Eğer gökyüzünün üzerinde durabilseydim, altında yaşamazdım.
Hatırlıyorum. Beş yaşlarındaydım. Elimde geniş bir zarf tutuyor, babamın sallanan sandalyesinde oturmuş boşluğu izliyordum. Zihnim, içinde var ettiği her bilgiyi sabırsızca öğüterek benliğime dağıtmaya daha o zamanlar başlamıştı. Ruhumu öğrendiklerim var etmişti; ruhumu ucunda durduğum karanlık, ucunda durduğum aydınlık, ucunda durduğum seçimler var etmişti. Ruhum hafızamın ürünüydü ve büyük oranda var olacak geçmişimin, beni bekleyen yaşanacak o belirsiz geleceğin ürünüydü.
O zarfın içinde henüz bir çocukken kemiklerimde dolaşan o ilikle kurtarmak istediğim küçük çocuğun ismi yazıyordu, o anı çok iyi hatırlıyorum ama gözlerimden yaşlar boşanmaya başladığında sadece beş yaşında olduğum ve o denli büyük bir acı çektiğim için hatıralarıma sızdığımda bile beş yaşındaki Hera’nın yüzünü hatırlamaktan kaçıyorum.
Çocuk kurtulamamıştı.
Cenaze töreni için bana gönderilen davetiyenin üzerinde minnetlerinin nişanesi olan cümleler yer alıyordu ama o cümleleri okuyamayacak kadar küçüktüm. Bir insanın ölüm törenine adımın yazdığı bir davetiyeyle katılacak olmam değil, o çocuğu kurtaramamış olmam tuhafıma gitmişti. Çok ağlamıştım. Sonra Hemera saçlarımı örmüştü.
Geçmişin içinde kaybolan saniyeler, akrep dövmeli yabancının gözlerinde tutsağa dönen düşüncelerin sırtına kırbaç darbeleri vuruyordu. Karanlığa rağmen yeşil gözlerini görebiliyordum. Cam yeşili gözleri, içinde yanan yeşil bir ateş varmış gibi karanlığın ortasında parıldıyordu.
Bir müzik…
Çalan müzik, ölümün resitaliydi.
“Hareket etme,” dedi boğuk, erkeksi sesiyle. Bakışlarımı kapıdan ayıramıyordum. İçeride, holü geçince beliren salonda yanan cılız ışık sırtına çarpıyordu, muhtemelen televizyon ya da ekranı geniş bir bilgisayarın ışığıydı. “Ayakların çıplak, cam parçaları batacak.” O bana bunu söyleyene dek, başımın üzerinde parçalara ayrılan ampulün etrafa saçılan binlerce keskin parçasının ayaklarımın etrafında parıldadığının farkında bile değildim.
“Neden onun evindesin?” Sorum basitti, kestirme yollar kullanmadan ya da en ağdalı yöntemi seçip yolu uzatmadan doğrudan sormuştum. Şimşeğin ışığı sırtını verdiği holü aydınlattı ve yüzümü de gümüş rengine boyadı; cam yeşili gözlerin kısıldığını hissettim ama bu yanılsamadan ibaret de olabilirdi.
Sorumun özüne yatırdığım cesetin kim olduğunu bilmesine rağmen, “Kimin evindeymişim?” diye soruma alaycı, üzerine tehdit sinmiş bir soruyla karşılık verdi.
Neredeyse bir adım öne atılacaktım, ayaklarımın altında çatırdayacak cam parçaları canımı biraz bile yakmazdı ama canımın yanmaması onun kafasında büyük soru işaretleri yaratabilirdi. Kendimi dizginledim, cesedin bana fısıldadıklarını anlamam için bir şansım olup olmadığını bilmiyordum.
Tüm dişiliğimle, “Yeni mi taşındın?” diye sorduğumda şaşırmadı, sanki konuyu birdenbire farklı bir yola sokacağımı zaten biliyordu.
“Yoksa beni görsen asla unutmazdın, değil mi?” Her soruma soruyla cevap verdiği için gözlerimi kıstım. Koridorun diğer ucunda yanan ışıklar bir an için her yeri aydınlığa boyamıştı sanki, ya da yine olan olmuştu ve nedenini kestiremediğim keskin bir görüş açısı yakalamıştım.
“Hayır, unuturdum,” dediğimde şaşırmadı, sadece yüzüme uzun uzun baktı, bir süre sustuktan sonra, “Sıradan olan her yüzü unuturum,” diye mırıldandım. Hafızam, yalanımdan hoşlanmamış gibi kıpırdanıp genişledi, sonra tekrar büzüldü ve eski boyutuna kavuştu.
Cam yeşili gözlerini gözlerimden çekmeden, “Ne büyük bir hayal kırıklığı,” dedi, sesi donuktu, tıpkı sinsilik çağlayan gözleri gibi. “Ben seni asla unutmazdım.” Gözleri bedenime bir su gibi aktığında tek kaşımı kaldırdım, bakışları çıplak bacaklarımda oyalanıp ayaklarımda durdu. “Hareket etme, resmedilmeyi hak eden ayaklarının etrafı cam kırıklarıyla kaplı. Kanamasını istemeyiz.”
Gözlerimi kısarken, kanamasını istememesinin sebebini merak ettim. Tanımadığı birinin yaralanmasını umursayacak birine benzemiyordu, hatta öyle olmadığına emindim. Sessiz hafızası sanki tüm anıları silinmiş gibiydi; sanki hafızası dilsizdi. Ama gözleri öyle gaddar ve donuktu ki, sanki o gözlerin gerisinde vahşet yüklü anılar derin bir uykuya dalmış saklanıyordu.
“Hiçbir şey söylemeden orada öylece durup kara gözlerini yüzüme mi dikeceksin?” Omzunu kapının pervazına yaslayıp kollarını göğsünün üzerinde katladı ve akrep dövmesi pazusunun genişlemesiyle derisinin üzerine yayıldı. “Benim için hava hoş, güzelliğini izlemek için ekstra vakit ayırabilirim.”
Şüpheli tavırları dikkatimin tamamen ona saplanmasına neden oldu.
“Pekala,” dediğinde birden bedenini öne doğru iterek pervazdan doğrularak ayrıldı, bir an bir adım geri atıp saldırı pozisyonu almak istedim çünkü hareketi her nedense içgüdülerimin çağlamasına neden oldu. Ama o, göz açıp kapayıncaya dek yanımda bitti ve yabancının dövmeyi taşıyan kaslı uzun kolu belime sarıldı, kumaşı aşarak tenimi sıyıran teni tüm hücrelerimin birbirine çarparak felç olmasına neden olurken birkaç sokak uzakta, yağmurun yıkadığı kaldırımlardan birine dikilmiş sokak lambasının gürültüyle patladığını hissettim. Işık söndüğünde kıvılcımlar yağmur suyuna karışarak kaldırıma yağdı.
Dudaklarımdan herhangi bir mırıltı ya da şaşkınlığımı, hepsini bir kenara bıraktım öfkemi açığa çıkaran tek bir kelime bile çıkmadı. Yabancının kollarında Ece’nin sonunu yazan evin kapısına getirildiğimde bedenlerimiz yavaşça ayrıldı, kafamı kaldırıp ona alev saçan siyah gözlerle baktım. Aramızdaki ilkel çarpışmanın etkileri şehre öbek öbek yayılırken sıkı bir çeneyle, “Bunu bir başkasına yapsaydın, seni yumruklardı ve yumruklamaya hakkı da olurdu,” dedim. “Tıpkı şu an benim buna hakkım olduğu gibi.”
“İnanılmaz korktum, şimdi altımı dolduracağım,” dedi karanlığın akışkanlığını taşıyan yoğun bir sesle. “Bakımlı ayaklarını parçalamaktan kurtardım, rica ederim.”
Gözlerimi evin açık duran kapısına çevirdim.
“Seni eve davet etmemi mi bekliyorsun yoksa?” Sorusunu içine alarak zihnime ulaşan sesi davetkar olduğu kadar tehditkardı da. Gözlerinin içine tekrar baktım, cam yeşili gözlerinin dibi bir kuyu gibiydi. Hilekarlık o yeşil gözlerin arazisini kaplayan toprak gibiydi.
“Ece’nin ailesinden biri değilsin. Hiç yas tutan birine benzemiyorsun. Yani yeni taşındın,” dediğimde gözleri anlık olarak kısıldı. Zaten yeni taşındığını söylemesine rağmen durumu irdelemem dikkatini büyük ölçüde bana saplamasına neden olmuştu. Hoş, davetkar yeşil gözlerinin dikkatli pençeleri doğrudan vücudumdaydı ya neyse.
“Ece kim?” diye sordu tekrardan.
Temkinli bir soğukkanlılıkla, “Bilmeme ihtimalin yok, bu dairenin anahtarını aldığın kişi bile sana olaylardan bahsetmiştir,” dedim.
Neredeyse afallayacaktı, neredeyse… “Öldürüldüğünü biliyorum,” dedi. “Sadece kim olduğunu bilmiyorum.”
