Gözlerimi kapattığımda bizimle ilgili anılardan birinde Hemera’nın ağzını eliyle kapatıp gülerken kısılan siyah gözleri gözümün önüne geliyordu. Sabah saatlerine dek gülmüştük, bana lisenin mezuniyet balosunda ben bahçedeki havuza midemdeki tüm birayı kusarken sevgilisini aldatan çocuğu sevgilisine nasıl gammazladığını anlatmıştı: Her seferinde eliyle beni durdurup çocuğun sevgilisinin yüz ifadesini taklit etmiş ve buna anlamsızca dakikalar boyunca durmaksızın gülmüştük.
Bana zorbalık yapan herkesi sanki ablammış gibi yumruklayan Hemera’yı özlüyordum.
Bana siyah peruk takıp kaşlarımı ucuz bir göz farıyla boyadıktan sonra annem ve babama kendimi Hemera gibi gösterdiğim o gecenin sabahında eve pencereden girişini hatırlıyorum. Dudaklarının arasında bir sigara vardı ve ucuz bira kokuyordu. İşemeye gittiğinde heyecanla arkasından gitmiştim, o işerken ben başında durmuş geceyi anlatmasını beklemiştim. Bana o bas gitarcı çocukla nasıl seviştiğini anlattığında kafamda hâlâ siyah bir peruk vardı ve tıpkı ona benziyordum.
Şöyle demişti: “Şu lanet peruğu çıkar sarı kukulu, işiyorum ve aynı zamanda orada durmuş işerken kendimi izliyormuşum gibi hissediyorum. Korkutucu.”
Çatık kaşlarla gülümserken hâlâ Hemera’ya bakıyordum. Sanki tüm bu anıların üzerinden yüzlerce yıl geçip gitmişti, sanki o anılarda yaşayan iki kız hiçbir zaman ikimiz olmamıştık, sanki ikisi de birer yabancıydı.
“Unutmak nasıl bilmiyorum Hemera,” diye fısıldadım oturduğum yerden yavaşça kalkarken. “Ama hatırlamak cehennem.”
🦂
Karanlığın ortasından bir güneş yükseliyordu.
Karanlık yükseliyor, güneşin etrafını sarıyordu.
Sonsuzluktan farksız olmalıydı hafıza; hiçbir canlının zihnine sığdıramayacağı, aklıyla sırlarını açığa çıkaramayacağı ürpertici bir kavramdı. Kelimeleri, kelimeleri var eden harfleri, kelimelere asıl anlamı yükleyecek olan noktalama işaretlerini düşündüm. Bunları düşünebilmeme sebep olan hafızamdı. Hafızama doldurduğum her bilgi, elimde bir bıçakla göğsümü yarıp kalbime ellerimle hisleri doldurmak gibiydi. Bir gün bu bilgileri kaybetme ihtimalini düşünmek bile tüyler ürpertici ve karanlık geliyordu.
Gecenin yarısı olmasına rağmen güneş gökyüzünde kızıldı, etrafı simsiyahtı. Ellerimi paltomun içine sokmuş gökyüzünü izlediğim sırada Rose hemen arkamda telefonla konuşmaya devam ediyordu. Rose’u çocukluğumdan beri tanırdım, lisedeyken bir sınıf altımdaydı, üniversitede farklı bölümlerde olmamıza rağmen aynı kampüste olduğumuz için arkadaşlığımız ileri seviyeye ulaşmıştı. Üniversitedeki eğitimi devam ediyordu, aynı zamanda kimyagerlik yapıyordu.
“Tamam tamam, tekrar incelerim,” dediğini duydum. “Hayır, farklı bir DNA’ya rastlamadım, tamam tamam.” Telefonu kapatıp bana doğru yürümeye başladığında omzumun üzerinden ona baktım.
“Sizin sitedeki cinayetle ilgili,” dedi sormadığım halde. “Tüm kimyagerler çıldırmış gibi DNA arıyor.”