Çeviriyordu, anlamamış gibi görünmek için uğraş vermedim, aksine beni bir tehdit olarak görmesini istedim. Neden istediğimi anlamadım, sadece bunu istedim.
Hafızasının kapılarını zorlamaktansa, “Hoş geldin,” dedim, dikkati yüzüme mıhlanmıştı. “İyi geceler.”
“İyi şafaklar,” dediğinde duraksadım, sonra dudaklarıma yarım yamalak bir gülümseme dağıldı ama bu gülümsemenin özünün zehirli olduğunu gördüğüne emindim.
“İyi şafaklar,” diye mırıldandım ve cam kırıklarına basmadan duvar kenarına yaklaşarak yavaşça ondan uzaklaşmaya başladım. Koridorun hâlâ sağlam olan kızıl ışıklarının altında salınmaya başladığımda, hilekar cam yeşili gözlerin beni takip ettiğini biliyordum; kapısı uzun süre kapanmadı, ben yana sapıp merdivenlere ulaşıncaya dek orada durdu. Basamakları inmeye başladığımda kapısını yavaşça kapattığını duydum ve bu ses zihnime karanlık bir kütle şeklinde oturarak ruhumun üzerinde sarsıcı bir ağırlık yapmaya başladı.
Şafak atıyordu, tıpkı göğüs kafesimin içinde çırpınan kalbim gibi.
🦂
“Geliyor musun gelmiyor musun?”
Nova’nın sesinde bariz bir sabırsızlık vardı. Nedenini anlamak istedim ama henüz telefonun diğer ucundaki hafızayı karıştırabiliyor değildim. Dün Meriç’in telsizini dolduran kadın cesedinin haberi şimdi de telefonun diğer ucundaki arkadaşımı heyecanla dolduruyordu.
Arabamı biraz daha hızlandırdığımda aracın içine yayılan homurtulu sesini dinledim. Hattın diğer ucunda durmuş kararımı beklerken heyecanını ele veriyordu.
“Evet, bir başka kuş yuvası,” dedim direksiyonu çevirirken. “Nova, kuş yuvası oyulmuş cesetler görmek istemiyorum.”
“Bu daha farklı,” dediğinde tek kaşımı kaldırdım. “Kadın öldürülmeden önce yaralanmış. Kurşunu balistiğe gönderdik.”
“O zaman bunları yapan bir hayvan değil?”
“Öldürülmeden önce vurulmuş,” dedi Donovan. “Ama belki de yapan gerçekten aynı kişidir. Bu arada, bir hayvan olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Bir şey düşünmem gerekmiyor, beni ilgilendiren bir durum yok.”
“Bu kez yaraları da var,” dedi Donovan. “Hadi Hera, gel işte… Hem bana fotoğraflarını çekmeyi sevmedim diyemezsin, çektiğin fotoğrafları gördüm, eğer psikopat ruhlu bir sapık olsaydım o fotoğraflarla bir sergi açardım.”
Kaşlarımı çattım. “Darp mı edilmiş?”
“Vurulmuş, darp edilmiş.”
“Geliyorum.”
Rose’un hattın diğer ucundaki carlamasını duydum: “O kendine Vartalı’ya söyle, kendi dışında başkası için kahve getirmezse ben onun cesedinin fotoğraflarını çekerim!”
Donovan güldü, Rose kesin ıslandı.
Görüşmeyi tek bir tuşla sonlandırdığımda arabamın içi tekrardan sessizdi.
Bugün şafak vakti olanları zihnimin uzun surlarla kapalı boş arazisine kovaladım ama surları tırmanarak bana seslenip durdular. Ece’nin çağrısına kulak verip gittiğim o yerde onunla karşılaşmayı beklemiyordum. Onu daha önce Ruphi’nin mekanında da görmüştüm. Yüzünü değil. Dövmeli kolunu. Ona sürtündüğüm anda patlayan ve sönen ışığı, var olan karanlığı hatırladım; tıpkı göz göze geldiğimiz anda olduğu gibi olmuştu. Hızla gelişmişti. Bir tren kazası gibiydi, şiddetli ve ölüm yüklü; kurtulması güç ve hatta kaçınılmaz.
Kaşlarımın ortasına saplanan yarık aşağı doğru genişledi, o yarık hafızamda beliren yarığın yansımasıydı; hafızamdaki yarık genişledikçe düşünceler kaçınılmaz bir karmaşaya dönüştü.
Bazı insanların hafızaları hatalıydı, onların hafızasının sesini duyabiliyordum. Bazılarınınsa hafızaları bazen zayıflardı, nadiren de olsa onlardan bir şeyler alırdım; istemesem bile… Ama o gece onun hafızası öyle boştu ki, sanki yeni doğmuş bir bebekti; hiçbir anısı, düşüncesi, hayali yoktu. Bomboştu.
Cam yeşili gözleri arabamın ön camının tamamını kapladığında o görüntüyü kovamadım; gözlerindeki hilekar ışıltıyla bir süre ön camda durup beni izledi.
Yaklaşık yirmi dakika sonra kahve kutularını sığdırdığım mukavva bir torbayla kriminal laboratuvarının koridorundaydım. Siyah topuklu çizmelerim zeminde varlığımı belgeleyen tıkırtılar bırakıyor, siyah mini elbisemin kabarık eteğinin açıkta bıraktığı bacaklarımı ince, tenimi gösteren siyah bir çorap sarıyordu. Elbisemin üzerinde fermuarı boğazıma kadar çekilmiş siyah bir deri mont vardı, uzun tırnaklarımı da siyaha boyamıştım ve saçlarım dümdüz, tıpkı jilet gibi yüzümün kenarlarından aşağıya doğru akıyordu. Simsiyah göz makyajımın aksine dudaklarım boştu, soğuğun çatlatmaması için sürdüğüm nemlendiriciyi çoktan emmişti.
Laboratuvarın kapısından girdiğimde tüm gözler bir anlığına bana dokundu. Bir kişi hariç. Sırtı bana dönük, beyaz kum taşı masanın üzerindeki kağıt yığınını okuyan o sessiz hafızanın sahibi. Nova elimdeki torbayı alırken belime sarıldı ve dudaklarını başımın üzerine bastırarak dostça homurdandı: “Bazen bir araba değil uçak kullandığını düşünüyorum.”
“Uçaktan daha hızlı bir bebeğe sahibim,” dedim yarım ağızla gülerek.
Rose kahvelere saldırdı, Pelin işine döndü ve ben biçimli ense tıraşına sahip yabancıya baktım. Üzerinde beyaz bir önlük vardı, siyah saçları kısa ve dağınıktı. Uzun boyluydu. Korkunç bir tanıdıklık hissi düşüncelerimi oyduğunda, yabancı omzunun üzerinden bana baktı ve o an, hafızam şiddetli bir uğultuyla zihnimin içini zangırdattı. Kafamın içindeki tüm odaların camları titredi, çatladı, bazıları patlayarak dört bir yana saçıldı.
Akrep dövmeli yabancı.
Hafızam derinleşti, şafak vaktini tüm detaylarıyla kafamın içinde var ettim ve şimdi daha net olan görüntüsü o anının içine yerleşti. Gözleri camgöbeği rengindeydi, biraz mavi, oldukça açık bir yeşil. Işıkların altında gözlerinin en açık gök mavisine döneceğine emindim. Göz bebekleri beni gördüğü anda birkaç milim, normal bir gözün detayına inemeyeceği bir ağırlıkla genişleyip küçüldü ve onun hatırlarında canlandığımı anladım.
Nova elime bir fotoğraf makinesi tutuşturmaya çalıştı ama almadım. Heyecanla, “Gidip ona bir bakmalısın,” dedi. “Senin miden kaldırır, ben en fazla dört metre yaklaşabildim…”
Gözlerimi kısarak yabancıya bakmaya devam ettim. Küçük bir çatlama sesiyle birlikte, Pelin, “Lanet olsun,” diye homurdandı. “Hani kurşun bile geçirmezdi bu cam? Çatladı.” Elinde kare şeklinde bir camla bize doğru döndüğünde, yabancının gözleri de hâlâ benim gözlerime sabit duruyordu.
“Bu kez camlar etrafa saçılmadığı için şanslısın,” dediğinde konuşmasını beklemediğim için kaşlarım sertçe çatıldı. Herkesin gözü otomatik olarak bize çevrildiğinde, gözleri yavaşça yüzümden sıyrılarak tenime indi, rahatsız edici bir yavaşlıkla göğüslerimi, karnımı ve elbisemin kısa eteğini tarayan gözleri bacaklarımı saran çizmelerde duraksadı, gözlerini çizmenin parlayan topuğuna indirdiğinde dudağının kenarında iç ürpertici, karanlık bir tebessüm şekillendi. “Gerçi bu defa çıplak değilsin.”
“Siktir,” diye fısıldadı Rose, dudaklarının içinde gevelediği küfrü kimse duymadı ama ben net bir şekilde duydum, sesi içimde parçalara ayrılan yankılar gibiydi.
Ne? Bu soru karmaşanın yaşandığı hafızadan yükseldi, Barış’ın hafızasından. Düşünüyordu, düşünceleri hızlıydı, hafızasında hiç var olmamış görüntüler belirdiğinde o görüntülere takıldım; görüntülerden birinde akrep dövmeli adamın vücudu vücuduma ikinci bir deri gibi sarılıp beni örtmüştü. Dişlerimi gıcırdatarak yavaşça gülümsedim.
“Cinayetle ilgilendiğini anlamam gerekirdi.”
Yabancı keskin, siyah kaşlarını yavaşça kaldırıp, “Oysa ben anladığına neredeyse eminim,” dedi.
Kaşlarımı kaldırıp gözlerimi ağır ağır kapatıp açtım. “Ece’yi tanımadığını söylemiştin.”
“Şahsi olarak tanımıyorum,” dedi. “Tanışmayı isterdim ama artık imkanı yok. Çünkü o öldürüldü.”
“Öldürüldüğünü mü düşünüyorsun?” Sorum doğrudan onu hedef aldığında laboratuvardaki herkesin diline sinmiş sessizlik, zihinlerinin karmaşık bir merakla cayır cayır yanmasına neden oldu. Donovan’ın hafızası hatalı değildi, o yüzden onun da anılarına uzaktım ama Rose’un hatalı hafızası düşündüğü her şeyi görsel kanıtlarla önüme serdi.
“Kaza olabileceğini düşünüyor olamazsın?” diye sordu. Ellerini arkasındaki masaya bastırıp bana üstten, muhtemelen zekasıyla beni yere serebileceğini düşündüğü için oldukça egolu ve sinir bozucu bir bakış attı. Yapay tebessümümün dudaklarımdaki kıvrımlarını izlerken bir anlığına duruldu ama sonra yine alaylı bakışlarıyla karşılık verdi.
“Peki sence onu bir insan mı öldürdü yoksa bir hayvan mı öldürdü?” Üzerine basıp altını çizer gibi söylediğim kelimeler, yüzünün kanvasında herhangi bir renk geçişi yaratmadı. Bana boş bir tuval gibi bakmaya devam etti. Beyaz önlüğünün kollarını dirseğine kadar sıvadığı için teninin altında kan ile oynayan yeşil, mavi damarları görebiliyordum. Bir bombanın ölümcül uzantılı kabloları gibi eklemlerinden dirseğine dek kavis çizerek uzanıyorlardı. Teni ne bronz ne de beyazdı, biraz kavrulmuş hoş bir buğday rengindeydi, hatta dönemsel olarak ten renginin bazen biraz daha açık olabileceğinden emindim. Camgöbeği rengindeki gözlerini yüzümden çekmedi.
“Hayvani dürtüleri olan bir insandır belki,” dedi, sade sesinin altına herhangi bir anlam yatırmamış olsa da duyularımı harekete geçiren cevabına karşı sadece yutkundum.
Kartonpiyer kapı açılırken, “Sürtüşmeniz bittiyse, ben cesedi incelemeye başlamadan önce biriniz gelip fotoğraflamaya başlayabilir mi?” diye sordu geçen seferki kadın. Meriç’in bahsettiğinin o olduğuna dair şüphem kalmamıştı, kesinlikle bu kadın Farah’tı. Gözleri yüzüme saplandığı an, “Aa sen,” dedi.
“Hera,” diye düzelttim buzdan bir sesle.
“Hım…” Gülümseyecek gibi oldu. “Fotoğraf çekmeyi seviyorsan, seni bekliyorum.”
Elimi yana uzattığım an, Nova ne dediğimi anlamış gibi ağır makineyi avucumun içine bıraktı. Hızlı adımlarla yabancının yanından geçecektim ki, Farah, “Murat, balistik sonuçları geldi mi?” diye sordu.
Yabancı boğuk bir sesle, “Evet,” dedi.
Demek ismi buydu, aldırış etmeden kartonpiyer kapıdan geçerek içeriye daldım ve düşen sıcaklık bedenimin etrafını sararken fotoğraf makinesini boynuma astım. Otopsi masasında uzanan cesedin bir ayağında topuğu kırılmış bir ayakkabı vardı, diğer ayağı çıplaktı. Fotoğraf makinesini ayarlarken cesede bakmamak için kendimi kasıyordum, Farah’ın topuklu ayakkabılarının yere bıraktığı mıh gibi izler kafamın içinde çağladı durdu.
“Orduyla çalışıyormuşsun,” dedi Farah küçük, yuvarlak masanın üzerinden bir cımbız alıp yavaşça cesedin olduğu masaya yaklaşırken. “Bu kadar güzel ve zarif bir bedeni kan ter içinde dövüşürken düşünmek… İlgi çekici.” Kadınsı bir gülümsemeyle yüzüme baktığını hissettim, göz ucuyla ona baktığımda amber, yeşil parıltıları olan kahverengi gözlerinin yüzümde dolaştığını gördüm. Benimle iyi anlaşmaya mı çalışıyordu? Oysa onu ilk gördüğümde biraz bile sıcaklık yaymıyordu.
“Herhangi bir orduya bağlı değilim,” dedim gözlerimi makineye indirerek.
“En son hangisiyle çalıştın?”
Gözlerimi bir anda kaldırıp, “Neyi merak ediyorsun?” diye sorduğumda, Farah’ın kahverengi gözleri yavaşça kısıldı.
“Murat’la çekişmenizi duydum,” deyince tek kaşımı kaldırdım.
“Ee?”
“Tanışıyor musunuz?”
“Hayır.” Gözlerimi tekrar makineye indirdim. “Kız arkadaşı falansan diye söylüyorum, aramızda bir şey geçmedi.” Çünkü muhtemelen onun gereksiz imasını duymuştu.
“Ben ablasıyım.”
Hareketsiz ve ifadesiz kaldım ama yabancının hatasız hafızasını kimden miras aldığını anlamıştım. Aynı ses yalıtımlı hafızadan ablasında da vardı çünkü.
“Aynı sitede oturuyoruz,” dedim hiç ilgilenmiyormuş gibi. “Dün denk geldik.” Cesede doğru ilerledim ama cesedin uzandığı masaya bakmadım. “Ece Sonar’ın evinde yaşamaya başlamış.”
“Yabancıya gitmesini istemedim,” dediğinde neredeyse irkilecektim. “Böylece Ece’nin evini daha net inceleme fırsatı olacak.”
“İnceleme mi?” İşte şimdi ilgimi çektiğini ondan gizleyemezdim, Farah’ın badem şeklindeki parıltılı kahverengiliklerine baktım.
“Evet, inceleme. Yakın zamanda o eve herhangi birinin girme teşebbüsü olacak mı olmayacak mı merak ediyorum. Üstelik o sitede neler yaşandığını da merak ediyorum.”
“Diğer iki cesedin siteyle ilgisi yoktu.”
“Katilin yön şaşırtmak için dışarıdan birilerine de aynısını yapmayacağı, siteden biri olmadığı ne malum?”
“Hayvan olma ihtimaline ne oldu?”
“Hayvani içgüdüleri olan bir insan olma ihtimali de olamaz mı?” Tıpkı kardeşine benzeyen düşünce yapısını bir soru kalıbına çevirip yüzüme çarpınca, bir anlığına susup sadece Farah’ın yüzüne sinmiş granit soğukluğunu inceledim.
“İhtimaller daralmaz, genişler,” dedim. “Önemli olan gerçeğe ulaşmak.”
“Gerçeğe ulaşmayı ne kadar istediğimi tahmin edemezsin.”
“İstemek yetmiyor,” demekle yetindim.
Bakışları yüzümde umduğumdan daha uzun süre bekledi. Beni rahatsız eden gözlerinden uzaklaşmak için kameranın kadrajına cesedi soktum ve Farah’ın bakışlarına aldırış etmeden cesedi farklı açılardan fotoğraflamaya başladım.
Bazen karanlık her yeri sarardı. O kadar çok her yerde olurdu ki; ışık, sızdığı yerde ölü bulunurdu. Buna rağmen bir parçamın karanlıktan geldiğine inanırdım. Bir parçam karanlık için var olmuş gibi gelirdi. Sanki bir parçam, içinde yok etmekten vazgeçerek besleyip büyüttüğü sınırsız bir karanlıkla doluydu ve yine sanki bir parçam, o kadar beyazdı ki bir ışığı bile kör edebilirdi. Cesedin fotoğraflarını çekerken, içimde bir yerlerde mutlak bir değerle katlanarak çoğalan karanlığın sızladığını hissettim. Bir ölüye bakmanın diğerleri için kolay olmayacağını biliyordum, elbette sarsıcı olurdu, belki kusarlar belki de boşluğu izleyip ağlarlardı, belki daha da yıkıcı şeyler olurdu ama en azından bir tepkimeye girerlerdi. Bende hiçbiri yoktu. İğrenme duygusu, içimi deşip geçen hüzün, şok… Hiçbiri yoktu. Dehşet duygusundan yoksundum, sadece boş gözlerle cesedi izliyor, fotoğraflıyordum. Bu benim için çok kolaydı.