“Hiç iz olmaması tuhaf değil mi?”
“Tuhaf elbette ama elbette bir açıklaması vardır. Dedektifler bu işin peşini bırakmaz, bize de bıraktırmazlar.” Kar iğne kadar ince ama sık bir şekilde yağmaya başladığında bugün yağan yağmurun yerdeki birikintisine düşerek yüzmeye başlayan kar tanelerini izlemeye başladım. “Burada neyi bekliyoruz Hera?”
“Donovan gelecek.”
“Bana benimle ilgili bir şeyler konuştuğunuzu söyle, lütfen.” Rose heyecanla şakırken boş boş bakıp gözlerimi devirdim.
Donovan, ben ve Rose liseden bu yana tanışsak da Donovan ile olan dostluğum Rose ile başlayan dostluğumun da öncesine dayanıyordu. Rose bir alt sınıfımızken ben ve Donovan aynı sınıftaydık, hatta o zamanlar partilerin aranan çocuklarındandık. Hemera da öyleydi. Donovan, Hemera’yı hep sevmişti ama gitaristlerle oynaşmayı seven Hemera hiçbir zaman Donovan’a yüz vermemişti. Birkaç kez oynaşmaları dışında tamamen arkadaş sayılırlardı, hatta Hemera bazen Donovan’ı arkadaşı olarak bile görmezdi. Rose ile arkadaşlığımız başladığında Donovan’a olan ilgisini görmemem imkansızdı, hatta kafeteryada oturup kahvelerimizi içtiğimiz yağmurlu bir öğle saatinde ona direkt olarak Donovan’dan hoşlandığını bildiğimi söylediğimde tüm kahveyi üzerime püskürtmüştü.
“Nova’yla konuştuklarım her zaman bir sır olarak kalır,” dedim, Donovan’a böyle seslenmeyi seviyordum. “Ve seninle konuştuklarım da her zaman bir sır olarak kalır Rose.”
“Peki peki,” dedi dudaklarını büzüştürerek. “Onunla ilgili bir şey sormuyorum. Peki ya… Şu seksi askerler nasıldı? Ateşli geçen günlerinden bahset bana!”
“Ateşli mi? Ter kokan bir koğuş dolusu hıyara dövüşmeyi öğrettim, onlarla sevişmedim ve sevişmediğim için çok mutluyum. Terlerinin nasıl koktuğunu bilsen, sen de onları fantezilerinden kış kışlardın.”
“Yine de çok seksi olduklarını gördüm, kamp fotoğraflarında karın kaslarını ve belimden daha kalın olan kollarını gösterirlerken kesinlikle hepsinin bir sefer bile olsa kucağında olmak için nelerimi vermezdim…” Rose huhlayarak hayallere daldığında boğazımın derinliklerine bir parmak daldırıp içimde ne var ne yoksa kusarak çıkarmak istiyordum.
“Nova’ya ne oldu?”
“O başka. O müthiş vücuduyla tüm askerleri fena tokatlardı.” Rose pembe dudaklarını büzerek dalıp gitti. “Yaratıcı biliyor, ona deli oluyorum.”
“Az önceki askerleri ben mi arzuluyordum?”
“Sen aseksüel bir sürtüksün,” diye homurdandı dalgın dalgın dudak büzerken.
“Evet evet,” diye geçiştirdim onu. “Her kaslı öküzle sadece kasları olduğu için genel kültür seviyesini ölçmeden ve nefesinin nasıl koktuğunu önemsemeden düzüşmediğim için aseksüel bir şırfıntıyım.”
Donovan’ın cipi tüm dörtlülerini yakarak sokağı aydınlattığında Rose kurduğum son cümleyi biraz olsun umursamadı. Tüm algıları Donova’nın dev siyah beygirine saplanmış, beygirin içindeki kas kütlesiyle var edebileceği tüm erotik ihtimalleri düşünmeye başlamıştı. Birden hafızası öyle bir genleşti ki ellerimi kulaklarımın üzerine örtmek ve Rose’un ahlaksız düşüncelerinden uzaklaşabilmek istedim.