Farah düşüncelerimde gezinen paraziti kanında taşıyormuş gibi sonunda dayanamayıp, “Daha önce hiç, geçen seferi saymazsak, bir cesede bu kadar yakından baktın mı?” diye sordu. Sesinde rahat bir tını olsa da, özündeki merak usulca kelimelerin kenarından taşarak sızıyordu.
“Hayır,” dedim, dürüst olmak iyiydi, dürüst olmayı severdim. “Ama ilk çalıştığım ordunun hastanesine sık sık uzvu parçalanmış adamlar getirirlerdi. Eğitim verdiğim kampın hastanesinde ya da doğrudan çadırlarında onları çok yakından gördüm.” Çektiğim fotoğraflara bakarken sesimde keyiften eser yoktu. “Hatta bir tanesinin tek bacağı dizinden aşağısı kopmuştu. Uyuşturucu herhangi bir şey veremediler, morfin veremediler, yoktu. Birileri getirmek için gitti ama ortalığın karışık olduğu bir dönemdi, yani uyuşturucunun gelmesi en az yirmi dört saat sürecekti. Tüm gece bağırdı çağırdı, bir yerlere vurup kustu, yan odasında kalıyordum ve hepsini duydum. Duvarlar çok inceydi.” Aslında duvarlar çok ince değildi, sadece benim kulaklarım duymaması gereken şeyleri de duyuyordu.
“O odada nasıl kaldın? Yerinde olsam yeni bir odaya geçmeyi talep ederdim.”
“Onlarca yaralı askerin olduğu bir tesisten söz ediyorum,” dedim. “Orası lüks bir otel değil. Taleplerin olamaz. Anlayışlı, atik ve soğukkanlı olmalısın.”
Tek kaşını kaldırdığını hisseder hissetmez ona baktım, ona karşı yanılmadığım ilk andı, tek kaşını kaldırmış ilginç bir şeyi izliyor gibi yüzüme bakıyordu. Rahatsız olduğumu yüksek ihtimalle anladı ama yine de gözlerini yüzümden çekme tenezzülünde bulunmadı.
“O zaman hep soğukkanlıydın.”
Durdum, sonra boş gözlerimi yüzünden çekip cesede çevirdim. Cesedin vahşete ait bir portreyi anımsatan solgun gri tenine, süzülmüş olmasına rağmen korkuyla çarpılmış cansız yüzüne baktım. “Sayılır,” dedim.
“Açık uçlu cevap.”
“Doğrudan gittiği yön belli olan bir cevap,” diye düzelttim. “Önceden de soğukkanlıydım ama bu kadar değil demenin kısaltılmış hali.”
“Yakında tekrar orduyla çalışacak mısın?”
“Hayır,” dedim. “Bir süre değil. Belki sınava girer ve okula dönerim.”
“Rose ve Donovan ile aynı üniversitede okuyordun, değil mi?”
Ne çok soru soruyordu bu kadın. Kamerayı tekrar açtığımda merceğe giren ayaklarımı gördüm, daha sonra kamerayı çevirip cesedin solgun yüzünü nişan aldım. Fotoğraf makinesinin deklanşör sesi duyuldu.
“Evet,” dedim.
“Hangi bölümdeydin?”
“Biyoarkeoloji.”
“Cesetlere ilgin olduğunu düşünmeye başlayacağım…”
“Senin epey var ki burada ceset biti ayıklıyorsun,” dedim birden kendimi tutamadan. “Çok soru sorulmasından nefret ederim, özellikle ağzımın kenarıyla cevap veriyorsam, bu konuşmak istemiyorum demektir. Ki kaldı ki bu tüm insanlar için geçerli. Bence bir insanın konuşup konuşmak istemediğini kolayca anlayabilecek birisin.”
“Biraz gerginsin,” dediğinde sesi anlayışlıydı, kafamı kaldırıp ona tehditkar gözlerle baktığımda, granit soğukluğu taşıyan güzel yüzüne samimi bir gülümseme çizildi.
“Sadece konuşmak istemiyorum ve sen inatla konuşmamı sağlamaya çalışıyorsun.”
“Sadece bize yardım edip edemeyeceğini anlamaya çalışıyorum,” dediğinde tek kaşımı kaldırdım. “Bak, bu soruşturma oldukça gizli ilerlemek zorunda ve sırf bu yüzden birçok kişiden incelemeleri için yardım almıyoruz. Donovan ve Rose’un arkadaşısın, doğrudan o sitede oturan birisin ve cesetlerle de aran her insanda bulunmayacak bir özelliği taşır cinsten iyi.” Ona düz düz bakmaya devam ettim. “Belki de bize yardım edecek en doğru kişisindir.”
“Polisçilik oynamayacağım, ayrıca cesetçilik de öyle.”
“Şehrin birbiriyle uyum göstermeyen bölgelerinden, birbiriyle hiçbir benzerliği olmayan kadın cesetleri toplanıyor.” Bana dik dik bakarken sanki vicdanımın yerini sorguluyordu, merhametimin nerede zayıf bir duvara sahip olduğunu görürse oraya darbe vuracaktı. “Sıradakinin sen ya da çok yakın olduğun biri olmayacağını nereden biliyorsun?”
“Bu benim değil, polis teşkilatının ve kriminal laboratuvarının meselesi.”
“İleride senin meselen olmayacağını nereden biliyorsun?”
Dik kafalı, diye homurdandı içimden bir ses. Yüzüm mermer kadar sert, soğuk ve geçilmezdi. Vicdanıma dokunamayacağını anladığı için kaşları çatılmıştı ama geri adım atmayacağı da her halinden belli oluyordu. Onun güzel, inatçı suratına bakarak yapabildiklerimden, yapabileceklerimden bahsetmek istedim. Öylece yürüyüp gittiğinde hiç ilgisi olmayan insanların hatalı hafızalarından sızan görüntüleri gördüğümü, sesleri duyduğumu, hisleri okuduğumu bilse ne düşünürdü? Aynı anda iki erkekle dövüşebileceğimi, hatta üçüncüyü de oyundışı bırakabileceğimi elbette bilmiyordu. Ama bir an durdum, çok kısa bir an içindi ama yine de durdum. Hayatımın Hemera’yı kaplayan kısmında camdan olmasam da kırılgandım ve beni savunan Hemera olurdu; o gittiğinde, savunmayı öğrenmek zaman almıştı. Hemera vardı ama artık beni savunmak için orada değildi. Rose’u düşündüm, çok güçlü görünse de narin yumruklarıyla on yaşında bir erkek çocuğuyla dövüşebilirdi ama kendi yaşıtlarında bir adamla dövüşmesi imkansızdı. Peki adam mıydı? Bir hayvan mıydı yoksa? Belki de bir kadındı?
Hemera’yı düşündüm. Dışarıda dolaşan esaslı, yırtıcı bir katil varsa, bir hayvan bile olsa, bir gün Hemera’nın savunmasızca uzandığı yatağa uğramayacağı ne malumdu?
Farah gördü, çok kısa bir an için bile olsa yüzümü saran tedirginliği gördü; düştüğüm ikilemi fark etti. Bocalayan gözlerimi amber kırıntıları olan kahverengi gözlerine dikerek bir müddet bekledim ama o geri çekilmedi, yaraladığını fark ettiği inadımın üzerine yeni bir silahla gelmeye başladı.
“Eminim senin için çok önemli insanlar vardır.”
“Benden yapmamı beklediğin ne?”
“Kardeşimle birlikte Meriç denen aptalın yapamadıklarını yapmanız. Donovan, sen, Rose, Pelin ve Barış… ve Murat. Bence yeterli bir ekip.” Gözlerimin içine uzun uzun baktı. “Anlasana, izin alamıyoruz. Daha fazla araştırmamıza izin vermiyorlar. Gizlilik gerekçesini önümüze seriyorlar ve sadece bir noktaya kadar ilerlememize göz yumuyorlar. Üstelik bir avuç insanla yapıyoruz bunu, çünkü kimseye güvenmiyorlar. Bu üç cinayet, yaklaşan büyük kaosun habercisi ve onlar da bunun farkında. Şimdi hükümet ne yapacak sanıyorsun? Yaratılacak sansasyonel bir haberin basına sızmasını engelleyecek, insanların korkup paniğe kapılmasına mani olmak için her şeyi halının altına, süpürülmek için bile kaldırılıp bakılmayan o boş noktaya süpürecek.”
“Bu noktada o kısmı bizim mi süpürmemizi istiyorsun?”
“Aynen öyle.”