İki düşüncesinden biri Donovan’ın altında pestil edilmekti.
Yoldaki kirli buzu ezen büyük tekerlekler tam önümüzde yavaşladı ve dörtlüler geceyi yarmayı devam ederken açılan camdan dışarı arkadaşımın koca kafası çıktı. Kahverengi saçları, köşeleri keskin geniş kemikli suratı ve sıcak kahverengi gözleriyle Donovan dudaklarında serseri bir tebessümle bize bakıyordu. Ulul’dan kopup gelen çekik gözlü arkadaşım Rose de Jong, Korece bir şeyler mırıldanıp arkasından yavaşça küfretti ama Donovan bunu duymadı.
(Yazardan bilgilendirme: Engerek’i okuyanlar daha iyi kavrasa da kafanızda şekillenmesi için söylüyorum. Türkçe, Korece, İngilizce, İspanyolca vs bu dilleri onlar da kullanıyor ama ülke isimleri tamamen farklı, bu evrende sadece diller bizim evrenimizdeki gibi. Aynı zamanda yine Engerek’i okuyanlar bilir, bizim okuduğumuz kitaplar onların evreninde anonim eser adı altında yayınlanıyor, bizim kullandığımız tüm medya gereçlerini -Twitter, YouTube, Vikipedi, Instagram vs. kullanıyorlar ama onlar bu uygulamalarının kurucusunu bilmiyorlar, anonim kurucular tarafından geliştirildiğini biliyorlar. Hiçbir şekilde bizim evrenimizden ve bizden haberdar değiller. Yani belki de o evrende sosyal medyada sizin kullanıcı adınızla başka biri dolanıyordur ve ne siz ondan ne de o sizden asla haberdar değilsinizdir…)
“Biraz içkiye ihtiyacım var,” dedi Donovan. “Orada durup donacağınıza neden canavarıma atlamıyorsunuz?”
“Üzerine atlamayı yeğlerim,” diye mırıldandı Rose sessizce, sağır Nova onu duymadı, eğer duysaydı bu güzel çekiği kaçırmazdı ve kesinlikle Rose’a nefes nasıl kesilirmiş öğretirdi.
Dudaklarıma çizilen gülümsemeyi gizleyemedim ve cipin ön kapısını açıp, “Atla bakalım Ulul’un azgın perisi,” dedim sırıtarak. Rose gözlerini irice açıp, Donovan’ın duyup duymadığından korka korka açtığım kapıdan geçip ön koltuğa yerleşti.
Arka yolcu koltuğuna geçip başımı yumuşak koltuğa yaslarken Donovan’ın cipin sıcaklığını arttırdığını hissettim ama zaten üşümediğim için bedenimde bir değişiklik yaşanmadı, sadece dikkat kesilen algılarım sıcaklığın artışını anbean zihnime nakletti.
Rose ellerini birbirine sürterek ısıtıcıya iyice yaklaşırken, “Donduğumu son ana kadar anlamamışım,” diye homurdandı. “Tanrıya şükür buradasın.”
Donovan, Rose’un salladığı kuyruğun umarım cipinin ön camında sürüklenen sileceklerden biri olduğunu düşünmemişti. Donovan’ın sessiz zihninden geçenleri duyamadım, sadece yarım bir gülücükle direksiyonu sertçe çevirdi ve koca cip, sanki bir spor arabaymış gibi çığlık atan tekerleklerinin üzerinde keskin bir hat çizerek dönüp karanlığı yararak öne doğru atılmaya başladı.
Varta’ya döndüğümden beri alkol almıyordum, alkole olan direncimin artıp artmadığını bilmesem de içimden bir ses, hafızamı taşıyan zihnimin eskisi kadar kolay sarhoş olmayacağını söylüyordu. Donovan canavarı hızladırdığında düşünceler beynimi ısırdı.
Ruphi’nin mekanının önünde durduğumuzda kalabalık tek sıra halinde çift kanatlı siyah demir kapıdan içeri sızıyor, kapıda dikilen izbandutlar olay çıkaracağından emin olduğu sap serserileri kapıdan döndürüyordu. Dev korumalara orta parmağını gösterecek cürete sahip cılız serseriler küçümseyi bir gülümseyişin dudaklarıma zehir misali yayılmasına neden oldu. İzbandutlardan birinin serseriyi ensesinden yakalayıp ayaklarını yerden kestiğini, onu sarsarak barın taş duvarlarına vurmaya başladığını hayal ettim. Gülümsemem sırıtışa dönüştüğünde Rose’un arkaya abandığını fark etmemiştim bile.
“Merhaba deli, neye gülüyorsun?”
“Azgınlığını hatırladım bir anda,” diye fısıldadım, Donovan cipten indiği için duymamıştı ama Rose hırlayarak omzuma vurup gözlerini ön cama çevirdi.
“Duyabilirdi kaltak.”
“Ekmeğine yağ sürmüş olurdum, fena mı?”
“Bunca zamandır beni nasıl ona ispiklemedin aklım almıyor.”
“Belki söylemişimdir,” dediğimde gözleri irileşti.
“Söylemedin.”
“Bütün gece düşün dur.”
Cipten çıkmamla ayaz sertçe esti, sarı saçlarım yana doğru savruldu ve saç tellerim yüzümün önüne ince bir dantel gibi serildi. Saçlarımı düzeltip kulağımın arkasına sıkıştırdım ve topuklu ayakkabılarım yere ağır darbeler bırakarak varlığımı simgelercesine tıkırdarken uzayıp giden sırayı teğet geçerek VIP kapısına doğru ilerledim. Birkaç yabancı gözün hiç de memnun olmayan gözlerle bana baktıklarını hissettim ama kulaklarımı onlara tıkadım. Kırmızı kadife perdeyi açarak sadece yerdeki küçük ışıkların yanarak sarı bir parıltı verdiği dar holde ilerledim. Hemen ileride bir koruma tek kişinin geçebileceği büyüklükteki kapının önünde duruyordu. Beni görünce kulağından dudaklarına doğru uzanan mikrofonlu kulaklığın mikrofonuna bir şeyler fısıldadı ve karşıdan gelen komutla beraber başını aşağı yukarı sallayarak kapıyı benim için açtı.
Kapının açılmasıyla gürültü holü yararak ilerledi, zihnim ses dalgasıyla bütünleşti, müziği yuttum ve insanlar müziği on saniye geriden dinlerken, ben on saniye ileriden, aslında tam da olması gerektiği yerden dinledim. Çıktığı andan itibaren her yana yayılması on saniye süren ama kimsenin fark etmediği müzik benim kulaklarıma tam zamanında ulaşıyordu. Bu yüzden çoğu zaman karaokede şarkıya girmem gerektiğinden daha erken girerdim.
Gökkuşağına ait gibi parıldayan fosforlu ışıklar başımın üzerinde parçalara ayrılarak her yana yayıldığında, müziğin baskı yaratan kolları bedenime dolanarak beni sıkıca sardı. Yüksek tavanlı barın yaklaşık on metre yukarısındaki tavandan aşağı sarkan koca bir gülle boyutundaki disko topu dönüyor, yanardöner renkler oluşturan aynaları insanların teninde parlıyordu. Hemen arkamdan Donovan ve Rose içeri girdiler, kalabalığı aşarak localara yöneldim. Dans eden bedenlerden fırlayan haşin dokunuşlar davete kapalı bedenime değiyor, sürtünüyor, bedenimi teğet geçerek kalabalıkta kayboluyordu.