“Meriç’le konuşurum. Emin ol o da bu konuda endişeli ve…”
Lafımı ikiye kırdı: “Meriç henüz yeni atandı, amirlerinin ona neler yaptırabileceğini bilmiyorsun. Evet, emniyet de korkuyor, dedektiflerin ne kadar korktuğunu gözlerimle gördüm ama şehirde bir panik havası yaratamazlar. Bu insanların ayaklanmasına, açık bulunan güvenlik üzerinden hükümete saldırılar gerçekleşmesine neden olur. Yapılacak eylemler de cabası. Sence bunu göze alırlar mı? İnan bana, bir dizi cinayet demek, ekonomik açıdan bile yaşanacak felaketlere yol açar. Kadınlar hedef olduklarını anlarlarsa işlerini bırakırlar, evlere kapanırlar, evlerde bile güvende hissetmeseler de bunu yaparlar. Bırakılan yığınla işi hesaba kat ve düşün. Dengeyi bu denli bozacak bir felaketin üzerini kapatmak isteyecekler.”
“İşler çığırından çıktığında ne olacak?”
“Hiçbir başkan, diğer seçim vakti yaklaşana dek yarattıkları kaosun getireceği sondan korkmaz.” Gülümsedi: “Seçim günü gelene dek.”
“Bir avuç yeni yetmeyle bir cinayetin peşine düşeceğini söylüyorsun,” dedim, sesimde küçümseme olmasa da ne demek istediğimi, içten içe bu durumu küçük gördüğümü anlamıştı ama alınmışa benzemiyordu.
“Sadece bunu yapan kişinin ya da şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum.” Gözlerime keskin bir kararlılıkla baktığında, bundan kaçamayacağımı anlamıştım. Arkama bile bakmadan gidebilir, onu umursamadan hayatıma kaldığım yerden devam edebilirdim ama şeytani diliyle oraya, içime yerleştirdiği tedirginlik öylesine büyüktü ki, durdum ve devamında söyleyeceklerini merak ederek yüzünü izledim. “Senin gibi iyi bir fotoğrafçı çoğu detayı görsel bir kanıta çevirebilirdi. Yardım edecek misin?”
“Fotoğrafçı değilim.”
“İnadı bırak,” diye inledi.
“Bu işin içinden beni tatmin eden sonuçlar çıkmazsa, boşa kürek kazdığımı hissedersem çeker giderim,” dedim demirden bir sesle. “Haberin olsun.”
“Sandığından fazlası çıkacak.”
“Umalım da öyle olsun.”
İstediğini almanın rahatlığıyla kayıt cihazının başlatma düğmesine bastı ve kasedin dönerken çıkardığı otomatik sesi dinledim, ardından, “Üzerinden kimlik çıkmadı, araştırmalar devam ediyor. Yirmi beş yaşlarında genç kadın, bir yetmiş boylarında, elli kilo civarında,” dedi. Yavaşça cesede yaklaştı. “Siyah saçlı,” dedi. “Esmer.” Kaydı kapatıp cımbıza uzanırken, “Şu Burcu var ya, Burcu Aktaş.”
“Evet?”
“Biyoloji mühendisliği okuyormuş,” dedi. “Erkek arkadaşından geçtiğimiz ay ayrılmış.” Gözlerini cesedin çürüklerle dolu cildine indirdi. “Erkek arkadaşından şiddet gördüğü yönünde kesin bilgiler topladım. Zaten vücudundaki deformasyondan da bunun yalan olmadığını anlamak mümkün.”
Kaşlarım çatıldı. “Biliyor musun, Ece için de bu tarz bir şeyler söyleniyordu,” dediğimde kafasını kaldırmadan sadece gözlerini kaldırarak bana baktı, bakışları devam etmemi söylüyor gibiydi. “Sitede oturan ağzı pek de sıkı olmayan bir kadından duydum. Ece’nin aşk acısı çektiğini iddia ediyordu.”
“Ece’nin evinden bol miktarda reçeteli antidepresanlar bulduk ama hepsi tek bir kişiye yazılmış olamaz, reçetelerin kimlerin üzerine yazıldığı inceleniyor ama kişilerin gerçeği yansıtmadığı yönünde tam kesin olmayan sonuçlara ulaştık. Ece’nin anskiyete bozukluğu da varmış,” dedi. “Yine de fiziksel şiddete maruz kalmadığına eminim, onu ellerimle inceledim, her noktasını ezberledim. En son ne zaman alkol aldığından, son seksini ne zaman yaptığına, seks yaptığı adamın fiziksel özelliklerine kadar her şeyi sıralayabilirim. Şiddet görmemiş.”
“O zaman Ece intihara meyilli, sahte isimlerle antidepresan edinen biriydi?” diye sorduğumda başını sallayıp, “Tamamen öyle diyemesek de yaklaştın,” dedi.
“O halde katille ilgili küçük bir ipucu daha edindin,” dediğim anda bana anlamadığını belirten kahverengileriyle baktı. “Katil hassas kadınları hedef alıyor. Belki kalbi kırık olanları. Fiziksel şiddete uğrayanları ve duygusal şiddete uğrayanları. Ece duygusal şiddete maruz kalmış olabilir. İlaçları temin etme şekli de bunu doğruluyor.”
Farah’ın şaşırdığını hissettim, ardından, “Bu mümkün,” dedi, sesi anlık bir heyecanla sarsılmış olsa da yüzü tekrardan ifadesizlik sisiyle örtüldü. Gözlerine çöken soğuk sisi izledim, ne düşündüğünü o kadar çok merak ediyordum ki. Hafızasının hiçbir noktasında hata yok muydu? Küçücük bir sızıntıya bile razıydım. Tamamen sessiz, duvar gibi görünen bir hafızaya bakmak içimi yarıp geçiyordu.
“Maktülün iç çamaşırınde sperm lekelerine rastladım ve DNA analizine göndermesi için Pelin’e verdim,” dedi Farah yeniden konuştuğunda. “Tecavüz bulgusuna rastlanmadı, öldürülmeden birkaç saat önce cinsel birliktelik yaşamış. Kimliği kesinleştikten sonra birliktelik yaşadığı adamı da soruşturmaya alacaklar ama bir şey çıkacağını sanmıyorum.”
“Başka?”
“Olay yerinde çantasını bulmuşlar,” dedi. “Çantasında parfüm, makyaj çantası ve vücut pudrasından başka bir şey çıkmadı. Kimliğine hâlâ ulaşabilmiş değiliz. Muhtemelen bir iki gün geçmeden bir kayıp ilanıyla da karşılaşmayız, o yüzden kimliğine kendimiz ulaşsak daha iyi olacak.”
“Olay yerinden kan örnekleri aldınız mı?” Sorum üzerine başını salladı.
“Analiz sonuçlarından bir şey çıkmadı.”
Kartonpiyer kapının açılmasıyla, masanın üzerindeki metal tabağın içinde duran tıbbi gereçler sallanarak takırdadı, bu Farah’ın da dikkatini çekmişti ama gözlerini cesetten ayırmadı. İçeri giren kişinin varlığını hissettim ama o an, ona bakmak için yeterince hazır hissetmiyordum. Nedense camgöbeği yeşili gözlerini görmek istemiyordum ama o gözlerin, davetsiz bakışlarını tüm bedenime yılan gibi sürterek dolaştırdığını hissedebiliyordum.
“Balistik sonuçları mı Murat?” Farah, o tarafa bakmadan, girenin kardeşi olduğunu anlamıştı. Onlarla ilgilenmiyormuş gibi yaparak gözlerimi çektiğim fotoğraflardan birine indirdim ve küçük ditijal ekranda beliren fotoğrafı izlemeye başladım.
“22 kalibrelik bir silah, yakından ateş edilmiş,” dedi, sesi bana bir şeyleri anımsattı, zihnimin derinliklerinde boğulan bir anıya ait bir şeyi… Durgun gözlerle fotoğrafı incelemeye devam ediyordum ki devam etti: “Ama saçmalarının dağılışına göre şundan eminim, her kimse bir acemi ve birinin karnını oyabilecek kadar becerikli değil.”
“Olay yerini görmek ve fotoğraflamak istiyorum,” dediğimde Farah ve Murat bana aynı anda baktılar ama ben Murat’a değil, ablasına bakmayı tercih ettim. “Bazen gözler çoğu şeyi o an görmez, yok sayar. İşte tam da öyle anlarda fotoğraflar iyi ki var.”
“Seni oraya götürürüm,” dedi Murat, erkeksi sesine bulaşan ciddiyet dikkatimden kaçmadı. Ona göz ucuyla baktım, ne vasıfla burada olduğunu bilmiyordum, bildiğim tek şey Farah’ın kardeşi olduğu ve Ece’nin oturduğu eve taşınmış olmasıydı. Sanırım Adli Tıp’ta çalışıyordu, ki sanırım fazla bile olabilirdi, bilinçli olduğu su gibi akan hareketlerinden okunuyordu.
“Olay yeri inceleme oradan ayrılmıştır,” diye mırıldandı Farah. “Şans sizden yana olsun.”