Her zaman oturduğumuz loca bizim için ayırılmıştı. Rose heyecanla ellerini çarparak deri koltuğa yayıldığında koltuğun önündeki alçak cam masanın üzerinde içi buzla dolu bir içki kovası duruyordu, pahalı viski şişesinin üzerinden kayan bir damla soğuk suyun akışını izlerken dikkat kesilmiştim.
Donovan kristal bardağını viskiyle doldururken bakışlarımı yüksek platformun altında kalan dans pistine çevirdim ve birbirine çarparaki, bilinçli veya bilinçsiz zevkle sürtünerek dansın ritmini belirleyen kalabalığı izledim. Donovan hem kimyagerliği hem de dövüş eğitmenliğini bir arada idare ettiğinden Rose ve bendeki yorgunluğun iki katını taşıyordu. Geçen hafta sonu başka bir orduyla anlaşma sağlamak için Ulul’a gittiğini biliyordum. Ulul, Rose’un memleketi olduğu için ortaya Rose’un onunla daha fazla konuşabileceği konu çıkmıştı. Rose ile Donovan kalabalığa rağmen ordudan, Ulul’dan ve bambaşka konulardan bahsetmeye başladıklarında ilk kadehimi yuvarlamış, ikinci kadehimi doldurmak için masaya doğru eğilmiştim.
Tam o sırada zihnimde bir şimşek çaktı. İnanılmaz bir şeydi, tüm benliğimi felç etti, zihnimin surlarında yangınlar başlattı, genleşen hafızam birden büzüştü ve kafamın içinde küçücük bir alana sığamadığı için kelimeler çukurlara yuvarlandı. Bedenimden geçen kör sancıyla kilitlendiğim anı kimse fark etmedi.
Kaskatı kesilen eklemlerimi hareket ettirip yavaşça doğruldum. O sırada Donovan, “O lanet cesedin fotoğraflarını gördüm,” dedi, benimle değil Rose ile konuşuyordu, müziğin yuttuğu sesi sadece Rose duyabilsin diye ona yakın bir noktaya yayılıyordu ama sanki kafamın içinde bağırmış gibi irkilerek ona doğru bakmıştım. “İğrençti.” Donovan’ın yüzüne baktım. Kan, buğday renkli tenini terk etmiş, teni kireç gibi beyazlamıştı. Sınırda birçok parçalanmış cesetle karşılaşıyor olmasına rağmen Ece Sonar’ın cesedi onu derinden sarsmıştı. Rose hüzünlü bir iç çekişle onu onaylayınca, Donovan, “Kızın karnının içi boştu, bir oyuk gibi. Tıpkı bir kuşun yuvasına benzeyen bir oyuktan bahsediyorum. Sanki kız bir ağaçtı ve o ağacın gövdesine kendisi için derin bir delik açmıştı. Berbattı,” dedi. “Barbarca bir cinayet. Umarım o lanet olası bir an evvel yakalanır.”
“Cesedin videoları kriminale geldi.” Bahsettiği laboratuvarı sadece birkaç kez görmüş olmama rağmen lam ve lamellerin üzerini örten en ufak dna parçalarına kadar hepsini hatırladım. Hafızam tekrar zihnimin her noktasına yayıldı, ruhumu kapladı. “Tamamını izleyemedim,” dedi Rose, içi bulanmış gibi yüzünü buruştururken içki bardağını masanın üzerine bıraktı. “En soğukkanlı olanımız cesedin inceleyip otopsisini yapmak için görevlendirdi. Adli tıp uzmanlarının çoğu cesedin otopsisinin boşa olduğunu söylemiş ama kriminal müfettişi bizden de rica etti.”
“Uzun süre o sikik laboratuvara girmeyeceğim,” dedi Donovan.