Odadan Murat’a bakmadan çıktım, çünkü tekrar kuracağımız bir göz kontağı çok daha yıkıcı sonuçlara neden olabilirdi; bir yanım bu titreşimin nedenini merak etse de öteki yanım bu titreşimi toprağın altına gömüp yok saymak istiyordu.
Laboratuvarın ortasında duran Nova, “Gidiyor musun?” diye sordu, başımı aşağı yukarı sallamakla yetinerek çıkışa yöneldim ve Rose’un da peşimden koşarak benimle birlikte koridora çıkmasıyla düşünceleri hızla zihnime akın etmeye başladı. Kafasının içi soru işaretleriyle doluydu; tamamı ben ve yabancıdan ibaret olan soru işaretleri.
“Farah’ın kardeşi ve sen mi?” Sorusu kafamın içinde bir kükreme etkisi yaratmış olsa da aslında oldukça sessiz, hatta fısıldayarak sormuştu bu soruyu. Koridorda ilerliyorduk, koluma girip bir çocuk gibi asılarak zıplıyordu. “Tanrı şahit, donuma işemek üzereydim. Sen buna korku de ya da fazla şehvet yüklemesi de kızım, ne dersen de. Onun sana nasıl baktığını gördün mü? Senin devamını istiyor gibi bakıyordu, nereni tattıysa oradan sonrasının da tadını merak ediyor gibi bakıyordu…”
“Hiçbir yerimi tatmadı seni çekik sapık.”
“Seni çıplak gördüğünü söylemedi mi? Aynı dili konuşuyorsak, yemin ederim bunu ima etti.” Beni kolumdan tutup koridorun diğer ucuna çekerek durdurdu. “Kes şunu, dur da anlat. Seks mi yaptınız? Yoksa sadece oral? Ayaküstü şehvetli bir ön sevişme? Kıyafetlerinin ne kadarını çıkardı? Sarı kukun için iyi nir deneyim miydi yoksa kötü bir deneyim mi?”
“Nefes almadan sormaya devam edersen Nova’nın penisi boğazında kaç saniye kalırsa boğulmadan hayatta kalabileceğini hesap ettiğin günü hesaba katarak söylüyorum ki, daha fazla nefessiz kalacaksın,” dediğimde beni çimdikledi.
“Ahlaksız ağzını sıkı tut, Donovan onun o koca penisinin üzerinde yerel halk dansımı yapmak istediğimi hâlâ bilmiyor,” diye söylendi, etrafına bakınıp gözlerini kıstı ve bana daha dikkatli baktı. “Hem sen onunla ne zaman tanıştın? Adam şehre geleli çok olmadı. İlk gördüğün yerde donunu indirecek biri de değilsin ki.”
“Doğru, son bahsettiğin kişi genelde sen oluyorsun.”
“Haha, aman ne komik. Anlatacak mısın?”
“Aynı sitede oturuyoruz,” diye geçiştirdim ve tam o sırada laboratuvarın kapısı açıldı, Murat üzerinde siyah deri ceketle kapıdan çıktı ama kapıyı kapatmadı. Bize doğru yürümeye başladığında farkında olmadan onu ayaklarından başlayarak gözlerine dek süren bir taramadan geçirdim. Uzun, ince bacakları vardı ve bedeni kalın olmamakla birlikte sıkı kaslara ev sahipliği yapıyordu. Zayıftı ama kolları başta olmak üzere tüm bedeni sıkı kas öbekleriyle kaplıydı.
“Aynı sitede oturmanızı çıplak mı kutladın?” diye fısıldadı Rose kulağıma doğru eğilerek, bunu yaparken gözlerinin Murat’ta olduğunu biliyordum. Murat gözlerini kısarak bize dikkatle bakınca, onunla göz göze gelmemek için gözlerimi kısarak bakışlarımı boynuna indirdim. Boynunun sol köşesindeki kalın damar bir boru kadar genişti, içinde çarpan nabzın sesi koridora bir ninni gibi yayılıyordu.
“Gidelim mi?” Murat’ın sorusu beni hedef alan bir ok gibiydi, o saniye o okun saplandığı dart tahtası olduğumu anladım.
Başımla onu onayladığımda Rose’un şaşkına dönmüş bakışları ikimiz arasına gerdiği ipin üzerinde yuvarlanıp durdu. Rose bana yeniden baktığında, “Olay yerinde fotoğraf çekeceğim,” diye açıkladım, bu açıklama öylesine yetersiz ve ucu açıktı ki, arkadaşımın yüzüne yayılan şüpheci şoka hak vermeden edemedim. Kafasından bin farklı edepsiz ihtimal geçti, bininde de Murat bana biniyordu. Ahlaksız düşüncelerini bölmek için onu dirseğimle ittiğimde inledi, Murat’ın bıyık altından güldüğüne yemin edebilirdim ama çıt çıkarmayan hafızası bana hak vermedi.
“Bu konuyu konuşuruz,” dedi Rose, hafızası sızıntıya başladı, binlerce farklı yoldan nasıl sorabileceğine ulaşmaya çalışırken bocalamıştı. Ona bir şey demedim, Murat’ı arkamda bırakarak koridorda ilerlemeye başladığımda, topuklularımın yere bıraktığı sesler herkesten önce benim zihnimde can buldu; Murat’ın bakışları büyük oranda bacaklarımda, kalan kısa süre zarfında da sırtımda dolaşıp durdu. Onun bakışlarına karşılık vermedim.
Geniş, korkulukların sur gibi çekildiği bahçenin kuytusunda park halindeki aracıma doğru ilerlerken yağmur damlaları yüzüme, jilet kadar keskin bir şekilde yere bakan sarı saçlarıma çarpıyordu. Arabamın uzaktan kumandasını kaldırıp düğmeye basmamla kilitler kalktı ve küçük tık sesi şehrin en uzak noktasında küçük bir yankıya dönüştü. Murat’ın bakışları hâlâ sırtımdaydı ama yürümeyi kestiğini duyabiliyordum.
Kameranın merceğine konan bir damlayı parmağımla silerken, “Geliyor musun gelmiyor musun?” diye sordum ona doğru bakmadan.
“Bana yuvarlak kalçalarında da gözlerin olduğunu söyle, şaşırmayacağım,” dediğini duydum, gırtlaktan gelen tok sesi dikkatimi kolayca dağıtsa da burnumdan sert bir nefes verip, omzumun üzerinden soğuk gözlerle ona bakmayı başarabildim.
“Arkamda yürümeye başladığın andan beri başka bir yerime bakmadığın için eğer orada gözlerim olsa kesin göz göze gelirdiniz.” Sesimdeki tehditkar tını, yamuk bir gülümsemeyi bana bahşetmesine neden oldu.
Gözlerimiz buluştuğu an, içimde birbirine vuran çanlar duruldu ve gökyüzünde hızla ilerleyerek damarlara ayrılan şimşek tüm göğü gümüş rengine boyadı.
Birkaç saniye sonra, gök bir patlamayı anımsatan kükremesiyle içime doldu.
“Acele etsen iyi olur,” dedikten sonra sırtımı ona dönüp aracıma atladım ve o gelene dek ön camdan dışarı diktiğim gözlerimi bir saniyeliğine bile ondan ayırmadım. Ağır, aheste, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi sallana sallana yürüdü, ön yolcu koltuğuna ulaşacağı kapıya geldiğinde cebinden bir sigara tabakası çıkardı ve gümüş renkli tabakadan bir sigara alarak sigarayı dudaklarının arasına dengeledi.
Tek kaşımı kaldırdım. Birkaç saniye sonra arabanın içinde, birkaç santim ötemde oturuyordu. Sigarayı yakarsa onu yakmayı düşünüyordum ama sigarayı yakmadı, dudaklarının arasında öylece tutmaya devam ederken emniyet kemerini ona bir komut vermemi beklemeden taktı ve sırtını tamamen koltuğa gömüp rahat bir pozisyon aldı. Konuşmadı, sessizliği işime yaradı ve arabayı çalıştırıp hızlı bir manevrayla kriminalin surlarla çevrili bahçesinden çıktım.
“O sigarayı yakmaman iyi oldu,” dediğimde arabam yardığı trafiğin ortasından ışık hızıyla geçmiş, bir yük kamyonunu altına girmek pahasına kamyonu sollayarak gerisinde bırakmıştı. Şu an koltukta Rose ya da Nova olsa çığlık atarak yavaşlamam için onlarca tehdit ve küfür savurmaya başlarlardı ama Murat ön camdan dışarıyı izlerken gözünü bile kırpmıyordu. O kadar duygusuz görünüyordu ki, sanki boş bir odada, hiçbir sesin girip deşmediği duvarların içinde oturuyordu.
“Yakmamı istemediğini hissettim,” dedi sigara hâlâ dudaklarının ucundayken; bu yüzden sesi biraz tuhaf çıkmıştı. Profiline baktım, yakışıklı suratı kemik kadar sert ve katıksız bir şekilde duygudan yoksundu. “Yakarsam, beni yakacağını hissettim.”
Anlık duraksarken direksiyonu daha sıkı kavrayarak profilini inceledim, ardından gözlerimi yola çevirip, “Telepati yeteneğin yüksek o zaman,” diye mırıldandım, umursadığımı düşünmesini istemedim ama telepati yeteneği yüksekse, umursadığımı zaten biliyor demekti.
“Senin kadar,” dedi yavaşça.
Neredeyse frene basıyordum.
Neredeyse.
Sessizlik dudaklarıma hükmetmeye başladı. Onun hafızasındaki kusursuz duvar beni içeri almadı ve yarattığım sessizlikle uyum sağladı. Yarattığımız sessizlik ahengi, Murat’ın, “Nereye gittiğimizi bilmeden öylece sürme nedenin benimle olabildiğince fazla yalnız kalmak istediğin için mi?” diye sormasıyla dağılırken, dudaklarımın arasından ıslıklı bir küfür döküldü. Yavaşça cıkladı. “Ne kadar ayıp.”
“Adresi ver.”
“Rica etmeni öneririm.”
“Seni yakmam için dudaklarının arasındaki sigarayı yakmana gerek bile kalmaz,” diye tehdit ettim onu.
“Beni yakabilmen için ateşe ihtiyacın olmayabilir, sana beni ateşsiz de yakmanın yollarını öğretebilirim,” dedi bana bakmadan, tıslar gibi nefes vererek omzumun üzerinden ona baktım ama bakışlarıma karşılık vermedi. “Şiddet eğilimi mi var sende?” diye sorduğunda ön camdan dışarıyı izlemeye devam ediyordu.
“Bak Murat, Murat’tı değil mi? Adresi vermeye ne dersin?”
Göz ucuyla bana bakınca, camgöbeği gözlerinin derinliklerindeki o sarsıcı dalga tekrar vücuduma çarparak ruhumu devirdi. “Bak Hera, Hera’ydı değil mi?” Gözlerini kısınca yutkundum. “Şaka yapıyorum. Senin gibi bir şeyin ismini unutacağıma kısırlaştırılma belgemin altını hiçbir baskı altında kalmadan imzalarım daha iyi. Bana Araf diyebilirsin.”
Söylediği her şeyi bir yana bırakarak, cennet ve cehennemin ortasında duran boşluğun ismini düşündüm. “Araf mı? Ne o, sahne ismin mi?”
“Sahneyi bilmem ama dilersen yatak ismim olabilir,” dedi yüzüme kısık gözlerle bakarak. “Ve önüne bakmaya ne dersin? Yirmi metre ileride tam ortada büyük bir çöp konteynırı var. On beş metre kaldı.”
Direksiyonu sertçe sağa kırmamla, çöp konteynırını teğet geçmemiz bir oldu. Araç ışık hızıyla konteynırdan uzaklaşırken, “Trafik canavarı,” dedi ifadesizce. “Maganda kadın.”
“Şu sesini kesecek misin?”
“Adresi tarif etmeyeyim mi yani? Pekala. Bekle bakalım, vahiy gelir belki.”
“Adresi ver öyle sus.”
“Hem trafik canavarı, hem maganda hem de uyanık.” Gözlerini tekrar bana çevirdiğini hissettim ama bu defa ona bakmadım. “Neden bana bakmıyorsun Hera? Etrafta ampul yok.”
Bir kuyu gibi genişleyen düşünce beni derine çekmeye başladığında, fark etmemesinin imkansız olduğunu zaten biliyordum. Beni o gece görmüştü, o gece o elektriği o da hissetmişti, başımızın üzerinde patlayan ampulü hatırladım, karanlıkta bir yıldız gibi kayıp gidişini, gördüğüm dövmeli kolunu… Sonra diğer geceyi. Gözlerimiz birleştiği an, başımın üzerinde patlayan ampulü… Eğer sadece birini biliyor olsa, şu an bunu söylemesi imkansız olurdu. O gece mekanda da varlığımı biliyordu, hissetmişti, o ampulün patlamasının sebebinin sürtüşen tenlerimiz olduğunu o da biliyordu.
“Biliyorsun,” diye mırıldanarak arabayı biraz daha hızlandırdım.
“Neyi?” diye sordu, sesi alaycıydı.
Hemera kurtulmuştu. Zihninin içinden çıkıp gitmiş, bu tür sorunlarla baş etmek zorunda kalmaktan kendini kurtarmıştı. Belki de kurtulmak buydu, zihnini yitirmekti; durum buysa, zihni hâlâ bir labirent gibi karmaşık şekilde çalışmaya edenler ne yapacaktı?
Murat’ın sessiz zihninden istediklerimi alamayacağımı anladım, üstelik konuşarak da istediklerimi alamayacağım kesindi.
Çiçeklerinin tamamını döken zihnim, artık dikenlerle sarılıydı. Fark etmenin, artık her şeyi biliyor olmanın yükü, kalbin dibine çökmüş acı bir tortuyu kabartıyor, damarlarım farkındalığın acı tortusuyla kabarıyordu.
“Telefon numaranı ver,” dedi Murat, sessizliğin en umulmadık anına denk getirdiği darbeyle beraber düşünceleri hapis tuttuğum cam kırıldı ve gürültülü bir düşünce yığını zihnimin sığ kıyılarına akmaya başladı. Ona neden istediğini sormama gerek kalmadan, “Koordinatları telefonuna yollayacağım,” diye açıkladı. “Bir taşla iki kuş. Sen adrese ulaşacaksın, ben adrese gidebileceğim ve aynı zamanda senin telefon numarana sahip olacağım.” Gözlerinin yüzümde gezindiğini hissettim. “O bir taş dediğim taş sensin, iki kuş da bana kazandırdıkların. Söylemeden geçemeyeceğim, taş gibisin.”
“İyi denemeydi,” dedim ama sonra gözlerimi yoldan ayırmadan beklenmedik bir sakinlikle telefon numaramı ona verdim. Birkaç saniye sonunda telefonuma düşen bildirim sesiyle gözlerimi telefona indirdim ama o an Meriç’in telsizinden gelen bozuk sinyallere sahip hışırtılı sesi hatırladım ve “Nerede olduğunu zaten biliyorum,” dememle gaza basmam bir oldu.
“Bir taş, iki kuş hâlâ bende ama taş bu alışverişten karlı çıkmadı,” dedi sakince.
Cevap vermedim. Birkaç dakika sonra telsizden duyduğum adreste, Kızılkar Bulvarı 917 numaralı binanın önündeydim. Gözlerimi aracın ön camından hemen çaprazımızdaki inşaat halindeki binaya çevirdim. Sıvası yeni dökülmüş betonun teni hâlâ çıplaktı. Binanın çimento rengi duvarlarına, kapısız ve penceresiz boşluklarına baktığım sırada Murat hızla araçtan indi ve tekrar atıştırmaya başlayan yağmurdan korunmak için deri ceketinin yakalarını havaya dikerek boynunu ceketin içine gömdü.
Arkasından arabadan inerken yağmurluğumu giyme gereği duymadım, zaten bu herifin de neden üşümediğimi sorgulayacağını düşünmüyordum. Ne kadar yavşak bir dil kullanıyor olsa da, bence etrafındaki insanların ne yaptığıyla biraz olsun ilgilenmiyordu. Çamur dolu bahçeye girdiğimizde ayaklarımda bu kadar pahalı çizmeler olmasına lanet ettim, bugün bir cesedin peşinden çamurlu inşaata geleceğimi söyleselerdi en azından postallarımı giyerdim.
Murat birkaç adım önümden binaya doğru ilerledi ve korkulukları olmayan çıplak çimento merdivenleri tırmanarak binanın ana iskeletine doğru ilerlemeye başladı. Ben de arkasından basamakları tırmandım, ahşap uzun bir basamakta ilerledim, basamağın altı boşluktu, hemen hemen bir buçuk iki metre yüksekliğindeki boşluğun dibinde bira şişeleri, sigara paketleri ve ot sardıkları beyaz kağıt kılıflar vardı. Gitgide kararan binanın içine doğru ilerlediğimizde burnuma çalınan amonyak kokulu sidik boğazımı yaktı, yüzümü buruşturdum ama ne Murat ne de ben bu sidik yuvası hakkında yorumda bulunmadık.
“Bu evrende hepimiz bir gün yok olup gideceğiz,” dedi Murat, sesi ekolu geliyordu, yankıları dinlerken karanlık bir koridora saptığını gördüm, onu takip ettim. “Bizden geriye yalnızca kozmik güç ve…” Eğildiğini gördüm, yerden parıldayan bir cam parçası alarak, “madde kalacak,” dedi.
“O da ne?”
“Tam bu noktada bulunmuş.” Bana bakmadan yavaşça eğilip dizini yere bastırdı, elinde tuttuğu camın bir gökkuşağı yaratarak parıldadığını görebiliyordum. “Bulunduğunda hâlâ sıcacıkmış. Sence neden yaşamı terk ettikten sonra bile bir süre hâlâ sıcak kalırız?”