“Abartma Nova,” dediğimde bana baktı. “Kopmuş binlerce uzuv gördün. Metrelerce ilerinde bir bomba infilak etti, geçen yıldan bahsediyorum. Eğittiğin cephenin kışlasına yapılan saldırıdan görüntüler geldi, çoğu uzuvla aynı karede olduğun fotoğraflar var.”
“Hera, hiçbirinin karnında bir kuş yuvası yoktu,” dedi ama aldırış etmedim. “Bazen otopsileri senin yapman gerektiğini düşünüyorum. Şu çehrendeki soğukkanlılığa bak, kızım senden çok iyi insan kasabı olurdu.”
“Senden başlardım,” dediğimde yüzünü buruşturdu. “Bara iniyorum,” diyerek ayaklandığımda bileğimi yakaladı.
“Burada yeterince içki yok mu sanki? Buradakileriyle idare etsene. Hem yakınlarda bir havuz da yok…” Havuza kustuğum o mezuniyet partisini kafama kakıyordu, tek kaşımı havaya kaldırdım.
“Havuz yoksa senin suratın var. Sonuçta bir havuz kadar sulu birisin,” dedim.
“Dene de sarı kıçını tekmeleyeyim,” diye homurdandı ama ona aldırış etmeden gümüş renkli demir merdivenleri inerek dans pistine karıştım. Müziğin baskısı sadece göğüs kafesimi değil, ruhumu oynatıyordu.
Yabancı bedenlere sürtünerek geçtim, kokuları hafızama yerleşti, yüzlerine yerleşmiş ifadeleri hatıralarıma gömdüm. İleride kıpırdayan dans ışıklarının altında terli kaslı kollar parlıyordu, kaslı kollar ince bedenli kızların bellerine dolanıyor, dans sonu yatakta bitecek erotik bir ön sevişmeye dönüşüyordu. Omzum sırtı bana dönük, uzun boylu bir adamın şişkin pazusuna resmedilmiş siyah akrep dövmesine sürtündü, akrebin görüntüsü zihnimde ikinci kez belirmedi ama o akrebin düşüncelerime ait bir odanın zemininde zehirli kıskaçlarını oynatarak gezindiğini hissettim. Üstü çıplak, sırtı bana dönük dövmeli adamın dövmeli koluna yaslanarak sürtündüğüm o süre zarfında, tepemizde yanan ışıklardan biri camın içinde genleşti ve bir haykırışı andıran sesiyle dört bir yanı inletirken ışık tam başımın üzerinde patladı. Dans pistinin altında durduğum kısmı karanlığa gömüldü.
Karanlık, tıpkı kan gibi damarlarımda çağlamaya başladığınada, köklerimde uyuyan ölümün siyah kirpikleri aralandı; tüm göz beyazını kaplayan siyah gözler boşluğa çevrildi ve ölüm, yatırdığım uykudan hiç beklemediğim bir anda, bir gece vakti uyandı.
Patlamanın sesi, dans eden bedenlere çok geç ulaştı. Karanlığı benden birkaç saniye sonra fark edebildiler. İnce seslerden dökülen korku ve panik dolu sesler etrafa dağılırken insanların benden anlayamadığım bir korunma içgüdüsüyle uzaklaştığını hissettim. Işığın son kırıntıları başımın üzerinde söndüğünde, gözlerimi dövmeli adamı bulmak için kalabalığa çevirdim ve iki uzun boylu adamın arasından geçip gittiğini gördüm; son gördüğüm bedeninin arkasında kalan akrep dövmeli kaslı koluydu. Sonra kalabalık etrafımı sardı ve bir görevli mikrofonuyla bağırdı:
“Basınçtan dolayı ampul patladı, her şey yolunda. Eğlence kaldığı yerden devam ediyor!”
Ve korku dolu çığlıklar, yerini coşkulu bağırışlara bıraktı. Müziğin sesi yükseldi.
Karanlık önce zihnimi, sonra tüm benliğimi sardı.
🎧: Red, Yours Again