Bilimsel tüm gerçeklikleri kenara iterek, “Azrail bile bir anlığına geri dönebileceğimize inanır da ondan,” dediğimde duraksadı. “Müthiş bir geri dönme arzusu, ruhun kalkıp terk ettiği bedene geri oturma isteği, dehşet uyandırıcı bir savaş.” Gözlerimi yere beyaz tebeşirle çizilmiş bedenin şeklinde gezindi. “Kim daha çok savaşırsa, o en geç soğur.”
“Sadece taş bebek değilsin,” dediğinde sesi düşünceliydi, iki parmağının arasına alarak havaya kaldırdığı cam parçasının yarattığı yaldızlı yansımaları izledi. “Peki taş bebek, söyle bana, tek bir pencerenin dahi olmadığı bu izbe inşaatta neden bir cam parçası var? Hem de tam bu noktada. Onun yavaşça soğuduğu bu noktada.”
“Bir uzman değilim.”
“Güzel kafanın içinden beni şaşırtacak ihtimaller geçtiğine o kadar çok eminim ki,” dedi ve camı indirip omzunun üzerinden bana baktı. Hâlâ yerde, bir dizinin üzerinde duruyordu, uzun bedeni duruşuyla uyum yakalamış, her nasılsa estetik bir görüntüyü ortaya sermişti.
“İlk ve ilki takip eden ikinci cinayette bir yaralama yokken, neden üçüncü cinayette silahlı saldırı var?” diye sorusuna soruyla karşılık verince camgöbeği rengi gözlerini kıstı. “O camı muhakkak bulurlardı. O cam, ikinci kez birinin buraya geleceği tahmin edilerek yeni bırakıldı. Bence.”
Murat gözlerini kısarak, “Evet,” dedi. “Ben de öyle düşünüyorum.”
Fotoğraf makinesini boynuma asarken yavaşça cesedin durduğu, beyaz tebeşirle çizilmiş alana doğru ilerledim. İlk deklanşör sesi boş binaya sıçrayarak bir yankı oluşturduğunda çektiğim fotoğraf bir boşluktan ibaretti. Murat, hâlâ oturduğu yerde durmuş beni izlerken onu teğet geçerek birkaç adım ilerisinde durdum ve gözlerimi tebeşirle şekil bulmuş silüete diktim.
Ölümünün sesini duymayı bekledim.
Bana seslenmesini bekledim.
Çıt bile yoktu ama ben yine de o kör karanlıkta, o dev sağırlıkta onunla karşılaşmayı bekledim.
Makineyi yavaşça burun hizama kaldırdığımda davetsiz bakışların içine yerleşen merak duygusu beni süzgecinden geçirmeye devam ediyordu. Camgöbeği rengi gözlerinden kaçınarak kadraja cesedin şeklini alan çizimi soktum, deklanşör ışığı ve sesiyle etrafı boyadığında boğazımdaki kuruluğun sebebini merak ediyordum. Varlık ve yokluğun tam ortasında, o uçsuz bucaksız karanlığın kucağında, ölümün kolları arasında gibi hissediyordum. Ölüm buradaydı, onu izleyen yaşama karşı buradaki varlığını belirtecek tek bir sinyal bile vermiyordu. Sanki ölüm öyle bir şeydi ki, yaşam tarafından hiç bilinmek istemiyordu.
Her seferinde kendi içime battığımı, usul usul gömüldüğümü, kendi içimde onlarca farklı şekilde yanıp söndüğümü hissederdim. Her şeyi, yaşanabilecek ya da uğruna ölünebilecek her şeyi kendi içimde var eder, kendi içimde parçalar, kendi içimde birleştirir, kendi içimde yok ederdim; gözden çıkaramadığım hafızamın beni nasıl tükettiğini sadece tanrı bilirdi.
Murat’ın dikkati doğrudan bendeyken, “Annem, çocukken ölümün arkasında bıraktığı enkazı temizlemenin yıllar alacağını söyleyip dururdu,” diye fısıldadım, gözlerimi kameranın merceğinden ayırmadım. “Burada ölümün bıraktığı bir dağınıklık var, toparlaması çok kolay. Ayağımla tebeşirin üzerinden geçer bu ölümü kalıcı bir şekilde yok ederim, peki ya bu kadının sevdiklerinin kalbindeki kaybolmuşluk hissi ne olacak?” Kamerayı yüzümden çekip ekrana düşen fotoğraf karesine bakarken kaşlarım çatıldı. Kalbimin konaklaması gerektiği yerde koca bir kaya parçası varmış ve ben her nefes alıp verişimde, kalbim yani o kaya her çarpışında, ruhum daha da dibe çöküyormuş gibi hissediyordum. “Bu kadar kolay olmamalı.”
“Ama bu kadar kolay,” dedi mekanik bir sesle.
“Etrafı fotoğraflayacağım,” diye geçiştirerek ondan uzaklaşmaya başladığımda beni izledi ama takip etmedi, kalkıp arkamdan gelmedi. Binanın karanlık duvarları arasında usulca süzüldüm, yavaşça ondan kopup uzaklaştım. Yağan yağmurun gitgide şiddetlenerek çoğalan sesi, boş binanın içinde bir kadın çığlığı gibi çınlayıp duruyordu. Kederli bekleyişini sonlandıran bulutlar, son parça acısını da kusuyormuş gibi coşkuyla avucunda kalan damlaları yeryüzüne bırakıyordu. Gölgeler binanın boş duvarlarında gözyaşları gibiydi, uzun iğneler şeklinde hareket eden yağmurun gölgesini izlerken bir süre olduğum yerde hareketsiz kaldım. Ardından fotoğraf makinesini kaldırdım ve gri taş duvara gölgesi düşen yağmur damlalarını fotoğrafladım. Birkaç saniye sonra bunu anlamsız buldum, duvardan uzaklaşırken zihnimden de koparak uzaklaştığımı hissettim.
Bir müzik…
Ölümün resitali beni çağırıyordu.
Karanlık öyle çoktu ki, kaçınılmazlık orada duruyordu. Bakışlarım yavaşça omzumun üzerinden aktı ve karanlığa, boşluğun büyüyerek beni çağırdığı o kapısız odaya kaydı. İçeriden dışarıya doğru karanlık sızıyordu, kapısız odanın içinden karanlığın boğulur gibi çıkardığı o hırıltılı ses duyuluyordu.
Damarlarımın buz kestiğini hissettim.
Kendi içime taşındığımı hissettim. Önce gücün bedenime sarıldığını hatırlıyorum, daha sonra damarlarımı çekiştirerek kanımın içine daldığını, kanımın bir nehir gibi dalgalanarak damarlarıma çarptığını, omuriliğimden aşağı yukarı kabaran kemiklerin derimin içine batıp çıktığını… Gözlerimin keskinleştiğini, her şeyi gri ve siyah değil, bir anda kızıl görmeye başladığımı…
Kulaklarım uğuldamaya başladı, bedenim bir ok gibi gerildi ve içimden fırlamak için hazır olan güç sivri bir mızrak gibi derimin altında parıldadı.
O an, yan duvara düşen gölgemi fark ettim, kızıl bakış açımdaki renkler hâlâ aynıydı; saf kırmızı. Kan kırmızısı. Her yeri kızıl görüyordum, kırmızı duvara serilen bordo gölgemi bile… Sonra gözlerim o gölgedeki bir detaya takıldı. Bir elim havada duruyordu, parmaklarım normal olmayacak derecede uzundu, ince ve hareket halindeydi; sanki titriyorlardı. Uçlara doğru sivriliyor, uzadıkça uzuyorlardı.
O an, kızıl bakış açısına sahip gözlerimi gölgeden çekerek önüme indirdim ve bileğimdeki damarların siyah kökler gibi aşağı doğru uzandığını, o kısımdan aşağısının tamamen zifir siyahı olduğunu, parmaklarımın kabuklu ve upuzun olduğunu, tırnaklarımınsa bir kuşun pençeleri gibi keskin ve gümüş rengi olduğunu gördüm; kızıl bakış açımda bile o gümüş rengi görebildim.
Sırtımdaki tüm kemikler kırılıyormuş gibi birbirine yaklaşıp, şiddetle ayrılarak derimi yırtmak ister gibi dışarı kavislendiğinde, hafızam ikiye yarıldı ve atacağım çığlık yarım kalarak bir hırıltıya dönüştü.
Ve bir darbe.
Sırtım, yağmurun gölgelerinin kaydığı soğuk duvara yaslandığında renkler eski griliğine kavuştu. Elimi panikle göğsüne yaslamıştım, ellerimdeki pençeler yoktu, siyah kökler yoktu; ojeli uzun parmaklarım normal bir insanın elleriydi.
Ve camgöbeği gözler gözlerime saplandı.
Şehrin çok da uzak olmayan bir noktasına şiddetle düşen yıldırımın çıkardığı yangının sesini duydum.
Konuştu: “Aşkım, bana ne olduğunu söyleyecek misin?”
🎧: Tommee Profitt & Fleurie, There’s a Hero in You